Soma katliamı, suç ortakları ve işçi sınıfı mücadelesi

Manisa’nın Soma ilçesinde 13 Mayıs 2014 günü yaşanan ‘maden faciası’, Türkiye Cumhuriyet tarihinin en büyük işçi katliamıydı. Şu ana kadar açıklanan resmi rakamlara göre 301 maden işçisinin yaşamını yitirdiği bu katliam, Türkiye’de neoliberal politikaların baskısıyla gerilere itilen işçi sınıfına dair birçok önemli konuyu yeniden gündemleştirdi.

İŞÇİ CİNAYETLERİ VE TAŞERONLAŞTIRMA

İşçi sağlığı ve iş güvenliğinin hiçe sayıldığı, taşeronlaştırmanın çalışma yaşamının temel politikası haline geldiği bir dönemden geçiyoruz. Bu nedenle, gazetelerde neredeyse her gün çeşitli iş kollarından işçilerin yaşamını yitirdiklerine ilişkin ‘iş kazası’ haberleri yer buluyor. Bu haberler, elbette basın organlarında, hakim neoliberal politikalara göre konumlarına bağlı olarak yer alıyor. Tam da bu nedenle, işçi basınında birinci sayfa haberi olurken, sermaye medyasında çoğu zaman kısa haber olarak yer bulabiliyor.

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin verilerine göre, bu yılın ilk dört ayında en az 396, Nisan ayında ise en az 115 işçi yaşamını yitirdi. Bunlar, herhangi bir ülkede düşük yoğunluklu olarak devam eden savaş ve çatışmalarda ölenlerle ilgili kayıtlarda rastlanabilecek rakamlardır.

Hükümeti, patronu, yol veren neoliberal ekonomik politikaları meşrulaştıran tutumlarıyla akademinin ve bu politikaları her gün yeniden üreten yayınlarıyla sermaye medyasının kolektif bir cinayeti olan Soma’daki işçi katliamı, işçilerin sağlığı ve can güvenliğini garantiye almaya yönelik en küçük bir maliyetin bile çoktan kapı dışarı edildiğini çok acı bir biçimde gözler önüne serdi.

Soma’da ölümlerin yaşandığı maden ocağının işletmecisi Soma Holding’in sahibi Alp Gürkan, daha önce Türkiye Kömür İşletmeleri’nin (TKİ) 130-140 dolara mal ettiği kömürün tonunu kendilerinin 23.8 dolara mal ettiklerini övünerek açıklarken bunu itiraf etmiş oluyordu. Bunun global ölçekteki anlamının ne olduğunu da bir başka açıklamayla görebiliriz.

Açıklamasında, Merkezi Cenevre’de bulunan IndustriALL Global Union adlı işçi sendikaları konfederasyonunun Genel Sekreter Yardımcısı Kemal Özkan, Türkiye’nin üretim birimi başına işçi ölümlerinde Çin’den daha kötü durumda olduğunu söylüyor. Özkan’ın ifadeleri şöyle: “Milyon ton üretim başına Çin’deki ölüm oranı her yıl 1,27 iken bu rakam Türkiye için 7,22, Amerika için 0,02, bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin durumu Çin’den daha kötü.”

140 ülkeden 50 milyon işçiyi temsil eden IndustriALL Global Union (Küresel Sendika Federasyonu), Türkiye’de de aralarında Genel Maden-İş ve Maden İş’in bulunduğu 10’u aşkın sendikayla bağlantılı. IndustriALL Global Union’ın Genel Sekreter Yardımcısı Kemal Özkan, maden kazalarının kader olmaması gerektiğini söyleyerek, bu konuda ILO’nun 176 sayılı maden işçilerinin güvenliğiyle ilgili konvansiyonunu imzalamadığı için Türk Hükümeti’ni eleştirdi. Daha önce hükümete bu konuda talepte bulunduklarını, ancak girişimlerinin sonuçsuz kaldığını anlatan Özkan, “Türkiye’nin bu alandaki yasal ve teknik altyapısı bu tür kazaların sürekli olmasına çok açık, bu yüzden Soma’daki kazayı sürpriz olarak görmüyoruz” diyor.

“Madencilik sektöründeki genel politik hükümet tercihi işçi sağlığı ve iş güvenliği alanındaki yatırımları, kurumları bir maliyet unsuru olarak görüyor. Dolayısıyla işçilerin hayatları üzerinden yatırımcılara bir kaynak aktarma ortamı oluşturuluyor” diyen Özkan, maden işçilerinin işletmeye maliyet oranları konusunda ülkeler arası bir kıyaslama yapmanın mümkün olmadığını, ancak kazançları bakımından Türkiye’deki maden işçilerinin Güney Afrika’dakilerin gerisinde olduğunu söylüyor.

Soma’da ortaya çıkan gerçekler de, Türkiye’nin üretim birimi başına işçi ölümlerinde neden başı çektiğini zaten ortaya koyuyor. Soma katliamının yaşandığı Soma Holding basın toplantısında, şirket yetkilileri, ocakta, işçilerin can güvenliği bakımından yaşamsal önemde olan tek bir yaşam odasının dahi olmadığını itiraf etti. İşçilere dağıtılan gaz maskelerinin son kullanma tarihi geçmiş ve küflenmiş, en ilkel malzemelerden yapılmış Çin malı maskeler olduğu görüntüleriyle basına yansıdı.

SOMA’DA YARIM SAATLİK EĞİTİMLE MADENE İNDİRİLEN İŞÇİ

Soma’da bulunduğumuz süre içinde, ocağa inmek için gerekli olan eğitimi görmediklerini belirten birçok maden işçisine rastladık. Madendeki ilk gününde bu kazaya yakalanan ve kendisinden haber alınamayan işçilerin hikayelerini dinledik yakınlarından.

Soma’daki katliam gibi kazanın gerçekleşmesinin hemen ardından Soma’ya giden ve sonraki süreci de sonuna kadar takip eden Evrensel Gazetesi ve Hayat Televizyonu İzmir Temsilcisi Emini Uyar’ın aktardığına göre, Soma’daki madene servisle götürülen ve Kınık’ta yaşayan işçilerden biri, ocağı inmeden önce sadece yarım saatlik bir ön eğitim aldıklarını ifade ederken, birçok işçi en fazla 3 günlük eğitimlere tabii tutulduklarını, bunun da, böyle ağır bir işkolu açısından hiç gerçekçi olmadığını anlattılar.

Soma’da bizzak tek tek işçilerle ya da madenci yakınlarıyla yaptığımız sohbetlerde edindiğimiz önemli bir izlenim, taşerona karşı ciddi bir tepki olduğuydu. Kendileri ya da yakınları taşeronda çalışanlar, madenleri doğrudan TKİ’nin işlettiği dönemlerde de ölümlerin olduğunu, ancak işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin bu düzeyde ihmal edilmediğini anlattılar. İşçiler, taşeron patronunun kendilerini adeta kömür olarak gördüğünü belirtirken, “Bir köpek kadar değerimiz yok” diyen işçilere rastladık. Ayda ellerine ortalama 1100-1200 lire geçtiğini belirten işçiler, artı olarak 200-300 lira daha alabilmek için de, tüm ay boyunca tek bir gün dahi izin yapmadan çalışmaları gerektiğini söylediler.

Yeni evlenmiş olan ve düğün masrafları için çektiği krediyi ödemek zorunda olduğunu, bu nedenle madene dönmekten başka çaresi olmadığını belirten madenci gibi birçok madenciye rastladık Soma’da.

Belki işçilerin çoğu, taşerondan şikayet ederken, yaşananların “vahşi kapitalizm”den mi kaynaklandığını yoksa kapitalizmin zaten bu vahşeti içinde mi barındırdığını tahlil edecek düzeyde sınıf bilincine sahip değillerdi; ancak kendilerine, sermayenin daha fazla kâr elde etmesi uğruna bir ölüm düzeninin dayatıldığının farkındaydılar. Hükümete karşı, patrona karşı, Soma’ya gelen Başbakan Erdoğan ve bakanlarına karşı gerçekleştirilen eylemlerde kendilerine dayatılan bu ölüm düzenine açık bir isyan vardı. Bu isyanın içinde işçiler “satılık sendika” olarak ifade ettikleri sendikaya, sendika bürokrasisine de tepkilerini ortaya koyarken, kendileriyle birlikte madende yanlarında görmedikleri bir sendikacı tipinden gerçek bir sınıf sendikacısı olamayacağı ve sınıf sendikacılığı yapılamayacağını birçok kez ifade ettiler. Eylemleriyle dile getirdiler.

Soma işçilerinin, işçi ailelerinin ve Somalı gençlerin günler süren öfkesini dizginlemek için çevre illerden çok sayıda çevik kuvvet getirildi.

Soma’nın en acı günlerinde devletin ve Hükümet’in Soma’ya yaklaşımını somut bazı verilerle de destekleyebiliriz.

Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü (KDK), Soma’ya dair bilgi notu yayınladı.

Bu nota göre; İçişleri Bakanlığı, Soma’da 1125 çevik kuvvet polisi, 25 jandarma arama kurtarma personeli görevlendirdi ve ayrıca Soma’ya 2 TOMA gönderdi.

Sağlık Bakanlığı ise, 405 personel, 6 hava aracı, 28 UMKE aracı ve 62 ambulans ile İçişleri Bakanlığı’nın gerisinde kaldı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı 272 personel, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı 226 personel görevlendirdi.

Diyanet İşleri Başkanlığı da Soma’ya 428 din görevlisi gönderdi. Her ne kadar bu din görevlilerinin cenaze defin işlemleri için gönderildiği söylense de, Soma maden bölgesine gelerek, işçilere ‘kadere isyan etmemek’ gerektiğini telkin eden sarıklı, cüppeli görevlilere rastladık.

Hükümetin Soma’daki isyanı söndürmek için çevik kuvvet ve jandarma yanında dini ve din görevlilerini devreye sokarken, sağlık görevlisi konusunda o düzeyde bir itina göstermemesi de, bu ölümlere yol veren Hükümet politikalarının bir başka somut göstergesi oldu.

KOLEKTİF BİR CİNAYET

Soma konusunda Hükümet’in ilk tutumu, ölümlerin gerçekleştiği madenin, denetimlerin en üst düzeyde yapıldığı, gerekli önlemlerin alındığı en iyi maden olduğunu propaganda etmek oldu. Başbakan Erdoğan’ın bu ölümlerin madenciliğin “fıtratında olduğunu” söylemeye cüret etmesi ve 2014 Türkiyesi’ne, 1800’lü yıllardan itibaren dünyanın başka ülkelerinde de madenlerde ölümler olduğunu emsal göstermesi refleks tepki olarak irkilticiydi.

Soma’da halk sokaklara dökülüp “Katil Tayyip Soma’ya Hesap Verecek” sloganları atılmaya ve Türkiye’nin pekçok ilinde Soma’ya destek için yapılan eylemlerde Hükümet protesto edilmeye başlandıktan sonra Hükümet ve yandaş takımı ağız değiştirme yoluna gitti. Top tamamen maden şirketine atılır, ‘yandaş medya’ da şirketi suçlarken, Hükümeti tamamen olayın sorumluluğundan kurtarmaya yönelik bir yayıncılık yaptı.

Ancak, Sayıştay raporları da Hükümet’in kendisini sorumluluktan kurtaramayacağını belgeliyor. Soma’da işçi katliamının yaşandığı madenin “rödovans” (kiralama) yöntemi ile değil “taşeronlaştırma” ile işletildiği ortaya çıktı. Hükümetin, “Meclise gelirse duman oluruz” dediği Sayıştay raporlarına göre, katliamın yaşandığı ocakta Türkiye Kömür İşletmeleri ile Soma Kömür İşletmeleri arasında “hizmet alım” sözleşmesi yapılmıştı. Yani bu ocakta, günlerdir söylendiği gibi, rödovans (kiralama) değil, Kamu İhale Kanunu’na göre yapılmış hizmet alım sözleşmesi söz konusuydu.

Sayıştay raporunun yanı sıra, Meclis KİT Komisyonu’nda, TKİ Genel Müdürü Mustafa Aktaş da, madenin ‘rödovans’ değil hizmet alımı yoluyla işletildiğini açıkladı. Bu gerçek, Soma’da 301 işçinin hayatını kaybettiği faciayla ilgili olarak, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın aynı zamanda idari sorumlu olduğunu da ortaya koydu.

Sayıştay’ın asıl işverenin TKİ olduğuna, “alt işveren”le birlikte sorumluğuna dikkat çektiği raporu, gerçek işveren olarak TKİ yönetiminin hem cezai, hem hukuki sorumlulukla karşı karşıya olduğunu gösteriyor. TKİ’nin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na bağlı olması, TKİ yöneticileri ile birlikte Yıldız’ın da savcı tarafından soruşturmaya dahil edilmesini zorunlu kılıyor.

Ancak soruşturma sürecinin şu ana kadarki seyri, Bakan Yıldız’ın bu soruşturmaya dahil edilmesi ve dolayısıyla Hükümet’in sorumluluğunun dava konusu yapılabilmesinin ancak ciddi bir toplumsal mücadele ile mümkün olabileceğini gösteriyor. Son olarak 17 Aralık soruşturmasından kendisini kurtarmak için yargıda ciddi düzeyde tasfiyeler gerçekleştiren Hükümet’in, bu olayda da, kendisi yargılama dışı tutmak için her türlü dalavereyi çevireceğini söylemeye gerek bile yok.

Tam da bu nedenle, Soma Davası, sendikaların, sınıf örgütlerinin ciddi bir biçimde takip etmeleri gereken bir davadır.

Soma olayının, sorumluluk halkasının diğer boyutunda ise sendika duruyor. Türk-İş’e bağlı Türkiye Maden İş Sendikası’nın eli de, Soma’daki 301 maden işçisinin katlinde, Hükümet kadar, şirket kadar kanlıdır. İşçilerin “satılmış sendika” diye tepki gösterdikleri sendikanın temsilcilerinin olay karşısındaki tutumları da buna uygun olmuştur. İşçinin yanına gitme cesareti olmayan sendika yöneticileri, telefon ile bağlandıkları ya da konuk oldukları televizyon programlarında Hükümet’i ve maden patronunu karşılarına almamış, bırakalım olması gerekeni, bir “sarı sendikacı”nın klasik tutumunun bile gerisine düşmüşlerdir.

SOMA’NIN AKADEMİDEKİ YANSIMASINA BİR ÖRNEK

Soma’daki katliama yol veren neoliberal ekonomi politikalarının meşrulaştırılması ve inşasında akademinin de rol üstlendiğini yukarıda belirtmiştik. Ancak sınıf mücadelesinin farklı biçimlerde ve araçlarla sürdüğü bir yer olarak akademi, aynı zamanda, böylesi toplumsal olayların yansımasını bulacağı alanlardan da birisidir.

Bu, Soma olayında görülmüştür. Soma’da yaşanan madenci katliamından yaralı kurtulan maden işçisinin “Çizmemi çıkarayım sedye kirlenmesin” sözleri Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin İşletme Dersi’nin sınav sorusu oldu.

Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin İşletme Dersi final sınavını yapan Yardımcı Doç. Dr. Çiğdem Boz, sınav kağıdında, öğrencilerine önce, “Ders kitaplarında anlatılanlarla gerçek hayat arasındaki farkı yeterince anlatmamış olma ihtimalim için beni bağışlayın” dedi.

20 Mayıs günü gerçekleşen sınavın, sınav kağıdında, Yardımcı Doç. Dr. Çiğdem Boz’un şu ifadeleri yer aldı: “Günah listem uzun. İktisat biliminin ortaya çıkması için ‘Homo economicus’un (çıkarını kollayan adam) sahneye çıkmasını beklediğini söylerken, bunun iyi bir şey anlamına geldiğini ima etmiş olma ihtimalim için… Daha ilk günden sizlere iktisadın tanımını yaparken ‘sınırsız ihtiyaçlar’, ‘sınırlı kaynaklar’dan dem vurarak, ihtiyaçların değil, isteklerin sınırsız olduğu kısmının yeteri kadar altını çizmediğim için… Üreticilerin amacının kâr maksimizasyonu olduğunu, bunun da ancak fiyat artışı ya da maliyet düşüşüyle olabileceğini söyleyerek, kârdan daha önemli şeyler olduğunu belirtmediğim için (maliyetleri düşürmek adına maden ocağında, yüzlerce ocak söndürüldü zira)… Tüketicilerin amacının fayda maksimizasyonu olduğunu söyleyip, hayatta kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen bencil bir insan tipi çizerek, arkadaşlarını kurtarmak için duman dolu madene kendini atan insan olasılığını atladığım için… Azalan marjinal fayda kuramından yola çıkarak, kıt olanın değerli, bol olanın değersiz olacağını söyleyip, emek arz eğrisini acımasızca sağa kaydırarak bunun reel ücretleri düşürdüğünü gösterirken, reel ücretin cebindeki parayla alacağı ekmek sayısı anlamına geldiğini atladığım için, (Günlük 30 ekmeklik reel ücreti için yerin dibine girmenin açıklaması emek arzının artması zira)… İktisat politikalarının en önemli amaçlarından birinin üretimi artırmak olduğunu söyleyip, yaşam kalitesini artırmayan iktisadi büyümenin bir anlamı olmadığını yeterince vurgulamadığım için (Daha fazla kömür çıkarabilmek için o kadar ömrün gitmesi gerekmiyordu zira)… Eldeki girdilerden maksimum verimi almaya çalışmanın etkinlik olduğunu söyleyip, etik olmayan bir etkinliğin anlamsız olduğunu yeterince belirtemediğim için… Tam rekabet piyasasının toplumsal refahı maksimize edeceğini söyleyip devletin daha iyi bir patron olabileceği durumları daha net belirtmediğim için (Madenlerin özel sektöre geçmesiyle birlikte iş kazaları artmıştır zira).

Ders kitaplarında anlatılanlarla gerçek hayat arasındaki farkı yeterince anlatmamış olma ihtimalim için beni bağışlayın.”

Sınav kağıdında bu ifadelere yer veren Yardımcı Doç. Dr. Çiğdem Boz’un sorusu ise, “İktisadi adam (Homo economicus) ölümcül bir kaza atlattıktan sonra sedyeyi kirletmemek için ‘Çizmemi çıkarayım mı’ der mi? Ya da bunu diyebilen insanları çoğaltmak için nasıl bir ekonomik sistem önerirdiniz?” oldu. Boz’un hazırladığı sınav kağıdında şu şekilde bir not da yer aldı: “Lütfen not kaygısı gütmeksizin cevabınızı yazınız. Masumiyet sınavını geçememiş biri olarak, kimseyi bırakmaya niyetim yok zira.”

SOSYAL BİLİMLERİ TARTIŞMAYA AÇMAK

Marmara Üniversitesi İktisat Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu da, “İşçi katliamlarında akademinin sorumluluğu” başlığı ile Evrensel’deki köşesinde yazdığı yazıda, üniversitelerin sermaye ile iç içe geçmiş ve sermaye açısından yeniden yapılandırılmış olan haliyle Soma katliamına giden yolda taşları nasıl döşediklerine dikkati çekti: “Soma katliamının ardından İTÜ öğrencilerinin gerçekleştirdiği eylem, akademinin bu durumunu topluma yansıtması bakımından son derece değerlidir. Evet, üniversite-sanayi işbirliği içerisindeki diğer birçok üniversite gibi İTÜ’de de proje karşılığında verdiği bir miktar maddi destek sayesinde sermayenin istekleri, çıkarları ‘bilimsel doğru’ kabul edilerek tüm akademik faaliyetleri yönlendirmektedir. Soma AŞ patronu da yine bu bağlantılar üzerinden Maden Fakültesi yönetiminde yer almış; bir taraftan düzenlenen seminerlerde uyguladığı insanlık dışı üretim sistemini bir başarı hikayesi olarak öğrencilere sunarken; diğer taraftan, ARGE adı altında doğa ve emek sömürüsünü daha fazla arttırması için üniversitenin olanaklarından yararlanmıştır. Bu durum akademik özgürlüklerin sermayeye pazarlanmasının açık bir örneğidir. Akademisyenlerin bu koşullar içinde objektif çalışmalar yapabilmesi, üniversiteden mezun olan mühendislerin sahadaki koşulları işçilerin ve toplumun yararı çerçevesinden sorgulaması, değerlendirmesi neredeyse imkansızdır.

Bugüne kadar gerçekleşmiş ve bundan sonra gerçekleşecek işçi katliamlarında sosyal bilimler (iktisat, hukuk, sosyoloji vs.) alanındaki akademisyenlerin sorumluluğu mühendislik gibi teknik alanlardan çok daha fazladır. Zira işçi katliamlarıyla sonuçlanan üretim sistemini ve toplum düzenini meşrulaştıran, bunun hukuki alt yapısını oluşturanlar sosyal bilimcilerdir.”

Özgür Müftüoğlu’nun sosyal bilimcilerin işçi katliamlarıyla sonuçlanan üretim sistemi ve toplum düzenine dair pozisyonlarını tartışmaya açan yazısı önümüzdeki dönemin çok önemli bir temel noktasını işaret ediyor. Üniversitelerde, tüm neoliberal dayatmalar karşısında emeği savunan ve iktisat politikalarını, çalışma ekonomisini işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarları açısından ele alan bilim insanlarının varlığı biliniyor. Türkiye’nin madenlerindeki çalışma düzenini Başbakan Erdoğan’ın dikkat çektiği 1800’lü yıllardaki döneme geri götüren politikalar, hakim neoliberal iktisat politikalarıdır. İşçi sınıfının kazanımlarının bir sonucu olan sosyal politikaların tasfiyesiyle birlikte ‘vahşi kapitalizm’ diye ifade edilen politikalara geri dönüş, işçi sınıfına ve onun safındaki bilim insanlarına yeni sorumluluklar yüklüyor.

Bu çalışma koşulları, 1860’larda, kuzey Fransa’da önemli bir greve neden olmuştu. Emile Zola’nın en iyi eseri ve Fransız edebiyatının da en iyi romanlarından biri olan Germinal, bu muhteşem grevi konu alır. Daha sonra sinemaya da uyarlanmış olan Germinal, sadece güzel bir roman ya da işçi sınıfının bir tarihi deneyimi değildir, aynı zamanda Soma’nın derinliklerinden her an patlayabilecek bir toplumsal cevherdir.

Yakın tarihimizin bir örneği olan Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü bu açıdan önemli bir örnekti. Soma’daki çalışma koşulları ve ortaya çıkan katliam üzerine işçilerin ve ailelerinin isyanı, Zonguldak’ta madencilerle birlikte yürüyen madenci ailelerini ve tüm Zonguldak’ın ayağa kalkışını hatırlatmıştır.

Ve şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Soma’nın maden işçileri iliklerine kadar yaşadıkları ve tepki duydukları taşeronlaştırmanın bir sermaye politikası olarak anlamı ve sermaye Hükümeti’yle bu politikalar arasındaki dolaysız ilişkiyi daha ileriden kavradıkça, bir ‘tecrübe oluşturmayı’ aşan büyük grevlerle de karşılaşabiliriz. O zaman, Soma’nın maden işçilerine “madenciliğin fıtratında var” diye dayatılanlara karşı işçilerin “fıtratında” nelerin olduğunu, içinde yaşadığımız çürümüş, köhne kapitalist düzeni değiştirecek cevherin de onların mücadelesinde, kollarında saklı olduğunu yaşayarak görürüz.

‘SOMA ESKİ SOMA OLMAYACAK’

İlk günden itibaren Soma’da bulunan Evrensel Gazetesi ve Hayat Televizyonu Temsilcisi Emine Uyar, biriktirdiği deneyimler ve edindiği gözlemler ışığında ‘Soma eski Soma olmayacak’ diyor: “Soma’da dükkânların açıldığını, çay bahçelerinde insanların oturduğunu görenler kızıyor, ‘Her şey normale dönüyor’ diyerek. İnsanlar normale dönmek zorunda, ama normale dönmüş değil kimse. Her gittiğimiz yerde sürekli konuşma ihtiyacı hissediyorlar, sürekli bir şeyler anlatıyorlar. Bir nevi terapi… Tıpkı linyit kömürü gibi için için yanıyor Soma.

“301 insan, 301 yaşam bir anda yok oldu.

“Soma bunu unutmayacak, sorumluları unutmayacak. Facianın meydana geldiği günün ertesinde, Hükümet’in en tepesindekilerden yediği tehdidi, tokadı, tekmeyi unutmayacak. Soma eski Soma olmayacak.”

İŞÇİ DENETİMİ VE MÜCADELESİ

Soma’daki madenci katliamının ortaya koyduğu bir başka temel gerçek de, işçi sağlığı ve iş güvenliği açısından işçi denetiminin zorunluluğudur. Madenlerde ve risk koşulları bulunan tüm işkollarında işçilerin, sendikaların işyeri temsilcilerinin, TTB ve TMMOB temsilcilerinin, akademiden temsilcilerin yer aldığı komisyonlar olmalıdır.

İşçi sağlığı ve iş güvenliğiyle ilgili, buna ek olarak, taşeronlaştırmaya dair ilginin önceki yıllara kıyasla arttığını söyleyebiliriz. İşçi sağlığı ve iş güvenliği koşullarını takip eden, gerçekleşen iş cinayetleriyle ilgili kamuoyunu bilgilendiren yapılar var. Taşeronlaştırma, çalışma yaşamına ve örgütlenme sorunlarına dair tartışmaların odağına düne göre daha fazla girmiş durumda.

Soma’da yaşanan Cumhuriyet tarihinin en büyük işçi katliamı artık bu gündemleri, sınıfın, sınıf politikası ve örgütlenmesinin en önüne koymuştur. Çalışma alanlarının, sınıf mücadelesi anlayışıyla yenilenmiş sendikalar aracılığıyla denetlenmesi, neoliberal politikaların geriletilerek, toplumsal bilimleri düne göre daha ileri bir noktadan tartışmaya açmak ve kendisini toplumun hizmetine sunan emek eksenli bir bilim anlayışını hakim kılmaya çalışmak önümüzdeki dönemin en yaşamsal gündemleri arasında bulunuyor.

Sınıfın partisi, tüm bu çalışmaların ve mücadelelerin birleştirilmesinin yegane teminatıdır.

Taşerona Karşı Birleşik Sınıf Mücadelesi!

13 Mayıs’ta Soma’da gerçekleştirilen işçi katliamı, geniş kesimler için kapitalist üretim koşullarının ve özel olarak taşeronlaştırmanın ulaştığı boyutları görünür kıldı. Tekelci sermayenin AKP koalisyonu ile giriştiği kâr ortaklığı da bu katliam sırasında –bir kez daha– ortaya saçıldı.

Aslında yaşananların tamamı toplumun ileri kesimleri, devrimciler, bazı sendikalar, demokratik kitle örgütleri, meslek odaları tarafından biliniyor ve halka da anlatılmaya çalışılıyordu.

Ama muhtemelen Soma katliamından bir hafta önce taşeronlaştırma ve kölelik düzeni hakkında bir anket yapılsa, halkın önemli bir kesiminin konu ile ilgili habersizlikleri ve duyarsızlıkları gözlenirdi.

Demek ki, onca yıldır tekrarlanan “basın açıklamaları” ve mesai saati dışına denk getirilen “vizite eylemleri”, genel kurullarda sandalye kapma “başarısına” indirgenmiş Toplumsal Hareket Sendikacılığı ve türevleri yeterli olmamış, tüm yaşananları –kölelik düzeninde yaşayanların kendilerine bile– anlatmaya!

Katliamı ve katliamı “kader”e dönüştüren kapitalist kölelik düzenini topluma işçilerin kendileri anlattı. Katliamdan kurtulan ya da bölgedeki farklı maden ocaklarında çalışan işçiler, –başta işçi basını olmak üzere– çeşitli basın-yayın organlarına, yaşadıklarını, tek tek, anlaşılır biçimde ve en yalın haliyle anlattılar.

Halkın geneli, bugün, AKP koalisyonu ve onun sözcülerinin her ağızlarını açtıklarında dillendirdikleri; ekonomik büyüme, ihracat düzeyi, kapasite artışı gibi kavramların nasıl bir eşitsizlik yarattığını daha açık haliyle görmektedir.

Bu görünüm, ne kendisini sınıfın önüne koyan sol ve sağ iradeci yaklaşımların ne de sendikacılık adı altında işçinin alın terine çöreklenen bir avuç düzenbazın eseridir.

Durum nettir. Halkın geneli tarafından anlaşılmıştır. Şimdi sorun, taşeronluk sisteminin nasıl ortadan kaldırılacağıdır.

Bunun yegâne koşulu birleşik sınıf mücadelesidir. Çünkü, ancak birleşik sınıf mücadelesi, işçi sınıfı ve emekçilerin üretimden gelen güçlerini bu pespaye üretim cehennemini ortadan kaldırmak için kullanmalarına olanak sağlar.

Birleşik sınıf mücadelesini sürekli tekrarlanan ve tekrarlandıkça esas anlamı “unutulan” bir kavram olmaktan çıkartmak için olanaklar bugün –düne göre daha yoğun biçimde– mevcuttur.

Öncelikle, Soma katliamı özelinde katilin doğru tahlil edilmesi gerekir. Yaşananların “kader” olmaktan çıkartılabileceği, tek sorumlunun işçinin birebir muhatap bırakıldığı “dayı başları” ya da şirket olmadığı, resmin –tabii ki şirketi de kapsayacak biçimde– daha geniş olduğu anlatılabilmelidir.

Enerji Bakanlığı ve TKİ’nin, kendi iş yasalarını bile hiçe sayacak biçimde, bir sözleşmeyle, asıl işi “hizmet alımı” adı altında şirkete taşeron biçiminde havale ettiği gerçeği, esas sorumlunun da doğrudan Enerji Bakanlığı ve TKİ olduğunu göstermektedir.

Katliam sonrasından başlayarak, Enerji Bakanı ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı arasında yaşanan dil dalaşı da, ortadaki büyük paylaşım sorununu görünür kılmıştır. Her iki bakanın –örtük biçimde de olsa– suçu birbirlerinin üzerine atması, ortadaki “suçu” neredeyse kesinleştirmektedir. Bunu iyi anlamak/anlatmak gerekir.

Sadece konfederasyon düzeyinde değil, sendikal düzeyde de gerici iktidarın ve onun tekelci burjuvaziden işbirlikçilerinin yılmaz savunuculuğuna soyunanlar da bu süreç içerisinde teşhir olmuştur.

Bugün, sınıf ve onun ileri unsurları açısından daha fazla inisiyatif alarak, taşeron sistemi özelinde tekelci burjuvazinin ve onun iktidarının egemenliğini sarsacak adımları atacak olanaklar mevcuttur.

Soma’da, ülkedeki diğer maden ocaklarında, tekstil atölyelerinde, kamu kurumlarında, üniversitelerde, sağlık kuruluşlarında, metal ve beyaz eşya sanayilerinde, tüm hizmet alanlarında, merdiven altı atölyelerde, tersanelerde ve halka “kader” diye yutturulmaya çalışılan tüm taşeron bataklıklarında bıkmadan usanmadan anlatmak, bıkmadan usanmadan örgütlenmek gerekmektedir.

Soma katliamı toplumun entelektüel kesimlerine de çok önemli bir görev yüklemiştir. Bundan sonra ya halkın yanında olunacaktır ya da tekelci burjuvazinin ve onun iktidarının. Ayırım bu kadar nettir. Hekimlerden halk için sağlık, mühendislerden toplum için mühendislik, bilim insanlarından halk için bilim, aydın ve sanatçılardan işçi sınıfı ve emekçiler için sanat talep edilmelidir.

Taşeron sistemine karşı mücadele ancak bu şekilde bir kapsayıcılıkla birleşik bir sınıf mücadelesine dönüşebilir…dönüşmelidir.

