Saddam’ın oyuna getirilip Kuveyt’e saldırısıyla başlayan ve ardından Saddam ordularına yönelik Amerikan saldırısıyla gelişip 36. paralelden itibaren Irak’ın kuzeyinin uçuşa yasak bölge ilan edilmesi ve denetçi bir “Çekiç Güç” kurulmasıyla “virgül” atılan Irak ya da Körfez Savaşı 2003’e kadar demlenmeye bırakılmıştı. Bir işgal için yapılması gerekenler vardı!
2003’te bu kez “2. Körfez Savaşı” ya da “demokrasi getirmek” üzere “Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu” adı takılan İngiltere ve başka birkaç ülkenin de katıldığı koalisyonla yürütülen Amerika’nın başını çektiği işgal başlatıldı. Ağır bir bombalamanın ardından heykellerinin devrilmesiyle başlatılan, Saddam’ın işbirlikçiler tarafından “adilce” yargılanıp idam edilmesiyle ilerletilen işgal, “yeşil hat”tın içi bir yana, bombardımanla elektrik ve su şebekesi, hastane, okul ve tüm altyapısı tahrip edilen başta Bağdat olmak üzere Irak, henüz imarı doğrultusunda adım bile atılmaksızın, üstün körü yan yana getirilen farklı etnik ve mezhebi unsurların yeni göstermelik koalisyonuna devredilerek Amerika ve müttefikleri tarafından kaderine terk edilerek boşaltıldı. 2011 Aralık’ıydı. Obama “savaşa karşı”ydı ya da denizaşırı topraklarda asker besleyerek sürdürülen işgalin maliyeti aşırı boyutlara ulaşmış, astarı yüzünden pahalı hale gelmişti.
Ancak görüldü ki, Irak’ta yolunda giden hiçbir şey yoktu. Saddam “devreden çıkarılmış”, onun Baas-devlet cihazı, sonradan “keşke öyle yapılmasaydı” hayıflanmalarına yol açmak üzere dağıtılarak, Baas, yıllar süren bir direnişe zorlanmış, eski rejimin üzerinden örgütlendiği Sünni aşiretler, yeni Irak örgütlenmesinde bütünüyle dışlanmaktan kaçınılmak istense bile, en azından azınlık olmanın getirdiği –eski pozisyonuyla kıyas kabul etmez– güç kaybıyla eskiyi arar olmuş, gücü elinde toplayan ve yükselişini Maliki’nin rövanşist temsilinde bulan Şii dayatmaları bir yandan, her uygun fırsatta “bağımsızlık” talebini ileri süren federal örgütlenmeleriyle Kürtler bir yandan, Irak’ın Amerikan tasarımı olarak öngörülmüş “birliği” bir türlü sağlanamamaktaydı.
Üstelik Irak, “barut fıçısı” Ortadoğu’nun “ortasında” bir ülke olarak, mezhepsel etnik dağınıklığıyla, henüz tamamıyla kurtulmamış olduğu emperyalist ve bölgesel güçlerin çekişmeleri ortamında bir türlü iki yakasını bir araya getirememekteydi. Saddam ve dayanaklarının ezilmesi ve Şiilik üzerinden politika yapıp çıkar sağlama peşinde olanların, Maliki ve dayanaklarının güç kazanmasıyla İran yeni bir etki alanına sahip olmuş; böylece Körfez Savaşı Amerikalıların hesabında olmayan bir sonuç da üretmişti. “Kusursuz kadı kızı” olmazdı ki!
Kuzeydeki Kürt bölgesi, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi olarak, en çok Amerikalılarla içli dışlı olan federal bir örgütlenmeye gitmiş, tabii ki Amerikan yönlendirmesiyle, kısa sürede Türkiye ile yakın ilişki içine girmiş; hem ülkenin imarı hem de petrolünün pazarlanmasında bu ülkeyle yakın bir müttefiklik ilişkisi tutturmaya yönelmişti.
Türkiye’nin Irak’a ilgisi, Kürtlerle sınırlı değildi. “Şii hilali”ni tehlikeli bulan ve “Osmanlı bakiyesi topraklar”da yayılmasını yeni-Osmanlıcılığın yanında ve onun dayanağı olarak Sünnicilikte gören, İran’la bölgesel çekişmesini bu temele oturtan Türkiye, elini bütün Irak’ın içişlerine atmıştı. Amerikan planıyla devlet yönetimini paylaşmaya yöneltilmiş mezhepler ve etnisitelerin feodal burjuvalarının, çökmüş Irak’ın değişmiş güç dengeleri içinde yeniden anlaşmaları kolay olmayınca çıkan “hır”da Sünni aşiretler ve burjuvazi yayılma heveslisi Türkiye tarafından desteklenmiş; önce, Başbakanlık tartışmasında yanlış “at”a oynanmış, ardından, desteklenip kaybeden ve terörizmle suçlanan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi soluğu Türkiye’de almıştı. Destek devam etti.
*
Bu arada, daha henüz Amerika Irak’tan çekilmeden, Ocak 2011’de “Arap Baharı” adı takılan süreç başladı. Tunus’tan başlayarak Arap halkları, birbirini tetikleyen bir süreçte birbiri peşi sıra ayağa kalktılar. İki diktatör halklar tarafından devrildi. Daha ikincisinde, Mısır’da, halk devrimi sürerken, Amerikalılar başta olmak üzere emperyalistlerin müdahalesi başladı. Zaten öteden beri elleri Ortadoğu’da olan, otokratlar Bin Ali ve Mübarek türü adamlarıyla bölgede egemenliğini sürdüren emperyalistler, evet, Irak’tan çekilmekteydiler; ancak bu egemenliği adamlarına devreden bir çekilmeydi; Amerikalılar ve diğerleri halklar kendi kaderlerini ellerine alsın diye çekilmiyorlar, kuşkusuz bölgenin petrolü, doğalgazı ve giderek artan pazar olanaklarından gönüllü olarak vazgeçmiyorlardı.
İlk müdahale Mısır’a yönelik gerçekleştirildi. Dikkatliydi ve sanki karışmıyormuş, müdahale edilmiyormuş gibi görünmesine özel itina gösterildi.
Mübarek 30 küsur yıllık kendi adamlarıydı. Gönüllü olarak vazgeçmeleri söz konusu bile olamazdı. “Arap Baharı”nı, örneğin Tunus’takine “Yasemin Devrimi” adı takılmasına, bilinç ve örgüt düzeyleri çok yetersiz olan Arap halklarının diktatörlerini devirerek elde ettikleri kazanımlarını koruyamamaları ve devrimlerini çaldırmalarına bakarak, “hırsız” iç güçlerin genellikle Müslüman Kardeş oluşlarıyla dışarıdan müdahale eden emperyalistlerin yalnızca amaçlarına dikkat çekerek, “Amerikan oyunu” sayan densizlerin göremedikleri bir bu; bir de, emperyalistlerin, eğer, doğrudan kendi kontrollerinde değilse, hiçbir zaman ve mekanda halklarla “iş” tutmayacakları, çünkü her şeyden çok halkların ayağa kalkışından korktukları, halkların ayağa kalkışı ve düzeni değiştirmeye cesaret etmelerinin en başta kendi egemenliklerinin sonunu getireceğini bildikleridir.
Mübarek’e karşı isyan başladığında Mısır Genelkurmay Başkanı Enam Washington’daydı ve Amerikalı efendilerinden “karışmayın” talimatı aldı; Mısır Ordusu “tarafsız”mış görüntüsü vererek, sadece büyük “kargaşa”nın altında kalan “enkaz” arasında olmaktan kurtulmadı, bu tutumuyla, Nasır’ın cılız antiemperyalizmiyle bağlantısı ve İsrail’le savaşmış olmadan gelen prestijiyle, eskiden olduğu gibi, “hakem” rolü oynayabilme şansını elinde tutmayı da başardı. Yanlarına bir general daha alarak, Mübarek’in devrilmesinin ardından, onun Savunma Bakanı Tantavi ve Genelkurmay Başkanı Enam’ın oluşturdukları Yüksek Askeri Konsey, böylelikle, iktidarı bir buçuk yıl elinde tutabildi ve halk hareketini püskürtüp bastırmayla uğraştı. Olmayınca, halk ayaklanmasının kazandığı belli olunca ucundan tutan ve zaten Mısır’ın en örgütlü gücü olarak sağladığı üstünlükle önü açılmış olan, bir buçuk yıllık süreci bir yandan çoktan başlamış olduğu palazlanmasını ilerletmek ve “sosyal dayanışmacılığı”yla halkla ilişkilerini geliştirmek bir yandan da bu neoliberal palazlanışına dayalı olarak Batı ve özellikle Amerikan emperyalizmiyle işbirliğine yönelen Müslüman Kardeşler’e iş düştü; ihale ona verildi: İşbirlikçi katılımıyla emperyalist kapitalist egemenliğin dayanağının genişleyip güçleneceği konusunda yeterince güven vermiş görünüyordu.
