2014’ü bitirdik. 2014’ün çözümsüz bıraktığı pek çok sorun için kritik bir yıl olması beklenen 2015’in ilk günlerindeyiz.
Bugün, 2015 için pek çok dilek, temenni ve tahminlerin yapıldığı şu günlerde, 2015 ve sonrasını önemli ölçüde belirleyecek olan şu gelişmeyi bu “yeni yıl” yazısının en temel saptaması olarak yapmak pek çok konuya açıklık getirecektir.
Bu saptama, “2014’in en önemli gelişmesi; dünyanın bir kutupta Rusya öteki kutupta ABD’nin odak olduğu ‘iki kutuplu bir dünya’ fotoğrafının önemli ölçüde ‘netleşmesi’dir” biçiminde ifade edilebilir.
Bu, bütün bir 90’lı yılları kaplayan “kutupsuz, savaşsız bir dünya”, “ebedi barış içinde bir kapitalist dünya”, “emperyalizmin dünyayı çelişkisiz bir küreselleşme aşamasına getirdiği”ne dair emperyalist propagandanın bütün argümanlarının çöktüğünün çıplak gözle görülür hale gelmesidir.
Bunun diğer bir anlamı da, bundan böyle dünyadaki belli başlı her gelişmenin bu iki emperyalist güç odağı arasındaki çatışmayla bağlantılı olarak gelişmekle karşı karşıya olduğudur. En azından her önemli gelişmenin eninde sonunda bu iki emperyalist güç arasındaki çatışmaya bağlanacağıdır.
Elbette, bu iki güce karşı savaşan antiemperyalist mücadeleler dışında. Ki, onlar da, bu iki güç arasındaki çatışmadan yararlanma anlamında da olsa, bu çatışmayla doğrudan ya da dolaylı ilişki içinde olacaklardır. Hele de çatışmanın artık yüz yıl öncesinden çizilmiş haritaların değiştirilmesini dayattığı koşullarda.
Çünkü “haritaların değişmeye zorlanması” demek; 20. yüzyıl içinde iki dünya savaşı ve SB’nin çöküşü üstünden yenilenen emperyalist dünya düzeninin istikrarının artık geriye dönülmez biçimde bozulmuş olması, emperyalistlerin, “dünyanın yeniden paylaşımı” için kolları sıvamayı da aşarak, henüz iç çatışmalar ve bölgesel savaşları kullanarak da olsa, haritaları fiilen çizmeye başlama aşamasına gelmiş olmaları demektir.
2015’İ BELİRLEYEN 2014’TE ORTAYA ÇIKAN OLGULAR NELERDİR?
Peki, 2013, 2012, 2011,… yıllarında yapmadığımız yukarıdaki değerlendirmeleri yapmamıza neden olan ve 2014’te ortaya çıkan olgular nelerdir?
2014’ü önceki yıllardan ayıran en önemli iki gelişme;
1-) Ukrayna’da neo faşistlerin başını çektiği bir darbe ile Rusya’yla yakınlıktan yana olan Viktor Yanukoviç Hükümeti’nin devrilmesi Batı yanlısı bir hükümet kurulması,
2-) IŞİD’in Suriye ve Irak’ta Musul merkezli geniş bir toprak parçasını kontrol etmesi ve bu topraklar üstünde “İslam Devleti” kurduğunu ilan etmesidir.
Rusya’nın yumuşak karnı Ukrayna çatışma odağı
Elbette ne Ukrayna’daki “faşizan darbe” ve Rusya’nın karşı hamlesi olarak Kırım’ın Rusya’ya bağlanması ne de IŞİD’in “İslam Devleti” ilan etmesine gelen emperyalistlerin Ortadoğu’ya müdahaleleri 2014 yılı içinde bir anda ortaya çıkmadı.
Tersine, her iki gelişme de, 1990’ların ortasında Rusya’nın çöken SB topraklarının en önemli bölümü üstünde yeniden toparlanmaya yönelmesiyle, onu yakın geleceğin bir tehdidi olarak gören Batılı emperyalistlerin daha baştan Rusya’yı kuşatma ve kontrol atında tutma planının bir devamı olarak ortaya çıkmıştı. Çünkü Batılı emperyalistler, Rusya’nın ekonomik, askeri bakımdan stratejik (silah gücü, iki okyanusa sınır ve geniş toprakları), teknolojik (uzay ve silah üretimi) ve yeraltı kaynakları bakımından sınırsız imkanlarını biliyorlardı. Ve kısa süre sonra rakip bir emperyalist güç olarak tarih sahnesine çıkacağından şüphe etmiyorlardı. Bu yüzden de, AB ve ABD, bir yandan enerji başta olmak üzere Rusya’nın yeraltı kaynaklarından yararlanırken, öte yandan da onu büyük bir pazar olarak da “uluslararası piyasa”ya bağlamayı amaçlıyorlardı.
Burada Batılıların iki önemli aracı vardı: AB’nin genişletilmesi ve Doğu Avrupa ülkelerinin NATO’ya alınması!
Böylece AB’nin ve NATO’nun sınırı Rusya’ya dayanacaktı. Nitekim, geçen süre içinde hem AB’nin hem de NATO’nun sınırı Ukrayna’ya dayanmıştı. Ama burada tek sorun, Viktor Yanukoviç yönetimindeki Ukrayna yönetiminin AB ile değil Rusya ile yakınlaşan politika izlemesiydi. Batılılar, neredeyse 20 yıldır sürdürdükleri Ukrayna’ya müdahale üstünden edindikleri imkanları da kullanarak, Ukraynalı neo faşistlerin başını çektiği ülkede siyasi istikrarsızlık yaratma amaçlı eylemler başlattılar ve hükümeti düşürme amaçlı olarak Kiev’i merkez alan bir isyan organize ettiler.
2014 Şubat’ı sonunda Viktor Yanukoviç istifa ederek Rusya’ya sığındı.
Batılılar amaçlarına varmışlardı. Ama Rusya’nın karşı hamlesi beklenenden çok daha sert oldu. 18 Mart’ta Kırım Parlamentosu Rusya’ya bağlanma kararı aldı. Putin Batıların itirazları arasında bu kararı 21 Mart 2013’te onayladı.
Rusya’nın karşı hamlesi Kırım’dan ibaret kalmadı. Doğu Ukrayna’daki Rus nüfus çoğunluğunun Ukrayna Hükümeti’ni tanımama ve bazı kentlerde “halk cumhuriyetleri kurma”ya varan girişimlerine de destek veren Rusya, Ukrayna Hükümeti’nin elini kolunu büyük ölçüde bağladı.
Rusya’nın Ukrayna müdahalesine Batılıların yanıtı; Rusya’ya yönelik olarak bankacılık, gıda, ileri teknoloji ürünleri ve enerji üstünden ambargo koymak oldu. Rusya da Ukrayna üstünden Avrupa’ya doğalgaz taşıyan boru hattındaki akımı durdurarak, hem Ukrayna Hükümeti’ne hem de Avrupa’nın enerji talebine darbe vurmayı amaçladı.
Ve nihayet ABD’nin de teşviki ve Almanya’nın ABD baskısına boyun eğmesiyle “petrol fiyatları düşürülerek” Rusya’nın (elbette İran ve Venezüella gibi ABD’ye kafa tutan ülkelere boyun eğdirilmesi de bu işin “bonusu” olacak diye hesaplanmış olmalı) diz çöktürülmesi için harekete geçildi.
Ancak Rusya’nın Batılıların bu kuşatma girişimleri karşısında boyun eğmesi beklenmiyor. Tersine, Rusya’nın Batının bu saldırısını yeni bir “Demir Perde” olarak gördüğü Putin’in son çıkışlarıyla açıkça da ifade edilmiş olmaktadır. Rusya’nın Doğu Avrupa’da şimdiden girişimler yaptığı, bu girişimlerin AB’nin patronu Almanya’yı rahatsız etmeye başladığı da artık diplomasinin gündemindedir. Ve Rusya’nın, Batılı emperyalistleri, bundan böyle elinin uzandığı her yerde rahatsız edecek girişimler yapmasını beklemek de abartı olmaz.
Kısacası Ukrayna; Batı emperyalizminin Rusya ile en sıcak iki çatışma alanından birisi ve yeni patlama unsurlarını da biriktirerek kaynamaya devam eden bir bölge olarak 2015’e giriyor.
Rusya-ABD arasında ikinci çatışma alanı: Suriye
Rusya’nın Batılı emperyalistlere karşı ikinci direnç noktası Suriye’dir.
