IŞİD’li yeni Ortadoğu savaşı

Saddam’ın oyuna getirilip Kuveyt’e saldırısıyla başlayan ve ardından Saddam ordularına yönelik Amerikan saldırısıyla gelişip 36. paralelden itibaren Irak’ın kuzeyinin uçuşa yasak bölge ilan edilmesi ve denetçi bir “Çekiç Güç” kurulmasıyla “virgül” atılan Irak ya da Körfez Savaşı 2003’e kadar demlenmeye bırakılmıştı. Bir işgal için yapılması gerekenler vardı!
2003’te bu kez “2. Körfez Savaşı” ya da “demokrasi getirmek” üzere “Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu” adı takılan İngiltere ve başka birkaç ülkenin de katıldığı koalisyonla yürütülen Amerika’nın başını çektiği işgal başlatıldı. Ağır bir bombalamanın ardından heykellerinin devrilmesiyle başlatılan, Saddam’ın işbirlikçiler tarafından “adilce” yargılanıp idam edilmesiyle ilerletilen işgal, “yeşil hat”tın içi bir yana, bombardımanla elektrik ve su şebekesi, hastane, okul ve tüm altyapısı tahrip edilen başta Bağdat olmak üzere Irak, henüz imarı doğrultusunda adım bile atılmaksızın, üstün körü yan yana getirilen farklı etnik ve mezhebi unsurların yeni göstermelik koalisyonuna devredilerek Amerika ve müttefikleri tarafından kaderine terk edilerek boşaltıldı. 2011 Aralık’ıydı. Obama “savaşa karşı”ydı ya da denizaşırı topraklarda asker besleyerek sürdürülen işgalin maliyeti aşırı boyutlara ulaşmış, astarı yüzünden pahalı hale gelmişti.
Ancak görüldü ki, Irak’ta yolunda giden hiçbir şey yoktu. Saddam “devreden çıkarılmış”, onun Baas-devlet cihazı, sonradan “keşke öyle yapılmasaydı” hayıflanmalarına yol açmak üzere dağıtılarak, Baas, yıllar süren bir direnişe zorlanmış, eski rejimin üzerinden örgütlendiği Sünni aşiretler, yeni Irak örgütlenmesinde bütünüyle dışlanmaktan kaçınılmak istense bile, en azından azınlık olmanın getirdiği –eski pozisyonuyla kıyas kabul etmez– güç kaybıyla eskiyi arar olmuş, gücü elinde toplayan ve yükselişini Maliki’nin rövanşist temsilinde bulan Şii dayatmaları bir yandan, her uygun fırsatta “bağımsızlık” talebini ileri süren federal örgütlenmeleriyle Kürtler bir yandan, Irak’ın Amerikan tasarımı olarak öngörülmüş “birliği” bir türlü sağlanamamaktaydı.
Üstelik Irak, “barut fıçısı” Ortadoğu’nun “ortasında” bir ülke olarak, mezhepsel etnik dağınıklığıyla, henüz tamamıyla kurtulmamış olduğu emperyalist ve bölgesel güçlerin çekişmeleri ortamında bir türlü iki yakasını bir araya getirememekteydi. Saddam ve dayanaklarının ezilmesi ve Şiilik üzerinden politika yapıp çıkar sağlama peşinde olanların, Maliki ve dayanaklarının güç kazanmasıyla İran yeni bir etki alanına sahip olmuş; böylece Körfez Savaşı Amerikalıların hesabında olmayan bir sonuç da üretmişti. “Kusursuz kadı kızı” olmazdı ki!
Kuzeydeki Kürt bölgesi, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi olarak, en çok Amerikalılarla içli dışlı olan federal bir örgütlenmeye gitmiş, tabii ki Amerikan yönlendirmesiyle, kısa sürede Türkiye ile yakın ilişki içine girmiş; hem ülkenin imarı hem de petrolünün pazarlanmasında bu ülkeyle yakın bir müttefiklik ilişkisi tutturmaya yönelmişti.
Türkiye’nin Irak’a ilgisi, Kürtlerle sınırlı değildi. “Şii hilali”ni tehlikeli bulan ve “Osmanlı bakiyesi topraklar”da yayılmasını yeni-Osmanlıcılığın yanında ve onun dayanağı olarak Sünnicilikte gören, İran’la bölgesel çekişmesini bu temele oturtan Türkiye, elini bütün Irak’ın içişlerine atmıştı. Amerikan planıyla devlet yönetimini paylaşmaya yöneltilmiş mezhepler ve etnisitelerin feodal burjuvalarının, çökmüş Irak’ın değişmiş güç dengeleri içinde yeniden anlaşmaları kolay olmayınca çıkan “hır”da Sünni aşiretler ve burjuvazi yayılma heveslisi Türkiye tarafından desteklenmiş; önce, Başbakanlık tartışmasında yanlış “at”a oynanmış, ardından, desteklenip kaybeden ve terörizmle suçlanan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi soluğu Türkiye’de almıştı. Destek devam etti.

*
Bu arada, daha henüz Amerika Irak’tan çekilmeden, Ocak 2011’de “Arap Baharı” adı takılan süreç başladı. Tunus’tan başlayarak Arap halkları, birbirini tetikleyen bir süreçte birbiri peşi sıra ayağa kalktılar. İki diktatör halklar tarafından devrildi. Daha ikincisinde, Mısır’da, halk devrimi sürerken, Amerikalılar başta olmak üzere emperyalistlerin müdahalesi başladı. Zaten öteden beri elleri Ortadoğu’da olan, otokratlar Bin Ali ve Mübarek türü adamlarıyla bölgede egemenliğini sürdüren emperyalistler, evet, Irak’tan çekilmekteydiler; ancak bu egemenliği adamlarına devreden bir çekilmeydi; Amerikalılar ve diğerleri halklar kendi kaderlerini ellerine alsın diye çekilmiyorlar, kuşkusuz bölgenin petrolü, doğalgazı ve giderek artan pazar olanaklarından gönüllü olarak vazgeçmiyorlardı.
İlk müdahale Mısır’a yönelik gerçekleştirildi. Dikkatliydi ve sanki karışmıyormuş, müdahale edilmiyormuş gibi görünmesine özel itina gösterildi.
Mübarek 30 küsur yıllık kendi adamlarıydı. Gönüllü olarak vazgeçmeleri söz konusu bile olamazdı. “Arap Baharı”nı, örneğin Tunus’takine “Yasemin Devrimi” adı takılmasına, bilinç ve örgüt düzeyleri çok yetersiz olan Arap halklarının diktatörlerini devirerek elde ettikleri kazanımlarını koruyamamaları ve devrimlerini çaldırmalarına bakarak, “hırsız” iç güçlerin genellikle Müslüman Kardeş oluşlarıyla dışarıdan müdahale eden emperyalistlerin yalnızca amaçlarına dikkat çekerek, “Amerikan oyunu” sayan densizlerin göremedikleri bir bu; bir de, emperyalistlerin, eğer, doğrudan kendi kontrollerinde değilse, hiçbir zaman ve mekanda halklarla “iş” tutmayacakları, çünkü her şeyden çok halkların ayağa kalkışından korktukları, halkların ayağa kalkışı ve düzeni değiştirmeye cesaret etmelerinin en başta kendi egemenliklerinin sonunu getireceğini bildikleridir.
Mübarek’e karşı isyan başladığında Mısır Genelkurmay Başkanı Enam Washington’daydı ve Amerikalı efendilerinden “karışmayın” talimatı aldı; Mısır Ordusu “tarafsız”mış görüntüsü vererek, sadece büyük “kargaşa”nın altında kalan “enkaz” arasında olmaktan kurtulmadı, bu tutumuyla, Nasır’ın cılız antiemperyalizmiyle bağlantısı ve İsrail’le savaşmış olmadan gelen prestijiyle, eskiden olduğu gibi, “hakem” rolü oynayabilme şansını elinde tutmayı da başardı. Yanlarına bir general daha alarak, Mübarek’in devrilmesinin ardından, onun Savunma Bakanı Tantavi ve Genelkurmay Başkanı Enam’ın oluşturdukları Yüksek Askeri Konsey, böylelikle, iktidarı bir buçuk yıl elinde tutabildi ve halk hareketini püskürtüp bastırmayla uğraştı. Olmayınca, halk ayaklanmasının kazandığı belli olunca ucundan tutan ve zaten Mısır’ın en örgütlü gücü olarak sağladığı üstünlükle önü açılmış olan, bir buçuk yıllık süreci bir yandan çoktan başlamış olduğu palazlanmasını ilerletmek ve “sosyal dayanışmacılığı”yla halkla ilişkilerini geliştirmek bir yandan da bu neoliberal palazlanışına dayalı olarak Batı ve özellikle Amerikan emperyalizmiyle işbirliğine yönelen Müslüman Kardeşler’e iş düştü; ihale ona verildi: İşbirlikçi katılımıyla emperyalist kapitalist egemenliğin dayanağının genişleyip güçleneceği konusunda yeterince güven vermiş görünüyordu.
Ancak Müslüman Kardeşler tek alternatifleri olmadığı için kendisine bel bağlamış olmasalar bile olanak sunanların güveni iki yönden boşa çıkardı; ne kendisinden beklenen başlıca işlev olarak halk hareketini kontrol altına alıp yatıştırabildi ne de –tıpkı bugün AKP’nin de başlıca açmazı durumundaki– kendi geleneksel dinsel tabanıyla ilişkilerinin zedelenmesi korkusuyla dini bütünüyle sermayenin çıkarlarına bağlayıp egemenliğine sunmaktan ibaret olan emperyalistlerle olan işbirliğinin gereklerini yeterince yerine getirebildi. Erdoğan’ın da aynı kaygıyla sık sık yapmakta olduğu, cemaatin önyargılarından çok –komisyon yükseltme tartışmasına bağlanan– yayılmacılık gibi yiyici dinci burjuva zümrenin özel çıkarlarının ifadesi olan hezeyanlar türü kuşkusuz kapitalize olmuş dinci ajitasyona, Türkiye’nin ardından bir de –onunla el ele verecek– Mısır’da da katlanmak emperyalistlerin tercihi olmamıştı. Halk hareketini kontrol altına alabilse hiç değilse bir süre tahammül gösterebilecekleri bu dinci ağırlığı taşımak, emperyalistler bakımından, Müslüman Kardeş cumhurbaşkanı Mursi’ye karşı 23 milyon imza toplanıp sarayı halk tarafından iki kez kuşatıldığında, gereksiz bir yüke çoktan dönüşmüştü. Türkiye’de gereksiz bir yüke dönüşen askeri ağırlığı kaldırıp atmış olmalarına benzer şekilde, Mısır’da tersi olarak görünen başka bir ağırlığın yükünden, hem de Türkiye’de kullanmaktan vazgeçtikleri ya da öyle sanılan generallerin darbe yapmalarının önünü açarak kurtulmaktan geri durmamışlardı. Görülmüştü ki, Türkiye’de görünen “darbe” ve “asker karşıtlıkları” ilkesel değil konjonktüreldi.
Öyle ya da böyle, Mübarek sonrası, önce askerler ve sonra Müslüman Kardeşler’in devrimi halkın elinden çalma girişimlerinin başarısız olup akamete uğramasının ardından, bu kez, şüphesiz emperyalistlerle el ele general Sisi, “halkın taleplerini savunma” söylemiyle halkın hedefindeki Mursi’yi halksız devirerek, şimdilik Mısır ve dünya gericiliğini Mısır’da bir adım öne geçirmişti.
Henüz tamamlanmamış bir süreçtir, önünü açıktır, bitmemiş; üstelik hala bilinç ve örgüt düzeyleri yeterince gelişkin olmaması nedeniyle iki, hatta üç kez devrimlerini ellerinden çaldıran Mısır halkı, hala kafa karışıklığından bütünüyle kurtulmuş olmasa ve örgüt açısından hala ciddi sorunlarla yüz yüze olsa bile, bu iki yönden ciddi deneyler biriktirmiş haldedir, hatta denebilir ki bir atılım yapabileceği eşikte bulunmaktadır. Öte yandan, kesindir ki, öncesinde neredeyse bir “iç güç” gibi sürekli müdahale halinde olduğu Ortadoğu’da “Arap Baharı” ertesindeki ilk kez Mısır’a yönelik gerçekleşen Amerikan müdahalesi, henüz süreç sona ermemiş olmasına karşın şimdilik görece bir başarıya da ulaşmış görünmektedir.
İkinci müdahale Libya’ya yönelik düzenlenmiştir. Libya halkının ayağa kalktığı koşullarda aşiretlere dayalı emperyalist müdahalenin ürünü olarak Kaddafi Batılıların önlerini açıp destekledikleri çoğu cihatçı gürühça öldürülmüş, Mısır’a kıyasla çok daha geri bilinç ve örgüt düzeyiyle halk az-çok bir özgürlüğe bile kavuşamayıp Şeriat ilan eden yerel savaş ağası çetelerin parçalı egemenliğiyle yüz yüze kalmıştır. Kaddafi’nin devrildiği sürecin kısa süren halkçı başlangıcının tersine çevrildiği müdahalenin düzenleyicisi ve gericiliğin kazanımıyla sonuçlanan kanlı Libya hesaplaşmasının ardındaki asıl güç, şüphesiz Batılı emperyalistlerdir. Önde görünen Fransız ve ona olanak sağlayıp güç katan “büyük patron” Amerikan emperyalizmidir.
Yemen ve Suudi Arabistan’ın kara gücüyle müdahale edip “davet” üzerine bir yarı işgal gerçekleştirdiği Bahreyn’i bir yana ayırırsak, üçüncü büyük emperyalist müdahale Suriye’ye yönelik düzenlenmiştir.
Suriye’de de etnik ve mezhepsel ayrım olmadan bütün halk, Tunus ve Mısır ayaklanmalarının da tetiklemesiyle, neoliberal gidişatla atbaşı giden yoksullaşma, yolsuzluk ve yasakçı otoriter zorbalığa karşı hoşnutsuzluk içinde kitlesel gösterilerde yer almaya ve düzen değişikliği isteğini ileri sürmeye yönelmişti. Fırsatı ganimet bilen emperyalistler, öteden beri yıkmak istedikleri Esad rejimini devirerek “yandaş” bir rejim dayatmak üzere halk muhalefetini “kaldıraç” olarak kullanıp, taleplerini istismar ederek bu muhalefetin üzerine “gecekondu” türü kendi besleme işbirlikçi güçlerinin dışarıdan silahlandırılan hareketini oturtmaya giriştiler. Bu amaçla Suriye Ordusu’ndan ayarttıkları askerlerin öne çıktığı az-çok seküler gruplarla Müslüman Kardeşlerin iki başlıca büyük gücünü oluşturduğu besleme “muhalifler”, siyaseten Suriye Ulusal Konseyi, askeri bakımdansa ÖSO adı altında bir araya getirildiler. Özellikle ÖSO çok sayıda irili ufaklı silahlı gruptan oluşuyor ve hemen tümü stratejik bakımdan birlik halinde görünseler de ayrı örgütler olarak eylem halinde bulunuyorlardı.
Katar ve Suudi Arabistan’la birlikte Türkiye, bu dışarıdan beslenen “muhalefet”in örgütlenmesi ve silahlandırılmasında birinci dereceden rol üstlendi. Karargah ve üs sağladı, eğitim verdi, hatta askeri uzmanlarıyla harekatlarda yol gösterici “görevler” bile üstlendi. Emperyalizmin işbirlikçiliği ve onun siyasal-stratejik konseptine uygun olarak benimsenen “taşeronluk” ilişkisi AKP Türkiye’sinin Suriye’ye yönelik hesaplarının tek hareket ettiricisi durumunda değildi; “derin strateji”, “Yeni-Osmanlıcı” yayılmacı hayallerle bezeliydi ve “kendisi için” talep ve hedefleri de vardı.
Amaç sınırlı değildi; “iş bitirilecek”, Şam Emevi Camii’nde namaz kılınacaktı. Elden gelen hiçbir şey arda konulmadı, hatta “boynuz kulağı geçti”, maceralar göze alındı ve başta Amerika, emperyalistlerden daha hızlı davranılır oldu. Gerçi “yanlış hesap” “Bağdat”tan olduğu gibi Şam’dan da “döndü”; Rusya ve İran ve yapabilecekleri hesaba katılmamış, kısa sürede Libya türü bir “ilerleme” öngörülmüştü, olmadı. Hem Rusya hem İran, Çin’in de desteğini alarak Suriye’nin arkasında sıkı durdular. Rusya bir yandan silah savkiyatı yaparken, asıl olarak BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye’ye yönelik tüm müdahale girişimlerini Çin’le birlikte bloke etti. En başta Türkiye “tampon” ve “uçuşa yasak bölge” önerileriyle daha ilerisini zorlasa da, uluslararası alanda özellikle Rusya’nın sert duruşu ve içeride de Esad rejiminin direnişinin kırılamamasına bağlı olarak Amerikan patronajındaki Batı müdahalesi “fren” yapmak zorunda kaldı ve askeri değil siyasi çözüm arayışları gündeme gelmeden edemedi: Sonuç alınamasa, çünkü Suriye’nin yakın geleceğinin Esadlı mı Esadsız mı olacağı konusunda fikir birliği sağlanamasa bile “havanda su dövülen” Cenevre 1 ve 2 görüşmelerinin sürdürülmesinden kaçınılamadı!
AKP elindeki Türkiye’nin öngördüğü gibi olmadı, Esad rejimi sürüyor ve öngörülebilir bir gelecek açısından da süreceği görülüyor, ancak Suriye’deki gelişmelerin yine de şimdiden iki belli başlı sonucu oldu. Rejim dayanıklılığını göstermesine gösterdi, ama içeriden ve dışarıdan bunca yüklenmeye bağlı olarak zayıfladığı ve ülkenin önemli bir bölümünde kontrolünü kaybettiği de bir gerçek. Bu, birinci sonuç. İkinci sonuç ise; şu anda İslam Devleti’nin ölümüne saldırmakta olduğu Kobane de içinde üç kantonuyla kuzeydeki Rojava’yla neredeyse Şam ve Lazkiye bir yana ülkenin geri kalan bölgelerinden kiminin çatışma alanı kimininse “muhalif” çetelerinin denetiminde bulunuşuyla oluşan siyasal parçalanmışlıkla birleşen ve halkın siyasal ve örgütsel düzeyinin geriliğinin bir nedeni olduğu kadar bu gerilikle de pekişen ülkenin özellikle kırsal bölgelerinin kültürel ideolojik geriliği koşullarında siyasal İslamcı çetelerin giderek daha “ileri düzeyde” gerici ve “öte dünyacı” olanlarının öne çıkmasıdır. Kendi aralarında sürekli sürtüşme ve çoğu durumda savaş halinde olan ve ülkedeki siyasal parçalanma ve savaş koşullarında gidererek daha radikal olanların cazibe ve güç kazanıp geri kalan gruplardan militan ve hatta grup devşiren siyasal İslam’ın ilk gözdesi Müslüman Kardeşler’di, sonra El Nusra Cephesi güç kazandı. Arada Suudi yanlısı İslami Cephe palazlandı. IŞİD’le birleşti/birleşiyor tartışmalı durumunun ardından El Kaide şefi Eymen El Zevahiri’nin emir ve talimatları bile para etmeyip Nusra’nın gerileyişine ve İslam Devleti adını alarak Hilafet ilan eden IŞİD’in yükselişine tanıklık edildi.

*
Oysa İslam Devleti Suriye çıkışlı bir örgüt bile değil. Ancak Suriye’deki siyasal parçalanmayı en iyi değerlendiren örgüt olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ancak bunun örgüt ve başta Halife II. Ebubekir  olmak üzere örgüt liderlerinin zeka düzeyi ve analiz yeteneğiyle değil, söylendiği gibi, siyasal parçalanmışlık ve savaş koşullarında ideolojik olarak en katı ya da bağnaz, doğrusu gerici ve pratik olarak savaşkan görünen ya da doğrusu en vahşi olanın prim yapmasıyla ilgili olduğu belirtilmelidir.
İslam Devleti’nin gericiliğinin kaynağı, kuşku yok ki, kökü yüzyıllar öncesine dayalı dinciliğinde, aşırı muhafazakarlığındadır; emperyalistler ve başta Türkiye gibi işbirlikçilerince Esad’ı devirmenin yolu olarak bir kez mezhepçilik ve mezhebi ayrımlardan yararlanma belirlenip uygulamaya konduktan sonra, kapitalizme bağlanmışlığı ancak –ona hizmet ettiği tartışmasız olsa bile–  tarihsel ideolojik siyasal kökleriyle “kendi” özerk Selefi İslami yapısını koruyarak, bunu en ileri noktasına vardırıp rakip çetelere kıyasla başarıyla savunup hayata geçirmesindedir. Ne Hıristiyan, ne Süryani, ne Ezidi.. Ne Şii, ne Alevi. Sadece Sünni! Müslüman olmayıp bir “hak dini”nden (Hıristiyanlık ya da Musevilik) olanlara yalnızca cizye  ödeme ve kalma ya da İslam’ın egemenlik alanını terk etme yoksa öldürülmeyi kabullenmeyi seçme hakkının tanınması. “Sapkın” dinlerden ya da mezheplerden olanların payına kafası kesilerek ölümün düşmesi. Sünni olsa bile kendi inançları dışında kalanların ibadethane ve türbelerinin yıkılması.
Bu Sünnici ideolojik tutumun geri kültürel ideolojik ortamda Sünni kitleler içinde taraftar bulması ve güç toplaması tabii ki anlaşılır bir şeydir. Öyle olmuş; Rakka’dan başlayarak, İslam Devleti Suriye kırsalıyla Halep başta olmak üzere bir dizi kentte hafifsenemez bir güce ulaşmıştır.

*
Ancak bu durum, örgütün Suriye kökenli olmadığı gerçeğini değiştirmemektedir.
Öte yandan, gelişmesinin anlaşılabilmesi için örgütün coğrafi kökeni önemli olmakla birlikte, şeriatçı/cihatçı ümmetçi bir örgüt bakımından bu kökenin yine de fazla bir önemi olmadığı da tartışmasızdır ki, bu, neredeyse militan sayısının üçte birinden fazlasının Irak ve Suriyeli olmayışıyla kanıtlıdır. Ancak haber bombardımanı altında birkaç aylık “IŞİD”la “yatıp kalkma” zorunda kalmanın ardından değerinden kaybetse bile, Musul’u ele geçirdiği ilk günlerde örgüt ve bu “başarısı” hakkında oluşan şaşkınlık ve “nereden peydah oldu bu IŞİD?” sorusuyla açıklanamazlığın zihinlere çöreklendirdiği “komplo teorileri”nin yaygınlığı ve etkinliği hatırlanacak olursa, örgütün, taa Irak işgali dönemine uzanan tarihçesi ve Irak kökenli oluşu önem kazanacaktır.
İslam Devleti’nin örgütsel geçmişi, Ürdünlü bir Selefi olan ve Afganistan’la Irak arasında mekik dokuyan Ebu Musaf Zerkavi tarafından, önceki silahlı etkinlikleri bir yana 2003’te kurulan Cema’at el-Tevhid vel-Cihad’a (Birlik ve Cihat Cemaati) dayanır. Örgüt, Irak işgaliyle faaliyetini artırmış, baştan itibaren El Kaide’yle ilişkili olan örgüt, 2004 sonlarında El Kaide’ye bağlanarak, Irak El Kaidesi olarak anılmaya başlanır. Amacı, işgalci emperyalist güçleri geri çekilmeye zorlamak, işbirlikçi hükümeti devirmek, Şii etkinliğini kırarak Irak’ın bir şeriat devleti olarak örgütlenmesini sağlamaktır.
Ayrı ayrı faaliyet sürdüren çok sayıdaki silahlı Sünni grubunu bir “cephe”de birleştirmek üzere Mücahidîn Şûrâ Konseyi’ni kuran örgüt, bu yönden fazla bir ilerleme sağlayamadı, ancak Ekim 2006’da Zerkavi ile birlikte örgütün liderlerinden olan Ebu Eyüp el Masrî’nin Irak İslâm Devleti’ni ilan etmesiyle adını değiştirdi. 2006, aynı zamanda, örgütün Emirlikler halinde örgütlenmeye yöneldiği yıl oldu ve önce Bağdat yakınlarındaki Dora’yı bir yıl kadar egemenliği altına alan örgüt, Nisan 2007’de Bakuba merkezli olarak bu kez öldürülen eski liderleri Zerkavi’nin yerine alan Ebu Ömer el Bağdadi’nin emirliğinde bir Emirlik olarak örgütlendi. Amerikan işgali günleriydi ve Emirlik işgal güçlerinin sert saldırısına uğradı, ancak emirlik olarak örgütlenme, Suriye’den az çok farklı özelliklere sahip olsa bile, başlıca, uzun yıllar egemen unsur olarak dayanaklık ettikleri Saddam rejimi dolayımıyla devlet geleneğine sahip olmuş Sünni aşiretler, Saddam’ın BAAS rejiminin devrilmesinin ardından egemenliğin tadını tadarak yeni “devletleşmiş” aşiretleri ve dinsel kastlarıyla Şiiler ve nihayetinde devletleşmenin eşiğindeki Kürtler arasındaki dengeler ve siyasal parçalanmışlık koşullarından istifade, Bakuba ile sınırlı kalmayarak yayıldı ve örgüt geleneğinde yer etti. Kuşkusuz örgüt en başta Sünni aşiretlere dayanmakta, onlardan güç almaktaydı.
Ya da hatta İslam Devleti, egemen olmuş, devlet geleneğine de sahip Sünni aşiretlerle, bu aşiretler bir kez ellerinden egemenliği kaçırmakla kalmayıp tüm eski egemenlik mevzilerinden püskürtülmenin ötesinde –Amerikalıların Irak’ın bölünmesini önlemek amacıyla egemenliği paylaştırmaya yönelerek Sünni aşiretlerin temsilciliği ve sözcülüğünü üstlenen T. Haşimi üzerinden bir “orta yol” tutturmaya çalışmalarına rağmen– Şii çoğunluğa dayanan Maliki Hükümeti’nce hemen hiçbir hak ve hukukları tanınmayarak “parya” muamelesiyle yüz yüze kaldığında bir “dayanışma” ya da ittifak geliştirerek iş ve güçbirliğine gitti. Bir yönüyle haklarını savunup Maliki Hükümetini ya da daha da çok mezhepçilikle Şii halkı hedef alıp özellikle bombalı eylemler düzenleyerek güvenini kazandığı Sünni aşiret güçleri üzerine oturdu. Bir yönüyle de onlar tarafından “düşman”a karşı göreve çağrıldı. Belliydi; bu iki güç birbirini aramaktaydı, birbirlerine ihtiyaçları vardı.
Bu iki güçten hangisinin baskın olduğu da tartışmalıdır. Evet, IŞİD adı çıkmıştır; ancak yaklaşık üç milyona ulaşan nüfusuyla Duleymi Aşireti mi büyük güçtür İslam devleti mi, hangisi hangisine dayanmakta ve kim kimi kullanmaktadır, kolay yanıtlanabilir sorular durumunda değildir. Ya da İzzet el İbrahim el Dürri’nin aşireti olan Dürri Aşireti hiç küçük değildir ve çoğunluğu bu aşirete bağlı BAAS’çı subay ve askerlerden oluşan bu aşiret üyelerinin silahlı örgütü durumundaki, üstelik ağır silahlarla mücehhez Nakşibendi Ordusu hiç hafife alınabilir bir güç değildir. Saddam’ın Tıkriti Aşireti de öyle. Rişa Aşireti de.
Bir önceki dönemde devlet gücünün yanında aşiretlere dayalı olarak varolan BAAS rejiminin uzun yıllar işgale direnmiş olan kalıntıları da arayışta oldukları biliniyordu. Direniş yıllarında, devlet gücünden yoksun kaldıklarında, işgal karşıtlığının kaldıracı olarak “millet” ve “milliyetçilik” ya da “Araplık-Arapçılık” –Kürtlerle ilişkiler söz konusu olmadığında– fazla pirim yapmayınca, güç kaynağı olarak yaslanıp kullanabilecekleri tek “sığınak”, BAAS kalıntılarının örgütlülüklerine rengini de veren din, özel olarak Sünnilik, daha da özel olarak Nakşibendilik vb. olmuş; bu kalıntılar, İzzet El Dürri gibi Saddam generallerinin yönetiminde Irak El Kaidesi ve sonra İslam Devleti’yle dayanışma halinde davranmışlardı. Şimdi de öyledir ve denebilirse aşiretlerin de katılımıyla bir koalisyon oluşturmuş durumdadırlar.
Amerikalılar işgal günlerinde Sünniliğe dayalı BAAS rejimini “köküne dinamit döşeyerek” göçerttiklerinden sonra, Sünnilerden bütün bütüne kopmalarının ve onları El Kaide’ye kaptırmalarının panzehirini Sünni aşiretleri az çok söz sahibi olma karşılığında kendi kontrollerinde “Sahva” (Uyanış) Birlikleri olarak örgütlemekte bulmuşlardı. Bir Sahva Konseyi kurulmuş, başına da Rişa Aşiretinin reisi getirilmiş, Şiilerle Sünnilerin “hak eşitliği” ve “kardeşliği”ni benimseyen ve kendi şahsında bunu belirli bir düzeyde elde eden Sahva Birlikleri dağılmadılar, ancak işgal birliklerinin Irak’tan çekilmelerinin ardından, Maliki’nin Şiici politikalarla iktidarı tamamen kendi ellerinde toplama tutumu nedeniyle neredeyse tümüyle işlevsizleştiler. T. Haşimi Sahvacılık yapma yerine, “Sünnicilik”i neoliberal yeni-Osmanlıcılığın yayılmacılık dayanağı kılan Türkiye’nin de desteğini alarak, kendisini Türkiye ve Katar yollarına düşüren Maliki’yle çatışma yolunu tuttu ve Sünni aşiretlerin Haşimi’yle yöneldiği bu yeni yol, İslam Devleti’nin izlemekte olduğu yolla çakıştı.
Amerikalılar da, sadece bu nedenle değil, ama nedenlerden birini bu oluşturarak, gittikçe İran’a yanaşıp söz dinlemez ve Amerikan isteği olan Irak’ın bütünlüğünü gözetmez ya da maceraya atar bir yola giren Maliki’ye önce bir mesaj, anlamazsa ders verme yönelimiyle giderek bir güç olan İslam Devleti’nin yükselişini değerlendirmeyi önlerine koydular. Maliki’yle anladıkları dilden konuşmanın biçilmiş kaftanıydı, İslam Devleti.
Önleri açıldı. Suriye’de güçlenen örgüt, asıl yurdunda atağa kalktı. Önce Felluce ve arkasından Musul’u kısa sürede düşürdü; mezhepçiliğin kıskacındaki henüz yeni inşa edilmekte olan Irak Ordusu direnemedi bile. Tikrit, Anbar vilayeti… böyle sürdü.
Şu anda İslam Devleti ve Halifesi’nin elinde Irak ve Suriye’nin yaklaşık üçte birlik büyük toprakları var.
Özetle, birden bire ve nereden çıktığı belli olmadan IŞİD ve sonradan adını aldığı İslam Devleti’yle yüz yüze kalmadık. Bu bela Amerikan işgali koşullarında peydahlandı ve giderek güçlenerek bugüne geldi.

*
Bugüne gelişinde; AKP elindeki Türkiye’nin özel katkısı oldu, bu tartışma götürmez. Örgütün hem Suriye’deki hem Irak’taki güçlenmesinde Türkiye, en çok da Batı medyasının sayfalarına düşen görmezden gelinemeyecek bir rol oynadı. Türkiye’nin Esad rejimini devirmeye matuf, bu amaçla muhalif çeteleri besleyip büyütmeye, sınır geçişleri ve TIR’larla lojistiğini sağlayıp açıktan desteklemeye dayalı Suriye politikası İslam Devleti’nin güçlenmesinin birinci dereceden etkenlerinden biridir. Esad rejimini devirmeyi amaçlamasının yanında Suriye “iç savaşı”nın ortasında ülkenin kuzeyinde, Rojava’da üç kanton halinde kendi özerk yönetimlerini kuran Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını bu yönde kullanması ve Türkiye’nin “burnunun dibinde”ki siyasal örgütlenmesi, şüphesiz ki, Suriye’nin besleme muhalefetini desteklemesinin ve bu kapsamda İslam Devleti’nin serpilip güçlenmesinin bir başka ama birincisinden az önemli olmayan bir diğer temel nedenidir. “Vazgeçilmez çözüm süreci” lafları sol keseden edilmekte, ama işe gelindiğinde ne ülke içinde ne de dışında tek olumlu adım atılmaktadır! Bugün için ülke içinde sürdürülen ve konjönktürel olduğundan kuşku duyulamayacak “barışçıl” görüntünün tersine Rojava’da Kürt halkının kanına susandığı, AKP yönetimindeki Türkiye’nin kan içici İslam Devleti çetelerinin Rojava’daki Kürt siyasal-askeri varlığını boğmaya yönelik saldırısının cephe gerisini oluşturduğu ve bu çerçevede bütün desteği sağladığı ortadadır.
Sözü edilen etkenlerden birincisinin saldırı, ikincisinin “savunma”  içerikli olduğu söylenebilir. Ama bu “savunma”nın Türkiye bakımından yayılmacı saldırganlık kapsamında ayağın takıldığı bir “takoz” olarak anlam kazandığı ve bölgeye yönelik genel saldırgan tutumuna toz kondurmadığı kuşkusuzdur. Dolayısıyla, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak açıklıkla ifade edilebilir ki, Suriye besleme muhalefetinin, bu arada Nusra, İslami ve Cephe ve IŞİD ya da asıl adıyla İslam Devleti’nin desteklenmesinin asıl nedeni AKP Türkiyesinin yeni-Osmanlıcı yayılmacılığıdır; Ortadoğu’ya yönelik tüm analiz ve güç mevzilenmesi, politik ve askeri hedefler, stratejik ve taktik yeadekler, destek güçler vb. bu çerçevede belirlenmektedir.
Bu açıdan siyasal-ideolojik “kardeş” Müslüman Kardeşler’le işbirliği, startejik düzeyde ele alınmıştır; öyle ki Mısır’daki Sisi Darbesi nedeniyle, Müslüman Kardeşleri hedef alıp devirdiği için bu darbeye karşı çıkılarak “stratejik ortak” ABD ile sürtüşmeye girmek bile göze alınmıştır. Müslüman Kardeşler birinci dereceden “partner”dir (ortak); ancak bu, yeni-Osmanlıcı yayılmacılığın onlarla sınırlı bir bakış açısına sahip olduğu ve başka ortak ve destek güçler arayıp bulmadığı anlamına tabii ki gelmemektedir, gelmemiştir. Ortadoğu’da güç ilişkileri, kuşkusuz ki kapitalizme bağlanmışlığı ve neoliberal çerçevesi içinde, bir yanda başında rakip bölgesel güç İran olmak üzere “Şii Hilali” ve karşısında –Örneğin Suudi Arabistan ve Mısır gibi Sünni devletler arasında da güç sürtüşmeleri olsa bile– başında yer tutma iddiasındaki Türkiye olmak üzere Sünni yığınağı şeklinde tasarlanmakta; dolayısıyla hem ideolojik hem de yayılmacılığın ihtiyaçları bakımından mezhepçi politika zorunlu sayılmakta ve tüm Sünnici güçler, bu arada İslam Devleti Türk yayılmacılığının desteğine mazhar olmaktadır. Bu desteğin hiç de küçümsenemeyecek boyutlarda olduğu; görünürde dünya ya da moda neoliberal tabiriyle “uluslararası toplum”un “terörist” ilan edip “terör listesi”ne almasına karşın biçbir Türk devlet yetkilisi tarafından bu biçimde “itham” edilmemiş olmasına, hatta yeni cumhurbaşkanının rehineler konusunda açıkça İslam Devleti”yle “pazarlık” yapıldığını açıklamasına ve Amerikalı emperyalistlerin dikte ettiği “İslam Devleti karşıtı koalisyon”a katılmamayı kadar uzandığı bilinmektedir.

*
Gerek rehine olayı gerek Reyhanlı bombalaması gerekse IŞİD militanlarının Niğde’de çatışmaya girdikleri kolluk güçlerinden ikisini öldürmeleri göstermektedir ki, 1) hem –Afganistan’da Rus işgaline karşı El Kaide’yi kullanan Amerikalıların başına geldiği gibi– “bir “besle kargayı oysun gözünü” durumu geçerlidir, 2) hem de İslam Devleti, evet, Türkiye tarafından beslenip desteklenmiştir, ancak bir “Türk imalatı” değildir; özetlendiği gibi kendi geçmişi ve bugüne gelen bir gelişmesi vardır.
Bu, Türkiye-İslam Devleti ilişkisi bakımından geçerli olduğu kadar ABD-İslam Devleti ilişkisi bakımından da geçerlidir. İslam Devleti bir “Amerikan imalatı” da değildir. Aynı anlama gelmek üzere bir “CIA yaratısı” ve “kukla” değildir; dolayısıyla IŞİD ya da İslam Devleti “ekseni”nde olup bitenler, Amerikan eksenli gelişmeler ya da “komplo”  olarak nitelendirilemez.
Bırakalım Amerika’yı, cürmü belli Türkiye’nin bile İslam Devleti ile yalnızca ideolojik değil siyasal ve örgütsel bir dizi bağlara sahip olduğundan kuşku duyulamaz. ABD ve özel olarak CIA’nın Türkiye ve MİT’ten IŞİD’le kat be kat güçlü bağlara sahip olduğu tartışma götürmez. Öte yandan sadece bu bağlar aracılığıyla da değil devasa siyasal örgütsel gücüyle sahip olduğu yönlendirici güçle de, aleti olup kumanda edemese bile, Amerikan emperyalizminin İslam Devleti ve eylemi üzerinde belirli bir etkisinin bulunduğundan da şüphe edilemez. Örnekse, etkisi kestirilemeyecek iç bağlantılarıyla sahip olduğu yönlendirici güç bir yana, Ürdün başkanti Amman’da düzenlendiği ileri sürülen bölge devletleri ve Barzani’nin temsilcileriyle Amerikalı yetkilinin de katıldığı toplantıda Musul harekatının kararlaştırıldığı yana önünün açıldığı iddiasında olduğu gibi, Amerikan “yeşil” ya da hatta “sarı” ışığının bile İslam Devleti’nce “ileri bir hamlenin zamanı geldi” şeklinde değerlendirildiği söylenebilir. Tıpkı Amerikalıların “yeşil ışığı”yla Saddam’ın Kuveyt saldırısının önünün açılmasında olduğu gibi… Ya da İslam Devleti’nin “çizmeyi aşarak” Erbil’e yönelmesinin Amerikan hava bombardımanıyla yanıtlanıp yakılan “kırmızı ışık”la “dur” denilerek Erbil’e saldırının anında durdurulması gibi.
Özetle, zaten Amerikalı emperyalistler için gereksiz bir masraf kapısı oluşturacak bir “alet” olarak “kukla” bir İslam Devleti lazım da değildir; bağlantılar ve “yeşil”, “sarı” ve “kırmızı” ışıklarla güdülmeye yatkın, ne yapıp yapamayacağı önemli ölçüde kestirilebilen ve çoğu yaptığı ABD ve emperyalist amaçları için aranıp da bulunamayacak “biçilmiş kaftan” durumundaki örgüt, Ortadoğu’ya yönelik Amerikan müdahalelerinin –özellikle meşruluğunun sağlanması bakımından– tepe tepe kullanılacak bir dayanağını oluşturmaktadır.
Düşünülsün; Ortadoğu’da, gözünü üzerinden ayıramayacak denli stratejik ekonomik, siyasi ve askeri çıkarları olan, ama hem dünya halklarının gözünde teşhir olduğu, hem de fazlasıyla pahalıya patlayan Irak işgalini sona erdirmeyi çıkar yol saydığı için ardında kaotik bir bölge bırakarak “giden” Amerikan emperyalizmi için, ne Şii ne Hıristiyan tanıyan ve uluorta kafa kesip kitlesel kırımlar yaparak tüm dünyanın nefretini üzerinde toplayan IŞİD ya da İslam Devleti ne bulunmaz nimettir! IŞİD vahşeti üzerinden, milyar dolarlar harcayarak sağlayamayacağı, üstelik kendiliğinden yayılan bir propagandayla taş atıp da kolu yorulmadan eline “kurtarıcılık davetiyesi” tutuşturulan bir Amerika!..
Bu ne demektir? Düşünülsün, Amerika, Saddam’a yönelik kampanyasını, “kitle imha silahları”na dair ne yalan dolan ve ne zorluklarla, üstelik kaça patlayarak yürütebilmiş, yine de inandırıcı olamamıştı. Çünkü gerçekler acıydı: Yalanlar bir yanda.. bombalanan hastane ve okullar, çökertilen elektrik ve su şebekeleri ve milyona varan can bedeli bir işgal. Sözde “demokrasi götürülecek” Irak’ın insan olan kimseyi ikna etmeyen hali! Ve şimdi “yaldızlı davetiye”yle Irak ve hatta Suriyeli halkları “kurtarma”ya çağrı çıkarılması!
Amerika’nın İslam Devleti ne istese vermeye hazır olduğundan kuşku duyulamaz!
Onu kullanarak neler başarmamıştır ki?!
Mesaj verilen, ama almayı beceremeyen Maliki’nin başarıyla gönderilmesi ilkidir. Bir yandan “müzakere” süreci yürütülerek ehlileştirilmeye uğraşılan İran’a, kabullenmek zorunda kaldığı Irak’ın Malikisizleşmesinden başka çare kalmamış olduğu dayatılarak fazla ileri gitmemesi gerektiği pratik bir biçimde hatırlatılmıştır ki, ikincisidir. Barzani, IŞİD Erbil yolundan son anda çevrilerek, Türkiye ile kendi başına “iş pişirip” petrol pazarlamaya girişerek caka satmamaya, ama söz dinlemeye bir çırpıda ikna edilmiş, çünkü Amerikan yardımı olmadan Peşmerge’nin fazla işe yaramaz bir güç olduğu IŞİD saldırıları karşısında açığa çıkmıştır. Bu, üçtür. Dördüncü olarak, başka yerlerde, örneğin Erbil’e yöneldiğinde bombalanırken ağır saldırı altındaki Kobane’yi kuşattıklarında son ana kadar İslam Devleti mevzileri bombalanmayarak, PKK ve PYD’ye yollanan mesaj da nettir: “Bensiz olmaz”! Türkiye; pek kollayıp “din kardeşi” ve “mezhepdaş” olarak pek güvendiği, neredeyse tümüyle açıktan lojistiğini sağladığı, petrolünü pazarladığı ve bir türlü “terörizm”i yakıştıramadığı IŞİD’in Musul’a saldırısının önü açılarak, hizaya geçirilmek üzere zora sokulmuştur ki, beşincisidir. Katar; Suudi Arabistan ve geri kalan Sünnici Körfez ülkelerinin aynı IŞİD “korkuluğu”yla “IŞİD karşıtı koalisyon”da fiilen yer almakla kalmayıp askeri harekat düzenlemeye “ikna” edilmesi, altıncısıdır. Ve herhalde tüm dünyanın “ölümü gösterip sıtmaya razı” etme babından IŞİD ya da İslam Devleti vahşetiyle “terbiye” edilerek Amerikalı emperyalistlere “kurtarıcılık” davetiyesi çıkarılması tutumuna “kazanılması”; açmaza alınarak, ya tümüyle davetiyecilik yapmak ya da davete, yani Ortadoğu’ya yönelik Amerikan müdahalesine ses çıkarmamak durumda bırakılması, birinci başarı olarak en başa yazılmalıdır. Aynı dayatmayla Amerika’nın, hatta Rusya ve Suriye’yi de yüz yüze bıraktığı söylenebilir.
Rusya’nın Suriye’ye yönelik Amerikan müdahalesi karşısında net ve bükülmez bir tutum aldığı biliniyor. Ama onun da, sallanan IŞİD korkuluğu dolayımıyla dünya halklarının olası tepkisini dikkate alarak, Amerikalıların önceden açıklamış oldukları Suriye topraklarında da IŞİD mevzilerinin bombalanması kararını reddedemediği görülmüştür ki, bu da sekizincisidir. Ama yine görülmüştür ki, Amerika da Rusya’yı dikkate almazlık edememektedir: İslam Devleti’nin “başkenti” durumundaki Suriye kenti Rakka ve diğer kentlere yapılan hava bombardımanı ancak ulusal güvenlik danışmanlarıyla düzenlediği toplantı sonrasında “IŞİD mevzilerine müdahaleye yeşil ışık yakabiliriz” açıklamasından en az 4-5 saat sonra başlayabilmiştir. Bu sürenin Amerika ve Rusya arasındaki görüşme ve pazarlıklar için yeter bir süre olduğu ve böyle değerlendirildiği tahmin edilebilir.
Suriye toprakları, sonuç olarak Amerika tarafından bombalanmıştır, ancak, IŞİD vahşeti nedeniyle, bunun Suriye tarafından da tercih edilir bir eylem olarak –hele Rusya’nın tutumundan sonra– anlayışla karşılandığı ortadadır. Ama “düşmanca” ilişkiler içinde olsalar bile, Amerika’nın da “anlayışlı” davrandığı ve Türkiye’ye haber vermezken Suriye’yi Rakka’ya hava saldırısından önceden haberdar ettiği gerçektir. Ancak, bir gerçektir ki, Amerika, yeniden Ortadoğu’nun “düzen kurucu” temel bir gücü olduğunu herkese bir kez daha kabul ettirmesinin ötesinde, olağan zamanlarda “kimyasal silah kullanılmasını” ileri sürerek bile elde edemediği Suriye’ye el atmayı da başarmıştır. Bugün IŞİD vesilesiyledir, ama bir kez “el atılmış” ve Suriye toprakları Amerikan çizmeleriyle çiğnenmese bile Amerikan uçaklarınca bombalanmıştır; bu, bir başka vesileyle süregitmesinin yolunun açılmış olması anlamına da –en azından– gelebilir.