Taşeronluk hâkim istihdam biçimine dönerken soma’nın hatırlattıkları*

Türkiye’de taşeron ilişkileri 2000’li yıllarda dünya çapında üretim organizasyonunda yaşanan dönüşümün de etkisi ile gündemimizde daha fazla yer kaplamaya başladı. Taşeronluk bir araç. Emeği disiplin altına almanın, sömürüyü derinleştirmenin bir aracı. Adeta çalışma hayatının hasır altı edilmeye çalışılan yüzü. Uzun çalışma sürelerinin, fiili olarak gasp edilmeye çalışılan yıllık ücretli izin hakkının, sendikal hakların ve kıdem tazminatının, düşük ücretlerin, kayıtdışının ve iş cinayetlerinin simgesi. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’nın “kölelik gibi bir şey” olarak tanımladığı bir çalışma biçimi.

Bu nedenle, herhangi bir iş cinayeti yaşandığında aklımıza hemen taşeronluk sistemi geliyor. Soma’da yaşanan katliamda da, ilk akla gelen konulardan biri madenlerdeki taşeron ilişkileri idi. Zaten kendisi bir yüklenicilik mekanizması üzerine inşa edilmiş olan sistemin, aksi doğrultuda yapılan tüm açıklamalara karşın, bünyesinde yasadışı bir taşeron ilişkisini de taşıdığı işçilerin ifadeleri ile ortaya çıktı. Taşeron mekanizması, AKP hükümetlerinin gözetimi altında, kamudan özel sektöre bilinçli olarak yaygınlaştırılmıştı. Taşeron ilişkisine dair İş Kanunu’nun 2. Maddesi’nde yer alan kısıtlayıcı hükümlerin ısrarla ihlal edildiği, bu konuda alınan mahkeme kararlarının uygulanmadığı bir süreçte sorun derinleşti.

Taşeronluk ilişkileri Türkiye’de zaten inşaat sektöründe yaygın olarak görülüyordu. Hatta inşaat sektöründe hâkim çalışma biçimi taşerona iş vermek şeklinde gerçekleşmekteydi.

AKP döneminde kamu sektöründe taşeron işçi sayısında ciddi artışlar yaşandı. Kamu sektöründe işçi statüsünde çalışanlar açısından hâkim istihdam biçiminin artık taşeron işçilik olduğu resmi verilere de yansımaya başladı. İşin belli bir bölümünün asıl işveren tarafından bir başkasına belirli bir sürede tamamlanması için ihale edilmesi şeklinde gerçekleştirilen bu uygulama, 2003 yılında yürürlüğe giren 4857 Sayılı İş Kanunu ile yaygınlaştı.

TAŞERONLUK YAYGINLAŞIRKEN

Taşeronluk uygulaması, iş kanununa, “asıl işveren”-“alt işveren” ilişkisi ile sınırlı bir tanımla girmiştir. Bu ilişki biçimi için “alt işveren” tanımının temel bir unsuru, alt işverenin, işçilerini, sadece asıl işverenin işyerinde aldığı işte çalıştırması gereğidir. Yani taşeron ilişkisi işletme içi bir yüklenicilik faaliyetini içermektedir (Şafak 2004:123). Buna karşın hem işletme içinde faaliyet yürüten taşeron firmalar, hem de nihai ürün üreten ana firmalara girdi sağlayan, üretim sürecindeki parçalanma ile ana üretim faaliyetlerin bir kısmını üstlenen tedarikçi firmalar bulunmaktadır. Taşeronlaşma süreci, her iki biçimi ile de işgücü maliyetlerinin düşürülmesi (ucuz işçilik) ve bu yolla rekabet şansı yaratılması amacını taşımaktadır. Buna bağlı olarak, sendika ve toplu pazarlık hukuku alanında doğrudan işçilerin hak ve özgürlüklerinin ortadan kaldırılması temel hedeflerden biridir. Taşeron ilişkisinin olağanüstü boyutlarda yaygınlaşması, emek piyasasının parçalanmasına, sendika hakkının, toplu pazarlık hakkının kullanılamaz duruma gelmesine neden olmaktadır (Şafak 2004:111). Bu da, işçilere daha çok işsizlik ve yoksulluk olarak yansımaktadır.

Nitekim 2000’li yıllarda kamu işçileri açısından ücretler ciddi bir baskı ile karşılaşmış, reel ücretlerde, krizin de etkisi ile yüzde 33’e varan kayıplar yaşamıştır. KİT’ler ve özelleştirme kapsamındaki işletmelerdeki istihdam kaybı ise, 2013 yılında, 2000 yılına göre yüzde 70’ler düzeyine ulaşmaktadır. 2000 yılında 435 bin olan istihdam, 2013 yılında 132 bine gerilemiştir.

Türkiye açısından taşeron çalışma, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, AKP döneminde sistematik olarak artmaktadır. 2002 yılında kayıtlı taşeron işçi sayısı 387 bin olarak ifade edilirken, 2011 yılında bu rakam 1 milyon 611 bine ulaşmıştır. Taşeronlaştırma, işverenlerin yasal yükümlülüklerden kurtulmak için başvurdukları en tipik çalıştırma biçimidir. O nedenle, giderek hem özel sektörde hem de kamuda tercih edilen bir çalıştırma biçimi haline gelmektedir.

Taşeron işçi sayısı, 2002-2007 yılları arasında yaklaşık 3 kat, 2007-2011 döneminde ise yüzde 50 oranında artış göstermiştir. Bu durum, istihdam alanında daha fazla esnek ve güvencesiz bir çalışma hayatı inşa etmeye yönelik siyasal tercihlerin bir yansımasıdır (TBMM 2012a).

KAMUDA TAŞERONLAŞMA

Kamu kesiminde taşeronlaşma, özel sektördeki gibi geleneksel tabanı olan inşaat sektöründe değil, kamu hizmetleri açısından en kritik sektör olan sağlık sektöründe yaygınlaşmaya başlamıştır. Sağlık sektöründe dönüşümün ilk işaretleri, 1984 yılında hazırlanan Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda görülmektedir. Özel sağlık kurumlarının ve hastanelerin teşvik edilmesi, diğer taraftan serbest çalışan hekimlerle anlaşmalar yapılarak kamunun hizmet satın alması (taşeronlaştırma) yoluyla sağlık hizmetlerinin geliştirileceği planda yer almaktadır (DPT 1984: 152). Ancak bu hedef uygulama, zeminini, 2003 yılında hazırlanan “Sağlıkta Dönüşüm Programı” (SDP) ile bulmuştur. SDP ile sağlıkta “sözleşmelilik” ve “hizmet alımı” uygulaması başlamıştır. Sağlığın finansmanı yeniden yapılandırılmış ve sağlık hizmetlerinin örgütlenme zemini dönüştürülmüştür. “Aile hekimliği” ve “kamu hastane birlikleri” modelleri personel istihdamında“sözleşmelilik” esasına dayandırılmış, hizmetin taşeron eli ile yürütülmesi ve özel hastane işletmeciliğinin geliştirilmesi sağlık sistemi açısından esas alınmıştır (Sayan ve Küçük 2013: 173).

Kamuda taşeron işçi sayılarına yönelik net bir bilgi verilmemektedir. Konuya ilişkin bilgilere, TBMM bünyesinde verilen soru önergelerine verilen cevaplar ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın açıklamalarından ulaşmak mümkün olmaktadır. Bu veriler arasında da ciddi tutarsızlıklar bulunmaktadır. En son açıklanan rakamlara göre, kamudaki taşeron işçi sayısı 586 bindir (URL 1).

Nitekim kamuda istihdam edilen taşeron işçilerinin önemli bir kısmı sağlık sektöründedir. 2009 yılında kamudaki taşeron işçi sayısı 174 bin 857 olarak açıklanmıştır. Aynı yıl sağlık sektöründe istihdam edilen taşeron işçileri sayısı 108 bin kişidir. Sektörün toplam taşeron işçileri içerisindeki oranı yüzde 62’dir. Sağlık sektörünü Karayolları Genel Müdürlüğü (7429 kişi), Devlet Hava Meydanları İşletmeleri (2933 kişi), Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (6286 kişi) kurumlarından oluşan ulaştırma sektörü takip etmektedir. Kamuda çalıştırılan taşeron işçilerin yüzde 8’i bu kurumlardadır. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü, tek başına 10 bin 239 taşeron işçisi ile pek çok kurumdan daha fazla taşeron sistemine eklemlenmiştir (TBMM 2009).

2012 SGK istatistiklerine göre, eğitim sektörü için kamuda işçi statüsü ile çalışanların sayısı 226 bin olarak görülmektedir. Buna karşın, kurum istatistiklerinde eğitim sektöründe işçi statüsü ile çalışanların sayısı, üniversiteler ve Milli Eğitim Bakanlığı için, geçici ve sürekli çalışanlar toplamında 52 bin 761 olarak görülmektedir. Kamuda çalışan ancak kurum istatistiklerinde görülmeyen yaklaşık 170 bin işçi bulunmaktadır. Üniversitelerin istihdam ettiği taşeron işçilerle, okul aile birliklerinin istihdam ettiği işçilerin sayısı bu veri içinde değerlendirilebilir (SGK 2012, BUMKO 2013).

2013 yılı itibari ile taşeronlaşmanın yaygınlaştığı kurumların sayısı artmaktadır. Yükseköğretim Kurumu Kredi ve Yurtlar Kurumu, bu açıdan önemli bir örnektir. Kurumda 2013 yılı itibari ile 346 sürekli işçiye karşın 12 bin 938 taşeron işçisi çalışmaktadır (TBMM 2013d). Bankacılık sektörü taşeronlaşmanın hızla yaygınlaştırdığı bir başka sektördür. Sektörde taşeron işçi sayısı, 2012 yılı itibari ile 10 bin 575’e yükselmiş durumdadır (TBMM 2012c). Sektörde sürekli işçi sayısı 39 bin 566’dır (Hazine Müsteşarlığı 2013). Adalet Bakanlığı’nda sürekli işçi bulunmamaktadır, buna karşılık, taşeron işçi sayısı 3 bin 350 olarak verilmiştir (BUMKO 2013b, TBMM 2012d). TRT’de taşeron işçi sayısı bin 412, Anadolu Ajansı’nda 399’dur (TBMM 2013e).

TBMM de, taşeron işçi sayısının hızla arttığı bir diğer kurumdur. 2005 yılında TBMM bünyesinde çalıştırılan taşeron işçi sayısı sadece 88 iken, bu rakam 2008’de 383, 2013 yılında bin 19 olmuştur (TBMM 2012e). 2013 yılında karayollarında çalışan sürekli işçi sayısı 21 bin 150’dir (BUMKO 2013b). Taşeron işçi sayısında ulaşabildiğimiz son bilgi 2009 yılına aittir ve 7 bin 429’dur (TBMM 2009). Söz konusu yapının taşeron işçilere doğru dönüştüğünü tahmin etmek zor olmayacaktır.

Grafik 1- Taşeron işçi sayıları ve kurumlar

 

Kaynak: URL 1’deki ÇSGB Bakanı Faruk Çelik’in verdiği oranlar taşeron işçi sayısı ile oranlanarak ilgili kurumlar için hesaplama yapılmıştır. Sürekli (kadrolu) işçi sayıları Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü’nden alınmıştır (BUMKO 2013).

 

Grafik 1’de ise, ilgili referanslara dayanılarak yaptığımız hesaplamalara göre, Belediyelerde çalışan taşeron işçi sayısı kadrolu işçilerin 2 katına ulaşmıştır. KİT’lerde ve Yüksek Öğretim Kurum’larında taşeron işçi sayıları kadrolu işçi sayılarının çok üzerindedir.

Madenler, Taşeronlaşma ve İş Cinayetleri

Devlet Denetleme Kurulu’nun (DDK) maden kazaları hakkındaki araştırma ve inceleme raporunda, özel firmalara devredilen ocaklara ve taşeronlaşmaya dikkat çekilmekte ve iş cinayetlerine yönelik bilgi verilmektedir. Rapora göre, “Zonguldak merkezinde TTK’nın daha önce üretim yaptığı veya rantabl olmayan sayıları 28 civarındaki eski ocak ve saha rödovans yöntemi ile özel firmalara devredilmiştir. Bunun yanında kuvars kumu ve bir boksit ocağı da (toplam 32 saha) rödovans yoluyla özel sektör işletmeciliğine açılmıştır. Zonguldak Ticaret ve Sanayi Odasına göre, 30.06.2010 tarihi itibariyle, Zonguldak taşkömürü havzasında rödovanslı firmalar ile taşeronların işçi sayısı (71’i yabancı/Çinli olmak üzere) toplam 4.770’dir” (DDK 2011:203).

Rödovans sistemi Soma katliamı ile yine gündeme gelmiştir. Literatürde rödövans; Maden ruhsat sahalarının, hukuku uhdesinde kalmak kaydıyla, hak sahibi tarafından, sözleşme ile özel veya tüzel bir kişiye bir süre tahsis edilmesi durumunda maden ocağının işletilmesini üstlenen özel veya tüzel kişinin esas ruhsat sahibine istihsal ettiği beher ton maden için ödemeyi taahhüt ettiği meblağ olarak tarif edilmektedir (TTK 2014). Yani kurulan bir çeşit taşeron ilişkisidir.

İşletme hakkının devri ile birlikte işletmelerde taşeron ilişkilerinin ilkel çalışma biçimleri ile yaygınlaştığı görülmekte, daha fazla kömür ve daha fazla üretim adına, iş cinayetlerine davetiye çıkartılmaktadır.

Taşeronlaşma bu bağlamda yapılan işin en temel unsuru olan işgücünün özelleştirmesi anlamına gelmektedir. İşletme hakkının devri ile birlikte işçiler yasal haklarını bile kullanamaz hale getirilmekte, ihmaller zinciri ve denetimsizlik bu süreçte daha fazla sömürünün besini olarak görülmektedir. Kömür madenleri için son derece kritik olan işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirleri böyle bir süreçte ilk elde vazgeçilen hususlar arasında yer almaktadır.

Taş kömürü üretiminin TTK ve taşeronları tarafından yapılması dışında özel işletmelerin faaliyete geçmesi, 2000 yılı sonrasına denk düşmektedir. Milyon ton üretim başına düşen ölüm sayısının özel işletmelerde daha fazla olduğu görülmektedir. Özel işletmeli maden ocaklarında asıl üretim artışı 2005 yılından itibaren görülmektedir. Özel ocaklarda üretim başına düşen ölüm sayısı 2003 yılında bir sıçrama göstermiştir; rapor bunu, 2002 yılına göre hem üretimin düşmesine, hem de kaza sonucu ölen kişi sayısının iki katına çıkmasına bağlamaktadır (Tablo 1)  (DDK 2011:204).

Raporda rödovansla işletilen kömür işletmelerinde yapılan iş güvenliği denetimlerinde ocakların birçoğunda henüz koruyucu sağlık ve güvenlik hizmetlerinin beklendiği ölçüde yerleşmediği, metan gazı ve göçük risklerine karşı tedbirlerin yeterince alınmadığının tespit edildiğini, bununla birlikte, rödovanslı sahalarla iç içe özel firmalar tarafından taşeron vasfı ile çalıştırılan ve işçi sayıları 5–10 kişiden ibaret birçok küçük, kayıt dışı maden ocaklarının da faaliyet gösterdiğine dikkat çekilmektedir (DDK 2011:204).

Tablo 1- Milyon ton üretim başına düşen ölümlü iş kazası sayısı

 

Kaynak: DDK Raporu

 

TEPAV tarafından hazırlanan ve Devlet Denetleme Kurulu raporunda da referans alınan çalışmada, taş kömürü kazaları sonucu ölümlerin Türkiye, Çin ve ABD karşılaştırması yapılmaktadır. Veriler, madencilik sektöründe yaşanan iş cinayetlerinin kader olarak sunulamayacağını net bir şekilde ortaya koymaktadır. 2008 yılı verisi alındığında, Türkiye’de milyon ton taş kömürü üretimi başına düşen ölüm sayısı Çin’den 6 kat, ABD’den ise 361 kat daha fazladır. Bu durum, özellikle denetimsizlik ve denetimden kaçmanın bir aracı olarak kullanılan taşeron düzeninin eseri olarak yorumlanabilir.

Tablo 2- Taş kömürü kazaları sonucu ölümlerin Türkiye, Çin ve ABD karşılaştırması

Kaynak: (Cünedioğlu & Arslanhan 2010:4)

 

Güvenilirliği son derece şüpheli resmi kayıtlara göre, son 10 yılda madenlerde yaşanan iş kazalarında her yıl ortalama 43 kişi hayatını kaybetmiş durumdadır. Sektörde iş kazası oranı, 2002-2012 döneminde 2,5 kat artış göstermiştir. Sektörde AKP döneminde yaklaşık olarak her üç iş kazasına ilave olarak yeni bir iş kazası gerçekleşmiştir. İş kazalarında madencilik sektörünün payı, 2009-2012 yılları arasında, 2002-2008 yıllarına göre, %8’den % 13’e yükselmiştir (TBMM 2012, SGK 2013).

 

Tablo 3- AB Ülkelerinde İstihdam Edilen 100 Bin Kişi Başına Ölümlü İş Kazası Oranı (2010)

 

Kaynak: Eurostat, Türkiye verisi için SGK 2010 İstatistik Yıllığı. Türkiye verileri işçi statüsünde çalışan kayıtlı işgücünden hesaplanmıştır.

 

Türkiye, AB ülkeleri ile karşılaştırıldığında, ölümlü iş kazalarında açık ara öndedir. AB üyesi 27 ülke için ortalama ölümlü iş cinayeti oranı istihdam edilen 100 bin kişi başına 2,1 iken, Türkiye’de bu oran 14,3’tür. Yani yaklaşık 7 kat fazladır. Ölümlü iş cinayeti oranın en düşük olduğu ülke yüz binde 0,9 ile Hollanda iken, Hollanda’yı yüz binde 1,2 ile Almanya ve İsveç takip etmektedir. Hollanda ile Türkiye arasındaki fark 16 kata ulaşmaktadır. Türkiye’ye iş kazası oranında en yakın ülke olan Kıbrıs’ta ise, bu oran, Türkiye’nin yaklaşık üçte biri kadardır (EU 2013: 95, SGK 2013).

 

Tablo 4- Madencilik Sektöründe İstihdam Edilen 100 Bin Kişi Başına Ölümlü İş Kazalarında Türkiye- AB Karşılaştırması

 

Kaynak: Kaynak: Eurostat, Türkiye verisi için SGK 2013 İstatistik Yıllığı. Türkiye verileri işçi statüsünde çalışan kayıtlı işgücünden hesaplanmıştır.

 

Türkiye madencilik sektöründe ise, AB-27 ülkelerinin ortalama değerinden 16 kat daha fazla ölümlü iş kazası ile karşılaşılmaktadır (EU 2013: 96, SGK 2013).

 

Tablo 5- Madenlerde ölümlü iş kazası sıklığı oranı için dünya karşılaştırması

 

Kaynak: ILOSTA 2014. Arjantin ve Şili için taş, toprak ile ilgili faaliyetlerle verilere dahildir. Arjantin için ayrıca meslek hastalığı nedeniyle ölümler de ilave edilmiştir.

 

Yine Türkiye, ILO tarafından sağlanan veri tabanında, 2011 yılı için madenlerde ölümlü iş kazası sıklığı oranında, verisi olan ülkeler arasında birinci sıradadır. Türkiye’yi Arjantin takip etmektedir. Ancak Arjantin verisinde taş toprak sektörü de verilere dahil edilmiştir. Aynı zamanda Arjantin için meslek hastalıkları da veri kapsamında değerlendirilmiştir (ILOSTA 2014).

ÖZEL SEKTÖRDE TAŞERONLUK

Özel sektörde taşeronlaşmanın en yoğun olduğu sektör inşaat sektörüdür. Sektör neredeyse bütünüyle taşeron ağları üzerinden faaliyetini sürdürmektedir. İnşaat sektörü kayıt dışılığın da en yaygın olduğu sektörlerden biridir. Sektörde TÜİK (2012) verilerine göre, 1 milyon 709 bin kişi çalışmaktadır ve bunun 775 bini kayıt dışı bulunmaktadır. Bir soru önergesine verilen cevapta özel sektörde kayıtlı taşeron işçi sayısı 454 bin olarak verilmiştir (TBMM 2012b). Aynı cevapta yer alan bilgilere göre, madencilik sektörü için özel sektörde çalışan taşeron işçi sayısı 14.830 olarak görülmektedir. Kamuda çalıştırılan 10 bin taşeron işçisi ilave edildiğinde, sektörde yaklaşık 4 kişiden birinin alt işveren eli ile çalıştırıldığını söylemek mümkündür.

Özel sektörde iş cinayetlerinin en yoğun yaşandığı sektörlerden biri olan gemi inşa sektöründe ise, istihdam edilen toplam 35.042 kişinin 10.013’ü asıl işverenlerce, kalan 25.029’ununsa alt işverenlerce çalıştırıldığı raporlara yansımıştır. Bir diğer ifade ile, sektörde çalışanların yüzde 71.4’ü alt işverenler tarafından istihdam edilmektedir. Bu, son derece korkutucu bir orandır (DDK 2008).

DDK araştırma ve inceleme raporuna göre, tersaneler özelinde bakıldığında, özellikle “alt işveren” uygulamasının yaygın olduğu Tuzla tersanelerinde çalışanların yüzde72.6’sının ve yıllık 330.000 DWT gemi inşa kapasitesine sahip olan İzmit tersanelerinde ise çalışanların yüzde 80’inin “alt işverenler” tarafından istihdam edildiği görülmekte, taşeron sisteminin öncü ülkeleri olan G. Kore ve Japon gemi inşa sanayindeki taşeron uygulamalarının bile toplam istihdamın en fazla yüzde 50’si civarında olduğuna dikkat çekilmektedir. Ayrıca tersanelerde alt işveren uygulamasının gözden geçirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır (DDK 2008: 88).

Sektörde, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Kazası İnceleme Raporlarına göre, incelenen ölümlü iş kazalarında asıl işveren işçilerinin sayısı 2, alt işveren işçilerinin sayısı 30’dur. Bu verilere göre, alt işveren işçilerinin toplam iş cinayetlerindeki ölüm oranı %94’e ulaşmaktadır (DDK 2008:452).

Sonuç olarak, taşeronlaşma, özel sektör için de, kamu sektörü için de iş cinayetlerini tetikleyici bir unsur olarak görülmektedir.

SONUÇ

Sonuç olarak, taşeronlaşma ve esnek çalışma biçimleri, gerek özel sektör, gerekse kamu sektöründe hâkim istihdam biçimi haline getirilmeye çalışılmaktadır. Sermaye açısından emek maliyetlerini aşağıya çekerek kâr oranlarını arttırma (sömürüyü arttırma), devlet açısından ise mali disiplin adı altında emeği disiplin altına alma amacı taşıyan bu uygulamalar, çalışma koşullarının bozulmasına neden olmaktadır. Taşeronlaşma sürecinin sonuçları, çalışma sürelerinden, yıllık ücretli izin hakkının, kıdem tazminatı hakkının uygulanmamasından iş cinayetlerinin yaygınlaşmasına kadar uzanan geniş bir alanda kendini göstermektedir.

Hükümetin “müjde” başlığı ile gündeme taşımaya çalıştığı yasal düzenlemeler, taşeron ilişkisini yaygınlaştırma amacı taşımaktadır. Bu konuda kamuoyuna açıklanmayan son taslak Soma’daki Rödovans sistemini ve taşeron ilişkilerini yaygınlaştırma amacı taşımakta, sendikaların etkinliğini tümüyle kırma hedefi gütmektedir.

KAYNAKÇA

BUMKO, 2013a. “Kamu Sektörü İstihdam Sayıları”, Eylül 2013, http://www.bumko.gov.tr/TR,908/kadro-istatistikleri.html, [06/01/2014]

BUMKO, 2013b. “Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Kadro ve Pozisyon Sayıları”, Eylül 2013, http://www.bumko.gov.tr/TR,908/kadro-istatistikleri.html, [06/01/2014]

Cünedioğlu&Arslanhan (2010)“Madenlerde Yaşanan İş Kazaları ve Sonuçları Üzerine Bir Değerlendirme”, TEPAV Değerlendirme Notu, www.tepav.org.tr, [10/11/2013]

DDK, 2008. Tersanecilik Sektörü ile İş Sağlığı ve Güvenliği Açısından Tuzla Tersaneler Bölgesinin İncelenmesi ve Değerlendirilmesi Hakkında hazırlanan hazırlanan 26/11/2008 tarih ve 2008/1 sayılı Araştırma ve İnceleme raporu

DDK, 2011. Türkiye’de madencilik sektöründe yürütülen faaliyetlerin iş sağlığı ve güvenliği açısından araştırılması, incelenmesi ve değerlendirilmesi amacıyla hazırlanan 08/06/2011 tarih ve 2011/3 sayılı Araştırma ve İnceleme raporu

DPT, 1984. Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı 1985–1989, Yayın No: DPT1974, http://ekutup.dpt.gov.tr/plan/plan5.pdf, 20 Aralık 2010

Hazine Müsteşarlığı, 2013. Kamu sermayeli kuruluş ve işletmeler istatistikleri-KİT’lerin ve Özelleştirme Kapsamındaki Kuruluşların Istihdam Sayıları, www.hazine.gov.tr / [01/01/2014]

Kalkınma Bakanlığı, 2013. Ekonomik Sosyal Gelişmeler, www.kalkinma.gov.tr.

MEB İDBB, 2010. “2009 Yılı Faaliyet Raporu”, Millî Eğitim Bakanlığı İç Denetim Birimi Başkanlığı – Şubat 2010, http://icden.meb.gov.tr/, [10/11/2013]

MEB, 2009. “2010 Yılı Bütçe Raporu”, MEB Strateji Geliştirme Başkanlığı, Aralık 2009, http://sgb.meb.gov.tr/but_kesin_hesap/2010_Butce_Raporu/2010_Butce_Raporu.pdf, [10/11/2013]

Sayan, İpek Özkal ve Küçük, Aziz “Türkiye’de Kamu Personeli İstihdamında Dönüşüm: Sağlık Bakanlığı Örneği” Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 67, No. 1, 2012, sf. 171-203, sf.173

SGK, 2013. Çeşitli Yıllara Ait SGK ve SSK İstatistik Yıllıkları, www.sgk.gov.tr [01/11/2013]

Şafak, C., 2004. “4857 Sayılı İş Kanunu Çerçevesinde Taşeron (Alt İşveren) Meselesi”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, S. 51, Mart/Nisan, sf.111-132

TBMM, 2009. Giresun Milletvekili Murat Özkan’ın 7/6931 sayılı soru önergesine 26 Şubat 2009 tarihinde verilen cevap. www.tbmm.gov.tr [01/13/2013]

TBMM, 2012a. İstanbul Milletvekili Mahmut Tanal’ın 7/9123 sayılı soru önergesine 19 eylül 2012 tarihinde verilen cevap, www.tbmm.gov.tr, [01/12/2013]

TBMM, 2012b. Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü’nün 7/13599 sayılı soru önergesine verilen cevap, www.tbmm.gov.tr, [01/12/2013]

TBMM, 2012c. Kütahya Milletvekili Alim Işık’ın 7/8048 sayılı soru önergesine verilen cevap, www.tbmm.gov.tr, [01/12/2013]

TBMM, 2012d. İstanbul Milletvekili sezgin Tanrıkulu’nun 7/4684 sayılı soru önergesine verilen cevap, www.tbmm.gov.tr, [01/12/2013]

TBMM, 2012e. Bursa Milletvekili İsmet Büyükataman’ın 7/19652 esas numaralı soru önergesine verilen cevap, www.tbmm.gov.tr

TBMM, 2013c. İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun 7/33226  sayılı yazılı soru önergesine verilen yanıt, www.tbmm.gov.tr, [01/12/2013]

TBMM, 2013a. Bursa Milletvekili İsmet Büyükataman’ın 7/20489 esas numaralı soru önergesine verilen cevap, www.tbmm.gov.tr

TBMM, 2013b, Tokat Milletvekili Reşat Doğru’nun 7/18795 sayılı esas nolu soru önergesine 12/06/2013 tarihinde verilen yanıt, www.tbmm.gov.tr

TBMM, 2013d. Bursa Milletvekili İsmet Büyükataman’ın 7/20280 esas numaralı soru önergesine verilen cevap, www.tbmm.gov.tr

TBMM, 2013e. İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun 7/33148  sayılı yazılı soru önergesine verilen yanıt, www.tbmm.gov.tr, [01/12/2013]

TÜİK, 2012. Hanehalkı İşgücü Anketi 2012 yılı verileri, tuik.gov.tr, [11/11/2013]

Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu, 2013. 2012 yılı Faaliyet Raporu, Ankara 2013,

URL 1- CSGB 2013, http://www.csgb.gov.tr/csgbPortal/csgb.portal?page=haber&id=basin491, [10/11/2013]

TTK, 2014. “Türkiye Taşkömürü Kurumu-Genel bilgi” www.taskomuru.gov.tr/file/SAG_LINK/RODOVANS/genel_bilgi.doc,[23/05/2014]

EU 2013, “European social statistics 2013 edition”, Luxembourg: Publications Office of the European Union, 2013

ILOSTA 2014, “Frequency rate of fatal occupational injury by sex and economic activity- Mining and quarrying (ISIC-Rev.4)”, http://www.ilo.org/ilostat/faces/home/statisticaldata, [20/05/2014]

Antisosyal, antidemokratik ve militarist AB’ye hayır

Dünya kapitalist ekonomisinde canlanma gündemde değil. Canlanma sürekli yarın için ilan ediliyor, ama ülkelerin çoğunluğu için durgunluk ve hatta çöküş geçerli. Kriz, sözde yükselen ülkeleri de sarmış bulunuyor.

AB’nin sağcı, sosyal demokrat ya da koalisyon hükümetleri şiddetli kemer sıkma politikalarını uygulamaya koyuyor ve Avrupa Komisyonu onların katı uygulamalarını denetlemekle görevli. Hatta Avro Bölgesi’nde, neoliberal kriterler olan bütçe indirimleri ve devlet borçlarının düşürülmesinin sağlama bağlanması için değişik hükümetlerin bütçelerini açıklanmadan önce denetliyor.

Devlet borçlarının milli gelirin yüzde 3’ü oranında tutulmasını dayatan neoliberal dogma, Merkel – Sarkozy anlaşmasında (“vergi paktı”) kayda geçirilerek, gerçek bir “çelik kural” haline dönüştü ve sosyal kazanımlara, sosyal korunmaya ve kamu hizmetine karşı savaş anlamına geliyor.

Patronların, hükümetlerin ve Avrupa Komisyonu’nun saldırısı, ücretlerin şiddetli düşüşü ve rekabetin arttırılması üzerinde yoğunlaşıyor. Bu ikisinin birleşmesi, tekellerin büyük oranda kârlarının artmasına yol açıyor. İşçi sınıfının ve emekçi kitlelerin hak ve kazanımlarının yok edilmesi ve esnek çalışmanın genelleştirilmesi için kriz müthiş bir bahane oldu. “Troyka”nın (Avrupa Merkez Bankası, AB ve IMF) Yunanistan’a dayattığı, sağ ve sosyal demokrat koalisyonu hükümetinin uyguladığı dev kemer sıkma politikası, büyük sosyal tahribata, yaşam standardının görülmedik bir oranda düşmesine, ortalama hayat süresi ve toplumun sağlıklı yaşayabilmesinde gerilemelere neden oldu. Bunlara iş bulabilme umuduyla ülkelerini terk eden gençliği, kalifiye emekçiler içinde yaşanan iç kanamayı da eklemek gerekir. Aynı şey, özellikle de genç işçiler içinde yüksek seviyelere fırlayan işsizlik oranının yaşandığı, “resmi” yoksulluk seviyesinin altında yaşayan milyonlarca ailenin bulunduğu İspanya, İtalya, Portekiz için de söylenebilir.