Batılı emperyalistler Arap isyanlarına Libya ve Mısır’da müdahale ederken bir direnç gösteremeyen Rusya, bölgedeki “kadim dostu” Suriye’ye yapılan ve Suriye rejimini değiştirerek Batı yanlısı bir yönetim oluşturmayı amaçlayan Batı müdahalesine karşı çıktı.
Rusya, son dört yıl boyunca Suriye’ye yönelik olarak BM Güvenlik Konseyi’nde, Cenevre – 1 ve Cenevre – 2 Konferansları’nda ve diğer uluslararası platformlarda Suriye rejimine, daha doğrusu doğu Akdeniz’de Batıya karşı bir “direnme üssü” olarak gördüğü Suriye’ye destek verdi.
Arap isyanlarının uyandırdığı hareketlenme üstünden bölgeyi yeniden biçimlendirme amaçlı Batılı emperyalistlerin bölgeye müdahaleleri, Libya ve Irak’ta kurdukları düzenin çöküşü, Suriye ve Irak’ta IŞİD’in “İslam Devleti” ilan etmesi ve radikal İslamcı odakların güç kazanması; kısacası Batılı emperyalistlerin “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nin akamete uğramasının ardından gelmişti. Ki, burada Rusya’nın en azından Batılı emperyalistlerin bölgeye müdahalelerinin önünü kesme amaçlı ve Suriye üstünde çok daha açıkça görülen girişimlerinin önemli bir rol oynadığını kabul etmek gerekir.
IŞİD’in orta çıkması bölgedeki çelişkileri keskinleştirdi
Kuşkusuz 2014’ün Ortadoğu’daki en önemli gelişmesi olarak IŞİD’in Suriye ve Irak’ta “İslam Devleti” ilan etmesi, ne Rusya’nın teşvik ettiği ya da istediği, ne de Batılı emperyalistlerin organize ettiği bir gelişmeydi.
Ancak IŞİD’in ortaya çıkması emperyalistlerin bölgeye müdahalesinden de bağımsız da değildi. Tersine, IŞİD’in ortaya çıkması ve güç ve itibar kazanarak bir devlet ilan edecek güce ulaşması, bölgeye yapılan emperyalist müdahaleler ve bölge gericiliklerinin hesaplaşmalarında IŞİD ve bölgedeki diğer Cihadcı odakları kullanma amaçlı politikalarıyla da doğrudan bağlantılıydı. Irak’ın işgaliyle İslam dünyasında had safhaya çıkan Amerikan karşıtlığı ve en başta Amerikalıların kışkırtıp kullandığı bölgedeki mezhep çatışmaları El Kaide, El Nursa, IŞİD,… sayısız Cihadcı örgüt için mümbit bir toprak teşkil etti. Irak’ta işgale karşı savaş içinde örgütlenen IŞİD, Batılı emperyalistlerin yanı sıra, onlardan da çok Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar tarafından desteklenip büyütüldü.
Nihayet 2014’ün 10 Haziran’ında IŞİD’in Musul’u ele geçirmesiyle bölgede ve İslam dünyasında son derece önemli gelişmelerin önü açılmış oldu.
Kürtler son çeyrek yüz yıldan beri kendi kaderlerini tayin etmek için mücadele ederken, Sykes Picot anlaşmasıyla yüz yıl önce çizilen Ortadoğu’da, Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de “sınırları”ları zorlayan bir mücadele yürütüyorlardı. IŞİD’in sahneye çıkmasıyla, Suriye ve Irak’tan da öte, Lübnan, Ürdün, Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan, Yemen ve Kuzey Afrika’ya da uzanan “sınırların yeniden çizilmesi” eğilimi ve mücadelesi gündemin ön sıralarına doğru tırmandı.
Böylece emperyalist müdahale mezhep çatışmaları IŞİD üstünden şekillenir ve bu, aynı zamanda, bölgedeki ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ve bölge halklarının özgürlük, laiklik ve demokrasi taleplerinin öne çıkmasının da zemini genişletirken laik ve demokratik bir Ortadoğu mücadelesinin güçlerini de biçimlendirmeye başladı.
Kürtler, bu mücadelenin ön cephesini oluşturan bir halk olarak, Kerkük’ten, Telafer’den Kobanê’ye kadar IŞİD’e, dolaylı olarak da bölge gericiliklerine karşı savaşmaya başlamış bulunmaktadırlar.
ABD dışında durgunluk ve küçülme eğilimi güçlendi
Çatışmanın sıcak noktalarından Ukrayna ve Ortadoğu’da haritaları zorlayan girişimler olurken, ekonomide de kriz etkenlerinin yükseldiğine, ekonomik gücün hegemonya ve diplomasinin bir aleti olarak kullanılmasıyla “dünya barışı”nın sınırlarını zorlayan gelişmelerin de gerçekleştiğine tanık olduk.
Her şeyden önce, ABD dışındaki dünyada ekonomilerin büyük zorluklarla karşı karşıya oldukları bir döneme girildiği, 2014’te açıkça ortaya çıktı.
Avrupa’nın lokomotifi Almanya’da bile ekonomik büyüme hızı düşerken, Avro Bölgesi’nde büyüme sıfır dolayında seyretti. Gelişmeler, Avrupa’nın bir resesyona doğru ilerlediğine işaret etmektedir.
Japonya’nın ise resesyona girdiği resmen ilan edildi.
Son yıllarda dünya ekonomisinin taşıyıcısı Çin ekonomisinin de büyüme hızı iyice yavaşladı ve “Çin ekonomisi nereye gidiyor?” paniği giderek büyüyor.
Son beş yılın en önemli yükselen ekonomik güçleri arasında görülen Rusya’da ise son bir yıl içinde ruble yüzde 30 değer kaybına uğradı. Petrol fiyatının 60 doların da altına inmesiyle (önümüzdeki yıl bu fiyatın 45 dolara kadar ineceği iddiaları var) Rusya’nın ekonomik bakımdan zor döneminin hayli uzun süreceği tahminleri yapılmaktadır.
Batının Ukrayna sorunu üstünden devreye soktuğu ekonomik ambargo da dikkate alındığında, Rusya’nın daha zor bir döneme girdiğini söylemek için çok derin analizler yapmaya gerek yok.
Bütün bu dünyanın büyük ekonomik güçlerinin resesyona doğru evrildiği bir dönemde, ABD ekonomisinin büyüme, istihdam, işsizlik gibi temel göstergeler açısından 2008 Krizi’nden beri en iyi düzeye ulaşmış olduğunda tüm ekonomi çevreleri hemfikirdir. Bu da ABD’ye ekonomik gücünü kullanarak dünya hegemonyasını yenileme ve sağlamlaştırma imkanı sağlamış görünmektedir, ki ABD’nin bu fırsatı kaçırması beklenemez.
Nitekim ABD, en önemli ve tehlikeli rakibi Rusya’yı, Ukrayna krizinden de yararlanarak, AB ile ortak hayata geçirdiği ambargo ile köşeye sıkıştırırken, aynı zamanda zaten durgunluğa sürüklenmiş AB’yi daha da zor koşullara itmiş bulunmaktadır. ABD bu ekonomik üstünlüğünü, siyasi olarak boyun eğdirmenin aracı olarak kullanmaktır ki, bunu, hedef ülke dostça olmayan, hatta düşmanca bir tutum olarak algılayacaktır.
Ukrayna’da bu tutum, ateşli silah kullanma dışında her yolla Rusya’ya düşmanlık gösteren bir çizgi olarak biçimlenmiştir. Nitekim 5-8 Eylül 2014 Cardiff Zirvesi’nde, NATO, çeyrek yüz yıllık “kimseye karşı bir askeri pakt olmama” tutumun geride bırakarak, “NATO’nun Rusya’ya karşı bir askeri pakt olduğunu” açıkça ilan etmiştir.
ABD’nin bu girişimleri karşısında Rusya da boş durmamaktadır. Çin başta olmak üzere Şanghay Beşlisi’yle ilişkilerini sıkılaştıran Rusya, 2014 yılında Çin’le büyük bir enerji anlaşması yaparak ABD ve Batı baskısını azaltmaya çalışırken, Suriye ve İran’la hatta Türkiye ile yakınlaşmasını artırarak, Ortadoğu’da Batı emperyalizminin manevra alanını daraltan girişimler yapmıştır. Dahası, Doğu Avrupa’da da eski ilişkilerini canlandıran girişimlerle AB içinde sorun yaratacak hamleler yapmaya girişmiştir.