*
Burada bir parantez açılarak, sorulabilecek kısa soru ve kısa yanıtı:
Peki, IŞİD ya da kendi değiştirdiği adla İslam Devleti’ne yönelik Amerikan bombardımanına ne demeli, karşısında nasıl tavır alınmalı? Desteklenmeli mi karşı mı çıkılmalı? Hangisi?
Sorunun bu sınırlılığıyla konulamayacağını belirterek başlamalıyız. Destekleme mi karşı mı çıkma ya da Amerika’yı ve Koalisyonu mu İslam Devletini mi destekleme! Sorun, böyle konamaz!
Şimdiye kadar söylenenlerden Amerikan emperyalizminin IŞİD üzerinden dünya ve özellikle Ortadoğu halklarının başına yeni bir “çorap” ördüğü anlaşılmış olmalıdır. IŞİD bir Amerikan mamulatı olmasa bile onun tarafından belirli amaçlarına ulaşmak üzere başarıyla kullanılmıştır ve kullanımı sürmektedir. Tabii ki Amerikan emperyalizminin oyunları ve müdahalelerine alet olmamak, bundan sakınmak gerektir. Bu müdahale desteklenemez! Sorunun bu olumsuz sorulması ve yanıtında problem yoktur; ancak tersinden, peki, karşı mı çıkılmalı sorusunun yanıtı da olumlu olmak zorunda değildir.
Saddam Irak’ına yönelik Amerikan müdahalesi ve ardından gerçekleştirilen işgalle kıyaslanırsa, daha anlaşılır olacaktır! Evet, Saddam gericiydi ve komünistlerce doğrudan savunulmamıştır; ancak Amerika’nın Irak’a müdahalesi ve işgaline karşı çıkılmıştır. Saddam kim ve ne olursa olsun, saldırıya uğrayan, içişlerine saygı gösterilmesi gereken Irak ve bu saldırı ve işgal sürecince ölüp yaralanacak olan Irak halkıydı. Şimdi Irak ve Suriye’ye yönelik Amerikan müdahale ve bombardımanı ne Irak ne de Suriye’nin egemenliğini –en azından bugün için– hedef almıyor; bu iki ülkeyle açık ya da örtülü işbirliği çerçevesinde gerçekleşiyor. Geri kalanı IŞİD ya da İslam Devleti’nin hedef alınmasıdır ki, komünistlerin bu gerici örgütün savunulması ya da bu örgüte yönelik saldırılara göğüs gerilmesi gibi bir görevi ileri sürülemez!
Bir gericiye (Amerikan emperyalizmi) karşı bir başka gericinin (İslam Devleti) savunulup desteklenmesi politikası doğru ve devrimci bir politika olarak benimsenemez. Sorun, gericiler arasındaki sorunların, dolayısıyla gericilerin kapışmasının ötesindedir ve soru da buradan, yani işçi sınıfı ve halklar cenahından sorulmalı, değerlendirme ve tutum saptamaları da buradan, halkların ve mücadelelerinin çıkarları esas alınarak yapılmalıdır. Doğru olan işçi sınıfı ve halkların çıkarına ve lehine olandır ve bu doğru emperyalistler ve gericilerin politika ve tutumları ve birbirleriyle sürtüşme ve çatışmalarında aranamaz; işçi sınıfı ve devrimci örgütleri, gericiler arası çelişme ve çatışmalardan olsa olsa manevra olanaklarını artıracak “devrimin yedek güçleri” olarak yararlanabilirler.

*
AKP elindeki Türkiye ve Amerika’nın İslam Devleti’ni de kapsayan bölgeye ilişkin planları karşılaştırılırsa, ne söylenebilir; birbirleriyle uyumlu mudurlar çelişkili mi?
Aslında gerek Türkiye ve gerekse Amerikan emperyalizminin bölge ve IŞİD’e yönelik yaklaşım ve politikalarının üzerinde duruldu.
Özetlemek gerekirse; Türkiye, IŞİD’de siyasal ideolojik (mezhebi) kardeşini görme noktasına vardırarak, onu, kendisiyle yakınlığı içinde kullanarak, ama aynı zamanda besleyip askeri bakımdan donatarak maceracı yayılmacılığının dayanaklarından varsaymıştır. Gerek Suriye ve Irak’ta Sünnici rejim değişikliği ve gerekse güney sınırında özerk siyasal yapılanmasını örgütleyip geliştirmekte olan Suriye Kürtlerinin bu siyasal varlığını ezme amaçlı olan Türkiye-İslam Devleti ilişkisi, hele IŞİD’in vahşeti ve bunun emperyalistlerce bölgeye yeni bir müdahalenin dayanağı olarak kullanılmasına girişilmesiyle, Batı’da yeterince ortaya dökülerek deşifre olmuş, Türkiye, “IŞİD vahşeti”yle yakınlık, hatta işbirliği içindeki bir ülke olarak anılmaya başlanmıştır ki, bu, uzun yıllardır Türkiye’nin içine düştüğü ya da düşürüldüğü en zor durumu oluşturmuştur.
Türkiye neden zora girmiştir, açıktır: Batılı ve özellikle Amerikalı emperyalistlerin bölgeye yönelik yaklaşımı ve IŞİD’ı kullanış tarzı farklıdır. Türkiye IŞİD’i olumlu kullanırken, Batılılar ve Amerikan emperyalizmi olumsuz kullanmakta; onun pazarladıkları vahşetini olumsuzlayarak bölge halklarıyla ilişkilerini yenileme ve kendilerini bölgeye kurtarıcı olarak yeniden davet ettirme tutumunu izlemektedirler. Sonuç olarak hem Türkiye ve hem de emperyalistler İslam Devleti’nin önünü açmış ve saldırganlığını beslemişlerdir; ancak Türkiye bunu onunla işbirliği tutumu geliştirerek yaparken, Batılılar, bu örgütün vahşetini, bombalama ve Ortadoğu’ya müdahalelerini tazelemelerinin dayanağı kılmışlardır. Evet, hem Türkiye hem Batılı emperyalistler IŞİD’in önünü açarak aynı noktadan başlamışlar, ama farklı yerlere varmışlardır: Türkiye onun yanında dururken Batılı emperyalistler karşısında koalisyon kurmuş ve bombardımana başlamışlardır.
Bu, Amerikan emperyalistlerinin yalnızca İslam Devleti’ne yönelik özel bir tutumu olmaktan daha fazlasıdır. İslam Devleti’nin emperyalist amaçları doğrultusunda özel olarak kullanılması da vardır; bundan ve bu kullanımın ne çok işine yaradığından söz edildi. Ancak fazlası şudur ki, Amerikan emperyalistleri, İslam’ı, işbirliği yaparak amaçları doğrultusunda kullanılmaya yatkın olan “ılımlı” ve işbirliği yerine işbirliğine gitmeyi kabullense bile kendi Cihatçı amaçlarını öne çıkaran “bağnaz” “radikal İslam” olarak bölüp radikalleri dışlama taktiğinden, “Arap Baharı”nı karşılarken, örneğin Müslüman Kardeşler şahsında, “radikal”ler arasında yer tutsalar ve katı mezhepçilik yapıyor olsalar bile, özellikle tümden ya da ucundan neoliberalizmin palazlandırarak ehlileştirici çarkına takılıp egemen olma isteğiyle işbirliği eğilimi gösteren gruplarla iş tutma taktiğine geçmeyi denemiş, bunu Mısır ve özellikle “Nusayri iktidarını devirme” amacının hizmetine koştuğu Suriye’de mezhepçi politika ve tutumları besleyerek zorlamış; ancak Müslüman Kardeş Hükümeti’nin Amerikan çıkarlarını gözetmekten çok kendisine çalıştığı Mısır’la, öngördüğü gelişmeler yerine İslam Devleti türü Cihatçı Sünni grupların öne çıktığı ve Amerikan işbirlikçilerine karşı yönelmekten de çekinmediği Suriye’de yaşananların ardından bu taktiği de terk etmiştir. Mısır’da mezhebi siyasal İslam’ın desteklenip yedeklenmesine son verilip üzeri çizilerek İhvan Hükümeti’ne karşı –arkasında Amerikan emperyalistleri olmadan açıklanamayacak– askeri – darbe.. Nükleer enerji konusunda bir “ortak nokta” bulunup Şii İran’la müzakerelerin başlatılması ve bir arada yaşamanın denenmesine adım atılması.. Ve en son Suriye’de tepe tepe kullanılması bir yana İslam Devleti’ne karşı operasyonun başlatılması.
Türkiye’nin hala eskide ısrarını sürdürerek, Mısır’da darbeye karşı ajitasyonla Müslüman Kardeşleri savunma ve destekleme, Suriye’de Esad’ı devirme ve Rojava Devrimi’ni söndürme yayılmacı amaçlarıyla mezhebi ideolojik kardeşleri Sünnici Cihatçı gruplar ve bu arada İslam Devleti’yle “flörtü” de aşan işler çevirmeye kalkışması bir yanda.. Epey bir süredir uygulamaya konulmuş olan yeni Amerikan tutumu diğer yanda.
Bu, iki yaklaşım ve tutum arasındaki makasın ciddi ölçüde açık olması demektir ve Türkiye’nin içinde bulunduğu zorluğa yol açan açmaz buradadır. İslam Devleti’nin elinde 49 rehinenin bulunması da başlı başına bir zorluktu, ancak Türkiye’ye durumu idare etme, “IŞİD karşıtı koalisyon”a katılmamasının –yani “modellik” ve “stratejik ortaklık” payeleriyle olduğu kadar NATO üyeliğiyle de bağdaşmayan ve Amerika ve Batı ile ilişkilerinin gözden geçirilmesine götürecek baskı ve dayatmaları savuşturmak üzere durumunun– anlayışla karşılanmasını bekleme avantajı sağlıyordu. Rehine sorununun takasla çözümünün ardından Amerikan Dışişleri Bakanı Kerry net konuştu: “Türkiye tabii ki ön safta olacak”! İsterse olmasındı! Bu sözü, Kerry, Türkiye Dışişleri Bakanı M. Çavuşoğlu ile BM’de yaptığı kısa görüşmenin ardından henüz söylemişti ki, yeni cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan, BM Dış İlişkiler Konseyi’nin önünde, Türkiye’nin, tabii ki “her türlü harekatta yer alacağını” ve “terör konusunda bir zaafının olmadığını”, “teröre karşı mücadeleyi desteklediği”ni ve “sonuna kadar sürdürülmesi” gerektiğini açıkladı.
Türkiye, “koalisyon”un gündeme getirildiği andan beri baskı altında ve daha öncesinden beri politika ve uygulamaları Amerikan politikaları ve uygulamalarından ihmal edilemeyecek farklılıklar taşıdığı için zordaydı. Rehineler serbest kaldıktan, hatta söylentilere inanılacak olursa, Türkiye’nin kolunu kanadını ve kuşkusuz derincini kırmak üzere güçleri hiç küçümsenemeyecek Sünni aşiretlerle bağlantı içindeki CIA tarafından serbest bırakılmaları sağlandıktan, ama asıl, Irak’ın yanı sıra Suriye topraklarının da bombalanmasından ve sıranın Kobani’yi kuşatan mevzilere de geleceği ve “pabucun pahalı” olduğunu akıllar kestikten sonra, hele çıkılan “deplasman”da, Newyork’ta BM kürsülerinde eski tutumda ısrar etme imkanı kalmamıştı. “Büyük patron” fazlasıyla kızmakta ve bastırmaktaydı; belki IŞİD’le işbirliğini belgeleriyle açıklamakla tehdit etmişti, belki başka bir şeyle. Ama sertti. Önce “katiyen olmaz” denilip karşı çıkılan ama iki gün sonra uçak ve gemiler tahsis edilerek katılmak üzere geniş bir “viraj” alınan Libya’ya NATO Operasyonu döneminde olduğundan çok daha hızlı biçimde politika değiştirildi; IŞİD’e karşı askeri harekata katılmamaktan katılma ne kelime, askeri harekatın sonuna kadar sürdürülmesine geçildi.
Tek fark, Rojava’ya ilişkin fark olarak kalmıştı.
Amerikan taktiği havadan bombardımanın kara birliklerinin harekatıyla sürdürülmesiydi, ancak kendisi kara harekatı yapmayacaktı. Kimin yapmasını öngördüğü ise sır değildi, İslam Devleti ile çatışmaya giren güçler zaten ortadaydı: Irak Merkezi Hükümeti güçleri, Barzani ve Talabani Peşmergeleri, Suriye’li ÖSO türü Batı yandaşı besleme muhalefet örgütleri ve PKK ile PYD’nin askeri güçleri HPG ve YPG. Bu amaçla Irak ve Suriye’deki askeri harekat birleştirilecek ve Amerikan emperyalistleri, bir kısmı iki ülke arasındaki sınırın iki tarafına yayılmış, IŞİD’in güç aldığı ve dayanışma halinde olduğu Sünni aşiretlerini IŞİD’la birlikte davranmaktan caydırmaya yönelecekti. Hava bombardımanının Suriye topraklarına da kapsaması bir adım ve şüphesiz CIA’nın belli başlı aşiret ileri gelenleriyle “yeni” Irak’ta Sünni topluluklara özerklik türünden haklar vaad ederek görüşmeler sürdürmesiyse ikinci adım olarak atılmaktaydı.
Türkiye’nin taktiğiyse, sonunda yarım ağızla da olsa, en yetkili kişi tarafından ,“bataklık” nitelemesi de yapılarak, “teröre karşı mücadele”den söz açılması ve askeri harekatta yer alma da dahil “IŞİD’e karşı koalisyon”a katılma kararının açıklanmasının ardından hala “bir gün öncesi”nin eski taktiği durumundaydı: Sanki “yeter” diyen varmış gibi, “hava bombardımanı yetmez”di. Esad’ın zulmü karşısında “insanlık davası” için tutum almıştı Türkiye ve sınırlarını Suriye göçmenlerine açmış, onları tek başına finanse etmekteydi. Yeni göçmenleri kaldıramazdı ki Kobane’den 130 bini aşkın yenisi gelmişti. Öyleyse denip açıklanan Türk tutumu ya da taktiği, eskisinden farksız olan Esad’ı devirip Rojava’yı göçertme taktiğiydi hala ve bu taktiğin temel önermesi uçuşa kapatılması önerisiyle güçlendirilen Suriye topraklarında bir “tampon bölge” kurulmasıydı. Yeni göçmenler bu bölgede “konuk edilecek”ti. Ve taktiğin tamamlayıcı bir diğer ögesi Erdoğan tarafından BM Dış İlişkiler Konseyi’nde gazetecilere açıklandığı şekliyle “üçüncü boyutu var. Bölücü terör örgütleriyle mücadeleyi kararlılıkla sürdürmemiz gerekiyor”.
Ali Bayramoğlu türü –artık her şey ayan beyan ortada olsa ve hiç de gerekmese de– uzak görüşlü yandaş ideologların açıktan dile getirerek, içeride “çözüm süreci” ile birleştirilme zorunluluğuyla birlikte dışarıda da PYD gibi Kürt güçleriyle aranın düzeltilerek yakınlaşmanın ötesinde hatta ittifak sağlanmasını dillendirmeleri yeni değildi ve giderek –AKP eski çizgisinde ısrar edemeyerek manevra üstüne manevra yapmaktan kaçınamadıkça– bu görüşlerin etkisi artmaktaydı. Ama yine de başta Erdoğan ve Y. Akdoğan türü adamları vazgeçmek zorunda oldukları geçmişin kalıntısı türünden görüşlerini kolaylıkla terk edemiyor, bir uyum sürecine ihtiyaç duyduklarını belli ederek, kendi yaptıkları manevra ve aldıkları “viraj”ın kafalarında kolay şekillenmeyen gereklerini yerine getirmekte zorlanıyorlar, “bölücü terör örgütüne karşı mücadele” ve “Esad’ı desteklemek”ten vazgeçerek “PYD’nin değişmesi” türünden anlamsız koşullar koymayı sürdürmeye çalışıyorlardı.
Gerçek amaçlarının “PYD’nin değişmesi”yle sınırlı olmadığı, hala hem Esad’ın devrilmesi ve hem de Rojava’da doğan Kürt siyasal yapılanmasının bertaraf edilmesi olduğundan kuşku duyulamaz. “Tampon Bölge”nin, tam da bu nedenle, büyük çoğunluğu Kürt Kantonları’nın kurulu olduğu bölgeyi kapsayarak ve AKP yetkililerinin açıklamalarına göre kimi yerlerde 100 km.’yi bulan derinlikte kurulması öngörülmektedir ki, şimdiye kadar İslam Devleti’nin fiilen desteklenmesinin yanında bu “tampon bölge” yönelimiyle Türkiye Kürt ulusal hareketinin sözcü ve liderleri tarafından IŞİD’in “cephe gerisi” olmakla suçlanmıştır.
Oysa Amerikan komutasındaki “koalisyon” Kobane’yi kuşatan İslam Devleti’ne çoktan bomba yağdırmış, dolayısıyla Amerikan emperyalistleri artık “modellik”i tartışma konusu bile olmaktan çıkmış, ancak “ortaklık”ı tartışma masasında olan Türkiye’yi yöneten muhataplarına durumu tüm açıklığıyla özetlemiş ve izlenecek taktiğin bir kez daha altını çizmiştir.
Şimdi sıra bu yönden de “uyumlanma”nın gerçekleşmesindedir. Türkiye’nin “tampon bölge” planı tamamen “Türk işi”dir ve yalnızca kendisinin görüşü olarak kalacak görüntüdedir.
2003’te Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice Washington Post’a yazdığı “Ortadoğu’lu Dönüştürmek” başlıklı yazısında “Ortadoğu’da Türkiye dahil 22 ülkenin sınırları değişecek” kehanetinde bulunmuştu. Henüz “işin başında” olduğumuzu düşünürsek, kaç ülkenin sınırı değişecek tartışılabilir, ama değişikliklerin artık uygulanmaya konma aşamasına geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Türkiye’yi ilgilendiren değişiklikler ve boyutları bir başka yazının konusu olabilir ancak. Ama ne Irak ne Suriye ve ne de bir tür devletleşme aşamasında olan Kürt halkının eski siyasal durum ve sınırlarının değişmeden kalabileceği ileri sürülebilir artık.

İmkansızlığın stratejisi: Radikal Demokrasi üzerine

Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau’nun birlikte kaleme aldığı “Hegemonya ve Sosyalist Strateji” adlı kitap 1980lerin başlarında yayınlandığında bir hayli tartışılmış, kitabın Türkçe olarak yayınlandığı 90’lı yıllarda da bu tartışma Türkiye’de gecikmiş olarak sürmüştü. Kitabın bu denli ilgi görmesinin sebebi, yazarlarının, geçen yüzyılın ikinci yarısından itibaren Althusser, Poulantzas, Foucault ve nihayet diğer postyapısalcı yazarların açtığı yolu kat ederek geldikleri aşamada, “kriz” tespitinden alternatif önermeye sıçrayarak son noktayı koymuş olmalarıydı. Mouffe ve Laclau’nun, adını “Radikal Demokrasi” koyduğu strateji, kendilerinden öncekilerin de kalkış noktası olan Marksizmde altyapı ile üstyapı ilişkisinin analizinin sorunlu olduğu, özcü bir özne tanımının sınıfın nesnel pozisyonuyla rolü arasında açıklanmaya muhtaç bir “boşluk” bıraktığı iddiasıyla başlıyor ve nihayet işçi sınıfının başlıca dönüştürücü özne olarak ortaya çıkışının kapitalist üretim ilişkileri içindeki pozisyonuyla ilişkilendirilemeyeceği, onun iktisadi konumuyla sosyalizm arasında bir çıkar bağı kurulamayacağı; dolayısıyla söylemle oluşmuş herhangi bir toplumsal “kimlik konumu”ndan daha özel ve önsel bir özne olarak tanımlanmasının mümkün olmadığı tespitiyle yol alıyordu.
Laclau ve Mouffe’un, Marksist yazarlar açısından kriz teorilerinin topyekun ve yeniden elden geçirilerek eleştirilmesine vesile olan, Post Marksist yazarlar bakımından da hararetle karşılanan, esasen daha çok akademide yankı uyandıran stratejilerinin başlıca noktalarına birazdan değineceğiz, ama ona geçmeden önce 20-30 yıl öncesinde kalan ve artık neredeyse sönmüş bir tartışmayı yeniden alevlendiren güncel bir duruma da işaret etmekte fayda var. “Radikal Demokrasi” siyasal gündeme, stratejik yönelimini demokratik özerklik olarak belirleyen Kürt siyasal hareketinin kurucu bir söylem olarak sık sık kullandığı “siyasetin toplumsallaşması”nın esinlendiği bir yol haritası olarak dahil oldu ve müzakere sürecinde oluşan HDK-HDP ile DTK içindeki müttefikleriyle mevzilenişinin, yeterince esnek, bağlayıcı bir harç malzemesi olarak belirdi. Hareketin merkezi metinlerinde ve teorik yayın organlarında “Radikal Demokrasi”nin içeriği sadece Mouffe ve Laclau’nun söyledikleriyle kurgulanmamıştır. Murray Bookchin’in ekolojik-komünal sosyalizmi, Zapatista özyönetimciliği, Mao’nun köy komünleri, Proudhon’un komününden otonomculuğa dönüşen 21. yüzyıl anarşizmi vb. gibi pek çok pratiğin ve kuramın Kürt hareketi için işlevsel ve faydacı bir sentezle bir araya geldiği, stratejik bir karışımdır önümüzdeki. “Radikal Demokrasi”, Kürt siyasal hareketi için bunların hepsinin belli orandaki bileşiminden oluşur. Mouffe ve Laclau’nun tezleri ise, gerek sınıf, kimlik, aidiyet üzerine söyledikleri gerekse de siyasal iktidara ve iktidarlaşmaya karşı önerileriyle bu bileşimden rahatlıkla soyutlanabilecek kadar merkezi bir yerde durur. Onun için Mouffe ve Laclau’nun çerçevesini çizmiş olduğu orijinal teze yeniden dönmek elzem görünüyor.

“RADİKAL DEMOKRASİ”NİN KURAMSAL DAYANAĞI

Mouffe ve Laclau için Marksizmin “teorik krizi”nin biri kuramın kendisinden diğeri de solun benimsemekte zorlandığı pratik gelişmelerden (68 sonrası toplumsal hareketler) kaynaklanan iki temel nedeni vardır. Bunlardan birincisi, işçi sınıfına merkezi ve imtiyazlı bir özne rolü biçilmesine rağmen, kendiliğinden halindeki sınıfın kendisi için sınıfa dönüşmesinin zorunlu olmadığını, tersine olumsal olduğunu kanıtlayan teorik boşluktur. Bu “boşluk”un izinin sürüldüğü eski metinlerden sınıf bilincinin sınıfa dışsal olduğu ve sosyalizm fikrinin işçi sınıfına aydınlar tarafından götürülmesi gerektiğine dair vurgular yazarlarca “Radikal Demokratik” perspektifin kalkış noktası olarak belirlenmiştir. Şöyle denir: “İşçi sınıfının birliği devrimci üstbelirlenme süreci dışında oluşmuş altyapısal bir veri olsaydı, devrimci öznenin sınıf karakterine ilişkin soru ortaya çıkmazdı. Gerçekten bu durumda politik mücadele ile ekonomik mücadele, bu mücadelelerin kendilerinden önce oluşmuş bir sınıf öznesinin simetrik ifadeleri olurlardı. Fakat birlik bu üstbelirlenme süreci ise politik öznellik ile sınıf konumları arasında neden zorunlu bir örtüşme olması gerektiği üzerine bağımsız bir açıklama verilmelidir.”
Yazarlar, işçi sınıfının “altyapının yasaları” uyarınca eninde sonunda devrimci bir özne haline geleceğini söyleyen “Marksist” yazarların tersine politik öznellik ile sınıf konumları arasında böyle bir zorunlu örtüşmenin olmadığı, işçi sınıfı ile sosyalizm arasında ancak raslantısal bir ilişki olduğu kanısındadırlar. Mouffe ile Laclau’nun daha ileride tartışacağımız yöntem sorununu şimdiden derinleştirmeden şu söylenebilir: Marksizmi eleştiren bir metin hazırlamalarına rağmen; işçi sınıfının tarihsel rolüne ilişkin Marx’ın ve Engels’in; “dışarıdan bilinç” konusunu “Ne Yapmalı”da kavramsallaştıran Lenin’in söylediklerinden yola çıkmaktansa, yazarlar, Marksizmin ikinci el yorumcularına başvurmuşlar ve zaten çoktan terk ettikleri diyalektiği metafiziğe feda ederek, tarihi ve teoriyi, aşamaları arasında anlamlı bağlar bulunan süreçler olarak değil de birbirinden yalıtılmış –çok sevdikleri bir kavramı kullanacak olursak– momentler olarak okumayı tercih etmişlerdir. Marksizmin teoriyi kabalaştıran dostlarının da 20. yüzyıl revizyonizminin de üzerinde en çok patırtı kopardığı; teorinin diyalektik bütünlüğünü göz ardı ederek; şeyleri ve olayları bir gelişim seyri içinde değil, yalıtılmış ve söylendikleri tarihsel ve yazıldıkları kurgusal bağlamdan koparılmış olarak dile getirilen alıntılar Mouffe ve Laclau’ya da ivme kazandıran başlangıç noktalarıdır. Ortaya çıkan resimde Marksizm, “çeşitli özne konumlarını tek bir konumun ifadesine indirgeyen”…”üst yapıyı alt yapının bir yansısı olarak tarif eden” “sınıfın mevcut bilinci ile tarihsel misyonu arasında gittikçe büyüyen boşluk politik müdahale yoluyla dışsal olarak kapatılabileceğinden abartılmış bir teori…” olarak belirir.
Bu ikisine göre, daha önce de örneğin Gramsci tarafından hegemonya kavramı ekseninde çözülmeye çalışılan “sorunlu teorik alan”, hegemonya sürecinde hala sınıfa ayrıcalıklı bir rol biçilmeye devam edildiği için doldurulamamıştır. “Boşluğu” dolduracak olan Gramsci’nin hegemonya kavramından sınıfı eksilterek başlayan “Radikal Demokrasi” kuramıdır.
O halde, teorik bir sorun olarak görünen sınıf ve bilinç arasındaki ilişkiden başlamakta yarar var.

SINIFLA BİLİNÇ ARASINDAKİ İLİŞKİ

Lenin şöyle diyordu Ne Yapmalı’da: “Politik bilinç işçiye ancak dışarıdan verilebilir, yani ekonomik mücadelenin alanının dışından verilebilir. Bu bilginin elde edilebileceği tek alan, bütün toplumsal sınıfların ve katmanların devlet ve hükümetle ilişkilerinin alanıdır, bütün sınıflar arasındaki ilişkilerin alanıdır.”  Laclau ve Mouffe’un “boşluk” taramak için seçtiği metin Ne Yapmalı değildir aslında. Onlar daha ziyade Ne Yapmalı’nın metafizik yorumunu aslının yerine ele almayı tercih ederler. Bu alıntıdan türetilen sonuç da, eğer işçi sınıfına bilinç dışarıdaki aydınlar tarafından götürülecekse işçi sınıfı diye bir öznenin oluşmasının koşulları işçinin sınıf konumunda yoktur şeklindedir.
Oysa, sınıfa bilincin götürülmesi bahsinde dışarıdaki birilerine örneğin aydınlara rol biçmemektedir, Lenin. “Bütün toplumsal sınıfların ve katmanların devlet ve hükümetle ilişkilerinin alanı” doğrudan doğruya toplumsal sınıf ve katmanların siyasal iktidarla karşılıklı konumlandığı, çatıştığı alan anlamına gelir. İşçi en küçük iktisadi bir talebi için bile ayağa kalktığında, greve gittiğinde devlet ve hükümetin hareket üzerindeki sınırlayıcı müdahalesi, diğer toplumsal kesimlerin bu durum karşısında tuttuğu mevzilenmeler, muhtemel bölünmeler ve ayrışmalar vb. işçi için ilk siyasi bilincin tecrübeye dayalı kaynağıdır. Ancak zamanın sosyalistleri, başına gelen tekil bir örnek üzerinden işçinin kendi konumuyla genel siyasal durum arasında bir bağ kurabileceğini veya onu harekete geçiren talebin, benzerleriyle ortak bir bağ kurmaya yeteceğini ve bu talebi ortaya çıkaran iktisadi koşulların mantıklı bir eleştirisini yapabileceğini/yapması gerektiğini düşünecek kadar, Laclau ve Mouffe kadar hayalperest değillerdi. Makalenin devamında şöyle yazar Lenin: “Bu nedenle, işçilere politik bilgiyi götürmek için ne yapmalı sorusuna, çoğu durumda pratikçilerin –özellikle de ‘ekonomizme’ eğilimli pratikçilerin– yetindikleri yanıtı vermekle kalmamak gerekir; yani yalnızca ‘işçilere gitmek’ yanıtı verilmemelidir. İşçilere politik bilgiyi götürmek için, sosyal demokratlar, toplumun bütün sınıflarına gitmek zorundadırlar, kendi müfrezelerini dört bir yana salmak zorundalar.”
Lenin’in burada kullandığı “götürmek” fiili, onun külliyatını ve pratiğini bilenler açısından bir dışsallığı ima etmez, ama işçi sınıfına dışarıdan bakan veya Sovyet Devrimi’ne hiç yaşanmamış muamelesi yaparak deneyimi kuramda itinayla dışarıda bırakan metafizik bir zihin açısından sınıf ile bilinç arasında bir dışsallık ilişkisinin kurulması kaçınılmazdır, şaşırtıcı da değildir. Oysa parti yani bilinç (götürücü) ile sınıf arasındaki ilişkiyi diyalektik bir ilişki olarak kurar Lenin. Sınıfın dışında veya üstünde, onu yeteneği ve becerileri dışında bir şekle sokmaya çalışan dışsal bir oluşumdan değil, doğrudan doğruya işçi sınıfının, mevcut tarihsel bağlamdaki en ileri politik bilgiyle donanmış, hareketin gidişatını yönlendiren, bu hareketi daha ileri bir mevziye taşımak için taktikler üreten stratejik önemdeki öncü ve örgütleyici müfrezesi olarak görür partiyi. Partinin varlığı başlı başına işçi sınıfının sosyalizmle bağının kanıtıdır bir bakıma. Onun mücadelesinin içinden doğmuştur, sahip olduğu ve sınıfın geri kalanına “götürmek”le yükümlü olduğu bilinç, işçi sınıfının hareketinin seyrinden çıkarılmıştır. Bu bakımdan işçi sınıfının daha en başındaki, mümkün iktisadi hareketi ile siyasal talebi arasındaki bağ, bu bağı mekanik bir eklemlenmeye indirgeyenlerin düşündüğü gibi, olumsal, sınıfın eylemine dışsal, tarihsizleştirilmiş değil, “zorunlu”dur.
Ne var ki, yine metafizik zihin, toplumsal ilişkilere tarihsel bağlamından kopararak, donmuş ve bu ilişkilerin geleceğine dair hiçbir şey söyleyemeyecekleri “momentler” halinde soyutlayarak odaklandığı için sınıfla bilinç arasında ezelsiz bir bağ kurmaya çalışır. Bu gerçekleşemeyeceği için de, ilişkinin geleceği, aralığın bir türlü kapanmayacağı bir olanaksızlıktır. Oysa Rusya’nın devrimci işçileri kendilerinden önceki ulusal ve dünya ölçeğindeki kuşakların eylem ve mücadele içinde oluşturdukları bilinci hazır bulmuşlardı. Ancak mirasın veya geçmişteki bir deneyimin, şimdi farklı tarihsel ve toplumsal bağlamdaki bir sınıfın bilincinin unsuru olarak yer alabilmesi de, o sınıfın tarihe “dışarıdan”, yani kendi koşullarından, geçmişin bilgisini kendi eylemine yardımcı olacak bir araç olarak yeniden yorumlamasıyla mümkün olacaktır.
Parti, hem geçmiş deneyimleriyle güncel durumun, hem de o an ayrı ayrı yerlerde parça parça ortaya çıkan dağınık eylemlerin koordinasyonunu sağlayan bir aygıt, sınıfın birleşik bir güç haline gelme ihtiyacının ürünüdür. Lenin’in Ne Yapmalı’sı, Rusya’da o sıralarda sınıf hareketinin içeriğini iktisadi taleplere indirgemeye çalışan ekonomistlerle esaslı polemiği içerir. Ve Lenin bu polemiği hiç de hayal ürünü bir mevzide durarak yapmaz. Tersine, iktisadi taleplerle sürdürülen ve doğası gereği parçalı mücadele deneyiminin sınıfa az çok politik bir yönelim de kazandırdığı ve birleşik bir güç olma ihtiyacının giderek açığa çıktığı koşulların tam “içinden” yapar. Onun ve Rus sosyalistlerinin bulunduğu tarihsel konum, elbette sınıfın geçmiş deneyimi ile toplam birikiminin içinden ama sınıfın o anki politik düzeyinin dışında, hareketin geleceğinde oluşmuştur. Şimdi ile gelecek arasında kesintisiz ilişkiyi kuran, böyle bir iç ve dış diyalektiğidir.
Yani hareketin geçmişi, bugünü ve geleceğiyle ilişkisi diyalektik bir ilişkidir.
Mouffe ve Laclau yok sayıyor diye ne “geçmiş kuşakların hayaleti” yok olmuş sayılabilir ne de geleceği olmayan bir bugünden söz edilebilir. Öyleyse ortada, sınıf konumuyla bilinç, kendiliğindenlik ile kendisi için sınıf arasında el çabukluğuyla doldurulmaya çalışılan bir teorik “boşluk” veya bir “kriz” değil, sınıf ile bilinç, özne ile nesnesi arasında eylem ve hareket sayesinde süreç içinde kurulan bir bağ vardır.