Ancak Müslüman Kardeşler tek alternatifleri olmadığı için kendisine bel bağlamış olmasalar bile olanak sunanların güveni iki yönden boşa çıkardı; ne kendisinden beklenen başlıca işlev olarak halk hareketini kontrol altına alıp yatıştırabildi ne de –tıpkı bugün AKP’nin de başlıca açmazı durumundaki– kendi geleneksel dinsel tabanıyla ilişkilerinin zedelenmesi korkusuyla dini bütünüyle sermayenin çıkarlarına bağlayıp egemenliğine sunmaktan ibaret olan emperyalistlerle olan işbirliğinin gereklerini yeterince yerine getirebildi. Erdoğan’ın da aynı kaygıyla sık sık yapmakta olduğu, cemaatin önyargılarından çok –komisyon yükseltme tartışmasına bağlanan– yayılmacılık gibi yiyici dinci burjuva zümrenin özel çıkarlarının ifadesi olan hezeyanlar türü kuşkusuz kapitalize olmuş dinci ajitasyona, Türkiye’nin ardından bir de –onunla el ele verecek– Mısır’da da katlanmak emperyalistlerin tercihi olmamıştı. Halk hareketini kontrol altına alabilse hiç değilse bir süre tahammül gösterebilecekleri bu dinci ağırlığı taşımak, emperyalistler bakımından, Müslüman Kardeş cumhurbaşkanı Mursi’ye karşı 23 milyon imza toplanıp sarayı halk tarafından iki kez kuşatıldığında, gereksiz bir yüke çoktan dönüşmüştü. Türkiye’de gereksiz bir yüke dönüşen askeri ağırlığı kaldırıp atmış olmalarına benzer şekilde, Mısır’da tersi olarak görünen başka bir ağırlığın yükünden, hem de Türkiye’de kullanmaktan vazgeçtikleri ya da öyle sanılan generallerin darbe yapmalarının önünü açarak kurtulmaktan geri durmamışlardı. Görülmüştü ki, Türkiye’de görünen “darbe” ve “asker karşıtlıkları” ilkesel değil konjonktüreldi.
Öyle ya da böyle, Mübarek sonrası, önce askerler ve sonra Müslüman Kardeşler’in devrimi halkın elinden çalma girişimlerinin başarısız olup akamete uğramasının ardından, bu kez, şüphesiz emperyalistlerle el ele general Sisi, “halkın taleplerini savunma” söylemiyle halkın hedefindeki Mursi’yi halksız devirerek, şimdilik Mısır ve dünya gericiliğini Mısır’da bir adım öne geçirmişti.
Henüz tamamlanmamış bir süreçtir, önünü açıktır, bitmemiş; üstelik hala bilinç ve örgüt düzeyleri yeterince gelişkin olmaması nedeniyle iki, hatta üç kez devrimlerini ellerinden çaldıran Mısır halkı, hala kafa karışıklığından bütünüyle kurtulmuş olmasa ve örgüt açısından hala ciddi sorunlarla yüz yüze olsa bile, bu iki yönden ciddi deneyler biriktirmiş haldedir, hatta denebilir ki bir atılım yapabileceği eşikte bulunmaktadır. Öte yandan, kesindir ki, öncesinde neredeyse bir “iç güç” gibi sürekli müdahale halinde olduğu Ortadoğu’da “Arap Baharı” ertesindeki ilk kez Mısır’a yönelik gerçekleşen Amerikan müdahalesi, henüz süreç sona ermemiş olmasına karşın şimdilik görece bir başarıya da ulaşmış görünmektedir.
İkinci müdahale Libya’ya yönelik düzenlenmiştir. Libya halkının ayağa kalktığı koşullarda aşiretlere dayalı emperyalist müdahalenin ürünü olarak Kaddafi Batılıların önlerini açıp destekledikleri çoğu cihatçı gürühça öldürülmüş, Mısır’a kıyasla çok daha geri bilinç ve örgüt düzeyiyle halk az-çok bir özgürlüğe bile kavuşamayıp Şeriat ilan eden yerel savaş ağası çetelerin parçalı egemenliğiyle yüz yüze kalmıştır. Kaddafi’nin devrildiği sürecin kısa süren halkçı başlangıcının tersine çevrildiği müdahalenin düzenleyicisi ve gericiliğin kazanımıyla sonuçlanan kanlı Libya hesaplaşmasının ardındaki asıl güç, şüphesiz Batılı emperyalistlerdir. Önde görünen Fransız ve ona olanak sağlayıp güç katan “büyük patron” Amerikan emperyalizmidir.
Yemen ve Suudi Arabistan’ın kara gücüyle müdahale edip “davet” üzerine bir yarı işgal gerçekleştirdiği Bahreyn’i bir yana ayırırsak, üçüncü büyük emperyalist müdahale Suriye’ye yönelik düzenlenmiştir.
Suriye’de de etnik ve mezhepsel ayrım olmadan bütün halk, Tunus ve Mısır ayaklanmalarının da tetiklemesiyle, neoliberal gidişatla atbaşı giden yoksullaşma, yolsuzluk ve yasakçı otoriter zorbalığa karşı hoşnutsuzluk içinde kitlesel gösterilerde yer almaya ve düzen değişikliği isteğini ileri sürmeye yönelmişti. Fırsatı ganimet bilen emperyalistler, öteden beri yıkmak istedikleri Esad rejimini devirerek “yandaş” bir rejim dayatmak üzere halk muhalefetini “kaldıraç” olarak kullanıp, taleplerini istismar ederek bu muhalefetin üzerine “gecekondu” türü kendi besleme işbirlikçi güçlerinin dışarıdan silahlandırılan hareketini oturtmaya giriştiler. Bu amaçla Suriye Ordusu’ndan ayarttıkları askerlerin öne çıktığı az-çok seküler gruplarla Müslüman Kardeşlerin iki başlıca büyük gücünü oluşturduğu besleme “muhalifler”, siyaseten Suriye Ulusal Konseyi, askeri bakımdansa ÖSO adı altında bir araya getirildiler. Özellikle ÖSO çok sayıda irili ufaklı silahlı gruptan oluşuyor ve hemen tümü stratejik bakımdan birlik halinde görünseler de ayrı örgütler olarak eylem halinde bulunuyorlardı.
Katar ve Suudi Arabistan’la birlikte Türkiye, bu dışarıdan beslenen “muhalefet”in örgütlenmesi ve silahlandırılmasında birinci dereceden rol üstlendi. Karargah ve üs sağladı, eğitim verdi, hatta askeri uzmanlarıyla harekatlarda yol gösterici “görevler” bile üstlendi. Emperyalizmin işbirlikçiliği ve onun siyasal-stratejik konseptine uygun olarak benimsenen “taşeronluk” ilişkisi AKP Türkiye’sinin Suriye’ye yönelik hesaplarının tek hareket ettiricisi durumunda değildi; “derin strateji”, “Yeni-Osmanlıcı” yayılmacı hayallerle bezeliydi ve “kendisi için” talep ve hedefleri de vardı.