ABD’yse, yakaladığı tartışılmaz üstünlüğünü sadece Rusya’ya karşı değil; Brezilya, Türkiye, Hindistan, Arjantin, Güney Afrika, Hindistan, Endonezya gibi “orta boy ekonomileri” dolar üstünden hizaya getirmeyi (FED tahvil alımlarının durdurulması ve faizi yükseltme tehdidiyle) amaçlayan tutumuyla, son beş yılın yıldızları olan bu ülkeleri, FED’in gözüne bakan ikinci sınıf ekonomiler durumuna doğru ötelemeyi istemektedir.
İran, Venezüella gibi ülkelere de, Rusya gibi, petrol fiyatları üstünden diz çöktürülmek istendiği tartışılmazdır.
İşçilerin sistemden hoşnutsuzluğunun ifadesi olan grev ve direnişlere 2014 yılı boyunca Latin Amerika, Türkiye, Hindistan, Pakistan, Almanya, Fransa,… gibi ülkelerde tanık olduk. Ancak bu grev ve direnişler, hem iş kolları olarak, hem de talepleri itibariyle lokal karakterdeydi. Ancak, yılın sonunda, Belçikalı işçilerin yüz bini aşkın bir kitleyle Brüksel meydanlarından ifade ettikleri taleplerle “sistemin ayakta kalması için artık fedakarlık yapmak istemediklerini” ilan etmeleri, 2015’in işçi sınıfı ve emek mücadelesinin nasıl bir temelde yükseleceğinin de habercisi oldu. Çünkü sermaye güçleri her zaman olduğu gibi ekonomik durgunluk ya da krizlerin faturasını işçi sınıfına yıkmayı başlıca ilke edinmiştir. Bu taktiğin 2015’te daha da acıtacak biçimde hayata geçirileceğinin belirtileri fazlasıyla vardır. Elbette sınıf güçleri için, bu, mücadelenin derinleşerek sürme zemininin genişlemesi anlamına da gelmektedir.
2014’TEN 2015’E TÜRKİYE’NİN HALİ
Türkiye; coğrafi olarak bile, kuzeyinde Ukrayna, güneyinde Suriye ve Irak olan, yani dünyayı yöneten güçlerin en sıcak çatışma bölgesinin (bu çatışmanın mahiyeti yukarıda belirtilmişti) ortasında bir ülke.
Bu coğrafya bile, kendi başına, Türkiye’yi bölgedeki çatışmalardan en sert biçimde etkilenecek ülke konumuna getirmeye yetebilirdi. Ama, coğrafi etkenden de öte, Türkiye, Ukrayna’ya müdahale eden ABD ve Batı emperyalizmi ile “stratejik müttefik” olan, Suriye ve Irak’taysa Sünni Cihadcı örgüt IŞİD ve öteki Cihadcı örgütlerle el altından işbirliği yapmakla kalmayıp onlarla açıkça amaç birliği içinde de bulunan bir yönetime sahip bir ülke. Ve dahası Türkiye’nin Türk-İslam sentezci Sünni yönetimi, Irak ve Suriye yönetimiyle mezhep kavgası yapan, bu kavgada Cihadcı terörist örgütleri kullanmak ve bölgedeki en gerici yönetimlerle işbirliği yapmaktan çekinmeyen yayılmacı bir bölge stratejisine de sahip bir yönetim. Bunlara ek olarak, enerji başta olmak üzere ekonomik bakımdan Rusya’ya bağımlılık derecesinde bağlı, ama Ukrayna’da olduğu gibi, Suriye’de de Rusya ile karşı cephede yer tutan, ama aynı zamanda “Avrasyacılık flörtü” de yapan bir ülke, Türkiye.
Peki, bu kadar mı, Türkiye’yi gerilimler ülkesi yapan ilişkiler?
Elbette hayır!
Türkiye, başlıca çelişmelerinin derinleşip şiddetlendiği, hükümetin açık hedefleri ve gizli ajandası doğrultusundaki girişimleriyle de sorunların kuşattığı bir ülke durumunda.
Bu çelişkilerin kışkırttığı, 2014’te iyice sivrilen ve 2015’e devrolan iç ve dış sorunları şöyle sıralayabiliriz:
1-) İçerde gericileşme ve diktatörleşme hamleleri: AKP Hükümeti’nin 12 yıllık yönetimi sonunda geldiği yer, Türkiye’nin ve halklarının son 200 yıllık “modernleşme”, laisizm ve demokratikleşme adına elde ettiği kazanımlar olarak ne varsa onları da yok etmeyi amaçlayan ve “muhafazakar toplum” planını adım adım hayata geçirmek için devletin ve siyasetin tüm imkanlarını seferber etmektir. Toplumsal yaşamı dini referanslara göre yeniden biçimlendirme hamleleri, devlet yönetiminde otoriterleşme, hatta “tek adam diktatörlüğü”ne yönelme olarak ortaya çıkmıştır.
Nitekim 2014 yılı boyunca art arda çıkarılan yargı paketleri ve yılın sonunda gündeme gelen “güvenlik paketi”yle, bir yandan AKP kadrolaşması öte yandan da halkın özgürlüklerinin kısıtlanmasıyla “muhafazakar toplum” inşasına dair girişimler at başı yürümektedir. Bu yöneliş, kendisini bir yandan dini eğitimin her alana sokuşturulması ve toplumsal yaşamın özgürlük alanını daraltmasında gösterirken, öte yandan kadın cinayetlerinin önlenemez yükselişi ile toplum yaşamında infial uyandıracak mahiyette gelişmeleri de tetiklemektedir.
2014 sonunda (Aralık ayı başında) gerçekleştirilen “Milli Eğitim Şurası”, eğitimin içeriğinden müfredatın dinselleştirilmesi ve karma eğitimin kaldırılmasına varıncaya kadar laik eğitime açıkça darbe mahiyetindeki karar ve amaçların ilan edildiği bir “Dini Eğitim Şurası” olarak sona ermiştir. “Milli Eğitim Şurası”ndan bir hafta sonra toplanan “5. Din Şurası”nda ise, Cumhurbaşkanı, Diyaneti, din görevlilerini ve ulemayı, “laik eğitim” ve “laik bilime” bunları savunanlara karşı topyekûn seferberliğe çağırarak, hedefini açıkça ilan etmiştir.
Sünni İslam’ı “tek ve meşru İslam inancı” sayan bu tutum, çeşitli azınlıkların da hoşnutsuzluğu artırsa da, asıl olarak milyonlarca Alevi’yi inanç özgürlüğü mücadelesine çekmenin zeminini genişletti; Alevilerin “Diyanetin kaldırılması”, “İmam Hatiplerin kaldırılması”, “Din derslerinin zorunlu ders olarak okutulmasına son verilmesi” gibi talepler etrafındaki mücadelesinin daha ileri mevziye gelmesinin yolunu açtı. Laisizm, inanç özgürlüğü davasının bir ihtiyacı olarak gündeme geldi.
Dolayısıyla “laik ve demokratik Türkiye” mücadelesinin toplumsal temeli genişlerken, bu gelişme Kürtlerin, Alevilerin, dini referanslara göre şekillenmiş bir toplumsal yaşama karşı olan ve modern yaşamı benimseyen geniş toplum kesimlerinin hedeflerini ortaklaşması için ortamı son derece elverişli hale getirdi. Böylece laisizm, aynı zamanda ulusalcılıkla hesaplaşmanın bir dayanağı olarak gündemdeki yerini aldı.
2014’ün diğer bir ayırt edeci özelliği ise, bu yılın, biri yerel öteki Cumhurbaşkanlığı seçimi olan iki seçimin yaşandığı bir yıl olmasıdır. Dahası, bu iki seçimin “rövanşı olması muhtemel” olan 2105 Haziran’ında yapılacak genel seçimin de mayalandığı bir yıl olması da 2014’ü ayrıca önemli kılmıştır.
AKP Hükümeti her iki seçimde de “zafer” kazanmış görünmektedir. Ama bu zaferleri kazanan Hükümet, artık siyasi ömrünü tamamlamış, ağır bir yolsuzluk, rüşvet ve kara para skandalının kuvvetli şaibesi altında dört bakanı istifa etmek zorunda kalmış, “Gezi Direnişi”yle de ağır biçimde yaralanmış bir hükümettir. Ve bu şaibe ve bu yara, zaman ilerledikçe “işleyecek” öldürücü bir yaradır.
