2015: özgürlükler ve sömürüsüz, savaşsız bir dünyanın yolunu açmak için daha çok ter dökmeye çağrı

2014’ü bitirdik. 2014’ün çözümsüz bıraktığı pek çok sorun için kritik bir yıl olması beklenen 2015’in ilk günlerindeyiz.
Bugün, 2015 için pek çok dilek, temenni ve tahminlerin yapıldığı şu günlerde, 2015 ve sonrasını önemli ölçüde belirleyecek olan şu gelişmeyi bu “yeni yıl” yazısının en temel saptaması olarak yapmak pek çok konuya açıklık getirecektir.
Bu saptama, “2014’in en önemli gelişmesi; dünyanın bir kutupta Rusya öteki kutupta ABD’nin odak olduğu ‘iki kutuplu bir dünya’ fotoğrafının önemli ölçüde ‘netleşmesi’dir” biçiminde ifade edilebilir.
Bu, bütün bir 90’lı yılları kaplayan “kutupsuz, savaşsız bir dünya”, “ebedi barış içinde bir kapitalist dünya”, “emperyalizmin dünyayı çelişkisiz bir küreselleşme aşamasına getirdiği”ne dair emperyalist propagandanın bütün argümanlarının çöktüğünün çıplak gözle görülür hale gelmesidir.
Bunun diğer bir anlamı da, bundan böyle dünyadaki belli başlı her gelişmenin bu iki emperyalist güç odağı arasındaki çatışmayla bağlantılı olarak gelişmekle karşı karşıya olduğudur. En azından her önemli gelişmenin eninde sonunda bu iki emperyalist güç arasındaki çatışmaya bağlanacağıdır.
Elbette, bu iki güce karşı savaşan antiemperyalist mücadeleler dışında. Ki, onlar da, bu iki güç arasındaki çatışmadan yararlanma anlamında da olsa, bu çatışmayla doğrudan ya da dolaylı ilişki içinde olacaklardır. Hele de çatışmanın artık yüz yıl öncesinden çizilmiş haritaların değiştirilmesini dayattığı koşullarda.
Çünkü “haritaların değişmeye zorlanması” demek; 20. yüzyıl içinde iki dünya savaşı ve SB’nin çöküşü üstünden yenilenen emperyalist dünya düzeninin istikrarının artık geriye dönülmez biçimde bozulmuş olması, emperyalistlerin, “dünyanın yeniden paylaşımı” için kolları sıvamayı da aşarak, henüz iç çatışmalar ve bölgesel savaşları kullanarak da olsa, haritaları fiilen çizmeye başlama aşamasına gelmiş olmaları demektir.

2015’İ BELİRLEYEN 2014’TE ORTAYA ÇIKAN OLGULAR NELERDİR?
Peki, 2013, 2012, 2011,… yıllarında yapmadığımız yukarıdaki değerlendirmeleri yapmamıza neden olan ve 2014’te ortaya çıkan olgular nelerdir?
2014’ü önceki yıllardan ayıran en önemli iki gelişme;
1-) Ukrayna’da neo faşistlerin başını çektiği bir darbe ile Rusya’yla yakınlıktan yana olan Viktor Yanukoviç Hükümeti’nin devrilmesi Batı yanlısı bir hükümet kurulması,
2-) IŞİD’in Suriye ve Irak’ta Musul merkezli geniş bir toprak parçasını kontrol etmesi ve bu topraklar üstünde “İslam Devleti” kurduğunu ilan etmesidir.

Rusya’nın yumuşak karnı Ukrayna çatışma odağı
Elbette ne Ukrayna’daki “faşizan darbe” ve Rusya’nın karşı hamlesi olarak Kırım’ın Rusya’ya bağlanması ne de IŞİD’in “İslam Devleti” ilan etmesine gelen emperyalistlerin Ortadoğu’ya müdahaleleri 2014 yılı içinde bir anda ortaya çıkmadı.
Tersine, her iki gelişme de, 1990’ların ortasında Rusya’nın çöken SB topraklarının en önemli bölümü üstünde yeniden toparlanmaya yönelmesiyle, onu yakın geleceğin bir tehdidi olarak gören Batılı emperyalistlerin daha baştan Rusya’yı kuşatma ve kontrol atında tutma planının bir devamı olarak ortaya çıkmıştı. Çünkü Batılı emperyalistler, Rusya’nın ekonomik, askeri bakımdan stratejik (silah gücü, iki okyanusa sınır ve geniş toprakları), teknolojik (uzay ve silah üretimi) ve yeraltı kaynakları bakımından sınırsız imkanlarını biliyorlardı. Ve kısa süre sonra rakip bir emperyalist güç olarak tarih sahnesine çıkacağından şüphe etmiyorlardı. Bu yüzden de, AB ve ABD, bir yandan enerji başta olmak üzere Rusya’nın yeraltı kaynaklarından yararlanırken, öte yandan da onu büyük bir pazar olarak da “uluslararası piyasa”ya bağlamayı amaçlıyorlardı.
Burada Batılıların iki önemli aracı vardı: AB’nin genişletilmesi ve Doğu Avrupa ülkelerinin NATO’ya alınması!
Böylece AB’nin ve NATO’nun sınırı Rusya’ya dayanacaktı. Nitekim, geçen süre içinde hem AB’nin hem de NATO’nun sınırı Ukrayna’ya dayanmıştı. Ama burada tek sorun, Viktor Yanukoviç yönetimindeki Ukrayna yönetiminin AB ile değil Rusya ile yakınlaşan politika izlemesiydi. Batılılar, neredeyse 20 yıldır sürdürdükleri Ukrayna’ya müdahale üstünden edindikleri imkanları da kullanarak, Ukraynalı neo faşistlerin başını çektiği ülkede siyasi istikrarsızlık yaratma amaçlı eylemler başlattılar ve hükümeti düşürme amaçlı olarak Kiev’i merkez alan bir isyan organize ettiler.
2014 Şubat’ı sonunda Viktor Yanukoviç istifa ederek Rusya’ya sığındı.
Batılılar amaçlarına varmışlardı. Ama Rusya’nın karşı hamlesi beklenenden çok daha sert oldu. 18 Mart’ta Kırım Parlamentosu Rusya’ya bağlanma kararı aldı. Putin Batıların itirazları arasında bu kararı 21 Mart 2013’te onayladı.
Rusya’nın karşı hamlesi Kırım’dan ibaret kalmadı. Doğu Ukrayna’daki Rus nüfus çoğunluğunun Ukrayna Hükümeti’ni tanımama ve bazı kentlerde “halk cumhuriyetleri kurma”ya varan girişimlerine de destek veren Rusya, Ukrayna Hükümeti’nin elini kolunu büyük ölçüde bağladı.
Rusya’nın Ukrayna müdahalesine Batılıların yanıtı; Rusya’ya yönelik olarak bankacılık, gıda, ileri teknoloji ürünleri ve enerji üstünden ambargo koymak oldu. Rusya da Ukrayna üstünden Avrupa’ya doğalgaz taşıyan boru hattındaki akımı durdurarak, hem Ukrayna Hükümeti’ne hem de Avrupa’nın enerji talebine darbe vurmayı amaçladı.
Ve nihayet ABD’nin de teşviki ve Almanya’nın ABD baskısına boyun eğmesiyle “petrol fiyatları düşürülerek” Rusya’nın (elbette İran ve Venezüella gibi ABD’ye kafa tutan ülkelere boyun eğdirilmesi de bu işin “bonusu” olacak diye hesaplanmış olmalı) diz çöktürülmesi için harekete geçildi.
Ancak Rusya’nın Batılıların bu kuşatma girişimleri karşısında boyun eğmesi beklenmiyor. Tersine, Rusya’nın Batının bu saldırısını yeni bir “Demir Perde” olarak gördüğü Putin’in son çıkışlarıyla açıkça da ifade edilmiş olmaktadır. Rusya’nın Doğu Avrupa’da şimdiden girişimler yaptığı, bu girişimlerin AB’nin patronu Almanya’yı rahatsız etmeye başladığı da artık diplomasinin gündemindedir. Ve Rusya’nın, Batılı emperyalistleri, bundan böyle elinin uzandığı her yerde rahatsız edecek girişimler yapmasını beklemek de abartı olmaz.
Kısacası Ukrayna; Batı emperyalizminin Rusya ile en sıcak iki çatışma alanından birisi ve yeni patlama unsurlarını da biriktirerek kaynamaya devam eden bir bölge olarak 2015’e giriyor.

Rusya-ABD arasında ikinci çatışma alanı: Suriye
Rusya’nın Batılı emperyalistlere karşı ikinci direnç noktası Suriye’dir.
Batılı emperyalistler Arap isyanlarına Libya ve Mısır’da müdahale ederken bir direnç gösteremeyen Rusya, bölgedeki “kadim dostu” Suriye’ye yapılan ve Suriye rejimini değiştirerek Batı yanlısı bir yönetim oluşturmayı amaçlayan Batı müdahalesine karşı çıktı.
Rusya, son dört yıl boyunca Suriye’ye yönelik olarak BM Güvenlik Konseyi’nde, Cenevre – 1 ve Cenevre – 2 Konferansları’nda ve diğer uluslararası platformlarda Suriye rejimine, daha doğrusu doğu Akdeniz’de Batıya karşı bir “direnme üssü” olarak gördüğü Suriye’ye destek verdi.
Arap isyanlarının uyandırdığı hareketlenme üstünden bölgeyi yeniden biçimlendirme amaçlı Batılı emperyalistlerin bölgeye müdahaleleri, Libya ve Irak’ta kurdukları düzenin çöküşü, Suriye ve Irak’ta IŞİD’in “İslam Devleti” ilan etmesi ve radikal İslamcı odakların güç kazanması; kısacası Batılı emperyalistlerin “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nin akamete uğramasının ardından gelmişti. Ki, burada Rusya’nın en azından Batılı emperyalistlerin bölgeye müdahalelerinin önünü kesme amaçlı ve Suriye üstünde çok daha açıkça görülen girişimlerinin önemli bir rol oynadığını kabul etmek gerekir.

IŞİD’in orta çıkması bölgedeki çelişkileri keskinleştirdi
Kuşkusuz 2014’ün Ortadoğu’daki en önemli gelişmesi olarak IŞİD’in Suriye ve Irak’ta “İslam Devleti” ilan etmesi, ne Rusya’nın teşvik ettiği ya da istediği, ne de Batılı emperyalistlerin organize ettiği bir gelişmeydi.
Ancak IŞİD’in ortaya çıkması emperyalistlerin bölgeye müdahalesinden de bağımsız da değildi. Tersine, IŞİD’in ortaya çıkması ve güç ve itibar kazanarak bir devlet ilan edecek güce ulaşması, bölgeye yapılan emperyalist müdahaleler ve bölge gericiliklerinin hesaplaşmalarında IŞİD ve bölgedeki diğer Cihadcı odakları kullanma amaçlı politikalarıyla da doğrudan bağlantılıydı. Irak’ın işgaliyle İslam dünyasında had safhaya çıkan Amerikan karşıtlığı ve en başta Amerikalıların kışkırtıp kullandığı bölgedeki mezhep çatışmaları El Kaide, El Nursa, IŞİD,… sayısız Cihadcı örgüt için mümbit bir toprak teşkil etti. Irak’ta işgale karşı savaş içinde örgütlenen IŞİD, Batılı emperyalistlerin yanı sıra, onlardan da çok Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar tarafından desteklenip büyütüldü.
Nihayet 2014’ün 10 Haziran’ında IŞİD’in Musul’u ele geçirmesiyle bölgede ve İslam dünyasında son derece önemli gelişmelerin önü açılmış oldu.
Kürtler son çeyrek yüz yıldan beri kendi kaderlerini tayin etmek için mücadele ederken, Sykes Picot anlaşmasıyla yüz yıl önce çizilen Ortadoğu’da, Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de “sınırları”ları zorlayan bir mücadele yürütüyorlardı. IŞİD’in sahneye çıkmasıyla, Suriye ve Irak’tan da öte, Lübnan, Ürdün, Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan, Yemen ve Kuzey Afrika’ya da uzanan “sınırların yeniden çizilmesi” eğilimi ve mücadelesi gündemin ön sıralarına doğru tırmandı.
Böylece emperyalist müdahale mezhep çatışmaları IŞİD üstünden şekillenir ve bu, aynı zamanda, bölgedeki ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ve bölge halklarının özgürlük, laiklik ve demokrasi taleplerinin öne çıkmasının da zemini genişletirken laik ve demokratik bir Ortadoğu mücadelesinin güçlerini de biçimlendirmeye başladı.
Kürtler, bu mücadelenin ön cephesini oluşturan bir halk olarak, Kerkük’ten, Telafer’den Kobanê’ye kadar IŞİD’e, dolaylı olarak da bölge gericiliklerine karşı savaşmaya başlamış bulunmaktadırlar.

ABD dışında durgunluk ve küçülme eğilimi güçlendi
Çatışmanın sıcak noktalarından Ukrayna ve Ortadoğu’da haritaları zorlayan girişimler olurken, ekonomide de kriz etkenlerinin yükseldiğine, ekonomik gücün hegemonya ve diplomasinin bir aleti olarak kullanılmasıyla “dünya barışı”nın sınırlarını zorlayan gelişmelerin de gerçekleştiğine tanık olduk.
Her şeyden önce, ABD dışındaki dünyada ekonomilerin büyük zorluklarla karşı karşıya oldukları bir döneme girildiği, 2014’te açıkça ortaya çıktı.
Avrupa’nın lokomotifi Almanya’da bile ekonomik büyüme hızı düşerken, Avro Bölgesi’nde büyüme sıfır dolayında seyretti. Gelişmeler, Avrupa’nın bir resesyona doğru ilerlediğine işaret etmektedir.
Japonya’nın ise resesyona girdiği resmen ilan edildi.
Son yıllarda dünya ekonomisinin taşıyıcısı Çin ekonomisinin de büyüme hızı iyice yavaşladı ve “Çin ekonomisi nereye gidiyor?” paniği giderek büyüyor.
Son beş yılın en önemli yükselen ekonomik güçleri arasında görülen Rusya’da ise son bir yıl içinde ruble yüzde 30 değer kaybına uğradı. Petrol fiyatının 60 doların da altına inmesiyle (önümüzdeki yıl bu fiyatın 45 dolara kadar ineceği iddiaları var) Rusya’nın ekonomik bakımdan zor döneminin hayli uzun süreceği tahminleri yapılmaktadır.
Batının Ukrayna sorunu üstünden devreye soktuğu ekonomik ambargo da dikkate alındığında, Rusya’nın daha zor bir döneme girdiğini söylemek için çok derin analizler yapmaya gerek yok.
Bütün bu dünyanın büyük ekonomik güçlerinin resesyona doğru evrildiği bir dönemde, ABD ekonomisinin büyüme, istihdam, işsizlik gibi temel göstergeler açısından 2008 Krizi’nden beri en iyi düzeye ulaşmış olduğunda tüm ekonomi çevreleri hemfikirdir. Bu da ABD’ye ekonomik gücünü kullanarak dünya hegemonyasını yenileme ve sağlamlaştırma imkanı sağlamış görünmektedir, ki ABD’nin bu fırsatı kaçırması beklenemez.
Nitekim ABD, en önemli ve tehlikeli rakibi Rusya’yı, Ukrayna krizinden de yararlanarak, AB ile ortak hayata geçirdiği ambargo ile köşeye sıkıştırırken, aynı zamanda zaten durgunluğa sürüklenmiş AB’yi daha da zor koşullara itmiş bulunmaktadır. ABD bu ekonomik üstünlüğünü, siyasi olarak boyun eğdirmenin aracı olarak kullanmaktır ki, bunu, hedef ülke dostça olmayan, hatta düşmanca bir tutum olarak algılayacaktır.
Ukrayna’da bu tutum, ateşli silah kullanma dışında her yolla Rusya’ya düşmanlık gösteren bir çizgi olarak biçimlenmiştir. Nitekim 5-8 Eylül 2014 Cardiff Zirvesi’nde, NATO, çeyrek yüz yıllık “kimseye karşı bir askeri pakt olmama” tutumun geride bırakarak, “NATO’nun Rusya’ya karşı bir askeri pakt olduğunu” açıkça ilan etmiştir.
ABD’nin bu girişimleri karşısında Rusya da boş durmamaktadır. Çin başta olmak üzere Şanghay Beşlisi’yle ilişkilerini sıkılaştıran Rusya, 2014 yılında Çin’le büyük bir enerji anlaşması yaparak ABD ve Batı baskısını azaltmaya çalışırken, Suriye ve İran’la hatta Türkiye ile yakınlaşmasını artırarak, Ortadoğu’da Batı emperyalizminin manevra alanını daraltan girişimler yapmıştır. Dahası, Doğu Avrupa’da da eski ilişkilerini canlandıran girişimlerle AB içinde sorun yaratacak hamleler yapmaya girişmiştir.
ABD’yse, yakaladığı tartışılmaz üstünlüğünü sadece Rusya’ya karşı değil; Brezilya, Türkiye, Hindistan, Arjantin, Güney Afrika, Hindistan, Endonezya gibi “orta boy ekonomileri” dolar üstünden hizaya getirmeyi (FED tahvil alımlarının durdurulması ve faizi yükseltme tehdidiyle) amaçlayan tutumuyla, son beş yılın yıldızları olan bu ülkeleri, FED’in gözüne bakan ikinci sınıf ekonomiler durumuna doğru ötelemeyi istemektedir.
İran, Venezüella gibi ülkelere de, Rusya gibi, petrol fiyatları üstünden diz çöktürülmek istendiği tartışılmazdır.
İşçilerin sistemden hoşnutsuzluğunun ifadesi olan grev ve direnişlere 2014 yılı boyunca Latin Amerika, Türkiye, Hindistan, Pakistan, Almanya, Fransa,… gibi ülkelerde tanık olduk. Ancak bu grev ve direnişler, hem iş kolları olarak, hem de talepleri itibariyle lokal karakterdeydi. Ancak, yılın sonunda, Belçikalı işçilerin yüz bini aşkın bir kitleyle Brüksel meydanlarından ifade ettikleri taleplerle “sistemin ayakta kalması için artık fedakarlık yapmak istemediklerini” ilan etmeleri, 2015’in işçi sınıfı ve emek mücadelesinin nasıl bir temelde yükseleceğinin de habercisi oldu. Çünkü sermaye güçleri her zaman olduğu gibi ekonomik durgunluk ya da krizlerin faturasını işçi sınıfına yıkmayı başlıca ilke edinmiştir. Bu taktiğin 2015’te daha da acıtacak biçimde hayata geçirileceğinin belirtileri fazlasıyla vardır. Elbette sınıf güçleri için, bu, mücadelenin derinleşerek sürme zemininin genişlemesi anlamına da gelmektedir.

2014’TEN 2015’E TÜRKİYE’NİN HALİ
Türkiye; coğrafi olarak bile, kuzeyinde Ukrayna, güneyinde Suriye ve Irak olan, yani dünyayı yöneten güçlerin en sıcak çatışma bölgesinin (bu çatışmanın mahiyeti yukarıda belirtilmişti) ortasında bir ülke.
Bu coğrafya bile, kendi başına, Türkiye’yi bölgedeki çatışmalardan en sert biçimde etkilenecek ülke konumuna getirmeye yetebilirdi. Ama, coğrafi etkenden de öte, Türkiye, Ukrayna’ya müdahale eden ABD ve Batı emperyalizmi ile “stratejik müttefik” olan, Suriye ve Irak’taysa Sünni Cihadcı örgüt IŞİD ve öteki Cihadcı örgütlerle el altından işbirliği yapmakla kalmayıp onlarla açıkça amaç birliği içinde de bulunan bir yönetime sahip bir ülke. Ve dahası Türkiye’nin Türk-İslam sentezci Sünni yönetimi, Irak ve Suriye yönetimiyle mezhep kavgası yapan, bu kavgada Cihadcı terörist örgütleri kullanmak ve bölgedeki en gerici yönetimlerle işbirliği yapmaktan çekinmeyen yayılmacı bir bölge stratejisine de sahip bir yönetim. Bunlara ek olarak, enerji başta olmak üzere ekonomik bakımdan Rusya’ya bağımlılık derecesinde bağlı, ama Ukrayna’da olduğu gibi, Suriye’de de Rusya ile karşı cephede yer tutan, ama aynı zamanda “Avrasyacılık flörtü” de yapan bir ülke, Türkiye.
Peki, bu kadar mı, Türkiye’yi gerilimler ülkesi yapan ilişkiler?
Elbette hayır!
Türkiye, başlıca çelişmelerinin derinleşip şiddetlendiği, hükümetin açık hedefleri ve gizli ajandası doğrultusundaki girişimleriyle de sorunların kuşattığı bir ülke durumunda.
Bu çelişkilerin kışkırttığı, 2014’te iyice sivrilen ve 2015’e devrolan iç ve dış sorunları şöyle sıralayabiliriz:

1-) İçerde gericileşme ve diktatörleşme hamleleri: AKP Hükümeti’nin 12 yıllık yönetimi sonunda geldiği yer, Türkiye’nin ve halklarının son 200 yıllık “modernleşme”, laisizm ve demokratikleşme adına elde ettiği kazanımlar olarak ne varsa onları da yok etmeyi amaçlayan ve “muhafazakar toplum” planını adım adım hayata geçirmek için devletin ve siyasetin tüm imkanlarını seferber etmektir. Toplumsal yaşamı dini referanslara göre yeniden biçimlendirme hamleleri, devlet yönetiminde otoriterleşme, hatta “tek adam diktatörlüğü”ne yönelme olarak ortaya çıkmıştır.
Nitekim 2014 yılı boyunca art arda çıkarılan yargı paketleri ve yılın sonunda gündeme gelen “güvenlik paketi”yle, bir yandan AKP kadrolaşması öte yandan da halkın özgürlüklerinin kısıtlanmasıyla “muhafazakar toplum” inşasına dair girişimler at başı yürümektedir. Bu yöneliş, kendisini bir yandan dini eğitimin her alana sokuşturulması ve toplumsal yaşamın özgürlük alanını daraltmasında gösterirken, öte yandan kadın cinayetlerinin önlenemez yükselişi ile toplum yaşamında infial uyandıracak mahiyette gelişmeleri de tetiklemektedir.
2014 sonunda (Aralık ayı başında) gerçekleştirilen “Milli Eğitim Şurası”, eğitimin içeriğinden müfredatın dinselleştirilmesi ve karma eğitimin kaldırılmasına varıncaya kadar laik eğitime açıkça darbe mahiyetindeki karar ve amaçların ilan edildiği bir “Dini Eğitim Şurası” olarak sona ermiştir. “Milli Eğitim Şurası”ndan bir hafta sonra toplanan “5. Din Şurası”nda ise, Cumhurbaşkanı, Diyaneti, din görevlilerini ve ulemayı, “laik eğitim” ve “laik bilime” bunları savunanlara karşı topyekûn seferberliğe çağırarak, hedefini açıkça ilan etmiştir.
Sünni İslam’ı “tek ve meşru İslam inancı” sayan bu tutum, çeşitli azınlıkların da hoşnutsuzluğu artırsa da, asıl olarak milyonlarca Alevi’yi inanç özgürlüğü mücadelesine çekmenin zeminini genişletti; Alevilerin “Diyanetin kaldırılması”, “İmam Hatiplerin kaldırılması”, “Din derslerinin zorunlu ders olarak okutulmasına son verilmesi” gibi talepler etrafındaki mücadelesinin daha ileri mevziye gelmesinin yolunu açtı. Laisizm, inanç özgürlüğü davasının bir ihtiyacı olarak gündeme geldi.
Dolayısıyla “laik ve demokratik Türkiye” mücadelesinin toplumsal temeli genişlerken, bu gelişme Kürtlerin, Alevilerin, dini referanslara göre şekillenmiş bir toplumsal yaşama karşı olan ve modern yaşamı benimseyen geniş toplum kesimlerinin hedeflerini ortaklaşması için ortamı son derece elverişli hale getirdi. Böylece laisizm, aynı zamanda ulusalcılıkla hesaplaşmanın bir dayanağı olarak gündemdeki yerini aldı.
2014’ün diğer bir ayırt edeci özelliği ise, bu yılın, biri yerel öteki Cumhurbaşkanlığı seçimi olan iki seçimin yaşandığı bir yıl olmasıdır. Dahası, bu iki seçimin “rövanşı olması muhtemel” olan 2105 Haziran’ında yapılacak genel seçimin de mayalandığı bir yıl olması da 2014’ü ayrıca önemli kılmıştır.
AKP Hükümeti her iki seçimde de “zafer” kazanmış görünmektedir. Ama bu zaferleri kazanan Hükümet, artık siyasi ömrünü tamamlamış, ağır bir yolsuzluk, rüşvet ve kara para skandalının kuvvetli şaibesi altında dört bakanı istifa etmek zorunda kalmış, “Gezi Direnişi”yle de ağır biçimde yaralanmış bir hükümettir. Ve bu şaibe ve bu yara, zaman ilerledikçe “işleyecek” öldürücü bir yaradır.
Kısacası, 2014, iç politika bakımından Hükümetin “muhafazakar toplum” planını devreye sokmak için hamleler yaptığı, ama aynı zamanda toplumun laik, demokratik güçlerinin birleşme ve mücadele zemininin son derece genişlediği bir yıl olarak, 2015’e son derece geniş mücadele imkanları devreden bir yıl olmuştur.