Amaç sınırlı değildi; “iş bitirilecek”, Şam Emevi Camii’nde namaz kılınacaktı. Elden gelen hiçbir şey arda konulmadı, hatta “boynuz kulağı geçti”, maceralar göze alındı ve başta Amerika, emperyalistlerden daha hızlı davranılır oldu. Gerçi “yanlış hesap” “Bağdat”tan olduğu gibi Şam’dan da “döndü”; Rusya ve İran ve yapabilecekleri hesaba katılmamış, kısa sürede Libya türü bir “ilerleme” öngörülmüştü, olmadı. Hem Rusya hem İran, Çin’in de desteğini alarak Suriye’nin arkasında sıkı durdular. Rusya bir yandan silah savkiyatı yaparken, asıl olarak BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye’ye yönelik tüm müdahale girişimlerini Çin’le birlikte bloke etti. En başta Türkiye “tampon” ve “uçuşa yasak bölge” önerileriyle daha ilerisini zorlasa da, uluslararası alanda özellikle Rusya’nın sert duruşu ve içeride de Esad rejiminin direnişinin kırılamamasına bağlı olarak Amerikan patronajındaki Batı müdahalesi “fren” yapmak zorunda kaldı ve askeri değil siyasi çözüm arayışları gündeme gelmeden edemedi: Sonuç alınamasa, çünkü Suriye’nin yakın geleceğinin Esadlı mı Esadsız mı olacağı konusunda fikir birliği sağlanamasa bile “havanda su dövülen” Cenevre 1 ve 2 görüşmelerinin sürdürülmesinden kaçınılamadı!
AKP elindeki Türkiye’nin öngördüğü gibi olmadı, Esad rejimi sürüyor ve öngörülebilir bir gelecek açısından da süreceği görülüyor, ancak Suriye’deki gelişmelerin yine de şimdiden iki belli başlı sonucu oldu. Rejim dayanıklılığını göstermesine gösterdi, ama içeriden ve dışarıdan bunca yüklenmeye bağlı olarak zayıfladığı ve ülkenin önemli bir bölümünde kontrolünü kaybettiği de bir gerçek. Bu, birinci sonuç. İkinci sonuç ise; şu anda İslam Devleti’nin ölümüne saldırmakta olduğu Kobane de içinde üç kantonuyla kuzeydeki Rojava’yla neredeyse Şam ve Lazkiye bir yana ülkenin geri kalan bölgelerinden kiminin çatışma alanı kimininse “muhalif” çetelerinin denetiminde bulunuşuyla oluşan siyasal parçalanmışlıkla birleşen ve halkın siyasal ve örgütsel düzeyinin geriliğinin bir nedeni olduğu kadar bu gerilikle de pekişen ülkenin özellikle kırsal bölgelerinin kültürel ideolojik geriliği koşullarında siyasal İslamcı çetelerin giderek daha “ileri düzeyde” gerici ve “öte dünyacı” olanlarının öne çıkmasıdır. Kendi aralarında sürekli sürtüşme ve çoğu durumda savaş halinde olan ve ülkedeki siyasal parçalanma ve savaş koşullarında gidererek daha radikal olanların cazibe ve güç kazanıp geri kalan gruplardan militan ve hatta grup devşiren siyasal İslam’ın ilk gözdesi Müslüman Kardeşler’di, sonra El Nusra Cephesi güç kazandı. Arada Suudi yanlısı İslami Cephe palazlandı. IŞİD’le birleşti/birleşiyor tartışmalı durumunun ardından El Kaide şefi Eymen El Zevahiri’nin emir ve talimatları bile para etmeyip Nusra’nın gerileyişine ve İslam Devleti adını alarak Hilafet ilan eden IŞİD’in yükselişine tanıklık edildi.
*
Oysa İslam Devleti Suriye çıkışlı bir örgüt bile değil. Ancak Suriye’deki siyasal parçalanmayı en iyi değerlendiren örgüt olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ancak bunun örgüt ve başta Halife II. Ebubekir olmak üzere örgüt liderlerinin zeka düzeyi ve analiz yeteneğiyle değil, söylendiği gibi, siyasal parçalanmışlık ve savaş koşullarında ideolojik olarak en katı ya da bağnaz, doğrusu gerici ve pratik olarak savaşkan görünen ya da doğrusu en vahşi olanın prim yapmasıyla ilgili olduğu belirtilmelidir.
İslam Devleti’nin gericiliğinin kaynağı, kuşku yok ki, kökü yüzyıllar öncesine dayalı dinciliğinde, aşırı muhafazakarlığındadır; emperyalistler ve başta Türkiye gibi işbirlikçilerince Esad’ı devirmenin yolu olarak bir kez mezhepçilik ve mezhebi ayrımlardan yararlanma belirlenip uygulamaya konduktan sonra, kapitalizme bağlanmışlığı ancak –ona hizmet ettiği tartışmasız olsa bile– tarihsel ideolojik siyasal kökleriyle “kendi” özerk Selefi İslami yapısını koruyarak, bunu en ileri noktasına vardırıp rakip çetelere kıyasla başarıyla savunup hayata geçirmesindedir. Ne Hıristiyan, ne Süryani, ne Ezidi.. Ne Şii, ne Alevi. Sadece Sünni! Müslüman olmayıp bir “hak dini”nden (Hıristiyanlık ya da Musevilik) olanlara yalnızca cizye ödeme ve kalma ya da İslam’ın egemenlik alanını terk etme yoksa öldürülmeyi kabullenmeyi seçme hakkının tanınması. “Sapkın” dinlerden ya da mezheplerden olanların payına kafası kesilerek ölümün düşmesi. Sünni olsa bile kendi inançları dışında kalanların ibadethane ve türbelerinin yıkılması.
Bu Sünnici ideolojik tutumun geri kültürel ideolojik ortamda Sünni kitleler içinde taraftar bulması ve güç toplaması tabii ki anlaşılır bir şeydir. Öyle olmuş; Rakka’dan başlayarak, İslam Devleti Suriye kırsalıyla Halep başta olmak üzere bir dizi kentte hafifsenemez bir güce ulaşmıştır.
*
Ancak bu durum, örgütün Suriye kökenli olmadığı gerçeğini değiştirmemektedir.
Öte yandan, gelişmesinin anlaşılabilmesi için örgütün coğrafi kökeni önemli olmakla birlikte, şeriatçı/cihatçı ümmetçi bir örgüt bakımından bu kökenin yine de fazla bir önemi olmadığı da tartışmasızdır ki, bu, neredeyse militan sayısının üçte birinden fazlasının Irak ve Suriyeli olmayışıyla kanıtlıdır. Ancak haber bombardımanı altında birkaç aylık “IŞİD”la “yatıp kalkma” zorunda kalmanın ardından değerinden kaybetse bile, Musul’u ele geçirdiği ilk günlerde örgüt ve bu “başarısı” hakkında oluşan şaşkınlık ve “nereden peydah oldu bu IŞİD?” sorusuyla açıklanamazlığın zihinlere çöreklendirdiği “komplo teorileri”nin yaygınlığı ve etkinliği hatırlanacak olursa, örgütün, taa Irak işgali dönemine uzanan tarihçesi ve Irak kökenli oluşu önem kazanacaktır.
İslam Devleti’nin örgütsel geçmişi, Ürdünlü bir Selefi olan ve Afganistan’la Irak arasında mekik dokuyan Ebu Musaf Zerkavi tarafından, önceki silahlı etkinlikleri bir yana 2003’te kurulan Cema’at el-Tevhid vel-Cihad’a (Birlik ve Cihat Cemaati) dayanır. Örgüt, Irak işgaliyle faaliyetini artırmış, baştan itibaren El Kaide’yle ilişkili olan örgüt, 2004 sonlarında El Kaide’ye bağlanarak, Irak El Kaidesi olarak anılmaya başlanır. Amacı, işgalci emperyalist güçleri geri çekilmeye zorlamak, işbirlikçi hükümeti devirmek, Şii etkinliğini kırarak Irak’ın bir şeriat devleti olarak örgütlenmesini sağlamaktır.