ZİHİNSELLİK YA DA SINIF VE SOSYALİZMİN NESNEL OLMAYIŞI
“Radikal Demokrasi”nin teorisyenleri böyle düşünmez. Eğer işçi sınıfına bilinç “dışarıdan götürülecekse”, sosyalizm ve işçi sınıfı arasında zorunlu bir ilişki olmadığı gibi, herhangi bir toplumsal kimlik veya kesim sosyalizmin öznesi olabilir: “İşçi sınıfının hegemonik görevleriyle sınıf kimliği arasında tam bir ayrım vardır… Gerçek işçi sınıfı kendi ‘tarihsel çıkar’larıyla tam olarak özdeşleşmekten uzak olduğundan sınıfın maddiliği ile onun ‘gerçek kimliğini’ temsil eden politik kerte arasındaki kopukluk sürekli hale gelir… İşçi sınıfı gibi tamamen birleşmiş ve homojen bir fail fikrini bir yana bırakmak zorunludur. ‘Gerçek’ işçi sınıfını ve onun sınırlarını bulmaya çalışmak sahte bir sorunla uğraşmak demektir… Açık ki bu işçi sınıfı ile sosyalizmin bağdaşmaz olduklarını değil, çok farklı bir durumu, sosyalizmdeki temel çıkarların ekonomik süreçteki belli konumlardan mantıksal olarak çıkarılamayacağını gösterir… ”
Mouffe-Laclau şu yönden haklıdırlar: Sosyalizmle ilgili temel çıkarlar ekonomik süreçteki belli konumlardan mantık yoluyla veya mantıktan çıkmazlar. İşçi sınıfının sosyalizmden çıkarının olması daha ziyade onun maddi ve nesnel konumlanışıyla ilişkilidir; mantığa öyle uygun geldiği için değil.
Kapitalizm, tarih sahnesine, bir yanda emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan diğer yandan bütün üretim araçlarının mülkiyetine sahip olduğu gibi üretilen her şeyin bölüşümünü, dolaşımını düzenleme tekeline sahip iki sınıfı yaratarak çıktı. Mülkiyetine sahip olmadığı araçları kullanarak üreten işçi sınıfı, kendi geçim ve yeniden üretiminin koşullarını sağlamaya ancak yeter bir ücretle emekgücünü kiralarken, kapitaliste, ödenmemiş emeğinden oluşan devasa bir artıdeğer hibe etti. Piyasada sözde iki özgür fail olarak karşılaşan ve ücret pazarlığı yapan bir işçi ve sermayedarın ilişkisini formel olarak eşitleyen burjuva yasalarının öz itibarıyla koruduğu özel mülkiyet düzeni, kendisini sorgulayacak en küçük tehdidi bertaraf etmek için ordusu ve polisiyle militarist aygıtlarını beslerken işçi sınıfının payına yoksulluk ve yoksunluk düştü. Marx kapitalizmde işçi sınıfının payına düşen şeyin ironisini şöyle yapar: “Burada egemen olan yalnızca, Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham’dır. Özgürlüktür, çünkü metaın diyelim emek gücünün hem alıcısı hem satıcısı yalnızca kendi serbest iradelerinin etkisi altındadırlar. Serbest taraflar olarak sözleşme yaparlar ve vardıkları anlaşma ortak iradelerinin yasal ifadesinden başka bir şey değildir. Eşitliktir, çünkü birbirleriyle basit meta sahipleri olarak ilişki içine girerler ve eşdeğeri eşdeğerle değiştirirler. Mülkiyettir, çünkü taraflar kendi malı olan şeyler üzerinde tasarrufta bulunur. Ve Bentham’dır, çünkü her iki taraf da yalnız kendini düşünür. Bunları bir araya getiren ve ilişki içine sokan güç bencillik, kazanç ve özel kişisel çıkarır… Eski para sahibi şimdi kapitalist olarak önde çalımla yürüyor; emek gücü sahibi onun emekçisi olarak peşisıra onu izliyor: Biri önemli insan pozunda, sırıtkan, işbilir; öteki sıkılgan, çekingen, kendi derisini pazara götüren ve yüzülmekten başka umudu olmayan bir kimse gibi…”
Egemen olan sınıf ile “kendi derisini pazara götüren ve yüzülmekten başka umudu olmayan” sınıf arasında, ikincisini tam da böyle bir düzenin ortadan kalkmasından en çok çıkarı olan kesim haline getiren bir antagonist ilişki vardır. Sınıfın bu konumu, Mouffe ve Laclau’nun iddia ettiği gibi “söylem” sayesinde ve “söylem” aracılığıyla değil, nesnel gerçeklik içinde kurulur. Böylece, benzerleriyle birlikte üretim sürecinde aynı koşullarda bulunan sömürülen işçi ile üretimin bütün süreçlerini kontrol altında tutan, işçinin ürettiklerine el koyan, artı değeri sermayesine mas eden mülk sahibi kapitalist sınıf arasındaki antagonizma bu koşullar sürdüğü sürece çözülecek bir çelişki değildir.
Üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin gitgide yoğunlaştığı kapitalizm, eninden sonunda, kendi iç çelişkisinin kurbanı olacaktır. Ama, Marksizmi altyapı ile üstyapı arasında bir tekabüliyet ilişkisi kurduğu için eleştiren ve altyapı ile üst yapı arasında herhangi bir önsel ilişkiyi reddederek tezin geçersizliğini ileri süren “düzelticiler”in sandığı gibi, Marksizm kaçınılmaz yasalar icat edip sonra da hayatı bunlara uydurmaya çalışmaz.
Marksizmin “zorunluluk”tan anladığı, kapitalist üretim ilişkilerinin eninde sonunda kendi mezar kazıcılarını harekete geçirecek bir potansiyele sahip olduğu ve bu potansiyelin de sınıfın hareketini kaçınılmaz olarak koşulladığıdır. Bu bilgi, işçi sınıfının üretim ilişkileri içindeki pozisyonuyla eylemi arasındaki bağdan çıkar. Tarihsel deneyimler de bunun pratik kanıtı olmuştur. Ama bu bağ ancak sınıfın hareketi tarafından kurulabilir, eğer işçi sınıfının ve emekçilerin talebi sınıfın partisinin programatik stratejisiyle örgütlenmemişse, kendiliğinden kurulamayacaktır. Kendiliğindenlikten kendisi içinliğe geçişin işçi sınıfının kendi koşullarındaki olanaklılığına işaret eder Marksizm ve bu olanağı sınıfın eyleminin dışında görmez.
Marksizmin kimi karikatüristleri zorunluluğun bu diyalektik tanımını iğdiş etmişler ve çelişkilerinin, kapitalizmi, zorunlu olarak sosyalizme evrilteceğini de iddia etmişlerdi. 80’li ve 90’lı yılların “Bilimsel Teknik Devrim”cileri teknolojik gelişimin üretimi artıracağını, işgücüne ihtiyacın kalmayacağını vb. söyleyerek, bu sürecin kapitalist sınıfın iktidarını da gereksizleştireceğini iddia edenler arasındaydı.
Ne var ki, bu tahrifatçıların kolaycılıkla indirgediği gibi, Marksizmin üretici güçlerden kast ettiği sadece teknoloji veya üretim araçları değildir. Onlarla birlikte işçi sınıfının kendi “öz faaliyeti”nin bütünüdür.
Kapitalizmde üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki, soyutlama düzeyinde, işçi ile kapitalistin fabrika ortamında karşı karşıya geldiği andan itibaren başlar. Üretim süreci boyunca işçinin kendi konumuna dair deneyimlediği her tecrübe, ezildiğinin ve sömürüldüğünün farkına varmasını kolaylaştırır. İşçinin kendisiyle, işverenle, devletle, diğer toplumsal sınıf ve katmanların konumu ve hareketiyle ilgili bilgisinin gelişmesi ve politik bir kavrayışa ulaşması, maddi bir güç olarak onu, mevcut üretim ilişkilerine ve ”bu ilişkilerin hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düş”ürür. Bütün yeteneklerini körelten, onu insanlıktan çıkaran ve sefalete mahkum eden kapitalizme karşı “bir devrim çağını başla”tır.
Başka hiçbir sınıf ve tabaka bu kadar dolaysızca kapitalist sömürü mekanizmasının içinde yer almaz. Başka hiçbir sınıf ve katman kapitalizme karşı istikrarlı bir mücadelenin sürdürücüsü olabilme potansiyeline sahip değildir. Ve yine başka hiçbir sınıf ve tabaka, işçi sınıfı kadar, üretim araçlarına el koyulması ve toplumsallaştırılması ile mevcut devlet cihazının parçalanarak yerine formel olmayan bir eşitlik ve özgürlüğün inşa edilmesini gerektiren kendi nesnel koşullarından kaynaklanan bir çıkarın sahibi ve temsilcisi değildir.
“Radikal Demokratlar” ise, sınıfları ortaya çıkaran ve birbirine karşı konumlandıran kapitalist nesnel koşullardan veya iktisadi ilişkilerden hiç bahsetmezler. Sadece bu nesnel koşulların sınıf çıkarı diye bir şeyi yaratmadığını ısrarla iddia ederler. Eğer nesnellik herhangi bir sınıf konumunu koşullamıyor ve sosyalizm ile herhangi bir sınıf arasında nesnel bir bağ kurulmuyorsa, geriye bu ilişkinin söylem ile kurulduğunu ileri sürmekten başka bir şey kalmayacaktır ki, zaten Mouffe ve Laclau’nun temel tezi de budur: “Sınıf konumları tarihsel çıkarların zorunlu yeri değildir. Görevin bir sınıfla zorunlu bağlantısının olması son bulduğu ölçüde o sınıfa kimliğini sadece bir hegemonik formasyondaki eklemlenişi verir… Sosyalist hedefler ile toplumsal faillerin üretim ilişkileri konumları arasında hiçbir mantıksal ve zorunlu ilişki olmadığını ve bunlar arasındaki eklemlenmenin dışsal olup ikisinden birinin diğeriyle birleşmek üzere doğal bir sonucu olmadığını gösterdik…”
Kitabı okumayanlar için bir kısa not gerekirse, Mouffe ve Laclau “… Sosyalist hedefler ile toplumsal faillerin üretim ilişkileri konumları arasında hiçbir mantıksal ve zorunlu ilişki olmadığını”, toplumsal ilişkilerin Marx’ın öngöremediği bir değişimin vuku bulması üzerine, gerçekliğin yepyeni bir analizini yaparak, toplumsal sınıf ve kesimlerin hareketini izleyerek göstermemişlerdir. Tamamen eklektik alıntılar üzerine kurulan “Radikal Demokrasi” stratejisi, ikilinin zihnindeki kavramların, önceden oluşturulmuş bir teze doğru, gerçekliğe tekabül etmeyen hareketinden  türetilmiştir. Özne ve hedef arasındaki ilişkinin, işçi sınıfı ve sosyalizmin birbirinden zihindeki metafizik kopuşu, tamamen onların parlak beyninin ürünüdür.
Peki, ama sosyalizmi konuşmamıza sebep olan şey tarihsel toplumsal ilişkilerin niteliği değilse ve bu ilişkilerin cereyan ettiği bağlam olarak kapitalizm sosyalizmin kurucu öznesi olarak belirli bir sınıfın hareketinin ortaya çıkmasını koşullamamışsa, yazarların sosyalizm olarak kavramsallaştırdığı zihinsel mamül nedir ve toplumsal özne kimdir?

KİMLİK, SÖYLEM VE KARARSIZ ÖZNELLİK

“Radikal” stratejinin belki de en eğlenceli yönü bu sorulara verilen yanıttır. Şuradan başlayalım:
Yazarlara göre; toplum sabitliği olmayan, kararsız bir takım kimliklerden oluşur. Kimlikler karakterlerini bir hegemonik formasyon içindeki eklemlenişlerinden alır. Dolayısıyla herhangi bir kimlik ancak ilişkisel olarak kurulabilir. Ama bu ilişkisel sistemin kendisi de kararsız ve sabitsiz olduğundan toplumsal kimliklerin anlamı da sürekli ertelenmiş olur. “Son dikiş” momenti hiçbir zaman gelmez.  “Bütün özne konumları söylemsel konumlar olduklarından, bütün söylemlerin açık karakteri onların da karakteridir; bu yüzden de çeşitli konumlar kapalı bir farklılıklar sistemi içinde tümüyle sabitleştirilemez.” 
İkili, Foucault’dan ödünç alıp geliştirdikleri ve teorilerini inşa etmek için kullandıkları “söylem” kavramını “eklemlenen öznelerin yayılımından önce gelen, eklemleyici pratikten doğan… öznelerin dil ile kurulduğu” pratik olarak tanımlar. Bu söylem içinde olan veya başka söylemin ögesi durumundaki çeşitli “özne konumları” ya da birbiriyle eşdeğerlik halindeki kimliklerin hegemonik bir güç elde etmek için verdikleri mücadele söylemin biçimini belirler. Ancak hepsi birbiriyle ilişkisi içinde kurulan kimliklerin sabitsizliği söylemin ve hegemonyanın kapanmasını engeller. Çünkü herhangi bir kimliğin hegemonik olması da hegemonyaya tam olarak eklenmesi de mümkün değildir. “Nihai bir anlam sabitliği olanaksız” ama “farklılıkların akışının kendisinin olanaksız olmaması için kısmi sabitleşmeler mümkün”dür. “Toplumsal kendini bir toplumun anlaşılır ve kurulu biçimlerinde sabitleştirmeyi başaramazsa da, yine de bu olanaksız nesneyi kurma yönünde bir çaba olarak var olur.”
Toplum kavramını (Laclau’nun bir başka kitabında değindiği gibi, toplum olanaksız olduğu için) bir analiz zemini olmaktan çıkaran yazarlar için söylem, asla tanımlanamayan kimliklerin, asla oluşamayan bir toplumsallığı kurmak için giriştikleri oyundur. Hiçbir kimlik özü gereği veya nesnel çıkar bağlamında oluşmaz. Kadınların mücadelesi ve talepleri onların ezilmesiyle ilişkili değildir de, üzerlerindeki tahakkümü baskı olarak hissetmelerine yol açan söylemsel bir pratikte bu mücadele ortaya çıkar. İşçiler bir sınıf oldukları için sınıf mücadelesi yürütmezler. Onlarla hegemonik sosyalizm söylemi arasında doğrudan bir ilişki olmadığı gibi, sosyalizm söylemini hegemonik hale getirmeye çalışan bir başka öznenin kendisi de, işçi de, bu söyleme sabit bir biçimde eklemlenemez. Hiçbir hegemonik durum oluşamaz.
Bu “olanaksızlık” vurgularının, bir türlü oluşamamanın, sabitlenememenin, “son dikiş”in atılamamasının… bütün bu olamama halinin gündüz yaşananların anlamsız parçalar halinde bir araya geldiği bir rüyada bir türlü devinemeyen kişinin haline benzemesi bir raslantı değildir. Zira Mouffe ve Laclau, bir zamanlar materyalistlerin teorik eleştirisinin altında enkazda kalan idealizmin yeniden dirilme imkanı bulduğu koşullarda tezlerini ileri sürdüler. Kapitalizmin iktisadi nesnel gerçeklikleri ile ideolojik ve siyasi ilişkiler arasındaki “son analizdeki” bağı koparıp, sözde altyapının bütün ideolojik süreçleri birebir yansıttığını ve bu yansıyanların tamamen edilgen olduklarını iddia eden “Marksistler”e savaş açabilme cüretini bulmalarını ve kuramlarının hatırı sayılır bir çevreden ilgi görmesini bu koşullara borçlular. “Hegemonya ve Sosyalist Strateji” kitabı, Marksizmin iktisadi ilişkilerle siyasi-ideolojik biçimler ve kurumlar arasındaki ilişkiyi tek yanlı bir yansıma ilişkisi olarak kurguladığını varsayan sonra da kendi kurgularını doğru kabul ederek buna savaş açan teorisyenlerin siyasal alanın belli orandaki özerkliğini kanıtlama çabalarından (Poulantzas) başlayan ve giderek ideolojiyi artık bağımsız bir alan olarak tarif ettikten sonra politik iktisada bir daha dönmemek üzere yüzünü çeviren yazarların çabasının son noktasında yazılmıştır. Ama sadece bu değil, 80’ler işçi sınıfı hareketinin gerilediği, örgütlerinin dağıldığı, neoliberalizmin, giderek yoğunlaşacak yıkımının başladığı yıllardır. İşçi sınıfının eyleminin ve teorisinin yoğun bir saldırı altında geriye çekildiği bu koşullarda ampirik idealistin görebildiği tek şey, kapitalizm bütün kurumlarıyla kendisini yeniden onarırken, yıkılmakta olan Sovyetler Birliği nezdinde sosyalizmin başarısız ve bu yüzden unutulmaya terk edilmesi gereken bir deneyim olduğuydu.
“Radikal Demokrasi” teorisyenlerinin, imkânsız vurgusuyla biten bütün cümleleri kitaplarının başlığına aldıkları sosyalizm ile ilgilidir. Marksizmin ikinci el yorumcularından buldukları kuramsal açıklığın bir daha hiç kapanmayacağı tespitiyle sorunsallaştırılması ve bunun üzerine “liberal demokrasi”nin kalıcılığını ebediyen garantileyen bir strateji üretmeye çalışırken düştükleri durum hiç sürpriz sayılmamalı.
İkilinin “Radikal Demokrasi tasarısının bileşenlerinden biri” olarak gördükleri –türlü Marksizm eleştirmenlerinin zihinlerinden ödünç aldıkları zihinlerindeki– sosyalizm, açıkça ve kendilerinin de ifade ettikleri biçimde liberal demokrasiden başka bir şey değildir.
Fakat sosyalizmin etik, kültür, felsefe gibi ideolojik içeriklerden biri değil de, aynı zamanda mevcut devlet cihazının parçalanarak kurulması gereken bir siyasal sistem olduğu, 1871 Paris Komünü’nde ve 1917 Ekim Devrimi’nde işçi sınıfı tarafından pratik bir kanıt olarak gösterilmiştir. “Radikal Demokratlar” devleti bir sorun olarak tanımlamazlar, siyasi iddialarını “politik alanların çoğaltılması ve iktidarın tek bir noktada yoğunlaşmasının önlenmesi ve toplumun gerçekten demokratik her dönüşümünün önkoşulunun” oluşması üzerine kurarlar.  Bu tavsiyenin sosyalizmle uzaktan yakından hiçbir ilişkisi yoktur, doğal olarak. Böylece yazarların tumturaklı kalemi, tepeden tırnağa silahlanmış, kendi ülkesindeki yurttaşlarının yanı sıra başka ülkelere göz dikerek onların bütün kaynaklarını kurutmak üzere iştahını bileyen, polisi, askeri hukukuyla eşitlik ve özgürleşme mücadelesi vermeye yeltenenlerin üzerine çökmeye amade, ve hiç de söylemsel olarak kurulmamış, tersine şiddetin cisimleşmiş ifadesi olarak alabildiğine gerçek kapitalist devleti teoride yeniden inşa etmiştir.
Sosyalizmin hayal alemine gönderilmesi, imkansız bir ütopya derekesine indirgenmesi ve yüzer gezer kimliklerin bir türlü kapatılamayan hegemonik söylemi içinde dile gelen bir kavram olarak resmedilmesi bu gerçekliğin altını iyice çizmek içindir.

BİR KEZ DAHA ALTYAPI VE ÜSTYAPI MESELESİ
Tarihteki her durumun iktisadi ilişkiler içinde açıklanacağını öne süren Marksizmin pozitivist yorumu ideoloji, etik ve sanat gibi maddi olmayan üretimlerin alt yapının düz bir yansıması olduğunu iddia eder ve egemen sınıfın kültürünün egemen kültür olduğu Marksist tezini de yanlış yorumlar. Bu, sınıf mücadelesine iktisat dışında bir alan tanımayan mekanik yorum pek çok kez Marksizmin eleştirisinin başlangıç noktası olarak görülmekle kalmadı; giderek kültür, sanat, ahlak, hukuk ve ideolojinin kendi başına bağımsız bir hareketinin olduğunu kanıtlamaya çalışan yazarlar iktisatla ilişkisi artık tamamen görünmezleşen kültürelci bir yaklaşımla kuram üretmeye devam ettiler. Politik iktisadın terk edilmesi, kuramcıları, sosyalizmin bir iktisadi-politik sistemden ziyade bir ideoloji olduğu noktasına savurdu. Bu şu anlama geliyordu ki; sosyalizm, üretici ama mülksüz sınıfın üretim araçlarına el koyup toplumsallaştırmasıyla ve kapitalist devlet cihazının parçalanarak sosyalist bir devletin kurulmasıyla sonuçlanacak bir devrim mücadelesinin değil, artık iktisadi belirleyeninden koparak özerk bir hayatiyet kazanmış ideolojik alanlardaki mücadelenin ürünü olacaktı. Dolayısıyla olamayacaktı.
Gramsci hegemonya kuramında; rıza mekanizmalarını işleterek yurttaşları kendisine bağlayan egemen sınıfın “tarihsel blok”una karşı, mevzi savaşı yürüterek toplumun diğer kesimlerini kendi etkisine alan işçi sınıfının sivil toplumda oluşturacağı “hegemonik blok”un kurulmasının olanaklarını tartışır. Toplumdaki diğer toplumsal sınıf ve katmanlar işçi sınıfının ideolojik, entelektüel hegemonyasına dahil oldukları taktirde egemen sınıfın kitleler üzerindeki etkisi azalacak ve toplumsal dönüşümün yolu açılacaktır. Devrim sürecini sonsuza kadar uzatan, siyasal iktidarın devrilmesi veya ele geçirilmesini sivil toplumdaki uzun hazırlık sürecinin ürünü bir “tarihsel blok” oluşumunun sonrasına erteleyen ve böylece devrimci dönüşümün sonsuz veya erken ortaya çıkan olanaklarını ıskalayan hegemonya kuramı, Marksizmin alt yapı ile üst yapı arasında kurduğu ilişkiyi sorunlu gören kesimlerde, politik mücadeleye karşı ideolojik mücadelenin elzem olduğu düşüncesini besleyen bir zemin oldu.
Mouffe ve Laclau da “Radikal Demokrasi”nin Gramsci’nin hegemonya kuramıyla bir nesep ilişkisi içinde olduğunu yazarlar; ancak bu kuramdan işçi sınıfını eksiltirler. Geriye kalan ise; artık politik ve iktisadi iddiası konu dışı bırakılmış sosyalizmin var olan diğer söylemler  (veya ideolojiler) arasında bir “söylem”, ona “merkezi ve ontolojik” bir özne karakteri kazandıran tarihsel ve toplumsal bağlarından arınmış işçi sınıfının diğer özneler arasında onlarla eşdeğer olanakla sosyalizme eklemlenmesinin olumsallaştığı bir özne; devletin, ideolojinin, kültür hukuk ve ahlakın belirli tarihsel koşullarda ve belirli üretim tarzı içinde herhangi bir sınıf karakteri taşıdığı söylenemeyecek birer söylem alanı haline geldiği kurgudur.
Gerçekte ise, 20. yüzyıl revizyonizminin ve post Marksizmin öne sürdüğü gibi, Marksizm alt yapı ile üst yapı arasında aynasal bir yansıma ilişkisi kurmaz.  Kültürün, hukukun, ahlakın ve zihinsel yaşamın altyapıdan birebir yansıdığı bir teorik düzlemin zaten sınıf mücadelesine veya herhangi bir dönüşüme olanak tanımayacağı açıkken, tarihin dönüştürücü eylemini sınıf mücadelesi olarak belirleyen bir teorinin bunu iddia ettiğini öne sürmek elbette bir saçmalıktır. Marksizm, egemen sınıfların işçi sınıfı ve diğer kesimler üzerinde fikri bir üstünlük kurmak, kendi politik çıkarlarını herkesin çıkarıymış gibi gösterebilmek ve sistemin derin eşitsizliklere dayalı temelini hukuki metinler ve kurumlar sayesinde yurttaşlarda formel bir eşitlik olduğu duygusu yaratmak üzere gizleyebilmek için kullandığı bütün ideolojik yöntemler ve biçimlerle mücadeleyi sınıf mücadelesinin kapsamında görür. Bunu iki nedenle önemser; birincisi egemen sınıf ideolojisinin kitleler üzerindeki etkisini kırmak, ikincisi de ezilen sınıfların örgütlenmesini kolaylaştıracak nefes alma alanlarını genişletmek için.
Bu nedenle belirli tarihsel koşullarda ve belirli bir üretim tarzı içinde işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelelerinin genel olarak devlet kurumlarında, hukuk alanında veya ideolojik planda bir takım değişiklikleri mümkün kılması ve sınıfın bunun için de mücadele etmesi gerektiğini söylemek başka bir şeydir; devletin, hukukun ve egemen ideolojik kurumların sınıf karakteri olmadığını söylemek başka. Nitekim hiçbirinin hukuk sisteminin ve devlet biçiminin tıpatıp aynı olmadığı kapitalist ülkelerde sınıf mücadelelerinin ve egemen sınıf fraksiyonlarının kendi içlerindeki çatışmaların izleri, yönetsel aygıtın mekanizmalarının nasıl işletileceğini, kurumsallaşmaların kaderini belirler. 20. Yüzyılın ikinci yarısında gelişmiş kapitalist ülkelerde, savaş sırasındaki antifaşist cephe mücadelelerinin birikiminin üzerinde yükselen kitlesel politizasyonun, emek örgütlerinin görece güçlenmesinin ve elbette savaştan zaferle çıkmış Sovyetler Birliği’nin kapitalist ülkelerdeki emekçi sınıflarda uyandırdığı sempatinin yüzü suyu hürmetine, sermaye birikimi koşulları da elverdiği için uygulanabilen ve “sosyal devlet” olarak adlandırılan politik biçimi mümkün kılan şeyi, emekçi sınıfların mücadelesi dışında bir etkenle açıklamak zordur. Emekçi sınıfların mücadelesi, bu mücadele onu yıkabilecek kadar güçlenmediği ama tehdit edici derecede büyüdüğü sürece, kapitalist devleti ve kurumlarını bazı ödünler vermeye zorlar. Ama bu, onun, özel mülkiyet sisteminin idaresini düzenleyen, sınıf çatışmalarını sömürücü sınıflar lehine bastıran karakterinin iptali ve sınıfsal özünün silindiği anlamına gelmez. Tam da bu yüzden, 80’lerden itibaren sınıf hareketinin gerilediği, emekçi örgütlerinin dağılmaya başladığı koşullarda kapitalist egemen sınıf, kendisine pahalıya mal olduğu için “sosyal devlet” denen oluşumu tasfiye etmeye girişmiştir; yarım yüzyıllık birikimi hızla tasfiyeye girişmiştir.
Mouffe ve Laclau şöyle yazar: “Devlet, sivil toplumdan bir hendekle ayrılmış bir aracı değil, içinde meydana gelen hegemonik eklemlenmeler tarafından sadece görece olarak bütünleştirilmiş eşitsiz bir kollar ve işlevler dizisidir… Devletin birçok demokratik antagonizmanın yeri olabileceği unutulmamalıdır.”
Ne var ki, antagonizmaların çözüldüğü yer devlet değildir kesinlikle. Antagonizma sözcüğü emekçi kesimlerle devlet arasındaki ilişkinin niteliğini tanımlamaya ilişkin kullanılabilir ancak ve bir antagonizmanın çözümü birbiriyle uzlaşmaz karşıtlık içindeki unsurların iptal olması/ortadan kalkmasıdır. O halde burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki antagonizma burjuvazinin tasfiyesiyle ve kapitalist devlet ile işçi sınıfı arasındaki antagonizma bu devlet cihazının parçalanması ve bir şiddet aleti olarak devletin “sönümlenme”ye gidişinin tek yolu olarak işçi sınıfının kendisini devlet halinde örgütlemeye başlamasıyla çözülebilecektir.
Böylece Ellen Meiskins Wood’un laf hokkabazlığı yapmakla eleştirdiği ikilinin parlak üslubunun, aslında, burjuvazinin alt sınıflara yönelik şiddetinin yoğunlaşmış ifadesi ve kendi sınıf egemenliğinin garantisi olan yönetim aygıtını hedef olmaktan çıkararak, işçi sınıfı başta, tüm ezilenleri bu kapitalist devlet egemenliğinin ve işleyişinin bir parçası haline getirmek üzere böyle cümleler kurduklarını söyleyebiliriz artık. Bunu birçok kez de ifade etmişlerdir: “Solun görevi liberal demokratik ideolojiyi reddetmek değil, tersine onu radikal ve çoğul bir demokrasi doğrultusunda derinleştirmek ve genişletmek olabilir.” Ve “Sosyalizm radikal demokrasi tasarısının bileşenlerinden biridir, radikal demokrasi sosyalizmin bileşeni değil…”
Sonuçta; “Radikal Demokrasi” kapitalist sistemin yarattığı sınıfsal, ulusal, etnik, ırksal ve cinsel sorun ve dışlamalara karşı örgütlenip mücadele eden bütün kesimlerin iğdiş edildiği ve burjuva devletin geniş hükümranlık alanında eritildiği; kimlik gruplarına ve onların özneliklerine değer veriyormuş gibi görünerek bütün kimlikleri nihilizan hiçlik potasında erittiği bir liberal demokrasiye methiye stratejisidir.
Marksizmi “kriz”de varsayıp onu 1968’de ortaya çıkan toplumsal hareketleri ve özne çeşitliliğini görmemekle eleştiren Mouffe ve Laclau (Burada “Marksizmin krizi”nin kaynaklandığını iddia ettikleri ikinci noktaya geliyoruz); bir zamanlar Marx Yahudi Sorunu üzerine yazmamış, Lenin ve Stalin ulusal sorun üzerine kalem oynatmamış ve bu sorunla yıllarca hiç uğraşmamış, komünistler kadın sorunuyla hiç ilgilenmemiş, yoksul köylülüğün toprak talebine kulaklarını tıkamış, ırkçılıkla ve nükleer felakete karşı savaşmamış gibi davranmayı, bütün tarihsel birikimi yok saymayı tercih ediyorlar. 1968’in sadece bir gençlik hareketi değil aynı zamanda bütün dünyada işçi ve emekçi eylemlerinin yükselişiyle karakterize olduğunu, dönemin komünistlerinin bu eylemlerin örgütlenmesinde rol aldıklarını görmüyorlar. Türkiye’de de 1968 sadece radikal ve militan devrimci gençlerin eyleminden ibaret değildi. Kentli orta sınıfı harekete geçiren toplumsal koşullar üretici köylülüğü, işçi sınıfını da ayağa kaldırmıştı ve yanlarında devrimciler vardı. Dolayısıyla “Marksizmin krizi”nin nedenlerinden biri olarak görülen toplumsal hareketlere Marksistlerin pratik ilgisizliği, yalan değilse, eksik bir bilgi niteliğindedir. Lenin Ne Yapmalı’da şöyle yazmıştı: “Eğer işçiler hangi sınıfları hedef alıyorsa alsın, her türden baskı, zorbalık ve suistimallere tepki göstermeyi öğrenmemişse ve bu tepkiyi herhangi bir bakış açısından değil, tam da sosyal demokrat bakış açısından göstermeyi öğrenmemişlerse işçi sınıfının politik bilinci gerçek bir politik bilinç olamaz. Eğer işçiler diğer toplumsal sınıfların her birini, bu toplumsal sınıfların düşünsel, moral ve politik yaşamlarının bütün görünüm biçimlerini somut ve aynı zamanda mutlaka güncel politik olgu ve olaylardan gözlemeyi öğrenemezse; toplumun bütün sınıflarının, katmanlarının ve gruplarının eylem ve yaşamlarının bütün yönlerinin materyalist temelde yapılan çözümlemesini ve değerlendirmesini pratikte kullanmayı öğrenemezse işçi kitlelerinin bilinci gerçek bir sınıf bilinci olamaz. İşçi sınıfının dikkatini, gözlem gücünü salt ve sadece ağırlıklı olarak bile sınıfın kendisi üzerinde yoğunlaştıran kişi, sosyal demokrat değildir…”
Demek ki, Marksistler toplumun çeşitli kesimlerinin taleplerini kendilerine dışsallaştırmamışlar, tersine bu hareketlerle ilişki kurmuşlar ve işçi sınıfının her bireyini bu konuda eğitmeye çalışmışlardı. Elbette bu ilgi sosyalist temelde, işçi sınıfının stratejik programı kapsamında bir ilgiydi. Post Marksizmin toplumsal hareketlere bunlar sistem içi bir güzergahta seyretsinler, devrimci bir nitelik kazanmasınlar ve nihayet liberal demokrasinin çeperini fazlaca zorlamasınlar diye gösterdikleri ilgiden ve önerdikleri stratejiden daha etik, politik ve insani bir ilgidir bu. Kimlik grupları, ezilen uluslar, kesimler ve cinslerin talepleri, çevre ve ekoloji mücadelesi bir sosyalistin kendisine ait hissetmediği talepler olamaz ve olmamıştır da. Ancak bu taleplerin kendiliğinden anti kapitalist ve dönüştürücü olduğunun, kapitalizmin de sistem içi çözümlerle kimi talepleri yatıştırmayacağı veya şiddetle bastırmayacağının bir garantisi de yoktur.
Rusya’da askerler, köylüler ve tüm ezilenlerle birlikte devrim yapan işçi sınıfının dünya tarihi ve coğrafyasını değiştiren eylemi ve Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizm deneyimi, eğer eleştirinin konusu olmayacaksa, Post Marksist kuramcıların özenle ve politik bir kasıtla üstünü örttükleri bir tarihsel gelişmedir. Bugün Sovyetlerin yıkılmasından yola çıkarak sosyalizmin başarısız bir sistem olduğuna, sadece olduğuna değil, olmak zorunda olduğuna inananların yeni bir demokrasi modeli arayışı, Laclau ve Mouffe’un da düştüğü durum gibi, onları ister istemez kapitalizmin içinde çatlaklar yaratmakla yetinme tuzağına düşürmüştür. Yerelleşme, otonomi, özerklik, özyönetim gibi ışıltılı laflarla oluşturulan stratejik modellerin, Marx’ın ta Proudhon’la polemik yaparken teorinin çöplüğüne gönderdiği 19. yüzyıl ütopisinden esinlenerek doldurulan içeriği, bir zamanlar adına “Sovyet” denen, patenti 1905 devrimini yapan halka ait olan ve 1917den sonra da Bolşeviklerin olduğu gibi benimsediği yönetsel organ unutularak yeniden ısıtılıyorsa, bunda bir tuhaflık olduğunu tespit etmek gerekiyor.
Lenin, sosyalizmi tarif ederken kullanmayı tercih ettiği iki sözcük olan elektrifikasyon ve Sovyetlerle, bir yandan halkın refah düzeyini artırmak için gerekli üretimin bütün kısıtlarından kurtularak gerçekleştirilebilmesine, diğer yandan da bu üretim sürecine dair halkın denetimine atıfta bulunuyordu. Sovyet örgütlenmesinin içeriğini ve işleyiş mekanizmasını pek çok yerde tarif etmişti Lenin; esasen bütün halkın yerel düzeylerde yönetime katıldığı, kendi temsilcilerini geri alabilme hakkı baki kalmak üzere bir üst organa gönderebildiği, bürokrasisiz ve sömürüyü kaldırmayı hedefleyen bir düzenin teminatı, kendi güvenliğini silahlı halk milisleri tarafından güvenceye alan Sovyet örgütlenmesi, yine Lenin’in deyimiyle, “Avrupanın en gelişmiş demokratik ülkesinden daha demokratik bir ülke” haline gelme yolundaki Sovyetler Birliği’nin siyasal, iktisadi ve toplumsal yapıtaşıydı.
Lenin, 16 Nisan 1917’de Köylü Vekilleri Kongresi’nde seslenirken şöyle diyordu: “Demokrasi vaazı vermek yeterli değildir; demokrasiyi ilan etmek, yasalara geçirmek, halkın ‘temsilci’lerini demokrasiyi hayata geçirmek üzere temsili kurumlara sokmak yeterli değildir. Demokrasi yukarıdan ‘denetim’ olmaksızın, bürokrasisiz, kitlelerin kendi girişkenlikleri ile, devlet faaliyetlerinin her alanına etkin bir biçimde katılmalarıyla aşağıdan ve bir defada inşa edilmelidir.
Polisin, bürokrasinin ve ordunun, halkın tümünün toptan silahlanmasıyla, kadınlar dahil tüm halkın milisleriyle değiştirilmesi ivedilikle yapılabilecek ve yapılması gereken pratik bir iştir… En aşağıdakilere dek uzanarak yönetme sanatını yalnızca teoride değil, pratikte de halka öğretmek; bunu yaparken, kitlelerin deneyimlerinden her yerde yararlanmak… İşte bunlar özgürlüğün hiçbir çar, hiçbir kabadayı general ve hiçbir kapitalist tarafından yok edilemeyecek güvenceleridir.”
Komün, diyordu Lenin, 22 Eylül 1917’deki Tüm Rusya Demokratik Konferansı’nda, “Proletaryanın yalnızca önünde hazır bulduğu devlet mekanizmasını ele geçirip onu kendi amaçları için kullanmakla yetinemeyeceğini, aynı proletaryanın bu mekanizmayı parçalayıp yerine yenisini koymak zorunda olduğunu bize öğretti… Hem yasama hem de yürütme erki halkın seçilmiş temsilcilerinin elinde olmalıdır.”
Ve bir alıntı daha:
“Elbette bizler ütopyacı değiliz. Bir düz işçinin ve aşçının hemen bir anda devlet yönetimini kıvıramayacağını da elbet biliyoruz. Biz devleti yönetmekte alelade işlerin günlük uygulanışında yalnızca zenginlerin ya da zengin ailelerden seçilen memurların yetenekli olduğu yolundaki önyargının hemen ve kesinlikle terk edilmesini istiyoruz. İstiyoruz ki sınıf bilincine ulaşmış işçiler, askerler devlet yönetiminde yetişsinler ve bu işler hemen başlasın. Tüm çalışan halkı ve yoksulları bu iş için yetiştirmek üzere ivedi bir başlangıcın gerçekleşmesi mümkündür.”
Lenin’in söyledikleri ve 1917’den sonraki gelişmeler işçi sınıfının demokrasiyi günümüzün “Radikal Demokratlar”ından daha radikal bir biçimde ele aldıklarını açıkça gösterir. 7 Kasım 1917’de “İşçiler, köylüler ve tüm emekçi halk tüm iktidarı kendi Sovyetlerinizin eline alın” diye seslenen parti, Mouffe ve Laclau’nun iddia ettiği gibi, işçi sınıfının sahip olmadığı politik çıkarlarını önsel olarak zihinde kendisi kurmamıştır. Halkın gerçek bir demokrasiye olan ihtiyacı, işçi sınıfı hareketinin içinden çıkardığı ve talebin cisimleşmiş ifadesi ve açılımı olan sosyalist partiyle birlikte pratik bir gerçekliğe dönüşebilme şansını bulmuştur ve bu şans kapitalist düzende ve burjuva bir devlet bütün haşmeti, mülkiyet düzenini koruyan yasaları ve silahlı gücüyle dimdik ayakta dururken yakalanacak bir şans değildir.

YÖNTEM ÜZERİNE…
Bitirirken, “Radikal Demokratlar”ın toplumu analiz ve uslamlama yöntemleri üzerine birkaç değinmede bulunmak şart görünüyor. Laclau ve Mouffe’un kavramlardan yürüyerek kendi içinde tutarlı görünen bir başka kavramsal düzeye sıçrama yöntemi aslında yeni bir yöntem değil. Kendilerinden önceki idealistler de gerçek hayata ve insanlar arasındaki gerçek ilişkilere odaklanmak yerine ya bağlamından koparılmış kavramlara zihinde doğumlar yaptırdılar ya da içinde hareket etmelerini kolaylaştıracak kavramsal bağlamlar icat ettiler. Bu kavramsal hareketin meta okumasını yaparak, aslında gerçeklikle nasıl çarpık bir ilişki kurulduğunu, yine hem teoride her zaman takdirle andığı ve kendisinden esinlendiğini söylediği Hegel’i idealizmini eleştirerek ayakları üstüne oturtan, hem de 18. ve 19. yüzyıl burjuva politik iktisatçılarını eleştiren Marx söylemiştir. Marx’a göre, örneğin burjuva mülkiyet ilişkilerinin çok iyi bir resmini çıkaran Smith ve teoriye emek kategorisini ekleyen ilk iktisatçı Ricardo’nun analizin başlangıcında ele aldıkları “bireysel ve tecrit edilmiş balıkçı ya da avcı” figürü yazarların zihnindeki bir görünüşten ibarettir. Bunlar 18. yüzyılın gerçeğe uymayan yavan halleri içinde yer alırlar. Marx bir yandan Ricardo ve Adam Smith’i Robensonculukla eleştirirken, diğer yandan 16. yüzyılda hazırlanmakta olan ve 18. yüzyılda büyük adımlarla olgunluğa yürüyen burjuva toplumunun bir müjdelenmesi olarak görür bu zihinsel yansımayı. “Serbest rekabetin hüküm sürdüğü bu toplumda, birey, kendisini, daha önceki tarihsel çağlarda belirli ve sınırları çizili bir insan yığışımının unsuru haline getiren doğal bağlardan kopmuş olarak görünmektedir. 18. yüzyıl bireyi, geçmişte yaşamış ideal olarak görünmektedir. Onlar bunda tarihsel bir sonuç değil tarihin bir hareket noktası olarak görmektedirler…”
Mouffe ve Laclau da kapitalizmin, bireysel bencilliğin yüceltildiği, insanları bir arada tutan bütün manevi bağların parçalandığı ve benliklerinin yıkıma uğradığı ve bu yüzden de gerçeklikle tekabüliyeti “olumsal” “gezici gösterenler”in peşine takılmaktan başka ellerinden başka bir şeyin gelmediği bugünkü koşullarında, nüfusun toplamında geçmiş deneyimin mantıklı bir inkarını ve geleceğin olanaksızlığını görmektedirler. Güvensizlik, güvencesizleştirme ve örgütsüzleştirme politikaları, tekil ve bağlantısız insan tipini inşa ederek insanın kendi öz güçlerini yıkıma uğrattığından bu yana, insan tekinin görünür olmayan, ama onda bir potansiyel keşfetmeye yatkın yazarların önvarsaydığı dönüştürme yeteneği, gerçek bir dönüşümün teminatı olarak ele alınabilecek kadar iradi bir tasarrufun konusu olmuştur. Onun disipline edilmemiş yüzer gezer gücü, ne olduğuna ve toplumsal konumuna dair fikirsizliği siyasal stratejinin ayak basacağı kaçınılmaz ve değişmez bir zemindir adeta. Böyle bir bireyin unuttuğu tarih, bağ kuramadığı sınıfsal konum, gelecek öngörüsü, yazarların zihninden de eksilmiştir. Hareketsizliği içinde algılanan birey ya da kesimler bir stratejinin odak noktasında bulunduklarında, artık süreçler değil anlar, maddi ilişkiler değil bölük pörçük söylemler, talepler değil arzular önem kazanır. Teorinin bütün çabası bu hareketsizliği halindeki insana uygun makul ve iç tutarlılığı olan kavramsal bir ufuk imkanı sunmak olsa bile, hareketin zihindeki yansıması, mevcut sistemin ötesine ulaştıramayan bir yönelime sahip olacaktır ve görüneni, olduğu haliyle, geleceksiz ve parça parça tekrar etmekten başka bir işe de yaramayacaktır. Geçmiş ve geçmişte söylenmiş her şey bağlamsız, düşünce süreçsiz, zaman kesintili ve anların toplamından ibaret, alıntılar metnin süreksizliğinden mustariptir. Böylece, Marx’ın deyimiyle, gerçeklik bir hareket noktasıymış gibi görünse de, düşüncedeki sentez sürecinden sonra varılan bir sonuca dönüşür. Yani insanın geleceği de, bugün içine düşürüldüğü konumun kötü bir tekrarı haline gelir.
Toplumu kimin ve hangi bakış açısının analiz ettiği de önemli bir sorundur. Bir Marksist için, nüfus içindeki ezilenlerin ve işçi sınıfının en durağan görünümündeki iç hareket bile, bu hareketin mevcut sistemi yıkma potansiyelini ne kadar taşıyıp taşımadığı, toplumun devrimci dönüşümüne nasıl olanaklar sağladığı bakımından bir inceleme konusudur. Marksist analizde “şimdi” kendi geçmişinden ve geleceğinden ayrı ve yalıtık durmadığı gibi, olgular geçmişle gelecek arasındaki süreklilik, kesintiler ve kopuş anları göz önünde bulundurularak soyutlanır. Gelişimin ve değişimin herhangi bir anı, zamanın bir yerinde bağlamsız bırakılacak biçimde soyutlanmaz. Çünkü bu, gerçeğin gerçek bilgisini vermeyecektir.
Analiz edilecek nesnenin hangi yönüyle ele alınacağı, neyin önemli olacağı da belirleyicidir. Mouffe ve Laclau önceden kurgulanmış bir politik doğrultunun lehine ve onun doğruluğunu kanıtlamak üzere ele aldıkları toplumsal ögeleri zihinde yeniden tasarlamış, onlara, maddi ilişkileri dışarıda bırakarak imgesel ve simgesel konumlar bahşetmiş ve yine kendi zihinlerinde yarattıkları bir hareketi analiz etmeye çalışmışlardır. Oysa, Hegel yöntemi, diyordu Marx, “sırf fikirden hareket ediyordu, kendi deyimiyle hiçten gelen ve hiçe giden bir yöntem.”
Politik iktisat kuramcılarını eleştirirken ise; “Nüfustan hareket eden yöntem doğru gibi gözükür. Ama yakından bakınca bunun bir yanılgı olduğu anlaşılır. Örneğin nüfusu oluşturan sınıfı göz önünde bulundurmazsak nüfus soyut bir kavram olarak kalır. Öte yandan ücretli emek gibi, sermaye gibi sınıfların üzerine kurulu bulundukları ögeleri hesaba katmazsak bu sınıflar da boş sözcüklerden öte bir anlam taşımaz. Demek ki incelemeye nüfusla başladığımız taktirde bütünün kaos halindeki görüntüsünü elde ederiz. Oysa konuyu daha sınırlı ve belirli olarak saptadığımızda gittikçe basitleşen kavramlara varırız; somuttan gittikçe daha ince ve ayrıntılı bir hal alan soyutlamalara geçeriz ve sonunda en basit belirlemelere varırız. Buradan hareket ederek yeniden nüfusa varana dek yolu ters doğrultuda bir kere daha kat etmek gerekir. Bu kere nüfus bir bütünün kaos halinde görünüşü olmaktan çıkar, birçok belirlemenin ve ilişkinin zengin toplamı haline gelir…”
Marx’ın toplumu düşünmenin yöntemine dair önerisi “Radikal Demokrasi” kuramcılarınınkine hiç benzemez. “Radikal demokratlar”ın pozisyonunun ise, kapitalizm içindeki sınıf ilişkilerinin işçi sınıfının mevzilerinin dağılması pahasına 19. yüzyılı hatırlatır biçimde yeniden yapılandığı ve sınıfın kendi güçlerini toparlamak için en baştan başlamak zorunda bırakıldığı bugünkü koşullarla ilişkisi yok değildir. Toplum kuramı da bir ölçüde geçmişinden, en başından başlamaya; idealist zihnin, toplumu, unsurları belli belirsiz ve kaotik bir bütün olarak algıladığı zamana dönmüş gibi görünür. Tarihsel materyalizm öncesi bu eşikte (veya tarihsel materyalizm yönteminin reddedildiği Post Marksist bağlamda), toplumun, teorisyenin zihninde de görünürdeki kaotik durumunu koruması, bütünlüğü halinde soyutlanamaması mümkün hale gelmiştir. Böylece kaçınılmaz olarak başlangıçta kurgulanan noktaya varılmış; hareketin hiçbir yere varmadığı sıfır toplamlı bir oyun ortaya çıkmıştır. Wood “işte geldiğimiz nokta: Başlangıçta söz vardı ve söz tanrıydı, cisme bürünmüş nihai özneydi…”  diyor bu oyunun sonucuna.
Gerçekten de hiçbir ayrıcalıklı öznenin kurmasına izin verilmediği, sömürenin ideolojisinin sömürülenin ideolojisine eşdeğer kılındığı, kuruluşundaki kendiliğindenliğin kutsandığı ve dahası onca şatafatlı iddiaya rağmen kendisinin hiçbir şey kurmaya ve değiştirmeye gücü olmayan söylemin kurucu iradesi, “Radikal Demokratlar”ın şekilsiz ve nihai olarak hiçbir şey olmamaya yazgılı özne çoğulluklarına ait olamaz. Bu söylemi kuran, burjuvazi değilse eğer, göksel bir irade olacaktır açıkça.
Eskiden de idealizm dönüp dolaşıp başlangıçtaki iradeye teslim olur ve o kadar yolu kalkış noktasına varmak üzere kat ederdi.
Ancak bu 19. yüzyılda açıkça bir kör inançtı; bugün ise bir kasıttır. “Radikal Demokrasi” sınıf mücadelesine ve sosyalizme kast ederek kapitalizme rücu etmiştir.