2-) Kürt sorununun demokratik çözümü: Hiç kuşkusuz 2014’ün en önemli süreci olan “Çözüm Süreci” etrafındaki gelişmeler, Türkiye’nin iç politika alanındaki gelişmelerin bir parçası olarak ele alınmaya sığmayacak kadar önemlidirler. Tersine “Çözüm Süreci” etrafındaki gelişmeler ve Kürt sorununun çözümü sorunu, sadece stratejik değil pratik olarak da artık Ortadoğu’nun haritasının yeniden çizilmesine bağlanmıştır. Kürtlerin IŞİD’e karşı mücadelede “laik bir Ortadoğu” için bölge halklarının “kurtarıcısı” konumuna gelmesi ve Kürt halkının Ortaçağ karanlığına karşı direnişin ön cephesinde yer almasının sembolü olarak Kobanê Direnişi, onu desteklemek için hareket geçen Kürt halk yığınlarının 6-7 Ekim Direnişi bunu açıkça göstermiştir.
Öte yandan, İmralı-Kandil-HDP ile Hükümet arasındaki görüşmeler de artık “vaat”le, “genel sözler”le gidemeyecek bir aşamaya gelmiş bulunuyor. Hükümetin, “Çözüm süreci”ni bir yandan Kürt siyasi güçlerinin tasfiyesi, öte yandan da sorunun çözümünün tek seçeneği olma üstünden tüm barışçı çözüm yanlısı güçlere karşı şantaj olarak kullanan bir hat izliyor olması, müzakereyi giderek büyüyen handikaplarla karşı karşıya bırakmaktadır.
Hükümetin bu oyalama ve Kürt güçlerini tasfiye tutumunun Kürt halk yığınları tarafından kabul edilmediği, 6-7 Ekim 2014 Kobanê’ye destek eylemlerinin yanı sıra bölgede ve yer yer de büyük kentlerde süren direnişlerle açıkça görülmektedir. Dahası, son bir yıl içinde bölgedeki gelişmeler, IŞİD’in hem Irak’ta hem de Suriye’de Kürtlere saldırması, Kürt direnişinin ulusal sınırları aşan bir dayanışma içine girmesiyle, Kürt sorununun demokratik çözümü sorununun, Türkiye’nin Suriye ve Irak başta olmak üzere Ortadoğu’daki dış politikasının da çok önemli bir unsuru haline geldiğini göstermektedir.
Hükümet, ayak sürüyerek, vaatler yaparak, hem nalına hem mıhına vuran açıklama ve tutumlarla, Kürt sorununun çözümüne dair Kürt siyasi güçlerinin netleştirdiği taleplerine yanıt vermeyi 2015 genel seçiminden sonraya atmaya yönelik manevralar yapmaktadır. Ama, sürecin artık ertelemelere, ayak sürümelere tahammülü olmadığına dair Kandil’den ve İmralı’dan yapılan açıklamalar da giderek daha ciddi gelişmelere yol açacak mahiyettedir.
Ve “Çözüm Süreci” üstünden süren girişimler, bir yanıyla görüşmelerden somut sonuçlar alacak adımlar olarak biçimlenirken, öte yandan da HDK’nin bir ittifak merkezi olarak zemininin genişletilmesi çabalarını da 2015’e devretmektedir.
2015 seçimini yüzde 10 barajını aşacak bir birliğin (ittifakın) oluşmasının vesilesi olarak değerlendirmek son derece önemli olacaktır.

3-) Duvara çarpan yeni Osmanlıcılık: AKP Hükümeti’nin siyasi ömrünü doldurduğunun en açıkça göründüğü alan Ortadoğu’ya yönelik politikası oldu. Eski Osmanlı egemenliğindeki topraklar üstünde bir tür hegemonya kurma iddiasıyla ortaya atılan “yeni Osmanlıcılık”, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemindeki “Osmanlıcılar” gibi, AKP Hükümeti’nin dış politikasının üstünde yenileyeceği bir yönelişti. Ama bu yöneliş, daha ilik adımda, İran, Suriye, Irak, Mısır, İsrail gibi Ortadoğu’nun en belli başlı ülkeleriyle diplomatik ilişkilerin tahrip olduğu, karşılıklı elçilerin çekildiği bir badireye sürüklendi.
AKP Hükümeti’nin devletler düzeyinde böyle bir “yalnızlık”a sürüklenmesinin yarattığı sendromu aşmak için, dış politikada MİT’i kullandığı, MİT üstünden Cihadcı terörist örgütlerle diplomasi yürütme çizgisine yöneldiği, 2014 yılı içinde iyice görünür oldu. “MİT TIR’ları” denen TIR’larının IŞİD’e, El Nusra’ya ve Suriye yönetimine karşı savaştığını söyleyen öteki terörist örgütlere mühimmat, gıda vb. taşıdığı, Türkiye topraklarının bu silahlı gruplara geçiş yolu olarak kullandırıldığına dair sayısız bilgi, belge ortaya çıktı.
IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi ve “İslam Devleti” ilan etmesiyle birlikte; bölgedeki mezhep savaşı bütün öteki çelişki ve çatışma türlerinin önüne çıktı. Tunus seçimlerinde “Müslüman Kardeş” En Nahda’nın halkın oylarıyla iktidardan düşürülmesinden sonra “Müslüman Kardeşler” çizgisinin savunucusu tek Hükümet olarak kalan AKP Hükümeti Batılılar tarafından Cihadacı örgütlerle ilişkisi konusunda “gözlem altına” alınırken, bu örgütlerin hedefi olma ihtimaliyle de sıkışmaktadır. Süreç ilerledikçe, Türkiye’nin, bölgeye müdahale eden emperyalistlerin olduğu kadar, bölge gericiliklerinin çıkar çatışmalarının, bölgedeki din, mezhep, aşiret çekişmelerinin girdabına çekilmesi kaçınılmaz görünmektedir. Tabii ki, bu yoldan dönülecek açık bir manevra yapılmadıkça.
Ne var ki; Türkiye Ortadoğu’nun girdabına çekilmiştir ve buradan çıkacağını gösteren alametler olmadığı gibi, AKP Hükümeti, mezhep çatışmasını ilerleterek, Suriye, İran ve Irak hükümetlerini daha da sıkıştırarak, bulunduğu köşeden çıkmayı hesaplayan bir çizgide yürümektedir.
Bu “yeni Osmanlıcı” fiyasko, Türkiye’nin Batı ülkeleriyle olağan olması gereken ilişkilerini de sorun haline getirmiş, Hükümetin Müslüman Kardeşçi söylemi ve eylemi, bırakalım hükümetlerle ilişkisini, Batı kamuoyundaki İslamofobinin artmasını kışkırtan bir etken de olmuştur.
Kısacası AKP Hükümeti, yeni Osmanlıcı politikadan beklediğinin tam karşıtı sonuçlarla yüz yüze gelirken, Batılı emperyalistlerle ilişkilerinde de köşeye sıkışmış, onların gözünde de Batı ittifakının bir üyesinden çok hızla Müslüman Kardeşçiliğe doğru kayan bir hükümet konumuna sürüklenmiştir.
Bütün bunlara, 2014 sonunda Doğu Akdeniz’de petrol-doğal gaz arama “krizi” eklenmiştir.
İsrail, Mısır, Kıbrıs, Yunanistan hükümetlerinin Doğu Akdeniz’de Kıbrıs’ın güneyinde uzunca bir zamandan beri sürdürdükleri doğalgaz ve petrol çıkarma girişimleri karşısında, bir ay kadar önce, Türkiye’nin bölgeye “araştırma gemisi” ve savaş gemileri göndermesiyle Doğu Akdeniz yeni bir kriz ve muhtemel çatışma merkezine dönüşme aşamasına geldi.
2015’te bütün bu gelişmelerin faturasının ne olacağını göreceğiz.

4-) Ekonomide ayaklar suya erdi: AKP Hükümeti’nin en iddialı olduğu alan ekonomi politikaları alanıydı. Ama 2014 yılında, özellikle yılın ikinci yarısında tüm ekonomik göstergeler hükümetin propagandasının aksini göstermeye başladı. Nitekim, yılın üçüncü çeyreğinde büyüme 2.7 beklenirken, 1.7’de kaldı; işsizlik de, Kasım ayında gençlerde 20’lere tırmanırken, yetişkin işsizliğinde yüzde 10.5’le son yılların rekor seviyesine ulaştı.
Şimdi yıllık büyümenin tutturulması için dördüncü çeyrekte 4.8 büyüme olması gerekiyor. Ancak dördüncü çeyrekteki büyümenin üçüncü çeyreğin bile çok altında kalacağı herkesin kabul ettiği bir gerçek. 2015 için ise şimdiden iyimser konuşan yok zaten. Nitekim hükümet, asgari ücret, emekli maaşları ve kamuda çalışanların ücret ve maaşlarına sadece yüzde 3+3 zam yapmayı planlıyor.
Sermaye iktisatçıları ve ekonomi bürokrasisi Rusya’ya yönelik Batı ambargosu ve petrol fiyatlarındaki hızlı düşüşü büyük bir coşkuyla karşılamışken, bu ambargonun geri tepip sadece Rusya’yı değil tüm finans sistemini çökertebileceği ve zaten durgunluk içindeki dünya ekonomisinin sorunlarını daha da büyüteceğinin ortaya çıkmasıyla birlikte, şimdi bu zil takıp oynama hali yerini paniğe bırakmaya başlamıştır. Başlangıçtaki büyük beklentilerden geriye “cari açığımız düşer”, “enflasyon düşer” umudu kalmıştır.
2014 yılının herkesin çıplak gözle gördüğü bir diğer gerçeği; piyasaların ve ekonominin ne yana gideceğini belirleyenin ne her vesileyle kürsüleri yumruklayarak “faiziler insin” diye bağırıp çağıran Cumhurbaşkanı, ne Hükümet, ne Türkiye’nin Merkez Bankası ve ne de büyük kapitalistler olmadığıdır. Tersine, direksiyon başında Amerikan Merkez Bankası FED vardır. Ve patronların da, ekonomi bürokrasinin de, piyasa oyuncuları takımının da bir değil, iki gözü birden FED’dedir. FED’in söylediklerinden de öte kaş göz hareketleri bile piyasaları ayağa fırlatmaktadır.
Evet, FED uzun zamandan beri dünya ekonomisinin direksiyonundadır, ama 2014 yılında bu çok açık biçimde görüldü. Hele de FED’in en başta Türkiye, Brezilya, Arjantin, Güney Afrika, Hindistan,…gibi orta boy ekonomiler için bu ölçüde belirleyici hale gelmesi, bu gücün Ukrayna sorununda olduğu gibi siyasi müdahalelere yol açacağı endişelerini de büyütmektedir ki, Türkiye’nin 2015’te bu tür müdahalelerle karşılaşması da sürpriz olmayacaktır.

5-) Emek mücadelesi kan ter içinde ilerliyor ama…: 2014 yılı, son çeyrek yüzyıl boyunca işçi sınıfının en temel haklarına yönelik saldırıların işçilerin toplu halde katledilmelerine vardığı bir yıl olmasıyla, önceki yıllardan bir farklılık gösterdi.
Soma’da, 13 Mayıs’ta 301 maden işçisi göçük altında kalarak hayatını kaybetti. 21. yüzyılda Türkiye’nin işçilerinin 18. yüzyıl koşullarında çalışmak zorunda kaldığını herkese gösterdi bu facia.
Arkasından, 28 Ekim’de, Ermenek’te 18 işçi çalıştıkları ocağı su basınca hayatını kaybetti. Ve 30 Ekim’de, Isparta’da, 17 tarım işçisi trafik kazası görünümü altında bir toplu iş cinayetine kurban gitti.
Bu faciadan bir hafta sonra, 7 Eylül’de, İstanbul’da Torunlar İnşaat’ın Mecidiyeköy’deki şantiyesinde 10 işçinin bir asansör faciası sonunda hayatını kaybetmesiyle, işçi sağlı ve iş güvenliği yönetmeliğinin maden ocaklarından inşaatlara, metal sanayiinden tarıma hiçbir alanda umursanmadığı tartılmaz biçimde ortaya çıktı.
Bütün bu toplu katliamlardan sonra, “işçi sağlı ve iş güvenliği”ne ilişkin yapılan düzenlemelerde fatura işçinin sırtına yıkıldı; maden ocaklarının kapatılarak işçilerin sokağa atılmasından işçilerin eğitim masraflarının sahte belgelerle yapılmış gösterilmesine kadar bu yöndeki uygulamaların sürdüğü ortaya çıktı.
Bu facialarla ortaya çıkan gerçekleri, metal, kimya, taşımacılık başta olmak üzere diğer işkollarında meslek hastalıklarının alıp başını gitmesini ise, ne sendikalar ne de Çalışma Bakanlığı umursuyor.
12 yıllık AKP Hükümeti döneminde yıllık ortalama iş cinayeti sayısı bin 150’ydi. Ama bu yıl bu sayının 1700 dolayında olacağı belirtiliyor.
Öte yandan, 2014 yılı, sendikal bürokrasinin yönetimindeki sendikaların önceki yıllara göre bile bir aktivite içinde olmadıklarını, Soma katliamı gibi tüm dünyada infial uyandıran facianın bile sendikacıları kıpırdatmaya yetmediğini gördük.
Öte yandan ağır çalışma koşulları ve işsizlik baskısı ve sendikal bürokrasinin hainane gayretlerine karşın, her sektörden genç işçilerin ücretten çalışma koşullarının iyileştirilmesine, sendikalaşma girişimlerinden taşeronlaştırmaya karşı mücadeleye, yasal grevlerden dayanışma grevlerine,… pek çok taleple mücadeleye girdiklerine, bu mücadelelerin pek büyük bir çoğunluğunu “kaybetmelerine” karşın yeniden yeniden mücadeleye atılmaktan geri durmadıklarına, 2014’de, önceki yıllara göre daha çok tanık olduk.
Bu mücadeleci işçilerin işçi kurultaylarında işçilerin birlik ve mücadelesi konusunda gayret ve umutlarını ifade ettiklerine, çalışmanın ilerlediği sanayi havzalarında “işçinin işçiyi örgütlediği”ne (sendikalaşan işçilerin yakındaki fabrikaların da sendikalaşması için çalışmaya başladıklarına), işyeri ve sanayi havzaları düzeyinde sanayi ya da “işyeri” komiteleri kurmaya başladıklarına ve bir sendikal mücadele merkezi olarak hareket etmeye yöneldiklerine 2014’te daha çok tanık olmaya başladık.
2014 için;
1-) İşçi sağlığı ve iş güvenliği ve taşeron uygulamasının kaldırılmasına ilişkin taleplerle mücadelenin, genelleşen ve tüm sektörlerle ülke sathına yayılma eğilimi taşıyan bir mücadele olduğu, 2014’te “iş kazaları”nın büyük işçi katliamları olduğunun herkesin gözüne sokulacak kadar büyümesiyle daha bir görünürlük kazandı.
2-) İşçilerin sendikal bürokrasinin engellemeleri ya da taleplerini umursamamaları karşısında fiili sendikal mücadele çizgisine yönelmekten çekinmediğini, bunun özellikle işçi kurultaylarının etkin olduğu alanlarda kendisini gösterdiğini gördük.
3-) Suriye ve Irak’taki iç savaş ve mezhep kavgasının sonucu olan ve bir buçuk milyon kişinin Türkiye’ye sığınmak zorunda kalması sonucu olarak Antep, Hatay, İstanbul başta olmak üzere çeşitli merkezlerde yeni bir mülteci işçiler kitlesinin oluşması, bu kitlenin artık Türkiye işçi sınıfının bir tabakasını teşkil edeceği ortaya çıktı. Bu da, işçi sınıfı birliği için enternasyonalizm ilkesinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösterdi.
Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesinin kan-ter içinde ilerlediği, 2014’te, bu ifadenin mecazi anlamıyla değil, geçek anlamıyla yaşananları yansıttığı çıplak gözle görülecek biçimde ortaya çıktı.

2015, GERÇEKTEN YENİ BİR DÜNYA İÇİN FIRSATLAR YILI
2014’ün 2015’e devrettiği dünya, emperyalistler arasındaki çelişkilerin halkların birbirini boğazlamaya kışkırtıldığı, iç savaşların ülkeler arası savaşlara evrilmesinin an meselesi olduğu, bu kargaşa ve savaşların faturasının halklara yıkılmasının,… haritaların yeniden çizilmesinin gündeme geldiği bir dünyadır.
“Haritaların yeniden çizilmesi” demek, büyük emperyalistlerin sisteminin çözülmeye başlaması demektir; bu, artık onların dünyayı eskisi gibi yönetemeyecekleri ve halkların da artık eskisi gibi yönetilmek istemediklerinin ifadesidir. Ve tabii ki bu, emperyalistlerin hegemonyası altındaki halkların kendi kaderlerine sahip çıkma ve gerici diktatörlüklere karşı özgürlük ve demokrasi talebiyle ayağa kalkmalarının imkanlarının eskisine göre çok daha fazla olduğu bir dünya demektir. Böyle bir dünyada, elbette işçi sınıfı ve halklar, bir yandan emperyalistlerin egemenlik sistemlerini yeniden kurmalarına, insanlığı bir emperyalist savaşa sürükleme girişimlerine karşı, öte yandan da kendi egemen gericiliklerine karşı özgürlük ve demokrasi talepleri etrafındaki mücadele ile sistemin üstüne oturtulduğu gerici, sözde demokratik diktatörlükleri yıkarak ilerleyeceklerdir.