Kısacası, 2014, iç politika bakımından Hükümetin “muhafazakar toplum” planını devreye sokmak için hamleler yaptığı, ama aynı zamanda toplumun laik, demokratik güçlerinin birleşme ve mücadele zemininin son derece genişlediği bir yıl olarak, 2015’e son derece geniş mücadele imkanları devreden bir yıl olmuştur.
2-) Kürt sorununun demokratik çözümü: Hiç kuşkusuz 2014’ün en önemli süreci olan “Çözüm Süreci” etrafındaki gelişmeler, Türkiye’nin iç politika alanındaki gelişmelerin bir parçası olarak ele alınmaya sığmayacak kadar önemlidirler. Tersine “Çözüm Süreci” etrafındaki gelişmeler ve Kürt sorununun çözümü sorunu, sadece stratejik değil pratik olarak da artık Ortadoğu’nun haritasının yeniden çizilmesine bağlanmıştır. Kürtlerin IŞİD’e karşı mücadelede “laik bir Ortadoğu” için bölge halklarının “kurtarıcısı” konumuna gelmesi ve Kürt halkının Ortaçağ karanlığına karşı direnişin ön cephesinde yer almasının sembolü olarak Kobanê Direnişi, onu desteklemek için hareket geçen Kürt halk yığınlarının 6-7 Ekim Direnişi bunu açıkça göstermiştir.
Öte yandan, İmralı-Kandil-HDP ile Hükümet arasındaki görüşmeler de artık “vaat”le, “genel sözler”le gidemeyecek bir aşamaya gelmiş bulunuyor. Hükümetin, “Çözüm süreci”ni bir yandan Kürt siyasi güçlerinin tasfiyesi, öte yandan da sorunun çözümünün tek seçeneği olma üstünden tüm barışçı çözüm yanlısı güçlere karşı şantaj olarak kullanan bir hat izliyor olması, müzakereyi giderek büyüyen handikaplarla karşı karşıya bırakmaktadır.
Hükümetin bu oyalama ve Kürt güçlerini tasfiye tutumunun Kürt halk yığınları tarafından kabul edilmediği, 6-7 Ekim 2014 Kobanê’ye destek eylemlerinin yanı sıra bölgede ve yer yer de büyük kentlerde süren direnişlerle açıkça görülmektedir. Dahası, son bir yıl içinde bölgedeki gelişmeler, IŞİD’in hem Irak’ta hem de Suriye’de Kürtlere saldırması, Kürt direnişinin ulusal sınırları aşan bir dayanışma içine girmesiyle, Kürt sorununun demokratik çözümü sorununun, Türkiye’nin Suriye ve Irak başta olmak üzere Ortadoğu’daki dış politikasının da çok önemli bir unsuru haline geldiğini göstermektedir.
Hükümet, ayak sürüyerek, vaatler yaparak, hem nalına hem mıhına vuran açıklama ve tutumlarla, Kürt sorununun çözümüne dair Kürt siyasi güçlerinin netleştirdiği taleplerine yanıt vermeyi 2015 genel seçiminden sonraya atmaya yönelik manevralar yapmaktadır. Ama, sürecin artık ertelemelere, ayak sürümelere tahammülü olmadığına dair Kandil’den ve İmralı’dan yapılan açıklamalar da giderek daha ciddi gelişmelere yol açacak mahiyettedir.
Ve “Çözüm Süreci” üstünden süren girişimler, bir yanıyla görüşmelerden somut sonuçlar alacak adımlar olarak biçimlenirken, öte yandan da HDK’nin bir ittifak merkezi olarak zemininin genişletilmesi çabalarını da 2015’e devretmektedir.
2015 seçimini yüzde 10 barajını aşacak bir birliğin (ittifakın) oluşmasının vesilesi olarak değerlendirmek son derece önemli olacaktır.
3-) Duvara çarpan yeni Osmanlıcılık: AKP Hükümeti’nin siyasi ömrünü doldurduğunun en açıkça göründüğü alan Ortadoğu’ya yönelik politikası oldu. Eski Osmanlı egemenliğindeki topraklar üstünde bir tür hegemonya kurma iddiasıyla ortaya atılan “yeni Osmanlıcılık”, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemindeki “Osmanlıcılar” gibi, AKP Hükümeti’nin dış politikasının üstünde yenileyeceği bir yönelişti. Ama bu yöneliş, daha ilik adımda, İran, Suriye, Irak, Mısır, İsrail gibi Ortadoğu’nun en belli başlı ülkeleriyle diplomatik ilişkilerin tahrip olduğu, karşılıklı elçilerin çekildiği bir badireye sürüklendi.
AKP Hükümeti’nin devletler düzeyinde böyle bir “yalnızlık”a sürüklenmesinin yarattığı sendromu aşmak için, dış politikada MİT’i kullandığı, MİT üstünden Cihadcı terörist örgütlerle diplomasi yürütme çizgisine yöneldiği, 2014 yılı içinde iyice görünür oldu. “MİT TIR’ları” denen TIR’larının IŞİD’e, El Nusra’ya ve Suriye yönetimine karşı savaştığını söyleyen öteki terörist örgütlere mühimmat, gıda vb. taşıdığı, Türkiye topraklarının bu silahlı gruplara geçiş yolu olarak kullandırıldığına dair sayısız bilgi, belge ortaya çıktı.
IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi ve “İslam Devleti” ilan etmesiyle birlikte; bölgedeki mezhep savaşı bütün öteki çelişki ve çatışma türlerinin önüne çıktı. Tunus seçimlerinde “Müslüman Kardeş” En Nahda’nın halkın oylarıyla iktidardan düşürülmesinden sonra “Müslüman Kardeşler” çizgisinin savunucusu tek Hükümet olarak kalan AKP Hükümeti Batılılar tarafından Cihadacı örgütlerle ilişkisi konusunda “gözlem altına” alınırken, bu örgütlerin hedefi olma ihtimaliyle de sıkışmaktadır. Süreç ilerledikçe, Türkiye’nin, bölgeye müdahale eden emperyalistlerin olduğu kadar, bölge gericiliklerinin çıkar çatışmalarının, bölgedeki din, mezhep, aşiret çekişmelerinin girdabına çekilmesi kaçınılmaz görünmektedir. Tabii ki, bu yoldan dönülecek açık bir manevra yapılmadıkça.
Ne var ki; Türkiye Ortadoğu’nun girdabına çekilmiştir ve buradan çıkacağını gösteren alametler olmadığı gibi, AKP Hükümeti, mezhep çatışmasını ilerleterek, Suriye, İran ve Irak hükümetlerini daha da sıkıştırarak, bulunduğu köşeden çıkmayı hesaplayan bir çizgide yürümektedir.
Bu “yeni Osmanlıcı” fiyasko, Türkiye’nin Batı ülkeleriyle olağan olması gereken ilişkilerini de sorun haline getirmiş, Hükümetin Müslüman Kardeşçi söylemi ve eylemi, bırakalım hükümetlerle ilişkisini, Batı kamuoyundaki İslamofobinin artmasını kışkırtan bir etken de olmuştur.
Kısacası AKP Hükümeti, yeni Osmanlıcı politikadan beklediğinin tam karşıtı sonuçlarla yüz yüze gelirken, Batılı emperyalistlerle ilişkilerinde de köşeye sıkışmış, onların gözünde de Batı ittifakının bir üyesinden çok hızla Müslüman Kardeşçiliğe doğru kayan bir hükümet konumuna sürüklenmiştir.
Bütün bunlara, 2014 sonunda Doğu Akdeniz’de petrol-doğal gaz arama “krizi” eklenmiştir.
İsrail, Mısır, Kıbrıs, Yunanistan hükümetlerinin Doğu Akdeniz’de Kıbrıs’ın güneyinde uzunca bir zamandan beri sürdürdükleri doğalgaz ve petrol çıkarma girişimleri karşısında, bir ay kadar önce, Türkiye’nin bölgeye “araştırma gemisi” ve savaş gemileri göndermesiyle Doğu Akdeniz yeni bir kriz ve muhtemel çatışma merkezine dönüşme aşamasına geldi.
2015’te bütün bu gelişmelerin faturasının ne olacağını göreceğiz.