KAYNAKLAR
Ernesto Laclau- Chantal Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, çev: Ahmet Kardam/Doğan Şahiner, Birikim, 1992-İstanbul
Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev: Sevim Belli, Sol Yayınları, 1976-Ankara
K. Marx-F. Engels, Felsefe İncelemeleri, çev: Sevim Belli, Sol Yayınları 1979-Ankara
Karl Marx, Alman İdeolojisi, çev: Tonguç Ok, Olcay Geridönmez, Evrensel Basım Yayın, 2013-İstanbul
Marx- Engels, Seçme Mektuplar, çev: Alaattin Bilgi, Evrensel Basım Yayın, 1996- İstanbul
Lenin, Ne Yapmalı, çev: Arif Berberoğlu, Evrensel Basım Yayın, 2011-İstanbul
Lenin’den Anılar, Yönetime Katılmayı Nasıl Öğrendik, çev: Olcay Geridönmez, Evrensel Basım Yayın, 2000-İstanbul
Lenin, Halkın Devlet yönetimine Katılımı Üzerine, çev: Metin Çulhaoğlu, NK Yayınları, 2003-İstanbul
E. M. Wood, Sınıftan Kaçış/Yeni Hakiki Sosyalizm, çev: Şükrü Alpagut, Akış Yayınları, 1992-İstanbul

Gezi, Negri ve otonomculuğun eleştirisi

Gezi Direnişi, Türkiye tarihinin en büyük halk hareketlerinden birisi olarak siyasal mücadele tarihindeki yerini alırken; sol entelektüel çevrelerce iki biçimde; sınıf hareketi ve komünizm fikrinin karşısına konuldu.
Birincisi; Gezi eylemleriyle kanıtlandığı varsayılan; sınıf hareketinin çağı geçmiş, toplumsal gerçeklerle bağdaşmayan idealize bir düş olduğu; talep odaklı, pratik, pragmatist; çevre, kent, özgürlükler gibi insanların günlük yaşamlarını ilgilendiren konular üzerinden ortaya çıkan yeni toplumsal hareketlerin değişimin temel gücü olduğu fikri. Bu yaklaşım ‘solcu’ ve ‘sosyal demokrat’ entelektüeller, hatta bir kısım muhafazakar gazeteci-yazar içinde de karşılık buldu. Konuya ilişkin tartışma, Özgürlük Dünyası’nın daha önceki sayılarında da ayrıntılı bir biçimde yapıldı.
İkincisi yaklaşımsa şöyle özetlenebilir: Gezi eylemleri; komünizmi gelecek bir ütopya olarak tasarlayan geleneksel komünist ve sosyalist anlayışları bir kez daha yıktı. “Komünist hipotezleri” doğrudan yaşama uygulayan, alternatif yaşam alanları kuran, hiyerarşik ilişkiler yerine yatay örgütlenmeleri, öncü parti yerine demokratik karar alma mekanizmalarını kullanan otonomcu komünal çerçeveyi doğruladı. Gezi Parkı’nda kurulan alternatif yaşam da bunu pratik olarak gösterdi. Mısır, Tunus, Yunanistan, İspanya ve ABD’deki Occupy Wall Street eylemleri dünya örnekleri olarak önümüzde…
Bu ikinci politik yaklaşım; Gezi Direnişi’nin ardından kurulan işgal evleri, işgal bostanları, belli bir mekanın işgal edilerek orada dayanışmacı bir ilişki ağının kurulması gibi pratik etkinliklerin de, kendi doğrulanması olduğunu ifade etti. Gezi Parkı işgalini bunun en gelişmiş örneği olarak kutsadı. Mekan işgali ve otonom yaşam alanlarının oluşturulması birer araç olmaktan çıkarılıp ulaşılması ve bir ağ halinde tüm ülkeye yayılması gereken “komünist bir ideal” olarak sunuldu.
Burada sorun nedir?
İnsanların bulundukları mahallerde bakımsız bırakılmış ya da tarihi özellikleri bulunan binaları dayanışmacı, sosyal ve kültürel iddialarla işgal etmeleri, devletin dışında ve bir halk inisiyatifiyle ‘toplumsallaştırmaları’ mı?
Elbette bu bir sorun değil, tersine olumlu ve önemli bir inisiyatif. Gezi Direnişi’yle birlikte giderek bir kırılma halinde ortaya çıkan, insanların kendi mahallelerine, mahallelerindeki bir ağaca bile sahip çıkmaları, “bize sormadan yapamazsın” demeleri, burjuva temsili demokrasisinin biçimselliğinin aksine halka ve yerele dayanan gerçek bir demokrasinin nüvelerine işaret ediyor.
Bu tip örgütlenmelerin ve mekânsal işgallerin; işçi sınıfının doğrudan üretim sürecinden çıkan eylem biçimleri olmaması hasebiyle klasik bir form arz etmedikleri de doğru… Bu açıdan kesin olarak ‘sınıf dışı’ ve ‘reddi mübah’ aktiviteler olarak damgalanmalı mıdır?
Ya da ‘postmodern’ dünyanın yeni mücadele tipi olarak kutsanıp idealleştirilerek “yeni dünya”nın böyle kurulabileceği sanısına kapılıp gidilmeli midir?
Burada iki sorun, özü itibarıyla birbirinden ayrı değerlendirilmeli. Tartışma şöyle ifade edilebilir:
Birincisi; işgal evleri, bir mekanın işgal edilerek ‘halkın kullanımı’na açılması, buranın sosyal ve kültürel faaliyetler için kolektif buluşma alanı olması, bunun forumlar eliyle takip edilmesi ve yerele dayanan ama ihtiyaca bağlı olarak değişebilen ‘örgüt’ formları olarak değerlendirilmesi…
İkincisi; mekanın işgali ve ‘ortak varlık’ olarak yeniden kazanılması, iktidara dokunmadan otonomcu, yarı-anarşist bir perspektiften; bir komün ideali olarak toplumsal devrim ve işçi sınıfı iktidarının yerine konulması; sosyalizmin reddedilmesi…
Birincisi; insanların yerelde somut talep ve hedeflerle (genellikle de ihtiyatla yaklaşılması gereken bir yönelimle) eyleme girişmesiyken, ikincisi ‘komün’ savunusu adı altında reformizmdir. Bu ikisi kesin olarak birbirinden ayrıdır ve ayrılmalıdır.

***
İktidardan uzak durarak ve onu hedeflemeden ama “komünizmin ilkelerini hiç beklemeksizin doğrudan yaşama geçirerek”; kapitalizm içerisinde ‘soluk alınabilecek’ adacıklar, otonom yaşam alanları ya da komünler kurma politikasını; en önemli teorisyenlerinden ikisi olan Negri ve Hardt’ın görüşleri üzerinden değerlendireceğiz.
Negri ve Hardt’ın görüşlerinin genel çerçevesi İtalyan “Otonomist” geleneğe dayanıyor. Bu gelenek sadece kapitalist devleti değil her türlü devleti reddederken anarşizme yakın bir çizgi izliyor. İtalyan topraklarındaki özgün bir deneyimi, 1960’lı yıllarda Güney İtalya’dan gelen köylülerin Kuzey İtalya’daki fabrikalarda işi reddetme tavrını genelleştirirken, teorik olarak da kapitalist ya da sosyalist her türlü işin reddine vardırıyorlar. İşin reddedilmesi, sermaye ilişkisinden toplu çıkış; emeğin üretici kapasitesine dikkat çekerek ‘kendini değerli kılma’sı, ‘ortak varoluş’un sahiplenilmesi, ‘sevgi’nin gücüyle bir araya gelen ‘çokluk’un tekillikleri koruyan yerel otonom toplulukları oluşturmasını öngörüyor. (Negri ve Hardt, 2011b: 186-188) Bu ‘otonom’ kavram setinin kısa bir sıralanışı bile renkli bir idealizm sergisi gibi…
Negri; modern düşünce içerisinde ikili bir gelenek olduğunu; Hobbes, Rousseasu, Hegel’in devletçi-otoriter çizgisi ile Machiavelli, Spinoza ve Marx’ın ‘demokratik’ çizgisinin karşı karşıya geldiğini ifade ediyor (Negri ve Hardt, 2011b: 125). İşçi sınıfı mücadelesinin baskısı ve 1973 kriziyle birlikte kapitalizmin postmodern bir aşamaya girdiğini düşünen Negri (ve sonrasında Hardt) küreselleşmenin yarattığı ekonomik dönüşümün siyasal karşılığının ulus devlet ve mekanın aşıldığı “İmparatorluk” (Negri, 2005: 20), üzerinde yükseldiği “değiştirici özne”nin ise “çokluk” olduğunu savunuyor (Negri, 2011a: 36). Ve üretim, bilgi, iletişim, duygulanım üretimi haline gelirken, “çokluk” bu üretimi giderek daha ‘özerk’ yaşama geçirmeye başladı. İşte Negri ve Hardt’a göre; bu durum kapitalizm içinde ‘özerk’, iktidara ilişmeyen, otonom yaşam alanlarının kurulmasına ve Machiavelli, Spinoza, Marx’ın temsil ettiği demokratik geleneğin yaşama geçirilmesine ‘nesnel’ bir zemin hazırladı (Negri, 2001: 36).

TOPLU ÇIKIŞ
“Bir ilk hipotez geliştirme cesaretini gösterebiliriz: Sınıf mücadelesi, biyo-politik bağlamda toplu çıkış biçimine bürünür.” (Negri ve Hardt, 2011b: 160)
Negri ve Hardt’ın bu ‘hipotezi’ yeni değil; 1970’ler İtalya’sındaki otonomist hareketin temel stratejisidir: işin reddi ve çıkış!
Peki, Negri ve Hardt toplu çıkışla ne demek istiyor?
“… en azından başlangıçta, emek gücünün potansiyel özerkliğini gerçekleştirerek sermayeyle olan ilişkisinden çıkma sürecini kastediliyoruz. Dolayısıyla toplu çıkış, biyo-politik emek-gücünün üretkenliğinin reddi değil; tersine onun üretici kapasitelerine sermaye tarafından konulan ve kısıtlayıcılığı giderek artan engellerin bir reddidir.” (Negri ve Hardt, 2011b: 160)
Sermaye ilişkisinden çıkış… Radikal bir söylem! Emek-gücünün üretkenliğinden şüphesi yok! Tersine özgürce üretebilmesi ve yeteneklerini sergileyebilmesi için… Otonomist hareketin stratejisinin ikinci ayağı: Kendini değerli kılma süreci…
Devamla:
“O halde bir ilk yaklaşım olarak, sınıf mücadelesinin bu formunu bir tür maroonage  olarak düşünmeliyiz. Kendini yöneten toplumlarını ve quilombo’larını  kurmak için toplu olarak köleliğin zincirlerini kırıp kaçan köleler gibi, sermayeyle olan bağından çekilen biyo-politik emek gücü de üretici güçlerini gerçekleştirmesine olanak veren yeni yaşam biçimleri ve toplumsal ilişkiler kurmak ve keşfetmek zorundadır. Ancak maroon’ların aksine bu toplu çıkış, zorunlu olarak başka bir yere gitme anlamına gelmez. Tam burada kalırken, içinde yaşadığımız toplumsal örgütlenme tarzı ve üretim ilişkilerini dönüştürerek bir kaçış çizgisi takip edebiliriz.” (Negri ve Hardt, 2011bb: 160)
Bu nokta; konumuz açısından kritik. Sermaye ilişkisinden çıkıp “yeni yaşam biçimleri ve toplumsal ilişkiler kurmak”… Ve diğer bir önemli kavram; “Kendini yöneten toplumlar kurmak”; başka bir ifadeyle öz-yönetim.
Peki, bir bölgede, örneğin Gezi Parkı’ndaki direniş gibi, ‘çokluk’, sermaye ile ilişkisinden çekildiğinde, kendi kendini yöneten bir topluluk kurup alternatif bir yaşam örgütlediğinde; dışarıdaki kapitalist ilişkiler ağı varlığını korumaya devam edecek mi?
Negri ve Hardt’a göre; evet. İktidardan uzak durulmalı; kapitalist toplum içinde komünist otonomlar oluşturulmalı… Zapatistalar örneğinde olduğu gibi (Negri ve Hardt, 2011b: 117)…  Küçük özel mülkiyet ve yoksulluk devam etse bile Chipas’ta kahve kooperatifleri kurmak; kararları beraber almak… Belki de o kadarına bile gerek kalmadan. Yunan ve İspanyol anarşist ve otonom hareketinin işgal evlerindeki gibi alternatif kültürel faaliyetlere girişmek. Ya da 1973 İtalyan otonom hareketinin işgal ve karşı-kültür hareketindeki gibi otonom yaşam alanları kurmak.
Özetle; Negri ve Hardt’ın önerisi; kapitalist üretim ilişkilerini parçalamadan, hatta mevcut devlet aygıtı egemenliğini sürdürürken; kapitalist toplum içinde otonom bir yaşam alanı kurmak.
Martin Thomas’ın dediği gibi; “Otonomcular hareketin kendisine ‘alternatif toplum’un onaylanması olarak bakarlar. Hareket kendi mekânlarını fethetmeli ve kontrol altında tutmalıdır. Bugün otonomizmin politikası karikatür bir anarşizmle (otonomcu bir bildiride görüldüğü üzere, ‘çalışmak değil, isyan etmek istiyoruz!’) ılımlı bir reformizm (Fransız otonomcu gazete Çokluk’un editörü Yann Moulier Boutang, Fransa’da saygıdeğer bir hükümet partisi olan Yeşiller’in saygıdeğer bir üyesidir) arasında salınır.” (Thomas: 6)

***
Bu yazıda; kapitalizm içinde ‘özerk’ “komünist” toplumlar kurma iddiasını, birbiriyle bağlantılı dört açıdan ele alacağız:
1. Negri ve Hardt, üretim yapısı ve emeğin teknik bileşimindeki değişikliklere dair postmodern paradigmanın belli başlı bütün tezlerini bir araya getirirken; yeni bir sınıf olarak “çokluk” kavramını öneriyor. ‘Maddi olmayan emeğin hegemonyası’ndan (Negri ve Hardt, 2011a: 122) ‘biyo-politik sömürü’ye, ‘üretim ve yeniden üretim arasındaki ayrılıkların ortadan kalkması’ndan ‘yoksulluğun genelleşmesi’ne kadar “çokluk” kavramına ilişkin ‘nesnel bir zemin’ iddiasında ısrar edilse de; “çokluk” esasen öznel bir kurgu ile ‘komünizmi’ isteyen farklı sınıflardan insanların bir araya gelişini tanımlıyor.
2. Komünizmi; toplumun yaşamsal zorunluluğu olan üretim sürecinin ve ona burjuva-kapitalist bir nitelik veren üretim araçlarındaki özel mülkiyetin ilgası olmadan; hatta bu ilişkiler devam ederken, ‘komünizm’i isteyen insanların yan yana gelip kurabilecekleri bir “proje” olarak tasarlıyor.
3. Devlet ya da başka bir deyişle iktidar problemi. Negri ve Hardt; iki açıdan devlet sorunuyla yüz yüze. a) mevcut devleti ortadan kaldırmayı ya da yıkmayı değil onu bir bakıma boykot ederek ya da ‘cumhuriyetten toplu çıkış’la zora sokmayı planlıyor (Negri ve Hardt, 2012:112): Devletin kontrol edemediği öz-yönetim toplulukları oluşturulması, mevcut devletin uzun bir süre varlığının devamını öngördüğü gibi, onun saldırıları karşısında da hareketi savunmasız bırakıyor. b) alternatif/devrimci bir ‘sınıf’ iktidarı kurma fikrine de karşı çıkıyor. Her türlü devleti; bu işçi sınıfının devleti olsa bile, kapitalist ilişkiler ağının bir parçası olarak görüyor.
4. Negri ve Hardt’ın “komünizmi” ve “çokluk”un talepler dizgesi; basit bir reformizmle sınırlı kalıyor. “Otonom toplumları” kapitalizmin sınırları içerisindeyken, dile getirilen talepler kapitalizmin sınırına dahi yaklaşamıyor. Zaten program da ‘sermayeyi kurtarma programı’ olarak sunuluyor (Negri ve Hardt, 2011b:303).
Şimdi bu 4 başlığı tek tek ele alalım…

1. SINIF MÜCADELESİZ KOMÜNİZM VE ÇOKLUK
Özgürlük Dünyası’nın daha önceki bir sayısında  uzun uzadıya ‘çokluk’ tartışması yapıldığı için, bu bölümde sadece makalenin ana konusu açısından dikkat çeken noktalara değineceğiz.
Otonom ve kendi kendini yöneten topluluklar kurma projesinin öznesi olarak “çokluk”.
Bir sınıf kavramı mıdır?
Negri ve Hardt’a göre; hem öyle hem değil. Bir yandan “postmodern ekonomi” ve siyasal ilişkiler ağı içinde yeni sınıf gerçekliğini temsil ediyor. Ama diğer yandan sınıf; halk, ulus vb. “çokluk”u ‘bütünleştiren’, ‘tekilliklerin özgünlüklerini göz ardı eden’ bir kavram olduğu gerekçesiyle reddediliyor.
Peki; nedir “çokluk”?
Maddi olmayan emek, maddi emek, köylüler, işsizler, göçmenler, yerliler, kadınlar, ezilen ırklar, LGBTİ bireyler vb. sayılabilecek çeşitli kimlikleri kapsayan bir kavram. Ancak bu kategoriler içinde yer almakla birlikte “çokluk”u bunlarla ifade etmek doğru değil! Çünkü “çokluk”; bunların toplamından değil, ama Negri ve Hardt’a göre bunları da kapsayarak, “postmodern çağ”ın yeni ekonomi/politikasından doğuyor.
Buna göre; modern çağın üretimi sanayi ve tarım gibi maddi üretime dayanırken, “postmodern çağ”da esas olan maddi olmayan üretimdir: bilgi, iletişim, kodlar, dil, duygulanım… Bu üretimin öznesi de; eskisi gibi işçi sınıfı değildir. Negri, bu noktada ‘maddi olmayan emek’ kavramıyla mühendis, bilişimci, yazılımcı vb. ‘bilgi-işçileri’ni ve hizmet sektörü çalışanlarını işaret ediyor  (Negri ve Hardt, 2011a:112).
Ve Negri, bir kavramsal oyunla “çokluk”u son noktasına kadar genişletiyor: İktidar dışındaki tüm ‘tekillik’ler, günlük dil, iletişim ve bilgi ‘üretim’ine katılırlar. Üretim ve yeniden üretim arasında bir fark kalmadığı iddiasıyla; günlük yaşamdaki her türlü ‘maddi olmayan üretim’, üretimin bir bileşeni, dolayısıyla iktidar sömürüsünün bir parçası haline gelmiştir. Yani; günlük konuşmalar dahi “postmodern maddi olmayan üretim” sürecinin bir parçasıdır. Negri ve Hardt, bu üretimin iktidar tarafından mass edildiği tespitiyle; bunu “biyo-politik sömürü” olarak adlandırırken; sömürünün iktidar dışındaki tüm toplumu yani herhangi bir kimliğe indirgenmesi mümkün olmayan ‘çokluk’u kapsadığını savunur (Negri ve Hardt, 2001: 406). “Çokluk”, bu açıdan hiçbir nesnel ve ampirik gözleme dayanmayan; tamamen kavramsal düzeyde ve ‘yapısöküm’ yönetimiyle oluşturulan “postmodern dünya”nın ‘materyalistçe’ bir sonucu olur!
Kapitalist üretim ilişkilerinin tahliline dayanarak toplumun işçi sınıfı ve burjuvazi olmak üzere iki temel sınıfa bölündüğünü savunan Marksizme karşı; Negri ‘iktidar’ı toplumsal bölünmede merkeze koyan ve sınıfları en genel anlamda ‘iktidar olan’ ve ‘olmayan’ (“çokluk”) olarak tanımlayan yaklaşımı benimser. Artık sınıf değil, iktidarın dışında olmasıyla tanımlanabilecek “çokluk” direnişin temel öznesidir: “Öznellik üretiminin nedeni ve motoru iktidar ilişkilerinin içinde, yani aslında sürekli olarak bir yaşam arzusu tarafından kat edilen bir karmaşık ilişkiler oyununda bulunmaktadır.” (Negri, 2013:46)
Negri, bu sonuca ulaşabilmek için; kapitalizmin “fordizmden postfordizme”, “modernizmden postmodernizme”, “maddi emekten maddi olmayan emeğe” geçtiğini iddia ederken; üretim araçları üzerindeki mülkiyeti, bu mülkiyetten kaynaklı ilişkileri, bu ilişkinin ‘özneleri’ ve nesnelliği olarak sınıfları tamamen göz ardı ediyor.
Son 40 yıllık neoliberal dönem; kapitalizmin temel özelliklerinin ortadan kaybolması ya da değişmesi bir yana; onun özsel niteliklerinin tüm açıklık ve gerçekliğiyle ortaya çıktığı ve kendini gösterdiği bir dönemdir. Dünyada ve tek tek ülkelerde; giderek daha az insan üretim araçları üzerinde kontrol sahibi olurken; milyarlarla ifade edilen kitleler üretim araçlarından daha fazla kopuyor. Emek güçlerinden başka satacak hiçbir şeyleri olmaksızın kapitalist piyasaya girmek zorunda bırakılıyor.
Çin’de, Hindistan’da, Türkiye’de, Mısır’da, Brezilya’da; dünyanın geç kapitalistleşmiş coğrafyalarında; şu ya da bu şekilde geçimini sürdüren yüz milyonlarca (Çin ve Hindistan’ı düşününce milyara yakın) köylü; sadece son 15 yıl içinde bile büyük kitleler halinde topraklarından koptu. Şehirlere işsiz ve enformal sektörlerde çalışan işçi kitleleri olarak akın ettiler.
Özelleştirmeler, liberal deregülasyon politikaları, sermayenin önündeki ‘ulusal’ engellerin tamamen kaldırılması, çevre maliyetlerinin ‘çevre’ye yıkılması, işçi ücretlerinin baskılanması, esnek ve kuralsız çalışma; kapitalizmin 19. yüzyıl özelliklerinin, daha ileri bir teknolojik seviyede günümüze zuhur etmesi; sınıf gerçekliğini; sınıflar arasındaki uçurumu ve mücadeleyi gün gibi ortaya koyuyor. Ve bu eşitsizlik; iktidardakilerle iktidar olmayanların karşı karşıya gelişini körüklediği gibi, esas olarak siyasi hiyerarşiye değil, siyaseti de koşullayan ve yine onun tarafından etkilenen sosyo-ekonomik bir zemine dayanıyor.
Özetle; Negri’nin yeni ‘sınıf’ı; iktidarın dışındakileri içeren ‘tekil’liklerin birliği olarak ‘çokluk’; burjuva liberalizminin devlet-sivil toplum karşıtlığından devşirilen yarı-anarşist bir sivil toplumculuğun sonucu. Kapitalist üretim ilişkilerinin toplumun siyasetten ekonomiye, kültürden ideolojiye kadar tüm gözeneklerini sardığı günümüzde, sınıfın ekonomik ve toplumsal köklerinin gözardı edilmesi olsa olsa ‘ideolojik’ bir safsata olabilir.

***
Negri’nin “çokluk” kavramında Spinoza etkisi de oldukça belirleyici. Bireylerin ‘doğal’ haklarını, en azından haklarının tamamını iktidara devretmediği vurgusu, iktidarın gücü (potestas) karşısında “çokluk”un gücü (potentia) tahlili; Negri’nin otonom toplulukları için önemli bir zemini oldu. “Çokluk”un gücünün dayandığı temel ilke canatus. Canatus; varlığın “kendi varlığında devam etmek için elinden gelen çabası” (Spinoza, 2011: 137). Bu bilinçsiz çaba, bilinçle birleştiğinde ortaya yaratıcı arzu (cupiditas) çıkıyor. Bu da “çokluk”un gücünün temeli. Negri ve Hardt’a göre; bu güç yaratıcı ve kurucudur; yeni bir toplum kurma potansiyeli içermektedir.
‘Çokluk’, ‘güç’, ‘arzu’ ve ‘direniş’… Negri, bu Spinozacı kavram setine bir ek daha yapar. “Çokluk”un üretimindeki yaratıcılık ve taşma!
Negri’ye göre; tekilliklerin bir araya gelerek yaptığı bilinçli toplu çıkış; “çokluk”un üretiminde yaratıcılık ve taşmanın, dolayısıyla da yeni bir toplumun yolunu açıyor. (Negri, 2013: 114-115)
Bütün bunların Negri’nin liberal bireyinin marifetleri olduğu açık. Negri ona “tekil” dese de, “bireyin içsel gücü”, “arzusu”, “direnişi”; bunların hepsi bireyin içine Negri tarafından idealistçe sokulmaya çalışılıyor.
Negri’nin savunduğunun aksine, duygulanım, düşünce ve eylem gücü, bireyin ‘conatus’ diye tanımlanan soyut bir yaşam arzusu ve çabasından değil; içinde bulunulan kapitalist toplumsal ilişkiler ağı tarafından şekillendirilen ‘yaşam’ mücadelesiyle biçimlenir. İnsanlar, kendi keyiflerince belirledikleri toplumsal koşullarda değil; tarihsel olarak belirlenmiş toplumsal ve sınıfsal ilişki ağı içinde doğar, büyür; belirli zorunlulukları yerine getirir. Ancak bu zorunluluk çerçevesi içinde kendini kurar/kurulur… İşte duygular, düşünceler ve eylemler bu nesnel gerçeklik olmadan ele alındığında, bireyin kendinden menkul; nasıl ve hangi koşullarda oluştuğu belli olmayan; Tanrı’dan gelme ya da gerçeklikle bağlantısız Platoncu ‘idea’lara döner.
Negri; ‘fark’, ‘arzu’, ‘güç’, ‘direniş’ temalarını bireye değil, “tekil” diye adlandırdığı soyut özneye ithaf ediyor. Tekilin burjuva liberalizminin bireyi olmadığını ifade ediyor. Ancak, Negri’nin ‘fark’a yaptığı vurgu dikkate aldığında; ‘fark’ “tekil”in olmazsa olmaz bir özelliği ise, bu tekil, ‘birey’den başka bir şey olabilir mi? Çünkü “tekil” birden çok bireyi kapsıyorsa, bu tekil içinde de yine kendini ifade etmek isteyecek ‘fark’lı bireyler olacak ve Negri’nin “tekili” daha küçük alt-tekillere bölünmek zorunda kalacaktır. Dolayısıyla, Marksizm külliyatıyla haşır neşir olmuş Negri’nin burjuva liberal bireyciliğinden kaçmak adına ‘birey’ yerine ‘tekil’i koyması, işin özüne dair bir değişiklik değildir. Liberalizmin kutsal kavramı ve liberal özgürlüğün teminatı ‘birey’, Negri’nin ‘arzu’, ‘yaratıcı’ ve ‘güç sahibi’ ‘tekil’inde yaşam bulmakta ve yine ‘özgürlüğün teminatı’ olmaktadır.
“Çokluk” ise, bu “tekil”lerin iletişimsel ağları da kullanarak birbiriyle temas kurdukları, gönüllü, hiçbir hiyerarşiyi kabul etmeyen, salt yıkıcı değil alternatif bir kurucu güce de sahip olan bir harekettir. Bu hareketin liderliği ve öncü örgütü reddeden, Spinoza’cı ‘kurucu’ güce sahip yapısı, yeni bir toplum kurma fiiliyatı olarak ilan ediliyor.
Birey ve sınıf, parça ve bütün arasındaki ilişki hem karşılıklı olarak etkileşime hem de içermeye dayanır. Birey, sınıfın bir bileşeni olarak nesnel zorunluluklarla kapsanmış, günlük pratik ‘dayatmalar’ altında yaşamını sürdürür. Misal; Negri, bir akademisyen olarak, içindeki ‘tekil’in müthiş arzu, coşku ve direnişine rağmen paşa paşa üniversitede ücret karşılığında çalıştığı bir hayat döngüsüne zorunlu (eğer elinde bir sermaye birikimi yoksa). Negri’yi de belirli bir ‘iş’ pratiğine zorlayan kapitalizm; sınıfsal bölünme ve mücadeleleri sürekli örgütler, yeniler. İşte bu sömürü ilişkileri ağı; burjuvaziye karşı tepki, öfke ve mücadelenin birikmesine yol açar.
Birey, tüm özgünlüğüyle beraber toplumsal sınıf ve sömürü ilişkilerinin bir bileşenidir. Bu kültürel ve ideolojik ortamın içindedir; ki bu ortam karşılıklı etkileşim içinde sürekli bir değişim halindedir. Bireyin içinde bulunduğu toplumsal zemin ve sınıf ilişkileri göz ardı edilerek, ne bireyin davranışlarına anlam verilebilir, ne de bir mücadele biçimi tarif edilebilir. Yani reddediş ve rıza ilişkisi içinde bireyin nesnel zorunluluğu tabi olduğu sınıf ilişkileri tarafından belirlenir. Bununla kuşatılmıştır. Kuşatmayı kırması da yine buradan olur. Yani öfkesi, tepkisi ve pratiği ne olursa olsun, sömürü ilişkilerini ortadan kaldırmadığı sürece, kapitalist işe (sömürüye) mahkumiyeti devam edecektir. Dolayısıyla bu sömürü ilişkilerinin ezilen tarafı olan işçi sınıfının; bu ilişkileri parçalamak ve başka bir ilişki biçimini kurmak üzere özel-pozitif bir durum ve role sahip olması kaçınılmazdır.

***
Negri’ye göre; otonom bir toplum kurmak üzere hareket eden “çokluk”un çeşitli kimliklerle tanımlanamayacağını, “tekilliklerin özgür birliği” olduğunu ifade ettik. Öyleyse; otonom toplumun kurucu gücü olarak “çokluk”; egemen bir bedeni ifade eden sınıf ya da tek tek toplumsal kimliklerle tanımlanamazsa; “tekillikler”in birliği ne anlama gelir? Daha kısa bir ifadeyle; otonom bir toplum kurmak isteyen tekilliklerin birliği nedir?
Negri ve Hardt’ın ‘komünizm’ ya da otonom topluluklar için temel önerisi; farklı sınıf ve kategorilerden tekilliklerin/bireylerin ‘komünizmi kurmak için’ bir araya gelmesidir. Böylece kavramsal düzeydeki ‘materyalizm’ iddiasından çok bayat bir idealizme yeniden dönmüş oluyoruz: Komünizmin sınıftan ve sınıf hareketinden kopartılarak, onu isteyenlerin, kafasında/zihninde kuranların iradesine, başka bir deyişle bir projeye indirgenmesi.
Ki, bu “komünist projeler”in de yaşama şansı yoktur. Komünizmin, küçük bir bölgede ya da bir grup tarafından uygulanıp dünyanın geri kalanına örnek olup, benimseneceğini düşünen 19. yüzyılın ütopyacı sosyalistleri; bu fikirlerini büyük bir coşkuyla uygulamaya girişmişlerdi. Robert Owen, Fourier gibi düşünür ve eylemciler, kurdukları ‘komün’lerde insanların daha eşit, çalışma koşullarının daha insani, geçim olanaklarının daha fazla olduğu bir toplum oluşturmak üzere kurallar belirlediler. Eğitim sistemini hümanist temeller üzerinden şekillendirmeye çalıştılar. Ancak; bu ‘komün’ler, dışındaki dünya kapitalizminin baskısı bir yana; komünizmin ‘iyi niyetli insanların yan yana gelmesiyle’ kurulamayacağını bir kez daha gösterdi. Ütopik sosyalistler kapitalist ülkelerine geri dönmek zorunda kaldı. (Engels, 1995: 376-379) Ütopik sosyalistler, henüz kapitalist çelişki ve ilişkilerin tam olarak egemen olmadığı bir dönemde; kapitalizme karşı öfke ve tepkinin ilk sistematik formülasyonunu gerçekleştirdiler. Dolayısıyla onlar, çağlarının bir adım ötesinde, radikal bir eleştiri geliştirirken; Negri’nin otonom bir toplum kurmak üzere tekillerin “çokluk”u oluşturacak şekilde bir araya geldiği ‘komün’ler projesi trajikomik bir tekrar olabilir. Ya da gerçek komünizm hareketi karşısında gösterişçi bir reformizm!
‘Sol’ komünist akımlardan küçük burjuva devrimciliğinin çeşitli biçimlerine ve postmodern ‘yeni’ komünizm düşüncesine kadar bütün bu akımların ortak özelliği; Marksizmin üretim ilişkileriyle belirlenen toplumsal sınıflar ve bu sınıfların mücadelesinin bir sonucu olarak değerlendirdiği komünizmi; onu yalnızca düşünsel olarak isteyenlerin iradesine indirgemesidir.
Bu, tarihin idealist bir okumasıdır. Örneğin hükümetlerin kötü icraatlarının siyasetçiler, savaşların devletler, krizlerin bankacıların beceriksizlikleri ve kötü yönetimleriyle açıklanmasıdır. Komünizmi kapitalizm içinde koşullayan sınıf ilişkileri, mücadeleler, nesnel tarihsel koşullar yoktur; sadece düşünceler ve onların iradelerle karar altına alınması vardır!
Ütopik sosyalistlere göre de böyledir. Komünizmi kurmak için komünizmi kurmak isteyen bireylerin yan yana gelmesi yeterlidir. Ya da Blankistler gibi bir darbe ile hükümeti aldıklarında; kendi iradelerini tüm topluma dayatarak komünizm kurulabilir!
Negri’nin ‘ayrıntlı’ “postmodern üretim” tahlillerinin sonucunda ifade ettiği “çokluk” ve “komünizm projesi”; meseleyi kafada bitiren bayağı bir idealizmdir.
Kapitalist üretim ilişkileri ve işbölümünün geldiği düzey, insanlığın temel ekonomik, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarının önemli bir bölümünün toplumsal nitelikte bir üretimle karşılanmasını zorunlu kılıyor. Örneğin Negri ve Hardt’ın büyük önem atfettikleri Gezi, Mısır ve Tunus meydanlarındaki “kolektif iletişimsel üretim”in araçları olan cep telefonları dünyanın dört bir yanındaki üretim süreçlerinin toplumsal bileşkesiyle oluşuyor. Gezi’de karar alma, tartışma ve haberleşme mekanizmasının en temel bileşenlerinden birisi olan sosyal medyanın kullanımı için gereken bilgisayar ve cep telefonlarının üretilmesinde Çin ve Avrupa arasındaki git-gellerin Gezi’de bir araya gelen gençler arasında halledilmesi mümkün değil. Küçük sağlık operasyonları; gönüllü doktorlar tarafından yapılabilse de sadece binlerce kişinin günlük yemek organizasyonu bile büyük bir tarımsal ve endüstriyel faaliyeti gerektirir. Yani cep telefonundan yemeğe kadar tüm temel üretim süreçleri kapitalist üretim ilişkilerinin girdabında iken, Gezi’de komünist bir üretim ve paylaşım için; ancak bir mücadele sürecinde ortaya çıkabilecek olan duygu, bilgi ve irade ortaklığı kalıyor. Bu da komünist bir heyecan için oldukça iyi. Ama gerçek komünizm için, kendi sınıfıyla birleştiğinde bile, sadece bir başlangıç.
Özeti itibarıyla; bu küçük ‘komün’lerde ya da “otonom yaşam alanları”nda, toplumsal işbölümü, bilim ve teknolojinin geldiği düzey açısından, derli toplu toplumsal bir üretim söz konusu olamaz. Negri ve Hardt için en temel iletişim ve bilgi üretim platformu olan bilgisayarların kullanılması için bile otonom yaşam alanının dışında ticari/kapitalist bir ilişki kurulmalıdır. Bunun için de elde para (ve sermaye) olması lazımdır. Keza yemek için de… Keza giysi için de… Keza telefon operatörü için de… İnternet bağlantısı için de vb… Bu otonom yaşam alanı komünizm için gerekli olan üretim gücüne sahip olmadığı gibi, ancak tüketimin paylaşılması konusunda etkin olabilir. Sadece işgal alanları için değil, bir işgal fabrikası için de böyledir. “Otonom bölgeler” arasında kurulan ortak ağ da bu derdi çözmeye yetmez. Ve komünizm tüketimin paylaşıldığı bir koloniye indirgenemez.
Dolayısıyla kapitalist üretim ilişkileri; sınıf sömürüsüne dayandığı gibi ve dayandığı için; sınıf mücadelesini de koşullar. Gerçek komünizmi de, onu isteyenlerin kafasındaki hayallerden ayıran temel öge de; onun yaşamın gerçekliğine dayanıyor olması; üretim sürecinden başlayarak ancak işçi sınıfının, kendi üzerindeki sömürüye son vermesiyle mümkün olmasıdır. Sömürünün olduğu bir komünizm masa başında bile tahayyül edilemeyeceğinden, sömürünün kaldırılması ‘her türlü’ komünizm anlayışının da temeli olduğundan; bu sömürüyü; üretim süreci ve sömürünün doğrudan muhatabı işçi sınıfının kaldırması zorunludur. Aksi, komünizmin, ‘iyi insanlar’ın kalanları kurtarma hayaline indirgenmesi olur. Dolayısıyla gerçek komünizmi, ‘iyi insanlar’ın ‘iyi niyet taşları’ndan ayıran temel unsur; işçi sınıfının sömürüyü kaldırma mücadelesinin bir bileşeni olmasıyla ilgidir.