AB, emperyalist kapitalist sistemin içine sürüklendiği kargaşadan yaralanıp ekonomik ve askeri gücünü kullanarak sistemi kendi çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlemek istemektedir.
Rusya’nın ise buna izin vermemek için düne göre daha direngen bir mücadele vereceğini artık herkes biliyor. Putin yılın sonunda bunu açıkça ilan etti. Bunun girişimlerini 2014’te Ukrayna’da, Ortadoğu’da açıkça, Afrika ve Asya’da daha üstü örtülü biçimlerle gördük. 2015’te de bu girişimlerin sonuçlarını göreceğiz ki, bunun şimdiden görünen yanı, 2015’in, önceki yıllara göre daha gerilimli, daha çatışmalı, daha kanlı bir yılı olacağıdır.
Elbette ABD bugün askeri ve ekonomik bakımdan büyük avantajlara sahiptir. Ama yine de amaçlarına varması kolay gözükmemektedir. Çünkü ABD’nin avantajı olan dünya ekonomisinin içine girdiği durgunluk eğilimi ve bunun mümkün kıldığı rakiplerine ekonomik güçle boyun eğdirme girişimleri orta ve uzun vadede tersine dönen bir silah özelliğine de sahiptir. Bugünkü gibi, ülke ekonomilerin birbirine bu ölçüde yüksek düzeyde bağlandığı bir dünyada, büyük çoğunluğun krize sürüklendiği bir dönemde, birkaç ülkenin büyümesini sürdürmesi ve diğer ülkeleri uzun süre kontrol etmesinin imkanı yoktur. Bu yüzden de, dünya ekonomisindeki daralma eğilimi sürdüğü takdirde, ABD’nin de uzun süre ekonomik rahatlığını sürdürmesi beklenemez.
Ancak bunlara bakıp, ABD’nin düşmanlarına (Rusya, İran, Venezüella vb.) boyun eğdirme ve “dostları”nın (Çin, AB, Japonya) burnunu sürtmekten vazgeçeceğini ya da sıcak paraya (dolara) bağımlı hale gelmiş orta boy ekonomileri bir dönem daha rahatlatmak için kesenin ağzını açacağını beklemek, aşırı iyimserlik ve emperyalizmi hiç anlamamak olur.
Bu yüzden de, 2015’te ülkeden ülkeye gelişmeler farklılıklar gösterse de, 2015 dünyasının ekonomik ve siyasi kriz ve çatışma etkenlerinin yükseldiği bir dünya olacağını söylemek için çok güçlü belirtiler vardır.
2015 açısından bakıldığında, Ortadoğu’da IŞİD, Boko Haram, El Nusra gibi Cihadcı örgütlerin güç toplamaya devam edeceğini ve Libya, Nijer, Yemen başta olmak üzere iç çatışma ve savaşların yaygınlaşmasının süreceğini söylemek yanlış olmaz. Bu, aynı zamanda, bu ülkelerde de laik ve demokratik bir Ortadoğu talebi etrafında mücadelenin zemininin genişlemesi anlamına gelecektir. Ki, bu gelişmelerin seyrinde Kürtlerin özgürlüklerini kazanma mücadelesinin, hem Kürtlerin mücadelesi hem de tüm bölge halklarının laiklik ve demokrasi mücadelesi açısından giderek daha önem kazanacağını söylememiz gerekir.
Öte yandan sistemin içine girdiği ekonomik durgunluğun 2015’te derinleşeceğinin işaretleri çok güçlüdür. Sermaye ve hükümetlerinin kriz bahanesiyle işçi sınıfı ve halklara yeni faturalar çıkarmasıysa kaçınılmazdır. Bu yüzden, işçi sınıfı ve halkların sisteme karşı öfke ve tepkilerinin artacağını söylemek yanlış olmaz. 2014 sonunda, AB’nin başkenti Brüksel’de işçilerin sokaklara dökülmesinde de somutlanan “sistemin ayakta kalması için işçilerin fedakarlık yapmak istemediklerini” ilan etmelerine benzer, hatta daha ileri mücadelelerin Avrupa başta olmak üzere dünya ölçüsünde yaygınlaşması, en azından geçmiş yıllara göre daha yoğun bir işçi-emekçi mücadelesi dalgasının sınıfın gündemine girmesi sürpriz olmayacaktır. Sendikal bürokrasinin hain rolü dikkate alındığında, işçi sınıfı mücadelesinin patlamalı ve giderek artan biçimde işçi inisiyatifiyle gelişmesini de beklemeliyiz. Özellikle işçi sınıfı partileri, emekten yana mücadeleci sendikacılar için dönemin düne göre daha geniş fırsatlar sunacağını söylemek yanlış olmaz.

2015: MÜCADELEDE DÖNÜŞÜM YILI
Türkiye 2015’te br yandan Hükümetin durgunluğa sürüklenen ekonomiyle imtihanı olurken siyasette de 2014’teki iki seçim üstünden başlayan siyasetsin yeniden yapılanmasında ortaya çıkan çelişkilerin yeni bir safhaya evrileceği bir yıl olacak. Burada; 2015’e dair şu iki saptamayı hemen yapabiliriz:

1-) Ermeni soykırımının 100. yılında Türkiye, kendi kanlı geçmişiyle bu sefer daha da fazla yüzleşmek zorunda kalacak. Ve Yüzüncü Yıl baskısı, pek çok bakımdan Türkiye’nin dış politikasını, hatta sıkışmış ekonomisini daha da sıkıştıracak girişimlere de sahne olacak. Bu baskıların sadece dilekler ya da “sert eleştirel” söylemle kalmayan, kimi diplomatik, siyasi ve ekonomik baskıların da nedeni (bazen de bahanesi) olabileceğini gösteren belirtiler bugünden vardır. Bu “dış” tepkiler, baskıları Hükümetin ve ulusalcı odakların “içeride” milliyetçilik ve dinci-mezhepçi kışkırtmalarla karşılamaya yönelmesi, bu konuda aydın çevrelerden, demokratik güçlerden gerçekleri söyleyen kurum ve kişilerin baskı altına alınması girişimleri yapılması, özgürlüklerin daha ileriden sınırlandırılmasına girişilmesi, girilen dinci-milliyetçi yolda daha da hızlı ilerlenmesi kuvvetle muhtemeldir.
2-) 2015 Haziran Genel Seçimi; “Çözüm Süreci”yle birleşen yüzde 10 barajını aşma mücadelesi yılın ilk yarısını kapsayacak en önemli gündem olurken, siyasetin bundan sonraki saflaşmasının nasıl bir saflaşma olacağını da büyük ölçüde gösterecek. Bu yüzden de 2015 Seçim süreci, kimin ne kadar oy alıp ne kadar vekil çıkardığından öte, hangi güçlerin hangi güçlerle, nasıl bir demokrasi ve nasıl bir Türkiye için saf tutacağı süreci olarak işleyecektir. Elbette seçim olması yanıyla da, genel seçim, AKP’nin seçimde hükümet kuramayacak biçimde yenilgiye uğratılacağı, en azından seçimden elini kolunu bağlayacak bir sonuçla çıkılarak demokratik Türkiye mücadelesinin kendi gerçek zeminine oturmasının önemli bir adımının atılacağı bir seçim olacaktır.
3-) 2015, halk güçlerinin birleşmesinin ilerletilmesinin yılı olmaya da adaydır. Çözüm Süreci’nin geldiği aşama, inanç özgürlüğünün kazandığı önem, genel seçimle bağlantılı gelişmelerle de birleştiğinde, 2015; HDK faaliyetinin zemininin genişletilmesi, halk güçlerinin birleşmesi, demokrasi cephesinin daha geniş bir zeminde inşasının mücadele gündemin ön sırasına çıkmasının yılı olacak demek bir abartı olmaz.
2015’in bu üç önemli gündeminin etkisinde iç ve dış politikadaki gelişmelerin arka planında şu gelişmeler de sürecektir.
–    2015’te Hükümetin “muhafazakar toplum inşası” doğrultusundaki adımlarının hızlanması şaşırtıcı olmayacaktır. Eğer seçimle AKP Hükümeti alaşağı edilememiş, en azından onun elini kolunu bağlayacak bir sonuç elde edilememişse, Hükümet; çözüm sürecindeki açmazlarını, ekonomideki ve siyasetteki çözümsüzlüklerini toplumu daha çok dini referanslara göre örgütlenmeye teşvik eden önlemleri ön çıkararak, yerine göre milliyetçiliği kışkırtarak, hatta mezhep ve milliyet çatışmasını göze alarak örtmeye çalışacaktır.
–    Bu açıdan bakıldığında, 2014’ün sonunda yapılan “Mili Eğitim Şurası”nda (buna “Dini Eğitim Şurası” da diyebiliriz) ve “Din Şurası”nda tartışılan ve karar haline gelip gelmeyen tüm önerilerin uygulamaya ve yasal düzenlemeye geçirilmesi için Hükümetin gayretlerini artıracağını beklemek gerekir. Dolayısıyla, 2015’te, laik eğitim, laik bilim, inanç özgürlüğü, laisizm ve demokrasi mücadelesinin daha da sertleşeceğini söylemek için çok fazla neden vardır. Ki, muhafazakarlaşma ve muhafazakarlaşmayı teşvik eden önlemlerin artmasına paralel olarak kadına yönelik şiddetin 2015’te de artmaya ve kadın cinayetlerinin önlenemez yükselişini sürdürmeye devam edecek olmasında az çok olup biteni bilen herkes hem fikirdir. Bu, aynı zamanda, 2015’in, gerek seçim gerekse öteki gelişmeler içinde kadınların eşitlik mücadelesinin ilerletilmesi ve Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesiyle bağının güçlendirilmesi bakımından da bir fırsat yılı olması demektir.
–    Yine, AKP Hükümeti’ni sarıp sarmalayan yolsuzluk, rüşvet, kara para,… gibi hiç bir düzenin, hiçbir dini ya da siyasi odağın kabul edemeyeceği suçlamaların bu yıl da siyasetin sürekli biçimde arka fonunu oluşturacağını söylemek kehanet olmaz. Hiç kuşkusuz 2015, 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet skandalının daha da dallanıp budaklanacağı bir yıl olacak. Bu, Mecliste “fezlekesi” olan bakanların Yüce Divan’a gönderilip gönderilmemesinden bağımsız olarak, böyle olacak. Çünkü, yolsuzluk ve rüşvet skandalıyla sokağa saçılan kirli çamaşırlarla ilgili soruşturmayı savcılar kapatsa bile, bu soruşturma toplum vicdanında kapanmamıştır. Hele de 2015 ortasında yapılacak bir genel seçim olduğuna göre, bu skandalın devamı olacak yeni yolsuzlukların da sokağa dökülebileceği düşünüldüğünde, yolsuzluk ve rüşvet tartışmaların daha da alevlenmesi sürpriz olmayacaktır. Rüşvet ve yolsuzluğun merkezi ve yerel ekonomi politikalarına önemli bir “teşvik” unsuru olarak girdiği dikkate alındığında, daralan ekonominin aynı zamanda siyasi sonuçlara yol açması, geniş rüşvet-yolsuzluk ağının eskisi gibi beslenememesinin yeni sorunlar yaratması, karşılıklı suçlamalarla yeni skandalların patlak vermesi sürpriz olmaz. Bu yüzden yolsuzluk, rüşvet, torpil, kara para,… AKP’nin “işleyen” yarası, sancılı yumuşak karnı olmaya devam edecektir.

AKP’nin derinleşen çukuru: Dış politika
AKP’nin en iddialı olduğu alan olan kendi orijinalitesi “yeni Osmanlıcılık” ideolojik temelli dış politikası, aynı zamanda en çok zorlandığı alandır da. Öyle ki, bu politika onu, son 6-7 yıl içinde bütün komşularıyla kavgalı hale getirirken, Batıyla stratejik ilişkilerini de hayli netameli hale sokmuştur.
Denebilir ki, Hükümetin “yeni Osmanlıcılık”ta ısrarı, onu, kendi kazdığı ve sürekli derinleşen bir kuyuya itmiştir. Hele de IŞİD’in ortaya çıkması, Kürt sorununun bölge sorunu haline gelmesinde vardığı aşama ve bölgede mezhep çatışmalarında bir taraf haline gelmesiyle bu çukur daha da derinleşmiştir.
2015’te bu çukurun daha derinleşeceğinden kuşku duymak için bir neden yoktur. Çünkü bütün belirtiler, Hükümetin girdiği bu yoldan dönmek bir yana, daha da uçlara savrulacağı doğrultusundadır.
Ancak Tunus’taki Cumhurbaşkanlığı seçimini de “laik cephe” adayının kazanmasıyla, AKP ve Hükümeti, Müslüman Kardeşlerin son sığınağı, Sünni mezhepçiliğin en güçlü mihrakı ve “Sünni Cihadın geri cephesinin sağlam kalesi” gibi bir role soyunmuş duruma sürüklenmiştir.
Doğu Akdeniz gerginliği ile Mısır, İsrail, Kıbrıs ve Yunanistan’la da giderek sertleşen gerilimlere eklenecek Ermeni soykırım suçlamaları karşısında girdiği “savunma mevzisi”nin yükleriyle de ağırlaşacak dış politika, AKP Hükümeti’ni 2015’te daha da zorlayacak görünmektedir. Hele de Suriye rejimi 2015’te çökmezse, Suriye’nin Hükümeti’nin Batıyla şöyle ya da böyle bir düzen tutturacak ilişkileri de, AKP Hükümeti’ni, dış politikasını tümüyle ve en baştan yeniden gözden geçirmek zorunda kalacağı bir badireye sürükleyecektir. Ki, Hükümet için buradan bir dönüş, sadece siyasi bir manevrayı değil, ideolojik bir savrulmayı da zorlayacaktır.
Bu dış politikanın içeriye yansımasının, Kürt sorununun çözümünün Türkiye’nin bölge politikasıyla birleşmesi, mezhepçiliğin içeride Aleviliğe karşı kışkırtmalar ve bu kışkırtmalara karşı Alevi yığınların laisizm ve inanç özgürlüğünü savunması, Kürtlerle ve genel olarak demokrasi güçleriyle yakınlaşması olarak biçimleneceğini söylemek yanlış olmaz.

Hükümetin ekonomi politikalarının sorunlarının büyüdüğü bir yıl
Rusya’da derinleşen krizin faturası, AB ve dünya ekonomisindeki daralma eğiliminin 2015’te de sürecek olması, bölgeye emperyalist müdahale ve mezhep temelli iç karışıklıklar ve iç savaşlarla Türkiye’nin komşularıyla arasındaki gerilimin artacak olması, olumsuz etkenler olarak, Türkiye ekonomisi üzerinde 2015’te daha tahrip edici sonuçlara yol açacak görünmektedir.
Ekonomik büyümenin hızla düşme eğilimine girdiği (üçüncü çeyrekte büyüme 1.7’ye geriledi) ve işsizliğin uzun bir aradan sonra yüzde 10.5’e yükseldiği tabloya, sıcak para girişinin azalmasını, FED’in alacağı kararlara bağlı olarak ABD’nin siyasi amaçları için ekonomik gücünü kullanabileceğini de eklersek, 2015’te AKP Hükümeti’nin ekonomi politikalarını yerde süründürecek koşullar hızla olgunlaşacak görünmektedir.
2015 Bütçesi ve ekonomik programa dair (tasarruf, yatırım vb.’ne dair Hükümetin açıkladığı stratejik hedefler) açıklamalar, Hükümetin şimdiden durgunluğa gidişin faturasını halka yıkmak isteğini açıkça göstermektedir.
Yaz ortasında yapılacak milletvekili seçimleri de, ekonomi ve ekonomi bürokrasisi üzerinde “Erdoğan baskısı”nı artıracaktır.
Bütün bunların yanı sıra büyük sermaye ve rantiyenin özelleştirme, doğa, tarih, kültür, kentsel dönüşüm birikimleri dahil ülkenin yeraltı ve yerüstü servetlerinin yağmalaması için, Hükümetin, 2015’te yeni girişimler yapacağı kimsenin inkar edemeyeceği gerçeklerdendir.
Petrol fiyatlarının 60 dolara düşmesi dışında (ki, onun da Rusya ve dünya ekonomisindeki daralma üstünden tersine dönen bir “etken” olması kuvvetle muhtemeldir) bütün işaretler, AKP’nin ekonomi ve dolayısıyla ekonomi politikaları alanında 2015’te çok ciddi handikaplarla karşı karşıya kalacağını göstermektedir. 2015 Bütçe hedefleri, Hükümetin bir kriz olmadan da kriz önlemlerine başvurmak için her bahaneden yararlanacağı; bunun için bahaneler uyduracağı düşünüldüğünde, 2015’in, emekçiler ve işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarının çok zorlanacağı bir yıl olacağını söyleyebiliriz. Bu yüzden kamu emekçilerinin ve kamuda çalışan işçilerin TİS’leri çok çetin geçmeye adaydır.
Kısacası, “2015, AKP ekonomi politikasının varlık yokluk yılı olacaktır” demek, yalın gerçeği ifade etmek olacaktır.

2015’in emek mücadelesinin birleşme ve atılım yılı olması için daha çok ter dökmek gerekecek
2015 Bütçesi’nde asgari ücret, emekliler ve kamuda çalışanlar için öngördüğü yüzde 3+3 ücret ve maaş artışı, bu yılın emekçiler açısından nasıl bir yıl olacağını çok açık biçimde göstermektedir. Bu da, kamuda TİS yılı da olan 2015’in milyonlarca işçi ve kamu emekçisi ailesi ve milyonlarca emekli ailesi için kabusa dönüşecek olması demektir. Bunu önlemenin tek yolununun yığınların taleplerinde ısrar etmeleri olduğu tartışmasızdır.
Bu 3+3 kriteri, sadece işçiler ve kamu emekçileri için değil, üretici köylülükten şehir ve kırın yoksullarına kadar herkes için yokluk, yoksulluk ve işsizlik anlamına gelmektedir.
Bu yüzden de, 2015’te emek cephesinin makus talihini yenmesi için adım atabilmesinin tek koşulunun, kendi içinde birleşmesi, sendikalar ve emek örgütlerinin üstlerine düşen rolü oynaması, emekçilerin haklarının savunulmasında seçimlerden TİS’lere kadar her platformda sermaye ve partilerine karşı bir tutum benimsemeleri olduğunu söyleyebiliriz.

Buradan bakıldığında, 2015 için şunları söyleyebiliriz:
1-) İşçiler ve kamu emekçileri başta olmak üzere sömürülen yığınların kısmi taleplerle ve yerel olarak çeşitli vesilelerle atıldıkları her mücadeleyi, yerel ve merkezi imkanları sonuna kadar kullanarak ilerletmek bu yıl da çok önemlidir. Ama bunun kadar önemli bir şey de, bu mücadelelerin birleştirilip ilerletilmesi, emekçiler ve mücadelelerinin çeşitli platformlar etrafındaki birliklerinin daha geniş birliklere dönüşmek üzere ilerletilmesidir. Bu amaçla, işçiler, bir yandan içinde örgütlü oldukları sendikalar içinde bürokrat sendikacılara karşı mücadele verirken, aynı zamanda, fiili olarak da inisiyatifi ele aldıkları, hiçbir alışılmış kurala bağlı kalmadan birliklerini ve mücadelelerini ilerletmek için gerekli adımları atmak durumundadır. Bu yıl, bu girişimler için daha çok dayanak sunacak özelliklere sahiptir. Örneğin Birleşik Metal üyesi işçilerin, sendikalarını da zorlayıp ileri iterek, yılın sonunda MESS-Türk Metal dayatması TİS’i kabul etmemek için harekete geçmeleri, daha şimdiden onları tüm sınıf adına hareket eden, dolayısıyla sınıfın tüm ileri güçleriyle birleşmeleri için zemini güçlendiren bir mevziye getirmiştir. Bu da, tüm sınıf ve sınıf güçlerinin bu mevzi etrafında mücadeleye çekilmesi görevini diğer görevlerin önüne çıkarmaktadır.
2-) İş güvenliği, işçi sağlığı ve taşeronlaştırmaya karşı mücadelenin 2014’teki mevzisinden daha ileriye taşınması için adımlar atılmasında 2015 önemli dayanaklar sunacaktır.
3-) Kamu emekçileri ve kamuda çalışan işçiler için bu yıl TİS yılıdır ve bu TİS’lerde işçi ve emekçilerin güçlerni ortaya koydukları bir mücadele olarak ele alınmazsa, varılacak yer, Hükümetin dayatmalarına boyun eğmek olacaktır.
4-) Göçmen işçilerle birlik ve kardeşleşme sorunu, 100. Yıl dolayısıyla Ermeni soykırım tartışmalarıyla birlikte ele alındığında (ki, Kürt sorununun çözümü mücadelesinin geldiği boyutta özerklik, anadilde eğitim vb. üstünden yürüyen eski tartışmalar da yenilenecektir), 2015’te enternasyonalizm ilkesinin öne çıkarılması, propaganda ve ajitasyonun bu ilke dikkate alınarak içeriklendirilmesi son derece önemli olacaktır. Seçimden hemen önce kutlanacak 1 Mayıs bu bakımdan önemli bir fırsat yaratacaktır. Dolayısıyla işçiler, kamu emekçileri ve tüm emekçi kesimler içinde, 2015’te; milliyetçiliğe, dinciliğe ve mezhepçiliğe karşı mücadele için geniş bir zemin doğacağı ortadadır. Bu imkanları iyi kullanma, sınıf partisi ve işçilerin, kamu emekçilerinin ileri kesimleri için pek çok yanıyla hayati derecede önemli olacaktır.
5-) 2015’in, yazı boyunca değinilen muhtemel koşulları, genel seçimi, işçi sınıfı, kamu emekçileri ve tüm emekçi yığınlar için sermaye partilerinin oy deposu olmaktan kopup kendi sınıflarının safında yer almalarının önemli bir imkanı haline getirmektedir. Bu yüzden emekçi yığınların siyasette birleşmeden sendikal mücadelede de fazla bir adım atma şansının kalmadığını görmeleri için bir fırsattır, bu dönem. Bu vesileyle şunu da belirtelim ki, 2015 Genel Seçimi; sınıf içinde Kürt sorununun çözümünden Alevilerin inanç özgürlüğüne, Türkiye’nin demokratikleşmesinin öneminden bunun işçi sınıfı mücadelesinin ilerletilmesiyle ilişkisine,… çok boyutlu bir ajitasyonu son derece önemli hale getirmektedir. Bu, elbette ki, sınıfın bilincinin ilerletilmesi, sınıfın sömürüsüz ve sınıfsız bir toplum idealinin propagandası için de son derece önemli bir fırsat olacaktır.
Evet, 2014 için “Emek mücadelesinin kan ter içinde ilerlediği”ne dikkat çekmiştik.
2015 de zorluklarıyla olduğu kadar, hatta daha da fazla sunduğu imkanlar bakımından, bu yüzden de imkanların hayata geçirilmesi bakımından daha çok ter dökecekleri yıl olarak geliyor. Asıl önemeli yanı da budur.
Eğer işçiler, emekçiler tekeller için, sermaye için kan ve ter dökmekten kurtulmak istiyorlarsa kendi davaları için daha çok ter dökmeyi göze almak zorundadırlar. Bu bize bütün bir sınıflar mücadelesi tarihinin öğretti temel derstir.
2015; demokrasi güçlerini, sınıf partisini, işçileri, emekçileri kendi geleceklerine sahip çıkmaya, özgürlükler için, demokrasi için sömürüsüz savaşsız bir insanlık davasının yolunu açmak için daha çok mücadeleye, daha çok ter dökmeye çağırıyor.
Bu çağrıya uymak hepimizin sorumluluğudur.

Kobanê direnişi ve siyasi sonuçları üzerine

Kobanê direnişi, en başında, bölgedeki gelişmeler ve özellikle Rojava ile iç içe geçmiş olan ‘çözüm süreci’nin ikili karakterini ortaya çıkardı. AKP Hükümeti’nin bir yandan İmralı’da Öcalan’la görüşmeler yaparken öte yandan Rojava’daki Kürt kantonlarını yok etme ve Kürt hareketini etkisizleştirerek kendi çözümünü dayatma hesaplarını görünür kıldı. Ancak AKP Hükümeti ve devletin desteklediği IŞİD’in –ki, bu destek ABD yönetimi tarafından bile dile getirilmiştir– üç koldan kuşattığı Kobanê’de ortaya konan direniş ve Türkiye’nin Kobanê’nin düşürülmesi hesabına bağlı olarak her türlü yardımı engellemesinden sonra, 6-7 Ekim’de Kürdistan, Türkiye ve bütün dünyaya yayılan eylemler sürecin seyrini değiştirdi.  IŞİD’e karşı koalisyon kuran ABD, Kobanê’ye müdahale etmek zorunda kalarak kuşatmanın kırılmasında rol oynadı ve ardından yine Kobanê’ye havadan silah yardımı yaparak koridor açılmasını engelleyen Türkiye’yi boşa düşürdü. Nihayetinde, Kobanê’yi düşürme planı tutmayan Türkiye egemenlerinin elinde, PYD/YPG’nin Barzani üzerinden dengelenmesi beklentisine bağlı olarak Peşmergenin ağır silahlarla Kobanê’ye geçişine izin vermekten başka yapacak bir şey kalmadı. Bütün bu gelişmeler üzerinden 6-7 Ekim Serhildanındaki öfke patlamasının sadece Kobanê’de değil, ülke ve bölge siyasetinde de dengeleri değiştirici bir rol oynadığı söylenebilir.