Ayrı ayrı faaliyet sürdüren çok sayıdaki silahlı Sünni grubunu bir “cephe”de birleştirmek üzere Mücahidîn Şûrâ Konseyi’ni kuran örgüt, bu yönden fazla bir ilerleme sağlayamadı, ancak Ekim 2006’da Zerkavi ile birlikte örgütün liderlerinden olan Ebu Eyüp el Masrî’nin Irak İslâm Devleti’ni ilan etmesiyle adını değiştirdi. 2006, aynı zamanda, örgütün Emirlikler halinde örgütlenmeye yöneldiği yıl oldu ve önce Bağdat yakınlarındaki Dora’yı bir yıl kadar egemenliği altına alan örgüt, Nisan 2007’de Bakuba merkezli olarak bu kez öldürülen eski liderleri Zerkavi’nin yerine alan Ebu Ömer el Bağdadi’nin emirliğinde bir Emirlik olarak örgütlendi. Amerikan işgali günleriydi ve Emirlik işgal güçlerinin sert saldırısına uğradı, ancak emirlik olarak örgütlenme, Suriye’den az çok farklı özelliklere sahip olsa bile, başlıca, uzun yıllar egemen unsur olarak dayanaklık ettikleri Saddam rejimi dolayımıyla devlet geleneğine sahip olmuş Sünni aşiretler, Saddam’ın BAAS rejiminin devrilmesinin ardından egemenliğin tadını tadarak yeni “devletleşmiş” aşiretleri ve dinsel kastlarıyla Şiiler ve nihayetinde devletleşmenin eşiğindeki Kürtler arasındaki dengeler ve siyasal parçalanmışlık koşullarından istifade, Bakuba ile sınırlı kalmayarak yayıldı ve örgüt geleneğinde yer etti. Kuşkusuz örgüt en başta Sünni aşiretlere dayanmakta, onlardan güç almaktaydı.
Ya da hatta İslam Devleti, egemen olmuş, devlet geleneğine de sahip Sünni aşiretlerle, bu aşiretler bir kez ellerinden egemenliği kaçırmakla kalmayıp tüm eski egemenlik mevzilerinden püskürtülmenin ötesinde –Amerikalıların Irak’ın bölünmesini önlemek amacıyla egemenliği paylaştırmaya yönelerek Sünni aşiretlerin temsilciliği ve sözcülüğünü üstlenen T. Haşimi üzerinden bir “orta yol” tutturmaya çalışmalarına rağmen– Şii çoğunluğa dayanan Maliki Hükümeti’nce hemen hiçbir hak ve hukukları tanınmayarak “parya” muamelesiyle yüz yüze kaldığında bir “dayanışma” ya da ittifak geliştirerek iş ve güçbirliğine gitti. Bir yönüyle haklarını savunup Maliki Hükümetini ya da daha da çok mezhepçilikle Şii halkı hedef alıp özellikle bombalı eylemler düzenleyerek güvenini kazandığı Sünni aşiret güçleri üzerine oturdu. Bir yönüyle de onlar tarafından “düşman”a karşı göreve çağrıldı. Belliydi; bu iki güç birbirini aramaktaydı, birbirlerine ihtiyaçları vardı.
Bu iki güçten hangisinin baskın olduğu da tartışmalıdır. Evet, IŞİD adı çıkmıştır; ancak yaklaşık üç milyona ulaşan nüfusuyla Duleymi Aşireti mi büyük güçtür İslam devleti mi, hangisi hangisine dayanmakta ve kim kimi kullanmaktadır, kolay yanıtlanabilir sorular durumunda değildir. Ya da İzzet el İbrahim el Dürri’nin aşireti olan Dürri Aşireti hiç küçük değildir ve çoğunluğu bu aşirete bağlı BAAS’çı subay ve askerlerden oluşan bu aşiret üyelerinin silahlı örgütü durumundaki, üstelik ağır silahlarla mücehhez Nakşibendi Ordusu hiç hafife alınabilir bir güç değildir. Saddam’ın Tıkriti Aşireti de öyle. Rişa Aşireti de.
Bir önceki dönemde devlet gücünün yanında aşiretlere dayalı olarak varolan BAAS rejiminin uzun yıllar işgale direnmiş olan kalıntıları da arayışta oldukları biliniyordu. Direniş yıllarında, devlet gücünden yoksun kaldıklarında, işgal karşıtlığının kaldıracı olarak “millet” ve “milliyetçilik” ya da “Araplık-Arapçılık” –Kürtlerle ilişkiler söz konusu olmadığında– fazla pirim yapmayınca, güç kaynağı olarak yaslanıp kullanabilecekleri tek “sığınak”, BAAS kalıntılarının örgütlülüklerine rengini de veren din, özel olarak Sünnilik, daha da özel olarak Nakşibendilik vb. olmuş; bu kalıntılar, İzzet El Dürri gibi Saddam generallerinin yönetiminde Irak El Kaidesi ve sonra İslam Devleti’yle dayanışma halinde davranmışlardı. Şimdi de öyledir ve denebilirse aşiretlerin de katılımıyla bir koalisyon oluşturmuş durumdadırlar.
Amerikalılar işgal günlerinde Sünniliğe dayalı BAAS rejimini “köküne dinamit döşeyerek” göçerttiklerinden sonra, Sünnilerden bütün bütüne kopmalarının ve onları El Kaide’ye kaptırmalarının panzehirini Sünni aşiretleri az çok söz sahibi olma karşılığında kendi kontrollerinde “Sahva” (Uyanış) Birlikleri olarak örgütlemekte bulmuşlardı. Bir Sahva Konseyi kurulmuş, başına da Rişa Aşiretinin reisi getirilmiş, Şiilerle Sünnilerin “hak eşitliği” ve “kardeşliği”ni benimseyen ve kendi şahsında bunu belirli bir düzeyde elde eden Sahva Birlikleri dağılmadılar, ancak işgal birliklerinin Irak’tan çekilmelerinin ardından, Maliki’nin Şiici politikalarla iktidarı tamamen kendi ellerinde toplama tutumu nedeniyle neredeyse tümüyle işlevsizleştiler. T. Haşimi Sahvacılık yapma yerine, “Sünnicilik”i neoliberal yeni-Osmanlıcılığın yayılmacılık dayanağı kılan Türkiye’nin de desteğini alarak, kendisini Türkiye ve Katar yollarına düşüren Maliki’yle çatışma yolunu tuttu ve Sünni aşiretlerin Haşimi’yle yöneldiği bu yeni yol, İslam Devleti’nin izlemekte olduğu yolla çakıştı.
Amerikalılar da, sadece bu nedenle değil, ama nedenlerden birini bu oluşturarak, gittikçe İran’a yanaşıp söz dinlemez ve Amerikan isteği olan Irak’ın bütünlüğünü gözetmez ya da maceraya atar bir yola giren Maliki’ye önce bir mesaj, anlamazsa ders verme yönelimiyle giderek bir güç olan İslam Devleti’nin yükselişini değerlendirmeyi önlerine koydular. Maliki’yle anladıkları dilden konuşmanın biçilmiş kaftanıydı, İslam Devleti.
Önleri açıldı. Suriye’de güçlenen örgüt, asıl yurdunda atağa kalktı. Önce Felluce ve arkasından Musul’u kısa sürede düşürdü; mezhepçiliğin kıskacındaki henüz yeni inşa edilmekte olan Irak Ordusu direnemedi bile. Tikrit, Anbar vilayeti… böyle sürdü.
Şu anda İslam Devleti ve Halifesi’nin elinde Irak ve Suriye’nin yaklaşık üçte birlik büyük toprakları var.
Özetle, birden bire ve nereden çıktığı belli olmadan IŞİD ve sonradan adını aldığı İslam Devleti’yle yüz yüze kalmadık. Bu bela Amerikan işgali koşullarında peydahlandı ve giderek güçlenerek bugüne geldi.