4-) Ekonomide ayaklar suya erdi: AKP Hükümeti’nin en iddialı olduğu alan ekonomi politikaları alanıydı. Ama 2014 yılında, özellikle yılın ikinci yarısında tüm ekonomik göstergeler hükümetin propagandasının aksini göstermeye başladı. Nitekim, yılın üçüncü çeyreğinde büyüme 2.7 beklenirken, 1.7’de kaldı; işsizlik de, Kasım ayında gençlerde 20’lere tırmanırken, yetişkin işsizliğinde yüzde 10.5’le son yılların rekor seviyesine ulaştı.
Şimdi yıllık büyümenin tutturulması için dördüncü çeyrekte 4.8 büyüme olması gerekiyor. Ancak dördüncü çeyrekteki büyümenin üçüncü çeyreğin bile çok altında kalacağı herkesin kabul ettiği bir gerçek. 2015 için ise şimdiden iyimser konuşan yok zaten. Nitekim hükümet, asgari ücret, emekli maaşları ve kamuda çalışanların ücret ve maaşlarına sadece yüzde 3+3 zam yapmayı planlıyor.
Sermaye iktisatçıları ve ekonomi bürokrasisi Rusya’ya yönelik Batı ambargosu ve petrol fiyatlarındaki hızlı düşüşü büyük bir coşkuyla karşılamışken, bu ambargonun geri tepip sadece Rusya’yı değil tüm finans sistemini çökertebileceği ve zaten durgunluk içindeki dünya ekonomisinin sorunlarını daha da büyüteceğinin ortaya çıkmasıyla birlikte, şimdi bu zil takıp oynama hali yerini paniğe bırakmaya başlamıştır. Başlangıçtaki büyük beklentilerden geriye “cari açığımız düşer”, “enflasyon düşer” umudu kalmıştır.
2014 yılının herkesin çıplak gözle gördüğü bir diğer gerçeği; piyasaların ve ekonominin ne yana gideceğini belirleyenin ne her vesileyle kürsüleri yumruklayarak “faiziler insin” diye bağırıp çağıran Cumhurbaşkanı, ne Hükümet, ne Türkiye’nin Merkez Bankası ve ne de büyük kapitalistler olmadığıdır. Tersine, direksiyon başında Amerikan Merkez Bankası FED vardır. Ve patronların da, ekonomi bürokrasinin de, piyasa oyuncuları takımının da bir değil, iki gözü birden FED’dedir. FED’in söylediklerinden de öte kaş göz hareketleri bile piyasaları ayağa fırlatmaktadır.
Evet, FED uzun zamandan beri dünya ekonomisinin direksiyonundadır, ama 2014 yılında bu çok açık biçimde görüldü. Hele de FED’in en başta Türkiye, Brezilya, Arjantin, Güney Afrika, Hindistan,…gibi orta boy ekonomiler için bu ölçüde belirleyici hale gelmesi, bu gücün Ukrayna sorununda olduğu gibi siyasi müdahalelere yol açacağı endişelerini de büyütmektedir ki, Türkiye’nin 2015’te bu tür müdahalelerle karşılaşması da sürpriz olmayacaktır.
5-) Emek mücadelesi kan ter içinde ilerliyor ama…: 2014 yılı, son çeyrek yüzyıl boyunca işçi sınıfının en temel haklarına yönelik saldırıların işçilerin toplu halde katledilmelerine vardığı bir yıl olmasıyla, önceki yıllardan bir farklılık gösterdi.
Soma’da, 13 Mayıs’ta 301 maden işçisi göçük altında kalarak hayatını kaybetti. 21. yüzyılda Türkiye’nin işçilerinin 18. yüzyıl koşullarında çalışmak zorunda kaldığını herkese gösterdi bu facia.
Arkasından, 28 Ekim’de, Ermenek’te 18 işçi çalıştıkları ocağı su basınca hayatını kaybetti. Ve 30 Ekim’de, Isparta’da, 17 tarım işçisi trafik kazası görünümü altında bir toplu iş cinayetine kurban gitti.
Bu faciadan bir hafta sonra, 7 Eylül’de, İstanbul’da Torunlar İnşaat’ın Mecidiyeköy’deki şantiyesinde 10 işçinin bir asansör faciası sonunda hayatını kaybetmesiyle, işçi sağlı ve iş güvenliği yönetmeliğinin maden ocaklarından inşaatlara, metal sanayiinden tarıma hiçbir alanda umursanmadığı tartılmaz biçimde ortaya çıktı.
Bütün bu toplu katliamlardan sonra, “işçi sağlı ve iş güvenliği”ne ilişkin yapılan düzenlemelerde fatura işçinin sırtına yıkıldı; maden ocaklarının kapatılarak işçilerin sokağa atılmasından işçilerin eğitim masraflarının sahte belgelerle yapılmış gösterilmesine kadar bu yöndeki uygulamaların sürdüğü ortaya çıktı.
Bu facialarla ortaya çıkan gerçekleri, metal, kimya, taşımacılık başta olmak üzere diğer işkollarında meslek hastalıklarının alıp başını gitmesini ise, ne sendikalar ne de Çalışma Bakanlığı umursuyor.
12 yıllık AKP Hükümeti döneminde yıllık ortalama iş cinayeti sayısı bin 150’ydi. Ama bu yıl bu sayının 1700 dolayında olacağı belirtiliyor.
Öte yandan, 2014 yılı, sendikal bürokrasinin yönetimindeki sendikaların önceki yıllara göre bile bir aktivite içinde olmadıklarını, Soma katliamı gibi tüm dünyada infial uyandıran facianın bile sendikacıları kıpırdatmaya yetmediğini gördük.
Öte yandan ağır çalışma koşulları ve işsizlik baskısı ve sendikal bürokrasinin hainane gayretlerine karşın, her sektörden genç işçilerin ücretten çalışma koşullarının iyileştirilmesine, sendikalaşma girişimlerinden taşeronlaştırmaya karşı mücadeleye, yasal grevlerden dayanışma grevlerine,… pek çok taleple mücadeleye girdiklerine, bu mücadelelerin pek büyük bir çoğunluğunu “kaybetmelerine” karşın yeniden yeniden mücadeleye atılmaktan geri durmadıklarına, 2014’de, önceki yıllara göre daha çok tanık olduk.
Bu mücadeleci işçilerin işçi kurultaylarında işçilerin birlik ve mücadelesi konusunda gayret ve umutlarını ifade ettiklerine, çalışmanın ilerlediği sanayi havzalarında “işçinin işçiyi örgütlediği”ne (sendikalaşan işçilerin yakındaki fabrikaların da sendikalaşması için çalışmaya başladıklarına), işyeri ve sanayi havzaları düzeyinde sanayi ya da “işyeri” komiteleri kurmaya başladıklarına ve bir sendikal mücadele merkezi olarak hareket etmeye yöneldiklerine 2014’te daha çok tanık olmaya başladık.
2014 için;
1-) İşçi sağlığı ve iş güvenliği ve taşeron uygulamasının kaldırılmasına ilişkin taleplerle mücadelenin, genelleşen ve tüm sektörlerle ülke sathına yayılma eğilimi taşıyan bir mücadele olduğu, 2014’te “iş kazaları”nın büyük işçi katliamları olduğunun herkesin gözüne sokulacak kadar büyümesiyle daha bir görünürlük kazandı.
2-) İşçilerin sendikal bürokrasinin engellemeleri ya da taleplerini umursamamaları karşısında fiili sendikal mücadele çizgisine yönelmekten çekinmediğini, bunun özellikle işçi kurultaylarının etkin olduğu alanlarda kendisini gösterdiğini gördük.
3-) Suriye ve Irak’taki iç savaş ve mezhep kavgasının sonucu olan ve bir buçuk milyon kişinin Türkiye’ye sığınmak zorunda kalması sonucu olarak Antep, Hatay, İstanbul başta olmak üzere çeşitli merkezlerde yeni bir mülteci işçiler kitlesinin oluşması, bu kitlenin artık Türkiye işçi sınıfının bir tabakasını teşkil edeceği ortaya çıktı. Bu da, işçi sınıfı birliği için enternasyonalizm ilkesinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösterdi.
Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesinin kan-ter içinde ilerlediği, 2014’te, bu ifadenin mecazi anlamıyla değil, geçek anlamıyla yaşananları yansıttığı çıplak gözle görülecek biçimde ortaya çıktı.
2015, GERÇEKTEN YENİ BİR DÜNYA İÇİN FIRSATLAR YILI
2014’ün 2015’e devrettiği dünya, emperyalistler arasındaki çelişkilerin halkların birbirini boğazlamaya kışkırtıldığı, iç savaşların ülkeler arası savaşlara evrilmesinin an meselesi olduğu, bu kargaşa ve savaşların faturasının halklara yıkılmasının,… haritaların yeniden çizilmesinin gündeme geldiği bir dünyadır.