KOBANÊ DİRENİŞİ VE ABD’NİN IŞİD STRATEJİSİ

ABD Başkanı Obama’nın Eylül ayında açıkladığı ‘IŞİD ile mücadele stratejisi’ asıl olarak Irak merkezliydi ve ihtiyaç duyulması halinde Suriye’ye müdahale edilmesini öngörüyordu. ABD, bu strateji ile, IŞİD’i kullanarak aynı anda birkaç hedefini gerçekleştirmek istiyordu. Öncelikle, Musul’u ele geçirmesinden sonra Irak’taki gücünü giderek arttıran IŞİD karşısında daha önceden Irak’ta birbirleriyle çatışma noktasına gelen merkezi hükümet ile Kürdistan Federe Yönetimi’nin yeniden bir araya getirilmesi sağlandı. ABD 2003 müdahalesinden sonra oluşturduğu iktidarın Şii ve Sünni Araplarla Kürtler arasında paylaştırılmasına dayalı düzeni –ki bu paylaşımda başbakanlık Şiilere, cumhurbaşkanlığı Kürtlere ve meclis başkanlığı da Sünnilere veriliyor– geçici de olsa yeniden tesis etti. ABD, bölgede müdahaleci politikalarına dayanak yaptığı bu strateji ve kurduğu koalisyon ile aynı zamanda son birkaç yılda kendi politikaları etrafında toparlamakta zorlandığı bölgesel müttefiklerini –başta Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün olmak üzere– yeniden dizayn edebilme imkanı buldu.
Bu dönemde Irak’ta IŞİD’i vuran ABD, IŞİD’in 16 Eylül’de başlayan Kobanê kuşatması ve saldırısı karşısında ise “durumu yakından izliyoruz” açıklaması ile yetinmişti. ABD Suriye’de IŞİD’i bombalamaya başladığında da, ilk hedefi Kobanê kuşatmasındaki güçler değil, Rakka’daki kimi lojistik üslerdi. Bu tutum, ABD’nin de Kürt siyaseti içinde bugüne kadar kendisiyle uyumlu bir politika izlemeyen PYD-PKK çizgisini sıkıştırıp zorda bırakmayı hedeflediğini gösteriyordu. Ancak ABD’nin IŞİD’in saldırılarını izlemesine ve Türkiye’nin de yardım götürülmesini engellemesine rağmen Kobanê’de ortaya konan direniş, bütün dünyada yankı yarattı. 6-7 Ekim’de dünyanın birçok önemli kentinde de Kobanê ile dayanışma için eylemler düzenlendi. Bu eylemler IŞİD’e karşı koalisyon kuran ABD’nin ikiyüzlü politikasını da teşhir etti. Ortaya çıkan yeni durumda Kobanê’nin düşmesi, aynı zamanda ABD’nin oluşturduğu koalisyonun da inandırıcılığını ciddi biçimde tartışılır hale getirecekti. İşte bu noktada, ABD, “durumu izleme”nin ötesine geçerek, IŞİD’in Kobanê’deki güçlerini havadan bombalamaya başlamak zorunda kaldı. Üstelik bu müdahale, ABD’nin 2003 Irak müdahalesi sonrasında ortaya çıkan katliamcı-işkenceci imajını düzeltebilecek bir “kurtarıcı” rolle bölgedeki varlığını halklar nezdinde meşrulaştırmış olacaktı.
Kobanê’de IŞİD mevzilerinin bombalanması, ABD ile “Bizim için IŞİD neyse PYD de odur” diyen Erdoğan/AKP arasındaki çelişkiyi/uyuşmazlığı daha görünür hale getirdi. ABD, bu noktada ikinci bir adım attı; Kobanê’ye havadan silah yardımı yaparak Türkiye’nin ambargosunu da etkisizleştirdi. Ardından da, Türkiye –PYD’yi dengeleme beklentisi üzerinden– Kürdistan Yönetimi’ne bağlı Peşmerge güçlerinin Türkiye üzerinden Kobanê’ye yardım götürmesini kabul etmek zorunda kaldı.
Kobanê müdahalesi sonrasında ABD’nin PYD ile görüşmeler yapması, önemli tartışmaları da beraberinde getirdi. Öncelikle ABD’nin Suriye üzerinden sürdürülen bölgesel kamplaşma sonrasında dengeleri değiştirebilecek önemli bir güç haline gelen Kürtleri (PYD’yi) yedeklemek ve bu temelde Suriye rejiminin arkasında duran Rusya-Çin-İran bloğuna karşı kendi pozisyonunu güçlendirmek istediği açıktır. Ancak bu durum, ABD’nin ortaya konan direnişin bütün dünyada yarattığı yankı nedeniyle Kobanê’ye müdahale etmek zorunda kaldığı ve bugüne kadar PYD’nin Suriye’deki savaşın ilk dönemlerinden beri izlediği kendi bölgesini –Rojava’yı savunma– ve PYD Eş Başkanı Salih Müslim’im deyimi ile “kimsenin askeri olmama” tutumunu sürdürdüğü gerçeğini değiştirmemektedir.
Bu noktada, eski TKP’nin devamcıları başta olmak üzere, kimi “sol” çevrelerin ABD’nin müdahalesi sonrasında “Kobanê’nin siyaseten düştüğü”  yönündeki değerlendirmelerine değinmek gerekiyor. Çünkü söz konusu çevreler, ABD bombardımanını, Kürt hareketine karşı mesafeli duruşlarının ve sosyal-şoven politikalarının üstünü örtmek, dahası bu duruşlarını meşrulaştırmak için kullanmaya çalışmaktadırlar.
Oysa bu türden yaklaşımlar, öncelikle ABD’yi Kobanê’de tutum almaya zorlayan halk direnişini görmezden gelmektedir. Ve gerçekten bu direnişe sahip çıkmak isteyenlerin yapması gereken şey, ABD bombardımanının tozu-dumanının arkasına saklanmak değil; bu direnişin ABD desteğine ihtiyaç duyulmayacak düzeye –ki ABD’nin bu desteğinin arkasındaki hesaplara yukarıda değinmiştik– getirilmesi için mücadele ve dayanışmanın büyütülmesidir.
İkincisi, ABD bombardımanı, Kürtlerin Rojava’da PYD öncülüğünde kendi geleceklerini belirleme mücadelesinin demokratik karakterini ortadan kaldırmamakta; Kürtler kendi topraklarını savunma çizgisini sürdürmekte ve emperyalizm/gericiğin kendilerini rejimle çatışma içine çekme politikasına karşı durmaya devam etmektedir. Kaldı ki, Lenin’in de belirttiği gibi, eğer bir sosyalist çözümden söz etmiyorsak, emperyalizm koşullarında yalnızca ulusların kendi kaderini tayin hakkı değil, kısmen ve çarpıtılmış olarak da olsa, siyasi demokrasinin bütün talepleri uygulanma şansı bulabilir. Ama bu durum, sosyalistlerin bu talepler için acil ve kararlı bir mücadele vermesi zorunluluğunu ortadan kaldırmaz, aksine bundan vazgeçmek burjuvazi ve gericiliğin ekmeğine yağ sürmek anlamına gelir. Bu nedenle söz konusu çevrelerin bugün sosyalistlik ve anti-emperyalist duruş adına Kobanê direnişine yüz çevirmesi; ulusların kaderini tayin hakkı temelinde ulusal hak eşitliğinin sağlanması ve işçi sınıfının birliği önündeki milliyetçi duvarların yıkılması mücadelesine değil; en çok emperyalizm ve ülke gericiliğinin işine yaramaktadır.
Yaşanan bölgesel kamplaşma ve önce Şengal’de –Irak Kürdistanı’nda– PKK ile Peşmerge güçlerinin ve ardından da Kobanê’de PYD’nin IŞİD’e karşı gösterdiği direniş, Sykes Picot anlaşmasının çizdiği sınırların geçersizleştiği bir süreçte, Kürtleri bölgenin yeniden dizayn edilmesinde göz ardı edilemeyecek bir güç haline getirdi. ABD’nin bugün göz ardı edemez hale geldiği bu durumu diğer emperyalist bloğun başında yer alan Rusya önceden görmüş ve daha Cenevre-2 görüşmeleri döneminde PYD’nin sürece dahil edilmesi gerektiğini savunmuştu.
Kobanê Direnişi sonrasında Kürtlerin bölgesel gelişmelere bağlı olarak edindiği pozisyon, ülkede devam eden “çözüm süreci”ni de dolaysız olarak etkiledi.

KOBANÊ SONRASI ÇÖZÜM SÜRECİ
AKP Hükümeti, daha en başından, Rojava’da Kürtlerin PKK çizgisindeki bir siyasi partinin –PYD’nin– öncülüğünde siyasi statü sahibi olmasını –oluşturdukları demokratik kantonları– ülke içinde “çözüm süreci”nde dayatmak istediği statüsüz çözüm önünde bir engel olarak gördü. Bu nedenle, Rojava’da, 19 Temmuz 2012’de Kobanê’den başlayarak, yönetimi ele aldıkları tarihten itibaren Kürtlerin kendi bölgelerini yönetmesini engellemek için önce el Nusra ve sonra IŞİD gibi el Kaideci çetelerle her türlü işbirliği yapmaktan geri durmadı. Bu nedenle Kobanê kuşatması, IŞİD’in alan hakimiyeti için ne kadar gerekli idiyse, AKP Hükümeti’nin “çözüm süreci”ni inisiyatifi elinde tutarak yürütme politikası bakımından da o kadar gerekli görünüyordu. Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan da, bu beklentisini, Kilis’te yaptığı bir konuşmada “Kobanê ha düştü, ha düşecek” sözleri ile ortaya koymuştu.
6-7 Ekim Serhildanı, AKP Hükümeti’nin süreçte inisiyatifi elinde tutma politikasına ciddi bir darbe vurdu. Zaten bu politikanın darbe yemesinin telaşıyla, 51 insanın yaşamını yitirdiği olayların hemen ardından, “kamu düzeni”ni sağlama adına, polise yeni yetkiler veren yeni baskı yasaları çıkarmak için kolları sıvadı. Yine başta Eş Genel Başkan Demirtaş olmak üzere HDP hedefe kondu ve sürecin askıya alınabileceği tehdidi gündeme getirildi. Ancak bütün bu tehditlere rağmen Kobanê’nin düşürülmesi hesabının boşa düşürülmesinden sonra, Kürtlerin bölgede edindikleri yeni pozisyon, AKP Hükümeti/devletin bu süreci bitirme olanaklarını da önemli oranda sınırlıyordu. Bu nedenle, kamuoyuna yönelik HDP’ye karşı en ağır açıklamaların yapıldığı süreçte, diğer taraftan HDP’nin İmralı heyeti ile de görüşmeler yapılıyordu. Yapılan bu görüşmelerin sonucunda “sürecin hızlandırılarak devam ettirilmesi kararı” çıktı. Bu karara bağlı olarak, Öcalan’a 5 kişilik bir sekretarya, İmralı heyetinin genişletilmesi –ki son görüşmelerde heyete DTK Eş Genel Başkanı Hatip Dicle dahil edilmiştir– ve bir ‘izleme kurulu’nun oluşturulması konularında anlaşmaya varıldığı açıklandı.
Öncelikle bir sekretarya ve izleme kurulunun oluşturulmasının sürecin sürdürülme biçimine dair düzenlemeler olduğunun altını çizmek gerekiyor. Yani bu düzenlemeler, çözümün içeriğiyle değil, nasıl sürdürüleceğiyle ilgilidir. Burada yine AKP Hükümeti’nin bu adımlar üzerinden süreci seçimlere kadar idare etme ve “çözüm süreci”ni seçimlerden daha güçlü çıkmak için kullanma hesabı yaptığını söylemek herhalde bir kehanet değildir. Ancak bu durum, yapılan/yapılacak düzenlemelerin Kürt hareketi ve demokrasi güçleri için bir kazanım olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Çünkü bugüne kadar hükümet, ‘çözüm süreci’ni Öcalan ile MİT arasında yapılan ve içeriği kamuoyuna açıklanmayan bir gizli görüşmeler süreci olarak sürdürdü. Ve sürecin kapalı kapılar ardında sürdürülmesi, AKP’nin süreci istediği gibi kullanmasını kolaylaştırıyordu. Oysa “çözüm süreci”nin sonucunda barışın sağlanması isteniyorsa, bu sürece toplumun da dahil edilmesi gerektiği açıktır. Bu nedenle sürecin şeffaflaştırılıp toplumsallaştırılması –ki oluşturulacak kurullar bu bakımdan önemlidir– toplumun sorunu ve çözümünü doğrudan tartışabilmesinin öncelikli bir koşulu olarak anlam taşımaktadır. Yine HDP Eş Başkanı Demirtaş’ın CHP’nin ya da CHP’ye yakın isimlerin izleme kurulunda yer alması çağrısı da, sürecin toplumsallaştırılmasının hızlandırması ve AKP’nin elinde rehin olmaktan kurtarılması bakımından önemsenmesi gereken bir çağrıdır.
Özetlemek gerekirse, oluşturulacak kurullar, AKP Hükümeti’nin sürecin çerçevesini “MİT’in terör örgütü lideriyle görüşebileceği” çerçevesine sıkıştırması politikasının geçersizleştirilmesi; toplumun bu görüşmelerin devlet ve Kürt hareketi arasında Kürt sorununun çözümü için yürütüldüğünü görmesini/anlaşmasını sağlama ve toplumu sürece katmaya hizmet etmesi olanağını arttırmaktadır. Aksi durumun, yani sürecin şeffaflıkla yürütülüp toplumsallaştırılmamış olmasının acı sonuçları ve olası tehlikelerini 6-7 Ekim olaylarında bir kez daha gördük. Kobanê’ye destek eylemlerinin karşısında polis nezaretinde sokağa dökülüp Kürtlere saldıran, insanları linç eden güruhlar, artık Kürdün varlığını kabul eden, ama onu kendisi için bir tehdit, bir düşman olarak gören bir dışlayıcı milliyetçiliğin de varlığını acı bir şekilde gösterdi. Ve açıktır ki, Türkle Kürdün bu kadar iç içe yaşadığı günümüz koşullarında dışlayıcı milliyetçilik, ülkeyi bir iç savaştan; Türk-Kürt çatışmasından başka bir yere götürmez.
İmralı heyetine DTK Eş Başkanı Dicle’nin de katılmasından sonra yapılan görüşmede Öcalan’ın KCK’ye ve hükümete ulaştırılmak üzere sunduğu ‘Demokratik müzakere ve barış süreci taslağı’ dolayısıyla görüşmelerin üzerinden iki yıl geçtikten sonra çözümün içeriğinin tartışılmaya başladığını söyleyebiliriz. İçeriği konusunda fazla bilgi olmasa da, İmralı heyetinden Sırrı Süreyya Önder’in taslağa ilişkin “Taslakta anayasal, yasal değişikler hepsi var. Herkes için de özerklik var. Demokratikleşme başlığı altında bunu sizinle paylaşacağız” açıklaması, taslağın tartışmaya açılması için yetti. KCK yönetimi, taslağın kendilerine sunulan kısmını kabul ettiklerini açıklarken, Başbakan Davutoğlu, Önder’in açıklamalarına dair sorulan bir soruya, “genel af, özerklik gibi konular kesinlikle gündeme gelmemiştir. Gündemde olmayan konuları, sanki gündemdeymiş gibi ele almak, tartışmak sürece zarar verir” yanıtını vermiştir. Bu yanıt, hükümetin görüşmelerin neden kapalı kapılar arkasında yapılmasını istediğini ve oluşturulacak kurullarla görüşme sürecinin şeffaflaştırılmasına neden bu kadar direndiğini de açıklamaktadır. Öte yandan genel affı, Kürtlere siyasi bir statüyü, anadilde eğitimi, anayasal değişiklikleri vb. konuşmadan Kürt sorununun çözülemeyeceği de açıktır. “Biz bu konuları konuşmadık, konuşmuyoruz” demek, Davutuğlu’nun (AKP Hükümeti’nin) sorunun çözümüne olan mesafesini de göstermekte, yapılan görüşmelere rağmen AKP’nin zaman kazanmaya yönelik oyalayıcı bir tutumda ısrar ettiğini ortaya koymaktadır.
Sonuç olarak, AKP Hükümeti’nin sorunun çözüm çerçevesini konuşmaktan kaçmaya çalışmasına rağmen, görüşme sürecinde, bu görüşmelerin sürdürülme biçimine dair atılan adımlar, hükümetin bundan kaçma olanaklarının sınırlandırılması ve tartışmaların topluma yansıtılması bakımından önemlidir. Bu adımların AKP için seçim sürecinin atlatılmasına ve seçimden güçlü çıkma hesaplarına bağlı manevralar olarak anlam kazandıkları gerçeğini göz ardı etmeden, Kürt hareketi-demokrasi güçleri bakımından demokratik-barışçıl çözüm için mücadele zeminini genişlettiği de belirtilmelidir.