İşçiler ve halklar için, gençler için, emekçi kadınlar için, AB kemer sıkma politikaları, sosyal gerileme, herkesin herkesle rekabeti, sosyal damping, kitlesel işsizlik ve yoksulluk anlamına geliyor. Bütün AB ülkelerinde işçi sınıfı ve emekçi kitleler, grevler, gösteriler, milyonları kapsayan dev yürüyüşler, şehir ve kır emekçilerinin, emeklilerin mücadeleleri ile bu politikalara karşı mücadelenin merkezinde yer alıyorlar. Yani bu politikanın tüm mağdurlarını sokağa döken kitlesel karşı koyuşlar yaşanıyor. Tekeller tarafından denetlenen basın bunları görmezden geliyor. Zira mali oligarşi, onun hizmetindeki hükümetler, elindeki aleti olan Avrupa Komisyonu, aynı politikalara karşı yürütülen bu mücadelelerin birbirlerini güçlendirmesinden, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin güç ve ortak çıkarlarının bilincine varmalarından ve söz konusu kemer sıkma politikalarının tüm mağdurlarını birlikte harekete çekebilmelerinden korkuyorlar.

Mali oligarşi, tekeller ve bankalar… kemer sıkma ve rekabet politikalarını dayatabilmek için, seçilmemiş hükümetleri iktidara getirmek, aşırı sağın da katıldığı hükümet ittifakları kurmak ve hükümetlere, meclislere ve ulusal kurumlara dayatılan yasa gücündeki normlar ve Avrupa direktiflerininin uygulanmasını zorunlu kılmaktan çekinmiyorlar. Böylelikle İtalya’da Troyka, seçilmemiş ilk hükümeti dayattıktan sonra, yine seçilmemiş ve işçi düşmanı önlemlerle otoriter bir başkanlık sistemini hayata geçirmek için hızla yol almak isteyen reformist bir liberal tarafindan yönetilen üçüncü hükümete de destek verdi. Kemer sıkma; daha fazla gericilik, karşı çıkan herkese karşı daha fazla baskı, sosyal mücadelelerin daha fazla kriminalize olması anlamına geliyor.

Bu, AB’nin antisosyal ve antidemokratik niteliğini daha fazla su yüzüne çıkarıyor. Gerçek iktidar, devlet ve hükümet başkanlarının, tekel lobilerinin temsilcilerinin baskısı ile devletlere dayatılan direktifleri kararlaştıran seçilmemiş bir Avrupa Komisyonu’nun elindedir. Kalabalık Avrupa Parlamentosu tartışıyor, ama kararlarının çok az bir etkisi oluyor. Demokratik olmayan bir AB için “demokratik” bir koz olarak kullanılıyor.

Üst üste binmiş ve binlercisi Akdeniz’de alabora olan göç adaylarını avlamak için tehdit yasalarının gerisine, askeri gemilerin, duvarların ardına gizlenen bir AB. “Frontex”le Lampedusa’da olduğu gibi tutuklama kamplarıyla, dikenli telli duvarlarıyla, bu “kale Avrupası”, kendisinin sorumlu olduğu yoksulluktan, savaşlardan korunmak için kaçan insanlardan “korunmak” istiyor.

Zira, bugün askeri olarak Orta Afrika Cumhuriyeti’ne müdahale eden AB’dir. İlk askeri müdahale Fransız emperyalizmi tarafindan kararlaştırılmış ve yapılmıştır, ama AB’deki ittifaklarını yardıma çağırmıştır. Kimi hükümetler asker göndermiş, kimileri de lojistik destek sağlamıştır. Ama hiçbiri bataklığa dönüşen bu askeri müdahaleyi, tüm Afrika’daki emperyalist askeri müdahalelerde olduğu gibi, mahkum etmemiştir. Temel amaçları neosömürgeci egemenliklerini devam ettirmek, hammadde kaynaklarını, özellikle de uranyum maden yataklarını denetim altında tutmaktır. AB’nin en saldırgan ve savaşçı emperyalist güçleri, Fransız emperyalizmi, İngiliz emperyalizmi ve giderek Alman emperyalizmi, özellikle de kendi “arka bahçesi” olarak gördükleri Afrika’da çıkarlarını savunma amacıyla, AB’nin askeri olanaklarını arttırmaya yönelik çok tehlikeli ve gerici bir rol üstleniyorlar. ABD emperyalizmi ile yakın ilişki içinde yürüttükleri bu politika milyarları yutuyor ve tüm AB ülkelerinin daha fazla askerileşmesine yol açıyor. Bu politika, doğrudan, emperyalist egemenlik ve onların işbirlikçi kukla gerici kliklerine karşı mücadele eden Afrika halklarına karşı yönlendirilmiştir.

Avrupa Komisyonu, aylardır ABD’li Hükümet, Ticaret Bakanlığı ve büyük şirket temsilcileri ile gizlice Transatlantik Anlaşması’nı görüşüyor. Bu anlaşma, tekellerin iştahları için gıdaların kalite korunma normlarını parçalamak isteyen ve tüm pazarların, özellikle de kamu pazarlarının açılışını daha da genişletecek olan “serbest dolaşımcı” ve neoliberal bir anlaşmadır. Bu anlaşmalar, tekellere özel mahkemeler önünde devletleri suçlama ve “serbest” rekabete engel olmaktan cezalandırma yetkisi tanıyabilecek. Bu anlaşma, bizzat Obama tarafından, ABD-AB ittifakının ticari anlamda Çin ve diğer rakiplerine karşı yönelttiği bir “NATO” olarak tanıtıldı. Formülü şu: Dünyanın geri kalanına karşı birleşelim ve pazar, hammadde ve doğal kaynakları denetleme kavgasında birlikte ekonomik savaş yürütelim. Bu sözleşme, herkesin birbirine karşı rekabeti yoluyla, tüm dünyanın işçi ve halklarına karşı bir savaş makinesidir. “Serbest ve engelsiz rekabet”ten kazançlı çıkanlar, sadece en güçlü tekellerdir. Bu görüşmelerin durdurulması için tüm AB ülkelerinde geniş bir halk hareketini geliştirmek acildir.

Ukrayna ve tüm bölgede yaşanan ve askeri olarak büyük çaplı karşı karşıya gelişe dönüşebilecek tehlikeli duruma bu politika yol açtı. Kökeninde, emperyalistler arası çelişki, AB içerisinde kendi egemenliğini pekiştirme ve emperyalistlerin dünya çapında yürüttükleri rekabette daha güçlü olma amacıyla Alman emperyalizminin itkisi ile AB’nin doğuya yayılma politikası vardır. Ukrayna büyük, önemli kaynaklara ve Rusya açısından önemli jeostratejik  yere sahip bir ülkedir. Ukrayna’nın AB’nin etkilediği alana çekilmesi, Rusya’ya ve yöneticilerinin büyük emperyalist ülke olma emellerine vurulan büyük bir darbe olur. Bunu kimse görmezden gelemezdi. Ama AB’nin yöneticileri tam da bunu yaptılar, bir darbe ile iktidarı ele geçiren gerici, hatta açıktan faşist güçlere destek vermekden geri durmadılar.

Putin hemen tepki gösterdi. ABD emperyalizmi, krizin idaresini ele geçirmek için açıktan eyleme geçti ve uzun zamandır Rusya ile ekonomik bağlar kurmuş Avrupalı müttefiklerinin başına geçti. Fransız emperyalizmi Rusya’ya silah satıyor, Alman emperyalizmi kısmen onun ihraç ettiği gaza bağımlı, İngiliz emperyalizminin Rus mali oligarşisinin milyarlarına ihtiyacı var… ve AB’nin birçok devletinin kullandığı gazın önemli bir kısmı Ukrayna borularından geçiyor. Bu krizi firsat bilerek, NATO, daha fazla doğuya yayıldı, Rusya’nın sınırlarına daha da yaklaştı; bu ise, gerilimin daha fazla artmasına neden oldu.

Büyük emperyalist güçler, doğrudan işin içindeler ve karşı karşıya gelmiş durumdalar. Bugün askeri olarak hiçbiri doğrudan karşı karşıya gelmek istemiyor, ama bölgede, askerileşmenin daha da arttığı koşullarda bir iksikrarsızlık yerleşti. AB daha fazla emperyalist bir blok olarak görünüyor ve emelleri barışı tehdit ediyor. Evet, hâlâ içinde tam bir birlik yok, ama egemen emperyalist güçler ona yön veriyor ve onun adına politika yürütüyorlar.

Burada sosyal demokrat ve muhafazakar partilerin tam bir birlik içinde olduklarına vurgu yapmak lazım. Hepsi Ukrayna’da aşırı sağ ile ittifak yapan gericiliği destekledi ve NATO’nun yeniden sahnenin önüne çıkmasını selamladı. Tıpkı, NATO’nun genel sekreterliğine Norveçli bir sosyal demokrat yönetici olan Stoltenberg’in seçilmesini selamladıkları gibi.

Bu politikanın bütünü, bugün işçi ve halklar tarafindan reddediliyor. Bu karşı çıkış her yerde buyüyor. Başta işçi sınıfı olmak üzere halkın tüm katmanlarının içerisinde yaygınlaşan bu geniş karşı çıkışın başına geçmek, ilerici, devrimci, antiemperyalist güçler ve Marksist-Leninist parti ve örgütlerin acil görevidir. Bu görev, kemer sıkma politikaları ve onu dayatan hükümetlere ve AB’ye karşı kesintisiz mücadele etmek anlamına geliyor. Bu, işçi ve halkların AB’nin antidemokratik niteliğiyle politikalarının emperyalist karakterine ve halkların kendi geleceklerine karar verme hakkının reddine karşı özlem ve mücadelelerine destek vermek anlamına geliyor.

Gerici güçler, aşırı sağ, açıktan faşist olan grup ve partiler, kitleleri milliyetçilik, bölücülük ve yabancı düşmanlığının tehlikeli yoluna sokabilmek için bu hoşnutsuzluğu kullanmak istiyorlar. Onlara göre, düşman kapitalist sitem değil, halklar ya da “yabancılardır”. Bu gerici güçler, Avrupa seçimlerini kullanarak güçlenmek, milletvekili seçtirmek ve faaliyetlerini genişletmek için AB’nin mali olanaklarından faydalanmak istiyorlar.

Bu deklarasyonu imzalayan Marksist-Leninist parti ve örgütler olarak, AB’nin niteliğine ve politikalarına dair tahlillerimizi geliştirmeye devam edeceğiz ve bu seçimlerde kendi görüş ve tutumlarımızı tanıtacağız. Bu seçimler aynen Avrupa inşaasının görüntüsünü yansıtıyor, yani demokrasinin karikatürünü.

Kemer sıkma politikalarına, gerici ve savaşçı AB’ye karşı mücadele üzerinden seçimlere katılan güçlerin bulunduğu ülkelerde, bu güçlere oy verilmesi çağrısı yapıyoruz.

Bu olanağın olmadığı ülkelerde, seçim, sadece AB’yi destekleyen güçlerle AB’nin ne temellerini ne amaçlarını reddetmeyen, ama sadece kimi yönlerini eleştiren ve onun reforme edilebileceği fikrini yayan güçler arasında ise, biz, bu listelerin hiçbirini desteklemeyecek ve oy kullanmama yönünde aktif bir politika yürüteceğiz.

AB’den çıkmak için mücadele eden, halk desteğini alan ve geniş bir cephe temelinde listeler sunan ilerici güçlerin olduğu ülkelerde ise, bunları destekleme çağrısında bulunuyoruz. Halkların kendi kaderlerine karar verme hakkı adına, biz bu listeleri uluslararası boyutta daha da yaygınlaştıracağız. Her türlü şantajı, kitlelerin mücadelelerini görmezden gelmeyi ya da amaç ve hedeflerini çarpıtmanın her türlü girişimini teşhir ediyoruz.

Her koşulda, aşağıdaki mücadele hatlarını öne çıkartıyoruz:

Kahrolsun AB emperyalizmi!

AB’nin kemer sıkma politikası dursun!

Kemer sıkma ve gericiliğin AB’sine hayır!

Sosyal mücadelenin kriminalize edildiği Avrupa’ya hayır!

AB’nin savaş politikalarına hayır!

Transatlantik sözleşmeye hayır!

Avrupa Birleşik Devletleri projesine hayır!

Emperyalist Avrupa’ya hayır!

Halkların AB’den çıkma hakkı için

İşçilerin ve halkların dayanışmasına evet!

 

Marksist – Leninist Parti ve Örgütler Uluslararası Konferansı (CIPOML) Üyeleri Bölge Konferansı

Almanya, Nisan 2014

 

Konferansa katılan parti ve örgütler:

Almanya

İşçi Komünist Partisi – İnşa Örgütü (Arbeit Zukunft)

Danimarka

Danimarka İşçileri Komünist Partisi – APK

İspanya

İspanya Komünist Partisi – Marksist – Leninist (PCE-ML)

Fransa

Fransa İşçileri Komünist Partisi – PCOF

İtalya

Komünist Platform

Norveç

Revolution Marksist Leninist Grup

Türkiye

Emek Partisi (EMEP)

Bir yılın ardından Gezi direnişi

Gezi-Haziran halk direnişinin üstünden bir yıl geçti. Türkiye demokrasi mücadelesi tarihinde benzeri görülmemiş kitlesellik ve genişlikteki –79 il de en az 5 milyon insanın katıldığı– bu direniş üzerine yapılan değerlendirme ve tartışmalar ilk günkü tazeliğini koruyor. Toplumsal, sosyal, siyasal tüm olay ve olgular artık Gezi ile bir biçimde  ilişkilendiriliyor ve Gezi üzerine tartışmaların yeniden ve yeniden üretilmesine vesile oluyor. Gelişmelerin siyasal iktidar ve sermaye düzeni üzerindeki etkilerinin boyutu Gezi ile kıyaslanarak ölçülmeye çalışılıyor. 17 Aralık yolsuzluk operasyonları, Soma’da katliam boyutunda yaşanan iş cinayeti karşısında alınan tutum ve yapılan değerlendirmeler, bu çerçevede akla ilk gelen örnekler.

Gezi Direnişi’nin yaşanıp biten ve tarihe tarihe mal olmuş bir olay olmaktan çıkıp bugüne etki eden canlı bir süreç haline gelmesinin başlıca sebebi, hiç şüphesiz Gezi Direnişi’nin demokrasi mücadelesi tarihinde “Geziden önce – Geziden sonra” denebilecek derecede bir miladı oluşturuyor olmasıdır.

Bununla birlikte; her gelişme sonrası Gezi’ye yüklenen farklı anlamlar nedeniyle “herkesin bir Gezisi var” denebilecek bir durumla da karşı karşıya bulunduğumuzu da görmek gerekiyor. Bunların neler olduğuna yeri geldikçe değinmek üzere, Gezi Direnişi’nin ne olduğu ve bugünle ilişkisi üzerinde durmaya çalışacağız.

HALK DİRENİŞİ OLARAK GEZİ

Gezi, sosyal ve siyasal (demokrasi, özgürlükler) alanlarda kuşatılmış durumdaki halkın baskıcı ve otoriter AKP iktidarı ve sermaye saldırganlığına karşı kendiliğinden bir başkaldırısıydı. Bu durumu en net biçimde ortaya koyan, “mesele üç, beş ağaç değil, sen hala anlamadın mı”sözleriyle sosyal medyadan yapılan eylem çağrısıydı. Toplumun ve bireyin yaşamına “nereye park, nereye cami, nereye alışveriş merkezi, nereye HES, nerede kentsel dönüşüm yapılacağından, nerede içki içilebileceğine, kadınların kaç çocuk doğuracaklarına ben karar veririm” diyen zorbalık, demokrasi ve özgürlük talebiyle harekete geçen milyonların direniş ve eylemlerinin görünür sebebini oluşturuyordu. Ancak, yalnızca buradan hareketle Gezi Direnişi’ni tanımlamak, değerlendirmek, bu büyük halk direnişini bütünlüğü içinde kavramak mümkün değildir. Nitekim olguya bu dar bakışla bakanlar, en küçük bir siyasal gelişmeden yeni bir Gezi çıkartma hayaliyle hareket ettiler. Bu aşırı iradeci (volantarist) yaklaşımların sonuçları ortada. Yapılan çağrılar, yapıldıkları yerin 500 metre ötesinde bir yankı bulmuyor.

Toplumsal yaşamda sosyal olanla siyasal olan arasında Çin Seddi yoktur. Sosyal olan aynı zamanda belirli oranda siyasal bir içerik de taşır, tersi de geçerlidir. Bu bakımdan, Türkiye’nin sosyal gerçekliğini dikkate almadan, neoliberal saldırganlığın emekçilerin ve halkın yaşamında yarattığı tahribatı işin içine katmadan Gezi Direnişi’ni anlamak mümkün değildir.

Buradan bakıldığında ise, Gezi Direnişi’ni önceleyen günlerde tablo şudur: 11 milyon 500 bin kişi aylık 326 liradan az bir aylık gelirle yaşıyor. Ailelerin %43’ü geçim zorluğu çekiyor. Bankalara kredi borcu bulunan kişi sayısı 14 milyondan fazla. Bu kesimin kredi borcu tutarı 280 milyar lirayı geçiyor. İşsizlik kronikleşmiş durumda. Tarım dışı işsizlik %14’ü geçerken, gençler arasında işsizlik oranı %25’i buluyor. Yüksek öğrenim mezunları arasında ise oran daha da yükseliyor. HES yapımı ve yeni maden sahalarının açılması nedeniyle tarımsal üretim düşüyor, köylünün yaşam alanı giderek daralıyor. “Kentsel dönüşüm” uygulamaları sermayeye yeni rant alanları açarken, kent yoksullarının barınma sorununu daha da ağırlaştırıyor. Milyonlar barınamıyor, beslenemiyor. Geleceğe dair en küçük bir güven duyulmuyor.Yukarıda vurgulandığı gibi, toplum ve bireyin yaşamına otoriter biçimde yapılan müdahalelerin yanı sıra ekonomik, sosyal bakımdan bu kuşatılmışlık da aynı ölçüde  öfke patlamasına kaynaklık etti.

“TAYYİP İSTİFA” YETMEDİ, ÇÜNKÜ!..

Yaşanılan demokrasi yoksunluğunun, özgürlüksüzlüğün, ekonomik ve sosyal sıkıntıların sebebi olarak AKP iktidarı ve Başbakan Tayyip Erdoğan görüldü ve okun sivri ucu onlara yöneldi. Normal zamanlarda bir araya gelemeyecek siyasal ve toplumsal güçler tarihin bu çok özel anında bir araya gelebildi. Taksim Gezi Parkı’nda polisin geri çekilmesiyle direnişçilerin yaşamı yeniden örgütledikleri özlemi çekilen toplumun nüveleri denebilecek dayanışmacı, paylaşımcı manzara, geniş toplum kesimlerinde sempati yaratmasının yanında,  bir toplumsal sistem olarak sosyalizmin aydınlar ve ilerici kesimler arasında yeniden tartışılmasına vesile oldu. Bununla birlikte hareketin Gezi bileşenlerini birleştirecek bir programı (talepler bütünü) ve “Tayyip istifa” dışında belirlenmiş bir hedefi yoktu. Bu eksiklik baştan sona hissedildi. Hükümet ve Erdoğan’a yönelik sloganlar öfkeyle sokakların ve meydanların dolmasına belli bir süre yetti. Ancak hareketin somut kazanımlarla ilerleyebilmesi için gerekli olan özne (önderlik) yoktu ve hareket, devlet güçlerinin şiddetle bastırmasının da etkisiyle kitlesellik yönüyle sönümlenirken, park forumları, yerel halk platformları gibi halkın demokratik örgütlenmesine hizmet eden örgüt biçimleri çıkararak, biriktirdikleriyle, bir başka alana evrildi. Program yoksunluğu ve önderlik eksikliği yığınların öfkesinin AKP Hükümeti ve Tayyip Erdoğan’a yönelmesiyle sınırlı kaldı. O kritik anda hareketi ilerletecek olan, sermaye ile AKP hükümeti ve Tayyip Erdoğan arasındaki ilişkiyi doğru temelde kurmak ve hedefi bu minvalde belirlemekti. Bu yapılamadı. Bunu yapma –yani Gezi güçlerini kendi etrafında toparlama– yeteneği gösterebilecek olan, işçi sınıfıydı. Ne var ki, hareketin –diyalektik olarak izlediği– kendiliğinden gelişme sürecine müdahale ederek bilinç unsuru katmaya işçi sınıfının verili durumu elvermiyordu.

Belirtmeliyiz ki, buradan hareketle hayıflanacak bir durum yoktur. Bu rolün yerine getirilememesini, Gezi çapında bir halk direnişinin patlak vereceğine dair bir öngörü yokluğuna bağlamak da doğru değildir. Eğer “toplum mühendisliği” yapılmayacaksa, bu çapta bir direnişin ilerleme sürecinin ne yönde gelişeceğinin başta işçi sınıfınınki olmak üzere toplumsal bilinç ve örgütlenme düzeyi tarafından baştan koşullandığının kabul edilmesi gerekir.

HAREKETİN KARAKTERİ

İşçi sınıfının örgütlü bir biçimde direniş içinde yer almamasına bakarak, hareketin “eğitimli orta sınıf”ın bir hareketi olarak şekillendiği görüşü öne çıkarılmaya çalışıldı. Gerek eylemin örgütlenme aşamasında, gerekse eylem anında üretilen sloganlarda vücut bulan esprili tutum bu eğilimi daha da güçlendirdi. Burada da kalınmadı. Genç kuşakların zeka ürünü parıltılar içeren bu yaklaşımı, burjuva liberaller ve küçük burjuva sol liberaller tarafından Marksist-Leninist sosyalist örgüt anlayışına ve devrim pratiğine yönelik yeni bir saldırının dayanağı yapılmaya çalışıldı. Örgütsüzlük bir kere daha kutsandı. Eylem anında ortaya çıkan yığınların yaratıcı örgütlenme yeteneğine bakılarak, örgütlü bir yapı çerçevesinde “yukarıdan” olan her şey bürokratizm, reformizm olarak damgalandı. Direnişin ortaya çıkardığı muazzam enerjiyi heba etmemek adına “özyönetimci” anlayışlar her vesileyle pompalandı: Ne yapacaksan kendin yap!

Devrimci bir örgütte örgüt içi demokrasi, bürokratizm, reformizm ve konformizm tehlikesine karşı mücadele ve uyanıklık ve bu çerçevede eleştiri ve özeleştiriyi bir silah olarak kullanma, kesintisiz bir süreç olarak, zaten işlemek durumundadır. Ancak burada hedefe konulan, sosyalist örgütler şahsında, işçi sınıfının önder rolüdür. Amaç, sınıfın örgütsüz kılınmasıdır.

Bu durumu not ettikten sonra, Gezi direnişinin sınıf karakterine yeniden dönersek; Gezi, küçük burjuva sınıf ve tabakaları da içine alan kendiliğinden bir halk hareketiydi. Bir öfke patlaması biçiminde ortaya çıktı ve bu özgünlüğü içinde gideceği noktaya kadar gitti. Modern kapitalist toplumda ancak burjuvazi ve işçi sınıfının toplumsal sistem kurma yeteneğine sahip olduğu göz önüne alındığında, bu çapta milyonları içine çeken bir harekete, sadece bu iki sınıftan biri önderlik edebilirdi. Gelgelelim, Gezi’de ne işçi sınıfı ne de burjuvazi bir sosyal sınıf olarak yer almıyordu. Gezi Direnişi’nin son çeyrek yüzyıldır uygulanan neoliberal politikalara bir başkaldırı olduğu gerçeğinden hareketle, bütün göstergeler işçi sınıfını hareketin başına geçmeye davet etse de, işçi sınıfı bunu yapacak bir pozisyonda bulunmuyordu.

Bu saptamayla birlikte, işçi sınıfının (örgütlü bir biçimde) içinde yer almamasına karşın, hareketin ana gövdesini emeği ile geçinen insanların oluşturduğu da bir gerçekliktir. Harekete kentlerin merkezinden katılan eğitimli kesimin dahi önemli bir bölümü ya işsizdi ya da güvencesiz koşullarda çalışmak zorunda kalanlardan oluşuyordu. “Merkez”den “çevre”ye (yoksul emekçi semtlerine) doğru gidildikçe, işçilerin, kent ve kırın yoksullarının, bir bütün olarak neoliberal politikaların mağdurlarının ana gövdeyi oluşturduğu görülmektedir.

Bir başka gösterge; süreç ilerleyip, direniş yaygınlaştıkça, siyasal özgürlük taleplerinin yanında sosyal taleplerin de dile gelmeye başlamasıdır. Bu yönüyle, hareket, tartışmasız biçimde emekçi bir karakter taşımaktadır. Gösterilerde yaşamını yitirenlere baktığımızda, ya Ethem Sarısülük ve Mehmet Ayvalıtaş gibi işçi ya da Ali İsmail Korkmaz, Abdullah Cömert… gibi işçi ve emekçi çocukları olduklarını görürüz. Bu durum bile, hareketin emekçi karakterini kavramamız bakımından bir ipucu vermektedir. Bu yüzdendir ki, sermayenin akıllı sözcüleri olan burjuva liberaller hareketin bu özelliğini karartmak üzere “Y kuşağı”, “yaratıcı zeka”, “sosyal medya devrimi” gibi popüler, ama gerçekleri ifade etmekten çok görünüşü oluşturan görüngüler üzerine bol bol güzellemelere başvurdular.

YAŞAYAN GEZİ

Yazının girişinde de belirtildiği gibi, son bir yıldır sosyal ve siyasal planda meydana gelen tüm gelişmeler bir biçimde Gezi Direnişi ile ilişkilendirildi. HES’lere karşı köylü eylemlerinden işçi sınıfının mücadele ve direnişlerine, kısacası mücadelenin olduğu her alanda istinasız Gezi sloganları atıldı. Bunların sınıf mücadelesi açısından ne anlam içerdiğini belirtmeden önce, Gezi Direnişi ile ilgili olarak ortaya çıkan iki eğilime işaret etmekte fayda var.

Bunlardan ilki, “Gezi sopası” gösterilerek, AKP Hükümeti ve Tayyip Erdoğan’ı kabul edilebilir sınırlara çekme tutumudur. Sureti haktan demokrat görünerek, sermayenin kırk yıllık sözcüleri ve burjuva liberaller tarafından ortaya konulan bu tutum, ne kadar hükümet aleyhtarı görünse de, özü itibariyle Gezi Direnişçilerinin talep ve özlemlerinin karşılanmasıyla ilgili olmayıp sermayenin ihtiyaçlarının karşılanmasına denk düşmektedir.

İkinci eğilim ise, hareketin nesnelliğini (gelişim süreçlerini) gözetmeden, indirgemeci bir yaklaşımla her gelişmeden bir Gezi Direnişi çıkarmaya çalışan tutumdur. Bunun bayraktarlığını ise küçük burjuva örgütler ve otonomcu, sivil toplumcu  anlayışlar yapmaktadır. Bu çevrelerin 17 Aralık yolsuzluk skandalı, İnternet yasası vb. sırasında daha çok sosyal medya üzerinden yaptıkları mücadele çağrıları bu çerçevede “beklenen etki”yi yapmamış, yığınları sokağa çekmeye yetmemiştir.

Burada, bir noktanın altını özenle altını çizmek gerekir ki, indirgemecilikten hareketle ortaya çıkan bu “iradeci” tutumla, mücadelenin olduğu her yerde atılan Gezi sloganları arasında bir paralellik kurmak temelden yanlış olacaktır. İradeciliğin yaşam karşısında hiçbir kıymet-i harbisi yokken, mevzi mücadele ve direnişlerde Gezi sloganları atanlar, geleceği, yani yaşayan Gezi’yi temsil etmektedirler.

Gezi, neoliberal saldırganlığa halkın verdiği bir yanıttı ve bu yüzden sermaye ve gericiliğe karşı mücadelenin olduğu her yerde Gezi bir şekilde dile gelmektedir. Gezi ya da bununla bağlantısı içinde “her yer Taksim, her yer direniş” sloganı, artık kavramsal olarak, halkın özgücüne güveni, ekonomik, sosyal ve siyasal (özgürlük) haklar için birleşmeyi ve kavgada militanlığı ifade etmektedir. Gezi Direnişi, “yeni dünya düzenci”lerinin 30- 40 yıldır çabalayarak ördükleri duvarı yıkmıştır: Emekçi yığınlar, sömürüye, baskıya ve horlanmaya sürgit tahammül etmeyecek, hakları için birleşmeye ve kavgaya devam edecektir. Ve mücadelenin olduğu her yerde Geziden bir iz, bir parça mutlaka olacaktır.

Gezi’nin bire bir tekrarı mümkün olmamakla birlikte, ekonomik, sosyal ve siyasal (özgürlük) sorunlarının bu ölçüde ağırlaştığı Türkiye’de kendiliğinden patlamalar biçiminde kitle/halk hareketlerinin ortaya çıkması beklenir bir durumdur. Gezi Direnişi’nin ortaya çıkardığı en temel ders, böylesi anlarda yığınları talepleri için kendi etrafında birleştirecek açık bir program ve taktiklere sahip toplumsal önder bir güce ihtiyaç bulunduğunu bir kere daha ortaya koymasıdır. Bu güç, Soma katliamından sonra varlığını bütün haşmetiyle bir kere daha hissettiren işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı, nesnel olarak, diğer ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakaları kurtarmadan kendisini de kurtaramayacak bir sınıftır. İşçi sınıfının mücadele programı, bu yüzden, bütün ezilen ve sömürülen sınıf ve kesimlerin taleplerini de kapsar. Bu gerçek emekçi yığınların bilincinde yer ettiği oranda geleceğe güvenle bakabiliriz. Öyleyse bütün çabalarımız bunun için olmalı. Gezi ile bitirelim: Bu daha başlangıç mücadele sürecek.

İkinci seçim… Cumhurbaşkanı kim olacak?

Geçtiğimiz yılın ortalarından bu yana Türkiye seçim sürecinde.

Üç seçim birbirinin peşi sıra dizilmiş halde. Birinden diğerine, üstelik “110 engelli” türünden bir yarış olarak koşuluyor. Önce biri.. Sonra diğeri.. Ve en son, sonuncusu. Yerel Seçimler’de yarışıldı. Şimdi Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nin ön hazırlıkları yapılıyor. Ve ardından, gelecek yıl Genel Seçimler geliyor. Tümü birbirini etkiliyor.. Tümü birbirinden etkileniyor.

Sadece, etkiledikleri birbirlerinden etkilenmekle kalmıyorlar. Öyle olsa, işlerinin ehli seçim analizcileri anketörler, politika erbabı ile el ele verip, birinden diğerine az-çok hesabi bağlantılar kurarak yol yordam belirleyebilirlerdi. Kuşkusuz birbirleriyle etkileşim içindeler, ancak sadece birbirlerinden etkilenmiyorlar. Bir de ve asıl olarak nesnellikten, nesnel gelişmelerden, tahmini hiç de kolay olmayan, öyle ki, birkaç ay, hatta birkaç gün öncesinden bile gelişini belli etmeyen olgu ve gelişmelerden, bunlara kaynaklık edip yön veren toplumsal ilişki ve çelişmelerden etkileniyor; hatta büyük ölçüde onlar tarafından belirleniyorlar.

*

Tabii ki insan iradesi, öncüler, politik lider ve partiler bütün bu gelişmeleri, gidişatını ve hızını etkiliyor. Nesnellik, öznellikten etkilenmezlik etmiyor. Hatta belirli kritik dönemeçlerde kişi ve politik güç ilişkileri fazlasıyla önem kazanıyor ve etki güçleri büyüyor. Ancak ne denli önem kazanmış olurlarsa olsunlar, öznellikler, yine de, son tahlilde nesnelliğin sınırlarını içinde rollerini oynuyorlar.

*

Türkiye toplumu, bir ayağı Avrupa’da olsa da, Asyatik ve belirgin bir Ortadoğu toplumu olarak, kişi ve kişiliklerin, önderlerin hemen daima öne çıktığı bir toplum olagelmiştir. Sultanlar.. Halifeler.. Şeyh ve Seyitlerle Pirler doludur Osmanlı’dan gelen Türkiye’nin tarihi. “Baş” olmuş.. Devlet olmuş, yönetmişler; halkı tebaa saymışlar; ayaklanmalarını ezerek, kafasına vura vura “ayakların baş olamayacağı”nı bilinçaltlarına kazımış, kendileri “çoban” sayılırken halkın “sürü” yerine konduğu kutsal metinlerin de desteğiyle biat kültürünü yerleştirmiş, olağan günlerde halkın rızasını alarak, “zor günler”de kıyamdan geçirerek, kendilerini topluma dayatmışlardır. Nasıl önemli olmazlar?! Ezilip bastırılan isyanlar bir yana, toplumsal gelişme hemen hep “yukarıdan” gerçekleştirilmiş, belirli dönüm noktalarında toplum hemen daima “yukarıdan” ilerletilmiş ya da geriletilmiş.. Hatta beş para etmeyenleri, örneğin padişahların “deli”leri de içinde, “yukarıdan” etken en pespayesinden rolünü oynadığında bile, bu “önem” pek de öneminden kaybetmemiştir.