2. KAPİTALİZM İÇİNDE KOMÜNİZM
Negri ve Hardt; kapitalizm içinde kurulacak bu “komünist” toplum projesini feodalizm içinde gelişmekte olan kapitalizme benzetir:
“Bu, tıpkı feodal üretim tarzından kapitalist üretim tarzına geçişte olduğu gibi, uzun bir süreçtir; sermayenin hayati eşiği ne zaman geçeceğini söylemek mümkün değildir; ancak daha şimdiden biyo-politik üretimin özerkliği, ortak varoluşun merkeziliği ve bunların kapitalist sömürü ve denetimden gitgide kopuşuna bakarak, daha şimdiden yeni bir toplumun eskisinin kabukları içinde yaratıldığını görebiliriz.” (Negri ve Hardt, 2011b: 298)
Negri ve Hardt’ın kapitalizm içinde komünist toplumun varlığına dair tezi; onun üretim süreci ve emek gücünün bileşimine dair ifade ettiği ‘yeni’ eğilimlere dayanıyor. Bu tezi şöyle özetleyebiliriz: Kapitalist üretim biyo-politik bir hal aldı; yani sadece maddi metaların değil dil, simge, duygulanım, enformasyon, iletişim vb. tüm toplumsal yaşamın üretimini kapsadı. Ve post-modern çağda; artık maddi olmayan ürünlerin üretimi ve maddi olmayan emek egemen biçimdir. Maddi olmayan emeğin üretiminde makine gibi değişmeyen sermaye kullanımı dikkate alınmayacak boyutlardadır. Bu değişmeyen sermaye ve değişen sermaye ilişkisini kökten değiştirir. Artık; emek-gücü makinelere bağlı olmadığı için; giderek işbirliği halinde ve sermayeden bağımsız bir biçimde üretimi örgütler. Emek-gücü (üretimin dilsel ve iletişimsel olmasıyla emek-gücü toplumun iktidar dışındaki tüm kesimlerini kapsayarak yerini “çokluk”a bırakır) giderek özerkleşmiş; kapitalizm içinde şimdiden komünizmi kurma olanağını yaratmıştır (Negri, 2001: 306).
Negri’nin emek-gücünün bir kısmının, hatta yüksek nitelik sahibi çok küçük bir kısmının üretim sürecindeki özelliklerini  mutlaklaştırmasının ve iktidar dışında kalan bütün bir nüfusa bu özellikleri masa başında mal edip “çokluk”un ‘özerk’ gücüne dahil etmesinin zorlama tespitler olduğu açık. Bunu şimdilik not edip bir kenara koyalım.
Feodalizm içinde kapitalizmin gelişmesine yapılan atıfla komünizmin kapitalist toplumsal formasyon içinde geliştiği tespiti tam bir çarpıtmadır. Komünizmin kapitalist iktidar ve kapitalist üretim ilişkileri içinde ‘kurtarılmış’ otonom yaşam alanları olarak varlık bulması ve komünist toplumun böylece kurulması mümkün değildir.
Birkaç nedenden ötürü:
İlk olarak: Üretim araçlarının gelişmesi, makineleşme, bilim ve teknikteki ilerlemeler, bunlarla bağlantılı sınıfsal değişim ve hareketlilikler feodal toplumun statik, durgun ve toprağa dayalı ilişkileriyle çelişki halindeydi. Köylü ailesinin kendi ‘aile işletmesi’nde ürettiği birçok zanaat ürünü, manifaktürle birlikte çok daha ucuza mal edilir olmuştu. Alışverişe konu olmayan birçok mal, ticari bir meta olarak, feodal toplum bağrında büyüyen kapitalist piyasanın parçası haline geldi. Sömürgecilik ve deniz aşırı ticaret, sömürge ülkelerde el konulan hammaddelerin işlenmesi ve satılmasıyla, piyasa, feodal kapalı toplumun sınırlarını giderek zorladığı gibi; tüccar ve sanayi burjuvazisi, yeni sınıflar olarak, feodal siyasal egemenliği ve sınıfları tehdit eder duruma geldi. Feodal toplumun bağrında kapitalist ticari ilişkiler açıkça ve kendi sınıflarını yaratarak gelişmişti. Hatta feodal sınıfların bir kısmı burjuvalaşmış, bizzat kapitalist gelişmenin bir bileşeni haline gelmişti. Burjuva devrimler ise, bu yeni sınıflarla eski egemen sınıflar arasındaki siyasal mücadelelerin sonucu olarak gündeme gelmişti. Özetle; sömürücü bir sınıfın iktidarı diğer bir sömürücü sınıfın iktidarıyla yer değiştirmişti. Başka bir ifadeyle bir sömürü düzeni olarak feodal toplum; kendi içinden çıkan başka bir sömürü ilişkisi tarafından sarmalanmış, değiştirilmiş ya da ortadan kaldırılmıştı.
Komünizm ve kapitalizm ilişkisi öz olarak farklıdır. Kapitalist toplumsal formasyon içinde; komünizmin nesnel temeli giderek güçlense de ; komünist ilişkilerin yaygınlaşması ve gelişmesi söz konusu değildir. Çünkü kapitalizm bir sömürü toplumudur; işçi sınıfının ürettiği artı-değere kapitalistler tarafından el konulmasına dayanır. Bu işleyiş olmadan, sermaye de, sermayenin işçi sınıfıyla birlikte temel ilişkisini oluşturduğu kapitalizm de söz konusu olamaz.
Bu açıdan kapitalizmin içinde “sömürü ilişkilerinin ortadan kaldırılması” olarak komünizmin varlığı bizzat kapitalizmin ortadan kaldırılmasını zorunlu kılar. Bu sadece mantıksal ve masa başı bir zorunluluk değil; bizzat yaşamın kendi gerçekliği, günlük sınıf ilişkileri, görüngüleri ve mücadelelerin pratik sonucudur. Ekonomisi, siyaseti, kültür ve ideolojisiyle ‘yeni’ insanlığın yaratılması ve sömürüsüz bir toplum olarak komünizm; kapitalizmin varlığını reddeder. Ya kapitalizm vardır, ya komünizm… Feodalizm ve kapitalizm ilişkisindeki gibi iki sömürü düzeni arasındaki tarihsel geçişe ilişkin örnek; birbirini tamamen dışlayan; ancak birisinin sonu diğerinin başlangıcı olabilecek kapitalist ve komünist toplumsal ilişkiler açısından doğru bir referans değildir.

***
Negri ve Hardt’ın “komünizmin kapitalizm içinde kurulduğu” fikri belli bir soyutlama düzeyinde kabul edilemez ve tarihsel referansların kötü bir tekrarı olsa da; kapitalizm içinde “otonom yaşam alanları” kurmak mümkün değil midir?
Bir grup insan kapitalist ilişkileri reddederek kendi aralarında eşit ve paylaşımcı ilişkiler kuramaz mı?
Bu tür güncel ve somut alternatifler ancak yüzyıllar sonra gerçekleşecek bir ‘komünist ütopya’ya mı ertelenmeli?
Evet, tartışmanın bir düzeyi de bu… Devrimin edimselliği, yani güncelliği olarak ifade edilen bu tartışma; komünist programın hiç beklemeksizin ve ertelemeksizin bizzat uygulanmasını talep ediyor.
Tekrar hatırlatalım: Negri ve Hardt’a göre; kapitalist toplumsal ilişkiler ve iktidarın devamı koşullarında…
Şimdi; Negri ve Hardt’ın otonom örgütlenmeler olarak dikkat çektiği örneklere daha yakından bakalım:
Eva Morales’in 2005 yılında Bolivya devlet başkanlığına seçilmesinin önünü açan toplumsal hareketler… “Örneğin El Alto kentinde, 2003’teki mücadeleleri canlandıran Ulusal Gazı Savunma Komiteleri zaten varolan yerel öz-yönetim yapıları ve pratikleri temelinde işledi. El Alto, temel olarak son yirmi yılda kırsal dağlık arazilerden başkente göç etmiş Aymara halklarının yaşadığı, La Paz’ın genişleyen bir varoşudur. O halde mücadeleler, bir yandan, kırsal Aymara toplumlarının ortak varoluşa dayalı örgütleniş modelleri ve öz-yönetim pratikleri tarafından koşullanır ve oradan büyür: doğal kaynaklar ve mülkiyete ortak erişim, toplum ilişkileri için ortak sorumluluk vs. Öte yandan da kent çapında bir federasyon olarak örgütlenen El Alto’daki mahalle komiteleri, öz-yönetimin bir başka temelini oluşturur. Mahalle komiteleri eğitimden sağlığa ve diğer sosyal hizmetlere, paylaşılan kaynaklar ve vatandaş sorumlulukları hakkında kararlar alarak, hükümet tarafından sağlanmayan çok çeşitli hizmetleri sağlar.” (Negri ve Hardt, 2011b:122)
Diğer bir örnek ise, Meksika Zapatistaları. Negri ve Hardt; Zapatistaların stratejisinin; kapitalizm içinde “özerk-komünal” yönetimler kurmak olduğuna dikkat çekiyor:
“Yerli hakları ve kültürü üzerine Ernesto Zedillo hükümetiyle 1996’da yürütülen San Andres Anlaşmaları’nda, anayasal reformları tartışırken Zapatista stratejisine rehberlik eden prensipler, özerklik ve öz-belirlenimdir. Bununla birlikte, hükümet anlaşmayı tamamlamada başarısız olduğunda, Zapatistalar özerk bölgesel yönetim kürsüleri ve ‘iyi yönetim’ konseyleri kurarak, kendi prensiplerini eyleme geçirmek için bir dizi projeye başladı.” (Negri ve Hardt, 2011b: 117)
Negri’nin sunduğu çerçeveye, birkaç örnek de biz ekleyelim:
Mısır ve Tunus’ta günlerce meydanları işgal eden, diktatörleri istifa edene kadar da terk etmeyen; işgal mekanındaki yaşam süreçlerinde paylaşım ve dayanışmanın en ileri biçimlerini sergileyen, Baltacıların saldırılarına karşı ortak koruma ağları oluşturan, kararları temsili yöntemlerle merkezi otoriteye devretmeyip bizzat orada alan, sosyal medya ve iletişimin tüm olanaklarından yararlanarak demokratik mekanizmayı iletişim araçlarıyla güçlendiren yüz binlerce hatta milyonlarca insan…
Bir de bizden örnek: Ülke genelindeki Gezi Direnişi’nin önemli bir parçası olarak Gezi Parkı işgalinde bir araya gelen, mücadele sürecine dair forumlarda karar alıp adeta öz-yönetim organları kuran, sağlık birimleri, kütüphane, küçük yiyecek servislerini sağlayan, gerçek bir paylaşım, birliktelik ve mücadele kültürü oluşturan binlerce insan… Ve sonrasında Gezi direnişinin armağanı park forumları, işgal evleri, işgal bostanları…
İspanya ve Yunanistan da eklenebilir…
Bütün bu örnekler, Negri ve Hardt için kapitalizm koşullarında komünizmin kurulabileceğinin göstergeleri… “Dil, iletişim, simge ve duygulanımların üretimi olarak ortak varlığın sahiplenilmesi”, “sermaye ilişkisinden dışarı çıkılması”nın örnekleri…
Negri ve Hardt’ın, bu örnekleri, “çokluk” projesi, “ortak varlığın sahiplenilmesi” ya da “komünizm” olarak sunarken; “geleneksel” komünizmle ayrımı kalın çizgilerle çizebilmek ihtiyacıyla bütün bu pratikleri fazlasıyla idealize ettiği kolayca görülebilir.
Yakından bakacak olursak;
Bu toplulukların tamamı kapitalizm içinde komünizm toplulukları değil, birer mücadele örgütleridir. Ekvator, Bolivya, Venezüella, Brezilya’daki tüm fabrika ve mahalle “öz-yönetim” ‘kurumları’ da keza öyle. Negri ve Hardt’ın Bolivya’dan verdiği mahalle komiteleri örneği, gazın özelleştirilmesiyle gaza ulaşımı giderek zorlaşan, faturalarını ödeyemedikleri için gaza ulaşımları neredeyse imkansız hale gelen insanların; belli bir talep etrafından kurdukları mahalle ve semt örgütlenmeleridir. Mücadele geleneklerini de yanlarına alan ve daha da geliştiren insanların içine girdikleri örgütlenmeleri devam ettirmeleri, başka sorunlar için de bir araya gelip hızla müdahale edebilir hale gelmeleri; belirli bir talebi aşıp çeşitli dayanışmacı pratikleri kurumsallaştırmaları; bu örgütlenmelerle ‘komünizm’ kurulduğu anlamına gelmez. Ancak halkçı değerlerin günlük ilişkilerde olabildiğince etkin kılındığı, bunun komünist mücadele açısından oldukça anlamlı olduğu anlamına gelir. Ama “ideal bir durum” ya da tüm dünyada ulaşılması hedeflenecek bir “komünizm” projesi değildir.
Örneğin Bolivya’da bu bölgeler hala ülkenin en yoksul semtleridir. Gönüllü doktorların sunduğu basit ücretsiz sağlık hizmetine rağmen; hem sağlıksız beslenme hem de sağlıksız çevre koşulları nedeniyle sağlık açısından ‘komünist’ bir bölge değildir. Zenginlik hala Bolivyalı kapitalistlerde toplanmıştır; bu yoksul mahallelerdeki insanlar az da olsa teknoloji gerektiren ya da nispeten maliyetli olan hiçbir hastalığını tedavi ettirememektedir.
Negri ve Hardt’ın önerdiği ‘komünist’ projenin özü; ‘çokluk’un ‘ortak olan’ı sahiplenmesiyle, sermayenin kontrolünün dışına çıkabilmesidir. Ortak varlığın ikinci biçimini “dil, iletişim, simge, enformasyon vb.” olarak tanımlayan Negri ve Hardt; üretim araçlarının toplumsallaştırılmasına atıf yaparken pratik olarak “dil, iletişim, simge, enformasyon vb.” üretimindeki işbirliğinin sermaye kontrolü olmaksızın yapılmasını istiyor. Bolivya örneğinde gördüğümüz gibi bu üretim karın doyurmamakta; kapitalizmin alabildiğince vahşiliği içinde ‘çokluk’a yine yoksulluk ve sömürü düşmektedir. Maddi ve maddi olmayan ürünlerin üretimi temel olarak hala burjuvazinin elindedir. ‘Çokluk’un elindeki ise komünizm değil, komünizm için mücadele edebileceği halk örgütlenmeleridir.
Keza Gezi direnişinde ortaya çıkan ‘ortak’ duygudaşlık, paylaşım ve mücadele ruhu da idealize edilmiş bir “komünist topluluk”un değil mücadelenin kendi kültürünü yaratmasıyla ilgilidir. Her grevde ortaya çıkan işçilerin paylaşım ve kardeşlik pratiği, ortak geleceğini kurmak üzere yaptıkları kader birliği; sınıfsal içeriği bir yana hak aramak için bir araya gelen öğrenci topluluklarında ve okul boykotlarında, kentsel dönüşüme karşı direnen mahalle komitelerinde de görülen ortak bir mücadele vermenin yarattığı kültürün unsurlarıdır. Milyonlarca insanın bizzat sokağa çıkarak bir parçası haline geldiği Gezi direnişi gibi bir toplumsal hareketin simgesi haline gelmiş Gezi Parkı’ndaki işgal ve eylemde; insanların ‘komünal’ bir ruh hali, öğrenme isteği ve mücadele ruhu kazanmaları; mücadelenin doğası gereğidir. Kapitalizm koşullarında her kolektivite, her kolektif eylem; hele de işçilerin ekonomik ve siyasal eylemleri, içinde ‘komünal’ değerleri barındırır.
Ancak komünal değerler ayrı; bir toplumsal sistem olarak komünizm ayrıdır…

3. İKTİDARDAN KAÇIŞ
Negri ve Hardt’ın kapitalizm içinde, kapitalist üretim ilişkilerini ve devleti ortadan kaldırmaksızın sürdürdüğü bu ‘komünizm’ arayışının temelinde; devlet ve iktidar sorununa yaklaşımları vardır. Devlet sınıflardan bağımsız, hatta sınıf oluşturan ve toplumu denetim altına alan bir otorite olarak görüldüğünden; “iktidar olma/kurma iddiası olmayan” alternatif otonom yaşam alanlarının örgütlenmesini savunurlar.
Negri ve Hardt’ın devlet ve toplum arasında öngördüğü ilişkiyi aşağıdaki alıntı net bir şekilde betimler:
“İktidar bütünüyle biyo-politik hale geldiğinde, bütün toplumsal bünye iktidar mekanizması tarafından tasarlanır ve onun virtüelliği çerçevesinde gelişir. Bu ilişki açık, nitel ve duygulanımsaldır. Toplumsal yapı ve gelişme süreçlerinin sinir uçlarına kadar erişen bir iktidar altında toplum tek bir bünye gibi tepki verir. İktidar böylelikle insanların bilincinin ve bedenlerinin –aynı zamanda bütün toplumsal ilişkilerin- derinliklerine işleyen bir kontrol mekanizması olarak kendini gösterir. … Kontrol toplumu ve biyo-iktidar kavramlarının ikisi de İmparatorluk kavramının merkezi özelliklerini betimler.” (Negri ve Hardt, 2001: 49-50)
Negri ve Hardt’a göre; toplumsal ilişkiler ve toplumsal sınıflar arasındaki mücadele devleti değil, tam tersine; devlet toplumu belirler hale gelmiştir:
“Olgunlaşan aşkın modern egemenlik teorisi toplumu iktidar içinde özümleyerek yeni bir ‘birey’i gerçek kılar. İdari mekanizma geliştikçe, toplumla iktidar, çoklukla egemen devlet arasındaki ilişki adım adım tersine çevrilir, öyle ki artık toplumu iktidar ve devlet üretir.” (Hardt ve Negri, 2001: 110)
Bu tezler açık ki; devleti sınıf mücadelesinin bir bileşeni ve sonucu değil, tersine toplumu kuran ve sınıf yaratan bağımsız bir aygıt olarak gören anarşist yaklaşımın ağır etkisini taşır.
Marx, daha gençlik çalışmalarında Hegel’in hukuk felsefesini eleştirirken, devletin ‘sivil toplumun’ dışında, bizzat kurucu bir özne ve kendiliğinden bir kavram olarak tanımlanması şiddetle eleştirmişti (Marx, 1997:38-39). Devlet, demokratiğinden faşistine ve monarşik olanına kadar, hepsi, toplumun içinden, içindeki sınıf ve güç ilişkilerinin belli bir dolayımından ortaya çıkmıştır. İşte bu sınıf ve güç ilişkileri çerçevesinde, devlet, toplumun bir kesiminin (bir sınıfın ya da bir sınıfın diğer sınıflarla/tabakalarla ittifakının) çıkarlarını koruyan bir aygıt olarak şekillenmiştir. Elbette toplumun ve onun çelişkilerinin dışında kalamadığı gibi, edilgen bir yansıma olmamış; kurumsallaştıkça nispeten özerk bir yaşamı ve doğası da olmuştur.
Ancak; ortaya çıktıktan sonra her kurumun nispi bir özerklik kazanmasından yola çıkarak; devlet-toplum ilişkisini tersine çevirmek; Hegel’in toplum ve doğadaki hareketi ‘evrensel tin’in hareketinin bir yansıması olarak yorumlaması gibidir. Nedenle sonucu, bu ikisi arasındaki karşılıklı ilişkiye atıfla karıştırmak ve tersine çevirmektir. Buradaki tartışmamız açısındansa toplum bilimlerinde idealizmdir.
Devletin tüm toplumu belirlediğini ifade ederek radikal bir “devlet düşmanlığıyla” tutum alan bu politik yaklaşımın; tarihi ve eylemi, devletlerin karar ve eylemlerine indirgeyen geleneksel burjuva tarihçilikle sanılandan çok daha fazla ortak noktası vardır.
İktidarın ‘aşkın’lığını, toplumun üstünde oluşunu eleştiren Hardt ve Negri, bu ‘aşkın’ yapıya karşı ‘içkinliği’ yani toplumun kendisini ve otonom gücünü savunurken; yel değirmenlerine karşı savaşıyor. Çünkü; iktidar; bazen tüm dehşetine, hatta bazen toplumsal güç odaklarına meydan okumasına rağmen; toplumdan bağımsız ve aşkın değildir. “İçkindir”; sınıf mücadelesi kapsamında; egemen sınıfın hizmetindedir. Bazen egemen sınıfın fraksiyonları ve toplumsal baskılar karşısında farklı adımlar atabilir. Ancak toplumsal işlevi; mevcut sosyal/siyasal şekilleniş ve hiyerarşilere dayanarak mülkiyetin dokunulmazlığını korumaktır. Bu gözardı edildiğinde karşımızda; liberalizmin baskıcı bürokratlar yığınından başka bir şey bulamayız!
Liberalizm ile anarşizm arasında salınan bu devlet anlayışı; Türkiye’de özellikle liberal aydınlar arasında oldukça yaygındır. 1923 sonrası iktidarın, sınıfsal bir temeli olmadığının iddia eden liberaller; devleti kişilerin bireysel özellik ve geçmişlerine indirgeyerek askeri-bürokratik tabakanın iktidarı olarak tanımlamışlardı. AKP’li muhafazakar liberallere göre, söz konusu olan bürokratik oligarşinin iktidarıydı. Buna göre; Türkiye’de yakın zamana kadar burjuvazi iktidar olamamış, tam da bu nedenle düzgün bir kapitalist gelişme sağlanamamıştı. Burjuvaziye oldukça “düzgün bir kapitalist gelişme” misyonu atfeden bu yaklaşımda, iktidar sınıflardan bağımsız sivil ve asker elitlerden oluşuyordu. Bu tabaka bütün toplumu ‘keyfince’ şekillendirmekteydi. İktidardakilerin kişisel özellikleri açısından bu ‘doğru’ görünüş, Türkiye’deki kapitalist gelişmeyi, ulusal burjuvazinin desteklenmesini, emperyalizmle kurulan ilişkileri de iktidarın burjuva niteliğine değil, iktidardaki bireylerin ideolojilerine bağlamaktaydı.
Negri’de ‘iktidar’ ve devlet, kapitalist toplumsal ilişkilerin bir sonucu ve bileşeni olarak değil tersine ‘yaradanı’ olarak ayrıcalıklı bir konumdadır. İşte bu ‘yaratıcılık’, modern toplumun sınıflarını göz ardı etmeye, toplumsal bölünmeyi ‘iktidar’ merkezli tarif etmeye neden oluyor. Alternatif de sınıf hareketi ile sınıfın komünizme geçişte zorunlu bir aşama olarak kendi iktidarını kurması (kendiliğinden sönmek üzere) değil iktidardan kaçış biçimini alıyor.

***
Peki; devrimci bir hareket/sınıf hareketi, kapitalist iktidarı alaşağı ettikten sonra ne yapacaktır?
Negri ve Hardt’ın terminolojisiyle konuşacak olursak; “çokluk” “toplu çıkışla” otonom bir toplum kurmaya giriştiğinde bunun devamlılığını nasıl sağlayacaktır?
İktidar sorununa ilişkin temel tartışma da budur…
Negri’nin de aralarında bulunduğu İtalya’daki Rebibbia Hapishanesinde tutuklu İtalyan Otonomistlerinin, 1983’te yaptıkları değerlendirmeler; Negri’nin bugünkü genel yaklaşımını da özetliyor:
“Hareketin öznelliğinde, kültüründe ve geleceğe bakışında bir değişim yaşanmaya başladı. ‘İktidarı ele geçirme’ fikri, kalıplaşmış olan ‘proletarya diktatörlüğü’ hedefi ‘reel sosyalizm’den arta kalan yük ve herhangi bir devlet yönetimi projesi dahil, tüm işçi hareketleri geleneğinin tam bir reddi söz konusuydu.” “Bu anlamda yerelcilik Otonomi deneyiminin tanımlayıcı bir özelliğiydi.” (Negri, Virno, vd., 2005: 40-41)
Negri ve Hardt’ın devlet problemine yaklaşımı kritik önemde. Çünkü “Her devrimin temel sorunu, iktidar sorunudur.” (Lenin, 1999: 42). İktidar sorununu ciddi bir biçimde ele almayan; bunu teorik ve pratik olarak hedeflemeyen her hareket, öznel dilekleri, ideal ve istekleri ne olursa olsun kapitalizmin sınırları içerisinde kalmaya mahkum. Negri ve Hardt’ın ‘komünist’ projesinin de durumu bu. Yeni bir iktidar kurmadan burjuvaziyi bastırıp komünizmi kurmak mümkün değildir.
Tartışma diğer bir yönüyle de; iktidar ve devletin tanımlanmasından ve günümüzdeki işlevinden yola çıkarak; komünizmin ilk aşaması olarak ‘sosyalizm’in zorunlu olup olmadığı, Negri ve Hardt açısındansa gerekli olup olmadığına ilişkindir. 19. yüzyılın ikinci yarısında I. Enternasyonal içinde Marksistlerle anarşistler arasındaki tartışmanın neredeyse birebir aynısı.
Anarşist ya da otonomcuların sorusu şudur: Doğrudan komünizme geçmek varken; devletin ve bir ölçüde ‘burjuva hukuk’un devam ettiği bir “geçiş dönemi” ne gerek vardır? Komünizmin ilkeleri doğrudan ve beklemeksizin uygulanamaz mı? Tüm dünyada olmasa bile, belli bir bölgede, kapitalist devlet burnumuzun dibinde dursa bile iktidarsız, küçük ‘elbirliği komünleri’ kurulamaz mı?
Negri, bu çizgide ilerlerken sosyalizmi sadece gereksiz bir ara aşama değil; kapitalizmin ve sermaye iktidarının başka bir biçimi olarak görüyor:
“Sosyalizm, içinde sermayenin örgütlenip idare edildiği bir biçimden başkası değildir – işte bu nedenle, bugün gelişmiş kapitalist ülkelerin çoğunun sisteminde sosyalist unsurlar fazlasıyla güçlüdür. Fakat komünizm, her iki kapitalist sistemin de yıkılmasından, yani sınıf sisteminin ve sömürü sisteminin yıkılmasından sonra, toplumun örgütleyici rolü değil, devletin örgütleyici rolü yok edildiğinde, içinde toplumun örgütleneceği bir biçimdir. Daha da ileri giderek, sosyalizmin komünizmin bir aşaması ya da komünizme geçişin bir aracı olduğunun kesinlikle yalan olduğunu ısrarla vurgulamalıyız.” (Negri ve Guattari, 2006: 94)
Sosyalizmi bir sermaye sistemi olarak tanımlayan Negri, sosyalizmin bir geçiş aşaması olamayacağını, asgari programın da komünizm olduğunu iddia ediyor.
Mesele; komünizme ilişkin bu ‘dilekleri’, ‘aşırı’ bulup eleştirmek değil… Sorun; kapitalizmi, onun sınıflara dayanan yapısını, tarihte sınıf mücadelelerinin rolünü ve komünizmin maddi temellerini anlamamak, devleti idealistçe tüm toplumu belirleyen bağımsız bir aygıt olarak yorumlamaktır. Büyük büyük komünizm lafları ardında işçi sınıfının iktidarı kurma hedefinden ‘vazgeçmekte’dir sorun…
Çünkü mesele; komünizm için bir sınıfın politik olarak örgütlenmesi, kapitalist ilişki ve iktidarı yıkarak kendi siyasi ve ‘iktisadi’ iktidarını kurması sorunudur. Kapitalist iktidar, bir devrimci ayaklanma ile alaşağı edildiğince (Negri’nin hiç ama hiç böyle bir hedefi yoktur, onun ufku iktidar devam ederken ‘kültürel etkinlikler’ yapan otonom grupçuklar kurmakla sınırlıdır) komünizm hangi koşullarda örgütlenecektir. Fabrikalar, tarlalar, hizmet işkolundaki işyerlerinin yeniden üretime geçirilmesi, eski burjuva alışkanlıklar ve burjuva liberal kültürün etkileri, burjuva kalıntıların direnişi, dışarıdaki kapitalistlerin baskıları… Bütün bunlar karşısında işçi sınıfı ne yapacaktır?
Marx, sosyalizmi tanımlarken “Burada (işçi partisi programının incelenmesinde) ulaştığımız şey, kendine özgü temeller üzerinde gelişmiş bulunduğu biçimiyle değil, tersine, kapitalist toplumdan çıkmış bulunduğu biçimiyle bir komünist toplumdur; o halde, ekonomik, törel, entelektüel bütün bakımlardan henüz bağrından çıktığı eski toplumun izlerini taşıyan bir toplum.” (Marx, Gotha Programının Eleştirisi) (Hah şöyle, sarıya boyadığım diğer alıntıları da, sayfa numarası da ekleyerek böyle kaynaklayalım—MY) der.
Negri ve Hardt; komünist hareketin tarihsel deneyimlerini reddederken, başta gelen eleştirileri sosyalizme ya da sosyalist devletin varlığınadır. Onlar için ‘yeni’ bir komünizm; sosyalizm hedefinden uzak durmalı, devlet ve iktidar geçici de olsa bir araç olarak kullanılmamalıdır.
Negri ve Hardt; devletin ortadan kalkması için belirli maddi koşulların gereğini inkar ediyor ve devletin devrimle birlikte derhal ortadan kaldırılmasını savunuyor. Marx ve Engels devletin ortadan kalkması için insan iradesinin yeterli olmayacağını, sosyalizm -proletarya diktatörlüğü- aşamasının zorunlu olduğunu, proletarya iktidarı yolundan yürüyerek sınıfların ortadan kalkmasıyla devletin ortadan kalkacağını söylüyordu.
Sınıfların ve devletin ortadan kalktığı bu aşama komünizmin ikinci aşamasıdır. Kapitalist üretim ilişkileri ortadan kaldırıldığında henüz sınıflar ortadan kalkmaz. Bu nedenle sosyalist devrimden sonra -anarşistler ya da otonomcular istedi diye- devlet de hemen ortadan kaldırılamaz. Çünkü işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşı, onu iktidardan indirmekle son bulmaz. Onun ekonomik ve siyasi gücü ve yüzyıllar boyunca süren sınıflı toplum geleneklerinden beslenen kültürel/ideolojik etkisi ancak iktidar olarak örgütlenen işçi sınıfının planlı ve istikrarlı mücadelesiyle kırılabilir.
Engels’in dediği gibi; “… proleterya devlete hala gereksinim duyduğu sürece, bunu hiç de özgürlük için değil, ama düşmanlarına karşı bastırmayı örgütlemek için duyar. Ve özgürlükten söz etmenin olanaklı duruma geldiği gün, devlet, devlet olarak varolmaktan çıkar.” (Lenin, 1989: 99)
Marx ve Engels’in I. Enternasyonal’de anarşistlerle, özellikle de Bakunincilerle polemikleri, bu tartışma açısından da oldukça aydınlatıcıdır. Mesela Engels:
“Anti-otoriterler neden siyasal otoriteyi, devleti kınamakla yetinmezler? Gelecekteki toplumsal devrimden sonra, devletin ve onunla birlikte, siyasal otoritenin ortadan kalkacağını; yani kamu görevlerinin siyasal niteliklerini yitireceklerini, ve toplum çıkarlarını gözeten basit yönetsel görevler durumuna dönüşeceklerini kabul etmek için bütün sosyalistler birleşirler. Ama anti-otoriterler, siyasal devletin, hatta kendisini yaratmış olan toplumsal koşullar ortadan kalkmadan önce hemen ortadan kalkmasını isterler.” (Engels’ten aktaran Lenin, 1989: 71)
Engels, Marksistlerin devletin ortadan kaldırılması konusunda anarşistlerle hem fikir olduklarını, ancak bunun iradi bir tercihle değil toplumsal koşulların hazırlanmasıyla gerçekleşebileceğini ifade eder:
“Bu baylar hiç devrim görmüşler midir yaşamlarında? Devrim her halde, olanaklı olan en otoriter şeydir. Devrim, nüfusun bir kısmının, tüfek, süngü ve top gibi, söz uygun düşerse, otoriter araçlar kullanarak, kendi iradesini nüfusun öteki kısmına zorla kabul ettirdiği bir eylemdir. Yenen taraf, egemenliğini silahlarının gericilerde uyandırdığı korkuyla sürdürmek zorundadır. Eğer Paris Komünü, burjuvaziye karşı, silahlanmış bir halkın otoritesini kullanmasaydı, bir günden fazla tutunabilir miydi? Tersine, onu bu otoriteyi çok az kullanmış olmakla kınayamaz mıyız? Öyleyse, iki şeyden biri: ya anti-otoriterler ne dediklerini kendileri de bilmiyorlar, bu durumda, karışıklık yaratmaktan başka bir şey yapmıyorlar; ya da biliyorlar, bu durumda proletarya davasına ihanet ediyorlar. Böylece, bu her iki durumda da, yalnızca gericiliğin değirmenine su taşıyorlar.” (Engels’ten aktaran Lenin, 1989: 72)
Kapitalist toplumsal ilişkileri parçalamak ve komünist toplumu inşa etmek üzere ayağa kalkan işçi sınıfı; ayaklarının altındaki toplumsal zemini değiştirmek istese de, öncelikle o zeminde hareket etmek ve o zeminin ‘otoriter’ araçlarını kullanmak zorunda. “Proletarya, eski toplumu devirme uğruna savaşım dönemi boyunca gene eski toplum tabanı üzerinde hareket ettiğinden ve dolayısıyla, kendi hareketine az çok bu topluma özgü siyasal biçimler verdiğinden bu kavga dönemi boyunca henüz kendi kesin yapısına ulaşmamıştır ve kurtuluşu için, bu kurtuluştan sonra kullanımdan düşecek araçlar kullanır.” (Marx ve Engels, 1999: 157)
Negri ve Hardt, komünist harekete iktidar fikrinden uzak durmayı önerirken; alternatif olarak neyi öneriyor?
İçinden çıkamadıkları bir “elbirliği”ni. Peki, hareket, tam da çıkarları ve varlık nedeni gereği komünizme karşı duracak burjuvazi ve devletini nasıl ortadan kaldıracak? Mesela burjuvaziyi nasıl mülksüzleştirecek? Kapitalizmi geri getirmek üzere sürdürülen çabaların karşısında nasıl duracak? Uluslararası kapitalist güçlerin işgaline karşı nasıl direnecek?
Bu sorulara Negri ve Hardt’ın cevapları ya yoktur ya da topu taca atmaktadırlar. Kapitalist devleti doğrudan yıkma, kapitalist ilişkileri tasfiye etme ve yerine sosyalist toplumsal ilişkileri kurma hedefi olmayan otonomculuk kapitalizmle temel bir karşıtlık içerisinde değil…
İşçi sınıfının burjuvaziyi yenmek ve onun iktidarını parçalamak için kendi iktidarını kurmaktan başka yolu yoktur. İşçi sınıfı devleti olarak iktidar, işçi sınıfının sosyalizmi inşa etmek için geçici olarak kullanmak zorunda olduğu, ancak yine işçi sınıfının aşağıdan yukarı denetimi ve demokrasisiyle giderek tarihin çöp sepetine atacağı bir araçtır. Engels’in ifade ettiği gibi; “Baskı altında tutulacak hiçbir toplumsal sınıf kalmayınca sınıf egemenliği ve üretimdeki güncel anarşi üzerine kurulu yaşama mücadelesi ile birlikte, bunlardan doğan çatışma ve aşırılıklar da ortadan kalkınca, artık baskı altında tutulacak hiçbir şey yok demektir ve özel bir baskı iktidarı, bir devlet zorunlu olmaktan çıkar. Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak görüldüğü ilk eylem, yani üretim araçlarına toplum adına el konması, aynı zamanda onun devlette özgü son eylemidir de. Devlet iktidarının toplumsal ilişkilere müdahalesi, bir alandan sonra bir başkasında gereksiz duruma gelir ve sonra kendiliğinden uykuya dalar. Kişilerin hükümeti, yerini şeylerin idaresi ve üretim sürecinin yönetimine bırakır. Devlet ‘ilga’ edilmez, söner.” (Engels, 1995: 400)

ARA: “ÇOKLUK”UN DİNİ OLARAK SEVGİ
İktidardan uzak duran, kapitalist üretim ilişkilerinin bütününe dokunmak gibi bir hedefi olmayan çokluk, kendi dilsel, iletişimsel ve simgesel üretimini sahiplenip karar alma süreciyle toplu çıkışı gerçekleştirmesi ve kalıcı bir birliktelik sağlayabilmesi için, Negri ve Hardt sihirli bir yapıştırıcıya ihtiyaç duyar: sevgi.
“Sevgi hem ortak varoluşun ortaya koyduğu hem de ortak varoluşu kuran güçtür. Dolayısıyla sevgi aynı zamanda, tekilliklerin bileşiminin birlik veya kimlik yerine iletişim ve işbirliği ağındaki her katılımcının artan özerkliğine yol açtığı, özgürlüğe doğru bir harekettir. Sevgi, yoksulun sefalet ve yalnızlık dolu bir yaşamdan çıkma ve çokluğu yaratma tasarısına katılma gücüdür.” (Negri ve Hardt, 2011b: 195)
Bu duygusal gibi gözüken alıntı; Negri ve Hardt’ta oldukça bir politik yere oturur. “… sevginin gücü ortak varoluşun kuruluşu ve son tahlilde toplumun oluşumudur. … sevginin gücü, aynı zamanda ve ikinci olarak, kötülükle savaşmak için bir kuvvet olmak zorundadır. Sevgi gücünün bu ilk iki biçimi –sevginin birliktelik ve isyan güçleri ile ortak varoluşu kurma ve yozlaşmaya karşı savaşma güçleri- üçüncüsünde birlikte işler: çokluğu yaratmak. Bu proje, toplu çıkış sürecini, ortak varoluş kurumlarını yaratmayı hedefleyen örgütsel bir projeyle bir araya getirmek zorundadır.” (Negri ve Hardt, 2011b: 201)
Negri ve Hardt’a göre, Spinozacı anlamda sevgi, çokluğu bir araya getiren temel güçtür. Kapitalist toplum içinde gerçekleştirilecek komünist bir proje olarak otonom ‘çokluk’un temeli sevgidir. Ancak bu kendiliğinden bir sevgi değil. “Sevginin yayılımı öğrenilmeli ve yeni alışkanlıklar, arzularımızın duygusal ve politik bir eğitim süreci olan kolektif örgütlenmesi aracılığıyla oluşturulmalıdır. Yeni toplumsal kurumlarda pekiştirilen alışkanlıklar ve pratikler artık dönüştürülmüş olan insan doğamızı da kuracaktır.” (Negri ve Hardt, 2011b: 201)
Negri ve Hardt, sevgiyi daha da ‘pratikleştirerek’ komünist projenin eylemsel bir gücü olarak tasarlar: “… sevgi her zaman kuvvet kullanımını içerir veya daha kesin olarak sevgi eylemlerinin kendileri birer kuvvet konuşlanmasıdır. Sevgi bir melek olabilir ama ancak silahlı bir melektir.” (Negri ve Hardt, 2011b: 201)
Bu duygu dolu sevgi sözcüklerinin politik bir projedeki yeri konusunda sorun olduğu açık. Negri ve Hardt’ın buna cevabı; “Aydınlanmacı rasyonalizm; bakışımızı beden ve duygunun yaşamdaki yerini görmeyen bir çerçeveye sıkıştıştırır” olabilir. Ve devamında; “duygunun ve akılla birleştirilmiş bir sevginin politik bir projede önemli bir yer tutmasının normal olduğu” söylenebilir.
Burada sevgi sözünü duyar duymaz; “sosyal bilimlerde duyguya yer yoktur” diyen bir yukarıdanlıkla yaklaşıyor değiliz. Elbette insanlar, insan grupları toplumsal yaşamda sadece rasyonel kararlarla hareket etmez. Bu ancak liberalizmin homo-ekonomicus hayalinde olabilir. Günlük yaşam ve kararlarda zaman zaman, hatta bazı durumlarda çoğu zaman insanlar; akıl ve deneyimleriyle değil toplumsal alışkanlık, gelenek, yönlendirme ve duygularla hareket eder.
Bütün bunlara rağmen bir politik projede; temel kurucu gücün insanların birbirlerine duyacağı sevgi olması; o projenin temellerine dinamit koyar.
Çünkü sömürüsüz ve sınıfsız komünist toplumda insanların birbiriyle eşit ve özgür ilişkisinin hem sonucu hem de ‘nedeni’ zaten sevgileridir. Ayrılmaz bir bileşenidir. Projeye ek bir unsur, hatta temel bir unsur olarak dahil edilmesi; komünizmin ekonomik ve tarihsel koşullarının dikkate alınmadan, kaba bir iradeciliğe indirgendiğinin göstergesidir. Nesnel koşulların eksiği kucak dolusu sevgiyle kapatılmak istenmektedir ki; bu sevgi dolu bir çağrıdan öte kurnazca bir yakarış olabilir.
Bu Feuerbach’ın Hıristiyanlığı şiddetle eleştirirken insancıl bir toplum için insanları ‘sevgi dini’ne çağırmasına benzemektedir (Engels, 1992: 31-32). Komünizm bilimsel olarak teshiş edilemediğinde, o boşluğu ilahi ya da laik bir din doldurur.
Ekonomik, sosyal ve tarihsel koşulları gerektiren; gerçek bir hareket olarak komünizmde ‘sevgi’ kendinden menkul ve kurucu bir güç değildir. Sevgi; insanların birbirinden nefret etmesine neden olan nesnel koşulların ortadan kaldırılmasıyla birlikte; ekonomik, sosyal ve siyasal ilişki ağının koşulladığı yeni ‘insan’ın bir bileşenidir.
Burada Negri ve Hardt’ın Spinoza’dan ödünç altığı ‘sevgi’ kavramının (amor) sadece duygu yüklü olmadığını, akılla işleyen bir sevgi olduğunu göz ardı etmiyoruz. Ancak ‘sevgi’nin bir din gibi yapıştırıcı unsur olarak “çokluk” projesine temel bir bileşen olarak eklenmesinin nedeni; bu projenin komünist bir toplum fikri ve onun ideallerinden uzak olması; aradaki açının ancak insanların sevgiye çağrılması ve eğitilmesiyle kapatılabileceği düşüncesidir.