AKP’NİN DERSİM SEFERİ VE ALEVİ AÇILIMI

Kobanê’nin düşürülmesi hesabının ters tepmesi ve Kürt hareketinin güç ve pozisyonunun artması sonrasında siyaseten ciddi bir sıkışıklık içine giren AKP Hükümeti’nin bu sıkışmışlıktan kurtulmak için yaptığı manevralardan biri de, Dersim katliamını ve Alevi açılımını gündeme getirmesi oldu. Başbakan Davutoğlu, Seyit Rızaların idam edilişinin yıldönümüne yakın bir tarihte Hacıbektaş Aşure Günü’nde “Dersim, modern bir Kerbela’dır” açıklamasını yaptı. Davutoğlu, aynı konuşmada, Alevilerin zorunlu din dersinin kaldırılması talebinin –ki Avrupa İnsan hakları Mahkemesi, Türkiye’yi bu uygulamadan dolayı mahkûm etmiştir– tartışılabileceğini de söyledi.
Öncelikle Davutoğlu/AKP Hükümeti’nin ne Dersim özrünün, ne de Alevilerin talepleriyle ilgili açıklamalarının gereğini yapmadığının altını çizmek gerekiyor. Davutoğlu’nun Kasım ayı sonunda Dersim’e yaptığı ziyarette Dersim adının iade edileceği beklentisi bile boşa çıktı. Başbakan’ın Dersim seferinden, Tunceli Üniversitesi’nin adının Munzur Üniversitesi ve tarihi kışlanın müze olması dışında bir şey çıkmadı. Oysa Hükümet gerçekten özür dileyip geçmişle hesaplaşmak isteseydi, Dersim katliamını CHP ile hesaplaşma meselesi olarak ele almanın ve bunun üzerinden yıpranan imajını düzelterek demokratik bir çizgide olduğu görüntüsü yaratmanın ötesine geçmesi gerektiği açıktır. Ancak Dersimlilerin Dersim adının iadesi, Seyit Rızaların mezarlarının bulunması ve katliamın siyasi-sosyal-ekonomik bütün sonuçlarının açıklanıp bunların telafisi yönünde adım atılması başta olmak üzere, hiçbir beklentisi karşılanmamıştır. Bunun da ötesinde, eğer Dersim’de yapılanlar devletin Kürt sorununu şiddet-baskı-imha ile çözme politikasının bir parçası ise –ki öyledir–, geçmişle hesaplaşmadan söz ederken yapılması gereken, Kürt sorununun Kürtlerin ulusal demokratik taleplerinin karşılanması temelinde çözülmesidir ve AKP Hükümeti’nin böylesi bir çözüm konusunda durduğu yer de bellidir. Yani Dersim katliamının CHP’nin tek parti iktidarının olduğu dönemde (1937-38) yapılması, bu katliamın devlet tarafından yapıldığı gerçeğini değiştirmemektedir. Bu nedenle, bugün gerçek anlamda hesaplaşma, CHP tarafından değil, hükümet tarafından yapılabilir. Burada, Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu’nun özür dilemesine rağmen –ki CHP içindeki ulusalcılar bu özre tepki göstermekte gecikmediler– CHP’nin geçmişiyle gerçekten yüzleşememesinin AKP’nin işini kolaylaştırdığını; AKP’nin eline her fırsatta kullandığı bir malzeme verdiğini de belirtmek gerekiyor. Nihayetinde yapılan katliam, yaşanan sürgünler vs. bugün bütün sonuçlarıyla ancak hükümet tarafından açığa çıkarılıp gereği yapılabilecek uygulamalar oldukları halde, AKP, Erdoğan’ın Dersim özründen –Kasım 2011– bu yana lafın ötesinde hiçbir adım atmış değildir.
Yine Alevilerin taleplerini konuşmaya hazır olduklarını söyleyen Başbakan Davutoğlu’nun tek pratik önerisi, din dersi kitaplarında Alevilerin daha fazla anlatılması olmuştur. Aleviler taleplerini çok açık olarak sıralamalarına, bu talepleri alanlarda ilan edip gereğinin yapılması için hükümete dilekçeler vermiş olmalarına rağmen, AKP, ‘çalıştay’ üzerine çalıştay düzenleyip Alevileri oyalamaya çalışmanın ötesine geçmemiştir. Ancak Alevilerin zorunlu din dersinin ve Diyanetin kaldırılması, devletin dini örgütleme politikalarına son verilip gerçek anlamda laik bir düzenin kurulması beklentisini karşılamak bir tarafa, her fırsatta kendini AKP Hükümeti’nin başı olarak ilan eden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katıldığı 19. Milli Eğitim Şûrası ve 5. Din Şûrası’nda ortaya koyduğu tutum, AKP’nin kendi dinci-muhafazakâr anlayışını bütün topluma dayatma konusunda yeni adımlar atmaya hazırlandığını gösterdi. Zorunlu din dersinin kaldırılmasını tartışmaya hazır olduğunu söyleyen Hükümet, zorunlu din dersini ilkokul birinci sınıflarda başlatma, dahası anaokullarına ‘değer eğitimi’ adı altında dini bilgiler verilmesini gündeme getirmiş ve yine Osmanlıca’yı zorunlu ders haline yapmayı tartışmaya açmıştır.
Peki, bütün bu tartışma ve gelişmelerden nasıl sonuçlar çıkarmak gerekiyor?
Birinci olarak, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Hükümet, Kürt sorununda yaşadığı sıkışıklıktan kurtulmak ve 51 insanın yaşamını yitirdiği olaylardan sonra gündeme getirdiği yeni baskı yasalarının, “güvenlik paketi”nin üstünü örtmek üzere Dersim katliamı ve Alevilik konularını gündeme getirmiştir. Ancak söylenen onca söze rağmen bu konularda halkın beklentisi yönünde atılmış hiçbir ciddi adım yoktur. Aksine daha Davutoğlu’nun lafları kurumadan, söylenen sözleri tersi yönde –dinci-muhafazakâr bir toplum oluşturma– adımların atılması gündeme getirilmiştir. AKP, nasıl kendine karşı her muhalefet girişimini “darbe” olarak nitelendirip kendi gerici politikalarına meşruiyet sağlamaya çalışıyorsa, bu konularda da geliştirdiği söylem ile toplumda geçmişle yüzleşen demokrat bir hükümet imajını etkin kılmaya, dahası bu konular üzerinden siyasi rakibini –CHP’yi– sıkıştırmaya çalışmaktadır.
İkincisi ve daha önemlisi, AKP Hükümeti’nin Suriye’ye müdahale politikalarına bağlı olarak geliştirdiği mezhepçi söylem, Alevileri ciddi bir şekilde kendisine karşı kamplaştırmış durumdadır. Bunun da ötesinde, Kürtlerin Kobanê’de AKP’nin desteklediği IŞİD çetelerine karşı ortaya koyduğu direniş ve Rojava’da bütün halkların ve inançların demokratik birliğine dayanarak oluşturulan kantonlar, tarihinde olmadığı kadar Alevilerle Kürtleri birbirine yaklaştırmış, bu güçlerin ülke içinde birleşme zeminini genişletmiştir. Bu yakınlaşmanın ilk sonuçlarını, cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde çeşitli Alevi çevrelerinin Demirtaş’a verdikleri destekte gördük. Kürtlerin bölgede IŞİD barbarlığına karşı halkların laik-demokratik geleceği için savaşan bir güç olarak öne çıkması, IŞİD barbarlığına ve destekçisi AKP’ye karşı ciddi bir tepki duyan Alevilerin Kürt hareketine sempatisini arttırmış ve ilk kez Kobanê sürecinde bu kadar geniş Alevi çevreleri Kürtlerle dayanışma tutumu sergilemiştir. İşte; AKP-Davutoğlu, Dersim ve Alevilik konularını tartışmaya açıp Alevilerde beklenti yaratarak, dahası kimi Alevi çevrelerini yedekleyerek Kürtler ve Aleviler arasında zemini giderek genişleyen mücadele birlikteliğini önüne geçmek istemektedir.
Nihayetinde “çözüm süreci”ni Kürt sorununda inisiyatifi eline alma ve inisiyatifi eline aldığı oranda adım atarak kendi çözümünü dayatma anlayışıyla sürdüren AKP, Dersim ve Alevi “açılımı”nı bu sıkışmışlıktan kurtulmak için kullanmaya çalışıyor.
Böylelikle AKP Hükümeti, “Dersim açılımı” üzerinden Kürt halkının “çözüm süreci”nin devamı ve ulusal hak eşitliği bakımından öncelikli hiçbir talebini karşılamadan Kürt sorununda geçmişle yüzleşip büyük bir adım atmış görünecek, üstelik bu adımla CHP içinde tartışma yaratarak, CHP’yi de kendi iç çatışmasıyla baş başa bırakacaktı. Öte yandan “Alevi açılımı” ile Alevilerde beklenti yaratarak, Alevilerin Kürt hareketi ile ortak mücadele yöneliminin önüne geçebileceği hesaplarını yapmaktaydı. Çünkü AKP,  ülkenin seçim sürecine girdiği böylesi bir süreçte, laisizm ve demokratik talepler etrafında Kürtlerle Aleviler arasındaki mücadele birlikteliğinin zeminin hiç olmadığı kadar gelişmekte olduğunu ve bunun kendi düzeni için ciddi bir tehdit olduğunu görüyor.
Ancak başında, Esad’ı Alevi olduğu için hedef yapıp Sünni mezhepçi bir müdahale politikası izleyen ve bu temelde IŞİD gibi barbar örgütlerle işbirliğinden çekinmeyen, Kılıçdaroğlu’nu Dersimli bir Alevi olduğu için yuhalatan ve Sivas katliamı davasında mahkemenin zamanaşımı kararından sonra “hayırlı olsun” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın olduğu bir Hükümetin bu konularda manevra yapabilme koşulları da oldukça sınırlıdır. Ve zaten Davutoğlu’nun son manevrasının Eğitim ve Din Şûralarında boşa çıkartılmış olması bile, AKP gericiliğinin artık biçimsel de olsa kimi demokratik adımlar bile atamaz hale geldiğini gözler önüne sermiştir. AKP, geleceğini, gericiliğe ve baskı yasalarına daha fazla sarılmakta görmekte; “tek parti, tek adam” düzenini tahkim etmek için 2015 Seçimleri’ne bu temelde hazırlanmaktadır.

SEÇİM VE DEMOKRATİK ÇÖZÜM İÇİN BİRLİK
‘Kamu düzeni’ adına baskı politikalarına sarılan Hükümetin önümüzdeki döneme dair politik hesaplarını görünür kılan gelişmelerin en önemlisi, ülkenin genel seçim sürecine girmesiyle birlikte, yüzde on seçim barajı ile ilgili ortaya koyduğu tutum olmuştur. İşine geldiğinde 12 Eylül darbe anayasasıyla hesaplaşmaktan söz eden hükümet, göz diktiği oylar söz konusu olduğundaysa, 12 Eylül faşist darbesinin ürünü olan yüzde on seçim barajının kaldırılması talebini “milli iradeye karşı bir darbe girişimi” olarak sunmaya çalışmaktadır. AKP-Erdoğan’a göre, kendilerine oy vermeyen milyonlarca seçmenin oyunun üzerine oturup yüzde 35’lik oyla meclisin yüzde 65 çoğunluğunu sağlamak mili iradenin tecellisi olmaktadır! Öncelikle her türlü demokratik hak ve talep karşısında “darbe” söylemine sarılması, seçimle başa gelen AKP’nin bu iktidarı seçimle bırakmamak için her yolu deneyeceğini göstermektedir. İnsanların en demokratik haklarından toplantı-gösteri haklarını kullanmalarını bile “kamu düzeni” için bir tehdit olarak gören ve bu hakkın kullanımını engellemek konusunda 12 Eylül faşizmini aratmayan baskı yasalarına sarılan Hükümetin ‘yeni Türkiye’ derken nasıl bir düzenden söz ettiğini anlamak zor olmasa gerek! AKP’nin ‘yeni Türkiye’si; zaten fiili başkanlık yapan Erdoğan’ın tek adam olduğu, AKP dışındaki bütün partilerin “kamu düzeni” için tehdit olarak görüldüğü bir “tek parti-tek adam” düzenidir.
Bu ülkede seçim barajından devletin hangi siyasi partilere yardım yapacağına kadar bütün yasak ve engellemelerin Kürt hareketi ve demokrasi güçlerinin ülke siyasetinde etkili olmalarının önüne geçmek üzere gündeme getirilip korunduğu biliniyor. Bugün Öcalan’la görüşmeler yapan AKP Hükümeti’nin, Kürt sorunu çözme ve demokratikleşme konusunda zerrece bir kaygı duyuyor olsaydı, yapması gereken ilk şey, seçim barajını kaldırmak olurdu. Çünkü eğer bir çözümden ve dağdakilerin siyasal yaşama katılacakları bir ortamın oluşturulmasından söz edilecekse, atılması gereken ilk adım, anti-demokratik seçim barajı uygulamasının kaldırılması olmalıdır. Oysa AKP, 2015 Haziran Seçimleri’ni “tek parti, tek adam” düzenini tahkim etmek için fırsat olarak kullanmak; dahası ülkenin geleceğini tek başına belirleyeceği, kendisi dışındaki bütün güçleri susturup ezeceği bir düzen kurmak peşindedir. Ancak bu kez AKP’nin işi eskisi kadar kolay değildir, seçim barajına ve baskı yasalarına dört elle sarılmasının nedeni de budur. Çünkü bugün ülkede emek ve demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesinin zemini daha önce olmadığı kadar genişlemiş durumdadır.
Bu mücadele birliğinin zeminini genişleten başlıca gelişmelerin birkaçını hatırlatmak gerekirse; Haziran-Gezi Direnişi’nde özellikle gençlerin ve kadınların geleceksizliğe, muhafazakârlık dayatmalarına, kendi yaşamlarına yapılan müdahalelere karşı ortaya koyduğu direniş ve bu süreçte özellikle Lice’de kalekollara direnirken katledilen Medeni Yıldırım’ı sahiplenip ulusalcı siyasetin etkisi altındaki kesimlerin bile “halkların kardeşliği” sloganını atmalarını öncelikle anmak gerekir. Roboski Katliamı’nda çocuklarını kaybeden aileler ile Haziran Direnişi’nde çocukları öldürülen aileler arasında gelişen duygu birliği ve bu katliamlara karşı Türkiye ve Kürdistan’da ortaya çıkan sahiplenme de önemlidir. Soma’daki işçi katliamı da, Gezi-Haziran Direnişi gibi, emekçilerin düzene karşı öfkelerini birleştirdikleri önemli dönemeçlerden biri olmuştur. Burada, Soma katliamı karşısında Kürdistan’da ortaya çıkan dayanışma ve yaygın kitlesel eylemler belirtilmelidir. En son, Kobanê Direnişi sırasında, emek örgütlerinin etkisi zayıf olsa da, gerçekleştirdikleri siyasi-dayanışma grev ve eylemleri, çeşitli Alevi çevrelerinin ve Kürt hareketine bugüne kadar mesafeli durmuş çeşitli sol çevrelerin ortaya koyduğu güçlü dayanışma da, AKP gericiliğinde ifadesini bulan sisteme karşı mücadele birlikteliğini büyüten gelişmelerden olmuştur.
Sonuç olarak, bugün AKP’nin ‘yeni Türkiye’sinin alternatifi ancak yukarıda saydığımız gelişmeler-hareketler içinde yer alan HDK bileşenlerinin, emek örgütlerinin, Alevi çevrelerinin, çeşitli sol örgüt ve çevrelerin oluşturduğu Birleşik Haziran Hareketi’nin ve laik-demokratik bir ülke, insanca bir yaşam isteyen her kesimden halk güçlerinin oluşturacağı bir demokrasi cephesi ile yaratılabilir. Ancak böylesi bir demokrasi cephesi, her şeyden önce, AKP’nin demokrasi mücadelesinin önüne bir engel olarak dikmekte ısrar ettiği seçim barajını yıkabilir ve bu cepheyi dışarıda bırakacak bir seçimi daha en başından geçersiz-işlevsiz hale getirebilir. Böylesi bir cephe, seçimlerden güçlü çıkmanın da ötesinde, bugün, en başından ifade edildiği gibi, müzakere sürecinin bir mücadele süreci olduğu gerçeğinden hareketle, AKP’nin Kürt sorununun çözümündeki oyalayıcı tutumunu boşa çıkarmak ve demokratik bir ülke kurmak bakımından ihtiyaçtan da öte bir zorunluluk haline gelmiştir.

19. Milli Eğitim Şurası üzerine

Bir ülkenin eğitim gerçeğinin temel zeminini eğitim felsefesi oluşturur. Her sistem kendi insan tipini yetiştirir. İnsanlar, hangi bilgiler, gerçekler ve değerler üzerinden biçimlendirilecekse, eğitim politikaları da ona uygun olarak oluşturulur. Eğitim sistemine yön verilirken, açık ya da örtük olarak önceden belirlenen hedeflere ulaşmak üzere, 4+4+4 sürecinde olduğu gibi dayatmalar yapılabildiği gibi, kimi zaman da eğitim şuraları üzerinden toplumsal rıza mekanizması geliştirilebilir.
19. Milli Eğitim Şurası 2-6 Aralık tarihleri arasında Antalya’da yapıldı. Dört yılda bir yapılan ve eğitim politikalarının temel yönelimlerinin ana hatları ile belirlendiği Şura’da; “Öğretim Programları ve Haftalık Ders Çizelgeleri”, “Öğretmen Niteliğinin Arttırılması”, “Eğitim Yöneticilerinin Niteliğinin Arttırılması” ve “Okul Güvenliği” konularında oluşturulan ihtisas komisyonlarında yürütülen tartışmalar üzerinden Şura Genel Kurulu’nda bir bütün olarak eğitim sisteminin ve ülkenin geleceğini yakından ilgilendiren kararlar alındı.
Eğitim politikalarının belirlenmesi ve uygulanması sürecinde Milli Eğitim Bakanlığı’nın da üzerinde bir oluşum olan Milli Eğitim Şurası’nda alınan kararlar, her ne kadar tavsiye niteliğindeymiş gibi yansıtılsa da, Türkiye’de eğitim politikalarının oluşturulmasında ve uygulanmasında her dönem belirleyici bir rol oynadığı, Milli Eğitim Bakanlığı’nın ve dolayısıyla iktidarların kararlarında temel dayanaklardan birisi olduğu biliniyor.
Bugüne kadar düzenlenen bütün Milli Eğitim Şuraları, özellikle 1980 sonrası yapılanlar, eğitim sistemi üzerinden yürütülen politikaların sürekliliği ve kırılma noktalarını görmek açısından önemli veriler sunmuştur. Her ne kadar Şura kararları hemen uygulamaya geçmese de, siyasal iktidarların ve içinde bulunulan dönemin koşullarının eğitim sistemini ve topyekûn toplumsal yaşamı nasıl biçimlendirmek istediğini yansıtmaktadır. Eğitimin dayanacağı felsefenin ne olduğu ya da olacağı, eğitim sorunlarının nasıl ele alındığı ve çözüm olarak ileri sürülen önerilerin ne anlama geldiğini anlamak açısından Eğitim Şurası’na ve alınan kararların ne anlama geldiğine bakmak yararlı olacaktır.

İKTİDARA “PARALEL” ŞURA
19. Milli Eğitim Şurası’nın açılış konuşmasında Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, Şura’da, bugüne kadar yapılanlar içinde ilk kez bu kadar geniş ve toplumun farklı kesimlerinden katılımcıların olduğunu özellikle vurguladı. Bu vurguya rağmen, komisyonlarda yer alan katılımcılar ve Şura Genel Kurulu katılımcılarının seçiminde büyük ölçüde iktidara paralel kişi ve kurumların davet edildiği kısa süre içinde anlaşıldı. Şura ihtisas komisyonlarında yer alan MEB bürokratları, rektörler, öğretim üyeleri, okul müdürleri, öğretmenler, öğrenci ve veli temsilcileri ve elbette hükümet sendikasının temsilcilerinin yaptıkları konuşmalar, gündeme getirilen öneriler ve çıkan kararlar, kimi zaman MEB ile hükümet sendikasını karşı karşıya getirmiş gibi görünse de, her iki taraf da amacına ulaştı. Eğitim Bir Sen’in bir şube avukatının veli temsilcileri içinde yer alması, veli temsilcileri içinde emniyet istihbarattan kişilerin bulunduğu yönündeki iddialar, özel okul temsilcilerinin sayısının fazla olması, iktidara yakın kimi dini vakıf temsilcilerinin Şura’ya çağrılmış olması, Şura katılımcılarının nasıl ve hangi kriterlere göre belirlendiğini gösteriyordu.
19. Milli Eğitim Şurası açılış konuşmalarında, hem Cumhurbaşkanı hem de Milli Eğitim Bakanı, eğitimin sorunlarından çok, “milli” ve “manevi” değerlere, özellikle ecdatları Osmanlıya özel vurgular yaptılar. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Tanzimat Fermanı sonrasını kapsayan Osmanlı’daki modernleşme adımlarını da hedef tahtasına yerleştirerek, “200 yıldır çocuklarımıza eğitim üzerinden format” atılıyor diyerek, yine “millet iradesi”ne özel vurgu yaptı. Bilginin önemli olduğunu, ancak “hikmet”i dışlayan, çocuklara “ecdad”ını ve  “manevi değerleri”ni öğretmeyen bir eğitim sistemi kabul etmediğini belirterek, Şura üyelerine doğrudan mesajını verdi ve Şura’nın millet için “hayırlı kararlar” alacağı üzerinden Şura gündemini belirleyen bir konuşma yaptı.
Şura açılışında Milli Eğitim Bakanı’nın ve Cumhurbaşkanı’nın Şuraya doğrudan ödev ve görev veren siyasal mesajları sırasında kullandıkları dil ve yaptıkları vurgular, Şura çalışmalarının dini muhafazakar bir atmosferde ve siyasi iktidarın eğitime yönelik politika ve uygulamalarına paralel bir içerikte süreceğini gösterdi.

EĞİTİM ŞURASI MI, DİNİ EĞİTİM ŞURASI MI?
19. Milli Eğitim Şurası, başından sonuna kadar laik, bilimsel eğitim anlayışına ve pedagoji bilimine açıkça meydan okuma üzerinden şekillenirken, bilinen anlamda bir eğitim şurasından çok, karma eğitim tartışmalarının öne çıktığı, eğitimin bütün kademelerinde zorunlu din derslerinin, dini ve manevi değerler eğitiminin temel gündem olduğu bir “dini eğitim şurası” olarak gerçekleşti.
19. Milli Eğitim Şurası sürecinde bazı komisyonlarda yürütülen tartışmalar, 12 Eylül ile başlayan, AKP iktidarı ile sürdürülen ve toplumsal yaşamı kuşatan dinsel söylem ve ritüellerin etkisinin eğitim sistemini nasıl kuşattığının net bir şekilde görülmesini sağladı.
19. Milli Eğitim Şurası’nda, özellikle Öğretim Programları ve Okul Güvenliği komisyonlarında yürütülen bilimsel eğitime ve pedagojiye açıkça meydan okuyan tartışma ve söylemlerle, eğitimde 4+4+4 dayatmasını bile gölgede bırakacak öneriler gündeme getirildi. Özellikle Eğitim Bir Sen’in karma eğitimi tartışmaya açması, Şura’nın işleyişini ve gündemini baştan sona etkiledi. Eğitim Sen’in komisyonlardaki temsilcilerinin kişisel müdahaleleri, Anadolu Ajansı dışındaki basına yasak getirilmesine rağmen içeriden yapılan haberler ve oluşan kamuoyu tepkisi sonucunda, Eğitim Bir Sen’in militanca savunduğu karma eğitim zorunluluğunun kaldırılması önerileri , gündeme getirildiği her iki komisyonda “gündem dışı” olduğu gerekçesi ile reddedildi.
Şura’da, din eğitiminin okulöncesi, ilkokul 1. 2. ve 3. sınıflarda zorunlu olması, eğitimin bütün kademelerinde dini ve manevi değerler eğitimi dersi getirilmesi, Osmanlıcanın bütün liselerde zorunlu olması, liselerde din derslerinin 2 saate çıkarılması, hafızlık eğitimi için ortaokula ara verme süresinin 1 yıldan 2 yıla çıkarılması, Turizm Meslek liselerinde renkli sularla yapılan alkollü içecek ve kokteyl hazırlama dersinin kaldırılması ve öğrenci stajlarının içkisiz mekanlarda yapılması gibi bir eğitim şurasının gündemi olmaması gereken kararlar alındı. Eğitim Sen’in hazırlamış olduğu alternatif şura raporu üzerinden yaptığı laik, bilimsel eğitime yönelik bütün öneriler büyük bir çoğunlukla reddedildi. Örneğin Eğitim Sen’in ortaokuldan itibaren bütün bilimlerin temeli olan Felsefe dersi getirilmesi önerisinin reddedilmesi, Şura’da bilimin değil, dinin ve dini eğitimin referans alındığını gösterdi.
6 Aralık Cumartesi günü yapılan Şura Genel Kurulu’na başkanlık eden Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, Şura yönetmeliğinde yer almamasına rağmen, Genel Kurul’a yazılı olarak değişiklik önergeleri verilebileceğini, bunun için delegelerin 10 dakikası olduğunu söyleyerek yeni bir uygulamaya imza attı. Böyle bir adım atılmasının ardında yatan ise, komisyonlarda alınan ve kamuoyunda ilk kez bu kadar yoğun tartışılan Şura kararlarının en azından bazılarını yumuşatmaktı.
Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, Genel Kurul’da, ilk önerge olarak, Eğitim Sen’in din eğitiminin ilkokul 1. 2. ve 3. sınıflarda zorunlu olması önerisinin geri çekilmesi ve AİHM kararına uyularak eğitimin bütün kademelerinde zorunlu din dersi uygulamasına son verilmesi yönündeki değişiklik önergesini okudu ve önergeyi “en radikal önerge” olarak belirterek, Eğitim Sen’e söz hakkı verildi. Genel Kurul’a hitaben yapılan konuşmada, devletin bütün inançlar karşısında tarafsız olması gerektiği, ancak Türkiye’de yıllardır İslam’ın Sünni-Hanefi inancının öğretildiği, Aleviliğin bile Sünni inancının bakış açısıyla öğretildiği vurgulandı. AİHM kararının Hükümet açısından bağlayıcı olduğu, Hükümetin kararı uygulamama gibi bir tercihinin olamayacağı, bu nedenle hem ilkokul 1., 2. ve 3. sınıflarda getirilen zorunlu din dersleri önerisinin geri çekilmesi, hem de AİHM  kararına uyularak, eğitimin bütün kademelerinde zorunlu din dersi uygulamasına son verilmesi gerektiği belirtildi. Şura Genel Kurulu’nun zorunlu din derslerini yaygınlaştıran uygulamasının bilime ve pedagojiye açık bir darbe anlamına geldiği söylemi, Şura Genel Kurulu’nda büyük bir uğultunun yaşanmasına neden oldu.
Eğitim Sen’in önergesi, 600 delegenin katıldığı Şura Genel Kurulu’nda sadece 8 kişinin olumlu oy vermesi sonucunda büyük bir oy çokluğu ile reddedildi. Oylama sırasında bu düzenlemeden rahatsız olan ve aralarında sendika temsilcileri, öğretim üyeleri, öğretmen ve velilerin de bulunduğu geniş bir kesimin çekimser kalması dikkat çekiciydi. Aynı konuda, MEB Din Öğretimi Genel Müdürü’nün maddeyi yumuşatma yönündeki önergesinin, Milli Eğitim Bakanı’nın salonu yönlendirmeye çalışmasına rağmen, delegeler tarafından oy çokluğu ile reddedilmesi, Şura’da başından sonuna etkisini hissettiren dini muhafazakar havayı daha da pekiştirdi.
Şura Genel Kurulu’nda Osmanlıcanın bütün liselerde zorunlu olması kararının değiştirilmesi yönündeki önerge ise az farkla kabul edilerek, Anadolu liselerinde seçmeli, Anadolu İmam Hatip Liselerinde ise zorunlu olması kararı alındı. Eğitim Bir Sen’in bu karara itiraz etmesi ve bakanlıkla aynı düşünmediklerini açıklaması, aralarındaki gizli işbirliğini gizleme gayreti olarak yorumlandı.