*
Bugüne gelişinde; AKP elindeki Türkiye’nin özel katkısı oldu, bu tartışma götürmez. Örgütün hem Suriye’deki hem Irak’taki güçlenmesinde Türkiye, en çok da Batı medyasının sayfalarına düşen görmezden gelinemeyecek bir rol oynadı. Türkiye’nin Esad rejimini devirmeye matuf, bu amaçla muhalif çeteleri besleyip büyütmeye, sınır geçişleri ve TIR’larla lojistiğini sağlayıp açıktan desteklemeye dayalı Suriye politikası İslam Devleti’nin güçlenmesinin birinci dereceden etkenlerinden biridir. Esad rejimini devirmeyi amaçlamasının yanında Suriye “iç savaşı”nın ortasında ülkenin kuzeyinde, Rojava’da üç kanton halinde kendi özerk yönetimlerini kuran Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını bu yönde kullanması ve Türkiye’nin “burnunun dibinde”ki siyasal örgütlenmesi, şüphesiz ki, Suriye’nin besleme muhalefetini desteklemesinin ve bu kapsamda İslam Devleti’nin serpilip güçlenmesinin bir başka ama birincisinden az önemli olmayan bir diğer temel nedenidir. “Vazgeçilmez çözüm süreci” lafları sol keseden edilmekte, ama işe gelindiğinde ne ülke içinde ne de dışında tek olumlu adım atılmaktadır! Bugün için ülke içinde sürdürülen ve konjönktürel olduğundan kuşku duyulamayacak “barışçıl” görüntünün tersine Rojava’da Kürt halkının kanına susandığı, AKP yönetimindeki Türkiye’nin kan içici İslam Devleti çetelerinin Rojava’daki Kürt siyasal-askeri varlığını boğmaya yönelik saldırısının cephe gerisini oluşturduğu ve bu çerçevede bütün desteği sağladığı ortadadır.
Sözü edilen etkenlerden birincisinin saldırı, ikincisinin “savunma” içerikli olduğu söylenebilir. Ama bu “savunma”nın Türkiye bakımından yayılmacı saldırganlık kapsamında ayağın takıldığı bir “takoz” olarak anlam kazandığı ve bölgeye yönelik genel saldırgan tutumuna toz kondurmadığı kuşkusuzdur. Dolayısıyla, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak açıklıkla ifade edilebilir ki, Suriye besleme muhalefetinin, bu arada Nusra, İslami ve Cephe ve IŞİD ya da asıl adıyla İslam Devleti’nin desteklenmesinin asıl nedeni AKP Türkiyesinin yeni-Osmanlıcı yayılmacılığıdır; Ortadoğu’ya yönelik tüm analiz ve güç mevzilenmesi, politik ve askeri hedefler, stratejik ve taktik yeadekler, destek güçler vb. bu çerçevede belirlenmektedir.
Bu açıdan siyasal-ideolojik “kardeş” Müslüman Kardeşler’le işbirliği, startejik düzeyde ele alınmıştır; öyle ki Mısır’daki Sisi Darbesi nedeniyle, Müslüman Kardeşleri hedef alıp devirdiği için bu darbeye karşı çıkılarak “stratejik ortak” ABD ile sürtüşmeye girmek bile göze alınmıştır. Müslüman Kardeşler birinci dereceden “partner”dir (ortak); ancak bu, yeni-Osmanlıcı yayılmacılığın onlarla sınırlı bir bakış açısına sahip olduğu ve başka ortak ve destek güçler arayıp bulmadığı anlamına tabii ki gelmemektedir, gelmemiştir. Ortadoğu’da güç ilişkileri, kuşkusuz ki kapitalizme bağlanmışlığı ve neoliberal çerçevesi içinde, bir yanda başında rakip bölgesel güç İran olmak üzere “Şii Hilali” ve karşısında –Örneğin Suudi Arabistan ve Mısır gibi Sünni devletler arasında da güç sürtüşmeleri olsa bile– başında yer tutma iddiasındaki Türkiye olmak üzere Sünni yığınağı şeklinde tasarlanmakta; dolayısıyla hem ideolojik hem de yayılmacılığın ihtiyaçları bakımından mezhepçi politika zorunlu sayılmakta ve tüm Sünnici güçler, bu arada İslam Devleti Türk yayılmacılığının desteğine mazhar olmaktadır. Bu desteğin hiç de küçümsenemeyecek boyutlarda olduğu; görünürde dünya ya da moda neoliberal tabiriyle “uluslararası toplum”un “terörist” ilan edip “terör listesi”ne almasına karşın biçbir Türk devlet yetkilisi tarafından bu biçimde “itham” edilmemiş olmasına, hatta yeni cumhurbaşkanının rehineler konusunda açıkça İslam Devleti”yle “pazarlık” yapıldığını açıklamasına ve Amerikalı emperyalistlerin dikte ettiği “İslam Devleti karşıtı koalisyon”a katılmamayı kadar uzandığı bilinmektedir.
*
Gerek rehine olayı gerek Reyhanlı bombalaması gerekse IŞİD militanlarının Niğde’de çatışmaya girdikleri kolluk güçlerinden ikisini öldürmeleri göstermektedir ki, 1) hem –Afganistan’da Rus işgaline karşı El Kaide’yi kullanan Amerikalıların başına geldiği gibi– “bir “besle kargayı oysun gözünü” durumu geçerlidir, 2) hem de İslam Devleti, evet, Türkiye tarafından beslenip desteklenmiştir, ancak bir “Türk imalatı” değildir; özetlendiği gibi kendi geçmişi ve bugüne gelen bir gelişmesi vardır.
Bu, Türkiye-İslam Devleti ilişkisi bakımından geçerli olduğu kadar ABD-İslam Devleti ilişkisi bakımından da geçerlidir. İslam Devleti bir “Amerikan imalatı” da değildir. Aynı anlama gelmek üzere bir “CIA yaratısı” ve “kukla” değildir; dolayısıyla IŞİD ya da İslam Devleti “ekseni”nde olup bitenler, Amerikan eksenli gelişmeler ya da “komplo” olarak nitelendirilemez.
Bırakalım Amerika’yı, cürmü belli Türkiye’nin bile İslam Devleti ile yalnızca ideolojik değil siyasal ve örgütsel bir dizi bağlara sahip olduğundan kuşku duyulamaz. ABD ve özel olarak CIA’nın Türkiye ve MİT’ten IŞİD’le kat be kat güçlü bağlara sahip olduğu tartışma götürmez. Öte yandan sadece bu bağlar aracılığıyla da değil devasa siyasal örgütsel gücüyle sahip olduğu yönlendirici güçle de, aleti olup kumanda edemese bile, Amerikan emperyalizminin İslam Devleti ve eylemi üzerinde belirli bir etkisinin bulunduğundan da şüphe edilemez. Örnekse, etkisi kestirilemeyecek iç bağlantılarıyla sahip olduğu yönlendirici güç bir yana, Ürdün başkanti Amman’da düzenlendiği ileri sürülen bölge devletleri ve Barzani’nin temsilcileriyle Amerikalı yetkilinin de katıldığı toplantıda Musul harekatının kararlaştırıldığı yana önünün açıldığı iddiasında olduğu gibi, Amerikan “yeşil” ya da hatta “sarı” ışığının bile İslam Devleti’nce “ileri bir hamlenin zamanı geldi” şeklinde değerlendirildiği söylenebilir. Tıpkı Amerikalıların “yeşil ışığı”yla Saddam’ın Kuveyt saldırısının önünün açılmasında olduğu gibi… Ya da İslam Devleti’nin “çizmeyi aşarak” Erbil’e yönelmesinin Amerikan hava bombardımanıyla yanıtlanıp yakılan “kırmızı ışık”la “dur” denilerek Erbil’e saldırının anında durdurulması gibi.
Özetle, zaten Amerikalı emperyalistler için gereksiz bir masraf kapısı oluşturacak bir “alet” olarak “kukla” bir İslam Devleti lazım da değildir; bağlantılar ve “yeşil”, “sarı” ve “kırmızı” ışıklarla güdülmeye yatkın, ne yapıp yapamayacağı önemli ölçüde kestirilebilen ve çoğu yaptığı ABD ve emperyalist amaçları için aranıp da bulunamayacak “biçilmiş kaftan” durumundaki örgüt, Ortadoğu’ya yönelik Amerikan müdahalelerinin –özellikle meşruluğunun sağlanması bakımından– tepe tepe kullanılacak bir dayanağını oluşturmaktadır.
Düşünülsün; Ortadoğu’da, gözünü üzerinden ayıramayacak denli stratejik ekonomik, siyasi ve askeri çıkarları olan, ama hem dünya halklarının gözünde teşhir olduğu, hem de fazlasıyla pahalıya patlayan Irak işgalini sona erdirmeyi çıkar yol saydığı için ardında kaotik bir bölge bırakarak “giden” Amerikan emperyalizmi için, ne Şii ne Hıristiyan tanıyan ve uluorta kafa kesip kitlesel kırımlar yaparak tüm dünyanın nefretini üzerinde toplayan IŞİD ya da İslam Devleti ne bulunmaz nimettir! IŞİD vahşeti üzerinden, milyar dolarlar harcayarak sağlayamayacağı, üstelik kendiliğinden yayılan bir propagandayla taş atıp da kolu yorulmadan eline “kurtarıcılık davetiyesi” tutuşturulan bir Amerika!..