4. SERMAYEYİ KURTARMA PROGRAMI
Negri ve Hardt’ın kapitalizm koşullarında komünizm projesi, aslında bitişini baştan ilan ediyor. ‘Çokluğun kendi üretimi’ olan ‘ortak zenginliği’ sahiplenmesine dayanan proje için ifade edilen talepler ‘sermayeyi kurtarma programı’ gibi. Gibisi fazla. “Gözlemlerimiz bize, sermayenin felakete giden bir yol izlediğini, sadece başkalarını –küresel ortam ve en başta da yoksul kesimi– değil, aynı zamanda kendisini de yok ettiğini gösterdi. Sermaye ölüm yolcuğundan kurtarılabilir mi?” deniyor. (Negri ve Hardt, 2011b: 302)
Negri ve Hardt kararlı… Zaten bu satırların yer aldığı bölümün başlığı “Sismik Uyarlama: Sermaye İçin Reformist Bir Program”. “Küresel aristokrasinin yakın bir zamanda tavsiye için başvurması” (Negri ve Hardt, 2011b: 303) beklenmese de; elden gelen yapılacaktır: “…en azından sermayenin hastalıklarını tedavi etmek ve biyo-politik üretimin gelişmesini desteklemek için bu demokrasiyi kurmak zorunludur.” (Negri ve Hardt, 2011b: 302)
Negri ve Hardt’ın ilk adımda “sermayeyi kurtarmak”, onun “hastalıklarını tedavi etmek” olan ufku üç temel reform öneriyor:
“Bunun için kurulacak ilk platform sefalete karşı yaşam desteği talep etmelidir, yani hükümetler herkese temel yaşam ihtiyaçlarını sağlamalıdır. Birçok ulusal bağlamda, tüm vatandaşlara garantili bir gelir, üretici, itibarlı bir varoluş için gereksinimlerin karşılanmasına yeterli bir temel gelir sağlamaya yönelik önemli projeler tartışılmıştır. Birçok hükümet ise, özellikle de en varlıklı ülkelerde, zaten tüm vatandaşlarına temel sağlık hizmetini garanti eder. … Zorunlu olan şey, ister BM kurumları, vatandaşlık kurumları gibi küresel kurumlar aracılığıyla ister diğer kurumlar aracılığıyla sağlansın, dünya çapında herkes için temel yaşam araçlarını, küresel bir garanti geliri ve gerçek bir evrensel sağlık hizmetini karşılayacak bir küresel inisiyatiftir.” (Negri ve Hardt, 2011b: 370)
Bu, pespaye bir “vatandaşlık geliri” savunusudur: toplumun tüm üyelerine –kimi önerilerde sermaye de dahil– yaşamını asgari koşullarda idame ettirebileceği bir temel ücreti sağlamak. Çalışmak ya da çalışmamak önemli değil. “Vatandaşlık geliri” savunucularının varsayımına göre; ‘postfordist’ düzende artık iş, düzenli ücret ve çalışma mümkün değil.
Böylece sermayeyi, insanca yaşayacak ücret, düzenli istihdam koşulları, herkese iş vb. taleplerle zorlamak, buradan sınıf mücadelesini ilerletip sermaye iktidarını yıkma perspektifi yerine; sermayenin her türlü saldırısının ‘dünyanın değişmez düzeni’ olarak kabul edildiği bir yaklaşım konulur. İşte sermayenin istediği ve yol aldığı böyle bir dünya veri kabul edildiğinde; devletin herkese yaşayabileceği asgari (oldukça düşük) ücreti vermesini istemek haklı bir talep gibi gözükebilir. Bu, Negri’nin “çokluk”unun önüne koyduğu bir talep olsa da, tam da Dünya Bankası gibi ‘İmparatorluk’ kurumları tarafından pilot uygulamaları yapılan bir ‘talep’tir! Çünkü sermaye, işçi sınıfının insanca yaşayacak bir ücret talebini yükü devletin vereceği vatandaşlık ücretine yıkarak ‘karşılamayı’ makul görebilmektedir. Ya da kapitalizmin kaçınılmaz sonucu olan işsizlik ve sosyal patlama riskine karşı yine kendisi bir maliyete katlanmadan devleti göreve çağırabilmektedir. Bunun üstüne bir de ‘parasız sağlık’ talebini eklemek; reformizmi ne yüceltir ne de alçaltır!
“İkinci bir platform herkesin toplumun kuruluşunda, kolektif öz-yönetimde ve diğerleriyle yapıcı etkileşimde temsil edilme hakkına sahip olmasına imkan tanımak suretiyle hiyerarşiye karşı eşitlik talep etmek zorundadır. …” (Negri ve Hardt, 2011b: 370) “Üçüncü platform, özel mülkiyetin engellerine karşı ortak varoluşa açık erişim talep etmelidir. Bugün herkes için eşit ve serbest kaynak ve zenginlik kullanımı ve bunun karşılığında da bu kaynaklarla üretim yapması mümkündür. … bugün üretim ve zenginlik, kaynak yetersizliği mantığına teslim olmaktan giderek uzaklaşıyor. Gerçekte bir fikirle ne kadar çok kişi çalışır ve o fikir hakkında iletişime geçerse fikir o kadar üretken hale gelir. Yönetim, bilhassa da bilgi birikimini desteklemek zorundadır.” (Negri ve Hardt, 2011b: 370-371)
Hardt ve Negri, üçüncü talebi başka bir yerde “Yeniden sahiplenme hakkı her şeyden önce üretim araçlarını yeniden sahiplenme hakkıdır.” (Negri ve Hardt, 2001:406) diyerek de ifade eder.
Evet, en azından son hali, gerçekten sosyalist, devrimci bir talep olarak görülebilir. Negri ve Hardt hemen bu yanlış anlamayı düzeltmeye girişir:
“Sosyalistler ve komünistler uzun zaman proletaryanın üretimde kullandığı makinelere ve materyallere özgürce erişmesini ve onları kontrol etmesini talep etmişlerdir. Ne var ki, maddi olmayan ve biyo-politik nitelikli üretim bağlamında, bu geleneksel talep yeni bir biçim alır. Çokluk makineleri yalnızca üretmek için kullanmaz, aynı zamanda, üretim araçları giderek çokluğun zihni ve bedeniyle bütünleştikçe kendisi de makinesel hale gelir.” (Negri ve Hardt, 2001:406)
Yani… Önce; üretim araçları yerine dosdoğru ‘makineler’ lafı ikame edilir. Sonra, emeğin ya da “çokluk”un zihni ve bedeniyle makinesel hale geldiği ifade edilir. Üretim aracı makineyse, makine de “çokluk”un zihni ve bedeni ise; yeniden sahiplenme de, olsa olsa, “çokluk”u ya da onun bilgisini ve duygulanımını sahiplenmesi oluyor:
“Yeniden sahiplenme, bilgi, enformasyon, iletişim ve duygulanımlara özgür erişim ve onlar üzerinde kontrol demektir; çünkü bunlar biyo-politik üretimin asli araçlarından bazılarıdır. Sırt bu üretici makinelerin çoklukla bütünleşmiş olması, çokluğun onlar üzerinde denetim kurduğu anlamına gelmez. Bu, daha çok, çokluğun yabancılaştırılmasını daha acımasız ve zarar verici kılar. Yeniden sahiplenme hakkı gerçekte çokluğun kendini kontrol etme ve otonom şekilde kendini yeniden üretme hakkıdır.” (Negri ve Hardt, 2001:406)
Evet, başlangıçta ifade edilen “üretim araçlarını yeniden sahiplenme hakkı”ndan, geriye, kala kala, “kendini kontrol etme hakkı” kalmıştır! Sosyalizmi andıran bir ifadenin derhal içi boşaltılmış, “internete özgür erişim” derekesine düşürülmüştür!

SONUÇ

Bu üç talebi ifade ettikten sonra Negri ve Hardt’ın söylediklerini oldukça ‘anlamlı’:
“Bu üç platform, bugünün egemen iktidarından isteyebileceğimiz meşru ve makul taleplerdir. … Unutmamalıyız ki analizimizde zaten görmüş olduğumuz gibi, biyo-politik üretim ağlarında, metropol yaşamında ve günlük toplumsal yaşamın dokusunda küresel nüfusun geniş bir kesimi bu kapasitelerin çoğuna zaten sahiptir. Egemen iktidarların bunları garanti altına almasını ve evrenselleştirmesini talep edebiliriz.” (Negri ve Hardt, 2011b: 371)
Evet, bu üç talep; sermaye tarafından ya da zaten kendiliğinden farklı biçimler altında ve bir ölçüde yaşama geçirilmiştir. Negri ve Hardt’ın istediği bu reformların bütün dünyada uygulanmasını istemekten ibaret. Kapitalizmin sınırlarını aşmak bir yana sermayenin dönemsel politika ve ihtiyaçlarına derli toplu bir karşı çıkış bile içermemektedir. Tamamen kapitalizm içidir. Zaten programın iddiası da emekçilerin kapitalizme karşı bir adım atması, onu geriletmesi, komünizm yolunda ilerlemesi değil; “sermayeyi kurtarmaktır”.
Negri ve Hardt, sermayeyi kurtarma misyonundan rahatsız olan okuru uyarmayı da ihmal etmez:
“Bu noktada, bazı okurlar, bizim devrimci niyetlerimizden şüphe duymaya başlayabilir. Biz neden sermayeyi kurtarmak için reformlar öneriyoruz? Bu sadece devrimi ertelemez mi? Biz burada, farklı bir dönüşüm anlayışıyla çalışıyoruz. Açık söylemek gerekirse, bizim anlayışımız ‘ne kadar kötüyse, o kadar iyidir’ sloganını teşvik eden, kapitalist egemenliğin sonunu felaket getiren ve bir şekilde küllerinden doğan yeni bir ekonomik düzen tarafından takip edilen krizlerden bekleyen yıkım teorilerinden farklıdır. Bizim anlayışımız aynı zamanda, devlet düzenlemesini, denetimini ve toplumsal üretimin yönetimini güçlendirerek zenginlik ve kontrolün özelden kamuya devredilmesini öngören sosyalist dönüşüm anlayışından da farklıdır. Bizim üzerimizde çalıştığımız dönüşüm türü, bunların yerine çokluğun hem özel hem de kamusal kontrol karşısında gittikçe özerkleşmesini, toplumsal öznelerin işbirliği, iletişim ve sosyal karşılaşmalarda alacakları eğitim ve yetiştirilme aracılığıyla dönüşmesini ve dolayısıyla da gittikçe artan bir ortak varoluş birikimini gerektirir. Sermayenin kendi mezar kazıcılarını yaratma biçimidir bu: Kendi çıkarlarını takip ederek ve kendi yaşamını korumayı sürdürerek, üretici çokluğun artan özerkliğini ve gücünü beslemek zorundadır. Güç birikimi belli bir eşiği geçtiğinde ise, çokluk ortak zenginliği özerk olarak yönetme yetisiyle birlikte ortaya çıkacaktır.” (Negri ve Hardt, 2011b: 306)
Bu uzun alıntının özeti şu cümle de saklıdır: “Bizim üzerimizde çalıştığımız dönüşüm türü … toplumsal öznelerin işbirliği, iletişim ve sosyal karşılaşmalarda alacakları eğitim ve yetiştirilme aracılığıyla dönüşmesi”ni gerektirir.
‘Çokluk’un eğitimi için sermayenin kurtarılmasını ilk ödev olarak belirlemek. Müthiş bir eğitim!
Bu platformda; burjuvazinin mülksüzleştirilmesi ve bir sınıf olarak ortadan kaldırılması yoktur. Son noktada, “yatırımları demokratik karar alma süreçlerinin denetimine ve katılımcı yurttaş yönetimine sokmak” vardır. Negri, ‘sosyalizm’ deneyiminden rahatsızlığını ve burjuvaziye göz kırpışını ifade etmek üzere, ‘demokratik kontrol’e vurgu yapmaktadır. Ancak burjuvazi mülksüzleştirilmediği sürece demokratik kontrol demokratik safsata olmanın ötesine geçemez! Demokratik kontrolünün ilk koşulu olan bu devrimci hamle, Negri için ya yoktur ya da korkunçtur!
Öyleyse Negri’nin çokluğunun talepleri ve mücadelesinden ne bekleniyor? Burjuvazinin üretim araçları üzerindeki mülkiyeti devam ettiği ya da bu konulara hiç girilmediği koşullarda “çokluk”un iletişim ve bilgi ağını kontrol altına aldığı demokratik bir toplum… Belki Spinoza çağında bu ilerici bir hayal olabilirdi. Bugün ise ‘iyi niyetli’ bir ütopya bile olamaz!
Peki, komünizmin ertelenmeksizin derhal yaşama geçirilmesi fikri nerede? Pespaye bir reformizmin içinde başlamadan bitmiş durumda.

KAYNAKLAR
Engels, Friedrich (1992) Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Ankara: Sol Yayınları.
Engels, Friedrich (1996) Anti-Dühring, Ankara: Sol Yayınları.
Geniş, Arif (2006) “İmparatorluk, çokluk ve proletarya: Antonio Negri’nin sınıf analizi”, Eğitim Bilim Toplum, Cilt 4, Sayı 15, Ankara.
Lenin, V.İ. (1989) Devlet ve İhtilal, Ankara: Bilim ve Sosyalizm Yayınları.
Lenin, V.İ. (1999) Ekim Devrimi Dosyası, Ankara: Bilim ve Sosyalizm Yayınları.
Marx, Karl (1997) Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl ve Engels, Friedrich (1999) Anarşizm Üzerine, Ankara: Sol Yayınları.
Negri, Antonio (2005) İmparatorluktaki Hareketler, İstanbul: Otonom Yayıncılık.
Negri, Antonio. ve Guattari, Felix (2006) Bizim Gibi Komünistler, İstanbul: Otonom Yayıncılık.
Negri, Antonio ve Hardt, Michael (2001) İmparatorluk, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Negri, Antonio ve Hardt, Michael (2011a) Ortak Zenginlik, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Negri, Antonio ve Hardt, Michael (2011b) Çokluk, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Negri, Antonio ve Hardt, Michael (2012) Porselen Yapımı, İstanbul: MonoKL Yayınları.
Negri, Antonio; Virno, Paolo; Cleaver, Harry; vd. (2005) İtalya’da Radikal Düşünce, İstanbul: Otonom Yayıncılık.
Spinoza, Benedictus (2011) Etika, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.
Thomas, Martin, İtalya’da Otonomculuk: Üç Tema Üç Eleştiri, http://www.sosyolojidunyasi.com/marksizm/102-otonomculuk.html, 19 Eylül2014

Demokrasi Mücadelesinde Sosyalist Görevler*

Demokratik kazanımlar için mücadelenin büyük önem taşıdığı siyasal ve toplumsal koşullarda yaşıyoruz. İşçi sınıfının hak ve çıkarları için gündelik mücadelesinden, Kürt özgürlük hareketinin hedeflerine kadar birçok alanda demokrasi için mücadele önde gelen görevlerimizi belirliyor. Yalnızca genel olarak toplumsal ve siyasal hayatta değil, özel olarak işçi sınıfı örgütlerinde-sendikalarda, emekçi örgütlerinde ve bir bütün olarak emek sürecinde de demokrasi için mücadelenin önceliği bir zorunluluk olarak karşımıza çıkıyor. Art arda yaşanan “iş cinayetleri” bile, başka bir zamanda ve yerde teknik bir sorun, ya da gerçekten bir “kaza” olarak tartışılabilecekken, ülkemizde demokrasi mücadelesi içinde anlam bulabiliyor. Bu zorunluluklar ortamında, çalışma tarzımız ve başlıca taleplerimiz, ittifaklar politikamız, örgüt biçimlerimiz, ilişkilerimiz mücadelenin bu karakteri tarafından belirleniyor.
Toplumsal, ekonomik, siyasal ya da kültürel her sorunun demokrasi kavramıyla ilişkilendirilebilmesi, bir yandan “demokrasi” kavramına kaldıramayacağı kadar geniş bir kapsam yüklerken, sosyalist çalışmanın temel hedeflerini ve içeriğini de önemli ölçüde sınırlıyor. Pek çok alanda, farklı biçimlerde karşımıza çıkan baskıcı ve yasaklayıcı politikalar, adeta sınıf mücadelesinin tümünün demokrasi için mücadeleden ibaret olduğu gibi bir algıya yol açıyor.
Ancak, burjuva demokrasisi gerçekleşmiş olsa bile kapitalizm koşullarında söz konusu sorunların hiçbirinin kesin ve kalıcı bir çözümünün bulunamayacağı gerçeği açısından bakıldığında, işçi sınıfının devrimci öncüsünün sosyalizm için mücadelenin yüklediği ertelenemez görevleri de vardır ve bunların demokrasi mücadelesinin temelini ve omurgasını oluşturması gerekmektedir. İşçi sınıfı, her ülkede ve her dönemde, bütün faaliyetinin merkezini teşkil eden sosyalist nitelikte görevleri de yerine getirdiği ölçüde tarihsel işlevini gerçekleştirmeye yaklaşmış, aksi durumlarda demokratik hareketin sıradan bir bileşeni olmanın ötesine geçememiştir.
İşçi sınıfı mücadelesinin tarihi içinde pek çok kez karşılaşılan ve kimi ülkelerde çok önemli dönüm noktalarında sosyalist devrim fırsatının elden kaçmasına neden olan bu zayıflık, özellikle Lenin’in çözdüğü problemlerin başında gelmektedir. 1905 Devrimi’nin deneyimleriyle girdiği Büyük Ekim Sosyalist Devrimi sürecinde, işçi sınıfının diğer sınıflarla ilişkisini ve işçi sınıfının demokratik devrim süreçlerindeki özgül yeri ve görevini doğru tespit etmiş olması, Bolşeviklerin başarısında belirleyici bir rol oynamıştır.
Bu yazıda, Lenin’in sorunu ele alış planına uygun olarak, demokrasi mücadelesi içinde sosyalist görevlerimiz üzerinde duracağız.

PROPAGANDA, AJİTASYON, ÖRGÜTLENME
Lenin, Çarlık Rusya’sında esas olarak demokrasi için mücadelenin ağırlık taşıdığı koşullarda “sosyal demokratların” (komünistlerin) “sosyalist görevlerini” şöyle özetliyordu:
“Sosyal – demokratların sosyalist faaliyetleri, bilimsel sosyalizmin öğretilerinin propaganda yoluyla yayılmasını, günün sosyal ve ekonomik sisteminin temellerinin ve gelişmesinin, Rus toplumunun içindeki çeşitli sınıfların arasındaki ilişkilerin, bu sınıflar arasındaki mücadelenin, bu mücadele içinde işçi sınıfının rolünün, çöken ve gelişen sınıflara ve kapitalist sınıfın geçmişi ve geleceğine karşı olan tavrının, enternasyonal sosyal-demokrasi ve Rus işçi sınıfının tarihi görevlerinin neler olduğunun işçiler arasında doğru olarak anlaşılmasının sağlanmasını kapsar. Propaganda ile ayrılmaz bir biçimde birleşmiş olan işçiler arasındaki ajitasyon (…) işçi sınıfı mücadelesinin bütün kendiliğinden gelme direnişlerinde, işçilerle kapitalistler arasında işgünü, ücretler, çalışma şartları vb. nedeniyle doğacak bütün çelişkilerde sosyal – demokratların da yer alması demektir. Görevimiz, faaliyetlerimizi işçi sınıfının yaşamının pratik, günlük sorunlarıyla birleştirmek, işçilerin bu sorunları anlamalarına yardımcı olmak, işçilerin dikkatlerini, en önemli yolsuzluklara çekmek, işverenlere karşı ileri sürdükleri taleplerini, daha kesin ve pratik olarak formüle etmelerine yardımcı olmak, işçiler arasında dayanışma bilincini, enternasyonal proletarya ordusunun bir bölümünü oluşturan Rus işçilerinin birleşmiş işçi sınıfı olarak ortak çıkar ve ortak davasının bilincini geliştirmektir. İşçiler arasında çalışma hücreleri örgütlemek, bunlarla sosyal demokratların merkezî grubu arasında özel ve gizli bağlantılar kurmak, işçi sınıfı literatürünü basmak ve yaymak, işçi sınıfı hareketinin bütün merkezlerinden gelen haberleşme raporlarını düzenlemek, ajitasyonal broşür ve bildiriler basmak ve yaymak, tecrübeli ajitatörler grubu yetiştirmek, bunlar daha geniş anlamda Rus sosyal-demokrasisinin sosyalist faaliyetlerinin görünümleridir.”
Burada özetlenen haliyle, Lenin’e göre, genel hatlarıyla sosyalist görevler şu başlıklar altında toplanabilir:

·    Bilimsel sosyalizmin öğretilerinin yaygınlaştırılması ve etkin kılınması,
·    Proletaryanın bağımsız siyasal bir güç olarak örgütlenmesi,
·    Proleter sınıf bilincinin geliştirilmesi,
·    Devrimci sürecin her aşamasında proletaryanın hegemonyasının sağlanması,
·    Devrimci proletaryanın dünya çapında tarihsel görevini belirleyen temel çelişmeyi -kapitalizm ile sosyalizm arasındaki uzlaşmaz çelişmeyi- çözmekte dayanacağı temelin ve başlıca silahlarının hazırlanması,
·    Dünya işçi sınıfı hareketiyle enternasyonal çapta ve her düzeyde organik ilişkiler geliştirilmesi.

Bu ana konuları, başlıca mücadele biçimleri ve araçları açısından değerlendirmek gerekir.
Sınıf mücadelesinin üç temel biçimi ve üç temel aracı vardır. Mücadele biçimleri, ekonomik, teorik ve politik olarak üç ana grupta toplanır. Araçlar ise, propaganda, ajitasyon ve örgütlenmedir.
Bunlar, hangi siyaset ve ideoloji ekseninde çalışılırsa çalışılsın, her sınıf için geçerlidir. Önemli olan bunların içeriğidir ve mücadele düzleminde bir sınıfı diğerinden farklı kılan da bu içeriktir. Burjuvazi de iktidarda kalma mücadelesini bu üç aracı kullanarak sürdürür. Geniş medya olanakları, eğitim kurumları, ideolojinin gündelik hayat içinde sızmış çeşitli biçimleri ve yapıları, burjuvazinin dünya çapındaki sistemli propagandasının araçlarıdır. Kültür ve sanat, simgeler, sloganlar ajitasyon araçları olarak her gün her saat zihinlerimize burjuva fikirleri tıkıştırmak için faaliyet içindedir. Burjuvazinin siyasi partileri, dernekleri, işveren sendikaları ve devlet, yine bu sınıfın mücadele örgütleridir. Ayrıca burjuvazi yalnızca kendi ulusal sınırları içinde değil, uluslararası çapta da bunlara benzer kurumlara ve araçlara sahiptir ve mücadelesini “enternasyonal çapta” sürdürür.
İşçi sınıfının sınıf mücadelesi araçları da en azından adlandırma düzeyinde bunlardan farklı değildir. Siyasi partiler, dernekler, sendikalar ve bunlar aracılığıyla sürdürülen, ajitasyon ve propaganda… Yalnızca burjuvazi ve işçi sınıfı değil, bizde olduğu gibi, her ülkenin demokrasi mücadelesi içinde yer alan diğer sınıflar, ulusal, dinsel, toplumsal kimlik grupları da aynı kurumları ve araçları kendi sınıf çıkarları doğrultusunda kullanırlar. Bunların sınıf içeriği, esas olarak dolaysız olarak kendi sınıf çıkarlarının ifadesi olan mücadele hedeflerinin, taleplerinin ve bunların dile getiriliş biçimlerinin farklılığında görülür.
İşçi sınıfının farklılığı, bütün bu alanlarda sosyalist tarz ve içeriğiyle ortaya çıkacaktır.
İşçi sınıfının devrimci partisi ve kadroları, mücadelenin genel karakterinin gerektirdiği hallerde, kendi kimliklerini kaybetmeden gerekli ittifaklara, eylem birliklerine, ortak örgütlere girerler; ancak attıkları her adımda onları ittifak kurduğu sınıf ya da gruplardan farklı kılan özelliklerini göz ardı etmeden çalışırlar.
Özellikle propaganda kavramının kapsamına giren, geniş kapsamlı araştırmalar, bilimsel ve teorik çalışmalar alanında son otuz yıl içinde sosyalizmin ulaşılmaz bir ütopya olduğu, ya da “yaşanan sosyalizmin” geçersizliği üzerine ne kadar çok yayın yapıldığı, aydın ve sanatçı çevrelerinde, akademilerde ne kadar derin tahribatlara yol açıldığı düşünülürse, bu alandaki mücadelenin önemi daha iyi görülecektir. Marksizm-Leninizm, burjuva propaganda aracılığıyla önemli ölçüde itibarsızlaştırılmaya ve “geçersizliği kanıtlanmaya” çalışıldı. Bilhassa üniversite çevrelerinde bu büyük ölçüde başarıldı. Sosyalizme eğilimli genç araştırmacılar, “yeni sol” ve  “Postmarksist” sosyolojiler, felsefeler, tarih araştırmaları gibi alanlarda farkına varamadıkları bir hegemonya altına girdiler. Pek çok kültür insanı ya da yazar, sanatçı, bu akımlardan etkilendi. SSCB’nin çöküşü en derin etkilerini burada gösterdi.
Böyle bir ortamda, Marksizm-Leninizm’i savunmak, “modası geçmiş”, “geçerliliği kalmamış” düşünceler sistemi olarak müzelik ilan edildi.
Yalnızca teori alanında değil, siyaset alanında da sınıf gerçeği yerine “toplumsal gruplar” üzerinden siyaset ve örgütlenme modelleri üretilmeye başlandı.
Bu durum karşısında sosyalistler, yaratılan atmosferin etkisinde kendilerini silik, utangaç bir pozisyona soktular. İlkelere bağlı, cesur ve kendine güvenen devrimci bir sosyalizm savunusu yapmakta tereddütler yaşandı.
Kısacası, sosyalist görevler, bu genel demokratizm havası içinde görünmez hale geldi.

SINIF HEGEMONYASI; PROPAGANDA, AJİTASYON VE ÖRGÜTLENME

Bugün de, özellikle “Haziran Ayaklanması” sonrasında, genel olarak, demokratik mücadelenin toplumsal bileşenleri olan işçi sınıfı dışındaki sınıf ve tabakaların sözcüleri, teorisyenleri ve propagandacıları tarafından öne sürülen çeşitli görüşler, kavramlar, sloganlar, sosyalist bakış açısının unutulmasına, göz ardı edilmesine ya da sosyalist teorinin bozuşturulmasına yol açmaktadır.
Bir “kavram kirlenmesi” olarak başlayıp temel siyasetleri ve ideolojik dayanakları tahrip eden bu kemirici etkinin güncel mücadele içinde önemli bir alan kapladığı görülmektedir. Böylece “sol” üzerinde, neoliberal propagandanın etkisi, Haziran 2013’ün rüzgârını da arkasına alarak, neredeyse bir hegemonya gücü kazanmıştır.
Bu, sosyalist görevlerimizin propaganda alanına giren önde gelen gündem maddelerimizden biridir.
Bilimsel sosyalizmin öğretilerinin yaygınlaştırılması ve etkin kılınması, bu açıdan iki düzlemde görevlerin yerine getirilmesine bağlıdır. Birincisi, özellikle sosyalizm dışı ya da bozuşturucu teorilerin kaynağı konumunda olan teorisyen-propagandacı aydınlar arasında, sosyalizme karşı, sosyalizmi saptıran ve çarpıtan görüşlerle mücadele etmek; işçiler arasında bu görüşlerin yansımalarına ve etkilerine karşı aydınlatıcı ve uyarıcı çalışmalar yapmak… Teorik mücadelenin bütün gelişme ve sonuçları işçiler arasında da tartışılmalı, bu yalnızca aydınlar, teorisyenler arasındaki bir tartışma olarak kalmamalıdır. Örneğin bugün sosyalizm yerine, çok geniş bir çevrede “eşitlikçi ve dayanışmacı toplum” terimi kullanılmakta, fakat bu özlemin gerçek karşılığının sosyalizm olduğu unutulmakta, sosyalizmin ise bir işçi sınıfı iktidarını, Marx’ın deyişiyle söylersek, “proletarya diktatörlüğü”nü zorunlu kıldığı hakkında bir şey söylenmemektedir. “Diktatörlük” kelimesi burjuva anlamda elbette gerici ve insanlık dışı bir siyasi biçimi ifade eder. Ancak proletarya diktatörlüğünün eksiksiz bir demokrasi olduğu gerçeğini savunmakta bu anlam kaymasının baskısı kabul edilemez. Gerçekte, işçi sınıfının, yani modern proletaryanın iktidarı olmaksızın “eşitlikçi ve dayanışmacı” bir toplumun ne olacağı sorusu da açıkta kalır. Marksizm-Leninizmin çok önceleri bilimsel olarak kanıtladığı gibi, sosyalizmin gerekli ve zorunlu koşulu işçi sınıfının iktidarıdır. Marksizm, “bilimsel sosyalizm” adını esas olarak bu teziyle kazanmıştır. Komünizme geçiş, proletarya diktatörlüğünü zorunlu bir evre olarak görmüş, gerek tarihsel pratiğin, gerekse günümüz koşullarının kanıtladığı gibi, bunun dışındaki her yol ve yöntemin burjuva-kapitalist sınırlar içinde kalacağı öngörülmüştür.
Bugün, hareket halindeki muhalefet unsurlarının hemen tamamı, aynı zamanda kapitalist düzene de karşı olduğunu düşünmekte, muhalefetini kimi zaman açıklıkla anti-kapitalist olarak nitelemektedir. Ancak sosyalizm, sınıf mücadelesi, devrim, devlet gibi kavramlar hakkında hiçbir açıklığa sahip olmamakta, genel olarak “eşit, adil, özgür toplum” gibi içeriksiz sloganlarla muhalefet yapmakla yetinebilmektedir. Sosyalizmin propagandası, özellikle bu kesimler arasında açıklık ve cesaretle sürdürülmesi gereken bir görev olarak önümüzde durmaktadır.

BAĞIMSIZ BİR SINIF OLARAK ÖRGÜTLENME
İşçi sınıfının bağımsız siyasal bir güç olarak örgütlenmesi hiç kuşkusuz toplumsal ilişkiler zeminindeki koşullara, çalışma hayatının özelliklerine, sınıf mücadelesinin her alanda kazandığı boyutlara ve bunların özelliklerine bağlıdır. Ancak, işçi sınıfının bilinciyle donanmış bir yığın hareketinden söz edebilmek, önemli ölçüde teorik alanda kazanılacak mevzilere de bağlıdır. Bu, işçi sınıfının, sınıf olarak kendisinin diğer mücadele eden sınıf ve tabakalarla olan farklılığını görmesinin yollarından birisidir. Basitçe “sınıf açısından dünyaya bakmanın temelleri” olarak adlandırabileceğimiz bu özelliğin kazanılması, elbette yalnızca propagandanın gücüne değil, bunun nasıl örgütlendiğine ve hangi araçlarla iletildiğine de içten bağlıdır. Ama “bağımsız siyasal güç” olabilmek için belirleyici olan partili-örgütlü olmak da asgari bir teorik bilinç gerektirdiğine göre, işçi sınıfı içinde sosyalist bilinçlendirme çalışmaları önem kazanmaktadır.
Devrimci sürecin her aşamasında proletaryanın hegemonyasının sağlanması konusu başlı başına bir inceleme konusudur. Pek çok toplumsal alanı kapsayan bir devrim sürecinde hegemonya kurması söz konusu olan sınıfın toplumsal sorunlar hakkındaki politikalarının sınıf bilinci haline gelmiş olması olağanüstü öneme sahiptir.
1905 Devrimi koşullarında söylenmiş Lenin’in şu sözleri, aynı koşullardan geçen her ülke işçi sınıfı için geçerliliğini korumaktadır:
“Sosyal demokratlar, proletaryaya, ülkemizdeki devrimin bütün halkın devrimi olduğunu söylüyorlar. En ileri ve devrimci sınıf olarak siz; bu devrimde salt etkin rolü oynamaya çalışmakla kalmamalı, aynı zamanda ona önderlik etmeye de çalışmalısınız. Bu yüzden, temelde sendikal hareket olarak anlaşılan sınıf mücadelesinin dar bir anlayışla çizilmiş sınırları içinde kalmakla yetinmemelisiniz. Tersine sınıf mücadelenizin sınırlarını ve içeriğini yalnızca tüm halkın katılacağı bugünün Rus devriminin bütün amaçlarını değil, daha sonraki sosyalist devrimin amaçlarını da kapsayacak şekilde genişletmelisiniz. Bundan ötürü sendikal hareketi ihmal etmeksizin, ya da legal olanakların en küçüğünden bile yararlanmayı reddetmeksizin devrimci bir dönemde halkın çarlık üzerindeki kesin zaferinin demokratik cumhuriyetin ve gerçek siyasal özgürlüğün gerçekleştirilmesinin tek yolu olarak ayaklanma, devrimci bir ordu ve devrimci bir hükümet kurma görevlerini ön plana getirmelisiniz.”
Bunlar, sınıf mücadelesinin farklı evrelerinde proleter-sosyalist bir kimlikle yer almanın, aynı zamanda diğer sınıfların önünde ve onların daha da ileri gidebilmesinin lokomotifi olarak yer almak anlamına geldiğini gösteren düşüncelerdir.
“Devrimci proletaryanın dünya çapında tarihsel görevini belirleyen temel çelişmeyi -kapitalizm ile sosyalizm arasındaki uzlaşmaz çelişmeyi- çözmekte dayanacağı temelin ve başlıca silahlarının hazırlanması”ndan söz ederken de Lenin, bir yandan işçi devriminin uluslararası boyutundan, diğer yandan da işçi sınıfının enternasyonalist bilinçle donatılması gereğinden söz etmektedir. Bütün ülkelerin işçi örgütleriyle, partiler ve sendikalar düzeyinde ilişki kurmanın ötesinde, eylem ve düşünce birliğinin sağlanması da önemlidir.
Lenin, propaganda kavramıyla teorik mücadele arasında dolaysız bir ilişki kurmaktadır. Lenin, sosyalist faaliyetin propaganda alanına ilişkin kapsamı konusunda başlıca üç nokta üzerinde duruyor.
I.     Bilimsel sosyalist öğretinin kavranması ve yaygınlaştırılması yolunda propaganda ve eğitim.
II.     Devrimin üzerinde cereyan edeceği alanın tanınmasına ilişkin inceleme ve araştırmalarla bunların sonuçlarının işçiler tarafından kavranması ve işçiler arasında yaygınlaştırılması yolunda propaganda.
III.     Sınıf mücadelesinin esasları ve yönelimleri, yani sınıflar arası çatışmanın maddi muhtevası, sınıf mücadelesinde işçi sınıfının durumu ve rolünün, çöken ve gelişen sınıflar karşısındaki tavrının kavranması, enternasyonal proletarya hareketiyle ulusal işçi sınıfı hareketi arasındaki bağ ve işçi sınıfının dünya çapındaki tarihsel rolü hakkında sistemli bir propaganda faaliyeti.
Bunlar içinde, Lenin, sosyal ve ekonomik yapıyla ilgili araştırma ve inceleme çalışmaları ile bunların sonuçlarının sistemleştirilmiş bir bilgisinin işçi sınıfı hareketiyle Marksizmin birleştirilmesi görevine hizmet edecek tarzda ortaya konmasını, teorik faaliyet kategorisine sokuyor.
Gerçekten, değişen dünya koşullarında ve eskisine göre daha da karmaşıklaşan ve boyutlanan sınıf ilişkileri içinde, ülkenin özgün yapısını tanımak ve uygun çalışma ve örgütlenme biçimleri geliştirmek bakımından bu gereklidir. Taşeronlaştırma, esnek çalışma, sendikasızlaşma gibi koşulların yalnızca hayatın karşımıza çıkardığı problemler açısından değil, bilimsel yollardan da araştırılıp incelenmesi sosyalist çalışma tarzını güçlendirecektir.
Lenin açısından propaganda, yalnızca masa başı teorik çalışma değil, aynı zamanda sınıf mücadelesinin en temel konuları hakkında en geniş ve derin bir aydınlatma ve bilgilendirme çalışmasıdır.
Lenin, “Devrimci teori olmadan, devrimci hareket olamaz” dedikten sonra, içinde bulunulan dönemde sosyalist olmayan devrimci eğilimlerin yeniden canlanmaya başladığını ve bu durumda partinin ve sosyalistlerin net bir Marksist tavır geliştirmeleri gerektiğini belirtiyor. Bugün bizim içinde bulunduğumuz durum da buna çok benzemektedir. Bir yandan devrimci bir halk muhalefetinin hareket halinde zaman zaman büyük kabarışlarla kitlesel kalkışmalara dönüştüğüne; diğer yandan yaygın ve etkili bir kafa karışıklığının hareket halindeki kitleler üzerinde hâkim olduğuna tanık oluyoruz. Hareketin teorisi, yani bilince çıkarılmış hali, aynı zamanda geleceğini de belirleyen önemli bir etkendir ve bugün kitle hareketi ve geniş halk muhalefeti açısından bakıldığında bunun eksikliğinden kuşku duyulamaz.
Bu noktada, “iyi yetişmiş propagandacılar”ın durumu aydınlatan yazılar yazması, konuşması elbette hiçbir şeyi değiştirmez. Önemli olan, işçi sınıfının böyle bir bilinçle donanmış olarak hareketin öncü sınıfı haline gelmesi önemlidir ve geleceği belirleyecek olan budur.
Kuşkusuz teorik olarak, karışıklığa yol açan otonomculuğun, reformizmin, darbeciliğin, ulusalcılık ya da dinci gericiliğin, liberalizmin karşısında Marksistlerin dayanakları sağlamdır. Ancak bunların yaygın ve etkili bir biçimde kullanılmasının önünde henüz aşılamamış engeller vardır.
Propagandanın hayat bulmasını sağlayan en önemli araçlardan bir diğeri ajitasyondur. Teorinin (genel olarak politikanın) belirlediği esaslar doğrultusunda, gündelik sorunları işleyerek, en can yakıcı, en acil, en görünür olaylardan yola çıkarak, kapitalizmin işleyişine ilişkin en temel bilgilere ulaşmanın yolunu ajitasyon açar. Yukarıdaki soruna bağlı olarak cevaplandırmamız gereken soru şudur: Doğru, sosyalist fikirlerin ulaştırılabilmesinde bu aracı yeterince kullanabiliyor muyuz? Gündelik sorunlar hakkında, grevler, gösteriler, savaş, kitlesel işçi ölümleri, sendikalar, yolsuzluklar, antidemokratik gelişmeler vb. vb.. hakkında açık ve net bir sosyalist söyleme sahip miyiz? Başka bir deyişle, ajitasyonumuz sosyalist bir karakter taşıyor mu? Yoksa, demokrasi mücadelesinde birlikte olduğumuz diğer gruplardan farkımız yokmuş gibi mi davranıyoruz? Bütün bunları bir “demokrasi yokluğu sorunu” olarak mı gösteriyoruz, yoksa kapitalizmin temel özellikleri olarak mı? Kuşkusuz bu konuda eksikliklerimiz az değildir. Ancak gazetemiz, televizyonumuz, çevre sorunlarından hayvan haklarına kadar, uluslararası işçi hareketinden herhangi bir sokak eylemine kadar hayatın içinde ve sosyalist bir tavırla müdahale çabasındadır. Daha net, daha etkili bir çalışma yürütebilmek için yeterince araca ve deneyime sahibiz. Ve tartışmasızdır ki, daha etkili ve yaygın bir sosyalist propaganda ve ajitasyon için yapmamız gereken pek çok iş önümüzde durmaktadır.
Sosyalist ajitasyon, bir karakter olarak, sınıf pusulasını hiç şaşırmayan, içerik olarak iktidar hedefinden kopmayan, sorunların çözümünde sosyalizmin temel ilkeleri ve doğrularını yerinde kullanan bir ajitasyondur. Yoksa, her iki kelimenin arasında “sosyalizm” lafının edilmesi, Marx’tan, Lenin’den bahsedilmesi değildir. Ajitasyon, propaganda çalışmalarının sonuçlarını gündelik dile çevirmek, temel politikaları kapitalizmin gündelik görünümleri açısından hayata sokmak demektir. Bir yolsuzluğu, ırkçı, cinsiyetçi, gerici bir politikayı teşhir etmek, toplumsal eşitsizlik ve adaletsizliğin en görünür biçimlerini bir kez daha gözler önüne sermek, hemen her muhalif kesimin zaten yaptığı işlerdir. Ama bir sosyalist teşhir ve eleştiri faaliyetinin bunlardan farkı ne olmalıdır?
İki temel farklılıktan söz edebiliriz:
1.    Siyasal örgütlenme, özellikle demokrasi mücadelesinin ağırlık kazandığı koşullarda, bütün faaliyetin en yüksek noktasıdır. Her ajitasyon ve propaganda, her düzeyde örgütlenme ve örgütlü mücadele çağırısı içermelidir. Ancak bu, her çağrının, Moğollar’ın ünlü parçasını hatırlatırcasına “bir şey yapmalı” türü genel ve soyut bir “birleşme” ve “mücadele etme” çağrısı olabileceği anlamına gelemez; tersine her çağrı ne yapılmasını, genellikle nasıl yapılmasıyla birlikte somut olarak söyleyen bir çağrı olmalıdır.
2.    Sorunların çözüm yolu olarak, “mevcut iktidarın ortadan kalkması”, “demokrasinin kazanılması” vb. değil, dolaysız olarak sosyalizm gösterilmelidir.
Elbette uygun bir dil ve üslubun kullanılması çok önemlidir; ancak ana çizgi olarak, yerine göre, parti adı verilmeden de, sosyalizm kelimesi telaffuz edilmeden de bu fikirler aktarılabilir.