OKULLARA KIŞLA MODELİ
Şura’nın en tartışmalı geçen ikinci komisyonu olan Okul Güvenliği ihtisas komisyonunda alınan kararlar, okullarda güvenlik önlemlerinin kışla ya da cezaevi mantığına uygun bir şekilde ele alındığını gösterdi. Şura’nın en çok tartışılan kararlarının başında çocukları potansiyel suçlu, okulları da birer cezaevi gibi gören ve eğitime kışla düzeni getirmeye çalışan kararlar oldu.
Emniyet’ten “riskli” öğrenciler hakkında istihbarat istenmesi, okul duvarlarının yükseltilmesi, öğrenci disiplin yönetmeliğinin ağırlaştırılması, okullara turnike ve kameranın takılması, öğrencilerin dedektörle aranması, tuvaletlere duman sensörü takılması gibi, eğitim bilimi ve okul iklimi ile temelden çelişen karar önerileri, Eğitim Sen’in Şura’nın temel insan hak ve özgürlüklerine, özellikle çocuk haklarına aykırı kararlar alamayacağı yönündeki itirazlarına rağmen kabul edildi.
Okul güvenliği başlığı altında gündeme gelen “sendikal faaliyetlerin okul ve mesai saatleri dışında yapılması” şeklindeki bir karar önergesi Genel Kurul salonunda büyük tartışmalara neden oldu; Eğitim Sen‘in Şura’nın yasa, Anayasa ve uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınmış olan sendikal hak ve özgürlüklerin aleyhine karar alamayacağı belirtilmesine rağmen, Bakan’ın Şura üyeleri ile sendikaları karşı karşıya getirme girişimi ve önerinin kabul edilmesi üzerine, Eğitim Sen tepki göstererek salonu terk etti. Eğitim Sen konu ile ilgili dışarıda basına açıklama yaparken, kabul edilmiş bir madde üzerinde değişiklik yapılarak, sendika ifadesinin çıkarıldığı bilgisinin verilmesi ve Eğitim Sen delegasyonunun salona geri çağrılması, Şura’nın ne kadar ciddi yürütüldüğünü gösteriyor.

PİYASA VE DİN EKSENLİ EĞİTİM
Türkiye’nin eğitim sistemi, özellikle 1980 sonrasından başlayarak, her alanda benimsenen piyasa ve din eksenli politikaların da etkisiyle büyük ve köklü bir dönüşüm yaşıyor. Bu süreçte eğitim sistemi, eğitimin anlamı, işlevi ve çocukların yetiştirilmesindeki belirleyiciliği bakımından bir yönüyle tamamen piyasacı, diğer yönüyle de dini muhafazakar ideolojiyi eksen edinmiş bir eğitim sistemi olarak oluşturulmak istenmektedir.
19. Milli Eğitim Şurası kararları ile laik ve bilimsel eğitim anlayışına açıkça meydan okunması, eğitim bilimine ve çocukların yetiştirilmesi sürecine aykırı kararlar alınması ve özellikle öğretim programlarının ve haftalık ders çizelgelerinin “dini eğitim” merkezli olarak yeniden düzenlenmesi, bu alandaki çelişki, çatışma ve karşılıklı mücadelenin önümüzdeki dönemde daha da keskinleşeceğinin işaretlerini vermiştir.
İnsan aklının –şüphesiz yine kendi ürünü bir kavramsallık ve siyasal toplumsal örgütlenişin bir yönü ve biçimi olan– laisizmin de katkısıyla dogmatizmden kurtulmasından sonra bilimlerde büyük bir gelişme yaşandığı bilinmektedir. Dogmatik değerlerin belirlediği toplumların tutucu olması ve bilimsel ilerleme karşısında statükoyu savunması kaçınılmazdır. Böylesi bir yaklaşımın herkesin “birilerinin” istediği şekilde eğitim alması, onların yaşadığı gibi yaşaması, inandığı gibi inanması ve düşündüğü gibi düşünmesini istemesi ve bunu tüm topluma dayatması olağandır ve bunda hayrnet edilecek bir yan olamaz.
19. Milli Eğitim Şurası, Türkiye’de eğitim politikalarını belirleyen zihniyetin ve onun neoliberal-dini muhafazakar ideolojisinin, eğitimde yaşanan dönüşüm sürecini ileriye değil, geriye doğru işletmekte ne kadar ısrarcı olduğunun bir kez daha görülmesini sağlamıştır. Eğitim sistemindeki mevcut merkezi, otoriter ve statükocu yapının giderek güçlenmesi ve eğitimin her alanında “biat” ve “itaat” kültürünü yerleştiren laiklik ve bilim düşmanı zihniyet ve yönelimler/tutumlar, bilimsel eğitime adeta savaş açıldığının ilanı olmuştur.
Dünyanın her yerinde eğitim sistemi, toplumların temel değerlerinin çocuklara ve gençlere aktarılması üzerine kurulmuştur. Bu haliyle de eğitim sistemi ve okullar, aynı zamanda toplumsal ve kültürel değerlerin yeniden üretim yerleridir. Okulun kültürel üretimdeki özgün yanı, var olan toplumsal farklılıkların sınırlarını yeniden çizerek doğallaştırmasında odaklanır. Diğer taraftan okullar söz konusu farklılıkların sorgulanması ve eleştirisi için de ortam ve olanaklar sağlamaktadır. Bu anlamda okullar, aynı zamanda bilimsel eğitimi savunanların ve bilim karşıtlarının sık sık karşı karşıya geldiği alanlardır.

SONUÇ

Eğitim hizmeti, bir uçta egemen sistemle uyumlu standart birey yetiştirme alanı olarak ortaya çıkarken, diğer uçta bireyi özgürleştirici, yeteneklerini ortaya çıkaran ve yaratıcılığını ve kişiliğini geliştiren ve dönüştüren bir üretim alanı olarak görülebilir. Açıktır ki, birinci model eğitimin kapitalist tipini, ikinci model ise sosyalist tipini yansıtmaktadır. Eğitim sisteminin dayandığı ilke ve değerler ve eğitimin hangi ilkeler çerçevesinde yapılacağına yönelik olarak yapılacak sınıfsal tercihin, en az eğitim politikalarının belirlenmesi ve uygulanması kadar önemli olduğu asla unutulmamalıdır.
Tek başına eğitim sistemi, elbette sadece mevcut sistemi yeniden üreten okullar, öğrencileri, öğretmenleri ve velileri sistem karşısında zayıf, çaresiz, pasif varlıklara dönüştüren yapılar olarak görülüp değerlendirilemez. Aksine, eğitim sistemi ve okullar, birçok siyasal-ideolojik mücadele ve çatışmaların, eğitimin özneleri tarafından (öğretmen, öğrenci, veli vb.) gerek eğitim içinde gerekse de okul dışındaki bazı örgütlenmeler tarafından pratiğe aktarıldığı, bu anlamda önemli birer mücadele alanı olarak görülmek ve değerlendirilmek zorundadır.
Eğitimde 4+4+4 dayatması ile başlayan, 19. Milli Eğitim Şurası kararları ile daha da belirginleşen eğitimi dini kurallara göre biçimlendirme yönündeki politika ve uygulamalara somut ve güçlü yanıtlar verebilmek için egemen sınıfın ideolojik hegemonyasını kıracak çok yönlü bir mücadelenin örgütlenmesinin gerektiği açıktır.
Eğitim sistemini sermayenin ve onun siyasal temsilcilerinin dünya görüşüne göre değil, işçi sınıfının, emekçi halkın çıkarları doğrultusunda dönüştürmek; laik, bilimsel eğitim anlayışına meydan okumak anlamına gelen 19. Milli Eğitim Şurası’nda alınan bilim dışı kararlarının uygulanmaması için yürütülecek mücadelenin seyri ile doğrudan bağlantılıdır. Bu nedenle öğretmeni, öğrencisi, velisi ve diğer toplum kesimleri ile birlikte kamusal, bilimsel, demokratik, laik ve anadilinde eğitim mücadelesinin güçlendirilmesi, günümüzde, bugüne kadar olduğundan çok daha fazla önem kazanmıştır.

Uluslararası Komünist Harekete dair notlar

Bundan kısa bir süre önce, Uluslararası Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı (CIPOML), ilk defa Emek Partisi’nin ev sahipliğinde, Türkiye’de toplandı. CIPOML’nin bu seferki Konferansı’nın, kuruluşunun 20. yıldönümüne denk gelmesi dolayısıyla, başta İstanbul’daki şenlik olmak üzere, çeşitli etkinlikler de gerçekleştirildi. Bu etkinlikler boyunca hem CIPOML kendini Türkiye kamuoyuna tanıtma fırsatı buldu, hem de Türkiyeli işçi ve emekçiler CIPOML’i daha yakından tanıma olanağına kavuştular. CIPOML hakkında bazı notları düştüğümüz bu makale de, bu vesile dolayısıyla kaleme alınmıştır.

OLAĞANÜSTÜ TARİHSEL KOŞULLAR
Uluslararası Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı’nın tarihteki yerini ve dolayısıyla geleceğini değerlendirmek için tek başına geçmişine bakmak yeterli olmayacaktır. Bunun için, ayrıca, geçmişinden kopuk olmayan bugünkü nitelikleri arasında onun yarınını da şekillendirebilecek olanları ayırt etmek ve bunların neden şekillendirici özellikler olduğunu sergilemek gerekecektir.
Henüz olmayanı konu edinmek, spekülatif bir yaklaşım olarak görülebilir. Ancak kabul edilir ki, henüz olmayan, eğer bir gün olacaksa, olanın temeli üzerinde olacaktır. Ve söz konusu olan, bir örgüt, yani politik aktörlerden oluşan bir yapı ise, bu yapının üye ve militanları; ancak içinde yer aldıkları tarihsel süreci geniş ve çok yönlü bir perspektifle idrak ettikleri ve nesnel koşulların zorunlu ve olanaklı kıldığı eylemleri gerçekleştirme yeteneği ve kararlılığı gösterdikleri ölçüde bu tarihsel sürecin bilinçli özneleri olarak rol oynayabileceklerdir…
Burada CIPOML’nin tarihi üzerinde ayrıntılı durmayacağız. Bu tarihin bazı yönlerini daha yakından öğrenmek isteyen okur, Konferans’ın yayın organı Birlik ve Mücadele dergisinin “20. Yıl Özel Sayısı”na bakabilir.  Bununla birlikte, bu bağlamda bazı noktaların altını yeniden çizmekte fayda var.
Bugün kendisini CIPOML olarak ifade eden Uluslararası Komünist Hareket (UKH), her şeyden önce; iktidarı sosyalizmin kalesinde gasp eden modern revizyonizme karşı bir başkaldırının, tüm aleyhte koşullara rağmen devrimci bir öfke ve kararlılığın ve proletarya sosyalizmine tereddütsüz bir bağlılığın sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu değer ve nitelikler uluslararası plandaki ilk açık ifadesini, 16 Kasım 1960’da, Moskova’da 81 partinin katılımıyla gerçekleşen Komünist Partiler Konferansı’nda Enver Hoca’nın Arnavutluk Emek Partisi (AEP) adına yaptığı ve SBKP’ye hakim olan Kruşçev reziyonizmine açıktan karşı çıktığı konuşmasında bulmuştur.
Dolayısıyla, bugün her ne kadar CIPOML’nin 20. yılını kutluyor olsak da, UKH’in bu biçimi almadan önceki tarihi, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin (SBKP) 20. Kongresi’ni (1956) izleyen yıllara kadar uzanmaktadır. Hatırlatmak gerekir ki, UKH’in yeniden biçimlenmesi ya da yenilenerek ortaya çıkışı, olağanüstü koşulların belirlediği olağanüstü bir yoldan gerçekleşmişti. Koşullar olağanüstü idi; zira Sovyetler Birliği’nde Kruşçev revizyonizmi Leninizm maskesi altında iktidarı gasp etmişti. Modern revizyonizminin parti ve ülkeyi sürüklediği yol, iddia edildiği gibi ‘komünizme gitmek’ şöyle dursun, sosyalizmin alttan alta oyulması ölçüsünde kapitalist öge ve ilişkilerinin önü açılarak kapitalizmin restore edildiği bir yoldu. Dahası, SB ve SBKP’nin itibarını da kullanarak, bu revizyonist çizgi ve yol, başta halk demokrasilerindeki partiler olmak üzere uluslararası planda da tüm komünist partilere dayatılmaktaydı. Proletarya enternasyonalizminin ilke ve değerleri, maskelenmiş biçimlerle, tersyüz edilmişti. Marksizm-Leninizme ve işçi sınıfının davasına bağlı partiler açısından, bu sapma ve dayatmalara karşı uluslararası ölçekte bir ideolojik-politik mücadele verilmesi şarttı. Haliyle, bu koşullardaki mücadelenin uluslararası biçimleri de dolambaçlı ve olağanüstüydü.
Hareketin olağanüstü koşullarda oluşması en başta şu anlama geliyordu: UKH; işçi sınıfının tarihinde o güne kadar ortaya çıkmış tüm uluslararası komünist örgütlenmelerden farklı olarak, AEP ve benzeri istisnalar olsa da, saflarındaki genç komünist parti ve örgütler henüz fiilen işçi partileri olamamışken, büyük oranda modern revizyonizmin hegemonyası altında olan bir uluslararası işçi hareketi karşısında görevlerini yerine getirmek zorunda kalmaktaydı. Dolayısıyla, görevlerin çapıyla, işçi hareketi içerisinde teşkil edilen güç arasında ters bir orantı söz konusuydu. Olağanüstü tarihsel koşullar, olağanüstü zor ve ağır görevler yüklemişti. Ve bu, şu ya da bu komünistin veya partinin o dönemde bu görevlerin tüm boyutlarının tam farkında olup olmamasından bağımsız olarak, mücadele koşullarının olağanüstü oluşuyla konulmuş nesnel bir durumdu.
O yıllarda, olağanüstü koşullarda mücadele etmenin beraberinde getirdiği çelişkili durum ve görevler söz konusuydu. Örneğin hem burjuvazinin yoğun anti-komünist saldırıları karşısında sosyalizmden ödün vermeme ve hem de sosyalizmi iğdiş eden modern revizyonizmi teşhir etme gibi. Veya hem modern revizyonizmin işçi hareketi saflarındaki hegemonyasını marjinal dar örgüt pozisyonlarına düşmeksizin kırma (dolayısıyla işçi hareketinin bütünsel çıkarlarını gözetme, uzun vadeli çıkarlarının kısa vadedeki ifadesini doğru yakalayabilme ve bunu sorumlulukla temsil edebilme) ve hem de revizyonizmin proletarya davasının teorik, politik ve örgütsel alanlarında yol açtığı tahribatlarının üstesinden gelmeyi sağlayacak bir gelişmişliğe ulaşma zorunluluğu gibi…
Bununla birlikte, bu çelişkili tarihsel durum ve ondan da türeyen çok yönlü görevler, bunların üstesinden gelmeyi başarma ya da iddialarını yitirmeyle yüz yüze kalan devrimci komünistlere sadece ek çaba ve zorluklar getirmedi. Aynı zamanda, o anda işçi hareketi içinde tutulan somut pozisyonla sınırlanmayan başka nitelikler de kazandırdı.
Nitekim; modern revizyonizm o yıllarda ileri kapitalist ülkelerdeki işçi hareketi içinde de hakimdi. Ancak, onun bu hakimiyeti büyük oranda bürokratik, formel, hantal ve taktiksel esneklik ve uzak görüşlülükten uzaktı. Ve esasta da bu ülkelerde elde edilmiş kazanımları oportünistçe idare etmeye dönüktü. UKH mensubu çoğu genç partiler ise, modern revizyonizm karşısındaki iddialarının da bir gereği olarak, işçi sınıfının hareketi ve mücadelesinden azami ölçüde öğrenmeye hem mecbur ve hem de pozisyonları itibarıyla buna çok daha açıktılar. Yani işçi hareketinin gelişimi ve mücadeleleri karşısında alınan tutum bakımından, hareketimiz ile modern revizyonizm arasında birbirine tamamen zıt bir pozisyon doğmuştu: modern revizyonistler, ne teorik ne de pratik olarak işçilerin mücadelelerine işçi sınıfının iktidarı alma kabiliyetini geliştirmeyi hedefleyen bir anlayışla yaklaşmazken, UKH parti ve örgütleri, işçi sınıfının bağımsız hareketinin gelişimine bağlanmak ve bu gelişimi içinde onunla devrimci bir temelde birleşmek zorundaydılar.
Açıktır ki, hareketin mensubu parti ve örgütler, bu çelişkili koşulların talep ettiği nitelikleri kazandıkları ölçüde revizyonizmden ayrı ve ona karşı olan varlıklarını anlamlı kılabilirlerdi. Ve elbette, revizyonizmin, özellikle de komünist partisinin işçi sınıfının partisi olması fikrini bozuşturup parti fetişizmine dönüştürmesiyle yaptığı tahribatlara da böylelikle karşı koyabilirlerdi.
Yeri gelmişken belirtelim ki, UKH’in modern revizyonizme (özellikle de Kruşçev revizyonizmi, Titocu özyönetimcilik, “Avrokomünizm” ve Maoculuğa) karşı ideolojik ve politik mücadele içinde kurulmuş olmasından, onun anlamı ve rolünün revizyonizmle mücadeleden ibaret olduğu sonucu çıkartılamaz. Bu tür bir indirgeme, modern revizyonizme karşı alınan tutumun tarihi anlamını yüzeysel kavramak anlamına gelir. Ayrıca, modern revizyonizmle mücadelenin baştan beri devrim ve sosyalizm mücadelesinin bir parçası olarak sürdürüldüğü gerçeğiyle de çelişir.
Vurgulamak gerekir ki, modern revizyonizmle açık mücadeleyi göze alan bu devrimci tarihi tutumun gerisinde; o dönemin yaygın revizyonist tezleriyle tezat oluşturan Marksist-Leninist bir politik ekonomi, parti, devlet, sınıf mücadelesi, devrim ve sosyalizm anlayışı durmaktaydı. Bir diğer önemli husus da; modern revizyonizmin aksine, kapitalizm hakkında da ham hayaller beslenilmiyor ve kapitalist üretim tarzının uzlaşmaz çelişkilerinin kaçınılmaz kıldığı sınıf mücadelelerinin gelişme doğrultusunun doğru değerlendiriliyor olmasıydı.
Kaldı ki, bu tutumun üzerinde yükseldiği Marksist-Leninist temelin devrimci karakteri, yakın tarihin bir başka önemli dönemecinde daha görüldü. Tarihsel büyük yenilginin dünya işçilerince de anlaşılır hale geldiği koşullarda (1989/1991); yani burjuvazinin zafer naraları attığı, anti-komünist propagandanın şaha kalktığı ve uluslararası işçi sınıfının saflarında umutsuzluğun yayıldığı bir dönemde, UKH bir kez daha devrimci tutumuyla öne çıktı: SB ve “Doğu Bloku” dağılır ve modern revizyonizm uluslararası planda çöker, revizyonizmin hakimiyeti altına giren pek çok parti tasfiye olur ya da sosyal demokrat partilere dönüşür ve burjuvaziyle birlikte “elveda sosyalizm” derken, UKH bu en karanlık dönemde karşı-devrimin yıkıcı rüzgarları karşısında yolundan sapmadı.  Aksine, bir adım öne atıldı; ve bir dizi görüşme ve toplantının ardından, 1994’de Konferans olarak toplanıp yayınladığı Quito Deklarasyonu ile birlikte kendini CIPOML olarak yeniden örgütledi ve Marksizm-Leninizm ile işçi sınıfı davasına bağlılığını ilan etti!
Uzun sözün kısası: Uluslararası işçi sınıfı davasının hayati bir dönemecinde (SBKP’nin 20. Kongresi ve sonrasında) başta Enver Hoca olmak üzere, o dönemin devrimci komünistlerinin modern revizyonizm karşısında aldıkları bu tarihi devrimci tutum ne kadar vurgulansa azdır. Bu devrimci tutumun derin tarihi anlamı; o günün koşullarındaki pratik etkisinden ziyade, giderek yenilginin koşullarını olgunlaştıran sonraki süreç bakımından da belirli bir devrimci çizgiyi, belirli bir devrimci kararlılık ve iyimserliği, belirli bir devrimci değer ve morali komünistlerin mücadelelerinde muhafaza etmeleri ve bunları uluslararası işçi sınıfının yeni mücadele dönemine de devredilebilmelerini olanaklı kılmasında yatmaktadır. Bu tutuma tarihsel niteliğini veren de asıl bu özelliğidir. Yani Marksist-Leninist çizgi-tecrübe-kültür bakımından geçmiş ile bugün arasında onlarca yıl sürecek büyük bir kırılma ve kopuşun yaşandığı bir tarihsel süreçte, onları savunarak koruması ve böylelikle sonraki kuşaklara da aktarılmasını olanaklı kılmasıdır. Bu aktarmanın özellikle yenilgi yıllarındaki ifadesi de; tarihsel olarak haklı çıkmaktan ziyade, yenilginin Marksizm-Leninizmin topyekûn iflası olarak propaganda edildiği bir dönemde; işçi sınıfına kendi dünya görüşünden tereddüt etmesinin yanlış olacağını söyleyebilen, bu tereddüde yol açan gelişmeleri bilimsel sosyalizm adına baştan eleştirmiş olan ve işçi hareketini yeniden örgütleme görevlerine sarılan komünistlerin varlığına dayanmaktaydı.
Denebilir ki, yenilgi sonuçta sosyalizmin yenilgisiydi. Evet, denebilir; ama sonuç bize, yalnızca son ucu gösterir! Dolayısıyla, sonucun öncesi ve oluşumunda, tam da yenilgiye götüren revizyonist çizgiyi mahkum eden komünistlerin var olmuş olmasının tarihsel anlamı göz ardı edilmemelidir. Onların Marksist-Leninist bir çizgi ve hareket olarak varlığı, her ne kadar son uçta komünistlerin yenilgiyi engellemedeki başarısızlığını içerse de, öncelikle sosyalizmin yenilgisinin kaçınılmaz olduğu savını çürütmektedir. Kaçınılmaz olan, modern revizyonist çizginin iflasıydı. Bu çizginin tarihin belirli bir özel anında hakim hale gelebilmesi ise, hiçbir şekilde kaçınılmaz değildi.
Tek tek ülkelerdeki komünistlerin mücadelelerinde canlı kılınan devrimci tutumun bu tarihsel anlamının, genç UKH’ne gelişme ve işçi sınıfı karşısındaki görevlerinin üstesinden gelebilme güç ve morali verdiği şüphesizdir. Bugünkü CIPOML’nin, tüm eksiklik ve sınırlılıklarına karşın, kendi dışındaki tüm uluslararası mihraklardan diri ve dinamik bir birlik olmasıyla ayrışması bu nedenle bir tesadüf değildir.