“Kızıl Sultan” Abdülhamit Han örneğin, tek rolü, şu ya da bu emperyalist büyük devletin yaltakçısı sadrazamları aracılığıyla “hasta adam”ın ömrünü uzatmak üzere ölümü yavaşlatmak olsa da, biliyoruz, içerideki astığı astık kestiği kestik zorbalığıyla “büyük adam”dı! Osmanlı’nın büyük devletler arasında oynadığı tahtıravalli oyununda oldukça ustaydı. Hep kaybediyordu, ama yavaş kaybediyordu; “rest” çekip tümden kaybetmesi yalnızca II. Meşrutiyet’i ilan eden 1908 Devrimi karşısında gerçekleşti. Demokratik devrim onun zorbalığını hedef almıştı.

İlerletici rol oynamak üzere sırayı Enver aldı. “Hasta adam”ın iyileşmesi kolay değildi ve o da “kurtuluşu” Alman yanaşmalığında aramaya, halka zorbalığa ve ülkeyi Almanya yedeğinde emperyalist savaşa sürüklemeye, dolayısıyla karşı devrime yönelerek, ancak “gerileme” etkeni oldu.

Sonra Kemal geldi. Milli devrime önderlik etti. Demokrasi “işi”ne hiç bulaşmadı ve üstelik “ayaklar”ın “baş olması”na o da katiyen izin vermeyerek halk üzerindeki zorbalığı sürdürdü, halk katılmayınca, önü kesilince, milli devrim de üst sınıfın emperyalizmle birleşmeye yönelmesiyle karşı devrime dönüştü, yeniden emperyalizme uşaklık yoluna girildi.

Türkiye ve toplumunu en çok ve uzun süre etkileyen kişilik Kemal oldu. Sonrasında, İ. İnönü’den başlayarak onun izini sürenler sahne aldılar. Bürokratik kapitalizm serpilerek ilerlendi; giderek bürokratik karakterinin azalışına tanık olundu. Menderes-Bayar’la başlandı. Eskiyi ihya çabasındaki denemeler ve uygun kişilikleriyle, eski genelkurmay başkanlarıyla “idare” edildi. Son sözcü kişilikleri A. N. Sezer’di. Arada Ecevit-Demirel çekişmeleri ve Özal ve Demirel’le git-geller yaşandı. 7 yıldır Gül’e katlanılıyor. “Esas oğlan”sa arkada duruyor, ama hep onun dediği oluyor.

Zamanında iki “tek adam”ımız oldu: Kemal ve İnönü. İlki “ebedi şef”.. İkincisi “milli şef”. Bürokratizmin günleri ve erken kapitalizm dönemiydi. Son “tek adam” özentilimiz, Yeni-Osmanlıcılığı ve Sultanlık özlemiyle, tabii ki tekelcilik koşullarında ama piyasanın “gizli eli”nin önemi küçümsenmeyecek ölçüde büyümüşken, oldukça “geç kapitalizm” döneminde sökün etti. Ancak başını doğrultabilmişti. Ama doğrusu iyi doğrultmuş; su başlarını iyi tutmuş; devleti; askeri, polisi, MİT’iyle iyi ele geçirmişti. Kemal’e ağzının ucuyla ve yalnızca kendisi gibi burjuvalığıyla halkın ensesinde boza pişirmesi dolayısıyla sahip çıkarken, onun, zaten zaman içinde tavsamış hemen tüm yaklaşım ve tutumlarını toplumsal bellekten silmeye girişti.

Kemal de, İnönü de toplumsal siyasal gidişat üzerinde önemli etkide bulunmuş, kalıcı izler bırakmışlardı. Şimdi, henüz o kadar olmasa da özenti “tek adam”ın da, kişiselliğiyle gidişatı önemli ölçüde etkilediği görülüyor. Örnek mi? “Delikanlılık”ıyla “tek adam” özentilimiz yerinde başkası olsa, Gezi örneğin, herhalde farklı gelişir, belki de Gezi Gezi olmazdı. Gül örneğin, onun yerinde olsa, sonradan “mükafatlandırma”ya yöneldiği polise “ben emir verdim” diye övündüğü saldırı emrini vermeyip, büyümeden gösteriyi yatıştırmaya çalışabilirdi. Büyük olasılıkla işler 17 Aralık’a da varmaz, bir uzlaşma/anlaşma yolu bulunarak “pasta” paylaşımı ve “iktidar bloku”nun devamı sağlanır; “züccaciyeci dükkanına fil girmiş gibi” olmaz, “vazo” kırılmazdı.

Sultanlık özentisiyle Erdoğan’ın toplumsal siyasal gidişatı önemle etkilediği tartışmasızdır ve daha ileriden etkileme peşindedir.

*

Partisini, AKP’yi, önde gelen başlıca üç arkadaşıyla birlikte, dört kişi olarak kurmuşlardır. Daha kuruluş sürecinde öne çıkmıştır; Erbakan’ın koltuğuna “bileğinin gücüyle” oturmuş İstanbul İl Başkanı ve ardından İstanbul Belediye Başkanı’dır; ama yine de henüz tek adam değil, “eşitler arasında birinci”dir. Hükümetlerinin darbe tehditli ilk döneminde Abdüllatif Şener’in darbecilerin gücünü yanlış algılayıp “yanlış ata oynama”sıyla üçe düşmüşlerdir. “Gül kardeşi”ne “kıyak” görüntüsüyle onu cumhurbaşkanlığına yollayarak, partide “iki”ye inmişler.. Ve üstünlüklerini (en başta başkanlığının olanaklarını) konuşturarak, birkaç kez “fırçalayıp” karizmasını çizdiği ve arkasından dolanıp etkisizleştirdiği B. Arınç’ı da “üç dönem” kuralı aracılığıyla emekliliğe ve torunlarına vakit ayırmaya “ikna”, gerçekteyse ekarte ederek, AKP’deki liderliğini tartışılmaz hale getirmiş, “tek adamlık”ını ilan etmiştir! Öyle ki, artık en yakınındakiler dahil “lider”e tek söz bile söylemeye korkar, “kaşının üstünde gözün var” bile diyemez olmuşlardır. Partide tek adamlığı kapmasında şüphesiz Bizans oyunlarının da payı olmuş, ama “zaferi”ni, “delikanlı” ve militan-mücadeleci kişilik özellikleriyle gelişen olaylar karşısında parti tutumunun kararlaştırılmasında yönlendirici kararlı yaklaşım ve tavırları belirlemiştir. Bunda, askerlerle çekişme ve onların ülke yönetimindeki ağırlıklarının kırılmasına yönelik iktidar mücadelesi süreci olarak yaşanmakta olan toplumsal siyasal gidişatı güdümleyen Amerikan emperyalizminin bölgesel konjonktürel çıkarlarının siyasal İslamcı bir işbirlikçiliğin yönetimindeki bir “model ülke”yi gereksinmesi asıl rolü oynamıştır. Amerikalıların “ille de Tayyip” tutumunda olmadıkları, ancak onların bölgesel ihtiyaçlarından kaynaklanan yönelimlerini, kişilik özellikleriyle de, en iyi onun değerlendirdiği söylenmelidir.

Sonuçta, 27 Nisan Muhtırası’nın püskürtülmesi ve peşi sıra Ergenokon ve Balyoz Davaları sürecinde, sürekli seçim başarıları da kazanmakta olan AKP içinde Erdoğan tek adamlığını gerçekleştirmiş, sonrasında artık, örneğin 12 Eylül Referandumu ve 2011 Seçimleriyle tek adamlığın pekişmesine yer kalmıştır –tek istisnayla: Fethullah Gülen. Bütün bir iktidara yürüyüş ve yerleşme sürecinde, Erdoğan, Gülen Cemaatıyla ittifak kurarak oluşturduğu “iktidar bloğu” aracılığıyla onunla iktidarı paylaşmıştır. Gerçi sosyal (ve eğitsel) alan büyük ölçüde Cemaate emanet edilmiş ve ele geçirilmekte olan devletin doruklarından aşağılara doğru neredeyse tüm kademelerine yerleştirilen yetişmiş kadrolar buradan derlenmişken, siyasal alan ve kontrolü kendi elinde olmuş; ancak paylaşım sorunu ve dolayısıyla kavga patlak verdiğinde, özellikle yargı ve polis örgütlenmesi bakımından bunun çok da fazla bir anlamı olmadığı ortaya çıkmış, ama yine de “son söz”ün önemi bakımından siyasal alan ve “yürütme komitesi” başkanlığının tayin ediciliği kanıtlanmıştır.

“Blok” sürecinde siyasal söz dolayımıyla erk kendisinde olsa da, Erdoğan, Gülen ve Cemaatının bağlayıcılığına ve dayatmalarına tahammül durumunda olmuş, ancak iktidar paylaşımının zorlukları nedeniyle sonunda patlamış; ve o ana kadar tamamen tek elde toplanmamış olan iktidar, 17 Aralık’la birlikte, artık “tek adamlık”ın hakkı sonuna kadar verilerek, tekelde toplanmıştır.

Kıyaslama gerekirse, Fevzi Çakmak’ın uzun süreli genelkurmay başkanlığı döneminde Kemal’in olduğu gibi, F. Gülen’le kurduğu blok zamanında da Erdoğan tek adamdır ve sultanlaşma sendromu esasta 2007 Nisanıyla birlikte başlamıştır; ancak şimdi artık bütün bağlarından kurtulmuşcasına kendisini tamamen özgür hissetmektedir. Ne hukuk.. Ne Anayasa.. Ne Yargı.. Ne Anayasa Mahkemesi.. Ne Baro.. Ne de parlamento. Hükümet de, kendisi varsa var, yoksa yoktur! Ondan sonra tufandır!

*

2007 Nisanının ardından, sıra, fiilen elde edilenin kayda geçirilmesine, yasallaştırılmasına gelmiştir. 2010 Referandumu ile hukuk guguğa döndürülmüş, olmadığı, 17 Aralık sonrası HSYK’nın Cemaatçe ele geçirildiği görüldüğünde, hemen yeni bir “yasal” düzenlemeye gidilmiştir. Amaç, “hukukun üstünlüğü” yerine “üstünlerin hukuku”na, sonunda tek başına elde edilmiş siyasal alan “tek seçicilik” ya da Sultanlığına uydurulmuş yargı ve belki sınırlı istisnalarla elde edilip sıraya dizilmiş yargıçların ellerindeki “hukuk”a ulaşmaktır. Ulaşılmış; hukuk, en ileri düzeyde siyasete, bunun zaten böyle olduğu burjuva devletlerdeki “genel” ölçüsüyle genel olarak siyasete, yalnızca kapitalizmin onaylanması ve meşrulaştırılmasına değil, “tek adam” ve “tek parti”sinin çıkarlarına, örneğin özel hırsızlıklar, rüşvet ve yolsuzluklar kadar özel ihale bağlantıları, “havuz” oluşturmalar ve yasadışılığın kendileri için serbestiyet sayılıp soruşturma konusu bile yapılmaması, yasallığınsa sömürülen yığınlarla sınırlı olmayıp iktisaden ve siyaseten burjuva rakipleri için de yasak ve ceza konusu sayılması olarak zümre çıkarlarını onaylayıp meşru sayan özel siyasete, “tek adam” ve “tek parti” siyasetine bağlanmıştır.

Önemlisi, hukukun bunca özel olarak siyasete tabi kılınışı zemininde, tek adam özentisiyle Anayasa değişikliği tartışması açılıp Başkanlık Sistemi için girişimlerde bulunulması olmuştur. Hem parti olarak “üstünlerin” hem de tek adam olarak “üstünün hukuku”nun kayda geçirilmesi: Şöyle ya da böyle tanımlanmasında ve herhangi tanımıyla Anayasaya geçirilmesinde fark görülmeyen Sultanlığın, “Başkanlık”, “yarı-Başkanlık” ya da “Partili Cumhurbaşkanlığı” adı altında fiilen halka dayatılması!

“Ben bütün yetkilerimi kullanırım” diyor kendisi. Anayasada yetki tanımları açık açık yazılmışken, “halk seçeceği için fiilen başkanlık ya da yarı-başkanlık olur” diyor yakınları! Fiili durum yaratma mı? Olur mu? Yenir mi? Hem, dereyi görmeden paçayı sıvamamalı; önce seçilmek gerek!

*

Ancak, “tek adamlık”ın kayda geçirilmesinde sorun çıkıyor! Olmuyor. Referandumlu bir anayasa değişikliğiyle başkanlığı Anayasaya sokmak ve bir başkanlık ya da yarı-başkanlık sistemine geçmek için bile gerekli olan 330 vekil oyu bulunamıyor. Frene basılıyor. Anayasa değişikliği tartışmaları, bu iş için oluşturulmuş bir Meclis Komisyonu’nda takılıyor. Komisyon 60 civarında maddede değişiklik için anlaşıyor, ancak, anlaşma konularının içinde başkanlık/yarı-başkanlıkla ilgili değişiklik bulunmuyor. İş, fiili zorlamalara kalıyor: Cumhurbaşkanını ilk kez halkın seçecek olmasından hareketle, sanki yetkileri ve parlamento ve hükümet ile ilişkileri değişmiş ve Anayasa’da yazılı olandan farklı olacakmış gibi, “halkın seçtiği cumhurbaşkanı eskisinden farklı olur” görüşünü ve en azından “partili cumhurbaşkanı”nı dayatmak! Fazla zorlamak olacağı aşikar! Bu, olağan koşullarda olabilir değildir. Gerçekleştirilmesi ya da tersine aşırı zorlamanın engellenmesi yasal olmayan güçlerin duhlünü ve eylemlerini gereksinir. “Motor”, “yatak yakabilir”; sistem yürümez olup bir müdahaleye açık hale gelebilir. Bu ihtimal yok değildir.

*

Başta Erdoğan, AKP Hükümeti tek adam/tek parti rejimini zorlamaktadır. Özellikle son birkaç yılın siyasal yaşamının temel bir karakteristiği, “yukarıdan”, hükümet ve Sultanı katından topluma kutuplaşmanın dayatılması, buna yönelik olarak siyasetin ve siyaset aracılığıyla toplumun gerilmesidir. Önüne gelene, görüş ve tutumlarını beğenmediği, hazırolda selam durup kendi dayatmaları doğrultusunda davranmayan herkese.. Anayasa Mahkemesi ya da Barolar Birliği Başkanı demeden.. Yargıtay, Danıştay farketmeden “saygısızlık” ilanı, hakaret, edepsizlikle bağırma çağırma.. Devlet görevindeyse sürgün ya da görevden alma.. Değilse ve kendi arkasında toplanıp hizaya geçmiş “kardeşlerim” arasında da bulunmuyorsa “düşman” muamelesi.. Herkesle anlayacağını düşündüğü dilden ilişkilenme: Muarızı muhalifi bir patronsa, hakaretin yanı sıra vergi cezası, ihale yasağı, kazanmış olduğu ihalelerin bile elinden alınması.. Halktan biriyse, işçi, memur, sair emekçi, gençe ve kadınsa, Kürt ve Aleviyse “nasihat” bile değil, hakaret.. “Nush ile uslanmayana tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” darbımeselindeki “tekdir”i bile atlayan anlayışıyla.. Zaten “cennetten çıkma” olan “dayak”a başvurma.. Hem de ne “dayak”! Zehirli gazlı, tazyikli sulu, TOMA’lı, plastik ve giderek gerçek mermili saldırganlık.. Hele dayatmalarına karşı toplu gösteriyse, tam bir “savaş hali”! Terör!

Son Okmeydanı saldırganlığında her şey ortadadır: Diktatör özentilisi açıkça saldırganlığı azmettirmekte, polisi saldırı ve adam öldürmeye teşvik etmektedir. Açıktan suçtur, ama önünü-ardını düşünüp hesap etmeden adam öldürmeye çağırmaktadır: “Polis nasıl sabrediyor, anlamıyorum”! Yani? “Saldırın”! “Vurun, öldürün”! Kimi? Önüne çıkan, karşısına dikilen herkesi!

*

Aynı çağrıyı Gezi Direnişi’nin hemen ardından da yapmış, polisin hunhar saldırganlığı ve ölümler için, övünerek, “ben emir verdim” buyurmuş ve 7 Direnişçiyi öldüren polisi “mükafatlandırmak”tan söz açmıştır. Mısır Darbesi sırasında öldürülen “Esma Kızımız” için gözyaşı ve dil döken diktatör özentisi, içeriye, kendi diktatörlük gösterilerine, gözünü kırpmadan adam öldürmelere gelince, ne gözyaşı ne acındırma, “aslan” kesilmektedir!

Bakın şu herzeye: “Kan tacirleri karşısında elbet susmayacağız”! Yani? “Saldıracağız, sözümüzü dinlemeyen ve önümüze çıkanı vurup kıracağız, öldüreceğiz” demektedir! Kimdir “kan taciri”? Berkin Elvan mı? Okmeydanı Cemevi’nde vurulup öldürülen Uğur Kurt mu? Ey vicdan! Düşmanlaştırarak, kutuplaştırarak hükmünü sürdürme tutumu insanlıktan hiç nasibini almamışlık boyutundadır; vicdansızlık boyutundadır!

Diktatörlük özentisi demektedir ki: “Neymiş, Berkin Elvan’ı anmak için okulda tören düzenleyeceklermiş. Şu hale bak ya. Yani biz bu ülkede kusura bakmayın her ölüm hadisesinde bir tören mi düzenleyeceğiz. O zaman bütün işleri bırakalım, törene bakalım. Ama Kılıçdaroğlu’na göre bu zat ekmek almaya giderken ölen birisi. Ölmüştür, geçmiştir.”

İçeriği ve uslubuyla bu lafların insanlıktan nasibini almış olmakla ilişkisi kurulabilir mi? Cenazeye, ölüme bile saygısızlık, olacak şey değildir, ne gelenekte ne törede yeri vardır! “Ölmüş, geçmiş”miş! Üstelik ekmek almaya giderken öldürüldüğü kesindir. “Kılıçdaroğlu’na göre” falan öyle değildir. Gerçek, Berkin’in ekmek almaya giderken başına isabet eden ve polisin attığı kesin olan gaz fişeği kapsülü nedeniyle öldürüldüğüdür.

Ve bu lafları sarfeden zat, TOBB Mali Genel Kurulu’nda ön sırada oturan Kılıçdaroğlu’nu işaret ederek “bana diktatör diyorlar” demektedir! Neymiş? “Diktatör olsa”ymış, “böyle konuşamaz” ve “alanlara çıkamazlar”mış! Konuşulabiliyor ve alanlara “kazasız-belasız” çıkılabiliyor mu? Öyle mi? Açık değil mi? Diktatörlük özentisi daha başka nasıl olabilir: Bir ölünün arkasından tören düzenlenip düzenlenemeyeceğine bile beyefendi karar verecek! Beğeniyorsa, tören düzenlenebilecek.. Beğenmiyor ve işine gelmiyorsa, düzenlenmeyecek! Aşırı demokrasi bu!! Arkasından tören düzenlenip düzenlenmeyeceğine bile, ölü sahibi ya da sevenlerinin değil, ama onlar yerine Beyefendinin karar vermesi –nedir bu? Diktatörlük özentisi, bu değilse, nedir?

*

Ancak gerek Okmeydanı saldırganlığı, gerekse 30 Mart Seçimleri’nin aşırıya vardırılmış zorlama örneklerinden oldukları söylenmelidir. Artık akla gelen her şey zorlanmaktadır. Tek istisnası, Soma’dır. O da ilk başta zorlanmaya çalışılmış.. “İşin fıtratından”dır denerek “kader” ilan edilmiş.. Düstur edinilmiş uluorta pervasızlıkla maden ocağı cinayetine kurban edilen işçilerin acılı yakınlarına Başbakanlık Müşavirince tekmeyle, bizzat Sultan özentisince tokat ve yumrukla girişilmiş.. Üstüne “Sen bu ülkenin Başbakanına yuh çekersen tokatı yersin” denerek çıkışılmış.. Ancak, henüz kendisini, –gerek yasallığı ve vicdanlarla tahammül sınırlarını zorlayan sıfır güvenlikli taşeron çalışma koşulları, gerekse acı, öfke, buradan “kader”e isyan ve protestolarıyla–, o devasa gövdesini göstererek, ortaya koymaya başladığında bile yüreklere korku salışıyla durmaya mecbur bırakmış.. Yoksa dayatılmaya çalışılan “biz” ve “onlar” saflaşmasının sahteliğini kolaylıkla açığa çıkaracağı anlaşılmış.. Ve bu kez bölünme ve saflaşmanın “biz” ve “onlar” sahteliği yerine “emek-sermaye” karşıtlığı üzerinden gerçekleşip tüm topluma buradan sirayet edip yayılması tehlikesi algılanınca durulup geri basılmış.. Toparlanılmaya çalışılmış.. Örneğin Aile Bakanı Ayşenur İslam, “Kaderi kabulleniyor, kadere isyan etmiyorlar, ama bir talepleri var, ‘başımıza gelenin müsebbiplerini bulun’ diyorlar” açıklamasıyla “kader”in “müsebbibi” olurmuş ya da olursa bu Tanrı’dan başkasıymış gibi, işe “müsebbipleri” de katarak “fıtrat” ya da “kader” söylemini yumuşmaya soyunmuş.. Hatta, maden ocaklarını Soma Madencilik’e taşerona veren devlet ve temsilcisi olarak Hükümet ve özel olarak Enerji Bakanlığı, hem kurum olarak, hem de övünerek izlemekte oldukları –özelleştirme, esnek çalışma ve taşeronluğu emekçilerin başına bela eden– neoliberal politikalarla, kömürü tutuşarak 301 işçinin göz göre göre katledildiği cinayetin baş müsebbibiyken.. Kamuda taşeron çalışmayı bir kez daha meşrulaştıracak olmasına karşın, “marifet”miş gibi sunulup pazarlanması tam bir aldatıcılık oluştursa da, bu yönünü cilalayıp parlatmak üzere araya bir dizi “iyileştirmeler” de katılarak, sözde “taşerona karşıtlık” iddiasıyla taşeron yasası çıkarılması ve taslağın kısa sürede Meclis’e getirilmesi Bakanlar Kurulu’nun gündemi edilmiş.. Başbakan, “Bu yasa yasalaştırılmak için neyi bekliyor? Uzatmasınlar, süreci hızlandırın” talimatı vermiş.. Günlerdir hiç ortada olmayan Çalışma Bakanı Faruk Çelik de, sanki taşeron çalışmanın bakanı ama gözkulak olmayanı değilmiş gibi, Meclis’te, madencilik sektöründeki sorunları araştırmak üzere kurulan Komisyon’da hükümet adına konuşurken, taşeronluk sistemini “emeğin sömürüsü” olarak nitelendirmiş ve “Taşeron uygulamasını inşallah hep birlikte çözeceğiz. Bu yasama yılı kapanmadan bu taşeron sömürü anlayışını kapatacağız. Bunun bitmesi gerekir” demiş çıkmıştır!

Gezi’nin ardından işçi sınıfının da tepki ve öfkesinin hedefi olmak işe gelmemiştir. “Onlar”ın içine işçinin katılmasından kaçınmak üzere manevralara başvurulmaktadır.

*

Taksim Gezi ve 30 Mart Yerel Seçimleri’nden geçilerek Cumhurbaşkanlığı seçimlerine başlıca gerginlik ve kutuplaştırmaya dayalı politikalar izlenerek gidilmektedir. Soma’da manevra yapılmıştır; ancak Okmeydanı saldırganlığı ve Almanya-Köln çıkarmasındaki uslup ve içerik kutuplaştırıcı yığınağın sürdürülmesinde ısrar edildiğini göstermektedir.

Evet, kişisel özellikler önemlidir. Subjektif etken küçümsenir gibi değildir. Diktatör özentisinin kişisel özelliklerinin önemle belirlediği politika ve örgüt altbaşlıklarıyla subjektif etken şüphesiz “birinci”nin ardından “ikinci seçim”e gidilirken süreci ve gelişmesini etkileyecektir, etkilemektedir. Ama Soma’da geri bastırtıp manevraya zorlayan objektif koşullarının önünde sonunda belirleyiciliği de tartışmasızdır.

Soma dolayımıyla su yüzüne çıkan “aysberg”in ucu, “biz-onlar” sahte saflaşmasını pekiştirmeye yönelik gerginlik ve kutuplaştırma politikası ve buna bağlanmış saldırganlıkta perva tanımama tutumunu gözden geçirmeye götürmüştür. Çünkü kutuplaştırıcı saldırganlığın, Soma’da gerçekleşen kömür ocağı katliamı dolayısıyla, bütün kafa karışıklığı ve örgütsüzlüğüne rağmen, kımıldadığında bile ülke gündemini silkeleyen işçi sınıfı şahsında anında ters tepmesi, işçilerle oyun oynanamayacağını göstermiştir. Birkaç günlük şaşkınlığın ardından, sınıfın hareketlenmesinin nelere mal olacağını, ilk elde neden olduğu etkiler ve yol açtığı tartışmalar kapsamında algılayan tek adam özentisi ve adamları, politika ve taktik değiştirerek, şirket ve hatta neredeyse kapitalizm “suçlaması”na yönelmişlerdir! Sultanlığı garanti edecek her şey mübahtır!

Tekme, tokat ve yumruklarının yıkıcı sonuçları, cinayete kurban gidenlerin yakınlarına yönelik polis terörü ve valilik yasaklamalarının sökmemesi, protestolar karşısındaki “Somalı olanlar bu yana dışarıdan gelenler bu yana” bölme taktiklerinin tutmaması ve tersine kendi poltikaları olan taşeronluğun tartışma gündemine oturması; sınıfın, maden işçiliği ve madencilik özelindeki nesnelliğinin yanında, madencinin bütün bir sınıf tarafından eylemli olarak sahiplenilmesinde beliren genel nesnelliği dolayısıyladır. Ölümün kader olarak dayatılmasıyla tekme, tokat ve yumruklar, polis saldırganlığı olarak, Soma’ya kadarki politik taktik olarak sürdürülen kutuplaştırıcı saldırganlık, net biçimde nesnellik duvarına çarpmıştır. Oynanan, kutuplaştırma yoluyla taban konsolidasyonu ve başkanlığa yürüme “oyunu”, çarkları aşırı kâr hırsıyla dönen ve Ortaçağı andıran sömürü koşullarıyla (taşeronluk vb.) karakterize kapitalist düzenin sınırlılıklarına takılmış, “oyun” aşırı risk yüklenmiştir. Sürdürülmesinin ters tepmeye başladığı ve bu yöndeki ısrarın, sömürülen yığınların belirli bölümlerinin diktatör özentilisinin ardında birikmesinin sağlamlaştırılmasına değil ama bu birikimin zaafa uğrayıp dağılmasına götüreceği noktaya varılmıştır.

“Tayyip istifa” yönelimli genel bir siyasal muhalefet karşısında tek adam özentilisi ve adamları gerilememekte, desteklerini pekiştirme tutumuyla kutuplaştırma ve üzerine üzerine yürüyüp saldırganlığı tırmandırma gücünü kendilerinde bulabilmekte; ama gerilim ve kutuplaşmanın ileri ölçüde sosyalleşmesi ve işçi sınıfının burjuvazi karşısında safa girmesi ihtimal olarak bile belirdiğinde, ters teptirici sınırlılıkların farkına varıp tökezlemektedirler.

Cumhurbaşkanlığı seçimine hala kutuplaştırıcı saldırganlık politkikası izlenmeye devam edilerek gidilmektedir; ama artık, nesnel sınırlılıkları nedeniyle, bu politika, ters tepme belirtileri gösteren riskli ve zaaflı bir politikaya da dönüşmüş bulunmaktadır.

*

Sözü edilen politika, en azından iktidar “ipi”nin askerlerden devralındığı 2007 Nisan’ından bu yana izlenmektedir; ancak asıl olarak Gezi Direnişi ile birlikte gözü kapalı bir pervasızlıkla dört elle sarılınmış politika düzeyine yükseltilmiştir.

İktidara tutunma ve başkanlığa yürüme amacıyla aşırı ideolojik yüklemeyle “biz ve onlar” olarak saflaştırılıp birbirlerine karşı kutuplaştırılmak üzere sürekli “işlem”den geçirilen sömürülen yığınların düşmanlaştırılması özel önem taşımaktadır. Burada ne insanlık, ne vicdan ne ahlaka yer kalmaktadır.

Varsa yoksa Esma’dır: “Hamile hanımlara bile idam kararı verdiler, Esma kızımızı kurşunlayarak şehit ettiler.” Ama 14 yaşında katledilen Berkin Elvan aşağılanarak “Esma kızımız”ın “düşmanı” olarak sunulmaktadır: O, “Ölmüştür, geçmiştir.”

İnsaf yoksunluğudur! Burada, Allah korkusunun da sınırı aşılmıştır! Biri kere, ölmüş değil, polis tarafından öldürülmüştür. Ve Esma ölüp geçmiyor, “şehit” oluyor. Biri “şehit”, diğeri “zat”! Biri durmadan anılıyor, diğerine anma da, tören de yasak! Kışkırtma bu kadar olur. Halk, ideolojik temelde, bu kadar birbirine karşı tahrik edilebilir!

*

“İmam os..sa cemaat sı…”mış! Soma istisna oluştursa bile, Valilik ve polisçe Berkin anmasının neden gösterildiği ve Uğur Kurt’un kim tarafından vurulduğunun bilinmediği ileri sürülen “çatışma” gerginlik ve kutuplaştırma siyasetinin “iyi” bir örneğidir. Kurt, anmayla ilgisizdir ve Cemevi bahçesinde öldürülmüştür. Camiye kurşun isaset etse ne olurdu! Cemevine serbesttir! Ve polisin sağa sola kurşun yağdıran hoyrat ve hunhar saldırganlığı karşısında, diktatörlük heveslisi, “Polis nasıl sabrediyor, anlamıyorum” demiştir! “Daha çok, daha pervasız, daha önünü ardını düşünmeden saldırın” demektedir yani! Yeni katliamlara davetiye çıkarmakta, polisi öldürmeye azmettirmektedir.

*

Tek adam özentilisi zat, aynı şeyi, önceden, Gezi günlerinde de yapmıştır. Hunhar saldırısını haklı gösterip yeni saldırılarını teşvik edip kışkırtmak üzere, “destan yazdı”ğını ileri sürdüğü, 7 Direnişçiyi öldürmüş polise “Ben emir verdim” demiş ve “mükafatlandırıl”dıklarını açıklamıştı.

Türkiye ölçeğine yayılan 2013 Haziran Taksim Gezi Direnişi, hem kutuplaştırıcı saldırganlığın gemi azıya aldığı, hem de artık Hükümet’in “dikensiz gül bahçesi”nde keyifle dolaşamayacağını gösterip “eldekini kaybetme” korkusuna neden olarak, Direniş’in püstürtülmesinin dizginsiz saldırganlıktan başka çaresinin kalmadığını varsaydıran yüksek sesli bir “yeter artık” haykırışıydı. “Reste rest”ti!