“Haritaların yeniden çizilmesi” demek, büyük emperyalistlerin sisteminin çözülmeye başlaması demektir; bu, artık onların dünyayı eskisi gibi yönetemeyecekleri ve halkların da artık eskisi gibi yönetilmek istemediklerinin ifadesidir. Ve tabii ki bu, emperyalistlerin hegemonyası altındaki halkların kendi kaderlerine sahip çıkma ve gerici diktatörlüklere karşı özgürlük ve demokrasi talebiyle ayağa kalkmalarının imkanlarının eskisine göre çok daha fazla olduğu bir dünya demektir. Böyle bir dünyada, elbette işçi sınıfı ve halklar, bir yandan emperyalistlerin egemenlik sistemlerini yeniden kurmalarına, insanlığı bir emperyalist savaşa sürükleme girişimlerine karşı, öte yandan da kendi egemen gericiliklerine karşı özgürlük ve demokrasi talepleri etrafındaki mücadele ile sistemin üstüne oturtulduğu gerici, sözde demokratik diktatörlükleri yıkarak ilerleyeceklerdir.
AB, emperyalist kapitalist sistemin içine sürüklendiği kargaşadan yaralanıp ekonomik ve askeri gücünü kullanarak sistemi kendi çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlemek istemektedir.
Rusya’nın ise buna izin vermemek için düne göre daha direngen bir mücadele vereceğini artık herkes biliyor. Putin yılın sonunda bunu açıkça ilan etti. Bunun girişimlerini 2014’te Ukrayna’da, Ortadoğu’da açıkça, Afrika ve Asya’da daha üstü örtülü biçimlerle gördük. 2015’te de bu girişimlerin sonuçlarını göreceğiz ki, bunun şimdiden görünen yanı, 2015’in, önceki yıllara göre daha gerilimli, daha çatışmalı, daha kanlı bir yılı olacağıdır.
Elbette ABD bugün askeri ve ekonomik bakımdan büyük avantajlara sahiptir. Ama yine de amaçlarına varması kolay gözükmemektedir. Çünkü ABD’nin avantajı olan dünya ekonomisinin içine girdiği durgunluk eğilimi ve bunun mümkün kıldığı rakiplerine ekonomik güçle boyun eğdirme girişimleri orta ve uzun vadede tersine dönen bir silah özelliğine de sahiptir. Bugünkü gibi, ülke ekonomilerin birbirine bu ölçüde yüksek düzeyde bağlandığı bir dünyada, büyük çoğunluğun krize sürüklendiği bir dönemde, birkaç ülkenin büyümesini sürdürmesi ve diğer ülkeleri uzun süre kontrol etmesinin imkanı yoktur. Bu yüzden de, dünya ekonomisindeki daralma eğilimi sürdüğü takdirde, ABD’nin de uzun süre ekonomik rahatlığını sürdürmesi beklenemez.
Ancak bunlara bakıp, ABD’nin düşmanlarına (Rusya, İran, Venezüella vb.) boyun eğdirme ve “dostları”nın (Çin, AB, Japonya) burnunu sürtmekten vazgeçeceğini ya da sıcak paraya (dolara) bağımlı hale gelmiş orta boy ekonomileri bir dönem daha rahatlatmak için kesenin ağzını açacağını beklemek, aşırı iyimserlik ve emperyalizmi hiç anlamamak olur.
Bu yüzden de, 2015’te ülkeden ülkeye gelişmeler farklılıklar gösterse de, 2015 dünyasının ekonomik ve siyasi kriz ve çatışma etkenlerinin yükseldiği bir dünya olacağını söylemek için çok güçlü belirtiler vardır.
2015 açısından bakıldığında, Ortadoğu’da IŞİD, Boko Haram, El Nusra gibi Cihadcı örgütlerin güç toplamaya devam edeceğini ve Libya, Nijer, Yemen başta olmak üzere iç çatışma ve savaşların yaygınlaşmasının süreceğini söylemek yanlış olmaz. Bu, aynı zamanda, bu ülkelerde de laik ve demokratik bir Ortadoğu talebi etrafında mücadelenin zemininin genişlemesi anlamına gelecektir. Ki, bu gelişmelerin seyrinde Kürtlerin özgürlüklerini kazanma mücadelesinin, hem Kürtlerin mücadelesi hem de tüm bölge halklarının laiklik ve demokrasi mücadelesi açısından giderek daha önem kazanacağını söylememiz gerekir.
Öte yandan sistemin içine girdiği ekonomik durgunluğun 2015’te derinleşeceğinin işaretleri çok güçlüdür. Sermaye ve hükümetlerinin kriz bahanesiyle işçi sınıfı ve halklara yeni faturalar çıkarmasıysa kaçınılmazdır. Bu yüzden, işçi sınıfı ve halkların sisteme karşı öfke ve tepkilerinin artacağını söylemek yanlış olmaz. 2014 sonunda, AB’nin başkenti Brüksel’de işçilerin sokaklara dökülmesinde de somutlanan “sistemin ayakta kalması için işçilerin fedakarlık yapmak istemediklerini” ilan etmelerine benzer, hatta daha ileri mücadelelerin Avrupa başta olmak üzere dünya ölçüsünde yaygınlaşması, en azından geçmiş yıllara göre daha yoğun bir işçi-emekçi mücadelesi dalgasının sınıfın gündemine girmesi sürpriz olmayacaktır. Sendikal bürokrasinin hain rolü dikkate alındığında, işçi sınıfı mücadelesinin patlamalı ve giderek artan biçimde işçi inisiyatifiyle gelişmesini de beklemeliyiz. Özellikle işçi sınıfı partileri, emekten yana mücadeleci sendikacılar için dönemin düne göre daha geniş fırsatlar sunacağını söylemek yanlış olmaz.
2015: MÜCADELEDE DÖNÜŞÜM YILI
Türkiye 2015’te br yandan Hükümetin durgunluğa sürüklenen ekonomiyle imtihanı olurken siyasette de 2014’teki iki seçim üstünden başlayan siyasetsin yeniden yapılanmasında ortaya çıkan çelişkilerin yeni bir safhaya evrileceği bir yıl olacak. Burada; 2015’e dair şu iki saptamayı hemen yapabiliriz:
1-) Ermeni soykırımının 100. yılında Türkiye, kendi kanlı geçmişiyle bu sefer daha da fazla yüzleşmek zorunda kalacak. Ve Yüzüncü Yıl baskısı, pek çok bakımdan Türkiye’nin dış politikasını, hatta sıkışmış ekonomisini daha da sıkıştıracak girişimlere de sahne olacak. Bu baskıların sadece dilekler ya da “sert eleştirel” söylemle kalmayan, kimi diplomatik, siyasi ve ekonomik baskıların da nedeni (bazen de bahanesi) olabileceğini gösteren belirtiler bugünden vardır. Bu “dış” tepkiler, baskıları Hükümetin ve ulusalcı odakların “içeride” milliyetçilik ve dinci-mezhepçi kışkırtmalarla karşılamaya yönelmesi, bu konuda aydın çevrelerden, demokratik güçlerden gerçekleri söyleyen kurum ve kişilerin baskı altına alınması girişimleri yapılması, özgürlüklerin daha ileriden sınırlandırılmasına girişilmesi, girilen dinci-milliyetçi yolda daha da hızlı ilerlenmesi kuvvetle muhtemeldir.
2-) 2015 Haziran Genel Seçimi; “Çözüm Süreci”yle birleşen yüzde 10 barajını aşma mücadelesi yılın ilk yarısını kapsayacak en önemli gündem olurken, siyasetin bundan sonraki saflaşmasının nasıl bir saflaşma olacağını da büyük ölçüde gösterecek. Bu yüzden de 2015 Seçim süreci, kimin ne kadar oy alıp ne kadar vekil çıkardığından öte, hangi güçlerin hangi güçlerle, nasıl bir demokrasi ve nasıl bir Türkiye için saf tutacağı süreci olarak işleyecektir. Elbette seçim olması yanıyla da, genel seçim, AKP’nin seçimde hükümet kuramayacak biçimde yenilgiye uğratılacağı, en azından seçimden elini kolunu bağlayacak bir sonuçla çıkılarak demokratik Türkiye mücadelesinin kendi gerçek zeminine oturmasının önemli bir adımının atılacağı bir seçim olacaktır.