İŞÇİ HAREKETİ KARŞISINDA AYRIŞAN POZİSYON
Enternasyonaller her ne kadar işçi sınıfının evrensel karakteri ve uluslararası mücadelesinin baştan ön koştuğu bir gereklilik olsa da; enternasyonallerin kuruluş ve şekillenişleri, her somut durumda, uluslararası işçi sınıfının mücadele düzeyi ve hareketinin gelişmişliğince belirlenmiştir. Üç enternasyonalin tarihi de bunu kanıtlamaktadır.
Örneğin Birinci Enternasyonal, 1848 Devrimi’nin yenilgisi ardından bir süre geçtikten sonra, “Avrupa’nın sınai bakımdan en gelişkin ülkelerinde işçi sınıfının kendini yenileyen bir hareketinin belirdiği” ve “henüz birbirleriyle kopuk seyreden işçi hareketlerinin hemen birleştirilmesinin kendisini dayattığı”  koşullarda, 1864’de kurulur ve büyük tecrübeler sunan Paris Komünü’nün yenilgisi ardından varlığına son verir. Birinci Enternasyonal, esas görevini –“işçi sınıfının kendiliğinden hareketlerini birleştirmek ve genelleştirmek” (Marx)– başarıyla yerine getirmiştir. Fakat Paris Komünü’nün düşüşü, Enternasyonal’i, bu “ilk tarihsel biçimiyle” devam edemez hale getirmiştir. Varlığına son vermek zorunda kalması ama, işçi hareketi içerisinde yaptığı etkileri silmez. Engels’in de dikkat çektiği gibi; Enternasyonal’in “tüm ülkelerin proletaryasının dayanışması ve çıkar birliği konusunda yarattığı bilinç”, kendini ifade etmenin yollarını bulur; “sosyalist işçi partileri arasında devam eden içten ilişkiler bunun kanıtı” olur.  Birinci Enternasyonal’in etkileri ve oluşturduğu bu bilinç, 1870’lerin sonuna doğru yeniden canlanan Avrupa işçi hareketlerinde çok daha net görülmeye başlanır. 1877’deki Avrupa işçi hareketlerini konu edinen makalesinde, Engels bunu özellikle belirtir, ve sadece Avrupa işçi hareketinin hızla gelişmesine değil, “daha önemlisi, her yerde aynı ruhla” gelişmesine işaret eder. Ona göre, 1864’de Birinci Enternasyonal’i kuranlar, şimdi gururla şunu ilan edebilirlerdi: “Enternasyonal görevini tamamlamış, büyük hedefine tam ulaşmıştır – Bütün dünyanın proletaryasını onları ezenlere karşı mücadele etmek üzere birleştirmek.”  Bilindiği gibi, işçi hareketi bu yılları takip eden nispeten uzun bir barış döneminde tüm sanayi ülkelerinde hızla ve genişlemesine büyür ve İkinci Enternasyonal bu gelişmelerin bir sonucu olarak 1889’da Paris’te kurulur…
Konumuz Enternasyonallerin tarihi değil. Fakat bu örnek, işçi hareketinin düzeyi ile Enternasyonallerin kuruluşu ve birbirlerini etkilemeleri arasındaki karşılıklı ilişkileri açıkça göstermektedir. Konumuza geri dönmek üzere, bu karşılıklı ilişkiyi göz önünde bulundurarak şu soru sorulabilir: Bugün UKH’in mevcut yapısı ile uluslararası işçi hareketinin düzeyi arasındaki somut ilişki nedir?
Uluslararası işçi hareketinin bugünkü düzeyi, sorunları ve zaafları, bu konularla az çok ilgilenen herkesin malumudur. Burada sadece şunları anımsamamız yeterlidir: İşçi sınıfının kendi davasına güveninin sarsılması ve bunun bir sonucu olarak özgüvenini kaybetmesi… İşçilerin henüz bir sınıf olarak hareket edememesi… İşçilerin sınıf olarak örgütsüz olduğu, hiç olmadık kadar bölündükleri, birbirleriyle ilişkisizleştikleri koşullarda, tarihsel yenilginin hala baskın ortak noktayı teşkil etmesi… Bu koşullar, UKH’in neden henüz bir Enternasyonal olarak örgütlenemediğini de az çok açıklamaktadır…
Genel tablo kabaca bu olmakla birlikte, burada, yukarıdaki sorumuzu da yanıtlamak amacıyla, UKH bağlamında atlanılmaması ve özellikle genç kuşak Marksist-Leninistlerce kavranması gereken bazı özelliklere işaret etmemiz gerekiyor.
Bugün Uluslararası Komünist Hareketin en önemli özelliklerinden birisi, devrimci tarihi pozisyonu nedeniyle, işçi hareketi ile sosyalizm arasındaki ilişkiyi olabildiğince saf, dolaysız ve gerçekliğe en yakın bir noktadan yansıtmasıdır. Bu ne demektir?
Modern revizyonizmin tahribatı ve işçi sınıfının uluslararası yenilgisi gibi tarihsel olgular, UKH’in de işçi hareketiyle ilişkisini etkilemektedir kuşkusuz. Bu yönüyle, UKH, kendilerini Marksist ve/veya komünist olarak tanımlayan tüm uluslararası hareketlerle aynı sorunları yaşamaktadır. Ancak, bu genel faktöre dair ilişkiye tersi yönünden bakıldığında, yani mevcut uluslararası hareketlerin bu genel durum karşısındaki konumları göz önüne getirildiğinde, UKH’in, tam da bu yenilgi faktörünü ortaya çıkaran sapmalara karşı baştan mücadele etmiş olmasıyla diğerlerinden ayrıştığı görülmektedir. Yenilgi, UKH partilerinin bir kamburu değildir! Aksine, bu noktada manevi bakımdan üstün, yenilgideki pay ve sorumluluk bakımından alnı aktır.
Açıktır ki, alnı ak olmanın önemi, ahlaki bir kategori sınırları içerisinde doğru anlaşılamaz. Bunun asıl önemi, işçi hareketi ile sosyalizm arasında bugün tarihsel yenilgi kaynaklı bir güven sorununun bulunması gerçeği dikkate alındığında anlaşılabilir. Alnı ak olma hali, güven zedeleyici tarihsel olaylar esnasında ve sonrasında genelden ayrışan bir tutuma dayandığından, UKH mensubu partilerle karşılaşan işçi hareketi bakımından bu buluşmalar, bu güveni tarihinde ve bugünkü pratiğinde hep koruyan bir sosyalizmle yeniden buluşması demektir. İşçi hareketinin gelişiminin bu karşılaşmayı olanaklı kıldığı her yerde, işçiler kendi hareketlerine dönük bu içten güveni kısa sürede hissetmektedirler. Ve bu öz deneyimler, bu buluşmaya bakışlarını da değiştirmeye açık hale getirmektedir.
Tarihin diyalektiği burada o ki, modern revizyonizmin hakim olduğu dönemde işçi hareketine güvenilmez diye teşhir ettikleri, yenilgi sonrasında daha güvenilir çıkmış ve bugün işçi hareketiyle sosyalizm arasındaki güven sorununu aşmada daha inandırıcı bir pozisyona sahip olmuşlardır! Ve sadece bu da değil: Bugün, tarihsel yenilgi sonucunda, uluslararası işçi hareketi, kendi ideolojisi, tarihsel tecrübesi ve zengin mücadele biçimlerinden geçici de olsa önemli oranda fiilen kopmuş durumda. UKH ile modern revizyonizm kökenli mihraklar ise, bu olgu karşısındaki konumları bakımından da ayrışmaktadırlar. Özellikle modern revizyonizm kökenli mihraklar, işçi hareketine yönelik görevler açısından bir bütünlük arz eden bu konularda, hem yenilgiye götüren ideolojik-politik çizgileri ve hem de yenilginin kendisinden etkilenme derecelerinin de bir sonucu olarak, en iyi durumda oportünist bir tutum (ikircikli, tutarsız ve tereddütlü) içindedirler. İşçi sınıfının; ideolojisi, tarihsel tecrübesi ve mücadele biçimleri deneyimlerine yabancılaştırılmasına karşı mücadelede şekillenen UKH ise, kendi saflarında, bu konuların arasındaki bütünlüğü teori ve pratiklerinde hem bugüne kadar koruyabilmiş (örneğin politik ve örgütsel platformunu oluşturmuş) ve hem de bu bütünlüğün daha ileri bir noktadan yenilenip geliştirilmesi gerektiği konusunda bir anlayış birliği sağlamıştır.
Bu arada belirtelim ki, UKH’in ileri kapitalist ülkelerde bugün görece zayıf temsil edilmesi, bu devrimci karakteri ve  dinamizminin görülmesini engellememeli. Yenilginin tahribatlarının boyutları, yenilgi öncesi zafer ve kazanımların boyutlarıyla ters orantılıdır. Hareketin emperyalist kapitalist ülkelerdeki etkisinin görece zayıflığı, büyük oranda bu nedensel ilişkiden kaynaklanmaktadır. Nitekim, kazanımlar ve yenilginin tahribatları arasındaki bu nedensel ilişkinin mücadelenin önünde doğrudan pratik bir bariyer teşkil etmediği yerlerde (örneğin Ekvador, Tunus, Burkina Faso gibi ülkelerde), CIPOML mensubu partilerin sergiledikleri pratik ve verdikleri mücadele, aynı zamanda yukarda sözü edilen bütünlüğün de yansımalarıdır.

ÖNEMSEME VE ÖZÜMSEME
UKH’in buraya kadar belirtilen nitelikleri, ona mensup parti ve örgütlerin işçi hareketi karşısındaki görevleri açısından yabana atılamaz mevzileri ifade etmektedir. Zira, bu nitelikler, esas itibarıyla; hem işçi hareketinin kendisini göstermesi oranında onunla en kolay şekilde birleşmeyi olanaklı kılabilecek ve hem de bu birleşme sürecinde işçi sınıfını daha da bilinçlendirme ve örgütleme çalışmalarını ilerletme dinamizmini verebilecek türdendirler. Ancak hemen eklemek gerekir ki, bu mevziler ne kendiliğinden pratik bir avantajı ifade edebilir, ne de bugün yüz yüze olunan görevlerin çapını küçültebilir!
O halde, sorunun bu şekilde kendisini ortaya koyuşundan çıkartılması gereken sonuçlar bellidir: İşçi sınıfı karşısında bugünün görevlerinin üstesinden gelebilmek için; UKH’in tarihsel devrimci tutumunu, temsilcisi olduğu ve bugüne taşıdığı Marksist-Leninist çizgi ve geleneği özümsemek olmazsa olmazdır. Bu özümseme, bugünkü mücadeleler bakımından çok daha hayatidir; onsuz sürdürülecek faaliyetler biçimsel ve ruhsuz olacak ve dar pratiğin sınırlarını aşamayacaktır. Bu özümsemenin hayati öneminin anlaşılması, tarihsel görevlerimizin çapının anlaşılması demektir. Bunun anlaşılması, devrim ve sosyalizm mücadelesinin içinde bulunduğumuz tarihsel süreçte çok daha bilinçli, yetenekli ve kararlı kadrolar talep ettiğinin anlaşılması demektir. Bunun anlaşılması, bu hayati dayanağımızla asla yetinemeyeceğimizin, çizgimizi, partimizi, çalışmamızı, haliyle de kendimizi her bakımdan daha da geliştirmemiz gerektiğinin anlaşılması demektir.
Günümüzün genç komünist kuşağı, işçi sınıfının en büyük yenilgisini aldığı ve etkilerinin hala şu ya da bu şekilde devam ettiği koşullarda yetişmiş bir kuşaktır. Aynı düzlem, içerik ve derinlikte olmasa da, işçilerin kendi tarihlerinden öğrenmeleri zorunluluğu, bu genç komünist kuşak için de geçerlidir. Açıktır ki, işçiler sınıf mücadelelerinde yer aldıkça, onlara yönelik sürdürülen aydınlatma ve bilinçlendirme çalışmalarına daha açık hale gelecek, sınıfının ideolojisi, bilinci ve tarihini özümsemeyi pratik bir ihtiyaç olarak hissedeceklerdir. Genç komünist kuşak açısından ise, kendi tarihi ve ideolojisini özümseme, içeriği her ne kadar pratik mücadelelerin ihtiyacı üzerinden şekillense de, özümsemenin kendisinin gerekliliği için ayrı bir pratik beklenmesini gerektirmemektedir.
Başka bir ifadeyle, işçi hareketinin hali hazırdaki geri düzeyinden hareketle, teorinin pratik çalışmada gereksiz olduğu sonucu çıkartılamaz. İçinde bulunduğumuz dönemde bu sonuç, teorik değil, pratik olarak karşımıza çıkmakta ve asıl kaynağını işçi hareketinin hali hazırdaki geri düzeyinden etkilenmekte bulmaktadır. Yenilgideki tarihselliğe değil de tarihteki yenilgiye odaklanmak demek olan bu etkilenme ama, hiçbir şekilde kabul edilir değildir. Bunu kabul etmek; Marksist-Leninistler olarak kendimizi ve dolayısıyla işçi sınıfı karşısındaki görevlerimizi inkar etmek demektir.
Marx’ın Birinci Enternasyonal Genel Konseyi’nin çeyrek yıllık raporundaki şu sözlerini hatırlayalım:
“En iyi politik koşullarda bile işçi sınıfının her ciddi başarısı, onun güçlerini eğiten ve bir araya getiren örgütün olgunluğuna bağlıdır. Ve hatta onun ulusal örgütü bile, ülke sınırları dışındaki örgütünün yoksunluğunda kolayca başarısız kalır, zira bütün ülkeler dünya pazarında rekabet etmekte ve birbirlerini karşılıklı olarak etkilemektedirler. Yalnızca işçi sınıfının uluslararası birliği onun kesin zaferini güvence altına alabilir. Uluslararası İşçi Birliği’ni yaratan bu ihtiyaçtı. O, bir tarikat ya da bir teorinin sera bitkisi değildir. O, proletarya hareketinin doğal bir oluşumudur. Proletarya hareketinin kendisi ise, modern toplumun normal ve karşı konulamaz eğilimlerinden kaynaklanır.”
Kapitalist sömürü var oldukça, ücretli kölelik sürdükçe, “proletarya hareketinin kendisi” kaçınılmazdır. Sorun, bu hareketin devrimci; yani üretim araçlarını toplumsallaştırmak üzere kapitalist üretim ilişkilerini ortadan kaldırmayı hedefleyen ve gerçekleştirebilen bir hareket niteliğini kazanmasıdır. İşçi sınıfı bağımsız politik bir parti olarak örgütlenmeden ve uluslararası birliğini sağlamadan, hareketi de bu niteliğe kavuşamaz, kesin zaferi de güvence altında olamaz.
İşçi sınıfının uluslararası birliği, ancak her bir ülkedeki bu devrimci hareketinin doğmasıyla gerçekleşebilir. Dolayısıyla; işçi sınıfını bu temelde örgütlemeyen, işçilerin mücadeleleri ve hareketi karşısındaki görevlerini tutku ve kararlılıkla yerine getirmeyen, bu mücadelelerde öne çıkanları sosyalizme kazanmayan ve bu kazanmayı kuru bir propaganda olarak değil de, işçilerin öz deneyimine dayanan, sabırlı, çok yönlü ve zengin bir bilinçlendirme çalışması haline getirebilmek için başta kendini donatmayan biri enternasyonalist de olamaz.

*    *    *
Lenin, “III. Enternasyonal  ve Tarihteki Yeri” başlıklı makalesinde üç Enternasyonal’in tarihteki yerini şöyle özetler:
“Birinci Enternasyonal, sosyalizm için uluslararası proleter mücadelenin temelini attı.
“İkinci Enternasyonal, bir dizi ülkede hareketin kitleler arasında geniş bir şekilde yayılması için zemin hazırlama dönemiydi.
“Üçüncü Enternasyonal, II. Enternasyonal’in çalışmalarının meyvelerini devraldı, oportünist, sosyal-şoven, burjuva ve küçük-burjuva pisliklerini silkeleyip attı ve proletarya diktatörlüğünü hayata geçirmeye başladı.”
Geniş işçi kitleleri henüz bilincinde olmasalar da, uluslararası işçi sınıfının başka bir seçeneği yok; yeniden bu yola koyulmak zorundadır. Bugün bütün bu gelişme ve olgunlaşma aşamaları genel hatlarıyla hala onun önünde durmaktadır.
Fakat görülmesi gereken, onun önünde duran aşamalardan ilk kez değil, yeniden geçileceğidir. Yani; uluslararası proleter mücadelenin temelinin yeniden atılması, hareketin kitleler arasında yeniden geniş bir şekilde yayılması ve işçi sınıfının iktidarının yeniden yaşama geçirilmesi. Lenin’in yukarıdaki özetinde de görüldüğü gibi, Enternasyonal’ler arasında, birinin öncekinin üzerinde yükselmesi anlamında tarihsel bir devamlılık söz konusudur. Dolayısıyla, bugünkü uluslararası işçi sınıfı, bu zengin tarihine yaslanmaksızın, bu tarihinin engin tecrübelerinden esinlenmeksizin ve bunları bugünkü mücadelelerinin dayanağı haline getirmeksizin tarihi misyonunu yerine getiremeyecektir.
İşte bu zengin tarihi ve teorik birikimi savunup kendine kılavuz edinmiş olan UKH’in tarihteki yeri tam da buradadır: Uluslararası işçi sınıfını, yaşanan büyük yenilgiyle sekteye uğrayan bu tarihsel devamlılığı yeniden kurabilecek bir konuma getirmek!
Tarihsel misyonu, doğuşunun olağanüstü tarihsel koşullarınca belirlenmiş olan günümüz UKH; ancak, uluslararası işçi sınıfının yenilgisinin geçiciliği, bir öngörüden çıkıp pratik bir gerçekliğe dönüştüğü zaman bu misyonunu yerine getirmiş olacaktır. Zira yenilginin geçici olduğu iddiası, yenilgi döneminin hareketleri arasında, en başta onun iddiasıdır!
Emek Partisi, UKH mensubu olmakla, bu tarihsel iddianın Türkiye topraklarındaki sahibi olduğu gerçeğin altını yeniden çizmiş bulunmaktadır. Bu, kuşkusuz büyük, fakat bir o kadar da onurlu bir tarihsel sorumluluktur!

Yol ayrımında kadınlar ne yapacak?

Türkiye’de iktisadi, toplumsal ve siyasal hayatın hızla yeni bir kavşağa doğru yol aldığını ve hangi yöne saparsa sapsın, önümüzdeki sürecin çok sıradan olmayan gelişmelere gebe olduğunu söylemek herhalde bir kehanet sayılmaz. Bu yol ayrımında, yönü, sınıflar mücadelesinin durumunun belirleyeceğini söylemek de, bu aralar gazetelerin arka sayfalarında sıkça rastladığımız “yeni yıl” kehanetçilerine özgü bir tahmin değil elbette.
AKP Hükümeti’nin, yeni yılın ilk yarısında yapılacak genel seçimlerde yerini korumak için tüm araçlarını ve gücünü devreye sokacağı 2015’e topyekûn bir saldırganlık programıyla girdiği bir sır değil. Dış politikasından iç politikasına, bütçesinden çalışma yasalarına, güvenlik paketinden eğitim düzenlemelerine, istihdam paketlerinden hemen hemen tüm yasa değişikliklerine; tümü sermayeden yana, toplumsal muhalefeti bastırmaya yönelik faşizan, gerici politika ve uygulamalarıyla –arsızlığı, yolsuzluğu, saltanat özlemi de cabası– büyük ölçüde “tek adam diktatörlüğü”ne dönüştürülmüş olan devletin hemen tüm kurumlarıyla seferber edildiği AKP hükümetinin saldırısı, boyutları sürekli katlanarak bir çığ gibi halk kitlelerinin üzerine doğru yuvarlanıyor. Yuvarlandıkça hızlanan, hızlandıkça barbarlaşan, “yok artık!” demeyi çoktan bıraktığımız bu çığ bir doğal felaket de değil; kapitalizmin 21. yüzyıldaki neoliberal ve muhafazakâr ‘fıtratı’yla gayet uyumlu bir durum.
Bu çığın en altında kalacak olan, malumumuz, ezilenlerin ezileni geniş emekçi kadın kitleleriyse, bu çığa ivme katan da, ne yazık ki AKP’nin yedeklemeyi başardığı geniş kadın kitleleridir. Ve yine, o çığı durduracak olan sınıf mücadelesinde, demokrasi mücadelesinde en geniş kadın kesimlerinin alacağı tutumun belirleyici önemi olacak.