Üzerine üzerine gelinen, yaşam tarzına, inançlarına, ne içip içmeyeceğine vb. karışılan, kimlikleri, duygu, düşünce ve sözleri hiçe sayılarak insan yerine konmayan, toplu söz söyleme girişimleri hakaret ve zehirli gazla yanıtlanan, ama tümünün ötesinde, işsizlik ve yoksulluğu tırmandırıp çalışmanın alabildiğine esnek örgütlenmesiyle tahammül sınırlarını zorlayan neoliberal politikaların kıskacında olan sömürülen ezilen yığınların öfke patlamasıydı, Gezi. Bir programa ve onu hayata geçirecek örgütlülüğe sahip olmayan, yerine yenisini koyma ya da tümüyle yeni bir düzen kurma önerisi bulunmayan Gezi, “istifa”sını istediği hükümeti protesto hareketiydi. Asıl önemli yanı ise, bu kez, sömürülen yığınların, uzun süredir karşısında sessiz kaldığı gerici saldırganlığın karşısında dikilmesi, geri çekilmeyip açıktan karşı durmasıydı. Kendi güçlerini ortaya koyarak özgüven kazanmış yığınların öfkesi artık dikiş tutmamaktaydı; henüz bir siyasal sistem oluşturmak üzere programı formüle edilmiş değildi, örgütsüzdü, demokratik ve halkçı platformuyla genel bir siyasal muhalefet zeminindeydi. Büyük kentlerin kenar semtlerine gidildikçe harekete yön veren sosyal talepler ağırlık kazansa da, genel hareket içinde bu talepler fluydu; sınıf, sınıf olarak harekete katılmış değildi. Hareketin bu genişlemesi için Soma ve sonrası beklenecekti.

Ama olan olmuş, diktatörlük heveslisine son derece pratik olarak “dur” denmiş ve ortalama aldatmanın sonu ilan edilmişti. Artık ancak “biz ve onlar”lı kutuplaştırıcı aldatıcılık yapılabilecekti –buna hız verildi.

Bu aynı zamanda, bir süredir açılmış ve yürütülmekte olan “Başkanlık” tartışmasının sonunun ilanı oldu. Tartışma bıçakla kesilir gibi kesildi. Özgüvenle “Başkanlık” heveslisinin karşısında dikilenler vardı artık! Sonradan Soma’yla dayanılacak kapitalizmin sınırına gelinmeden önce, ilk olarak, “ileri”sinden bir ortalama “demokrasi” ve “demokratlık” iddiasının sınırına gelinmiş, demokrasi denen şey üzerinde tepinmeye girişilmişti. Artık hukuk, demokrasi, özgürlükler gibi söylemlerle idare edilemez olunmuştu. “Herkesin başkanı” artık olanaklı değildi. Toplumun en az yarısı “Başkanlık” heveslisini reddetmekte, istifasını istemekteydi.

Üstelik Gezi ezilip yenilmedi. Uygun fırsatını bulduğunda yeniden canlanmak üzere geri çekildi, sönümlendi ki, meşruluğunu yeniden yakaladığı Berkin’in cenaze töreninde bunu herkese gösterdi.

Gezi Direnişi, neoliberal zeminde başkanlık arzu ve isteğiyle işlenmiş politikalar ve AKP-Cemaat iktidar Bloku’ndan müteşekkil subjektif etkenin çarptığı ilk nesnellik duvarı oldu. Tek adamlık hevesinin sınırları ve sınırlılıkları vardı!

*

Üstelik Gezi dolayımıyla görünen sınır ve sınırlılıklar, yalnızca halkın öfke ve tepkilerine ve demokratizm alanına özgü değillerdi.

Amerika ve Avrupa’dan Gezi’ye ilişkin izlenen politikalara sert eleştiriler geldi. En başta diktatörlük heveslisince anlaşıldı ki, büyük emperyalist devletlerin kendi halkını yönetmekte zorlanmakta olanlara sunulacak sonsuz bir desteği olamazdı. Tam Gezi Direnişi sona erdiğinde gerçekleştirilen Mısır Darbesi, aralarını iyice açtı. Darbeyi Amerikalılar örgütlemiş, diktatörlük özentisi ise karşı çıkıp suçlamıştı. K. Irak petrolünün pazarlanması, Suriye sorunu, İran’a ambargonun delinmesi, Çin Füzeleri gibi başka sorunlar da vardı. Batılı büyük devletlerle çıkar farklılıklarının yön verdiği ilişkiler, yine kişisel arzu ve ihtiraslarla, AKP politikalarının geleceği bakımından sınırlılıklar oluşturmaktaydı.

Şimdi cumhurbaşkanlığı seçimine büyük devletlerle ilişkilerde sınırlılıklar koşullarında gidilmektedir.

*

İçeride de sınırlılıklara sahip diktatörlük özentisi ve tekleştirme peşinde olduğu partisi. Destek yayıncılık talebi, gazeteciler ve işten atılmaları baskısıyla kurgulanan medyayla ilişkiler, bir yandan yandaş havuz medyasının inşasıyla ilerlerken, diğer yandan da başta Aydın Doğan olmak üzere medya patronlarıyla kapışmaya vardı. Yaşlı Milliyet patronu ağlatılırken, A. Doğan ağır vergi cezalarına çarptırıldı, başka sektörlerdeki ihaleleri alması engellendi. Koç, TÜPRAŞ’ta denetim üstüne denetim yer, MİLGEM ve Marina ihaleleri iptal edilirken, yeni devlet ihalesi alamaz oldu. Sabancı’nın durumu farklı değildi. TÜSİAD, açıktan ve hakaretamiz saldırılara maruz kaldı. “Yeşil sermaye”nin yeterince büyümüş ve ihaleler de içinde, iktisadi politikaların tek adamın iki dudağı arasında olması işine gelmez olmuş Ülker ve Boydak gibi sermaye grupları da, TÜSİAD ve Koç’un yanında yer aldılar/kaldılar. Gezi’de “faiz lobisi” olarak suçlandılar ki, onlar da otellerinin kapısını “insani gerekçeyle” direnişçilere açmışlardı.

Cumhurbaşkanlığı seçimine, geleneksel büyük sermaye ile ilişkilerde de sınırlılıklarla gidilmektedir.

*

Bütün bu sınırlılıkların üzerine “iktidar bloğu”nun dağılması binmiştir. Artık Erdoğan-Gülen Bloğu yoktur.

Hatta Mavi Marmara ve 7 Şubat MİT Davası öncesinden başlayan çatlamanın geldiği nokta bilinmektedir. “Darbe” oldukları ileri sürülen 17 ve 25 Aralık Soruşturmaları’nın tüm delil ve dayanaklarının görmezden gelinip yok sayılamayacağı, bugün olmasa bile yarın, uygun koşullarda gün yüzüne çıkıp iktidar ilişkilerini küçümsenemez biçimde etkileyebileceğini düşünmek kehanet sayılamaz. Eğitilmiş kadro kaynağı ve dini bir sosyal ve siyasal harekete geçirici olarak Cemaat, artık “dost” değil, düşman sayılmakta, küfür ve hakaretlere konu edilmektedir. Artık tek ve bütüncül bir siyasal İslam yoktur. Hatta tek bir inanç sistemi olarak Müslümanlık da yoktur; birbirlerinin “kirli” girdi-çıktılarını bilen en az iki iddialı taraf vardır artık. Ve görevden alma ve sürgünlerle Cemaatin ne kadar “icabı”na bakılırsa bakılsın, hala başta yargı ve polis olmak üzere devlet katlarıyla parlamentoda dayanakları bulunduğu ve etki gücünü önemli ölçüde koruduğu varsayılmalıdır.

Ne denli 30 Mart’ta Cemaat’in fazla etkili olamadığı ileri sürülse de, buradan oluşan sınırlılık dikkate alınmazlık edilemez.

*

Bir başka sınırlılığı subjektif etkene ilişkin bir düzenleme vermektedir ki, söz konusu düzenleme değiştirilmediği durumda nesnel etkilerde bulunması hiç de şaşırtıcı olmaz. Bu, “üç dönem” şartıdır. AKP tüzüğünde yer alan ve diktatör özentilisinin olası başkanlığı dönemindeki AKP tefrişatı bakımından önem taşıyan bu madde, şüphesiz sancılara gebedir. 70 kadar “deneyimli kadro”yu ilgilendirmekte olan, hem gidecekleri hem de yerlerine gelecekleri iğne üzerinde oturtan tüzük şartı, bugünden “aşağısı sakal yukarısı bıyık” durumu oluşturmuş; karar verici durumundaki tek adam özentilisi “başkanlığı”na uygun AKP yönetimi ve kuşkusuz yeni Başbakan ayarlaması yapayım derken, “ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamaz” hale sürüklenme riski oluşmaktadır. “Tek seçicilik”te küçük bir tereddütlü durumun oluşmasının, domino etkisiyle, iskambil kağıtlarından çatılmış tüm “bina”yı yerle bir etmesi ihtimali büyümektedir.

70 “ihtiyar kurt” yeterince ortalık karıştırıcı olabilir. B. Arınç gibi emekliliğe ve torun bakmaya mecbur edilen bu etkili vekillerin, hele geri dönüşü olmayan “son anlar”da, Meclis’teki kritik oylamalarda ne tür pazarlık koşulları ileri sürüp nasıl oy kullanacakları, seçim bölgelerinde kişisel desteklerini nasıl yönlendirecekleri kolaylıkla öngörülüp şaşmaz hesaplar yapılabileceğini düşünmek saflık olacaktır!

Artık kolay değildir, ancak bu tüzük hükmünün kaldırılması hiç de şaşırtıcı olmaz.

*

Tümü bir arada, yeterince nesnel ve nesnellikle bağlı sınırlılık oluşturmaktadır.

*

30 Mart’ta ortaya çıkan da, Cumhurbaşkanlığı bakımından, CHP ve MHP kadar AKP ve tek adam özentisinin de sınırları olduğudur.

AKP, bir genel seçim atmosferinde gelişen 30 Mart seçimlerini kazanmış, seçimden birinci parti olarak çıkmıştır. Ancak “%50 cebimde” havasıyla ve belediye adaylarından çok “tek adam”la girilen ve bir referandum niteliğine büründürülen seçimlerde kazanılan bir Pirus Zaferi olabilmiştir. AKP birinci parti olmasına olmuş, kazanmış, ama ciddi bir oy kaybıyla kazanmış ya da az kaybetmiştir. Seçmen sayısı birkaç milyon artmasına karşın, AKP’nin bir önceki seçime kıyasla oransal oy kaybı %6,5, mutlak oy kaybıysa 2 milyon 100 binden fazladır.

CHP yerinde saymış, ama kayıp AKP oyları, hem oran hem de sayısal olarak MHP’ye gitmiştir.

Sonuç; bir tarafta başında “tek adam”ıyla “tek parti”lik iddiasındaki AKP ve karşısında ortak bir “çatı adayı” arayışındaki CHP ile MHP’nin oy oranlarının “pata-patalığı”dır.

YSK’nın açıkladığı* 30 Mart Seçimleri’nin kesin sonuçları şöyledir:

Belediye meclisi üyeliği seçimleri oy oranları olarak:

AKP: % 42,87

CHP: % 26,34

MHP: % 17,82

BDP: % 4,16

 

Belediye Başkanlığı seçimleri oy oranları olarak:

AKP: % 43,13

CHP: % 26,45

MHP: % 17,76

BDP: % 4,18

Hesap şöyledir: AKP = 42,87 (43,13)

CHP+MHP = 26,34 + 17,86 = 44,20 (26,45 + 17,82 =  44,27)

İki taraf arasında, yüzde 43-44 bandında bir pata-patalık sözkonusudur.

Bu, hem “tek parti” iddiasıyla AKP, hem de blok olarak hareket edebilirlerse bile CHP+MHP açısından nesnel bir sınırlılık anlamındadır.

*

Buradan çıkan, HDP oylarının hesaba katılmadığı % 4.1’lik oyuyla BDP’nin “kilit” parti konumu kazanmış oluşudur.

Tam da bu nedenle ve “çözüm süreci” üzerinden sıkıştırılmaya uğraşıyla, Mehmet Altan’dan başlayarak, BDP “karşı taraf”tan uzak tutulmaya ve olabilirse kazanılmaya çalışılmaktadır.

Bu tablo karşısında, her iki “taraf”ın da BDP’yi ve Kürt oylarını hesap etmek durumunda olduğu ortadadır.

Daha çok CHPye yakın, liberal demokrat akım ve kişiler, BDP’nin sonradan özeleştirisini yaptığı başlangıcında Gezi’ye destek vermemiş oluşu, 17 ve 25 Aralık soruşturmaları karşısındaki “darbe” söylemli “ortalama” tutumu, “çözüm süreci”ni gözetişi ve bazı BDP’lilerin ağzından belirli taleplerinin karşılanması halinde Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığının desteklenebileceği yolundaki açıklamalarından hareketle, BDP’yi AKP ile ittifak yapmaya yatkınlığı dolayısıyla eleştirmekte, hatta suçlamaktadır.

Oysa, şüphesiz “çözüm süreci”nin bir çırpıda gözden çıkarılması gerekmemektedir ve bütün tavizler BDP’den beklenerek her şeyin sorumluluğunun onun sırtına yakılması haksızlıktır.

Öte yandan, “tek adam” özentisi ve AKP’sinin BDP ve dolayısıyla Kürt halkının tek bir talebini bile bugüne dek karşılamadığı gibi, karşılamaya hazır da olmadığı ortadadır. Ve hele seçimlere gidildiği günümüzde Kürt taleplerinin karşılanmasının söz konusu bile edilemeyeceği herhalde kesindir. Örneğin “Öcalan’a ev hapsi” gibi bir talebin hiç gerçekleşmeyecek olsa da karşılanabileceği söylentisinin bile çıkarılmasının önemli yüzdesiyle bir Kürt oyunun AKP’ye yönlenmesi için yeterli olabileceği; ancak getireceğinden muhtemelen daha fazla bir oyun AKP’den özellikle MHP’ye kaçışına neden olacağı tahmin edilecektir.

Öyleyse bir AKP-BDP ittifakı ihtimali, olacak şey değildir; taviz alış-verişiyle her iki tarafın da işine geliyor gibi görünecek olsa bile, yine de olmayacak dua durumundadır. Bu, bu durumda AKP’nin oy kaybı ihtimalinin büyüklüğünün yanında, BDP’nin Kürt oylarının bütününü yönlendiremeyecek olması ve güçbirliği yaptığı ve “Türkiyelileşmek” bakımından stratejik önem atfettiği olan örgütlerin AKP ve Erdoğan’a oy verebilme ihtimallerinin sıfır olması dolayısıyla güç birliğinin dayanaksız kalarak dağılacak oluşu bakımından da olacak şey değildir.

AKP; BDP desteğine bel bağlayamaz. Ve bu nedenle cumhurbaşkanlığında oyunu 43-44 bandının üzerine taşıması zordur.

Yine de rakipleri parçalıyken, kendisinin tek parti oluşu avantaj görünmektedir. Ancak onun da dış ve iç uluslararası sermaye grupları, emperyalistler ve Cemaatçe bölünmeye çalışıldığı sır değildir. 70 civarındaki “kurt adam”ın yanı sıra, Erdoğan karşısındaki farklılık koyucu “kıvranmaları”yla adı ve adaylığını canlı tutup yıllardır üzerinde spekülasyon yapılmasını sağlayan ve “eski kurt” S. Demirel tarafından C. Çiçek’in yanı sıra Bahçeli’ye ortak “çatı adayı” olarak önerilen A. Gül faktörü de hesaba katıldığında dezavantajları avantajlarını geçer görünmektedir.

*

Zamanında 19 maddelik bir demokrasi programı ileri sürmüş CHP ile BDP ve sosyalistlerin, dışında kalanlarca da güç verilebilecek bir burjuva demokrat adayın desteklenmesinde anlaşıp cumhurbaşkanlığı seçimine güçbirliği yaparak gitmeleri ihtimali var mıdır? Bu, AKP-BDP ittifakından daha olabilir bir şeydir, ama yine de fazlasıyla küçük bir olasılıktır!

Wallerstein eleştirisi – 1 Söylemden gerçeğe Wallersteincı analiz ve açmazları

BAŞLARKEN…

Sosyalizmin geçici yenilgisinin yaşandığı yıllar, aynı zamanda Marksist-Leninist teorinin de hedef tahtasına konduğu yıllar oldu. Marksizm-Leninizme yönelik saldırılar, oldukça basit bir gerekçeye dayandırılıyordu: Sosyalizm yenildiğine göre teorisi de geçersizleşmişti! “Sol-sosyalist” çevreler üzerinde de ciddi ideolojik-politik tahribatlar yaratan bu süreç, söz konusu çevrelerin Marksist-Leninist teoriden kaçışa yöneldiği ve bağlı olarak da anarşizmden “yeni sol”a kadar farklı arayışların peşinde koştuğu bir dönem oldu. İşte bu dönemde öne çıkan isimlerden biri de, “dünya-sistemleri” üzerine yaptığı analizlerle tanınan ABD’li sosyolog İmmanuel Wallerstein oldu. Yazı ve görüşleri, ülkemizde de gerek Kürt ulusal hareketi ve gerekse çeşitli ‘sol’ çevreler tarafından sıkça referans olarak gösterilen Wallerstein, “eski sol”la (Marksizm-Leninizm’le) ilgili eleştirilerini ve “yeni sol”a dair görüşlerini, “SB-Doğu Bloku”nun çözülüşünden hemen sonra, 1990-93 yılları arasında yazdığı makalelerde sistemleştirmiştir. Bu makalelerini 1995’te “Liberalizmden Sonra” (Türkiye’deki basımı 1998, Metis yayınevi) kitabında bir araya getiren Wallerstein, kapitalist dünya sistemini eleştirerek “daha demokratik ve eşitlikçi bir dünya sisteminin mümkün” olduğunu söylemektedir. Ama onun eleştirisi kapitalizm ile sınırlı değildir. İlk bakışta kulağa hoş gelecek bir şekilde “1989’da çöken”in “komünizm değil, liberalizm olduğu”nu söyler. Fakat devamında Sovyet sosyalizminin (ve Leninizmin) de dünya kapitalist sisteminin (liberalizmin) bir versiyonu olduğunu iddia eder. Bununla da kalmaz, sosyalizm eleştirisinden Marksist-Leninist devrim ve iktidar fikrinin reddine varır. Emek-sermaye çelişkisinin sistemi belirleyen temel çelişme olmadığı iddiası eşliğinde, sınıf mücadelesi ile etnik, cinsel, dinsel, ekolojik vb. mücadele eşitlenir. Hiyerarşiye karşı çıkmak adına (ve zaten alınacak bir iktidar olmadığı için) örgütlü mücadeleye de karşı çıkan Wallerstein’ın, sistemin hangi “özne”lerle, nasıl “dönüştürüleceği” ve yerine neyin konulacağı sorularına verdiği yanıt ise, belirsizdir. Dolayısıyla bütün eleştirel söylemlerine ve daha demokratik-eşitlikçi bir sistemin “mümkün” olduğunu söylemesine rağmen, görüşleri, burjuva ideolojisine eklemlenen görüşler olmanın ötesine gidememektedir. Bu bakımdan, ülkemizdeki etkisi de göz önünde bulundurulduğunda, Wallerstein’ın görüşleriyle bir hesaplaşma içine girmek; burjuva ideolojisinin sol-sosyalist ideoloji-politika üzerinde yarattığı tahribata karşı bir mücadele olarak da anlam kazanmaktadır.

GİRİŞ

‘Dünya sistemleri analisti* olarak bilinen Wallerstein, bütün “post-Marksist” yazarlar gibi, Marksizmin “eksik/yetersiz” kaldığı yerde analizlerine yeni bir dayanak noktası oluşturmuştur.  Wallerstein için bu dayanak noktası, ‘Yapısalcı Tarih Ekolu’ olan Annales olmuştur. Öncülüğünü Fernand Braudel’in yaptığı Annales, “ekonomik determinist tarih anlayışını aşarak (burada eleştirilen Marksist anlayıştır) demografik, coğrafi, dilbilimsel, kültürel ve antropolojik çok yönlü ‘bütünsel’ bir tarih anlayışı geliştirme” iddiasındadır. Marksizmin (tarihsel materyalizmin) toplumun gelişim yasalarını incelerken merkeze üretim biçimi ve ilişkilerini koyan anlayışını “ekonomik-determinist” bulan Yapısalcılar, “bütünsel bir tarih anlayışı” geliştirmek adına, bu yasaları, ikincil önemdeki diğer tarihsel-kültürel-coğrafi öğelerle eşitlerler. Toplumların gelişim yasalarının terk edilip yapısal-bütünsel bir yaklaşım oluşturmak üzere bu yasalar ve konu aldıkları ilişkiler yerine demografik, coğrafi, dilbilimsel, kültürel, antropolojik vs. olgular arasındaki ilişkilerin geçirilmesi, yapısalcılığı kaçınılmaz bir biçimde pozitivist (olgucu) bir tarih-toplum anlayışına götürür. Sınıf mücadelesinin görece zayıf olduğu günümüz dünyasında etnik, dinsel, cinsel, ekolojik vb. alanlardaki mücadelelerin öne çıkmasına bağlı olarak “sınıf mücadelesinin önemini yitirdiği” yönündeki bütün iddialar, işte bu pozitivist (olgucu) anlayışa dayanır. Oysa Marksizmin çıkış noktası, olgular arasındaki ilişkiler değil; bu olguları da koşullayan toplumun gelişim yasalarıdır. Marksizm; insanların toplumsal, siyasi ve düşünsel yaşam süreçlerinin, iradelerine bağlı olmayan maddi yaşamın üretim biçimi ve ilişkileri tarafından belirlendiğini söyler. Ancak yöneltilen suçlamaların aksine, Marksizm, ekonomik etkenin (maddi üretim biçiminin) biricik belirleyici öge olduğunu da söylememektedir. Engels, bu yöndeki suçlamalara “Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte en son belirleyici öge, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marx, ne de ben bundan fazlasını hiçbir zaman öne sürmedik” demektedir.  Dolayısıyla ekonomik yapının temel olması, üstyapının politik, hukuki, dini vb. çeşitli ögelerinin toplumsal gelişim süreci üzerinde etkili olmadığı anlamına gelmemektedir. Aksine Marksizmin ortaya koyduğu yasalar, bu ögelerin ortaya çıkış koşullarının ve toplumsal süreçlere etki etme düzeylerinin/sınırlılıklarının anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu nedenle Marksizm, toplumsal sınıfları ve bunlar arasındaki mücadeleyi tarihsel olarak belirlenmiş üretim sisteminde tuttukları yer, üretim araçlarıyla olan ilişkileri ve emeğin toplumsal örgütlenişindeki rollerine göre tarif eder. Ama mesela “işçi sınıfının nitelik değiştirdiği” ve “devrimci rolünü kaybettiği”ni iddia edenler, sınıfları belirleyen bu nesnel kriterlerin hangisinin/hangilerinin işçi sınıfı için değiştiğini söyleyememektedirler.

İşte, analizlerinde, Annales’in yapısalcı/bütünsel tarih anlayışından önemli oranda etkilenen Wallerstein’ın ‘Liberalizmden Sonra’ kitabının temel tezi, “SSCB’nin dağılışı, Komünizmlerin ve modern dünyada ideolojik bir güç olan Marksizm-Leninizmin çöküşü”nün “büyük ölçüde liberalizmin çöküşünü ve ‘liberalizm sonrası’ dünyaya kesin olarak girişimizi gösterdiği”  iddiasına dayanmaktadır. Wallerstein, bu tezinin dayanakları olarak, 1789’dan 1989’a kadarki sürecin “üç ideoloji” (muhafazakârlık, liberalizm ve sosyalizm) arasındaki mücadele süreci olarak algılansa da, aslında liberalizmin diğer ideolojileri kendine benzeştirip kendi egemenliğini ilan ettiği; Leninizmin, liberalizme karşıymış gibi görünse de, “onun cisimleşmelerinden biri” olduğu ve ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’nı (UKKTH) savunarak “Wilsoncu liberal programı” uyguladığı, “1968 devrimi”nin Marksist-Leninist devrim ve iktidar fikrini geçersizleştirdiği iddialarını gündeme getirmektedir. Bu iddialara bağlı olarak, 1989’da “çöken”, “sosyalizm değil, liberalizm” olmaktadır. Yazar, bu iddialarının devamında “liberalizmden sonra” “daha eşitlikçi ve adil bir dünyanın mümkün olduğu”nu söylese de, geleceği “belirsiz” görmektedir.

Şimdi Wallerstein’in iddialarının eleştirisine geçebiliriz.

I.

Wallerstein, kitabının  ‘Üç İdeoloji mi, Tek İdeoloji mi? Sözde Modernlik Savaşı’ başlığını taşıyan bölümünde, “modern zamanlar”ın “üç büyük ideolojisi”ni –muhafazakârlık, liberalizm ve sosyalizmi– tartışmaya açmaktadır. Yazar, “çoğu insan” “bu ideolojiler arasında bazı temel farklar olduğuna inanmak”la birlikte “bu farkların ne olduğu konusunda anlaşmazlık” bulunduğunu, çünkü “liberalizm ile sosyalizm arasında hiçbir temel fark görmeyen muhafazakârların, liberalizm ile muhafazakârlığın aynı şey olduğunu söyleyen sosyalistlerin ve hatta muhafazakârlık ile sosyalizm arasında ciddi bir ayrım bulunmadığını savunan liberallerin var olduğunu” söylemektedir.  Yazar, bu ideolojiler arasında ciddi bir ayrım bulunmadığını göstermek üzere, alıntıladığı görüşlerin yanı sıra 1830’lara kadar liberaller ile sosyalistler ve 1848’den sonra liberaller ile muhafazakârlar arasında bir “uzlaşma” olduğu “kanıtı”nı öne sürmektedir.  Yine, bu “üç ideoloji”nin arasındaki ‘fark’ı modernlik ve ilerleme konusundaki tavırlarına indirgeyerek, sırasıyla muhafazakârlık, liberalizm ve sosyalizm arasındaki ayrım noktalarını “Tehlikeyi mümkün olduğunca sınırlandırmak; mümkün olduğunca akılcı bir biçimde insanoğlunun mutluluğunu gerçekleştirmek; ya da ilerleme için ona direnen güçlere karşı yoğun mücadele suretiyle gidişi hızlandırmak” biçiminde nitelemektedir. Bu değerlendirmeler üzerinden ulaştığı noktayı, “Bu durumda, 1789’dan beri, renklerini üç büyük versiyonda sergilemiş olan tek gerçek ideolojinin, liberalizmin varolduğu sonucuna ulaşmak doğru olmayacak mıdır?”  sorusu eşliğinde ortaya koymaktadır: “1848’den sonraki 120 yıl içinde –yani en azından 1968’e kadar– birbiriyle çatışma halindeki üç ideoloji görüntüsü altında aslında sadece bir ideoloji”, liberalizm “ezici bir şekilde egemen olmuş”tur.

İdeolojinin tanımından başlayalım. Yazar, “modern ideolojileri”, Fransız Devrimi’nin dönüm noktası olduğu siyasi değişim karşısında “insanların bu yeni durumun üstesinden gelmek için seçtikleri yollar” olarak tanımlamaktadır.  Fakat bu tanım bile, Marx’ın 18 Brumaire’de belirttiği gibi, ideolojilerin farklı mülkiyet biçimleri ve toplumsal varlık koşulları üzerinde biçimlendikleri gerçeğini değiştirmemektedir. Yazarın “insanlar” diyerek aralarındaki ayrımı belirsizleştirdiği farklı sınıf ve tabakalar, “yeni durum”un kendi çıkarlarına zarar vermesini engellemeye ya da bu durumu kendi çıkarları temelinde kullanmaya çalışmaktadır. Bu da, farklı ideolojilerin, farklı toplumsal sınıf ve tabakaların kendi çıkarlarına göre belirlenmiş “dünya görüşleri” olduğunu gösterir. Marx, yazarımızın “muhafazakârlık” ve “liberalizm” olarak ikiye böldüğü burjuva ideolojisinin iki kampı arasındaki mücadeleyi “Orleancılar ve meşruiyetçiler, cumhuriyette, eşit emellerle, birbirlerinin yanında bulunuyorlardı! Her kesimin, ötekine karşı kendi hanedanının özel çıkarlarını canlandırıp güçlendirmeyi amaç edinmesi, ancak burjuvaziyi bölen –toprak mülkiyeti ve sermaye– iki büyük çıkarın her birinin, kendi yönünden kendi üstünlüğünü ve ötekinin altta kalmasını sağlamlaştırmaya çalıştığı anlamına geliyordu. Burjuvazinin iki çıkarından sözediyoruz, çünkü büyük toprak mülkiyeti, feodal çalımına ve soyluluk gururuna karşın, modern toplumun gelişmesi sonucunda, tamamen burjuvalaşmıştı.”  sözleriyle ortaya koymaktadır. Demek ki, farklı sınıf ve tabakaların kendi “ideolojileri” temelinde diğer ideolojileri suçlamaları, yazarın “yeni durumun üstesinden gelme yolu” olarak tanımladığı kendi çıkarlarını savunması bakımından anlaşılır bir durumdur. Fakat söylemsel düzeyde kendini gösteren belirsizlik (söylemlere bakıldığında, bu “ideolojiler” arasındaki ayrımın görünmez olması, ki her ideoloji, “bir sınıfın/toplumsal tabakanın” değil; “bütün ulusun/ insanlığın çıkarı”nı savunma iddiasındadır), bu “ideolojiler”in farklı toplumsal varlık ve sınıf çıkarlarına denk düştüğü gerçeğini değiştirmemektedir. Dolayısıyla bu söylemler üzerinden değerlendirme yapılarak bu “ideolojiler” aralarındaki ayrımın belirsiz olduğu sonucunu çıkarmak, bu “ideolojiler”i belirleyen toplumsal varlık koşullarının ve farklı sınıfsal çıkarların varlığını reddetmek anlamına gelir. Açıktır ki, bu yaklaşım, toplumsal varlık ve düşünce (burada ideoloji) arasındaki ilişkinin ters yüz edilmesi; “bütünsel” bir yaklaşım geliştirmek adına görünüşün ‘öz’ün yerine geçirilmesidir. Oysa, yazarın, yukarıda aktardığımız, 1848’den önce muhafazakârlara karşı liberaller ve sosyalistler ve 1848’den sonra sosyalistlere karşı liberaller ve muhafazakârlar arasındaki “uzlaşma”ya dair söyledikleri, bu “ideolojiler” arasındaki ayrımın belirsiz olduğunun değil; tam aksine, farklı sınıf ve tabakalar arasında çıkar mücadelesi bulunduğunun işaretidir. Çünkü işçi sınıfının ayrı bir sınıf olarak şekillenişinin görece zayıf olduğu1848’den önce, işçi sınıfı ve diğer emekçi tabakalar feodalizme ve onun devamı olan “muhafazakâr” toprak burjuvazisine karşı sanayi-ticaret burjuvazisinin yanında yer almış; ama işçi sınıfının burjuvaziye karşı sınıf savaşımının gelişmeye başladığı 1848’den sonra ise, “muhafazakâr” ve “liberal” burjuvazi işçi sınıfına karşı birleşmişlerdir. Marx, 1848 Devrimi sürecinde burjuva kamplar arasındaki “uzlaşma”yı ve bu uzlaşmanın arkasına diğer toplumsal kesimlerin de yedeklenmesini, “Haziran günlerinde, bütün sınıflar ve bütün partiler, proletarya sınıfının karşısında, yani ‘anarşi partisi’nin, sosyalizmin, komünizmin karşısında, ‘düzen partisi’ içinde birleşmişlerdi. Onlar, toplumu, ‘toplum düşmanları’nın tasallutundan kurtarmışlardı. Onlar, eski toplumun ‘mülkiyet, aile, din, düzen’ sloganlarını yeniden ele alıp, bunları ordularında parola olarak kullanmışlardı ve karşı-devrimci haçlılar ordusuna: ‘Bu işaret altında kazanacaksın!’diye bağırmışlardı.”  sözleriyle anlatır.