SINIF MÜCADELESININ KAPSAMI VE BOYUTLARI İLE İLGILI PROPAGANDA, SOSYALIST FAALIYETIN BIR DIĞER YANIDIR

Sınıf mücadelesinin tarihi ilerleten esas güç olduğu, Marksizmin temel önermelerinden biridir. Fakat bu gerçeğin soyut bir tanımlama olarak değil, hayatın bizzat kendisinin, yaşanan anın somut bir kavranışı olarak işçi sınıfının bilincinde yer alması önemlidir. Sınıf mücadelesinin tesadüfi ve geçici bir olgu olmadığı, toplumun ayrılmaz bir unsuru olduğu ve kapitalizmle sosyalizm arasındaki mücadele kesin olarak çözümleninceye kadar devam edeceği, bilimsel sosyalizm öğretilerinin kavranılmasına ilişkin faaliyetin bir parçası olarak, sosyalist propaganda içinde sürekli olarak yer almalıdır.
Yalnızca bir fabrika içindeki mücadele ya da aynı meslek ve işkolundaki işçilerin kendi işverenlerine karşı mücadelesi, sınıf mücadelesinin sadece zayıf başlangıçlarıdır. İşçiler, ancak birleşmiş bir sınıf olarak hareket etmeleri gerektiğini kavradıkları, tek işçiler olarak yalnız “kendi” “işvereni”ne karşı değil, tümüyle kapitalizme, sınıf olarak burjuvaziye ve onun devlet iktidarına yönelmiş bir mücadelenin gereğine inandıkları zaman gerçek anlamda sınıf mücadelesinden söz edilebilir.
Ekonomik taleplerle ve kendi çevresiyle sınırlı bir mücadele, sadece, kendiliğinden bilince ilişkindir. Ve en çok sendika bilinciyle sınırlı kalır. Bu yapısıyla mücadele her zaman yozlaştırılmaya, yanlış hedeflere yöneltilmeye yatkındır. Kendiliğinden bilinç, ancak ekonomik mücadelenin dışından verilebilecek olan sosyalist bilince yerini bıraktığı zaman, işçi sınıfının mücadelesi devrimci bir özellik taşır. İşçilerin sınıf mücadelesi konusundaki eğitimi yalnızca kendi sınıflarının mücadelesinin bilgisiyle de sınırlı kalmamalıdır. Bu, esasen, siyasi içerikli bir mücadele anlayışıyla da uyuşmadığından, ekonomist, kendiliğindenci bir “eğitim”in sınırlı hedefi olabilir. Sosyalist bilinci amaçlayan bir çalışma; işçi sınıfına yalnızca kendi sınıf mücadelesinin bilgisini veren bir çalışma da değildir. Her devrimin esas karakterini teşkil eden siyasal özün bir ifadesi olarak, işçi sınıfının toplumdaki bütün sınıfların, tabakaların ve grupların, azınlık milliyetlerin, kadınların, gençlerin, “eza gören din veya mezheplerin” mücadelesine destek olacak, onlar üzerindeki baskı ve zulme sosyalist nitelikte bir tepki gösterecek tarzda eğitilmesi ve bilinçlendirilmesi, devrimin hayati görevlerindendir. Ancak böylece işçi sınıfının sosyalist bilincinden söz edilebilir.
Meselenin özü, yukarıda kısmen özetlediğimiz Lenin’in şu ünlü sözündedir:
“Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun zorbalık, baskı, zor, ve suiistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermeye eğitilmemişse ve işçiler bunlara karşı başka herhangi bir açıdan değil de sosyalist açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfı bilinçli, gerçek bir siyasal bilinç olamaz.”
İşçilerin sınıf bilinci nasıl bir fabrika ya da bir işkolu ile sınırlı kaldığı sürece ancak bir başlangıç sayılıyorsa; yalnızca bir ülke içinde sınıf birliği anlayışı ile çerçevelenmiş bilinç de tam ve sosyalist bir bilinç sayılamaz. İşçi sınıfının sosyalist bilincinin en önemli unsuru, sınıf mücadelesinin dünya çapında kavranmasıdır, komünist toplum hedefinin berrak bir ifadesi olan proleter enternasyonalizmidir. İşçi sınıfı, ulusal plandaki devrimci göreviyle uluslararası plandaki devrimci görevlerini birlikte ele almalı, ulusal görevlerinin enternasyonal görevinin bir parçası, bir unsuru olduğu bilincini edinmelidir.
İşçiler, sınıf mücadelesini, yalnızca birey olarak kendisinin değil, sınıfının ve insanlığın kurtuluşunun bir yolu ve gereği olarak kavramalıdır.

SENDIKAL – EKONOMIK MÜCADELEDE SOSYALIST GÖREVLER
Proletarya mücadelesinin diğer bir biçimi, sendikal-ekonomik mücadeledir. Sendikalar, işçi sınıfının sermaye ile günlük mücadelelerinin kaçınılmaz sonucu olarak doğmuş örgütlerdir. Bundan dolayı, geniş işçi kitlelerini barındırmak, mesleki olmak gibi özellikleri kaçınılmaz olarak taşırlar. Bu haliyle sendikalar, işçi sınıfının en ileri örgütlenme biçimi olan partiden temelde farklıdır. En geniş işçi çevrelerini, politik görüş ayırımı yapmaksızın çatısı altında toplaması, partiden farklı olarak, sendikalar için gereklidir ve iyidir. Çünkü bir yandan sendikalar, temelleri “sınıflar arası iktisadi mücadele” olarak işçi sınıfının en acil ekonomik sorunlarının çözümü için bir araçtırlar; diğer yandan işçi sınıfı ile proletarya partisi arasında, aşağıda değineceğimiz görevler yerine getirilmek şartıyla, bir bağ görevi görürler.
Fakat sendikalar, ekonomik mücadelenin dolaysız örgütleri olarak tek başlarına sermayenin gücünü kırmada kesin başarılı olamazlar. Çünkü Marx’ın dediği gibi, “salt ekonomik mücadelede, sermaye emekten daha kuvvetlidir.” Fakat işçilerin ekonomik mücadeleyi örgütlü olarak yaşadıkları bir çatı oluşundan dolayı, sendikalar hem kendilerini eğitmek ve geliştirmek için bir araya gelebildikleri bir yerdir; hem de “kurulu düzenin değiştirilmesine ve örgütlü kuvvetlerini, emekçi sınıfın kesin kurtuluşu, yani ücretliliğin kesin olarak kaldırılması için bir kaldıraç olarak kullanacakları” (Marx) bir yapıdır.
Lenin’in dediği gibi, “Teori bize öğretmektedir ki, ancak güçlü ve geniş bir sendikal örgüt; çağdaş proletaryanın çıkarlarını, yani işgücünün satıcısı olarak çıkarlarını ele aldığı zaman, proletarya kapitalizme karşı sınıf mücadelesini başarıyla götürebilir.”
Böyle bir başarı, özü, “ekonomik mücadeleyle siyasi mücadeleyi sımsıkı birleştirmek” eyleminde ifadesini bulan bir dizi faaliyet ve görevin yerine getirilmesi ile sağlanabilir.
“Biz hepimiz, sendikaların taraftarıyız; fakat onların bugün tek başına sermayenin gücünü kırmayı başarabileceklerini hayal etmiyoruz. Sermaye, kendi alanında yenilgiye uğratılamaz. Onun ellerini kamu iktidarından ayırmak gerekir. Bu ise ancak, siyasal bir mücadele yoluyla olur.” (Lenin)

PARTI SENDIKA İLIŞKISI

Sendikalar, devrimci proletaryanın siyasi örgütüyle birlikte mücadele etmedikleri zaman, işçi sınıfının nihai hedefi bakımından “dar” bir nitelik gösterirler. Bunun giderilmesi ve sendikaların sosyalizm hedefine ulaşmada işçi sınıfının sağlam araçları haline getirilmesi için, sendikaları “sosyalist içerik ve propagandayla doldurmak” ve onları devrimci proletaryanın bütün eylemlerine çekmek gerekmektedir. (Lenin, S. I. Gusev’e Mektup)
Leninist görüş, sendikalarla parti arasındaki ilişkide partiye öncelik tanır. Bu işçi sınıfının tam kurtuluşunun, örgütlenmesinin en üst biçimli olan partisi aracılığıyla gerçekleşeceği, bu görevi başka hiç bir örgütün yerine getiremeyeceği anlamına gelir. Fakat bu kavrayış, partiyle sendikaların birbirine alternatif oldukları, birinden birinin diğerine tercih edileceği anlamını içermez. Zira öte yandan, parti de sendikaların gerçekleştirmekle yükümlü olduğu kimi görevleri yerine getiremez. Eğer işçilerin kapitalizme karşı ekonomik mücadelesi kaçınılmaz ise sendikalar da kaçınılmaz olarak gereklidir. Eğer işçi sınıfının tam kurtuluşu siyasi mücadelenin sonucu olacaksa, bu da partinin göz ardı edilemez bir şart olduğunu gösterir.
Lenin, sendikaların kitlesel ve sınıfsal ikili niteliğine ilişkin tespite uygun olarak sosyalistlerin görevlerine işaret ederken, şunları söylüyor:
“Sendikalara, ‘parti ile ilgili görüşlerine bakılmaksızın (…) mümkün olan en geniş işçi çevrelerinin katılması’ sağlanmalı, fakat ‘bu örgütlerdeki sosyal – demokratlar, parti grupları halinde teşekkül etmeli ve derinlemesine, sistematik faaliyet göstererek bu örgütlerle sosyal – demokrat parti arasında en sıkı bağların sağlanması için gayret gösterilmelidir.”
Sendikalardaki sosyalist faaliyet ve görevler; Marx ve Lenin tarafından, “işçilerle kapitalistler arasındaki, işgünü, ücretler, çalışma şartları vb. nedenlerle doğacak bütün çelişmelerde” yer almanın yanı sıra, ve esas olarak, “sendikalara bağlı işçilerin geniş bir sınıf mücadelesi anlayışına ve proletaryanın sosyalist amaçlarına göre eğitilmeleri” olarak gösterilmiştir.
Lenin’e göre bu görev, partili sendikaların “eylemleriyle bu sendikalarda gerçekten yönetici bir durum kazanmaları” ile birbirine sıkıca bağlıdır. Parti, sendikalar içindeki örgütlenmesini, bu hedefleri gözeterek ve sendikaların işçi sınıfı ile parti arasında bir bağ oluşturmasını sağlamak için yürütür. Bu, “proletaryayı, devrimin bilinçli önderliği için hazırlamak ve örgütlemek ana görevine tamamen uygun” (Lenin) olmalı ve bu temelde yürütülecek diğer bir dizi faaliyetin merkezini oluşturmalıdır. Lenin’in deyişi ile bu, “bütün kitle örgütlerinde parti hücreleri kurmak, bu örgütlere proletaryanın militan görevlerinin ruhuyla, devrimci sınıf mücadelesi ruhuyla önderlik etmek” olarak özetlenebilecek bir faaliyettir.
Sendikaların, işçilerin geniş kitleler halinde çatısı altında toplandıkları örgütler oluşu, buralardaki sosyalist propaganda, ajitasyon görevinin önemini yükseltmektedir. Çünkü politik görüşleri oldukça farklı olabilen işçi yığınlarının adım adım parti saflarına kazanılması, ancak sistemli, derinlemesine ve sürekli bir sosyalist propagandayla sağlanabilir. Diğer yandan sendikalar, ancak sosyalizmin teorisi ile silahlanmışsa işçilerin kurtuluşuna ilişkin faaliyette kendi üzerine düşen görevi yerine getirebilir. Burjuva sendikacılığa karşı mücadele, yalnız sendikalar içinde değil, yalnız sendikalı işçiler arasında değil, sendikalara katılmamış işçiler arasında da yürütülmelidir. Bu, hem burjuva yanlısı sendikacılığın teşhir edilmesi yolunda işçi kitlelerini siyasal bir kavrayışa yöneltmek bakımından, hem de sınıfsal devrimci sendikaların ve sendika hareketinin yaratılması ve güçlendirilmesi bakımından önemlidir.
İşçi sınıfının “tek bir program, tek bir taktik ve tek bir sınıf örgütü” çatısı altında birleştirilmesi, bütün halk yığınlarının devrim yolunda tek bir önderlik altında birleştirilmesi mücadelesinin bir parçasıdır ve gerçekten temelidir.

POLITIK MÜCADELE, İŞÇI SINIFI HAREKETININ TEMEL MÜCADELE BIÇIMI VE ÖNDE GELEN SOSYALIST GÖREV ALANI
Marx, devrimin siyasi (politik) bir eylem olduğunu söylemişti. “Genel olarak devrim, -var olan egemen erkin devrilmesi ve var olan toplumsal ilişkilerin çözülmesi- siyasal bir eylemdir, var olan toplumsal ilişkilerin çözülmesi siyasal bir eylemdir”. Bu tanım, devrimin bizzat kendisinin ve devrim sürecinin temel mücadele alanının siyasal nitelikli oluşunu açıklar.
İşçi sınıfı mücadelesinin siyasal alandaki en önemli aracı, bağımsız siyasi partisidir.
“Bizim başlıca ve temel görevimiz, işçi sınıfının politik örgütlenmesi ve politik gelişimini kolaylaştırmaktır. Bu görevi arka plana itenler, mücadelenin her türlü özel metotlarını ve diğer bütün görevlerini buna tabi kılmayı reddedenler, yanlış bir yol izlemekte ve harekete ciddi zararlar vermektedirler.” (Lenin, abç.)
Günümüzün demokrasi mücadelesini kaçınılmaz olarak öne çıkaran koşulları, tek bir sınıftan söz eder gibi halktan söz edilebilmesi yolunda kimi görüşlere yol açabiliyor. Buradan kaynaklanan sağcı tavırlar, işçi sınıfı partisi yerine -yalnız adıyla değil, içeriği ve işlevi ile de- bir soyut sınıflar üstü halk partisi anlayışını geliştirmeye bunun pratiğini yapmaya koyuluyorlar. Böylece bir yandan halk kavramının sınıf tabiatını ve onun içindeki sınıf mücadelesini inkara zemin hazırlıyorlar, diğer yandan da işçi sınıfının devrimi başarmakta en başta gelen silahı olan parti kavramını yozlaştırıyorlar. Yaşadığımız günlerin açıkça gösterdiği gibi, bu yalnızca teorik bir hata olarak kalmıyor, fakat sınıf farklılıklarını ve işçi sınıfının devrimci rolünü silen sonuçlar doğuruyor.
İşçilerin ve devrimin ihtiyaç duyduğu parti, şartlar ne olursa olsun, bir sınıf partisidir. Bir halk partisi değildir.
“…tüm sosyal demokratlar, Rusya’daki siyasal devrimin peşinden sosyalist devrimin geleceği inancındadırlar. Otokrasiyle mücadele etmek için, şimdilik sosyalizmi bir kenara bırakarak bu tabakaların, tümüyle birleşmek mi gerekmektedir ? Otokrasiye karşı verilecek mücadelede bu tutum gerekli midir?
“..İşçilerle muhalefette bulunan belli sosyal tabakalar arasında kurulacak dostluğa değinirken, sosyal demokratlar, işçileri diğer sınıf ve tabakalardan ayırmalıdırlar. Bu dostluğun her ne şekilde olursa olsun, geçici ve koşullara bağlı olduğunu vurgulamak, bugün beraber olduklarıyla yarın mücadele etmek gerekeceğini açıklamak ve özgürlük bayrağını ancak proletaryanın taşıyabileceğini belirtmek, sosyal demokratların görevidir. Bize, ‘bu tür hareket, politik özgürlük mücadelesini zayıflatabilir’ diyenler olacaktır. Biz ise karşılık olarak bu tür hareketin özgürlük mücadelesini hızlandıracağını ileri süreceğiz. Sınıfların gerçek çıkarlarının bilincinde olduğuna güvenenler güçlü mücadelecidirler. Ve yaşadığımız toplumda son derece etkili olan sınıf çıkarlarını ön plana almayan herhangi bir girişim, sadece bu mücadeleyi zayıflatmaya yarayacaktır. Bu birinci noktadır. İkinci noktaya gelince, otokrasiye karşı verilen mücadelede işçi sınıfı kendini diğer tabakalardan ayıracaktır. Çünkü o, otokrasinin kesin ve en büyük düşmanıdır. Otokrasi ile işçi sınıfı arasında bir anlaşma söz konusu olamaz… Halkın diğer tabaka ve gruplarını otokrasiye karşı düşmanlıkları koşullara bağlıdır, bunların demokrasileri geriye dönüş yapabilir.”
İttifaklar alanında, genel sosyalist tavır hakkında da Lenin şunları söylüyor:
“…Devrimci burjuva demokratların çeşitli gruplarıyla yapılan… geçici anlaşmaların özellikle yerinde olacağı açıktır. Ama diğer yandan, bu noktada proletarya partisinin sınıf kişiliğini dirençle korumalıyız. Ve bir an olsun burjuva müttefiklerimize yönelttiğimiz sosyal demokrat eleştiriciliği terk etmemeliyiz. Diğer yandan, bugünkü demokratik devrim aşamasında yürüttüğümüz ajitasyon, ileri devrimci bir slogan ortaya atmazsak, ileri sınıfın partisi olarak görevimizi beceremeyiz.”

Gramsci ve Komünist Parti

Antonio Gramsci*
Antonio Gramsci 1891 yılında Sardinya’da (İtalya) fakir bir köylü ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Henüz çok gençken endüstri şehri olan Torino’ya gitti. Büyük maddi sıkıntılarla bu şehirdeki üniversitede okudu.
Torino’da işçi hareketine katıldı ve savaştan önce İtalya Sosyalist Partisi’ne üye oldu. Savaş sırasında Sosyalist Parti organı “Grido del Popolo”nun (“Halkın Sesi”) Torino redaktörü oldu. Bu dönemde İtalya Sosyalist Partisi’nin devrimci fraksiyonunun eylemlerinde aktif şekilde yer aldı. 1917 yılında savaşa karşı Torino’da genel grev ve ayaklanmanın örgütlenmesine katıldı ve bu şehrin devrimci unsurları tarafından Sosyalist Parti sol kanadının aynı sene Floransa’da düzenlediği illegal konferansa delege olarak seçildi.
Savaştan sonra, 1919 yılında burjuva egemenliğinin yıkılması ve Ekim Devrimi örneğinde olduğu gibi iktidarı ele geçirmek doğrultusunda mücadeleyi örgütlemek için, savaş sonrası İtalya işçi sınıfının en istikrarlı girişimi olan ve çevresinde fabrika komitelerinin kurulduğu ve yayıldığı yarım aylık “Ordine nuovo” (“Yeni Düzen”) dergisini kurdu.
Lenin’in eserlerini çalışma ve Ekim Devrimi deneyimleri temelinde yoldaş Gramsci, Lenin’in II. Komünist Enternasyonal Kongresi’nde ‘Bolşevizm mevzilerine en yakın olan’ şeklinde tarif ettiği İtalya Komünist Partisi’nin kurulması için oluşturulan bir platformda görev aldı. “Ordine Nuovo” grubunun merkezinde, Gramsci, reformizm ve merkezciliğe (Serrati) karşı ve İtalya’da komünist bir partinin kurulmasında olağanüstü bir rol oynadı.
1921 yılında Parti kurulduktan sonra, Gramsci merkezi komite üyesi olarak, Bordiga’da temsilini bulan -ki Bordiga bugün karşı devrimci Troçkizm zemininde durmakta ve mutlu mesut anlaştığı faşist polisin koruması altında İtalya’da sükûnet içinde yaşamaktadır- ultra solcuların oportünist yönelimine karşı mücadele vermeye başladı. Ultra solcuların oportünizmine karşı yürüttüğü mücadelede, Gramsci, İtalya’da proleter devrimin stratejik ve taktik sorunlarını itinayla çalışıyordu. Sosyalist Matteoti’nin faşistler tarafından katledilmesi sonucu patlayan kriz esnasında, ana mevziyi faşizme karşı kurarak ve bununla eş zamanlı olarak kitle hareketinin gelişiminden duyduğu endişe sonucu faşizme teslim olan demokratik küçük burjuvazinin yalpalayan unsurlarına karşı verdiği mücadeleyle Parti siyasetine ustalıkla önderlik etti. Bu dönemde, İtalya Komünist Partisi, Gramsci önderliğinde kitleleri yönlendirme ve Bolşevikleştirme konusunda ciddi adımlar attı. İtalyan Partisi’nin en iyi kadroları Gramsci sayesinde bu mücadele esnasında yetişti.
Gramsci, Kasım 1926’da Roma’da, milletvekili dokunulmazlığı olmasına rağmen, faşist istisna yasalarına karşı kurulan komisyonda komünistlerin meclis grubu bildirisini hazırladığı esnada tutuklandı.
1928 yılında yirmi sene zindana mahkum edildi; aftan dolayı, bu, on seneye düşürüldü. Hapishanede sağlığının kötüleşmesi nedeniyle defalarca ölüm tehlikesi geçirdi. Uluslararası proletaryanın mücadelesi sonucu faşist cellatlar 1934 yılında hapishane koşullarını yumuşatmak zorunda kaldılar, ama yine de hapishane rejiminin esiri olarak kaldı. Proletaryanın davasına, faşizme karşı mücadele davasına ve devrime adanmış olan yaşamına son veren faşist katillerin elinde öldü, Gramsci.
Kitlelerle iç içe, onlardan öğrenebilen, toplumsal yaşamın tüm görünümlerini anlayabilen, sarsılmaz bir devrimci, Komünist Enternasyonal’e ve Parti’sine son nefesine kadar sadık kalan yoldaş Gramsci, Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in büyük öğretileriyle, Bolşevizm ruhuyla yetişen Komünist Enternasyonal neferlerinden, Bolşevik kuşağın en iyi temsilcilerinden birinin anısını ardında bırakıyor.
İtalyan halkını boğazlayanlar, sonrasında İtalya proletaryasına onun sadece cesedini teslim etme amacıyla on yıl boyunca bu insanı zayıf sağlığına rağmen zindanda tutan cellatlar, bu cinayetin hesabını dünya proletaryasına vermek zorundadırlar.
Gramsci’nin adı, İtalya’da, İspanya’da ve tüm dünyada iğrenç faşist rejimi defetmek ve yeryüzünden silmek için mücadele veren işçi sınıfının ve emekçilerin bayrağına altın harflerle yazılacaktır.
Gramsci’nin adı, özgürlük ve barışsever insanlığın anısında yaşayacaktır. Mücadeleci yaşam örneği, işçi sınıfı ve sosyalizmin yenilmez davası uğruna mücadele veren milyonlarca insana güç verecektir.

Dimitrov, Ercoli, Manuilskiy, Pieck, Kuusinen, Marty, Gottwald, Moskvin, Florin, Van Min, Kolarov, Okano, Bronkowski, Kon Sin, Losowski, Raymond, Guyot, Tuominen