3-) 2015, halk güçlerinin birleşmesinin ilerletilmesinin yılı olmaya da adaydır. Çözüm Süreci’nin geldiği aşama, inanç özgürlüğünün kazandığı önem, genel seçimle bağlantılı gelişmelerle de birleştiğinde, 2015; HDK faaliyetinin zemininin genişletilmesi, halk güçlerinin birleşmesi, demokrasi cephesinin daha geniş bir zeminde inşasının mücadele gündemin ön sırasına çıkmasının yılı olacak demek bir abartı olmaz.
2015’in bu üç önemli gündeminin etkisinde iç ve dış politikadaki gelişmelerin arka planında şu gelişmeler de sürecektir.
– 2015’te Hükümetin “muhafazakar toplum inşası” doğrultusundaki adımlarının hızlanması şaşırtıcı olmayacaktır. Eğer seçimle AKP Hükümeti alaşağı edilememiş, en azından onun elini kolunu bağlayacak bir sonuç elde edilememişse, Hükümet; çözüm sürecindeki açmazlarını, ekonomideki ve siyasetteki çözümsüzlüklerini toplumu daha çok dini referanslara göre örgütlenmeye teşvik eden önlemleri ön çıkararak, yerine göre milliyetçiliği kışkırtarak, hatta mezhep ve milliyet çatışmasını göze alarak örtmeye çalışacaktır.
– Bu açıdan bakıldığında, 2014’ün sonunda yapılan “Mili Eğitim Şurası”nda (buna “Dini Eğitim Şurası” da diyebiliriz) ve “Din Şurası”nda tartışılan ve karar haline gelip gelmeyen tüm önerilerin uygulamaya ve yasal düzenlemeye geçirilmesi için Hükümetin gayretlerini artıracağını beklemek gerekir. Dolayısıyla, 2015’te, laik eğitim, laik bilim, inanç özgürlüğü, laisizm ve demokrasi mücadelesinin daha da sertleşeceğini söylemek için çok fazla neden vardır. Ki, muhafazakarlaşma ve muhafazakarlaşmayı teşvik eden önlemlerin artmasına paralel olarak kadına yönelik şiddetin 2015’te de artmaya ve kadın cinayetlerinin önlenemez yükselişini sürdürmeye devam edecek olmasında az çok olup biteni bilen herkes hem fikirdir. Bu, aynı zamanda, 2015’in, gerek seçim gerekse öteki gelişmeler içinde kadınların eşitlik mücadelesinin ilerletilmesi ve Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesiyle bağının güçlendirilmesi bakımından da bir fırsat yılı olması demektir.
– Yine, AKP Hükümeti’ni sarıp sarmalayan yolsuzluk, rüşvet, kara para,… gibi hiç bir düzenin, hiçbir dini ya da siyasi odağın kabul edemeyeceği suçlamaların bu yıl da siyasetin sürekli biçimde arka fonunu oluşturacağını söylemek kehanet olmaz. Hiç kuşkusuz 2015, 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet skandalının daha da dallanıp budaklanacağı bir yıl olacak. Bu, Mecliste “fezlekesi” olan bakanların Yüce Divan’a gönderilip gönderilmemesinden bağımsız olarak, böyle olacak. Çünkü, yolsuzluk ve rüşvet skandalıyla sokağa saçılan kirli çamaşırlarla ilgili soruşturmayı savcılar kapatsa bile, bu soruşturma toplum vicdanında kapanmamıştır. Hele de 2015 ortasında yapılacak bir genel seçim olduğuna göre, bu skandalın devamı olacak yeni yolsuzlukların da sokağa dökülebileceği düşünüldüğünde, yolsuzluk ve rüşvet tartışmaların daha da alevlenmesi sürpriz olmayacaktır. Rüşvet ve yolsuzluğun merkezi ve yerel ekonomi politikalarına önemli bir “teşvik” unsuru olarak girdiği dikkate alındığında, daralan ekonominin aynı zamanda siyasi sonuçlara yol açması, geniş rüşvet-yolsuzluk ağının eskisi gibi beslenememesinin yeni sorunlar yaratması, karşılıklı suçlamalarla yeni skandalların patlak vermesi sürpriz olmaz. Bu yüzden yolsuzluk, rüşvet, torpil, kara para,… AKP’nin “işleyen” yarası, sancılı yumuşak karnı olmaya devam edecektir.
AKP’nin derinleşen çukuru: Dış politika
AKP’nin en iddialı olduğu alan olan kendi orijinalitesi “yeni Osmanlıcılık” ideolojik temelli dış politikası, aynı zamanda en çok zorlandığı alandır da. Öyle ki, bu politika onu, son 6-7 yıl içinde bütün komşularıyla kavgalı hale getirirken, Batıyla stratejik ilişkilerini de hayli netameli hale sokmuştur.
Denebilir ki, Hükümetin “yeni Osmanlıcılık”ta ısrarı, onu, kendi kazdığı ve sürekli derinleşen bir kuyuya itmiştir. Hele de IŞİD’in ortaya çıkması, Kürt sorununun bölge sorunu haline gelmesinde vardığı aşama ve bölgede mezhep çatışmalarında bir taraf haline gelmesiyle bu çukur daha da derinleşmiştir.
2015’te bu çukurun daha derinleşeceğinden kuşku duymak için bir neden yoktur. Çünkü bütün belirtiler, Hükümetin girdiği bu yoldan dönmek bir yana, daha da uçlara savrulacağı doğrultusundadır.
Ancak Tunus’taki Cumhurbaşkanlığı seçimini de “laik cephe” adayının kazanmasıyla, AKP ve Hükümeti, Müslüman Kardeşlerin son sığınağı, Sünni mezhepçiliğin en güçlü mihrakı ve “Sünni Cihadın geri cephesinin sağlam kalesi” gibi bir role soyunmuş duruma sürüklenmiştir.
Doğu Akdeniz gerginliği ile Mısır, İsrail, Kıbrıs ve Yunanistan’la da giderek sertleşen gerilimlere eklenecek Ermeni soykırım suçlamaları karşısında girdiği “savunma mevzisi”nin yükleriyle de ağırlaşacak dış politika, AKP Hükümeti’ni 2015’te daha da zorlayacak görünmektedir. Hele de Suriye rejimi 2015’te çökmezse, Suriye’nin Hükümeti’nin Batıyla şöyle ya da böyle bir düzen tutturacak ilişkileri de, AKP Hükümeti’ni, dış politikasını tümüyle ve en baştan yeniden gözden geçirmek zorunda kalacağı bir badireye sürükleyecektir. Ki, Hükümet için buradan bir dönüş, sadece siyasi bir manevrayı değil, ideolojik bir savrulmayı da zorlayacaktır.
Bu dış politikanın içeriye yansımasının, Kürt sorununun çözümünün Türkiye’nin bölge politikasıyla birleşmesi, mezhepçiliğin içeride Aleviliğe karşı kışkırtmalar ve bu kışkırtmalara karşı Alevi yığınların laisizm ve inanç özgürlüğünü savunması, Kürtlerle ve genel olarak demokrasi güçleriyle yakınlaşması olarak biçimleneceğini söylemek yanlış olmaz.
Hükümetin ekonomi politikalarının sorunlarının büyüdüğü bir yıl
Rusya’da derinleşen krizin faturası, AB ve dünya ekonomisindeki daralma eğiliminin 2015’te de sürecek olması, bölgeye emperyalist müdahale ve mezhep temelli iç karışıklıklar ve iç savaşlarla Türkiye’nin komşularıyla arasındaki gerilimin artacak olması, olumsuz etkenler olarak, Türkiye ekonomisi üzerinde 2015’te daha tahrip edici sonuçlara yol açacak görünmektedir.
Ekonomik büyümenin hızla düşme eğilimine girdiği (üçüncü çeyrekte büyüme 1.7’ye geriledi) ve işsizliğin uzun bir aradan sonra yüzde 10.5’e yükseldiği tabloya, sıcak para girişinin azalmasını, FED’in alacağı kararlara bağlı olarak ABD’nin siyasi amaçları için ekonomik gücünü kullanabileceğini de eklersek, 2015’te AKP Hükümeti’nin ekonomi politikalarını yerde süründürecek koşullar hızla olgunlaşacak görünmektedir.
2015 Bütçesi ve ekonomik programa dair (tasarruf, yatırım vb.’ne dair Hükümetin açıkladığı stratejik hedefler) açıklamalar, Hükümetin şimdiden durgunluğa gidişin faturasını halka yıkmak isteğini açıkça göstermektedir.