Bu ne demektir? Düşünülsün, Amerika, Saddam’a yönelik kampanyasını, “kitle imha silahları”na dair ne yalan dolan ve ne zorluklarla, üstelik kaça patlayarak yürütebilmiş, yine de inandırıcı olamamıştı. Çünkü gerçekler acıydı: Yalanlar bir yanda.. bombalanan hastane ve okullar, çökertilen elektrik ve su şebekeleri ve milyona varan can bedeli bir işgal. Sözde “demokrasi götürülecek” Irak’ın insan olan kimseyi ikna etmeyen hali! Ve şimdi “yaldızlı davetiye”yle Irak ve hatta Suriyeli halkları “kurtarma”ya çağrı çıkarılması!
Amerika’nın İslam Devleti ne istese vermeye hazır olduğundan kuşku duyulamaz!
Onu kullanarak neler başarmamıştır ki?!
Mesaj verilen, ama almayı beceremeyen Maliki’nin başarıyla gönderilmesi ilkidir. Bir yandan “müzakere” süreci yürütülerek ehlileştirilmeye uğraşılan İran’a, kabullenmek zorunda kaldığı Irak’ın Malikisizleşmesinden başka çare kalmamış olduğu dayatılarak fazla ileri gitmemesi gerektiği pratik bir biçimde hatırlatılmıştır ki, ikincisidir. Barzani, IŞİD Erbil yolundan son anda çevrilerek, Türkiye ile kendi başına “iş pişirip” petrol pazarlamaya girişerek caka satmamaya, ama söz dinlemeye bir çırpıda ikna edilmiş, çünkü Amerikan yardımı olmadan Peşmerge’nin fazla işe yaramaz bir güç olduğu IŞİD saldırıları karşısında açığa çıkmıştır. Bu, üçtür. Dördüncü olarak, başka yerlerde, örneğin Erbil’e yöneldiğinde bombalanırken ağır saldırı altındaki Kobane’yi kuşattıklarında son ana kadar İslam Devleti mevzileri bombalanmayarak, PKK ve PYD’ye yollanan mesaj da nettir: “Bensiz olmaz”! Türkiye; pek kollayıp “din kardeşi” ve “mezhepdaş” olarak pek güvendiği, neredeyse tümüyle açıktan lojistiğini sağladığı, petrolünü pazarladığı ve bir türlü “terörizm”i yakıştıramadığı IŞİD’in Musul’a saldırısının önü açılarak, hizaya geçirilmek üzere zora sokulmuştur ki, beşincisidir. Katar; Suudi Arabistan ve geri kalan Sünnici Körfez ülkelerinin aynı IŞİD “korkuluğu”yla “IŞİD karşıtı koalisyon”da fiilen yer almakla kalmayıp askeri harekat düzenlemeye “ikna” edilmesi, altıncısıdır. Ve herhalde tüm dünyanın “ölümü gösterip sıtmaya razı” etme babından IŞİD ya da İslam Devleti vahşetiyle “terbiye” edilerek Amerikalı emperyalistlere “kurtarıcılık” davetiyesi çıkarılması tutumuna “kazanılması”; açmaza alınarak, ya tümüyle davetiyecilik yapmak ya da davete, yani Ortadoğu’ya yönelik Amerikan müdahalesine ses çıkarmamak durumda bırakılması, birinci başarı olarak en başa yazılmalıdır. Aynı dayatmayla Amerika’nın, hatta Rusya ve Suriye’yi de yüz yüze bıraktığı söylenebilir.
Rusya’nın Suriye’ye yönelik Amerikan müdahalesi karşısında net ve bükülmez bir tutum aldığı biliniyor. Ama onun da, sallanan IŞİD korkuluğu dolayımıyla dünya halklarının olası tepkisini dikkate alarak, Amerikalıların önceden açıklamış oldukları Suriye topraklarında da IŞİD mevzilerinin bombalanması kararını reddedemediği görülmüştür ki, bu da sekizincisidir. Ama yine görülmüştür ki, Amerika da Rusya’yı dikkate almazlık edememektedir: İslam Devleti’nin “başkenti” durumundaki Suriye kenti Rakka ve diğer kentlere yapılan hava bombardımanı ancak ulusal güvenlik danışmanlarıyla düzenlediği toplantı sonrasında “IŞİD mevzilerine müdahaleye yeşil ışık yakabiliriz” açıklamasından en az 4-5 saat sonra başlayabilmiştir. Bu sürenin Amerika ve Rusya arasındaki görüşme ve pazarlıklar için yeter bir süre olduğu ve böyle değerlendirildiği tahmin edilebilir.
Suriye toprakları, sonuç olarak Amerika tarafından bombalanmıştır, ancak, IŞİD vahşeti nedeniyle, bunun Suriye tarafından da tercih edilir bir eylem olarak –hele Rusya’nın tutumundan sonra– anlayışla karşılandığı ortadadır. Ama “düşmanca” ilişkiler içinde olsalar bile, Amerika’nın da “anlayışlı” davrandığı ve Türkiye’ye haber vermezken Suriye’yi Rakka’ya hava saldırısından önceden haberdar ettiği gerçektir. Ancak, bir gerçektir ki, Amerika, yeniden Ortadoğu’nun “düzen kurucu” temel bir gücü olduğunu herkese bir kez daha kabul ettirmesinin ötesinde, olağan zamanlarda “kimyasal silah kullanılmasını” ileri sürerek bile elde edemediği Suriye’ye el atmayı da başarmıştır. Bugün IŞİD vesilesiyledir, ama bir kez “el atılmış” ve Suriye toprakları Amerikan çizmeleriyle çiğnenmese bile Amerikan uçaklarınca bombalanmıştır; bu, bir başka vesileyle süregitmesinin yolunun açılmış olması anlamına da –en azından– gelebilir.
*
Burada bir parantez açılarak, sorulabilecek kısa soru ve kısa yanıtı:
Peki, IŞİD ya da kendi değiştirdiği adla İslam Devleti’ne yönelik Amerikan bombardımanına ne demeli, karşısında nasıl tavır alınmalı? Desteklenmeli mi karşı mı çıkılmalı? Hangisi?
Sorunun bu sınırlılığıyla konulamayacağını belirterek başlamalıyız. Destekleme mi karşı mı çıkma ya da Amerika’yı ve Koalisyonu mu İslam Devletini mi destekleme! Sorun, böyle konamaz!
Şimdiye kadar söylenenlerden Amerikan emperyalizminin IŞİD üzerinden dünya ve özellikle Ortadoğu halklarının başına yeni bir “çorap” ördüğü anlaşılmış olmalıdır. IŞİD bir Amerikan mamulatı olmasa bile onun tarafından belirli amaçlarına ulaşmak üzere başarıyla kullanılmıştır ve kullanımı sürmektedir. Tabii ki Amerikan emperyalizminin oyunları ve müdahalelerine alet olmamak, bundan sakınmak gerektir. Bu müdahale desteklenemez! Sorunun bu olumsuz sorulması ve yanıtında problem yoktur; ancak tersinden, peki, karşı mı çıkılmalı sorusunun yanıtı da olumlu olmak zorunda değildir.
Saddam Irak’ına yönelik Amerikan müdahalesi ve ardından gerçekleştirilen işgalle kıyaslanırsa, daha anlaşılır olacaktır! Evet, Saddam gericiydi ve komünistlerce doğrudan savunulmamıştır; ancak Amerika’nın Irak’a müdahalesi ve işgaline karşı çıkılmıştır. Saddam kim ve ne olursa olsun, saldırıya uğrayan, içişlerine saygı gösterilmesi gereken Irak ve bu saldırı ve işgal sürecince ölüp yaralanacak olan Irak halkıydı. Şimdi Irak ve Suriye’ye yönelik Amerikan müdahale ve bombardımanı ne Irak ne de Suriye’nin egemenliğini –en azından bugün için– hedef almıyor; bu iki ülkeyle açık ya da örtülü işbirliği çerçevesinde gerçekleşiyor. Geri kalanı IŞİD ya da İslam Devleti’nin hedef alınmasıdır ki, komünistlerin bu gerici örgütün savunulması ya da bu örgüte yönelik saldırılara göğüs gerilmesi gibi bir görevi ileri sürülemez!