Bir kez daha belirtelim: Yazarımız, ideolojik söylemlere bakıp değerlendirme yapmakta, ancak bu söylemleri koşullayan sınıfsal çıkarları gözardı ederek, açıkça idealizme düşmektedir. Wallerstein, daha sonra da tartışacağımız gibi, mesela ‘UKKTH’ konusunda Wilsoncu ve Leninist söylemlere bakarak, bu iki yaklaşımı eşitlerken ya da Wilsonculuğun Leninizmi kendine benzeştirdiğini söylerken de, aynı hataya düşmektedir. Öte yandan feodal kalıntılara karşı mücadelenin devam ettiği koşullarda burjuvazinin “gelenekçi” ve “liberal” kesimleri arasındaki mücadele, işçi sınıfının burjuvazinin karşısına bir sınıf olarak dikilmeye başladığı süreçten sonra, yerini, bütün bir burjuva sınıfın işçi sınıfına karşı ‘uzlaşması’ ve mücadelesine bırakmıştır. “Liberallik” ya da “muhafazakârlık” tek bir ideolojinin; ‘burjuva ideolojisi’nin, duruma ve ihtiyaçlara göre, işçi sınıfına karşı kullandığı söylemler haline gelmiştir. Mesela ilk gelişme dönemlerinde kilise ve dine karşı mücadele eden ve bu mücadelede işçi ve emekçi halk kesimlerini etrafında toplayan liberal burjuvazi, işçi sınıfı ile arasındaki sınıf mücadelesinin kızıştığı dönemlerde, yeniden kilise ve dine sarılmaktan geri durmamıştır.

Wallerstein, ideolojiler arasındaki ayrımı “ilerlemenin hızı”na indirgerken de yanılmakta, daha doğrusu, daha sonra söyleyeceklerine zemin hazırlamak üzere, gerçeği çarpıtmaktadır. Çünkü kitabının birçok yerinde, kapitalizmin varlık nedeninin “sermaye birikimi” olduğunu kendisi söylemektedir. Kapitalizmin ve “egemen ideolojisi liberalizm”in varlık nedeni sermaye birikimi ise, liberal ideolojinin, toplum ilerledikçe –üretim arttıkça– geleceğin daha iyi olacağını söylemesi, bütün toplumu bu sömürü düzenine kazanmak istemesinden, işçi sınıfı ve emekçilerin bu düzene karşı başkaldırısını engellemeye çalışmasından başka bir anlam taşımaz. Dolayısıyla, “sosyalist devrim” yerine “liberal reform”un geçirilmesi, bu yolla toplumun hep ileriye, daha iyiye doğru gideceğinin vaaz edilmesi, bu ideoloji ile sosyalist ideoloji arasındaki ayrımın “ilerlemenin hızı”ndan daha fazlası olduğunu göstermektedir.  Yazarın bu konudaki değerlendirmelerinde de, üretim tarzı ve ilişkileri bilinçli bir şekilde göz ardı edilmektedir. Çünkü liberalizm insanlara “daha mutlu ve özgür bir gelecek” vaat etse de, bunun için, kapitalist üretim tarzının değişmesi, işçi sınıfı ile sermaye arasındaki sömürü ilişkilerinin (işçi sınıfının yaşamını sürdürmek için emek gücünü satması ve üretim araçlarını elinde bulunduran burjuvazinin bu emek gücünü daha fazla sermaye birikimi sağlamak üzere satın alması) değişmesini öngörmemektedir. Aksine, bütün söylemlerini, “sınıf uzlaşması ve işbirliği” üzerinden, bu düzenin devamı yönünde kurmaktadır. Oysa sosyalizm, “ilerleme”yi kapitalist özel mülkiyetin ve emek-sermaye arasındaki çelişkinin ortadan kaldırılmasında görmekte; geleceğin sınıfsız, devletsiz, özgür toplumunun ancak böyle bir temel üzerinde –sınıf mücadelesi temeli üzerinde– inşa edilebileceğini savunmaktadır. Öyleyse liberalizm ve sosyalizm arasındaki ayrımı belirleyen şey, “ilerlemenin hızı” değil; hangi toplumsal-sınıfsal çıkarlar temelinde ve nasıl bir “değişim” istendiğidir.

II.

Yazar, yukarıda tartıştığımız tezlerini öyle gelişi güzel ortaya atmamaktadır. “En azından 120 yıl” (1848’den 1968’e) liberal ideolojinin “mutlak egemenliği”nden söz ederken, Leninizmin de, liberal ideoloji (önemli göstergesi Wilsoncu program: ABD Başkanı Wilson’un 1917’de Almanya’ya karşı savaş ilan ederken savunduğu ilkeler) tarafından kendisine benzeştirilip “uysallaştırıldığı”nı iddia etmektedir. Çünkü, demektedir yazarımız, “her iki ideolojinin yöneldiği kilit mesele”nin “hem Wilsonculuk hem de Leninizm için ‘ulusal kalkınma’ olduğunu ve bunlar arasındaki temel anlaşmazlığın sadece, sözkonusu ulusal kalkınmaya giden yola ilişkin olduğunu ileri süreceğim.”

Farklı stratejik amaçlara, birinde (Wiysoncu) emperyalist talana açılmaya, diğerindeyse (Leninist) emperyalist kapitalist sömürüden kurtuluşa bağlanan ezilen halkların kendi kaderlerini tayin mücadelesi, doğru, kaderini tayin mücadeleleri olarak benzerlik taşımaktaydı ve Wallerstein sadece bu benzerliği görerek “ilerlemekte”ydi ve sonunda da “Leninizmin yeni rolü”nü belirteceği “öldürücü” hamlesini yapacaktı: “Klasik liberal önkabullere” dayanan Wilsonculuk, “dünya sisteminin çevre ve yarı-çevre bölgelerinin kendi kaderini tayini”ni savunmakta; “Lenin de proleter enternasyonalizm ve anti-emperyalizme ilişkin tamamen farklı sloganlar altında benzer politik amaçlar peşinde” bulunmaktaydı. Lenin’in Bakü’de “Doğu”ya özel önem atfetmesiyle (burada sözü edilen1920’de Komintern tarafından Bakü’de gerçekleştirilen ‘Doğu Halkları Kurultayı’dır – yyk), “Marksizm-Leninizm, fiilen burjuvaziye karşı proleter bir ayaklanma teorisi olan köklerinden, bir anti-emperyalizm teorisi olarak yeni bir role doğru ilerliyordu.”

İkisi de “ulusal kalkınmacı” olan Wilsonculuk ve Leninizm arasında bazı farklar da yok değildi. Mesela Wilsoncular sömürgelerin “anayasal yolla” yani “müzakere yolu”yla tasfiyesini savunurken, Leninistler “ayaklanmacı”ydı ve bağımsızlığın “ihsan edilmesini değil, alınmasını” savunuyorlardı. Ayrıca, bu iki ideoloji arasında, “kendi kaderini tayin mücadelesine kimin önderlik edeceği” konusunda da anlaşmazlık vardı. Wilsoncular “burjuvazi”nin, Leninistler ise “Bolşevik tipte bir parti”nin önderliğini savunuyordu. Ancak bu farklar “abartılmamalı”ydı, çünkü aynı “ulusal kalkınma”ya giden “farklı yollar” olmanın ötesinde bir anlam taşımıyorlardı.

Yazarımız böyle diyor.

Girişte de söylemiştik. Wallerstein’ın, Annales’in sosyal bilimler (ekonomi, tarih, coğrafya, antropoloji vb.) arasındaki “yapay farklılığın” kaldırılması adına yaşamın maddi üretimi ile toplumun ideolojik-kültürel-siyasi şekillenişi arasındaki ilişkiyi reddeden yaklaşımını benimsemesi, liberalizm ve Leninizme dair değerlendirmelerinde de karşımıza çıkmaktadır. Birinci olarak, liberalizm, ekonomik olarak yerini tekelci kapitalizme bırakmış olsa da, ideolojik-siyasal alanda liberal söylemin sürdürülmesi, yazarımız için liberalizmin “mutlak egemenliği” bakımından yeterli olmaktadır. Bağlı olarak, Wallerstein’ın ‘Dünya Sistemi teorisi’ olarak adlandırılan görüşlerinin en önemli hareket noktalarından biri olan “bütünselci” (kapitalizmi bir ‘bütün’ olarak ele alma) yaklaşımı, “sistemin uzun dönemli çevrim/döngülerinin incelemesi” adına emperyalizmin “tarihsel kapitalizm”in bir aşaması olduğunu reddeder.

Liberalizm, ‘Aydınlanma’ döneminde feodalizme karşı burjuvazinin (ve daha sonraları toprak burjuvazisine –onun “muhafazakârlığı”na– karşı sanayi-ticaret burjuvazisinin) ideolojisi olarak ortaya çıkıp gelişmiştir. Liberal burjuvazi, ekonomik olarak, feodal düzenin bütün kalıntılarının tasfiyesini ve serbest rekabeti savunurken, feodalizmin üreticiyi (serfleri) toprağa bağlamaya dayanan üretim ilişkilerinin yerine emek-gücünü satacak “özgür bireyler”in yaratılması uğruna siyasal alanda “bireyin doğuştan gelen temel hakları” olduğunu savunuyordu. Bayrağında “özgürlük-eşitlik-kardeşlik” sloganı yazıyor ve bu nedenle feodalizme karşı mücadelesinde emekçi kesimleri (işçi ve köylüleri) kendi bayrağı altında toplayabiliyordu. Liberal ideolojiye göre, toplumsal düzen iki temel ilkeye dayanmalıydı: Serbest rekabet (hür teşebbüs) ve bireyin özgürlüğü. Serbest rekabetin (ki sloganı, laissez faire-laissez passer: bırakınız yapsınlar-bırakınız geçsinler idi) sağlanabilmesi için devlet ekonomiye müdahale etmemeliydi, çünkü ekonomi zaten ‘piyasanın görünmez eli’ tarafından düzenleniyordu.

Kapitalizm, üretimin, sermaye birikimi sağlamak üzere, daha fazla kâr amacıyla yapıldığı ve bunun için emek gücünün sömürüsüne (yaşamını sürdürmek için çalışmak zorunda olan işçinin bir meta haline gelmiş olan emek gücünü belli bir ücret karşılığında sattığı kapitaliste gaspedeceği daha büyük bir değer; “artı-değer” üretmesine) dayanan bir sistemdir. İşçinin emek gücünün sömürüsü (artı değer) olmadan kapitalistin kâr elde etmesi ve sermaye birikimi sağlaması mümkün değildir. Öyleyse kapitalist üretim süreci, piyasada bir meta haline gelen emek gücünü satan (işçi) ile satın alanın (kapitalistin) “yasalar karşısında eşit haklara sahip özgür bireyler” olarak karşı karşıya gelmesini ve kapitalistin işçinin emek gücünü bir süreliğine satın almasını gerektirir.  Bir burjuva ideolojisi olarak liberalizmin, feodalizm ve “muhafazakârlığa” karşı bireyi merkeze alan “özgürlükçü”lüğünün kerameti bu üretim ilişkisinde yatmaktadır. Yoksa devletin müdahalesine karşı olan bu “özgürlükçü” “bırakınız yapsınlar”cı anlayış, 1848 Devrimi’nden bu yana, işçi sınıfının burjuvazinin çıkarlarını tehdit eden her türlü kalkışması sırasında “liberal devlet”in polisi, ordusu ve yargısını yardıma çağırmaktan geri durmamaktadır.

Liberal özgürlükçülüğün diğer yüzünü, kapitalistler arasında serbest rekabete dayanması oluşturur. Ancak bu rekabet, kapitalist üretim yasalarının (artı-değeri azami hale getirmek için üretici güçlerin hızla geliştirilmesi, ancak üretici güçlerin bu gelişimi ile üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı üretim biçimi arasındaki çelişkinin yol açtığı ekonomik krizler, kapitalist birikim ve sermayenin merkezileşmesi vb.) işlemesiyle, birçok kapitalistin bu rekabet süreci içinde mülksüzleşmesiyle sonuçlanır. “Şimdi mülksüzleştirilecek olan kimse, artık, kendi hesabına çalışan emekçi değil, birçok emekçiyi sömüren kapitalisttir. Bu mülksüzleştirme, kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesi ile gerçekleşir. Bir kapitalist, daima birçoklarının başını yer.”

Bir kapitalistin birçoklarının başını yemesi demek, sermayenin giderek yoğunlaşması ve az elde toplanarak gelişmesinin belirli bir aşamasında tekele yol açması demektir. Marx, eserlerinde sermayenin bu eğilimini tespit etmiş olsa da yaşadığı dönemde tekellerin “mutlak egemenliği”nden söz etmek mümkün değildir. Ancak üretimin sürekli yoğunlaşmasına bağlı olarak, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında artık az sayıda tekelin kapitalist üretim sürecine egemen olmaya başlaması, görünüşte serbest rekabetin yasaları varlığını sürdürse de, “eski kapitalizm”in yerini kapitalizmin yeni “tekelci” aşamasına bırakmasına yol açtı. Tekellerin ekonomik yaşamın her alanına nüfuz eder hale gelmesi, sanayi sermayesi ile banka sermayesinin kaçınılmaz bir şekilde iç içe geçmesini, mali sermayenin (finans kapitalin) ortaya çıkmasını sağladı. Bu nedenle, Lenin, bu “yeni” kapitalizmi, “sermaye egemenliğinin mali sermaye egemenliğine dönüştüğü” bir “evre” olarak tanımlar.  Mali sermaye, sadece tekellerin gücünü büyük oranda arttırmakla kalmaz, onlara, sahip olduklarından çok daha fazlasını denetleme olanağını sağlar. Öyleyse, kapitalizmin “yeni aşaması” olarak ‘emperyalizm’, kapitalist gelişmenin belirli bir aşamasında, temel özelliklerinden bazıları kendi karşıtına (serbest rekabet tekele) dönüşmeye başladığında ortaya çıkmıştır.

Emperyalizm, kapitalist üretimin belli bir gelişme sürecinde, bu gelişme sürecinin yasalarının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Lenin, emperyalizm aşamasını doğuran koşulları şöyle açıklar: “1) Üretim ve sermayenin yoğunlaşmasının, ekonomik yaşamda belirleyici rolü oynayan tekelleri yaratacak kadar yüksek bir gelişme aşamasına ulaşmış olması; 2) Banka sermayesiyle sanayi sermayesinin iç içe geçip kaynaşması ve bu ‘mali sermaye’ temelinde mali oligarşinin oluşması; 3) Meta ihracından farklı olarak sermaye ihracının özellikle büyük bir anlam kazanması; 4) Dünyayı kendi aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birliklerin oluşması; ve 5) Yeryüzü topraklarının kapitalist büyük güçler arasında paylaşılmasının tamamlanması.”  Görüldüğü gibi, Lenin, kapitalist gelişmenin yeni bir aşaması olarak emperyalizmi, yine kapitalist gelişmenin kendi yasalarına bağlı olarak açıklamaktadır.

Bu açıklamalar üzerinden tartışmamıza yeniden dönersek…

Birinci olarak, emperyalizm, liberal kapitalizmin yerini tekelci kapitalizme bıraktığı bir evre olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemde, liberalizm aşamasında kapitalizmin maddi temellerini güçlendirmek için dillendirilen “liberal söylem”lerin kullanılmaya devam etmesi, bu söylemlerin tekelci yayılmacılığın bir örtüsü olarak kullanılmasından başka bir anlam taşımamaktadır. Bu durum, emperyalizmin kapitalizmin yeni aşaması olduğunu kabul etmeyen ve liberalizmin “mutlak egemenliği”nden söz eden yazarımızın demokrasiye yönelik yaklaşımında da çarpıklığa yol açmaktadır. Liberalizm ve dayanağı olarak serbest rekabet döneminde feodalizme karşı mücadelesinde “bireysel hak ve özgürlükler”i emekçi sınıfları yanına çekmek ve kapitalist üretimin maddi zeminini güçlendirmek için kullanan burjuvazi, tekelci aşamasında, bu “özgürlükleri” kendi egemenliğini meşrulaştırmanın araçları, düzenin “asma yaprağı” olarak kullanır. Oysa bu gelişmelerden Wallerstein’ın çıkardığı sonuç, “demokrasi ve liberalizmin” “büyük ölçüde zıt oldukları”dır.

“Demokrasi ve eşitliğin birbirleriyle ayrılmaz bir bağ”a sahip olduğunu da  düşünen yazarımız, liberalizmi kafasında oluşturduğu soyut “demokrasi” kavramı üzerinden değerlendirmektedir. Ancak burjuvazinin “liberal demokrasi”den şikâyeti olmadığı açıktır. Öte taraftan, daha önce de belirttiğimiz gibi, maddi yaşam biçiminin belirleyiciliğini reddeden yazarımızın, kafasında oluşturduğu soyut “eşitlik” kavramının da “demokrasi” gibi tartışmalı olduğu ortadadır. Mesela UKKTH mücadelesinde hangi sınıfın bu mücadeleye önderlik edeceği konusunda burjuvazi ve işçi sınıfının önderliği arasındaki farkın “abartılmaması” gerektiğini söyleyen yazarımız, “demokrasi” ve “eşitlik” arasında kurduğu ilişkide sınıfsal sömürünün ortadan kaldırılmasını acaba nereye oturmaktadır? Yoksa Wallerstein’ın “eşitlik” tasavvurunda sömürünün ortadan kaldırılması da sınıf meselesi gibi önemsiz bir ayrıntı mıdır? Feodal aristokrasi ile “genç” burjuvazi arasındaki ilişki örneğinde olduğu gibi, yalnızca harç ve haraçlar vb. türü sınıf ayrıcalıklarının kaldırılması anlamında biçimsel ve görünüşte eşitlik mi, sınıfların kaldırılması anlamında gerçek bir eşitlik mi –hangisi? Burjuva devletin bir biçimi olarak burjuva demokrasisinde “eşitlik” biçimseldir ve burjuva sınıfın çıkarlarının –sermayenin emek üzerindeki egemenliğinin– korunmasının bir örtüsüdür. Bu bakımdan burjuva demokrasisi, toplumun geniş emekçi kesimleri için bir “diktatörlük”tür, ama işçi sınıfı demokrasisi (proletarya diktatörlüğü) ise, işçi sınıfı ve emekçi halk tabakaları için demokrasiyken, burjuva devletteki egemenlik ve sömürü ilişkileri ortadan kaldırılan burjuvazi için bir “diktatörlük”tür. Bu nedenle, yazarımız, ne kadar güzel laflar etse de, demokrasinin bir devlet biçimi olduğunu ve sınıfsal bir karakter taşıdığını yadsıyarak, yine yanılgıya düşmekte, maddi dünyanın ötesinde hayal âleminde dolaşmaya devam etmektedir.

Emperyalizm çağında “liberal demokrasi”, burjuva sınıfın tekelci yayılmacılığının önündeki bütün engellerin kaldırılması olarak anlam kazanmaktadır. ABD Başkanı Wilson’un Ocak 1918’de UKTTH konusunda gündeme getirdiği ilkeler de bu temelde değerlendirilmelidir. Kapitalizm, liberal (serbest rekabetçi) dönemde nasıl ki emek gücünü satacak “özgür bireyler”e ihtiyaç duyuyorduysa (ki, bu, kapitalizmin varlık nedeni olan sermaye birikimi için her dönem olmazsa olmaz bir ihtiyaçtır), I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” da, galip emperyalist ülkelerin yenilen ülkeleri yeniden paylaşımının bir biçimi olarak gündeme getirilmiştir. Başka bir deyişle, bu hak, Osmanlı gibi yenilen devletlerin boyunduruğu altındaki halkların, “kendi geleceklerini belirleme özgürlüğü” görüntüsü altında, yenen emperyalistlerin yağmasına açılması, onlar arasında paylaşılması amacına bağlanıyordu.  Bu bakımdan, Wallerstein’ın Wilsoncu “liberalizm”in “dünya sisteminin çevre ve yarı-çevre bölgelerinin kendi kaderini tayini savunusu” dediği ilke, emperyalist savaş ve sonrasında emperyalist yayılmacılığın bir ilkesi olarak gündeme getirilmiş ve öyle işlemiştir.

Oysa, Marksizm-Leninizm açısından bu hak, öncelikle emperyalist boyunduruğa-ezen ulusun baskısına karşı ezilen ulusun demokratik bir hakkı olarak, sosyalizm mücadelesinin olanaklarını genişletmesi ve bağlı olarak ulusal hak eşitliği üzerinden milliyetçi duvarları yıkarak işçi sınıfının sınıf bilinci ve enternasyonal bir sınıf olarak mücadelesinin gelişmesinin önünü açması bakımından savunulur. Öte yandan, işçi sınıfının (sosyalizmin) dünyanın herhangi bir yerinde iktidarda olduğu koşullarda bu hakkın savunusunun, sosyalizm ve ezilen uluslar arasındaki dayanışmayı büyüterek emperyalist cepheyi zayıflatmak anlamı taşıdığı da açıktır. Yani Marksizm-Leninizm açısından, UKKTH, emperyalist yayılmacılığın önüne geçilmesi ve işçi sınıfının sosyalizm için (sömürüsüz bir düzen için) mücadelesinin önündeki engellerin kaldırılması içeriğiyle, Wilson’un gündeme getirdiği ilkeler ile amaçlanana taban tabana zıt bir amaca hizmet etmektedir. Ama yazarımız gibi, demokrasinin sınıf karakterini ve ideoloji ile üretim biçimi-ilişkileri arasındaki bağı görmezseniz, Wilsoncularla ve Leninizmin UKKTH’yı savunan söylemlerine bakarak, bu iki anlayışı eşitlemenizde ve aralarındaki ayrımı “abartmamak” gerektiğini söylemenizde bir sakınca kalmamaktadır.

Öte yandan, yazarımızın ulusal harekete hangi sınıf ve partinin (burjuva sınıfı ve ulusal partisinin mi, yoksa işçi sınıfı ve Bolşevik tipte bir partinin mi) önderlik edeceği konusu gibi “abartılmaması” gerektiğini söylediği bir diğer fark da, UKKTH’nın “uzlaşmacı” yoldan mı, yoksa “devrimci” yoldan mı gerçekleştirileceği konusudur. Yazarın “abartılmaması” gerektiğini söylediği bu fark da, harekete hangi sınıfın önderlik edeceği tartışmasına bağlı olarak, ezilen ulusun ulusal hareketinin önüne geçilmesi koşulları kalmadığında, bu “kaderini tayin”in, ezilen ulusun yeniden emperyalist-kapitalist sisteme bağlanmasının bir aracına dönüştürülmesi ile ezilen ulusun emperyalist boyundurukluktan kurtulup devrimci-demokratik halk iktidarını kurmasına araçlık etmesi arasındaki farktır. Eğer işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesi bir anlam taşımıyor ve bu bakımdan “kaderini tayin”in hangi sınıfın/partinin öncülüğünde gerçekleştiği önemsizleşiyorsa, o zaman bu hakkın, ezilen ulusun –ulusal köleliği sürmek üzere– emperyalist-kapitalist sisteme bağlamasıyla devrimci-demokratik bir çizgi üzerinden sosyalizme ilerletilmesi koşullarının ortaya çıkması olarak gerçekleşmesi arasındaki fark da önemsiz bir ayrıntı haline gelir!

III.

Peki, Leninizm ‘ulusal kalkınmacı’ mıdır? Kapitalizmin emperyalizm evresini (ve eşitsiz-sıçramalı gelişim yasalarını) reddetmesi, yazarımızın Leninizmden ‘ulusal kalkınmacı’lık çıkarmasına yol açmaktadır. Eşitsiz-sıçramalı gelişim yasası, emperyalist dünya sistemindeki çelişkilerin gelişmesine bağlı olarak, devrimin, emperyalist zincirin zayıf halkasında/halkalarında gelişmesinin koşullarını yaratmaktadır. Sovyet Devrimi, bunun en tipik örneğidir. Tek ülkede sosyalizmi ‘ulusal kalkınmacılık” olarak değerlendirmek, “sürekli devrim/dünya devrimi” gibi “devrimci” bir söylem görüntüsü altında, aslında emperyalist yayılmacılığa teslimiyetten başka bir şey değildir. Eşitsiz-sıçramalı gelişme yasasına göre emperyalist zincirin kapitalist gelişme bakımından “gelişmiş” ya da “daha az gelişmiş” herhangi bir ülkesinde devrim koşulları ortaya çıktığında, bu ülkenin proletaryası ne yapacaktır? “Dünya devrimi” için beklemeye devam mı edecektir, yoksa bu ülkede iktidarı ele alarak emperyalist-kapitalist düzene karşı dünya genelinde işçi sınıfı ve ezilen halkların mücadele olanaklarını geliştirme ve sosyalizmin nihai zaferini sağlama yolunu mu tutacaktır?

Sosyalizmden ‘ulusal kalkınmacılık’ çıkarmak, yazarın “ulus” konusunda da çarpık bir görüşe sahip olduğunu göstermektedir. Çünkü ulus, kapitalizmin şafağında (yazarımızın “yeni bir durum” olarak tarif ettiği Fransız Devrimi’ ve öncesindeki burjuva devrimleriyle birlikte) ortaya çıkmış “tarihsel bir kategori”dir. ‘Ulus’ olma, burjuvazi için, öncelikle, bu tarihsel kategorinin şekillendiği topraklara/kendi pazarına egemen olma anlamını taşımaktadır. Ama bu egemenlik sağlandıktan sonra, ‘ulus’, burjuvazinin kendi sınıfsal sömürüsü ve yayılmacı emellerini gizlemesinin; bu çıkarların üzerinin örtülmesinin aracı haline gelmiştir. Burjuva egemenler, sadece kendi devletlerinde kurdukları sömürü ilişkilerini değil; kendi yayılmacı-emperyalist emellerini de ‘ulusun çıkarları’ olarak gösterir. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda kendi ülke burjuvazilerinin yanında savaşa giren II. Enternasyonal’in sosyal-şoven partileri ile Leninizm arasındaki en önemli farklardan biri de, işçi sınıfının devrimci partisinin (Bolşevik Parti’nin) “ulusal çıkar”ı reddedip, bunun aslında burjuvazinin çıkarı olduğunu ortaya koymasıdır. Bolşevik Parti, Rus burjuvazisinin emperyalist-yayılmacı savaş politikalarına “devrimci iç savaş” sloganı ile yanıt vermiştir. Marksist-Leninist parti, burjuvazinin “ulusal çıkar”ı yerine, işçi sınıfının enternasyonal çıkarını savunur; mücadelesini bu temelde yürütür. Burada, mesele, yine dönüp dolaşıp aynı yere gelmektedir: İşçi sınıfı, dünyanın bir ya da birkaç ülkesinde iktidarı ele alma olanağı ortaya çıktığında bunu emperyalist-kapitalist zinciri parçalayıp sosyalizmin nihai zaferi için bir olanak olarak mı görecektir, yoksa “dünya devrimi” için peşinen yenilgiyi kabul edip emperyalist-kapitalist sömürü ve yayılmacılığa teslim mi olacaktır? Dolayısıyla Marksizm-Leninizm açısından bir ya da birkaç ülkede işçi sınıfının iktidarı ele alıp sosyalizmi inşa mücadelesi, emperyalist-kapitalizm çağında burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki sınıf mücadelesinin yeni bir boyutunu oluşturur. Ancak bu koşullardaki sosyalist inşa, sosyalizmin nihai zaferi anlamına gelmemekte; devam eden sınıf mücadelesi “geri dönüşleri” yine olanaklı kılmaktadır. Daha sonra tartışacağımız gibi, Sovyetlerde sosyalizmin yaşadığı geçici yenilgi, bu mücadelenin bir sonucu olarak yaşanmıştır.

Wallerstein, Leninizm’in “ulusal kalkınmacı”lığının en önemli kanıtı olarak, Lenin’in “Komünizm eşittir Sovyetler ve elektrik” sloganını göstermektedir.  İktidarın hangi sınıfın elinde olduğu konusu yazarımız için önemsiz bir ayrıntı olduğu için, “Sovyetler”i atlayıp, elektriği görmektedir. Oysa Sovyetler, işçi sınıfı demokrasisinin aracıdır.

Sovyet sistemi, halkın yaşam ve üretim alanları üzerinden meclislerde örgütlenmesine ve bu örgütlenme üzerinden yönetim süreçlerine katılımını esas alır. Bu yönüyle, halkın sadece belli dönemlerde sandığa giderek oy kullandığı ve aslında seçim süreçlerinin burjuvazinin egemenlik ve sömürü ilişkilerinin üzerini örtmek için kullanıldığı burjuva demokrasisiyle taban tabana zıt bir demokrasi anlayışına sahiptir. Sovyetler, ayaklanma koşullarında işçi sınıfı ve emekçilerin bir örgütlenme modeli olarak ortaya çıkmış; işçi sınıfı iktidarında ise, ‘iktidar organı’ haline gelmiştir. Bu yönüyle, işçi sınıfı demokrasisinin ‘özgün’ bir biçimidir. Sovyet sistemi, işçi ve emekçilerin kendi yöneticilerini kendilerinin seçip denetleyebildiği ve bu bakımdan burjuvazinin sömürü koşullarını ortadan kaldırıp “herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre” ilkesiyle demokrasinin en ileri biçimini temsil eden ‘yeni bir yaşam’ı kurmasına dayanan bir sistemdir. Bu nedenle, Sovyetler Birliği’ndeki ‘kalkınma’ ulusal bir kalkınma değil; “kalkınma” açısından konuşulacak olursa, enternasyonal bir sınıf olan işçi sınıfının dünyanın iktidarı ele aldığı/alabildiği bir parçasında burjuva sömürü düzenini tasfiyesine dayanan bir “kalkınma”dır. Başka bir deyişle, aynı zamanda bir ekonomik ilerleme de olan bu “kalkınma”, öz olarak, insanın insan tarafından sömürülmediği sınıfsız komünist topluma geçiş olarak sosyalist ekonominin inşa edilmesi, sadece Rusya burjuvazisinin tasfiyesi olarak değil; işçi sınıfının uluslararası emperyalist-kapitalist düzene karşı mücadelesinin bir dayanağı olarak anlam kazanmaktadır. Emperyalist-kapitalist sistemin, işçi sınıfının iktidarı ele aldığı 1917’den başlayarak, Sovyetler Birliği’ne yönelik çok yönlü abluka ve saldırılarının nedeni de budur. Yani burada, emperyalist-kapitalist sistemin rahatsızlığı ve saldırganlığının nedeni SB’nin “ulusal kalkınması” değil; işçi sınıfının dünyanın bir bölgesinde burjuvazinin sömürü koşullarını ortadan kaldırması ve bu adımının bütün dünya burjuvazisini tehdit eden bir durum yaratmasıdır. Dolayısıyla, Lenin’in “Sovyetler ve elektrik” sloganının “Sovyetler” kısmı, işçi sınıfı demokrasisine (ve burjuvazi üzerindeki diktatörlüğüne) ve “elektrik” kısmı da iktidarı kaybeden ama hala oldukça dirençli olan burjuvaziye karşı sosyalist üretim ve inşaa ve tabii ki gerilemeyi değil, ama “kalkınma”yı geliştirmesine; işçi sınıfı ve emekçilerin sömürüsüz bir ekonomik düzen kurmasına yöneliktir. Ancak yazarımız, her kuşu leylek sanıp, “kalkınma”nın hangi sınıfın kontrolünde ve ne için gerçekleştirildiğini atlayarak, işçi sınıfının iktidarı ele aldığı dünyanın bir bölgesinde (SB’de) gerçekleştirilen “kalkınma” üzerinden Leninizmi “ulusal kalkınma”cı ilan edebilmektedir. Oysa bu “kalkınma”nın hangi sınıfın iktidarında ve hangi amaçla sağlandığı sorularının cevabı, toplumsal gelişmenin yönünü belirlemekte; bu kalkınmanın insan emeğinin ve doğanın sömürüsü karşısındaki konumunu açıklamaktadır.

Sonuç olarak, emperyalizm ve proleter devrimler çağında emperyalist yayılmacılığın örtüsü olan “liberalizm” ile proleter devrimin teorisi olan Leninizmin sadece yolları değil; dünyaları da (varmak istedikleri yer-kurmak istedikleri düzen) taban tabana zıttır. Ancak toplumun gelişme yasalarını ve sınıf mücadelesini bir tarafa bırakır ve bir ayağı söyleme, diğer ayağı olgulara basan bir analiz sistemi kurarsanız (burada Liberalizm ve Leninizmin UKKTH ile ilgili söylem ve ‘kalkınma’cı politikalar üzerinden eşitlemesinde olduğu gibi), yazarımız gibi Leninizmi liberalizme benzeş kılmakla kalmaz; Leninist devrim ve iktidar fikrinden de kurtulursunuz.