Yaz ortasında yapılacak milletvekili seçimleri de, ekonomi ve ekonomi bürokrasisi üzerinde “Erdoğan baskısı”nı artıracaktır.
Bütün bunların yanı sıra büyük sermaye ve rantiyenin özelleştirme, doğa, tarih, kültür, kentsel dönüşüm birikimleri dahil ülkenin yeraltı ve yerüstü servetlerinin yağmalaması için, Hükümetin, 2015’te yeni girişimler yapacağı kimsenin inkar edemeyeceği gerçeklerdendir.
Petrol fiyatlarının 60 dolara düşmesi dışında (ki, onun da Rusya ve dünya ekonomisindeki daralma üstünden tersine dönen bir “etken” olması kuvvetle muhtemeldir) bütün işaretler, AKP’nin ekonomi ve dolayısıyla ekonomi politikaları alanında 2015’te çok ciddi handikaplarla karşı karşıya kalacağını göstermektedir. 2015 Bütçe hedefleri, Hükümetin bir kriz olmadan da kriz önlemlerine başvurmak için her bahaneden yararlanacağı; bunun için bahaneler uyduracağı düşünüldüğünde, 2015’in, emekçiler ve işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarının çok zorlanacağı bir yıl olacağını söyleyebiliriz. Bu yüzden kamu emekçilerinin ve kamuda çalışan işçilerin TİS’leri çok çetin geçmeye adaydır.
Kısacası, “2015, AKP ekonomi politikasının varlık yokluk yılı olacaktır” demek, yalın gerçeği ifade etmek olacaktır.
2015’in emek mücadelesinin birleşme ve atılım yılı olması için daha çok ter dökmek gerekecek
2015 Bütçesi’nde asgari ücret, emekliler ve kamuda çalışanlar için öngördüğü yüzde 3+3 ücret ve maaş artışı, bu yılın emekçiler açısından nasıl bir yıl olacağını çok açık biçimde göstermektedir. Bu da, kamuda TİS yılı da olan 2015’in milyonlarca işçi ve kamu emekçisi ailesi ve milyonlarca emekli ailesi için kabusa dönüşecek olması demektir. Bunu önlemenin tek yolununun yığınların taleplerinde ısrar etmeleri olduğu tartışmasızdır.
Bu 3+3 kriteri, sadece işçiler ve kamu emekçileri için değil, üretici köylülükten şehir ve kırın yoksullarına kadar herkes için yokluk, yoksulluk ve işsizlik anlamına gelmektedir.
Bu yüzden de, 2015’te emek cephesinin makus talihini yenmesi için adım atabilmesinin tek koşulunun, kendi içinde birleşmesi, sendikalar ve emek örgütlerinin üstlerine düşen rolü oynaması, emekçilerin haklarının savunulmasında seçimlerden TİS’lere kadar her platformda sermaye ve partilerine karşı bir tutum benimsemeleri olduğunu söyleyebiliriz.
Buradan bakıldığında, 2015 için şunları söyleyebiliriz:
1-) İşçiler ve kamu emekçileri başta olmak üzere sömürülen yığınların kısmi taleplerle ve yerel olarak çeşitli vesilelerle atıldıkları her mücadeleyi, yerel ve merkezi imkanları sonuna kadar kullanarak ilerletmek bu yıl da çok önemlidir. Ama bunun kadar önemli bir şey de, bu mücadelelerin birleştirilip ilerletilmesi, emekçiler ve mücadelelerinin çeşitli platformlar etrafındaki birliklerinin daha geniş birliklere dönüşmek üzere ilerletilmesidir. Bu amaçla, işçiler, bir yandan içinde örgütlü oldukları sendikalar içinde bürokrat sendikacılara karşı mücadele verirken, aynı zamanda, fiili olarak da inisiyatifi ele aldıkları, hiçbir alışılmış kurala bağlı kalmadan birliklerini ve mücadelelerini ilerletmek için gerekli adımları atmak durumundadır. Bu yıl, bu girişimler için daha çok dayanak sunacak özelliklere sahiptir. Örneğin Birleşik Metal üyesi işçilerin, sendikalarını da zorlayıp ileri iterek, yılın sonunda MESS-Türk Metal dayatması TİS’i kabul etmemek için harekete geçmeleri, daha şimdiden onları tüm sınıf adına hareket eden, dolayısıyla sınıfın tüm ileri güçleriyle birleşmeleri için zemini güçlendiren bir mevziye getirmiştir. Bu da, tüm sınıf ve sınıf güçlerinin bu mevzi etrafında mücadeleye çekilmesi görevini diğer görevlerin önüne çıkarmaktadır.
2-) İş güvenliği, işçi sağlığı ve taşeronlaştırmaya karşı mücadelenin 2014’teki mevzisinden daha ileriye taşınması için adımlar atılmasında 2015 önemli dayanaklar sunacaktır.
3-) Kamu emekçileri ve kamuda çalışan işçiler için bu yıl TİS yılıdır ve bu TİS’lerde işçi ve emekçilerin güçlerni ortaya koydukları bir mücadele olarak ele alınmazsa, varılacak yer, Hükümetin dayatmalarına boyun eğmek olacaktır.
4-) Göçmen işçilerle birlik ve kardeşleşme sorunu, 100. Yıl dolayısıyla Ermeni soykırım tartışmalarıyla birlikte ele alındığında (ki, Kürt sorununun çözümü mücadelesinin geldiği boyutta özerklik, anadilde eğitim vb. üstünden yürüyen eski tartışmalar da yenilenecektir), 2015’te enternasyonalizm ilkesinin öne çıkarılması, propaganda ve ajitasyonun bu ilke dikkate alınarak içeriklendirilmesi son derece önemli olacaktır. Seçimden hemen önce kutlanacak 1 Mayıs bu bakımdan önemli bir fırsat yaratacaktır. Dolayısıyla işçiler, kamu emekçileri ve tüm emekçi kesimler içinde, 2015’te; milliyetçiliğe, dinciliğe ve mezhepçiliğe karşı mücadele için geniş bir zemin doğacağı ortadadır. Bu imkanları iyi kullanma, sınıf partisi ve işçilerin, kamu emekçilerinin ileri kesimleri için pek çok yanıyla hayati derecede önemli olacaktır.
5-) 2015’in, yazı boyunca değinilen muhtemel koşulları, genel seçimi, işçi sınıfı, kamu emekçileri ve tüm emekçi yığınlar için sermaye partilerinin oy deposu olmaktan kopup kendi sınıflarının safında yer almalarının önemli bir imkanı haline getirmektedir. Bu yüzden emekçi yığınların siyasette birleşmeden sendikal mücadelede de fazla bir adım atma şansının kalmadığını görmeleri için bir fırsattır, bu dönem. Bu vesileyle şunu da belirtelim ki, 2015 Genel Seçimi; sınıf içinde Kürt sorununun çözümünden Alevilerin inanç özgürlüğüne, Türkiye’nin demokratikleşmesinin öneminden bunun işçi sınıfı mücadelesinin ilerletilmesiyle ilişkisine,… çok boyutlu bir ajitasyonu son derece önemli hale getirmektedir. Bu, elbette ki, sınıfın bilincinin ilerletilmesi, sınıfın sömürüsüz ve sınıfsız bir toplum idealinin propagandası için de son derece önemli bir fırsat olacaktır.
Evet, 2014 için “Emek mücadelesinin kan ter içinde ilerlediği”ne dikkat çekmiştik.
2015 de zorluklarıyla olduğu kadar, hatta daha da fazla sunduğu imkanlar bakımından, bu yüzden de imkanların hayata geçirilmesi bakımından daha çok ter dökecekleri yıl olarak geliyor. Asıl önemeli yanı da budur.
Eğer işçiler, emekçiler tekeller için, sermaye için kan ve ter dökmekten kurtulmak istiyorlarsa kendi davaları için daha çok ter dökmeyi göze almak zorundadırlar. Bu bize bütün bir sınıflar mücadelesi tarihinin öğretti temel derstir.
2015; demokrasi güçlerini, sınıf partisini, işçileri, emekçileri kendi geleceklerine sahip çıkmaya, özgürlükler için, demokrasi için sömürüsüz savaşsız bir insanlık davasının yolunu açmak için daha çok mücadeleye, daha çok ter dökmeye çağırıyor.
Bu çağrıya uymak hepimizin sorumluluğudur.