Bir gericiye (Amerikan emperyalizmi) karşı bir başka gericinin (İslam Devleti) savunulup desteklenmesi politikası doğru ve devrimci bir politika olarak benimsenemez. Sorun, gericiler arasındaki sorunların, dolayısıyla gericilerin kapışmasının ötesindedir ve soru da buradan, yani işçi sınıfı ve halklar cenahından sorulmalı, değerlendirme ve tutum saptamaları da buradan, halkların ve mücadelelerinin çıkarları esas alınarak yapılmalıdır. Doğru olan işçi sınıfı ve halkların çıkarına ve lehine olandır ve bu doğru emperyalistler ve gericilerin politika ve tutumları ve birbirleriyle sürtüşme ve çatışmalarında aranamaz; işçi sınıfı ve devrimci örgütleri, gericiler arası çelişme ve çatışmalardan olsa olsa manevra olanaklarını artıracak “devrimin yedek güçleri” olarak yararlanabilirler.
*
AKP elindeki Türkiye ve Amerika’nın İslam Devleti’ni de kapsayan bölgeye ilişkin planları karşılaştırılırsa, ne söylenebilir; birbirleriyle uyumlu mudurlar çelişkili mi?
Aslında gerek Türkiye ve gerekse Amerikan emperyalizminin bölge ve IŞİD’e yönelik yaklaşım ve politikalarının üzerinde duruldu.
Özetlemek gerekirse; Türkiye, IŞİD’de siyasal ideolojik (mezhebi) kardeşini görme noktasına vardırarak, onu, kendisiyle yakınlığı içinde kullanarak, ama aynı zamanda besleyip askeri bakımdan donatarak maceracı yayılmacılığının dayanaklarından varsaymıştır. Gerek Suriye ve Irak’ta Sünnici rejim değişikliği ve gerekse güney sınırında özerk siyasal yapılanmasını örgütleyip geliştirmekte olan Suriye Kürtlerinin bu siyasal varlığını ezme amaçlı olan Türkiye-İslam Devleti ilişkisi, hele IŞİD’in vahşeti ve bunun emperyalistlerce bölgeye yeni bir müdahalenin dayanağı olarak kullanılmasına girişilmesiyle, Batı’da yeterince ortaya dökülerek deşifre olmuş, Türkiye, “IŞİD vahşeti”yle yakınlık, hatta işbirliği içindeki bir ülke olarak anılmaya başlanmıştır ki, bu, uzun yıllardır Türkiye’nin içine düştüğü ya da düşürüldüğü en zor durumu oluşturmuştur.
Türkiye neden zora girmiştir, açıktır: Batılı ve özellikle Amerikalı emperyalistlerin bölgeye yönelik yaklaşımı ve IŞİD’ı kullanış tarzı farklıdır. Türkiye IŞİD’i olumlu kullanırken, Batılılar ve Amerikan emperyalizmi olumsuz kullanmakta; onun pazarladıkları vahşetini olumsuzlayarak bölge halklarıyla ilişkilerini yenileme ve kendilerini bölgeye kurtarıcı olarak yeniden davet ettirme tutumunu izlemektedirler. Sonuç olarak hem Türkiye ve hem de emperyalistler İslam Devleti’nin önünü açmış ve saldırganlığını beslemişlerdir; ancak Türkiye bunu onunla işbirliği tutumu geliştirerek yaparken, Batılılar, bu örgütün vahşetini, bombalama ve Ortadoğu’ya müdahalelerini tazelemelerinin dayanağı kılmışlardır. Evet, hem Türkiye hem Batılı emperyalistler IŞİD’in önünü açarak aynı noktadan başlamışlar, ama farklı yerlere varmışlardır: Türkiye onun yanında dururken Batılı emperyalistler karşısında koalisyon kurmuş ve bombardımana başlamışlardır.
Bu, Amerikan emperyalistlerinin yalnızca İslam Devleti’ne yönelik özel bir tutumu olmaktan daha fazlasıdır. İslam Devleti’nin emperyalist amaçları doğrultusunda özel olarak kullanılması da vardır; bundan ve bu kullanımın ne çok işine yaradığından söz edildi. Ancak fazlası şudur ki, Amerikan emperyalistleri, İslam’ı, işbirliği yaparak amaçları doğrultusunda kullanılmaya yatkın olan “ılımlı” ve işbirliği yerine işbirliğine gitmeyi kabullense bile kendi Cihatçı amaçlarını öne çıkaran “bağnaz” “radikal İslam” olarak bölüp radikalleri dışlama taktiğinden, “Arap Baharı”nı karşılarken, örneğin Müslüman Kardeşler şahsında, “radikal”ler arasında yer tutsalar ve katı mezhepçilik yapıyor olsalar bile, özellikle tümden ya da ucundan neoliberalizmin palazlandırarak ehlileştirici çarkına takılıp egemen olma isteğiyle işbirliği eğilimi gösteren gruplarla iş tutma taktiğine geçmeyi denemiş, bunu Mısır ve özellikle “Nusayri iktidarını devirme” amacının hizmetine koştuğu Suriye’de mezhepçi politika ve tutumları besleyerek zorlamış; ancak Müslüman Kardeş Hükümeti’nin Amerikan çıkarlarını gözetmekten çok kendisine çalıştığı Mısır’la, öngördüğü gelişmeler yerine İslam Devleti türü Cihatçı Sünni grupların öne çıktığı ve Amerikan işbirlikçilerine karşı yönelmekten de çekinmediği Suriye’de yaşananların ardından bu taktiği de terk etmiştir. Mısır’da mezhebi siyasal İslam’ın desteklenip yedeklenmesine son verilip üzeri çizilerek İhvan Hükümeti’ne karşı –arkasında Amerikan emperyalistleri olmadan açıklanamayacak– askeri – darbe.. Nükleer enerji konusunda bir “ortak nokta” bulunup Şii İran’la müzakerelerin başlatılması ve bir arada yaşamanın denenmesine adım atılması.. Ve en son Suriye’de tepe tepe kullanılması bir yana İslam Devleti’ne karşı operasyonun başlatılması.
Türkiye’nin hala eskide ısrarını sürdürerek, Mısır’da darbeye karşı ajitasyonla Müslüman Kardeşleri savunma ve destekleme, Suriye’de Esad’ı devirme ve Rojava Devrimi’ni söndürme yayılmacı amaçlarıyla mezhebi ideolojik kardeşleri Sünnici Cihatçı gruplar ve bu arada İslam Devleti’yle “flörtü” de aşan işler çevirmeye kalkışması bir yanda.. Epey bir süredir uygulamaya konulmuş olan yeni Amerikan tutumu diğer yanda.
Bu, iki yaklaşım ve tutum arasındaki makasın ciddi ölçüde açık olması demektir ve Türkiye’nin içinde bulunduğu zorluğa yol açan açmaz buradadır. İslam Devleti’nin elinde 49 rehinenin bulunması da başlı başına bir zorluktu, ancak Türkiye’ye durumu idare etme, “IŞİD karşıtı koalisyon”a katılmamasının –yani “modellik” ve “stratejik ortaklık” payeleriyle olduğu kadar NATO üyeliğiyle de bağdaşmayan ve Amerika ve Batı ile ilişkilerinin gözden geçirilmesine götürecek baskı ve dayatmaları savuşturmak üzere durumunun– anlayışla karşılanmasını bekleme avantajı sağlıyordu. Rehine sorununun takasla çözümünün ardından Amerikan Dışişleri Bakanı Kerry net konuştu: “Türkiye tabii ki ön safta olacak”! İsterse olmasındı! Bu sözü, Kerry, Türkiye Dışişleri Bakanı M. Çavuşoğlu ile BM’de yaptığı kısa görüşmenin ardından henüz söylemişti ki, yeni cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan, BM Dış İlişkiler Konseyi’nin önünde, Türkiye’nin, tabii ki “her türlü harekatta yer alacağını” ve “terör konusunda bir zaafının olmadığını”, “teröre karşı mücadeleyi desteklediği”ni ve “sonuna kadar sürdürülmesi” gerektiğini açıkladı.