Gelecek sayımızda Wallerstein’ın bu konudaki görüşlerinin eleştirisine devam edeceğiz.

Bugün ihtiyaç olan nedir?

Bugün işçi sınıfının devrimci partisinin sınıfa karşı görevlerini yerine getirebilecek, işçi hareketinin bağımsız politik bir sınıf olarak davranmasını güvence altına alabilecek bir çalışmayı yürütebilecek, bu faaliyet içerisinde örgütünü yeniden inşa edebilecek, bunu yaparken kendisini de sürekli geliştirip mükemmelleştirebilecek kadro ve militan tipine duyulan ihtiyaç daha da büyümektedir. Ülkenin içinden geçtiği durum ve uluslararası koşullar bu ihtiyacı her geçen gün daha yakıcı hale getirmektedir. Sermaye dünyası işçi sınıfına ekonomik, siyasal, sosyal ve tüm yönleri ile saldırmakta, uluslararası gericilik yerel ve bölgesel hesaplaşmalarını daha da sertleştirmekte ve yaygınlaştırmaktadır. Açıkçası, sorunlar yığılmakta, görevler ağırlaşmaktadır. Bütün bu görevlerin üstesinden gelebilmek için, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin örgütünü geliştirmenin, onların mücadele ve direniş mevzilerini güçlendirmenin zorunluluğu ortadadır ve buna ihtiyaç acilleşmektedir.

Teorinin kitleler tarafından kavrandığında maddi bir güce dönüşeceği çok iyi bilinen bir gerçektir. Bunun kadar bilinen diğer bir gerçek de, politika bir kez belirlendikten sonra tayin edici olanın kadrolar olduğudur. Teori, politika ve kadrolar arasında kurulan bu ilişki, ancak günlük çalışma ve mücadelede, kitlelerin eyleme geçmesinde kendi karşılığını bulmaktadır. Burada, teori ve politikanın hangi temelde şekillendiği, hangi sorunu veya sorunları çözmek için önüne aldığı gibi temel sorunlarla karşılaşırız.

Dünyayı devrimci bir yolla değiştirmek için yola çıkmış parti ve örgütler mevcut durumu tahlil etmekte, kendi sınıfsal konumlarına uygun ideolojiyi benimsemekte, kendi pratikleri içerisinde onu geliştirmektedirler. Devrim iddiasındaki küçük burjuva bir örgütün ihtiyaç duyduğu kadroların nitelikleri, onlardan istediği çalışma, kısacası militan tipi ile işçi sınıfının devrimci partisinin işçi ve halk devrimini temel alan çalışma ve bu çalışmayı yürüten kadro ve militanlardan istediği pratik görevler, ihtiyaç duyduğu kadro tipi doğal olarak bütünüyle farklıdır.

Kadro ve militan tiplerinin şekillenmesi açısından, çok uzak olmayan geçmişe kısaca bir göz attığımızda, bu konuda şekillenen tablo kalın çizgileri ile şöyledir: Ülkede yönetenlerle yönetilenler arasında  bir “suni denge” bulunduğunu ileri süren ve genellikle teröre dayanan –onlar buna devrimci şiddet adını vermektedirler– “kızıştırıcı” eylemler yapan küçük-burjuva devrimci örgüt, militanlarından bu eylemleri yapacak bir gözüpeklik, teknik yetenek ve silah kullanmada ustalık vb. nitelikler istemektedir. Bu niteliklere sahip olan “militan tipi” bu tür örgütlerin ihtiyaçlarını karşılamakta, kaybedilen kadroların yerine asgari olarak bu eğitimden geçirilmiş kadroların konması ile “kadro sorunu” çözümlenmektedir.

Teori ve politikaya duyulan ihtiyaç da asgari düzeyde bilgilerin öğrenilmesi düzeyinde kalmaktadır. Halk da, zaten hazır olarak bu dengenin bozulmasını beklediğinden, onu hazırlamak gibi bir çalışma olmayacak, kendi dışında gerçekleşen “harekete geçirici eylemlerle” harekete geçecek, böylece devrim gerçekleşecektir. Burada yapılan tarif elbette oldukça basitleştirilmiştir. Ancak meselenin özünü ortaya koymaktadır. Ayrıca, burada çizilen tablo, küçük-burjuva örgütün/örgütlerin devrime içtenlikle bağlı olduğu, buna karşın devrimci hareketi bağrında birleştirebilecek başka bir alternatifin olmadığı bir dönemi resmetmektedir. Küçük-burjuva pratik bir kez ortaya çıkıp kendini gerçekleştirdikten ve bu yolun yanlış bir yol olduğu kanıtlandıktan sonra aynı yolda yürümekte ısrar etmek, bu örgütlerin içtenliğini ve mazeret olarak öne sürülebilecek gerekçeleri ortadan kaldırmaktadır. Tutulan yol artık işçi ve emekçi hareketine zarar veren bir yoldur. Bu tür örgütler, bugün kendilerine, özünde geçmişlerinden pek farklı olmayan yeni “maceracı” yönler bularak, ama genelde halk hareketine zarar verecek pratikleriyle varlıklarını devam ettirmeye çalışmaktadırlar. Bu yazının elbette işin bu yönünü konu edinmek gibi bir amacı bulunmamaktadır. Sorun sadece böyle bir örgütün ihtiyaç duyacağı kadro tipinin nasıl olduğunun anlaşılması açısından kısaca ele alınmıştır.

Elbette Türkiye sosyalist hareketinde kökleri daha eskiye ve derine dayanan, bir ucu halka tepeden bakan aydın geleneğine dayanan başka kadro tipleri de bulunmaktadır. Kemalist, halka üstten bakan, halka rağmen “darbeyle devrim bekleyen” “devrimci tipler” olduğu gibi, uzlaşmacı, halka yabancı, işçi sınıfının kendi deneyimini edinmesi ve geliştirmesi anlayışına uzak “salon sosyalisti” geçmişteki TKP’li kadro tipi gibi tipler de bulunmaktadır. Bu olumsuz gelenek ve mücadele anlayışı, bir dönem sosyalist hareketin işçi sınıfının mücadelesine dayanan ve onun içinden çıkmış kadro tipinin oluşmasının önünde ciddi bir engel oluşturmuştur. 1960’larda başlayan halk uyanışı ve 68 Hareketi bu “tiplerin” etkinliğini kırmış, onlara tepki içerisinde şekillenmiş farklı bir militan tipini ortaya çıkarmıştır. Demokratik-devrimci özelliklere dayanan, genellikle halka bağlılığı, adanmışlığı, en büyük fedakarlıkları göze alabilmeyi bağrında toplayan bu militan tipi, en iyi özelliklerini hareketimizde temsil edilen bir sonraki militan tipine devrederek tarih sahnesinden çekilmiştir. Bu geleneğin farklı kanatlarına sahip olduklarını iddia eden bazı küçük burjuva grup ve akımlar ise, bugün için bu militan tipinin yozlaştırılıp karikatürize edilmesinin temsilcileri olarak varlıklarını sürdürmeye çalışmaktadırlar.

Olumsuz ve olumlu yanları ve çelişkili bütünlükleri içerisinde bütün bu “militan özellikleri” ve kadro tiplerinin işçi sınıfının devrimci partisinin temelde halkını seven ve ona bağlı, işçi sınıfının davasına kendisini adamış, işçi sınıfının tarihsel görevlerini yerine getirmesi için çalışma yürüten militan tiplerine örnek oluşturamayacağı ortadadır. Elbette hareketimizin kökenleri itibarıyla demokratik-devrimci hareketin gelenekleriyle yetişmiş kadro tipinin egemen olduğu bir dönemi doğal olarak varolmuştur. Esasen bu kadro tipinin tüm olumlu özellikleri: halka bağlılığı, sınırsız fedakarlığı, atılganlığı ve cesareti, davasına içtenlikle bağlılığı halen mevcut kadro tipinde temsil edilmektedir. Ancak işçi sınıfının bağımsız hareketini örgütlemek, bu çalışma ve mücadele içerisinde partisini ve kendisini yeniden inşa etmek göreviyle karşı karşıya olan günümüz militanının bu sosyalist nitelikli görevleri yerine getirebilmesi, demokratik-devrimci geleneğin sahip olduğundan çok daha farklı derinlikte ve nitelikte bir çalışmayı gerektirmektedir. İşçi sınıfının devrimci partisinin bu konudaki avantajı, sıfırdan başlayacak olmaması, çalışma ve eylemini zaten işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin alttan girişkenliğinin gerçekleşmesi üzerine kurması, kadrolarını da bu görevleri başarabilecek tarzda donatma çabasıdır.

Şu tarihsel bir gerçektir: Bir işçi ve halk devrimini gerçekleştirmeyi amaç edinen sınıfın devrimci partisi, işçi sınıfının ve emekçi halkın harekete geçmesi, örgütlenmesi ve kendi pratik deneyiminden ve işçi sınıfının uluslararası ve tarihsel tecrübelerinden öğrenmesi üzerinden, ulusal ve uluslararası koşulların uygun olması ile bu amacını gerçekleştirebilir. İşte bu amaç, kadro tipinin şekillenmesini de bütünüyle belirler. İşçi sınıfının günlük yaşamına, kendiliğinden eylemine, yürüttüğü ekonomik mücadeleye katılmak, bu mücadele içinde sınıfın örgütünü ve eylemini ilerletmek, hareketini politik mücadeleye genişleterek, sermayenin iktidarını yıkma bilincini kazandırmak apayrı bir devrimci çalışma ve bunu gerçekleştirecek kadro tipi talep eder. Burada, cesaretin de, atılganlığın da, gözüpekliğin de, inisiyatif ve yeteneğin de farklı bir içerik ve karakter kazandığını tespit etmek gerekir.

Bu dediklerimizi kısaca şöyle açımlayabiliriz ki; işçi sınıfının tarihsel amaçlarına sonuna kadar bağlı militan tipi, cesaretini, atılganlığını ve yeteneğini sınıf hareketini örgütleme, onun eylemini geliştirme çalışması içerisinde gösterebilir. En zor koşullar altında bile –bu sadece siyasi koşullar olarak yorumlanmamalı– fabrika ve işyeri çalışmasını yürütmek, emekçi semtlerinde faaliyetini sürdürebilecek şekilde mevzilenmek, günlük gazetesini, bildiriyi sınıf kardeşine ulaştırabilmek için canı dahil ağır bedelleri ödeyebilme kararlılığına sahip olmak, kitle eyleminin ve hareketinin tereddüt gösterdiği, yalpaladığı anda cesaretle ileri atılmak ve sınıfının en önünde yürümek gibi özellikler bu komünist militanın en belirgin özellikleri durumundadır.

Buna rağmen, bu militandan istenen, körlemesine canını tehlikeye atması değil, ama şu ya da bu fabrikayı yetenekle örgütleyebilmesi, falan işçi semtinde emekçilerin örgütüne yenilmez ve kitlesel bir özellik kazandırmayı başarabilmesidir. Bu çalışma içerisinde tehlikelerle karşılaşmak elbette mümkündür. Ama bu komünist bir militan için, bu tehlikelere rağmen çalışmasını yetenekle yürütmek, sadece cesaretin bir belirtisi değil, işçi sınıfına ve emekçi halka karşı görevini yerine getirme çabasının doğal bir parçası, yürüttüğü çalışmanın  başarıya ulaştırılmasının zorunlu bir koşuludur. Halkına karşı sınırsız bir bağlılık, işçi ve emekçi halka duyulan içten bir sevgi ve güven olmadan bu görevlerin başarılamayacağı ortadadır.

Ayrıca belirtmek gerekir ki, her dönemin koşulları, sınıf mücadelesinin gelişme düzeyi, devrimle karşı-devrim arasında süren mücadelenin aldığı biçim vb. gibi etkenler devrimci çalışmadan farklı yetenekler beklediği gibi, parti militanlarından da döneme ve koşullara, onların ihtiyaçlarına uygun bir çalışma talep eder. İşçi hareketinin yükseldiği, halk kitleleri arasında hoşnutsuzluğun derinleştiği, kaynaşmanın arttığı bir dönemde yapılacak çalışma ile, hareketin durgun seyrettiği dönemlerde yapılacak çalışma öncelikleri itibarıyla farklı bir çalışma olmak durumundadır. İlkinde yükselen hareketi birleştirme, ortak hedefe yöneltme, sermaye ve gericiliğe güçlü darbeler indirebilecek bir konuma doğru geliştirme söz konusu iken, diğerinde fabrika ve işyerlerine, emekçi semtlerine çekilmiş hareket içerisinde aydınlatma ve örgütleme çalışması, kültürel vb. çalışmalar ağırlık kazanmaktadır vb…

Ama her koşulda işçi sınıfının partisi için sınıfın bağımsız hareketinin örgütlenmesi çalışması yürütülmesi tayin edici bir koşuldur. İşçi sınıfının devrimci partisi, sınıfın bağımsız eyleminin ve örgütlenmesinin gelişmesi için gerekli araçları yine işçi kitlelerinin bitmez fedakarlığı ve yaratıcı gücüyle örgütlemiştir. Kuşkusuz bu araçların en önde geleni günlük işçi basınıdır. Şunun altını tartışmasız bir biçimde çizmek gerekir ki, işçi sınıfının kendi bağımsız örgütlenmesine sahip olması, sınıf hareketini politik bir hareket olarak geliştirebilmesi ve eylemini ilerletmeyi başarması, sermaye dünyasını yıkma ve emek dünyasını kurma mücadelesini sonucuna ulaştırabilmesinde işçi basını kilit halka durumundadır. İşçi basınının işçi kitlesi içerisinde yaygınlaşması, desteklenmesi, her yolla sahiplenilmesi olmadan işçi sınıfının hareketinin ve örgütünün ilerlemesi, sermayenin egemenliğini tehdit etmesi sadece bir hayalden ibarettir.

ÖRGÜT VE GAZETE

Bu sorun, bazı durumlarda, genel bir anlayış olmamakla birlikte şöyle dile getirilebilmektedir: “Bizim zaten bir örgütümüz var, gazeteyi örgütlenme çalışmasına temel yapmak gibi bir ihtiyaç neden zorunlu olsun ki?” Bu yaklaşım işçi hareketinin bugün ihtiyaç duyduğu temel sorunu kavrayamamaktır. Buna verilecek yanıt bellidir; evet, bizim bir örgütümüz var, ama işçi kitleleri örgütsüzdür! Onların bilinçlerinin ilerletilmesi, bağımsız, politik hareketlerinin örgütlenmesi gerekir. İşte bunun başarılabilmesi için günlük işçi basınının, görüntülü araçlarının yetenekle ve ısrarla günlük çalışmada kullanılması, günlük çalışmanın temeli yapılması gerekir.

Bunun olumlu örneklerinin ortaya çıktığı yerlerde ve dönemlerde, işçilerin bu basın ve yayınla çok olumlu bir ilişki kurdukları, deneyimlerini paylaştıkları, hareketlerini ortaklaştırmaya çalıştıkları görülmüştür. İşçi sınıfının bağımsız hareketinin ve örgütünün gelişebilmesi için bu çalışmanın gerçekleştirilmesi, bu örneklerin sayılamayacak kadar çoğaltılması zorunludur. İşte “bizim örgütümüz” de, ancak bu çalışma içerisinde, işçi sınıfının örgütü olarak kendini işçi kitlelerinin içerisinde yeniden inşa edebilir, kitlesel bir işçi, emekçi partisi olarak devrimci görevlerini yerine getirebilir. Bu çalışma, bugünün kadro tipinin nasıl olması gerektiğini de açıkça ortaya koymaktadır.

Bugün çalışmanın ve işçi hareketinin ihtiyaç duyduğu kadro tipi nasıl olmalıdır, komünist bir militan kimdir, en belirgin özelliği nedir diye sorulduğunda, bu soruya kestirmeden verilecek en kısa yanıt, günlük çalışma ve pratiği içerisinde işçi basınını başarıyla kullanan, gazetenin işçi kitlelerini bir ağ gibi sarmasını, onlara klavuzluk yapmasını sağlayan bir çalışmayı gerçekleştiren, diğer araçları da başarıyla kullanan  militan, komünist bir militandır ve o partinin kendisinden beklediği çalışmayı gerçekleştiren militandır, o bugünün kadro tipidir yanıtını vermek gerekir. Kuşkusuz bu görevin kapsamı ve yerine getiriliş biçimi ayrıca temel bir sorundur ve sorun açıklığa –hemen anlaşılacağı gibi bu ilk kez yapılıyor değildir– kavuşturulmalıdır. Yine de kısa bir hatırlatma yapmak gerekiyor.

İşçi sınıfının tarihsel görevinine kendisini adamış bir militan, ilk kez çalışma yürüttüğü bir alanda, kuşkusuz gazetesini dağıtmakla işe başlayacaktır. Ama örneğin aylarla ifade edilebilen, çok uzun olmayan bir sürenin sonunda dönüp geriye baktığında hala gazeteyi sadece kendisi dağıtıyorsa, bütün çalışmasını, eylemini ve yaşamını gözden geçirmelidir. Tutulması gereken yol açıktır; işe gazete dağıtarak başlayan komünist bir militan, işçilerin en ileri kesimlerinden bazılarının önce o gazetenin okuyucusu, bir adım sonra dağıtıcısı, gazeteye haber yazan ve toplayan muhabiri, bütün bu pratik içerisinde kendi sınıfını örgütleyen komünist bir işçi militan olma özelliğine doğru gelişme göstermesini, giderek gazete ile kurulan ilişkinin oradaki işçiler tarafından doğal bir görev olarak benimsenmesini, onların günlük işlerinin önemli bir parçası haline gelmesini, bir süre sonra o alandaki ileri işçilerin bütün işlerin sorumluluğunu almalarını sağlayabilmelidir. Herhalde dikkatlerden kaçmamıştır: günlük işçi basını temel alınarak yürütülen bu çalışma işçilerin örgütünü geliştirip güçlendirdiği gibi, “bizim örgütümüzü” de işçilerin örgütlenmesinin organik bir parçası olarak yeniden örgütleyip, geliştirmiş, işçi hareketinin omurgası daha sağlam bir şekilde yeniden çatılmıştır. Bütün bu çalışma içerisinde gazete daha fazla yaygınlaşmış, çalışmanın üzerindeki bir “yük” değil, onun asli unsuru ve dayanağı olduğu pratik olarak yeniden görülmüş olacaktır.

Bu çalışma kuşkusuz işçi sınıfının parçası olma, onların içine gömülme, yaşamını bütünüyle işçi ve emekçi kitlelerin içinde kurma, yaşayışta onlardan biri gibi olma, onlarla aynı kaderi paylaşma, aynı sorunlara karşı mücadele etme, ama bilinç ve davranış biçimlerinde kitleleri bir adım ileriye götürme, onların örgütlenmesini ve kendi kaderlerini kendi ellerine alma çabası içerisinde olmayı gerektirir. Yaşamını işçi yaşamının dışında kurarak bu görevlerin üstesinden gelinemeyeceği çok açıktır. Böylesi bir durum, “dışarıdanlık” eleştirilerini hak eden bir durumdur ve komünist bir militan için kabul edilemez bir niteliktir.

Bütün bu süre içerisinde, bu çalışmayı kolaylaştıracak, belki de işçi militanların yetişmesini hızlandıracak gelişmeler olacaktır. Bir grev, işçi sınıfını genel olarak ilgilendiren bazı gelişmeler, egemen sınıfların emekçi halkın demokrasi ve özgürlük mücadelesini engellemeye çalışan bazı girişimlerine karşı gelişen eylemler, işsizliğin ve yoksulluğun ortaya çıkardığı bazı sorunlar, hükümetin bazı yolsuzlukları vb.. gibi olaylar ve gelişmeler, işçi kitlelerinin politik bilinç edinmelerini hızlandıran gelişmeler olarak ortaya çıkabilir.

Ülkenin içinden geçtiği politik atmosfer dikkate alındığında, bütün bunların bir “kurgu” olmadığı çok iyi görülebilecektir. Esasen işçi sınıfının devrimci partisinin pratiğinde bu olumlu unsurlar ve dikkate değer örnekler bulunmaktadır. Ama sorun şu ki, bu tutum ve yaklaşımın, bütün bir partinin, onun militanlarının işçi kitlelerine ve çalışmaya yaklaşımında olağan bir biçim, ondan başkası kabul edilemeyecek olan bir yaşam ve çalışma tarzı olarak genelleşmesi ve egemen olmasıdır gerektir. Çünkü bugün işçi sınıfını kucaklamanın, onun örgütünü ve eylemini ilerletmenin başkaca bir yolu bulunmamaktadır. Olağan çalışmanın böyle yürütüldüğü koşullarda, kitlelerin nabzını elde tutamama, şu ya da bu gelişmeye “hazırlıksız yakalanma” gibi bir durumun ortaya çıkmayacağı çok açıktır.

Bir komünist militanın dikkatinden şu gerçeğin kaçması olanaklı değildir: Bugün az çok önemli her politik, sosyal ve ekonomik sorun birbiriyle ilgisiz gibi durmakta, bunların çözümüne ilişkin etkili adımlar atılamamakta, politik skandallar, sosyal problemler, ulusal sorundaki çözümsüzlükler düğümler halinde üst üste binmekte, adeta bir Gordion Düğümü gibi bir görünüm arzetmektedir. Bu düğüm nasıl çözülecektir? Sermaye sınıfının partilerinin ve akımlarının birinin ya da diğerinin halkı kandırma ve yedekleme üzerine kurulu gerici politikalarının peşine mi takınılacaktır, yoksa işçi sınıfının, halk hareketinin omurgası, harekete geçirici gücü, bütün bu sorunların çözümünü kendi etrafında ve hareketinde birleştirerek tüm emekçi kitleler için umut olması mı sağlanacaktır? Politik arenadaki mücadelelerin sürekli yinelenmesinin, bir çözüme ulaşamamasının, halk arasında giderek “bu işin bir çözüme kavuşamayacağı” algısının yaygınlaşmasının temel nedeni işçi hareketinin bu zayıflığı değil midir?

Bu zayıflığın ortadan kaldırılmasının, ancak işçi hareketinin bağımsız politik gelişimi, sınıf hareketinin tüm emekçi halkın en önünde yer alması ile olanaklı olduğu açıkça görülmelidir. Ergenekon soruşturmalarında, Gezi ile başlayan Haziran boyunca süren halk hareketinde, yolsuzluk ve rüşvetin patlak verdiği skandallarda, seçimlerde ortaya çıkan zayıflıkta eksikliği hissedilen ve görülen, “eğer o olsaydı hareket bambaşka bir mecraya girerek özgürlükler ve demokrasinin kazanılmasına, işbirlikçi büyük sermayenin geriletilmesine neden olacaktı” dedirten eksiklik işçi hareketinden, onun örgütlü gücünden başka bir şey değildir. Dahası, pek az istisnası dışında, sendika yönetimlerinin işçi hareketinin önünde takoz olmasına daha ne kadar katlanılacaktır?

Bir komünist militanın bütün bu durumlardan acı duymaması, bütün bu olup bitenler içerisinde kendi çalışmasını ve eylemini gözden geçirmemesi olanaklı olabilir mi? Her önemli gelişmede işçi sınıfı hareketi tayin edici bir güç olarak zayıflığından ötürü öne çıkamamış, diğer emekçi yığınları, onların gençliğini kendi etrafında toparlama yeteneğini gösterememiş, halk hareketinin omurgası olamamıştır. Bu durum işçi sınıfının kusuru değildir! Ortada bir kusur varsa, bu, öncelikle işçi sınıfı içerisinde çalışma yürüten ama işçi sınıfının bağımsız olarak örgütlenmiş, politik olarak birleşmiş bir sınıf olarak hareket etmesini sağlayamayanların, yani doğrudan bu çalışmayı yürütenlerin kusurudur. Bu kusuru başka yerlerde aramak boş bir avuntu olacaktır.

GENÇLİK İÇİNDE BENZER SORUNLAR BULUNMAKTADIR

Peki ya gençlik kitleleri içerisindeki çalışmada da benzer sorunlar yok mudur? Gençliğin demokrasi ve özgürlük istemi yoğunlaşıyor ve bu uğurda bir mücadele isteği yaygınlaşıyor. Tüm belirtiler gençlik yığınlarının yeni bir uyanışa girdiğini gösteriyor. Bu uyanışın işçi sınıfına doğru olduğunu ne kadar ileri sürebiliriz? Kuşkusuz bunu ileri sürebilecek durumda değiliz. Haziran’daki halk hareketinde gençlik kitlelerinin oynadığı rol bilinmektedir ve bizim gençliğimiz de yeni bir atılım göstermiştir. Ama bu atılımın gençlik kitlelerini kucaklamaya yetmeyeceği de bilinmektedir.

Son seçimler bazı dikkat çekici belirtileri de ortaya getirdi. AKP, CHP, MHP gibi partiler gençliği oy deposu olarak görmekte, onları düzene entegre ederek geleceklerini ellerinden almaya çalışmaktadırlar. CHP vb. gibi ulusalcı parti ve akımlar gençliğin en azından bir kesiminin “sandık duyarlılıkları”ndan övgü ile bahsetmektedirler. Oy kullanması, oyların korunması, sayılması vb. gibi işlerde gençlerin gösterdiği inisiyatif ve duyarlılık öne çıkarılmakta, gençliğe sandık bekçiliği layık görülmekte, daha açık ve genel olarak ifade edilecek olursa gençlik düzen içi çözümlere yönelmeye teşvik edilmektedir. Gençliğin CHP, ulusalcı, Kemalist vb. akımların etkisi altına girmesi, aynı zamanda, onun işçi sınıfı önderliğinde yürütülmesi gereken tutarlı bir demokrasi mücadelesinin enerjik gücü olamamasını, gerici akımların peşine takılmasını da beraberinde getirecektir. Parlamenter mücadele biçimleri, kuşkusuz bütünüyle reddedilen mücadele biçimleri değildir. Ancak işçi, gençlik ve genel olarak halk hareketi, kitle mücadelesi ve eylemi başta olmak olmak üzere, yasalara uyan ve uymayan her türlü mücadele biçimini kullanmak zorundadır.

Oysa ülkede olup biten her olay gençlik kitlelerinin öfkesini bilemekte, onların çıkara dayanmayan, ülkesini ve halkını içtenlikle seven, özgürlüğe ve demokrasiye sahip olmayı zorunlu gören duygularını harekete geçirmektedir. Bu durum kendisini emek mücadelesine, emeğin kurtuluşuna adamış genç bir militanın dikkatinden kaçamaz. Gençliği kitlesel olarak kazanmanın yolu açılmaktadır ve olağanüstü bir inisiyatif ve cesaretle, harekete geçtiklerinde gençlik kitlelerininin en önünde yer almak, onların kitlesel hareketini örgütlemek olanaklıdır. Şu örnek bu bakımdan dikkat çekicidir: Son halk hareketi döneminde ülkenin en büyük şehrinin ilerici kimliği ile bilinen bir semtinde on binlerce kişi toplanmış, öfkeli bir bekleyiş sürmektedir. Devrimci inisiyatif ve cesaretin gösterilmesi gereken bir andır. Artık “Deniz olmak zamanının geldiğini” farkeden bir Emek Genci çıkar ve bu on binlerin hareketini yönlendiren bir tutum alır. Kitle hareketi o an için akacağı kanalı bulmuştur! Bu genç, aynı zamanda “bugün Deniz olmanın” ne anlama geldiğinin de pratik olarak çok doğru bir örneğini vermiştir. Yani 68’in genç kitlelerinin önünde yürüyen ve onların hareketini yöneten Deniz!

Bugünün genç militanlarının Denizlerin döneminden alacağı olumlu özellik elbette sadece kitle hareketinin önünde olmak değildir. Açıktır ki, bugünün genç militan tipinde halka sonsuz bir bağlılık ve yiğitçe fedakarlık, kendini adama gibi özelliklerin korunması ve geliştirilmesi, ama bugünün ihtiyaçları temelinde genişleyen ve derinleşen görevlerle yeniden oluşturulması gerekir. Bugünün komünist genç militanının kitleler içinde sebatla çalışma, günlük basınını, görsel araçlarını yetenekle ve yaratıcılıkla kullanma, gençlik kitlelerini bulundukları alanlarda örgütleme, onların hareketini geliştirme ve militanlıkla yönetme gibi özelliklerle kendisini donatması gerektiği çok açıktır.

Kuşkusuz gençlik kitleleri sürekli eylem içerisinde değildir. Başta üniversiteler olmak üzere, tüm öğrenci gençlik parasız, sınavsız, demokratik, bilimsel bir eğitim istemekte, yaşam koşullarının düzeltilmesini talep etmektedir. Ama bütün bunlar için gençlik yığınları içerisinde ısrarlı, enerjik, yetenekle yürütülen, gençlik kitlelerinin nabzını elinde tutmayı becerebilen bir çalışma yürütmek gerektiği çok açıktır. Egemen sınıflar ve onların hükümeti, uysal, geleneksel değer yargılarına bağlı, düşünmeyen, sorgulamayan ama itaat eden bir gençlik istemektedir. Gençliğin ileri kesimleri bu cenderenin içine hapsolmayacağını pratik tutumuyla göstermiştir. Ama geride hala geniş gençlik yığınları bulunmaktadır ve onların arasında yürütülecek çalışma, onların harekete geçirilmesi ve örgütlenmesi hala temel bir sorundur.

Yani ileri gençlik kitlelerinin eylemine ve tutumuna bakıp, gençliğin kendisine biçilen elbiseyi yırtıp attığı henüz ileri sürülemez. Üniversitelerde, orta öğrenim kurumlarında, genç işçilerin yoğunlaştığı sanayi bölgelerinde, emekçi semtlerindeki gençlik içerisinde, onların temel talep ve istemlerini ileri süren, harekete geçmelerini ve örgütlenmelerini teşvik eden, bunun için günlük basını ve görsel aracı yetenekle ve yaratıcılıkla kullanan bir çalışmaya ihtiyaç bulunmaktadır. Sol adına hereket eden farklı akım ve örgütlerin gençliğin en ileri kesimlerini kendilerine kazanma dışında bir çabası bulunmamaktadır. Bu durum, sadece kazandıkları gençliğin enerjisini güdükleştirmekle kalmamakta, kaymağı alınmış sütün ekşimeye terkedilmesi türünden bir sonucun ortaya çıkması gibi sonuçlara yol açabilecek tehlikeleri de beraberinde getirmektedir.

Sonuçta, genel olarak şunu söyleyebiliriz ki, gerek doğrudan işçi sınıfı ve emekçi kitleler içerisindeki çalışma, gerekse de gençlik yığınları içerisindeki çalışma, bu alanların içine gömülen, günlük basını, görsel araçları yetenekle ve yaratıcılıkla kullanan, bunları günlük çalışmasına temeli yapan, işçi, emekçi ve gençlik yığınlarının günlük talep ve isteklerine bağlanan, bunu yetenekle onların uzun vadeli sınıfsal ve politik çıkarlarına bağlayabilen, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm idealinin kitle hareketinin bağımsız politik çizgisi haline gelmesini sağlayabilen bir çalışma olarak şekillenmek zorundadır.

Hukuk ve hukuksuzluk üzerine…

Hakkım hukukum var benim!

Diye diretiyordu adamcağız.

Yaklaşıp sordu B:

Mülkünüz ne kadar beyim?

Peter Maiwald

“Adalet mülkün temelidir”. Böyle yazılıdır mahkeme salonlarımızda. Bugünkü anlamıyla da (variyet) alsak, söylendiği dönemdeki (devlet) anlamıyla da alsak, cezalandırılanlar “mülkün kutsallığı”nı hiçe sayanlar arasından çıkar. Yani kapitalist sistemde mülk sahiplerinin haklarını ve esasen onların örgütlenmiş hali olan devletin haklarını korur mahkemeler. Suçun temelinde mülke kastetmek olunca suçlular da mülksüzler arasından çıkar.