(İtalyan parlamentosunda vekil olan Antonio Gramsci hiçbir zaman gerçekleştirmediği eylemlerden dolayı suçlandığı ve milletvekili dokunulmazlığına rağmen Roma’daki özel mahkemeye çıkarıldığı zaman faşist devlet savcıları suçlamayı gerçek kanıtlarla desteklemek için parmaklarını dahi kımıldatmadılar. İddianame -ceza aldığı sırada İtalya’da legal olmasına rağmen- Gramsci’nin Komünist Parti’nin tanınan önderi olması iddiasına dayanıyordu yalnızca.
Ama devlet savcısı çok daha büyük bir sinizm sergiledi. Savcı şu açıklamada bulundu: “Bu beynin 20 sene boyunca çalışmasını yasaklamamız gerekiyor.” Yargıç cüppeli faşist cellat faşist kurumlardan ve bizzat Mussolini’den aldığı emri yüksek sesle okumuştu.
İtalyan gerici burjuvazisi ve Mussolini’nin emri üzerine Gramsci tek kişilik bir hücreye kondu. Düşünce ve duygularını ta köklerine kadar bildiği ve onu seven, sürekli ve birçok şekilde temas ettiği insanlarla, işçilerle beraber yaşayan Gramsci’nin tüm dünyayla ilişkisi birden kesiliverdi.
Gerici burjuvazi ve Mussolini’nin emriyle kelepçelere ve zincirlere vurulmuş bir halde karanlık hapishane vagonlarında devamlı bir hapishaneden diğerine sürüklendi.
Mussolini’nin emri üzerine gardiyanlar uzun senelerce her gece Gramsci’nin hücresine gürültülü bir şekilde dalıp onu fiziksel olarak tüketmek ve sinirsel çöküntü yaratmak için iki-üç kez uyandırıyordu. Düzenli beslenme imkanı olmayan ve haftalar boyunca yatakta yatan hasta Gramsci’ye Mussolini’nin emri üzerine tıbbi yardımda bulunulması engellendi. Onu ziyaret etmekle görevlendirilen “doktor” kendisine şöyle demişti: “Sizi öldürmediklerine şükredin”; ona yardım etmeyi önemsemediğini, sadece ölümün onu kurtarabileceğini söylemişti.
Uluslararası proletarya ve insanlığın en ileri gelenlerinin öfkesinin Mussolini’yi Gramsci’yi çürümeye terk edilen hücresinden çıkartmak ve ona tıbbi yardım sağlamak zorunda bırakması sonucu, Gramsci, 18 Carabini’ye (jandarma) ve özel bir komiser denetimindeki iki polise teslim edildi. Bu bölük, günlerce bilinçsiz bir şekilde kalın demir parmaklıklar ardında yatan ve birinin yardımı olmadan yataktan doğrulacak gücü olmayan bir insanı gözetlemekle mükellefti.
Son aylarda apaçık ortadaydı ki, Gramsci’nin on yıllık tutsaklığı ve geçirdiği hastalıklar sonucu tükenmiş bünyesinin hayatta kalabilmesi için özel bir muayeneden geçirilmesi gerekiyordu. Hafızalarımızdan silinmeyecek yoldaşımızın cellatları onun can çekişmesini zevkle izlediler. Tüm tutsaklık süresi boyunca tıpkı her devrimcinin mücadele etmesi gerektiği gibi (çünkü Gramsci işçi sınıfının ve partisinin ona ihtiyaç duyduğunu biliyordu) bütün gücüyle hayatı için mücadele eden Gramsci’nin ölümü bizim açımızdan muğlak bırakılmıştır. Uzun işkence zincirlerine son bir öldürücü darbe mi vurulmuştur? Mussolini’yi ve faşizmi tanıyan herkes böyle bir tahminin tamamıyla yerinde olacağını bilir. Gramsci’nin ölümü özellikle bunun gerçekleştiği zaman dikkate alındığında her tür izahata noktayı koymuştur. Genel ve özel bir kısmi af sonucu kısaltılmış olan tutsaklığının sona ermesinden üç gün sonra, özgürlüğüne kavuşmak üzere olduğu, tedaviyi başlatmak ve yardım almak için güvenini kazanmış arkadaşlarını ve doktorları çağırma hakkını elde ettiği sırada, bu gerçekleşti.
Matteoti’nin parlamentodaki etkin mücadelesi halk kitlelerinin adalet duygusunu ve özgürlük özlemini körüklediği ve faşist rejim açısından ciddi bir tehlike oluşturduğu için, Mussolini, 1924 yılında kiralık haydutlarına Matteoti’nin öldürülmesi emrini verdi. Aynı şekilde Amendola ve Gobetti’nin de katledilmesini emretmiş, aynı siniklikle İtalyan halkının en iyi evlatlarını öldürtmüştü. Faşist diktatörlüğün egemenliğinde katliam sıradan bir yöntem haline gelmişti.
Gramsci’yi en insanlık dışı ve sivrilmiş gaddarlıkla katleden Mussolini ve faşizmi kimi niçin öldürdüğünü gayet iyi biliyordu. İtalyan halkı, Antonio Gramsci’de sadece halkın tarihini ve varoluş koşullarını temelden bilen birisini değil, halk kitlelerinin umutlarını ifade eden ve baskı altına alınanların özgürlüğe, adalete ve toplumsal özgürleşmeye duydukları özlemi dile getiren birisini bulmuştu. Antonio Gramsci, bugünün İtalya’sının tüm toplumu her tür baskı ve sömürüden kurtarma görevinin hangi sınıf güçlerine düştüğünü görmüştü. Antonio Gramsci, günümüz İtalyanları arasında sadece ruhunun gücü, siyasî-toplumsal düşüncesinin netliği ve derinliğiyle öne çıkmamıştı; o, aynı zamanda en devrimci toplumsal-siyasî öğretiye –Marksizm Leninizme- köklerine kadar hakim bir devrimciydi de. İşçi sınıfına yakından bağlı, proletaryanın devrimci sınıf partisinin kuruluşu için yorgunluk bilmez bir mücahit olan o, bir Marksist Leninist ve Bolşevikti.
Bundan dolayıdır ki, gerici burjuvazi ve Mussolini ona sadece düşman değil, en tehlikeli ve azılı düşman muamelesi uyguladılar. Gramsci yaşadıkça, “beyni çalıştıkça”, düşüncesi ve istenci kurumadıkça, kalbinin atışı durmadıkça kendilerini huzurda hissetmediler. Onun katledilişi belirli bir amaç doğrultusunda -Komünist Parti’den, proletaryadan, ülkemiz halkından eğitimli, enerjik ve güvenilir bir önderini koparmak amacıyla- gerçekleştirildi.
İtalyan işçi hareketi tarihinde, İtalyan kültür ve düşünce tarihinde Antonio Gramsci ilk etkili ve sebatlı Marksisttir. Bilimsel sosyalizmin kurucularının devrimci öğretilerini başından sonuna kadar ilk o kavramıştır. Lenin ve Stalin aracılığıyla Marksizmin geliştirilmesinin devamını ilk o getirmiştir. İtalyan proletaryasının tarihi görevini bu öğreti temelinde tayin eden ilk o olmuştur. Gramsci İtalya’daki ilk Marksisttir, çünkü onda teori, devrimci pratikten koparılamazdı; toplumsal olayların çalışılması ve ortaya konması kitlelerle ve günlük politik ve örgütsel çalışmayla sıkı sıkıya bağlıydı. Komünist Parti’yi kurdu ve ona önderlik etti. Bir enternasyonalistti, çünkü o, partimizin ve Komünist Enternasyonal’in sancağını dimdik elinde tutarken şehit düştü.
Şimdi, onun ölümünden sonra birçokları onunla ilgili yazılar yazıyor, o hayattayken ona karşı vahşice mücadele vermiş ve onun amansızca mücadele ettiği birçokları ona övgüler diziyor. Yoldaşımızın ruhunun ve kalbinin yüceliğini dile getiren övgüyü reddetmek için hiçbir nedenimiz yok. Ama onun ölümünden sonra bazı methiyecilerinin iddia ettiği anlamda Gramsci bir “entelektüel”, bir “bilim insanı”, bir “yazar” değildi. Gramsci her şeyden önce bir parti üyesiydi ve parti üyesi olarak kaldı. Parti sorunu; tüm proletaryanın ve çalışan kitlelerin kurtuluşunu tayin edebilecek bir işçi sınıfı devrimci örgütünün kuruluşu sorunu -bu sorun Antonio Gramsci’nin tüm eylemliliğinin, tüm yaşamının, tüm düşününün tam kalbinde yatıyor.
Gramsci, henüz çok genç yaşlarda, yaklaşık 1910 senesinde, ülkemizde derin siyasî kriz unsurlarının olgunlaşmakta olduğu bir zamanda işçi hareketine katıldı. 1900 senesinden itibaren İtalya’nın endüstriyel gelişimi artan bir tempoyla yükselişe geçmiş ve Padua Vadisi ovalarında kapitalist makineli tarım tüm bölgelerin görünüşünü değiştirmişti. Kuzel İtalya’nın büyük endüstri merkezlerinde ezilen küçük burjuvaziden, esnaf ve tüccarlardan gelen, birbiriyle kaynamış, siyasî sınıf ve sendika örgütlerinde yoğun bir ağ oluşturan ve burjuvaziye karşı grev silahını kullanmayı öğrenen kalabalık bir proletarya oluşmuştu.
Aynı zamanda Padua Vadisi’nde önemli ölçüde tarım proletaryası kitlelerinin oluşması geleneksel sosyo-politik yapının temellerini sarsıntıya uğratmıştı. Kapitalist tipte büyük tarım işletmelerinin gelişimiyle Kuzey İtalya’nın “köylü kitlesi” bir işçi ordusuna dönüşmüş ve sınıf örgütlerinden oluşan yoğun bir ağ yeni devrimci ruhu en geri vilayetlere kadar yaymıştı. Tarım işçilerinden oluşan kitle bir dizi büyük grevin en önemli etkin aktörü haline gelmişti.
Devlet aygıtı örgütlü geniş kitlelerin baskısı altında sarsıntıya uğramıştı.
Gramsci geri sosyo-ekonomik ilişkilerin hakim olduğu tipik bir bölgede, Sardinya adasında doğdu. Yoksul köylülerin evladı olarak adanın yarı proleter tarım işçileri ve çobanlarının korkunç sefaletini gözlemleme olanağına sahip olmuştu. Sardinya ve güneydeki köylülerin yoksulluğu kuzeydeki endüstriyel gelişimin koşullarından biriydi. Adanın rezervleri ve doğal zenginlikleri ana karanın kapitalistleri tarafından sömürülüyor ve aç köylülerin zaman zaman alevlenen kendiliğinden ayaklanmaları silah zoruyla bastırılıyordu.
Gücünü pekiştirmek için kapitalist burjuvazi, büyük toprak sahipleri ve büyük toprak sahiplerinin kanadı altında feodal şekilde büyümüş olan parazit tarım burjuvazisiyle bir ittifak oluşturdu. Kuzey İtalya endüstri burjuvazisi ve Güney’in gerici kastları arasındaki sınıf ittifakının bu özel biçimi İtalyan politik yaşamına özgün bir gerici damga vurmuştu; dahası bu, tam da hakim sınıfların kitlelerin baskısı altında emekçilerin örgütlenme özgürlüğünü, emek ve grev hürriyetini tanımak ve Dünya Savaşı’nın arifesinde genel seçim hakkını yürürlüğe koymak zorunda kaldığı dönemde gerçekleşmişti.
İtalya’da sosyalist hareket, gericilik, keyfiyet ve hukuksuzluk rejimine karşı emekçi kitlelerin kuvvetli protestosu şeklinde oluştu ve gelişti. Bundan dolayı da geniş bir halk karakterine sahip oldu ve küçük burjuva kökenli entelektüeller ve hatta ülkenin ekonomik ve politik yaşamının geri kalmışlığından rahatsız olan burjuvazinin radikal unsurları dahi ona bağlandı. Sosyalist önderlerin görevi, işçi sınıfına, bu geniş halk hareketine önderlik yapmayı temin etmek, gericiliğe karşı ve demokratik özgürlükler için verdiği sebatlı mücadele sürecinde ona ezilen ve sömürülen kitlelerin politik hegemonu olma imkanını sağlamak olmalıydı. Sosyalist önderler bu görevi yerine getirmediler – içlerinden en iyileri, cefa ve ihtimamlarını hissettikleri kitlelerle kenetlenmiş olanlar bile… Onlar burjuvaziden nefret etmiyorlardı. Turrati tipi, Marksizmle ilişkisini kesmiş ve küçük burjuva revizyonizminin bataklığına saplanıp kalmış önderler, bir yandan işçi sınıfını, ders alsınlar diye işçi hareketini kapitalist devletin arabalarına koşmak isteyen liberallere ve demokratlara yollarken, diğer yandan Marksist öğretinin özünü kavramadıkları için hiçbir zaman güçsüz ve hamasi devrimci lafazanlığı aşamadılar.
Turrati’ye, Trevesa’ya ve sosyal reformizmin diğer dayanaklarına karşı yürüttüğü polemikte, Gramsci, kitlelerin bu önderler tarafından ideolojik demoralizasyona sürüklenmesine karşı duyduğu derin öfkeyi defalarca dile getirmişti.
Gramsci, öncelikle işçi sınıfıyla arasında oluşmuş olan yakın ve kopmaz bağ sayesinde, 1911 yılında Sardinya’dan Torino’ya geldiği sırada Marksizmi ülkemize kazandırma görevini başlatıp ve onu ülkeye uygulayabilmişti. Burada, genç Sardinyalı devrimci, henüz savaştan önce büyük metal işçi grevleri sırasında dikkate değer örgütlülük, mücadele kabiliyeti ve disiplin örnekleri sergilemiş olan, genç, gelişkin, birbirine kenetlenmiş ve ülke işçi sınıfının en ileri gelen ve en bilinçli kesimi olan Torino proletaryasının hareketinden öğrenme imkanı buldu.
“İtalya’nın üç başkenti olduğu söylenebilir: burjuva devletinin idarî merkezi olan Roma; ülkenin ticarî ve finans yaşamının merkezî düğüm noktası olan Milano (tüm bankalar, tüm finans kurumları ve organları Milano’da toplanmıştı) ve son olarak endüstriyel üretimin en yüksek aşamasına ulaştığı, endüstri merkezi Torino. Torino proletaryası … birbirinden çok farklı köken, aile, gelenek, tarih ve manevi gruplardan gelen ve şehre sıkı sıkıya bağlı olan İtalyan işçi kitlelerinin fikrî yaşamını tayin ediyordu (her İtalyan işçi şiddetle Torino’da çalışmayı arzuluyordu).”
Antonio Gramsci’nin Torino işçileriyle bağı sadece politik değil, aynı zamanda kişisel, fiziksel, dolayımsız ve çok yönlü bir bağdı. Gramsci, 1915 yılında, İtalya’nın savaşa girmesinden birkaç ay sonra, sosyalist hareketin sol kanadına katıldı. Sosyalist Parti yayın organının Torino seksiyonu baş redaktörlüğüne getirildi ve kısa süre sonra Gramsci Torino devrim hareketinde özel bir konuma sahibi oldu.
Torino’da da proleter örgütlerin idarî mevkîlerinin önemli bir kısmını ellerinde bulunduran reformistler için, işçi kitleleri, burjuvayla -savaş sırasında da devam ettirdikleri- işbirliği politikası için sadece bir dayanak teşkil ediyordu. Torino’da çoğunluğa sahip olan devrimciler şüphesiz reformistlere karşı mücadele ettiler. Parti yönetiminin politikası merkezciydi ve şu formülde ifade bulmuştu: “Savaşa katılma ve onu sabote etme!”. Bu formül, aynı zamanda, reformistlere, kitleleri dış güçlere karşı koruma adı altında her tür itilafçı ve ulusalcı alçaklığı yapma olanağını veriyordu.
Gramsci kitlelerden öğrenmeye çalışıyordu. O, modern ve yoğun büyük endüstrinin işçisini İtalyan toplumunun sorunlarını çözme kabiliyetine sahip bir güç, “modern İtalya tarihinin bir kahramanı” olarak görüyordu.
İşçi sınıfı hangi yoldan tarihsel misyonunu gerçekleştirmeyi başaracaktır? Savaş öncesi ve sırasında Gramsci’nin düşünceleri bu soru üzerine yoğunlaşmıştır. O, savaşın uyandırdığı geniş işçi kitlelerinin siyasî hayatın arenasına heyecanla adım atacağını, kaçınılmaz olarak ihtiyaçlarının karşılanmasını talep edeceğini ve burjuva hakimiyetinin geleneksel aygıtının bu atılıma karşı direnç gösteremeyeceğini kavramıştı. Proletarya toplumsal iktidarın yeni aygıtını yaratması gerektiğini ve bu aygıtı ne sendikaların ne de diğer halihazırda mevcut işçi örgütlerinin yönlendirebileceğini anlamak zorundadır. İktidarı ele geçirmek, yeni devleti, yeni toplumu örgütlemek için proletaryanın irade ve yeteneğini cisimleştiren yeni bir organizasyon zorunludur. Buradan hareketle, Gramsci, “proletaryanın hegemonyası, yani proletarya ve işçi devleti diktatörlüğünün toplumsal temeli somut sorununa” ulaşır.
O zamanlar, fabrikalara ve işletmelere, sınıf mücadelesi biçimlerine ve işçilerin henüz savaştan önce işletmelerde yarattığı, daha geniş bir mücadele yürütebilme yeteneğiyle sendikalardan ayrılan yeni örgütlenmelere dikkatini yoğunlaştırmıştı. Gramsci Torino’daki sosyalist önderlerin en popüleri ve en sevileni olmuştu. Çevresinde gençler gruplaşmış, sadece sosyalistler arasından değil, anarşistlerin ve Katolikler’in merkezinden de en ileri ve etkin işçiler onun çevresinde toplanmışlardı. Kent işçi örgütlerinin bulunduğu binada çalıştığı oda, yaşadığı çatı katı kısa sürede adeta bir ziyaretgâh haline gelmişti. İşletmelerde söz konusu olduğunda sanki yeni bir önderden bahsedilir gibi konuşuluyordu. Ve gerçekten de İtalyan işçi sınıfının içinde yeni tipte, kitlelerden öğrenmeyi bilen, kitlelerle doğrudan temas halinde işçi sınıfının devrimci siyaseti üzerine çalışan bir önder ortaya çıkmıştı.
Düşüncesinin şekillenmesi ve devrimci eylemliliğindeki belirleyici itkiyi Gramsci Rus Devrimi, Bolşevizm ve Lenin’den almıştı. “Mart (Şubat) Devrimi haberi Torino’da tarif edilemez bir sevinçle karşılanmıştı” diye yazıyordu Gramsci. “İşçiler Çarlık rejiminin Petersburg işçileri tarafından devrildiğini öğrendiklerinde heyecandan ağlıyordu. Ama Kerenskiy ve Menşevikler’in demagojik laflarının kendilerini uyuşturmasına izin vermiyorlardı. O zamanlar Menşevikler ve Sosyal Devrimciler’in yönettiği, savaş yanlısı propaganda yapmak için Petersburg Sovyeti tarafından Batı’ya yollanmış olan bir delegasyon 1917 yılında Torino’ya vardığında bu delegasyonun üyeleri olan Smirnov ve Goldenberg 25.000 kişilik bir kalabalık karşısına çıktığında sesleri şu sloganlarla bastırılmıştı: ‘Yaşasın yoldaş Lenin! Yaşasın Bolşevikler!…’”
Bu gösterinin Petersburg’daki Temmuz ayaklanmasının bastırılmasından sonra, burjuva basınının Lenin ve Bolşevikler’e karşı olabilecek en iğrenç iftiraları atan makalelerle dolup taştığı sırada gerçekleştiğini unutmamak gerek.
“… İtalya’nın savaşa girdiği zamandan (24 Mayıs 1915) yukarıda bahsedilen gösteriye kadar Torino proletaryası hiçbir kitlesel miting düzenlemedi… Henüz bir ay geçmemişti ki, Torinolu işçiler ellerinde silahla İtalyan emperyalizmi ve militarizmine karşı ayaklanmışlardı. Ayaklanma 23 Ağustos 1917’de patlak vermişti. İşçiler beş gün boyunca şehrin sokakları ve alanlarında mücadele ettiler. Tabanca, el bombası ve makineli tüfeklere sahip direnişçiler şehrin bazı bölgelerini ele geçirmeyi başarmışlardı. Sivil makamların ve askeri karargâhın bulunduğu şehir merkezini üç-dört kez ele geçirmeye çalışmışlardı… Askerlerin desteğine boşuna ümit bağlamışlardı: Askerler ayaklanmayı Almanların başlattığı asılsız iddiasına kanmışlardı.
Kitle büyük barikatlar inşa etti, kurt kapanları kurdu, ele geçirdikleri semtleri elektrikli tellerle çevirdi ve askeriye ve polisin saldırılarını beş gün boyunca geri püskürttü. 500’ün üzerinde işçi çatışmada şehit düştü. 2000’den fazla kişi yaralandı. Yenilgiden sonra en iyi proleter unsurlar tutuklandı ve Torino’dan uzaklaştırıldı. Ayaklanmanın sona ermesiyle hareketin devrimci kuvveti zayıfladı, ama kitlelerin sempatisi önceden olduğu gibi yine komünizmden yanaydı.”
Ağustos ayaklanmasından hemen sonra Gramsci Sosyalist Parti Torino seksiyonu sekreterliğine seçildi. Gayet açık bir şekilde İtalya’nın en kızıl şehrinin proleter önderi olarak tanınmıştı. Bu, onun Torinolu işçilerin devrimci eğitiminde oynadığı olağanüstü rolün tasvibiydi.
Zimmerwald ve Kiental Konferanslarından itibaren Gramsci uluslararası işçi hareketinin devrimci unsurlarıyla ve ilk etapta Rus Bolşevikleri’yle tanışmak ve temasta bulunmak için girişimde bulunuyordu. Sınırların neredeyse aşılamaz engellere dönüştüğü savaş zamanı Avrupa’sında bu görevi yerine getirmek hiç de kolay değildi. Tüm ülkelerden ve dünyanın tüm dillerinden illegal yayınlar ve devrimci yazılar Gramsci’nin masasının üzerinde yığılı duruyordu. Lenin’in eserleri, Bolşevik Parti belgeleri tedarik ediliyor, bunlar müthiş bir sabırsızlıkla bekleniyor, tercüme ediliyor, ortaklaşa okunuyor ve konuşuluyor, fabrikalarda anlatılıyor ve yaygınlaştırılıyordu. Bu davanın ruhu Gramsci’ydi. Lenin’in eserlerinde yeni bir söz dolup taşıyordu; İtalyan işçilerinin beklediği ve onları savaş sonrasında büyük mücadeleler için yüreklendiren bir söz.
Marksist öğreti oportünist çarpıtmalardan kurtarılarak, proleter devrimin ve proletarya diktatörlüğünün öğretisi olarak gerçek ışığıyla geri gelmişti. Lenin’in çalışmaları ve faaliyeti, Bolşevizmin ve Rusya’daki Büyük Sosyalist Devrim’in tecrübeleri İtalyan işçilerine savaş sonrası karşılarında duran sorunların çözümü için somut bir perspektif sunmaktaydı.
İtalya’da Bolşevizm’in ve Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin uluslararası önemini ilk kavrayan Gramsci’ydi.
“Bolşevikler -diye yazıyordu 1919 yılında- uluslararası … işçi sınıfının tecrübesi olan, Rus proletaryasının tarihsel ve toplumsal deneyimine resmî biçimini armağan etmişlerdi… Sovyet devleti tüm Rus halkının devleti olmuş ve bu, Komünist Parti’nin kararlılığı ve direngenliği, işçilerin ateşli güveni ve sadakati sayesinde, öğretmenleri Lenin’in açık ve yetkin iradesinin yolgöstericiliğinde Rus komünistlerinin gerçekleştirdiği hararetli ve kesintisiz propaganda ve bilinçlendirme çalışması sayesinde hayata geçmişti.”
Antonio Gramsci, Ekim Devrimi’nin muazzam tecrübesinden yararlanarak, İtalyan işçi sınıfının saflarında tüm kapsamıyla Marksizmin temel içeriği olarak proletarya diktatörlüğü fikrini yükseltti.
Karl Marx’ın eserlerinin ilk İtalyanca baskısında bile “proletarya diktatörlüğü” sözcükleri kayıplara karışmıştı. “Gotha Programının Eleştirisi”nde, reformist çevirmenler, bu sözcükler yerine “proletaryanın sınıf mücadelesi” masum ifadesini koymaya çalışmışlardı. Marx’ın öğretisinin popülerleştiricisi Antonio Labriola, proletarya diktatörlüğünden, işçi sınıfının iktidarı ele geçirdikten sonra uygulanacak “toplumu terbiye eden rejim” olarak bahsediyordu. Ama Antonio Labriola, bu ifadenin gerçekten hem genel itibariyle hem de İtalyan toplumu ve İtalyan işçilerine uyarlanmasında ne anlama geldiğini kavramaya ve açıklamaya muktedir değildi. “Proletarya diktatörlüğü”, onda, “siyaset felsefesinin” karanlık bir kavramı olarak kalakalmıştı. Daha sonraları sendikalizm “teorisyenleri” sendika örgütlerine hazırlıksız ve perspektifsiz “grev jimnastiği” yaptırmak amacıyla reformist sendika lokallerine yaptıkları baskınlara “proletarya diktatörlüğü” ismini takmışlardı. Ekim Devrimi sonrası, Sosyalist Parti, programına proletarya diktatörlüğü tezini eklemişti. Turrati, Sovyetler’in parlamenter cumhuriyetle kıyasının, bir topluluğun bir şehirle kıyaslanmasıyla aynı şey olduğunu dile getiriyordu. Ve Sosyalist Parti’den kendisine devrimci diyen insanlar, proletarya diktatörlüğünün kurulması için somut mücadele görevinin nerede dile gelmesi gerektiğini kavramak konusunda yetersizdiler. O zamanlar Gramsci şöyle yazıyordu:
“Hem Turrati gibi oportünistlere hem de Seratti tipi merkezcilerin tumturaklılığına ve Bombacci tipi uluyan maymunlara karşı yöneltilen ‘proletarya diktatörlüğü’ formülü salt bir formül olmaktan, devrimci lafların tefsirine saf bir vesile olmaktan çıkmak zorundadır. Her kim amacı doğru buluyorsa araçları da tasvip etmek zorundadır. Proletarya diktatörlüğü, yeni bir devletin, proletarya devletinin kurulması demektir… Böyle bir devlet doğaçlama yollardan ortaya çıkmaz: Rus komünistleri, Bolşevikler 8 ay boyunca ‘Tüm iktidar Sovyetlere’ sloganının yayılması için çalıştılar ve Sovyetler 1905’ten beri Rus işçileri tarafından biliniyordu. İtalyan komünistleri Rus tecrübesinden yararlanmalı ve zaman ve enerjiden tasarruf etmelidirler.”
İşletmelerdeki işçi sınıfı örgüt ve sınıf mücadelesi biçimlerini çok önceleri çalışmış olan Gramsci, proletarya diktatörlüğüyle ilgili mücadele sorununu, doğrudan içinde işçilerin iktidar mücadelesini vücut bulduğu ve proleter devletin temeli olabilecek yeni tipte bir örgütün kurulması sorununa bağlıyordu.
Savaş sırasında, fabrika ve işletmelerdeki sendikaların inisiyatif almasıyla, işçilerin işverenlere karşı korunması için komiteler kurulmuştu. Bunlar sendikaların doğrudan kontrolünden koparak, işçiler tarafından seçilen ve tüm işçi kitlesini temsil eden bağımsız örgütler haline geldi. Savaş sonrası krizin işçi kitlesini içine soktuğu genel ilişkilerle bağlantılı olarak ve bir iktidar mücadelesi zorunluluğu bilincini ilerlettiği için bu dönüşüm ivme kazandı.
Gramsci, bu fabrika ve işletme temsilcilikleri hareketinin lideriydi. Onun tarafından 1 Mayıs 1919’da kurulan “Ordine Nuovo” (Yeni Düzen) gazetesi bu hareketin organıydı.
Eski sosyalist önderlerden fabrika ve işletme temsilcilikleri hareketini anlayabilen neredeyse hiç kimse yoktu. Gramsci, fabrika ve işletme temsilciliklerini iktidar mücadelesi eksenine oturtarak parti ve onun tayin edici rolü sorununu yanlış ele almakla suçlanmıştı. Ama gerçekte Gramsci, içinde reformcuların, merkezcilerin ve demagogların iş çevirdiği İtalyan Sosyalist Partisi’nin İtalyan proletaryasının iktidar mücadelesini tayin edemeyeceğini 1917 yılından beri biliyordu. Aynı zamanda savaş sonrası İtalya’sında iktidar mücadelesinin ertelenemeyeceğini, yoksa en koyu gericiliğe yol verilmiş olacağını da kavramıştı.
“İtalya’da sınıf mücadelesinin bugün geldiği aşama -diye yazıyordu- ya devrimci proletaryanın politik iktidarı ele geçirdiği, yeni üretim ve dağılım yöntemlerine geçildiği ya da tam tersine mülk sahibi sınıflar ve hakim kastlar safında korkunç bir gericiliğin başa geçeceği bir aşamayı temsil etmektedir.”
İvedilikle harekete geçilmesi gerekiyordu. Sürat sorunu Gramsci için esas sorundu. Ama hızlı harekete geçmek için iktidar mücadelesi bir sonraki safhaya “ertelenemez” ve geçici olarak yeni bir devrimci partinin örgütlenmesi gündeme alınamazdı. Parti sorunu, yani proletaryanın öncüsü safında tüm hareketin siyasetinin belirlenmesi sorunuyla daha geniş işçi ve emekçi kitlelerinin iktidar mücadelesi doğrultusunda örgütlenmesi sorununun zorunlu biçimde birlikte ve aynı zamanda çözülmesi gerekiyordu.
Savaş sonrası kriz esnasında kitleleri kasıp kavuran devrimci enerji o kadar büyüktü ki, Gramsci’nin kanaatine göre, bu, her iki sorunun da aynı anda çözülebilmesine izin veriyordu. Daha sonraları Gramsci, 1919-1920 yıllarında ifade ettiği düşüncelerin yeterince kesin olmadığını teslim edecekti. Gramsci’de fabrika ve işletme temsilciliklerinin kurulması ve geliştirilmesi, bir politik örgütler sorunu olarak, hem fabrika ve işletme temsilcilikleri hareketini yönlendirme, hem de yapısını, çalışma yöntemlerini, günlük çalışmasını ve politik yönelimini devrimcileştirerek Sosyalist Parti’yi baştan aşağı yenileme yeteneğine sahip “komünist gruplar” ağının kurulması ve geliştirilmesiyle bağlantılıydı. Yani fabrika ve işletme temsilcilikleri, aynı zamanda, ülkede işçi sınıfının hegemonyasına ve proleter ve devrimci unsurların Sosyalist Parti içinde önderliğine yol açmalıydı. Bu, sadece Torino’da gerçekleşti.
Torino’da ve Gramsci’nin etkili olduğu diğer yerlerde fabrika ve işletme temsilciliği hareketi genel ve atılgan bir karakter kazandı. Reformistler sendika yönetiminden, merkezciler parti seksiyonlarından defedildiler. Proletarya ve burjuvazi arasında bir ölüm kalım savaşı başladı ve bu savaşta işçiler ayaklanmanın eşiğine kadar geldiler. 1920 Nisan’ında işverenin fabrika ve işletme temsilcilikleri hareketini bozguna uğratma girişimlerine karşı yürütülen mücadele temelinde, doğrudan Gramsci yönetiminde, savaş sonrası İtalya’sının en büyük hareketi, şehir proletaryasının 11 gün süren siyasî genel grevi gerçekleşti. Bu grev kısa sürede komşu vilayetlerdeki tarım işçilerinin greviyle ve giderek yayılan ve daha tehditkâr bir hal alan dayanışma greviyle birleşti. Bu hareket, (hükümetle yapılan ittifak sonucu) Genel Emek Konfederasyonu’nun reformist önderleri tarafından, kendisine devrimci diyen Sosyalist Parti yönetiminin desteğiyle bozguna uğratıldı.
Sosyalist Parti’nin sol unsurları, Gramsci’nin tüm ülkede devrimci hareketin kolektif çalışma ve yönetimine dair parti önderliğinin yalpalayan ve devamlı reformistlere teslim olmaya hazır başlarından bağımsız bir uzlaşıya gitme önerisini reddettiler. Bu öneri, reformcular ve merkezcilerle hesaplaşmak için buna yetkin parti kongresinin beklenmesi gerektiği bahanesiyle, Bordiga tarafından da reddedildi. “Çekimser” fraksiyonu (yani parlamentoyu boykot eden fraksiyonu) yöneten Bordiga “ultra devrimci” telden çalıyor, ama gerçekte oportünizmini sol bir doktrincilik maskesi arkasına gizleyen bir ukalanın gözlüğünden devrim sorunlarını ele alıyordu. Bu “ulta devrimci”, boşuna faşizmin yardakçısı Troçki’nin arkadaşı değildi ve faşist Mussolini’ye açıktan teslim olmamıştı.
Fabrika ve işletme temsilcilikleri hareketi, İtalyan işçi hareketi tarihine, halk kitlelerinin burjuva iktidarına karşı ve proletarya diktatörlüğünün inşası için hegemonyasını oluşturmada proletaryanın en şiddetli denemesi olarak geçti.
“Proletarya işçi diktatörlüğünü kurduktan, endüstri işletmelerini ve bankaları ele geçirdikten sonra, devlet örgütünün muazzam gücünü mülk sahiplerine karşı, yoksulluğa karşı mücadelelerinde desteklemek için kullanacaktır. Köylülere kredi sağlayacak, kooperatifler kuracak, onların şahsını ve mülkünü hırsızlara karşı koruyacak, iyileştirme ve kurutma giderleri devlet tarafından ödenecektir. Tüm bunların hepsini yapacaktır, çünkü ziraî üretimin büyümesiyle ilgilenmektedir; çünkü köylü kitlelerinin dayanışmasını sağlamak ve korumakla ilgilenmektedir; çünkü endüstrinin kent ve köy, Kuzey ve Güney arasındaki barıştan ve kardeşlikten yana işlemesiyle ilgilenmektedir.”
İtalya ekonomisinin bu devasa yeniden örgütlenme planında, işçi sınıfı her tür sömürü, yoksulluk ve baskı biçimini sönümlendirerek burjuvazi ve burjuva devrimi tarafından çözülmemiş bütün sorunları çözebilecek ilk ve tek sınıf olarak karşımıza çıkıyor.
Bundan ötürü Lenin Komintern II. Kongresi’nde Komünist Enternasyonal’e kabul şartlarıyle ilgili yaptığı konuşmada şöyle diyordu:
“İtalyan yoldaşlara düpedüz söylememiz gerekir ki, Sosyalist Parti ve parlamento fraksiyonu önderlerinin şimdiki çoğunluğu değil, ama ‘Ordine Nuovo’nun eğilimi Komünist Enternasyonal’e uymaktadır.” (Cilt XXV. safya 445, Almanca).
Kongre tezlerinde “Sosyalist Parti’nin Yenilenmesi İçin” başlıklı, Gramsci tarafından kaleme alınmış ve Torino sosyalist seksiyonu tarafından onaylanan siyasî platform, İtalya Komünist Partisi’nin bir sonraki parti kongresine dayanakyık etmesi gereken bir belge olarak takdir toplamıştı.
Ama kongrede “Ordine Nuovo” hareketi temsil bulmadı ve sadece bu olay bile yeni bir parti yaratmak için kullanılan mücadele yöntemlerinde bir eksiklik bulunduğunu gösteriyordu.
Hatanın özü, “Ordine Nuovo”nun ülke çapında Sosyalist Parti içinde devrimci bir fraksiyon yaratılmasını kendisine açıkça görev edinmemesinde yatıyordu. “Grup”, Torino’da büyük bir kitle hareketine dayanıyordu; ülkenin diğer merkezlerinde ise şahsi bağlantılarla sınırlıydı. Emek Konfederasyonu ve Sendikalar Konfederasyonları merkezi aygıtı, kooperatifler, cemaat ve parlamento gruplarının büyük bir kısmı reformistlerin elindeydi; merkezciler parti aygıtına ve büyük bir günlük gazete olan “Avanti”ye sahiplerdi; “çekimserler” neredeyse tüm İtalya’ya yayılan bir fraksiyon grupları ağı kurmuşlar ve Gençlik Federasyonu yönetiminde güçlü bir destek bulmuşlardı. Gramsci ise, bölünmeden henüz birkaç ay önce gazete sorumlusu olmuştu.
Lenin, “devrimci” laflarla mest olan ve aynı zamanda reformistleri koruması altına almış ve partiyi fiilen burjuvaziyle ittifak politikasının hizmetine koşarak kitlelerin hareketini felç etmiş olan merkezcilere açılan ateşin arttırılması gerektiğine işaret etmişti. 1921 yılında Livorno’da Komünist Parti’nin oluşumuna yol açmış olan bölünme, merkezcilere karşı yürütülen amansız mücadelenin sonucuydu. Bu mücadele tüm sol kanat grupların birleşmesi amacını güdüyordu ve Gramsci bu birliğin oluşturulmasını destekleyerek doğru davrandı. Bununla beraber, Lenin, yeni partiyi kitlelerden kopmuş bir tarikata dönüştürme tehlikesi bulunan Bordiga’yı Komintern II. Kongresi’nde sert bir eleştirinin hedefi haline henüz getirmişti. Bordiga III. Enternasyonal’e girmiş olmasına rağmen, daha 1920 yılında Komintern içinde Hollandalı, Alman ve diğer “solcularla” Lenin ve Bolşevik Parti’ye karşı mücadele etmek için bir fraksiyon kurma emeli taşıyordu.
Gramsci ve Bordiga arasında daha başından itibaren derin bir fikir ayrılığı mevcuttu. Ama sağ unsurlarla karışma çekincesinden ötürü reformculara ve merkezcilere karşı onunla ortak hatta bulunmasına rağmen, Bordiga’yla arasına açıkça sınır çekme önlemini almama hatasına düştü. Bu anda, Komünist Parti’nin varlığının ilk zamanlarında iki cephede birden mücadele yürütülmesi gerektiğini anlamamıştı.
Bu hata partimize pahalıya patladı: Bu, Bordiga’ya Eylül 1920’de reformistlerin ihaneti sonucu fabrikaların işgalinin başarısızlığa uğrayarak sonlanmasından sonra, proletarya öncülerinin bir kısmını etkisi altına alan hayal kırıklığı ve karamsarlıktan faydalanarak Komünist Parti’nin siyasi eylem yeteneğini azaltacak ve faşizmin içeri sızmasını kolaylaştıracak sekter anti-Leninist siyaseti sokmaya olanak tanımıştı.
Sovyetler Birliği’ndeki bir senelik ikametgâhı (1922-1923 yıllarında) Gramsci’ye Bolşevizm’le ilgili bilgilerini derinleştirme fırsatı vermişti. O zamanlar etraflıca Rus Devrimi tarihini çalışıyor, Lenin’i kavramayı öğreniyor ve partinin önderi olarak birikimini sağlamlaştırıyordu.
İtalya işçi sınıfı, partisinin, Komünist Parti’nin küçük burjuva doktrincilerden oluşan bir tarikat olarak değil, işçi sınıfının örgütlü öncüleri olarak, sınıfıyla yakından bağlı ve ona en zor siyasi durumlarda dahi önderlik edebilecek kitle partisi olarak kurulmasını ona borçludur.
Gramsci’nin gözünde Bordiga’nın sözde-radikal diliyle üzerini örttüğü oportünizmin her özel türünü parti kollarından temizlemek kolay bir iş değildi. Sekterliğe saplanmış parti üyelerinin bireysel eğitimine yeniden başlamak gibi sabırlı bir işle yola koyulmak, yeni Bolşevik kadrolar yaratmak, inanç kazandırmak, direnci, tereddüdü ve güvensizliği yenmek gerekiyordu. En kirli entrika ve demagoji araçlarından irkilmeyen ve en adi hain ve Troçkist rolünde olan, Mussolini’nin uşaklığına kadar alçalmış Bordiga gibi bir kişiye karşı mücadele verilmesi gerektiği için, bu görev bir o kadar daha zordu.
Bordigacılığın partiden tasfiyesi için yürütülen mücadelede Gramsci olağanüstü bir gayret sarfetti. Parti kadrolarını teker teker geri kazandığı söylenebilir. Faşizmin iktidara gelmesinin ardından tehlikeli bir uyuşukluk durumuna düşen tüm parti sistematik bir Bolşevikleştirme çalışmasıyla canlandırıldı ve yeniden eğitildi.
Bu döneme, Gramsci’nin, Stalin’in eserlerinin onun üzerinde bıraktığı derin etkinin en güçlü şekilde hissedildiği, esas itibariyle partinin doğası, stratejisi, taktiği, örgütlenmesine ilişkin teorik sorularının açıklanmasına adanmış olan çalışmaları denk geliyor. Özellikle de Komünist Parti gibi “merkezileşmiş” bir partide sözde sadece yukarıdan gelen emirlere gösterilen itaat önemsendiği için parti üyelerinin her ideolojik-politik eğitim çalışmasını işe yaramaz bulan karşı devrimci Bordigacı “teoriyi” paramparça etmişti Gramsci ve hiç vakit kaybetmeden kadroların yenilenmesi üzerine çalışmaya başladı.
“Partinin yaşaması ve kitlelerle bağını muhafaza etmesi için -diye yazıyordu- her parti üyesinin aktif bir politik unsur, bir önder olması gerekmektedir. Tam da parti merkezileşmiş olduğundan dolayı parti kollarında geniş bir ajitasyon-propaganda çalışması yürütülmek zorundadır. Parti, üyelerini örgütlü şekilde eğitmek ve onların ideolojik çıtasını yükseltmek zorundadır. Merkezileşme özellikle her muhtemel durumda, ağır işgal koşullarında, hatta yönetici komite belli bir dönemde işlevini yerine getiremediğinde veya tüm dış çevreyle irtibatta bulunamadığı ilişkiler içinde bulunduğunda bile, işçi sınıfının cesaretinin kırılmaması için, aksine ona önderlik edildiğini ve halen mücadele edebileceğini hissetmesi için tüm parti üyelerinin her birinin kendi kendisini merkez alarak yönünü tayin etmesi anlamına gelir. Kitlelerin ideolojik olarak bilinçlendirilmesi bundan dolayı devrimci mücadelenin zorunlu bir ihtiyacıdır. Bu, zafer için zorunlu şartlardan biridir.”
İtalyan Komünist Partisi’nin en iyi kadroları, binlercesini faşizmin hapishanelere attığı kahraman savaşçılar, ne tehditlere ne de takiplere, işkencelere ve ölüme boyun eğmiş demirden insanlar, Bolşevik anlamda, Antonio Gramsci tarafından yetiştirilmişlerdir.
Ama Matteoti krizi sırasında, İtalya’ya döndükten sonra, karşı devrimci Bordigacılar’a ölümcül darbeyi indirerek Gramsci’nin ortaya koyduğu siyasî faaliyet, tüm partiyi ikna etmek, heyecanlandırmak ve peşinden sürüklemekten ibaret değildi.
Mücadelenin koşulları çok ağırdı: Bordiga’nın, faşizmin zaferinin imkansız bir şey olduğu ve faşizmin “burjuva demokrasisinden hiçbir şekilde ayrılmadığı” iddialarıyla laf yağmuruna tuttuğu parti, demoralize olmuş ve gerçekliğin ağır darbeleri karşısında yorgun düşmüştü. Diğer yandan, faşizm büyük zorluklara yol açmıştı; devlet aygıtını henüz tam olarak ele geçirmeyi başaramamıştı ve çıkarları zarar görmüş ve Mussolini’nin büyük sanayi burjuvazisi lehine güttüğü politikalar nedeniyle hayal kırıklığı yaşayan küçük burjuva kitleleri hoşnutsuzdu, serzenişte bulunuyorlar ve giderek ona daha açıktan karşı çıkıyorlardı.
Matteoti’nin öldürülmesinden sonra, Komünist Parti’nin ileri görüşlü ve direngen taktiği Gramsci tarafından tüm ayrıntılarına kadar hesaplanmıştı: Bu cinayetin işlenmesinden hemen sonra demokratik muhalefet gruplarıyla birlikte parlamentonu derhal terk etmek; muhalefetin genel kurul toplantısına genel grev ilanı önerisiyle katılmak (ki bu öneri, bunun karşısında dehşete kapılan, faşizmi parlamento çalışmalarına katılmayı reddederek ve bir basın kampanyası başlatarak devirmeyi öngören demokrat önderler tarafından reddedildi); daha sonra yapılan bir öneriyle – muhalif gruplara ait bir “anti-parlamento” ve “köylülerin vergi grevini” örgütlemek; son olarak, faşizmin suçlarının parlamento mahkemesi tarafından gün yüzüne çıkarılması ve demokrat ve liberal anti-faşistlerin acizliğinin gözler önüne serilmesi için komünistlerin parlamento salonuna geri dönmesi.
Leninist-Stalinci ilke üzerine kurulu olan, kitlelerin kendi tecrübesine dayanarak yönetmesi gerektiği taktiği, demokrat partiyi ve sosyal demokrasiyi izleyen geniş emekçi katmanlarının kazanılmasını kolaylaştırarak, komünistleri faşist diktatörlüğün yıkılması için mücadelenin ön saflarına yerleştirdi. Bu taktik, proletarya ve köylülük arasındaki ittifakın temelini atıyor, partiyi yalıtılmışlık halinden çıkarıyor ve bir kitle partisine dönüşme yolunda ileriye götürüyordu.
Bu politik atak tüm partiyi ve işçi sınıfını baştan aşağı salladı.  Gramsci’nin faaliyetinin yeni bir dönemi başlamıştı – sosyal demokratların onlara karşı yürüttüğü amansız mücadeleye ve faşistler tarafından yapılan ciddi takiplere rağmen komünistlerin etkisinin arttığı kısa, ama son derece önemli bir dönem.
Partimizin İtalyan emekçi kitleler üzerindeki otoritesinin kaynağını bu dönemde aramak gerekir. 1917-1920 tecrübelerinden öğrenildi ki, Torinolu komünistler safında proleter devrimin sorunlarının politik olarak doğru bir şekilde ortaya konması onlara devrimci hareketin önderliğini teslim etmek için yeterli değildi. Bunun üzerine Gramsci, partinin nüfuzunu, sadece daha doğru, kitlenin ihtiyaçlarını daha iyi yansıtan sloganları formüle ederek değil, aynı zamanda emekçiler arasında (özellikle köylerde) bir tabana sahip farklı politik gruplaşmalar bağlamında tutarlı bir siyaset aracılığıyla, merkezî yönünü işçi sınıfıyla ittifak doğrultusunda tayin eden muhalif akımların gelişiminin teşviki aracılığıyla örgütlemeye başlamıştı.
Bu dönemde Katolik sendikaların CGT’ye bağlı sendikalara yakınlaşması ve Katolik köylü örgütlerindeki sol unsurların devrimci işçi ve köylü birliği safına çekilmesine yönelik yürütülen çalışma başarıya ulaştı. Böylelikle Vatikan’ın gerici nüfuzuna ilk ciddi darbe vurulmuş oldu.
Bu dönemde, Komünist Parti, Gramsci’nin insiyatifi üzerine güneyli halkın burjuva devletinin onlara vurduğu zincirleri kıracak olan özerklik mücadelesini haklı bularak, Güney’in köylü kitlelerinin en önemli taleplerinden birisini benimsemiş oldu. Ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı sorunu ve Sardinya sorunu, ajitasyonunda Komünist Parti tarafından ortaya kondu. Ülkemiz yaşamının tüm can alıcı soruları Gramsci’nin propagandası ve politik ajitasyonunda yanıt bulmuştu.
Faşizme karşı mücadele, sözlü protesto ve gösterilerin sınırlarını aşmıştı. Bu mücadele, burjuvazinin gerici gruplarına karşı emekçi halk katmanlarının somut olarak harekete  geçirilmesi için yürütülen, burjuva liberallerinin ve demokratlarının etkisinde kalmasına veya yozlaşmasına izin vermeyen, sosyal demokrasinin gerici önderlerinin etkisinden çekip kurtaran gerçek bir mücadeleye dönüştü. Gramsci’nin temel eylem mottosu “birlik” mottosuydu: İşçi sınıfının birliği, köylü ve işçilerin birliği, Kuzey ve Güney’in birliği, tüm halkın faşizme karşı birliği.
Kitlelerin ve ülkenin tüm ilerici unsurlarının yüzünü döndüğü insandı, Gramsci. Eski liberal siyaset görevlileri şunları fısıldıyordu: “Gramsci’ye dikkat; o, İtalya’nın en büyük devrimcisi”. Keza Mussolini Komünist Parti’nin ve kitlelerin faaliyetine, terörü arttırarak ve demokratik özgürlüklerin son kırıntılarını da yok ederek cevap vermişti.
Tutuklanmasından birkaç ay önce ve hatta daha da evvel, Bordiga’nın siyasî olarak paramparça edildiği ve partinin ezici çoğunluğunun önder olarak Gramsci çevresinde toplandığı İtalya KP’nin Lyon parti kongresinden önce, Gramsci bize, kitlelerle teması korumak ve işçi ve köylü mücadelesini örgütlemek için legal çalışma ve mücadele olanakları kullanmak amacıyla faşist kitle örgütlerine sızmak gerektiğini göstermişti. Bizim hatamız, onun dikkat çektiği bu noktayı layıkıyla yerine getirmemiş olmamızdır. Bu, partinin tam olarak illegaliteye geçmesinden sonra çalışmamızın ve nüfuzumuzun gelişimine engel olmuştur.
Gramsci siyasî faaliyetinin doruk noktasında olduğu bir zamanda tutuklanmıştı. Parti, yeri doldurulamaz bir kayıp vermişti. Gramsci’nin ölümüyle İtalyan işçi hareketinin ilk Bolşeviğinin yaşamı sonlanmış oldu.
Fiziksel olarak zayıf düşmüş, bünyesi ağır hasar görmüş haliyle, kıyas kabul etmeyecek ölçüde çelikleşmiş bir mücadele insanıydı, Gramsci. Çevresine devrimci enerji, aydınlık ve iyimserlik saçıyordu.
Etkin devrimci çalışmasından koparılarak hapishaneye atıldığında mücadele etmeyi bırakamazdı. 10 sene boyunca hapishanede geçirdiği hayat bile, sadece kindar gardiyanlara karşı kendi varlığını savunmaktan ibaret kesintisiz bir mücadele değildi; aynı zamanda eğitim çalışması yürütmek, hapishaneden parti kadrolarının oluşturulması ve İtalya’daki nihaî durum sonucu düğümlenen yeni sorunların çözümüne yardımcı olabilmek için irtibata geçebildiği yoldaşlarını yönlendirebilme olanağını yaratmak için verilen bir mücadeleydi.
Tüm gücü tükendiğinde ve faşist cellatların onu sadece fiziksel değil, ruhsal olarak da zayıflatarak hırpaladıklarında dahi, o, bir devrimcinin ağırbaşlılığını ve haysiyetini asla kaybetmedi ve tüm yoldaşlarına örnek oldu. Fiziksel durumu çok ağırlaştığı bir anda, ona, Mussolini’ye bir dilekçeyle şahsen müracaat ederse özgürlüğüne kavuşabileceği söylendi. Gramsci şu cevabı verdi:
“Bana yapılan öneri intihardır. İntihar etmek için içimde en ufak bir istek bile yok.”
Komünist Parti’nin ölmekte olan önderinin onurlu sözleri hapishanelerde ağızdan ağıza dolaşıyor, faşist gardiyanlara karşı cesareti ve yeni bir nefreti körüklüyordu.
Gramsci “dışarıda” yoldaşlarla buluşma imkanı tanındığında, bu saatleri kolektif çalışmaya adıyordu ve hapishane bu şekilde komünistlerin Leninizmin ilkelerini çalıştıkları, İtalya’da proleter devrimin güçlerini ve koşullarını irdeledikleri ve partinin siyasî ve örgütsel sorunlarını çözdükleri bir okul haline gelmişti.
Çevresine örülen engeller giderek aşılamaz bir hale geldiğinde, kısa mesajlarla, acar ve berrak ifadelerden oluşan beyanlarla yoldaşları yönlendiriyordu. Bu mesajlar yoldaşların yönünü tayin ediyor ve tüm partinin kendi yönünü tayin etmesine yardımcı oluyordu.
1929 yılında bize şu sözü iletmişti: “Dikkatinizi faşist sendikalardaki fabrika ve işletme yetkililerinin hareketine yöneltin.” Bununla, dikkatimizi bir kere daha faşist kitle örgütleri içinde yürütülmesi gereken çalışmanın önemine çekmek istiyordu.
1930 yılında bazı mahkum yoldaşların Troçkizmin etkisi altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu öğrendiğinde ve uzun tartışmalar yürütemeyecek durumdayken, hapishanelere şu kısa manidar mottoyu yaymıştı: “Troçki faşizmin orospusudur”!
Son zamanlarda, Komintern’in Yedinci Kongresi’nden çıkan kararları duyduğunda, tüm gayretiyle düşüncelerini İtalya’da antifaşist halk cephesinin gerçekleştirilmesi için bir yol bulmaya yoğunlaştırdı ve bizi ülkeden ve kitlelerden kopmamak, tüm ülkedeki kitlelerle bağlantıya geçmeyi olanaklı kılacak çözümler bulmak ve bunları kullanmak için faşizmin politikalarının farklı toplumsal katmanlar ve farklı vilayetler için doğuracağı sonuçları çalışmamız gerektiği konusunda uyardı.
Muhtemelen yaşamının son haftalarında İspanyol halkının faşizme karşı verdiği kahramanca mücadele haberi ona ulaşmıştı. Belki de öğrenmişti ki, Guiseppe Garibaldi ismini taşıyan savaşçılar; İspanya’da İtalyan halkının en iyi evlatları -komünistler, sosyalistler, demokratlar ve anarşistler- Cumhuriyetçi İspanya’nın Halk Ordusu saflarında birleşmiş, İtalyan faşizmine ve Mussolini’ye Guadalajara’da ilk mağlubiyetini yaşatmıştı. Eğer bu haber ona ulaşmışsa, muhtemelen gülümsemiş ve umudun ışığı ızdırabını bastırmıştır.
Öngördüğü yolda, son anına kadar elinde tuttuğu bayrak altında -yenilmez Marx-Engels-Lenin-Stalin bayrağı altında- onun kurduğu ve mücadelesinde önderlik ettiği, İtalyan işçi sınıfının öncüsü Komünist Parti, boyun eğmeden özgürlük ve barış davasının, emekçilerin siyasî ve toplumsal olarak özgürleşmesi davasının, sosyalizm davasının nihaî zaferine dek onun öğütlerini hayata geçirerek yolunda ilerlemeye devam edecektir.

Uluslararası mevcut durum ve devrimcilerin görevleri*

Uluslararası burjuvazinin belirgin bir sükûnet ve iyimserlik atmosferiyle yaptığı ekonomik analizler, 2008’de patlayan ekonomik krizin sonuna gelindiğini ve kapitalizmin iyileşme sürecine girildiğini dünyaya ilan etti.
Gerçekten de, ABD ve Almanya gibi bazı ülkelerde küçük ekonomik iyileşmelere yönelik belirtiler görülüyor, fakat aynı zamanda, diğer ülke ekonomileri yeniden düşüşteler. Tüm bu yıllarda, krizin merkezi bir ülkeden diğer bir ülkeye doğru yer değiştirip durdu, ekonomik etkileri ise siyasi ve toplumsal çatışmaların keskinleşmesi ile birlikte tüm dünyada varlığını sürdürüyor.
Dünya; halklar ve egemen sınıflar; bağımlı ülkeler ve emperyalist devletlerle bağımlı ülkelerin doğal kaynakları, pazarları ve etki alanlarının ele geçirilmesi  vb. konusunda kendi aralarında çatışan emperyalist güçler arasında politik-sosyal keskin çatışmalara sahne oluyor.
Ukrayna, Suriye ya da Ortadoğu gibi dünyanın çeşitli noktalarında üretilen siyasi-askeri çatışmalar böyle açıklanıyorlar. Bu alt üst edilmiş dünyada işçiler, gençlik, genel olarak halklar, üzerlerine düşen tarihi rolü yerine getirmek için mücadeleleriyle yol açıyorlar.
Sermayenin krizini emekçilerin sırtına yükleme saldırısı, Avrupa’da halkların mücadeleci yanıtıyla karşılaştı. Okyanusun diğer yanında, Latin Amerika halkları olarak bizler de, İspanya, Yunanistan, Portekiz, İtalya, Almanya… ve sonunda eski kıtanın her yerine yayılan bu mücadele günlerini, sokak hareketlerini, genel grevleri memnuniyet ve iyimserlikle izledik.
Bu mücadele pratiklerinde devrimci örgütler, burjuvazinin kurumsallığına dokunmayacak bir noktadan krize siyasi çözümler bulmak için bu koşulları bir fırsat olarak gören sağ ve oportünist güçlere karşı koyarak, kavgayı doğru yöne çevirmek için güçlerini ikiye katladılar.
Asya ve Afrika’daki vahşi aygıtlar ve çeşitli düzeydeki kapitalist sömürünün karşısında ise emekçilerin yanıtı grev oldu. Binlerce, on binlerce kadın ve erkek işçi, madenci, tarım işçisi, çoğu uluslararası emperyalist şirketlerin yan kuruluşları olan şirketlerinde işleri durdurdular.
Tarihin bir dönemin sömürgeci egemenlikten kurtulmak için silahlanarak ayaklandırdığı Amerika kıtası da, halk protestolarına, şiddetli siyasi karışıklıklara ve emperyalistler arası anlaşmazlıklara sahne olmaktadır. İlerici hükümetlerin iktidarları döngüsünde ciddi sorunlar baş göstermektedir. Uluslararası pazarda hammadde satışlarından gelen alışık olunmayan düzeydeki ekonomik girdiler sayesinde önceki yıllarda sosyal ve kamusal alanda yaşanan gelişmelerin bugün devamında zorluklar yaşanıyor; ekonomik sorunlar yıkımlara neden oluyor. Kaynak bulma arayışında bu hükümetler, burjuvazinin iktidar geleneğini uygulamayı seçtiler: Uluslararası finans kapital karşısında yenildiler ve emekçilerin ceplerine el uzattılar.
Çin, Rus, Kanada, Kuzey Amerika sermayeleri, maden, petrol ve enerji projeleri için bölgeye akıyor… ve şu ya da bu vesileyle gerçekleşen borçlanmalarla zaten varolan ekonomik bağımlılık sürdürülüyor.
Bu ‘ilerici’ hükümetlerden sözümona anti-ABD’ci olan bazıları, gerçekte, özel olarak da Çin ile bir kez daha bağımlılık anlaşmaları hayata geçiriyorlar. Ekonomik ve siyasi uygulamaları açısından, ‘ilerici’ hükümetler ile açıkça sağcı olan hükümetler arasında büyük bir farklılık bulunmamaktadır.
Hem biri ve hem de öteki, işçilerin ve halkların haklarını sınırlamak, hatta ortadan kaldırmak için yasalar ve politikalar uyguluyor; farklı başlıklar altında -fakat aynı amaçlar doğrultusunda- toplumsal muhalefeti cezalandırarak bastırmak için ‘anti-terör’ yasalarını onaylıyor, doğal zenginlikleri yağmalayan maden ve enerji projelerinin hayata geçirilmesinde uzlaşıyor ve doğada geri dönülemez ve ölümcül tahribata neden oluyorlar.
Halk karşıtı ve ulusal olmayan politikalar açısından fazlasıyla örnek mevcuttur, bu nedenle işçilerin, gençliğin ve halkların memnuniyetsizliği ve mücadelesi… ve .unlara eşlik eden baskı da büyümektedir.
Amerika’da, hiç şüphesiz ki, dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi, devletin yeniden gericileşmesinin çeşitli biçimlerde halkların mücadelesine çarptığı bir gerçektir.
Bu gerçeklikle yüzleşerek ve devrimci güçler arasında bulunmanın kitleleri devrim için rol alma yönünde örgütlemek olduğunu da dikkate alarak, bu Uluslararası Seminer’in katılımcıları bizler, işçilerin ve halkların acil ve stratejik çıkarlarının savunulması ve sınıfın bağımsızlığı bağlamında ulusal egemenliğin savunulması için mücadele sözü veriyoruz.
İşçilerin ve halkların birliği ilkesini ortak düşmanların alt edilmesinin; anti emperyalist birliği de mücadelemizin başarıya ulaşmasının temeli olarak kabul ediyoruz.
Halkların bilincinde devrimci fikirlerin gelişmesi ve yerleşmesi için çalışıyoruz, bu nedenle, hakim sınıflar ve emperyalizm ile ideolojik düzlemde karşı karşıya gelinmesi ve onların yenilgiye uğratılması temel görevdir.
Açıktan sağ ve gerici pozisyon alanlarla savaşmak yeterli değildir; sözümona 21. yüzyıl devrimleri adına pro-kapitalist projeleri işletmek için halk hareketi içinde davranan sözde solcular ve oportünistlerin pozisyon ve tezlerinin maskelerinin düşürülmesi zorunlu ve esastır.
Dünyanın herhangi bir yerinde ilerleyen işçi ve halk mücadelelerini kendi mücadelelerimiz olarak kabul ediyor, tümüyle dayanışıyoruz.
Özel olarak ise, sesimizi ve öfkeli yumruğumuzu Yanki desteğiyle Siyonist İsrail devleti tarafından Filistin halkına uygulanan soykırıma karşı yükseltiyoruz: Filistin halkının kendi kaderini tayin ve toprak hakkı için verdiği kahramanca mücadeleyle dayanışıyoruz.
Son yıllarda elde ettiği demokratik kazanımlar için mücadele veren Venezuela halkına destek veriyor, burjuvazinin, Kuzey Amerika emperyalizminin ülkeye yönelik istikrar bozma amaçlı müdahaleci eylemini lanetliyoruz.
Yabancı güçler arası anlaşmazlıkların ve içerideki gerici ve çürümüş grupların hırslarının kurbanı Ukrayna halkı ile dayanışıyoruz.
Dünyanın farklı bölgelerinde düşünceleri nedeniyle yargılanan savaş tutsakları ve politik tutsaklar ile mücadele önderlerinin özgürlüklerini talep ediyoruz.
Quito’da gerçekleştirilen 18. Latin Amerika Devriminin Sorunları Uluslararası Semineri kapsamında hayata geçirilen samimi ve saygılı bir tartışmanın ürünü olan bu düşüncelerimizi Latin Amerika ve dünya halklarına sunarız.
Hedefimiz toplumsal ve ulusal devrim; sermayenin boyunduruğu altındaki tüm insanlığın özgürleşmesidir; bu amaç için elimizden geleni yapacağız.

*Quito, 1 Ağustos 2014

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