Türkiye, “koalisyon”un gündeme getirildiği andan beri baskı altında ve daha öncesinden beri politika ve uygulamaları Amerikan politikaları ve uygulamalarından ihmal edilemeyecek farklılıklar taşıdığı için zordaydı. Rehineler serbest kaldıktan, hatta söylentilere inanılacak olursa, Türkiye’nin kolunu kanadını ve kuşkusuz derincini kırmak üzere güçleri hiç küçümsenemeyecek Sünni aşiretlerle bağlantı içindeki CIA tarafından serbest bırakılmaları sağlandıktan, ama asıl, Irak’ın yanı sıra Suriye topraklarının da bombalanmasından ve sıranın Kobani’yi kuşatan mevzilere de geleceği ve “pabucun pahalı” olduğunu akıllar kestikten sonra, hele çıkılan “deplasman”da, Newyork’ta BM kürsülerinde eski tutumda ısrar etme imkanı kalmamıştı. “Büyük patron” fazlasıyla kızmakta ve bastırmaktaydı; belki IŞİD’le işbirliğini belgeleriyle açıklamakla tehdit etmişti, belki başka bir şeyle. Ama sertti. Önce “katiyen olmaz” denilip karşı çıkılan ama iki gün sonra uçak ve gemiler tahsis edilerek katılmak üzere geniş bir “viraj” alınan Libya’ya NATO Operasyonu döneminde olduğundan çok daha hızlı biçimde politika değiştirildi; IŞİD’e karşı askeri harekata katılmamaktan katılma ne kelime, askeri harekatın sonuna kadar sürdürülmesine geçildi.
Tek fark, Rojava’ya ilişkin fark olarak kalmıştı.
Amerikan taktiği havadan bombardımanın kara birliklerinin harekatıyla sürdürülmesiydi, ancak kendisi kara harekatı yapmayacaktı. Kimin yapmasını öngördüğü ise sır değildi, İslam Devleti ile çatışmaya giren güçler zaten ortadaydı: Irak Merkezi Hükümeti güçleri, Barzani ve Talabani Peşmergeleri, Suriye’li ÖSO türü Batı yandaşı besleme muhalefet örgütleri ve PKK ile PYD’nin askeri güçleri HPG ve YPG. Bu amaçla Irak ve Suriye’deki askeri harekat birleştirilecek ve Amerikan emperyalistleri, bir kısmı iki ülke arasındaki sınırın iki tarafına yayılmış, IŞİD’in güç aldığı ve dayanışma halinde olduğu Sünni aşiretlerini IŞİD’la birlikte davranmaktan caydırmaya yönelecekti. Hava bombardımanının Suriye topraklarına da kapsaması bir adım ve şüphesiz CIA’nın belli başlı aşiret ileri gelenleriyle “yeni” Irak’ta Sünni topluluklara özerklik türünden haklar vaad ederek görüşmeler sürdürmesiyse ikinci adım olarak atılmaktaydı.
Türkiye’nin taktiğiyse, sonunda yarım ağızla da olsa, en yetkili kişi tarafından ,“bataklık” nitelemesi de yapılarak, “teröre karşı mücadele”den söz açılması ve askeri harekatta yer alma da dahil “IŞİD’e karşı koalisyon”a katılma kararının açıklanmasının ardından hala “bir gün öncesi”nin eski taktiği durumundaydı: Sanki “yeter” diyen varmış gibi, “hava bombardımanı yetmez”di. Esad’ın zulmü karşısında “insanlık davası” için tutum almıştı Türkiye ve sınırlarını Suriye göçmenlerine açmış, onları tek başına finanse etmekteydi. Yeni göçmenleri kaldıramazdı ki Kobane’den 130 bini aşkın yenisi gelmişti. Öyleyse denip açıklanan Türk tutumu ya da taktiği, eskisinden farksız olan Esad’ı devirip Rojava’yı göçertme taktiğiydi hala ve bu taktiğin temel önermesi uçuşa kapatılması önerisiyle güçlendirilen Suriye topraklarında bir “tampon bölge” kurulmasıydı. Yeni göçmenler bu bölgede “konuk edilecek”ti. Ve taktiğin tamamlayıcı bir diğer ögesi Erdoğan tarafından BM Dış İlişkiler Konseyi’nde gazetecilere açıklandığı şekliyle “üçüncü boyutu var. Bölücü terör örgütleriyle mücadeleyi kararlılıkla sürdürmemiz gerekiyor”.
Ali Bayramoğlu türü –artık her şey ayan beyan ortada olsa ve hiç de gerekmese de– uzak görüşlü yandaş ideologların açıktan dile getirerek, içeride “çözüm süreci” ile birleştirilme zorunluluğuyla birlikte dışarıda da PYD gibi Kürt güçleriyle aranın düzeltilerek yakınlaşmanın ötesinde hatta ittifak sağlanmasını dillendirmeleri yeni değildi ve giderek –AKP eski çizgisinde ısrar edemeyerek manevra üstüne manevra yapmaktan kaçınamadıkça– bu görüşlerin etkisi artmaktaydı. Ama yine de başta Erdoğan ve Y. Akdoğan türü adamları vazgeçmek zorunda oldukları geçmişin kalıntısı türünden görüşlerini kolaylıkla terk edemiyor, bir uyum sürecine ihtiyaç duyduklarını belli ederek, kendi yaptıkları manevra ve aldıkları “viraj”ın kafalarında kolay şekillenmeyen gereklerini yerine getirmekte zorlanıyorlar, “bölücü terör örgütüne karşı mücadele” ve “Esad’ı desteklemek”ten vazgeçerek “PYD’nin değişmesi” türünden anlamsız koşullar koymayı sürdürmeye çalışıyorlardı.
Gerçek amaçlarının “PYD’nin değişmesi”yle sınırlı olmadığı, hala hem Esad’ın devrilmesi ve hem de Rojava’da doğan Kürt siyasal yapılanmasının bertaraf edilmesi olduğundan kuşku duyulamaz. “Tampon Bölge”nin, tam da bu nedenle, büyük çoğunluğu Kürt Kantonları’nın kurulu olduğu bölgeyi kapsayarak ve AKP yetkililerinin açıklamalarına göre kimi yerlerde 100 km.’yi bulan derinlikte kurulması öngörülmektedir ki, şimdiye kadar İslam Devleti’nin fiilen desteklenmesinin yanında bu “tampon bölge” yönelimiyle Türkiye Kürt ulusal hareketinin sözcü ve liderleri tarafından IŞİD’in “cephe gerisi” olmakla suçlanmıştır.
Oysa Amerikan komutasındaki “koalisyon” Kobane’yi kuşatan İslam Devleti’ne çoktan bomba yağdırmış, dolayısıyla Amerikan emperyalistleri artık “modellik”i tartışma konusu bile olmaktan çıkmış, ancak “ortaklık”ı tartışma masasında olan Türkiye’yi yöneten muhataplarına durumu tüm açıklığıyla özetlemiş ve izlenecek taktiğin bir kez daha altını çizmiştir.
Şimdi sıra bu yönden de “uyumlanma”nın gerçekleşmesindedir. Türkiye’nin “tampon bölge” planı tamamen “Türk işi”dir ve yalnızca kendisinin görüşü olarak kalacak görüntüdedir.
2003’te Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice Washington Post’a yazdığı “Ortadoğu’lu Dönüştürmek” başlıklı yazısında “Ortadoğu’da Türkiye dahil 22 ülkenin sınırları değişecek” kehanetinde bulunmuştu. Henüz “işin başında” olduğumuzu düşünürsek, kaç ülkenin sınırı değişecek tartışılabilir, ama değişikliklerin artık uygulanmaya konma aşamasına geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Türkiye’yi ilgilendiren değişiklikler ve boyutları bir başka yazının konusu olabilir ancak. Ama ne Irak ne Suriye ve ne de bir tür devletleşme aşamasında olan Kürt halkının eski siyasal durum ve sınırlarının değişmeden kalabileceği ileri sürülebilir artık.