Toplumsal gelişmenin belirli bir aşamasında devletin belirmesine paralel olarak, toplumsal üretimi, ürünlerin paylaşımını ve değiş tokuşunu, giderek metalar arasındaki ilişki olarak görülmeye başlanan insanlar arasındaki ilişkileri düzene sokma ihtiyacı ortaya çıkar ve teamüller, yasa haline getirilir. Toplum daha da geliştiğinde ve dolayısıyla hukuk sistemi gitgide karmaşıklaştığında hukuksal terimler ekonomik terimlerden uzaklaşır ve hukuk, ortaya çıkışının/gelişiminin nedenlerini ekonomik koşullarda değil de kendi iç mantığında ya da irade kavramında bulan bağımsız bir kurum olarak görülmeye başlanır.

Hukuk bilimi, farklı toplumların ve farklı dönemlerin hukuk sistemlerini, o toplumun ve o dönemin ekonomik ilişkilerinin bir “yansıması” olarak değil de, varoluş nedenlerini bünyesinde taşıyan sınıflarüstü bir alan olarak görür. Hukukçular, farklı dönemlerin ve farklı toplumların hukuk sistemlerindeki ortak yanları “tabii hukuk” olarak tarif eder. Neyin tabii hukuk olup neyin olmadığı ise oldukça soyut; çağdan çağa, toplumdan topluma değişen ve yine ekonomik ilişkilere koşut adalet kavramı üzerinden açıklanmaya çalışılır.

Hukukçular, hukuklarının kendi ekonomik yaşam koşullarından kaynaklandığını unuturlar. Böylece sakatlığı, hukuk sisteminde değil de, onun yanlış-kötü uygulamalarında görürler. “Hukukun üstünlüğü”, “hukuk devleti”, “yargı bağımsızlığı” kavramları da esasen bu bakış açısının ürünüdür, yani hukuku tüm nedensellik bağlarından, kökeninden kopararak fetişleştiren aklın ürünü.

Marx, hukukun kökenini doğuştan gelme doğal ilkelerde, sınıflarüstü ve tarafsız devletin iradesinde gören tüm öğretilerin metafizik-gerçeği ters yüz eden özelliğini ortaya koymuştur. Bu yazıda Marksizm ışığında, baş üstü duran hukuk kurumunu ayaklarının üstünde dikeltmeye çalışacağız.

 

ÜST YAPI KURUMU OLARAK HUKUKUN İŞLEVİ

Devlet, insanlığın belirli bir aşamasında, toplumun çıkarları birbiriyle çatışan sınıflara ayrışmasıyla üretim yaşamını düzene sokmak üzere yaklaşık on bin yıl evvel ortaya çıkmıştır. Hukuk da devletin ortaya çıkışına koşut olarak doğmuş ve gelişmiştir. Bir üstyapı kurumu olarak hukuk, toplumun ekonomik ve sosyal yapısının bir yansımasıdır ve bu yapıya göre şekillenir. Esasen işlevi, üretim ilişkilerini, yani mülkiyet ilişkilerini düzenlemek ve korumaktır. Ve elbette bu düzenleme, ekonomik ve siyasi gücü elinde tutan sınıfların çıkarları doğrultusunda gerçekleşir. Sınıflı toplumların ve dolayısıyla devletin ortaya çıkışından beri bu böyledir.

Mesela, Fransız Adalet Bakanı Bathe “Adaletin görevi mülkiyeti korumaktır, adalet mülkiyetin ve düzenin çıkarlarına ortaktır”  derken, Fransız Yargıtayı Fabregulles “Hukuk kavramı, büyük oranda eşyanın ekonomik düzeni üzerinde kurulmak zorundadır”  derken gerçeği dile getirmektedirler. Eflatun, Devlet’inde, Trasymakhus’un ağzından şunları söylemiştir: “Her hükümet, kanunları kendi işine geldiği gibi kurar, demokrat demokratlığa uygun kanunlar, tiran tiranlığa uygun kanunlar kurar, ötekiler de tıpkı böyle; kanunlar kurmakla kendi işlerine gelen şeylerin idare edilenler için de doğru olduğunu söylerler, kendi işlerine gelenden ayrılanları da kanuna, hakka karşı geliyor diye cezalandırırlar…”  Binlerce yıl evvel ifade edilen gerçeklik, binlerce yıl sonra bizim topraklarımızda da kendini gizleyemiyor: Türkiye’nin dünü ve bugünüyle hukuk sistemine ve bir gecede çıkarılan yasalara bir göz atmak yeterli.

Hukuk, varlığını, fiziki devlet gücünün varlığına borçludur. Aksi takdirde, toplum yararına olmayan birçok yasa toplum hilafına nasıl çıkarılabilirdi? Baklava çalan çocuk hapsi boylarken ayakkabı kutularında paraları “götürenler” nasıl aklanır, “hırsız var!” diye bağıran genç insanlar kendilerini nasıl mahkeme salonlarında bulabilirlerdi? Katliamları yapanlara dokunulmayıp katliamların hesabının sorulmasını isteyenler, nasıl, aslında hak olarak düzenlenmiş olan Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Yasası’na muhalefetten yargılanabilirdi? Yani yasa ve hukuk, zor aygıtlarına dayanmaksızın, zor aygıtlarıyla donatılmadan hiçbir anlam ifade etmez; hukuki mevzuat, kâğıt üzerindeki yazılardan ibaret kalır. Danıştay kararlarının uygulanmamasına karşı gösterilen tepkiye siyasi iktidar tarafından verilen cevabı hatırlayalım: “Gücün yetiyorsa gel uygula!”. Esasen, bu yazıda anlatmaya çalıştığımızın bir cümlelik ifadesi. İşçi ve emekçilerin, toplumun lehine olanlar onlar için uygulanmaz, ama sermaye sahipleri bu yasalardan çokça faydalanır. İşçi ve emekçilerin, toplumun aleyhine olanlar onlar için katı bir şekilde uygulanır, ama sermaye sahipleri için yok hükmündedir. Ne demiştik? Hukuk, varlığını, fiziki devlet gücünün varlığına borçludur! Bu nedenle, hukuku, devlet yapısından bağımsız, ondan ayrı ve onun üstünde bir sihirli değnek gibi görmek ya saflıktır ya da kötü niyetlidir.

 

HUKUK DIŞILIK MI MEŞRUİYETİNİ SAĞLAMA ÇABASI MI?

Siyasi iktidarlar, genellikle kendi hukuk kurallarını oluşturmaktadırlar. Böylece, yasaya uygun bir uygulama içinde olduklarını kanıtlamaya, meşruiyetlerini ispatlamaya çabalarlar. Güçlü sınıflar ve onların siyasi temsilcileri, hukuki mevzuatı kendi çıkarları doğrultusunda düzenlemişlerdir, dolayısıyla uygulamaları da bu yönde olmuştur. Ve elbette, yönetilenler de bu yasalara uymak zorundadır; uymayanların ise bugünkü adı “terörist”tir. Bugün Türkiye’de her sıradan vatandaşın her an “terörist” ilan edilmesi kuvvetle muhtemeldir. “Çünkü iktidar, anti-demokratik niteliğini örtebilmek için ‘ileri demokrasi’ adlı polisiyede sözde ‘teröristler’e ihtiyaç duymaktadır.”

Yani her siyasal dönem kendi karakterine uygun düşen bir hukuk sistemi yaratmıştır. Mesela 12 Mart ve 12 Eylül rejimleri “hukuk dışılık” olarak nitelenir. Oysa tarihteki bütün siyasal zorbalıklar bir hukuk sistemine dayanmıştır. 12’li rejimler de, tarihteki diğer örnekleri gibi, hukuki bir zırh taşımıştır; 1980 Anayasası da esasen bunun somutlanmasıdır. Bu anlamıyla, 12 Mart ve 12 Eylül rejimleri, hukukun ihlal edilmesinin değil yasa ve kurumlarıyla terörize edilmesinin siyasal yansımasıdır, terörün hukukunu temsil etmektedirler. Tıpkı bugünkü hukuk sisteminde temsil edildiği gibi. Nitekim, bugün de siyasi erk, kendini korumak ve meşrulaştırmak için hukuki zırhını çoktan giyinmiştir.

 

HUKUK EGEMEN SINIFIN YASALAŞTIRILMIŞ İRADESİDİR

Kapitalist toplumlarda devlet, egemen olan sınıfın iktidar aracı, zor aracıdır. Hukuk ise bu zorun zırhını, koruma kalkanını oluşturur. “Kutsal” devlet, böylelikle meşruiyet kazanır, kendini toplumun karşı çıkışlarından bu yolla korur. Siyasi erkin icraatlarına karşı çıkanlar, kendilerini, bu nedenle, hakim karşısında savunma yaparken bulur. Mahkemeler de hukukun bir parçası olarak, siyasi erkin tahakkümünde olduğundan, genellikle siyasi erki mutlu edecek kararlar çıkarır. Nitekim iyi niyetli hakimlerin başının üzerinde de siyasi erkin kılıcı asılı durmaktadır.

Hukuki yapıyı, üretim ilişkilerinden, toplumsal ilişkilerden, devletin sınıfsal karakterinden bağımsız ele almak yanılsamalar yaratır. Hukukun bir gelişim tarihi vardır ve bu tarih, hukukun egemen sınıflarca belirlendiğini bize defalarca gösterir. Medeni hukuk, ticaret hukuku, miras hukuku, borçlar hukuku, patent hukuku, iş hukuku vb. alanların üretim ilişkileriyle, mülkiyetle bağını kurmak işten değildir. Sosyal Güvenlik Kanunu’nun çıkarılması, sağlık alanının tamamen özel şirketlere ikramı değil midir? Taşeron ve esnek çalışma sistemleri kimin yararınadır, neden yasaklanmamaktadır? Kıdem tazminatı neden gasp edilmek istenmektedir? Neden elmastan ÖTV alınmazken, üretici köylünün kullandığı mazottan ÖTV alınmaktadır? Tefecilik ceza yasalarında suçken, verdiği borç karşılığı %100’lere varan faiz oranları uygulayan bankaların işlemlerine yasal-toplumsal meşruluk mührü basılmamış mıdır? Evli olmayan kadınlar, Ailenin Korunması Hakkında Kanun’un dışında neden bırakılmıştır? Sorular çoğaltılabilir. Lakin ceza hukuku, anayasa hukuku, idare hukuku gibi alanlarda “hukukun üstünlüğü”,  “yasa önünde eşitlik”, “hukuk dışılık” vb. aldatıcı kavramların daha fazla kullanıldığını görüyoruz. Bu alanda “kamu düzeni”, “toplumun huzur ve güvenliği” kavramları da boy gösterir. Yasa maddelerinin 1. fıkralarına göre eylemlerinin yasal olduğunu/hukuka uygun davrandığını düşünenler, 2. fıkralardaki “kamu düzeni”ne, “toplumun huzur ve güvenliği”ne, “genel ahlak”a, “genel refah”a “kamu yararı”na çarparlar. “Terörist”, “marjinal” vb. söylemlerle algılar manipüle edilir, insanlık dışı uygulamalar yasal kılıfa sokulup toplumsal rıza kazanılır. Kafalar karıştırılıp hukukun ekonomik yapıyla bağını koparmaya yarayacak oldukça argüman türetilir. Gerçekte ise sosyal ilişkileri, bireysel hak ve özgürlükleri düzenleyen yasalar da esas olarak ekonomik düzenin ve devlet-i alinin korunmasına ve devamına yöneliktir. Bu nedenle insan haklarının ve temel özgürlüklerin sınırı, sistemin “güvenlik” sınırıdır.

 

HUKUK: HANGİ “KAMU” İÇİN?

Bireye hangi hak ve özgürlüklerin tanındığı ve bunların ne oranda gerçekleştirildiği, egemen sınıfın çıkarlarına, bu sınıfın siyasal, ekonomik ve toplumsal ihtiyaçlarına bağlıdır. Bu noktada “hukuk kimin içindir?” sorusunu sormak gerek. Cevabımız “insanlar için” ise “hangi insanlar için?” sorusu, yaratılan bunca bilinç bulanıklığı karşısında algılarımızı aydınlatabilir. Maden işçileri için mi? Tarım işçileri için mi? Kamu emekçileri için mi? Üretici köylüler için mi? Ucuz işgücü olarak görülen tecavüz ve şiddet mağduru kadınlar için mi? Holding patronlarının yeni işletmeleri için meralar iki imzada yok olur; nitekim “kamu yararı” vardır. Ancak binlerce Çine köylüsünün barınma hakkı “kağıt”ta mera yazıyor diye açıkça ihlal edilirken, o “kamu yararı” ki cirit atmaz ortalıkta. Sahi kim bu “kamu”? Hukuk hangi kamu için? İşaret parmağı, aylak sermaye sahiplerini gösteriyor!

Hukuk doktoru, Marksizmin isim babası Marx’a kulak verelim: “Burjuvazinin kanun kitabında bir sayfa yazılı öteki sayfa boştur. Yazılı yasalara uymak halk için zorunluluktur. Sermaye sahipleri, burjuvalar ise bu yazılı yasalara uymak zorunda olmadıkları gibi, boş sayfalar onların ihtiyacına uygun olarak yeni yasaları yazmak içindir”.

Dünya ve Türkiye tarihinin sarı sayfalarını karıştırsak bu sözü doğrulayan yüzlerce örnekle karşılaşırız; lakin fazla uzağa gitmemize maalesef gerek yok: Yönetilenler için, onların aleyhine olan yasaların katı bir şekilde uygulandığını, lehine olan yasaların ise istisna maddeleriyle hiçe sayıldığını ya da açıktan çiğnendiğini hepimiz biliyoruz. Örneğin uzun tutukluluğun mağduru genellikle halktan kişilerdir; Soma katliamı sonucu “göstermelik” tutuklananların ise kısa bir süre sonra serbest bırakılmayacağına kimse inanmıyor. Soma katliamına tepki gösterenler hakkında cezai soruşturmalar başlatılacağını, ancak katliamın müsebbiplerinin hiç böyle bir kaygılarının olmadığını Gezi Parkı Direnişi’nden, Roboski katliamından iyi bilmekteyiz. Örneğin ayakkabı kutularındaki paraların sahibi şimdi nerede, cezaevinde mi? “Hırsız var!” diye bağıranlar hakkında yağmur gibi soruşturmaların başlatıldığını biliyoruz oysa. Yine tam da Marx’ın ifade ettiği gibi yasal engellerle karşılaşıldığında ya da yeni yasalara ihtiyaç duyulduğunda, sermaye sahipleri ya da devlet erkanı için bir gecede, bir kişi için çıkan yasalarla, olmadı yönetmeliklerle, o da olmadı KHK’larla boş sayfaları dolduruvermek gibi bir yeteneği yok mudur siyasi erkin? Bugünkü yeni anayasa çalışmalarının sermayenin yeni ihtiyaçları için başlatılmadığını kim iddia edebilir? Toplantı ve gösteri yürüyüşünün yasal hak olduğunu mu söylüyorsunuz; bir yönetmeliğe bakar, yaptığınız yürüyüş artık “yasa dışıdır” ve “kamu düzeni”ni bozmaktadır!

ÜST YAPI KURUMU OLARAK HUKUK EKONOMİK TEMEL ÜZERİNDE YÜKSELİR

“Egemen sınıfın düşünceleri, her çağda, egemen düşüncelerdir. Yani, toplumun maddi egemen gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen fikri güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, bu sayede aynı zamanda zihinsel üretim araçlarının da üzerinde denetim kurar; böylelikle zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların düşüncelerini de genel olarak kendine tabi kılar. Bu araçlara sahip bulunan sınıfın egemenliği altına girer…”

Profesörlerin “tatlı ölüm”lerden bahsettiğini, ana akım medyanın pespayeliğini, “alo Fatih”ler, “kızlı erkekli kalıyorlar”, “tecavüz çocuğunu doğur, devlet bakar”, “hamileler sokakta dolaşmasın”lar üzerinden yaratılmaya çalışılan ahlak anlayışını, “boş çerçevesi” bilmem kaç bin liralara satılan sanatçıları, Osmanlı-mistisizm sosuna bandırılmış romanları, holdingli yalılı dizileri, belden aşağı “espri”lerle çekilen filmleri, üniversitelerin sermayenin Ar-Ge kurumlarına dönüştürülmesini, moda üzerinden arttırılan tüketim çılgınlığını vb. hatırlayalım. Kültür, sanat, bilim, ahlak, medya, edebiyat vb. tüm üstyapı kurumları burjuvazinin ve onun siyasi temsilcisi siyasi erkin düşünce üretiminin araçlarıyken, diğer kurumlar gibi bir üstyapı kurumu olan hukuk bundan niçin azade olsun? Hukuki “biçim” her şey, ekonomik “öz” hiçbir şey midir? Ekonomik yapı, üretim biçimi tüm diğer üst yapı kurumlarını etkilerken, birbirleriyle karşılıklı olarak etkileşim halindeyken, birbirleriyle birçok nedensellik bağıntıları varken, hukuk kurumu, tüm bu ekonomik ve toplumsal yapının dışında, ondan bağımsız, “üstün”, “kutsal yerler”de, iyi niyetli hukuk teorisyenlerinin kafalarının içinde mi gelişip şekillenmiştir? Hiç inanılası değil! Tam da bu nedenle, Roma Hukuku da Ortaçağın kilise hukuku da 12 Eylül Hukuku da “hukuksuzluk” diye tanımladığımız bugünkü hukuk sistemimiz de bir çeşit hukuk devletini ifade eder. Hukuk dediğimiz kurum, yasalardan, KHK’lardan, yönetmeliklerden, Yargıtay içtihatlarından bağımsız, yukarıda bir yerlerde durmamaktadır nitekim! İddia edildiği gibi, yasa ayrı hukuk ayrı değildir. Yasalar ve diğer tüm mevzuat ve içtihatlar bütünün birer parçalarıdır; birbirlerini tamamlarlar. Bu nedenle, “hukuk devleti” ve “hukukun üstünlüğü”söylemleri; kimilerince bilinçli biçimde, algısı ters yüz edilmiş iyi niyetli kimilerince ise bilinç dışı bir şekilde sömürü düzeninin daha katlanılır halinin talep edilmesinden öteye gitmez. Nitekim sermaye sahipleri için şekillendirilmiş hukuk üstün tutulduğunda, bundan faydalanacak olan yine toplum ve emekçi halk olmayacaktır. Soyut, gerçeklikten uzak, onu oluşturan tüm bağıntılardan bağımsız bir hukuk tahayyülü ise yalnızca tumturaklı konuşmaları süslemeye yaramaktadır. “Nerede hukuk, devlet insanın hakkını koruyormuş hani nerede?” diye isyan eden Soma maden işçisi karşısında bu tumturaklı sözler ise boş midelerdeki tatlı likörden farksızdır.

*

Hukuk, baskı aracı olan devletin bir yönü ve dayanağı/koruyucusu olduğu sömürü ilişkilerinin onaylayıcısıdır; bu haliyle de devletin zor aygıtıdır. Esasen bugünkü siyasi iktidar bu söylemi gerçekten taçlandırmıştır. Barolar Birliği Başkanı’na sözlü saldırılar, Danıştay’a, AYM Başkanına ‘cüppeni çıkar da gel’ sözleri, sürgün edilen hakimlerle savcılar, toplumda mahkemelerin bağımsızlığına ve adaletine duyulan güvensizlik, zaman içinde ismi değişen ama özünü koruyan özel yetkili mahkemeler, Terörle Mücadele Yasası, polisin yetkilerinin arttırılarak hakimlerin göz bağının açılması, barışçıl gösteri yapanların polisiye teknik takibin muhatapları olmaları, Ali İsmail Korkmaz davasının başka şehre kaçırılması ve delillerin karartılmak istenmesi, tecavüz mağduru kadınların yasalar karşısında çaresiz kalması, ceza mahkemelerinin mülksüzlerin ve muhaliflerin başında Demokles’in kılıcı gibi sallanması, MİT yasası, HSYK değişikliği, yaşanan katliamdan sonra Soma’ya kurtarma ekiplerinden evvel Çevik Kuvvet’in sevki, taş atan çocuklar hapsi boylarken gaz fişeğiyle –ayağı takılarak silahının ateş almasıyla– ölüme sebebiyet veren polislerin cezasız bırakılması vb. bu söylemin somut örnekleri değil midir?

Belirtmek gerekir ki, somut örneklerini bugün üzerinden versek de, dünya tarihinde olduğu gibi, Türkiye tarihinde de tüm bu ifade ettiklerimiz yalnızca bugünün siyasi iktidarına has özellikler değildir. Önceki siyasi iktidarlara da baktığımızda, Hıyaneti Vataniye Kanunu, üç yılda 2.696 kişiyi idam eden İstiklal Mahkemeleri, Sıkıyönetim Mahkemeleri, 765 sayılı kanunun özellikle 141.,142., 146. ve 312. maddeleri, Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat Talimnamesiyle yasal hale getirilen “yasa dışı” kontra güçler tarafından işlenmiş “faili meçhul” cinayetler, katliamlar, işkenceler, gözaltında ölümler, düşünce suçluları, sendikal hakların gaspı çıkar karşımıza. Bugün ise “hukuksuzluk” kavramının gerçeği ifade ettiği algısı oluşmuştur. Nitekim var olan siyasi iktidar kendi çıkardığı yasaları dahi uygulamamaktan zinhar geri durmamaktadır. Sömürülen yığınların anayasal hakları dahi fiilen tanınmamaktadır. Bu yasalar, uygulamada hep çiğnenmiş ya da çevresinden dolanılan yasalar olagelmiştir. Nitekim yasal düzenlemenin uygulanmasının “güvence” altına alınmaması da baskıcı hukuk sistemlerinin bir özelliğidir ve yine “hukuksuzluk” kavramını doğrulamaz. Değil midir ki, toplumsal karşı çıkışla anayasal ve yasal hakların uygulanması talep edildiğinde, bu “yasa dışı uygulamalar” ivedi yasal hale getirilebilmektedir. Örneğin polisin icraatlarının hukuk dışı olduğunu mu söylüyorsunuz, hiç sorun değil, bir yasal düzenlemeye bakar ve yetkileri hakimlerinkinin dahi üzerine çıkarılır.

BURJUVA HUKUKU EŞİTLİĞİN DEĞİL EŞİTSİZLİĞİN ONAYLANMASIDIR

“Özgürlük”, “eşitlik”, “adalet” kavramları da hukuk sistemi içinde tartışılan kavramlardır.

“İrade özgürlüğü, kişinin ne yaptığını bile bile karar verme yetisinden başkaca bir anlam taşımaz. Kişinin belirli bir sorunla ilgili kararı ne ölçüde özgürse bu kararı belirleyen zorunluluk da o ölçüde büyüktür. Çok sayıda çelişik karar arasında görünüşte keyfince seçimde bulunan bilgisiz ve kararsız kişi, aslında salt özgürlüğünün yokluğunu ve sözde egemenliği altına alacağı nesnenin egemenliği altında bulunduğunu göstermiş olur. Demek ki özgürlük, kendi varlığımız ve doğa üzerinde doğal zorunlulukların bilincine dayalı bir egemenliğin ürünüdür. Ama uygarlığın gelişim çizgisindeki her aşama, aynı zamanda özgürlük yolunda atılmış bir ileri adımı oluşturur.”

“İş sözleşmesi taraflar arasında özgür iradeyle yapılmış sayılır. Fakat o, yasa iki tarafı kağıt üzerinde eşit kılar kılmaz özgür iradeyle yapılmış sayılır. Farklı sınıf konumunun bir tarafa verdiği güç, bunun diğer taraf üzerinde yaptığı baskı yasayı hiç ilgilendirmez. Ve iş sözleşmesinin süresi boyunca biri ya da diğeri açıkça vazgeçmedikçe iki taraf da yine eşit haklara sahip olacaklarmış. Somut ekonomik durumun işçiyi hak eşitliğinin son kırıntısından bile vazgeçmeye zorlaması yasanın umurunda bile değildir.”

Taşeron çalışanlar, esnek çalışanlar, performans sistemiyle çalışanlar, sözleşmeli-ücretli öğretmenler, 4-C yasasıyla çalışanlar, işinden olmamak için lal olmuş kamu emekçileri, zaten kota konulmuş ürünü para etmediği için Rize’den gelip Soma’da can veren üretici köylüler, dershaneye gidecek parası olmayan öğrenciler, günde 16 saat çalışan emekçiler, ekonomik kaygılardan, kafalarda cirit atan geleneksel yargılardan azade katışıksız aşkı yaşayamayan kadınlar, çalışmasını arttırdıkça kendisi de iç dünyası da büsbütün yoksullaşan işçiler, yasalarla ne de güzel eşitlik ve özgürlük safsatalarıyla donatılmışlardır.

Kapitalist sistemde soyut özgürlük düşüncesi, sermayenin işçiyi sömürme özgürlüğüdür, işçinin ölmemek için işgücünü satma özgürlüğüdür. Tam iki taraflı sözleşmeyle akdedilen evlilik şirketinde erkeğin kadını ezme özgürlüğüdür. Emeğini ucuza satma özgürlüğüne sahipsin! Ürününü beş paraya tüccara satmakta özgürsün! Sermaye sınıfının çocuklarıyla eşitsin, yeter ki yeterince çalışkan ve zeki ol! Seyahat etme özgürlüğün de var mesela; yaşadığın köyün-kentin dışına çıkmamak senin özgür tercihin! Seçim döneminde istediğin partiye oy vermekte özgürsün! Maden işçileri de 40 paraya yerin yedi kat dibine girip girmemekte tamamen özgürdür! Düşünce araçlarını da elinde tutan bir burjuva devleti altında gerçekten ne kadar özgürüz?

Demek yasalar karşısında eşitiz, demek burjuvaziye ve onun siyasi temsilcisi siyasi iktidara karşı özgürüz! Adalet mi? Şarkıları ve hoş konuşmaları süslemekten başka gerçekliği olmayan özgürlük ve eşitlik kavramlarının yanılsamadan ibaret olduğu, sermaye sahiplerinin üretim araçlarını elinde tuttuğu, hukukun toplumu baskılama-cezalandırma aracı olarak kullanıldığı bir sömürü düzeni içinde adaletin soyut bir kavramdan ibaret olmadığına inanıyor muyuz gerçekten? Belki yine soru sormalı: Kimin adaleti? “Halkın ekmeğidir, adalet” diyen Bertold Brecht’e kulak verelim:

Bozuk adalet yeter artık!

Acemi ellerde yoğrulan, iyi pişirilmemiş adalet yeter!

Yeter katıksız, kara kabuklu adalet!

Dura dura bayatlayan adalet yeter!

Madem adaletin ekmeği bu kadar önemli,

Onu kim pişirmeli, dostlar, söyleyin?

Öteki ekmeği kim pişiren?

Adaletin ekmeğini de

Kendisi pişirmeli halkın,

Gündelik ekmek gibi.

Bol, pişkin, verimli.

 

KAPİTALİZMİ AŞMA YOLUNDA HUKUK…

Tüm bu söylenenlerle birlikte hukuk sistemi, toplumun ekonomik yaşam koşullarının bir yansıması olsa da değişen koşullar karşısında daha “iyi” ya da daha “kötü” olabilir. Ekonomik alt yapının belirleyici tek neden olup bunun dışında kalan her şeyin tamamen edilgen olduğu söylenemez. “Modern bir devlette hukukun salt ekonomik duruma uygun düşmesi ve onu yansıtması yetmez. Hukukun, bir de iç çelişkilerinin yumağında dolanmamak için kendi içerisinde tutarlı bir bütün oluşturması gerekir. Gelgelelim bunu sağlayabilme uğruna hukuk ekonomik ilişkileri yansıtmadaki sadakatini de gitgide kırar. Bu durum yasaların bir sınıf egemenliğinin aslına tam uygun yansısı olmalarının gitgide daha az rastlanır bir olguya dönüşmesiyle daha da belirginleşir.”

Hukuk alanı, son tahlilde üretim ilişkilerinin bir yansıması olsa da tamamen verimsiz, edilgen ve kendi iç dinamikleri olmayan bir gölge alandan ibaret değildir. Hukuk alanı da küçümsenemez-vazgeçilemez bir mücadele alanıdır. Toplumun, ezilen-yönetilen-sömürülen sınıfın/sınıfların iş ve yaşam alanlarındaki her türlü iyileşme için, hukuki kazanımlar elde etmek zorunludur. Bireysel hak ve özgürlüklere ilişkin yasalar, insanlığın binlerce yıllık siyasal ve sosyal mücadelesinin birikimi, özellikle aristokrasi ve ardından burjuvaziye karşı sömürülen yığınların mücadelesi ve son olarak sosyalizmin inşa edildiği Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kazanımı ve bu kazanımların kapitalist ülkeleri de baskılaması sonucu elde edilmiştir. Ali İsmail Korkmaz’ın polislerce dövülerek öldürüldüğü gerçeği hasıraltı edilmek istenmiştir; ancak Türkiye halkının olayın peşine düşmesi ve karartılmak istenen delilleri açık etmesi sayesinde Ali İsmail’i döverek öldürenler yargılanabiliyor. Yakın tarihimizde çıkarılmak istenen Kürtaj Yasası, kadınların kitlesel karşı çıkışları nedeniyle çıkarılamadı. Kıdem tazminatının gaspına karşı kitlesel itirazlar, siyasi iktidarı, bugün için bu yasanın çıkarılmasını atiye terk etmek zorunda bıraktı. Türkiye halkı gerçeklerin peşine düşmeseydi gazeteci Metin Göktepe duvardan düşerek hayatını kaybetmiş bir gazeteci olarak geçmeyecek miydi tarihimize? Hep özenerek bakılan Avrupa demokrasisi, yüzyıllar boyu işçi sınıfı ve emekçi halkın uğruna ciddi bedeller ödedikleri mücadeleler sonucunda oluştu ve yasal yansımasını buldu. İnsan hakları için verilen ve verilecek mücadele sayesinde işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıf ve tabakalar haklarını gerçekten hukuki alana yansıtabilirler. Sermaye sahipleri ve onların siyasi temsilcileri için hukuk, bir baskı aracı/koruma kalkanı olduğu kadar emekçi halk için de hak ve özgürlüklerini elde etmede kullanılması gereken bir araçtır ve mücadelelerle elde edilmiş kazanılmış hakların önemi göz ardı edilemez.

Hemen bütün temel haklarımızın “suç” olarak düzenlendiği bir hukuk sistemi ve devlet yapısında “hakkım var benim” diye haykırmak “suçu övmek” olarak çıkar karşımıza. Bu nedenle temel hak ve özgürlük alanındaki kazanımlar, insan haklarının ilerletilmesi ve uygulanmasının sağlanması; verdiğimiz/vereceğimiz mücadele olanaklarını arttıracaktır. Hukuk, kapitalist sistemde işçi ve emekçilerin sömürüye karşı verdiği mücadelede bir araç olmalıdır. Sendikal haklar, basın özgürlüğü, grev hakkı, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı, ifade özgürlüğü vb. hakların ilerletilmesi,  gerçeklerin daha korkusuzca ve yargılanma/cezalandırılma tehlikesi olmaksızın açık edilmesini sağlayacak; gündüzlerinde sömürülmeyen gecelerinde aç yatılmayan insana yaraşır bir toplum düzenine giden yoldaki dikenli tellerin aşılmasını kolaylaştıracaktır.

 

“Hür teşebbüs dokunulmazdır” görüşünü

Bin birinci defa

Tekrarlayınca işletmenin patronu

İşçi B,

Bu emre uyun, dedi arkadaşlarına

Hür teşebbüsün işletmesine dokunmayın!

Ve fabrika durdu.

 

*

Haydi doğrusunu söyleyelim: “Mülk, adaletin temelidir.” Gerçek adalete ise mülke zinhar dokunmadan ulaşılamaz. Ulaşıldığında, artık sömürü ilişkilerinin olumlayıcı/meşrulaştırıcısı olarak hukuka da gerek kalmayacak, hukuk da devletle birlikte sönümlenip gidecektir. Bu nedenle de “hukuksuzluk”a karşı yapılan, devletin sınıfsal karakterine ve sermaye düzenine yönelmeyen eleştiriler, havaya atılmış oklardan farksızdır.

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