SERMAYENİN FIRSAT EŞİTLİĞİ
Bilindiği gibi, son 30 yıldır, ama özellikle de son 10 yıldır kapitalizmin kendini yeniden yapılandırmak için devreye soktuğu neoliberal politikalar kadınları merkezine aldı. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması 1998’de Avrupa Birliği tarafından resmi gündem ilan edildi ve aday ülkelerin uyum kriterleri arasına alındı. Dünya Bankası (DB) da, 2006’dan beri, ekonomik büyümeyi kadınların sağlayacağı savıyla “Toplumsal Cinsiyet Eylem Planı”nı yürürlüğe soktu. Bundan böyle kadın erkek “fırsat eşitliği”nin gerçekleşeceği ve kadın emeğinin değerleneceği söyleniyordu. Keza DB “eşitlik kârlılık getirir” sloganıyla 2012 yılını “Kadın Yılı”, Türkiye’yi de pilot ülkelerden biri olarak ilan etmişti.
Ancak bu “eşitlik”in, kadının sosyal güvencesiz, kayıt dışı ve düşük ücretle istihdam edilmesinde yoğunlaşma anlamına geldiği ve kadınlara yalnızca daha fazla yoksulluk, yoksunluk, eşitsizlik vaat ettiği artık açıkça ortada. Kapitalizmin bütün dünyada kadınlara neoliberal politikaların yıkıcı sonuçları altında ezilmekten başka bir şey sunmadığı gerçeği her geçen gün daha fazla kadın tarafından yaşanarak görülüyor.
2010 OECD raporlarına göre, tüm dünyada 3 milyar kişiyi kapsayan ücretli çalışan kesim arasında beyan edilmeksizin çalışanların, yani kayıt dışı çalışanların sayısı 1,8 milyar. İşçi sınıfının görülmemiş bir hızla büyüyerek ana gövdesini oluşturur hale gelen bu kesimin en geniş bölümünü ise kadınlar oluşturuyor. Türkiye’de de, çalışan kadınların yüzde 66’ı kayıt dışı çalışıyor.
Herhangi bir iş akdi olmadan gerçekleşen bu işçilik, çoğu durumda net görev tanımları olmaksızın sürdürülüyor. Çalışma hayatını, çalışanların ancak kısa sürelerle dayanabildikleri insanca olmayan koşullar belirliyor. Aşırı sömürü koşullarının hâkim kılındığı günümüz iş pazarında işçi kadınlar, hiçbir pazarlık gücü olmayan, herhangi bir belgede işçi olduğu görünmeden, emeklilik, sosyal ve sağlık sigorta haklarını elde edemeden ucuzun ucuzu ücretlerle çalışan, her koşula razı edilen işçi grubunu oluşturuyor.
Alan araştırmaları, kadınların kayıt dışı çalıştırıldığı başta tekstil, gıda ve hizmet sektörlerinde, işyerlerindeki fiziksel koşulların, insan ilişkilerinin, çalışma düzeni ve kurallarının insan sağlığına zarar veren, çalışma motivasyonunu yok ederek her tür işi angaryaya dönüştüren, kadınların güçlerini sonuna kadar sömüren bir nitelik taşıdığını ortaya koyuyor.
Tekstil atölyelerinin yoğun olduğu İstanbul-Çağlayan’da çalışan bir işçi kadın kendilerine dayatılan çalışma koşullarından nasıl etkilendiklerini şöyle anlatıyor: “Çoğumuz sigortasız çalışıyoruz. Sigortalı çalışsak sezon boşluklarında edindiğimiz borçları aldığımız ücretlerle ödeyemeyiz. Bu nedenle yaptığımız işin sağlımızı bozduğunu bilsek bile çalışmaya devam ederiz.
“Büyük işyerinde çalışıyorsan adet sayısı çıkarmak zorundasındır, yoksa ya işten atılır ya da patronun, ustabaşının hakaretlerine maruz kalırsın. Atölyede çalışıyorsan, parça işi yetiştiremezsen hafta sonu haftalığını alamayacağın korkusuyla makine gibi çalışmaya mecbursundur. Bu da psikolojini bozar. Bu makineleşmiş çalışmaya bir de evin sorumluluğu ve toplumun kadına yüklediği yük ağır geliyor, hayat daha çekilmez oluyor.”
Ekonomik faaliyetin kayıt dışına kaçırıldığı, işçilerin yasal ve örgütlenme haklarının gözetilmediği böyle bir ortamda, işçiler için sağlık hakkı hiçbir gerçek karşılığı olmayan bir kavrama dönüşüyor. Kadınların her türlü koruyucu önlemden uzak ortamlarda, yeterince beslenmeden ve dinlenmeden çalışmaları gerçeği, iş güvencesi ve sosyal güvenlikten yoksun olmalarıyla birleşiyor ve ortaya ağır bir sömürü tablosu çıkıyor. Kayıt dışı çalışan kadınların yarınları olmadığı gibi, koşulların dayatmasıyla küçük yaşta çalışma hayatına sürükledikleri kızlarının da yarını olmuyor.
“Çocuk yaşta çalışmak durumunda kalan Sevcan, şimdi bir lokantada çalışıyor, senelik izni olmadan, sigortasız, günlük 30 liraya; 10 saat, saati 3 liraya çalışıyor ve emekli olabileceğini düşünmüyor… ‘38 yıllık hayatımda 28 yıl çalıştığım halde sadece ve sadece 3 yıllık sigortam var’”.
Çalışanların en temel hakkı olan emeklilik, artık uzak bir hayal ve/veya bireysel olarak çözülmesi gereken kişisel bir sorun halini aldı. Kadınların payına ‘hangi koşulda olursa olsun, iş olsun’ beklentisinin düştüğü pazar ekonomisi ve piyasa şartlarının yarattığı aşırı sömürü koşulları altında ev dışında çalışmak, kadınların büyük çoğunluğu için, zaten çok fazla olan yüklerine yük eklemek anlamına geliyor. “Ev içi rolleri”nin yüceltilmesiyle, iş ve aile yaşamının uyumlulaştırma miti ve “pozitif ayrımcılık” kisvesi altında kadınlara sunulan ve giderek yaygınlaşan ‘alternatif’ çalışma biçimlerinden biri de en acımasız sömürü koşullarının ev içlerine taşındığı parça başı işler/üretim.
Zeynep, iki yıldır aileye ek gelir kazanmak için Sincan Organize Sanayi’de bulunan bazı fabrikaların küçük işlerini yapıyor evinde. İşe önce ameliyat malzemeleri üreten bir fabrikanın steril bezlerini katlamakla başlamış, sonra hazır yemek fabrikalarına yaprak sarması yapmış, şimdi de mutfak poşetleri üretimi yapan dünyaca ünlü bir fabrikanın fırın poşetlerini katlama işini yapıyor.
Ev içi üretim son zamanlarda Sincan’da yaşayan kadınlar arasında yaygınlaşmış. Her mahallede bu işleri organize eden arabulucu bürolar açılıyor. Zeynep’in apartmanında bu işi yapan dört kadın var, mahalledeki sayının ise 70 civarında olduğunu tahmin ediyor. İşler arabulucu bürolara geliyor ve oradan mahalleli kadınlara dağıtılıyor…
“6’da uyanıyorum” diye anlatıyor Zeynep bir gününü. “Eşimi işe gidecek, kızım okula, kahvaltı falan… 8’den öğlen 11’e kadar poşet katlama işini yapıyorum, sonra günlük ev işlerini hallediyorum oğlumu okula gönderene kadar. Saat 13.00 oluyor; kızımın okuldan gelme vakti, onunla ilgileniyorum. 15.00 gibi tekrar başlıyorum katlamaya, bir yandan akşam yemeği hazırlığı, 20.00’ye kadar böyle. Sonra yemek, bulaşık derken, saat oluyor 22.00. Televizyon karşısında gece 1, 2’ye kadar katlamaya devam… Günde ortalama 500-800 arasında katlıyorum, aylık 200-300 lira arası bir gelirim oluyor. Mutfak parası falan diye idare ediyoruz. Bizim gibi ev kadınlarının fazla bir tercih şansı yok.”
“Neden Sincan Organize’de herhangi bir iş bakmıyorsun?”
“Çocuklar var, okulları var, evde yapmam gereken işler var. Çocukları güvenle bırakabileceğim emanet edebileceğim bir yer yok…”
“Bu sorunlar çözülse bir fabrikada çalışırsın yani?”
“Tabii ki çalışırım. Sigortam, düzenli maaşım, servisim, her şeyim olur.”

GERİCİLİĞİN ‘FITRAT ADALETİ’
Bu süreç, aynı zamanda “kültürel olarak muhafazakâr, ekonomik olarak neoliberal” iktidarın işgücü ve aile biçimini yeniden üretirken toplumsal algıyı düzenleyen, topluma muhafazakâr normlar yerleştiren bir süreç de oldu. Yazılı olmayan, ama yazılı olanlardan daha etkili hale gelen yasaklar ve kurallar devreye sokuldu. “Politik” müdahale olarak hukuki ve bürokratik düzenlemelerle karşımıza çıkan bu norm oluşturma çabaları, diğer yandan gündelikleştirilip sıradanlaştırılarak siyasalın dışına da atılmaya çalışıldı.
Kadınlara üç çocuk doğurma çağrısından kürtaj yasaklarına, hamile kadınların sokağa çıkmaması gerektiği savlarından kadının kahkahasının iffetsizliğine, rujunun renginden “kadın mıdır kız mıdır bilmem” imalarına, “kadın erkek fıtratları gereği eşit olamaz” tespitinden en son “doğum kontrolüyle yıllarca vatana ihanet edildi” söylemine, AKP Hükümeti her türden politikasının merkezine kadın cinselliğini koyan bir hat izledi, izliyor. Bir yandan muhafazakâr, ataerkil ve kadın düşmanı söylemler her vesileyle dolaşıma sokulurken, bir yandan da devlet kurumları kullanılarak ahlaksal-dinsel özendirme, sıradanlaştırma, korkutma, ödüllendirme, hukukileştirme ve bilimselleştirme gibi tekniklere başvuruluyor.
İktidarın “aileye” dolayısıyla da kadın ve erkeğe ilişkin yaklaşım ve değerlerinin eğitim, medya, edebiyat, sinema vb. gibi alanlar aracılığıyla toplumsallaştırılması sıradanlaştı. “Aile yapımız ve öz değerlerimiz”, “manevi değerlerimiz”, “örf ve adetlerimiz” söylemleri toplum yaşamına gerici müdahalenin meşru gerekçelerini oluşturur oldu. Dizilerdeki karakterlerin evlendirilmesi, dekoltelerin kapatılması, RTÜK kurallarına “aile değerlerini aşağılamama” kriterlerinin getirilmesi, kadının ders kitaplarında yalnızca aile içerisindeki rolleriyle yer verilmesi bu sıradanlaşmanın bazı örnekleri.
4+4+4 uygulamasıyla başlayan, eğitimin dini söylem ve kurallara göre biçimlendirilmesine yönelik politika ve uygulamaların önümüzdeki dönemde artarak süreceğinin ilk işaretini, cumhurbaşkanı, yaptığı bir açıklamada din dersiyle fizik dersini eşitleyerek vermişti. Hemen ardından yapılan 19. Milli Eğitim Şurası’nın açılışında cumhurbaşkanının yaptığı konuşmada “hikmet”i dışlayan, çocuklarımıza “manevi değerleri” öğretmeyen bir eğitim sisteminin kabul edilemeyeceğini söylemesiyle Şura’nın gündemi belirlenmiş oldu.
Eğitim sisteminin gerçek sorunları tartışılmazken, din eğitiminin yanı sıra çocukları potansiyel suçlu, okulları da birer cezaevi gibi gören, eğitime kışla düzeni getirmeye çalışan, insan hak ve özgürlüklerine, pedagojiye aykırı kararlar da peşi sıra geldi. Eğitimde bugüne kadar atılan adımlara ek olarak, okulöncesi dahil eğitimin bütün kademelerinde karma eğitim veren okulların yanında, “velilerin tercihi” doğrultusunda karma olmayan okulların açılması, okulöncesinde zorunlu din ve Kur’an dersi ile “yemek duası” gibi öneriler kararlaştırıldı.

İÇİ BOŞALTILMIŞ ‘ADALET’
AKP Hükümeti’nin içeride ve dışarıda yürüttüğü diğer saldırgan, ayrımcı, öteleştirici, militarist politikalarıyla “Yeni Türkiye”nin inşası bu eksen üzerinden şekillenmeye devam ederken, kadınlar serileşen, katliama dönüşen cinayetlerle, gündelikleşen ve çeşitlenen şiddet biçimleriyle karşı karşıya kaldı. AKP’nin “fıtrat gereği eşitsizliğe dayalı” zihniyetiyle donanmış devlet kurumları, kadınların en temel insan hakkı olan yaşam hakkını bile koru(ya)mazken, zaten işlemeyen eşitlik ve sosyal destek mekanizmaları tam anlamıyla etkisiz ve işlevsiz hale geldi.
Kadınların yalnızca bedenlerinin değil akıllarının ve ruhlarının da prangaya vurulduğu bu süreçte, kadını değil katil ya da şiddet uygulayan erkeği kollayan yargı kararlarıyla iktidarın yerel ve genel söylemleri, televizyon programlarında katillerin boy göstermesiyle, şiddetin “meşru” ve sıradan bir biçimde görselleştirilmesiyle sonuçlandı.
“Eşitlik” fikrinin toplumdaki kadın ve erkeğe biçilen rollerde adaletin tesis edilmesine imkân vermediği, zarar verdiği savıyla yerine “cinsiyet adaleti” kavramının yerleştirileceği 25 Kasım’ın hemen öncesinde ilan edildi, cumhurbaşkanı tarafından. Akabinde AKP teşkilatıyla Hükümeti tam bir biat içinde kavramı derhal yaygınlaştırmaya girişti. Bu söylem, kadını erkeğin itaat ve hizmetine veren “fıtrat”la açıklıyor, eşitliğin neden olamayacağını. Adalet ise, bir “öte dünya” tahayyülü olarak, bir ideal olarak kadınların önüne sürülüyor. Adalet, mücadeleyle kazanılmış hakların içerildiği modern hukukun değil, Şer’i hukukun ve geleneklerin bir gereği olarak sunuluyor.
Kadınların adalet saraylarında kurşunlandığı bu ülkede en çok ihtiyaç duyulan, ama hiç ulaşılamayan “adalet” kavramının, böylelikle, içi boşaltılarak çarpıtılmış bir kavram olarak, Erdoğan ve emrindeki iktidarca kitleleri, özellikle de kadınları kendine yedeklemede kullanılacağı anlaşılmış oluyor.

“İNSAN OLMA” ÖZLEMİ
Gelelim, kadınların sermayenin “fırsat eşitliği”yle, gericiliğin “fıtrat adaleti”yle kuşatıldığı bu soğuk ve karanlık iklimde varılan yol ayrımına.
Geniş emekçi kadın kitlelerini işte ve evde köleliğe, angaryaya, yoksulluğa, yoksunluğa, güvencesizliğe, örgütsüzlüğe, sağlıksızlığa, eğitimsizliğe, iş cinayetlerine, işsizliğe, erkek şiddetine, cinskırımına mahkûm eden; düşünsel ve psikolojik bağımlılığa, çaresizlik ve umutsuzluğa, yalnızlığa iten; dini ve gerici propagandayla tevekküle, kaderciliğe, itaate, siyasi ve toplumsal kayıtsızlığa ve daha birçok musibete sürükleyen koca bir sistemden bahsediyoruz.
Neresine bakarsak bakalım, kapitalist sömürü tarafından belirlenen, onun yazılı olan ve olmayan yasalarına tabi olan yaşamın her alanı kadınlar için birer dert ve kaygı cehennemi anlamına geliyor. Emekçi kadınların acılarının, yoksunluklarının yanı başında vurguncuların, iktidar sahiplerinin, sömürücü kapitalist milyarderlerin şatafatlı lüksü, akıl almaz israfı en arsız şekilde saçıldıkça saçılıyor.
Kadınlar, bütün bu kötülüklerin kapitalizmin ve Erdoğan’ın yeniden tüm ülke halkını kazanmaya çalıştığı siyasi ve dinci gericiliğin fıtratında olduğunu öz deneyimleriyle öğreniyorlar…
Ezici iş ve yükümlülüklerin ağırlığı altında kadınlıklarını ve insanlıklarını ezen, aşağılayıcı bir biçimde zincire vuran, yeteneklerini ve ufuklarını körelten bu toplumsal, siyasal ve iktisadi ortam içinde kadınların kendilerini “insan” olarak hissetme, insan gibi yaşayabilme özlemi büyüyor.

KADINLAR MÜCADELE İÇİNDE
Elbette tüm bu kara tablo içerisinde, Türkiye’de de kadınlar, dünyanın her yerinde olduğu gibi, iş, ekmek, özgürlük ve barış için toplumsal ve emek mücadelelerinin bir parçası ve önemli bir dinamiğini oluşturuyor. İşçi-emekçi kadınlar ve kadın hareketi önemli bir mücadele birikimine sahip olduğu gibi, bugün de kadınlar, sömürü, savaş ve cinsiyet ayrımcı politikalar karşısında hareketsiz ve sessiz değil.
Yaşam alanları talan edilen, tarım alanları yok edilen, geçim araçları elinden alınan, ücretsiz aile işçisi olarak çalışan, tarım işçiliğine giderken iş cinayetlerinde hayatlarını kaybeden köylü kadınlar çevre mücadelelerinde en öne atılıyor.
Ucuzun ucuzu, güvencesiz, taşeron, esnek, kayıtdışı, gündelik, saatlik çalışma biçimlerine zorlanan işçi ve emekçi kadınlar, işyerlerindeki keyfi, ayrımcı, adaletsiz ve hukuk dışı uygulamalara karşı son dönemlerde sayısı giderek artan büyüklü küçüklü grev ve direnişlerde yerlerini alıyor, işlerlerinde sendikalaşma mücadeleleri veriyor.
Demokrasinin sınırlarının giderek daraltılmasına, hak ve özgürlüklerin gasp edilmesine karşı, kentsel dönüşüme karşı, kadına yönelik şiddet ve kadın katliamı karşısında kadınlar susmuyor; kız kardeşleriyle birlikte sokağa çıkıyor, kadın davalarını izliyor, dayanışma eylemliliklerinde bulunuyor, mücadele platformları içerisinde mücadele yürütüyor.
Başta uzun bir mücadele geleneğine sahip Kürt kadınları olmak üzere, bu toprakların kadınları, barış için, Kürt sorunun demokratik halkçı çözümü için mücadele ediyor, örgütleniyor. Ortadoğu’daki savaş ve çatışma ortamının ortasında Kürt halkının diğer bölge halklarıyla birlikte kurup yaşattıkları demokratik Rojava kantonunu ve onun bir parçası olan Kobanê’yi boğmaya çalışan katliamcı IŞİD çetesinin saldırılarına karşı büyük direnişe bulunduğu her yerden destek veriyor, kız kardeşlik köprüleri kuruyor.
Kadınlar, Ortadoğu’daki savaşa, AKP iktidarının yürüttüğü ayrıştırıcı, savaşçı, militarist politikalara karşı çıkıyor, barış talep ediyor ve din, dil, ırk, mezhep ayrımı olmaksızın halkların kardeşliğini savunuyor. Savaştan kaçıp ülkemize sığınan çoğunluğu kadın ve çocuk olan milyonlarca mülteci için eşit yurttaşlık hakkı talep ediyor ve sığınmacılara/mültecilere yönelik şiddete, ayrımcılığa, ötekileştirmeye karşı çıkıyor.

İŞÇİ SINIFI PARTİSİ VE KADINLAR
Ancak kadınların bir parçası olduğu parçalı toplumsal mücadelelerin, AKP Hükümeti ve devletin halkın üzerine şiddetlenerek geleceğinin işaretini verdiği saldırı dalgasını durdurmaya yetecek, püskürtecek güçte, birleşiklikte ve örgütlülükte olmadığını biliyoruz.
Yazı boyunca çeşitli yönleri üzerinde durduğumuz gibi, ülkemizde geniş kadın kitlelerinin içinde bulunduğu durum ve kuşatılmışlık, aynı zamanda kadınları en kırılgan, en kolay ikna edilebilir, sindirilebilir, maniple edilebilir kesim haline getiriyor. Dolayısıyla da kapitalizmin, gericiliğin önemli bir dayanağını oluşturuyor.
Türkiye halklarının barış ve demokrasi mücadelesi cephesinin olmazsa olmaz bileşenlerinden biri kadın hareketiyse ve kadın mücadelesi bu cephenin en önemli mücadele alanlarından birini oluşturuyorsa, bu cephenin temel görevlerinden biri, en geniş kadın kitlelerini saflarına kazanmak, kapitalizmin ve gerici iktidarın bu sağlam dayanağını onun altından çekip almak olacaktır. Bu, aynı zamanda, ana gövdesini emekçi kadınların oluşturduğu geniş ve birleşik bir kadın hareketinin yaratılması anlamına geliyor. Kadınların ezilen cinsiyet olmaktan kaynaklı sorunları karşısında, toplum ve aile hayatının bütününde eşit haklara sahip olmaları için kitlesel, demokratik mücadelenin örgütlenmesi sorumluluğu da birincil olarak işçi sınıfı partisine düşüyor.
İşçi sınıfı partisi, geniş emekçi kadın kitlelerini saflarına ve mücadelesine kazanmak için bütün gücü ve enerjisiyle çalışmaya atılmak zorundadır. Bu güç, ama olmazsa olmaz zorunluluğun başlıca omuzlayıcısı da elbette sınıf partisinin kadın kadroları olacaktır. En geniş emekçi kadın kesimlerine ulaşmanın onları aydınlatmanın, örgütlemenin yorucu ve zahmetli yollarını yürümeli, yöntemlerini bulmalı, işçi ve emekçi kadınların ileri kuşaklarını partiye, partili mücadeleye kazanmalıdır.
Kısacası, işçi sınıfı partisi ve onun kadın kadroları, nerede kadınlar acı çekiyor, nerede kadınlar hakları ve özgürlükleri uğrunda mücadele etmek zorunda kalıyorsa, orada olmalıdır. Fabrikada, atölyede, mahallede, sokakta, her yerde kadınların birliklerini sağlamak ve güçlendirmek, ortak taleplerini oluşturmak için, anlayış ve duygudaşlıkla eylemlerine ve örgütlenmelerine yardımcı olmalıdır.
Bu nedenle, haydi emekçi kadın kitlelerine, kapitalizmin köleleştiren şiddetinden kurtuluşlarını, kendilerini “insan” hissedecekleri; özgür, eşit, sömürüsüz, yani insan gibi yaşabilecekleri geleceği kurma ufkunu ve umudunu kazandırmaya! Kapitalist iktidara karşı mücadelede tüm genel, yerel ve özel örgütlenme ve organlarda, sendikalarda, işletme ve işçi komitelerinde çalışmaya ve mücadeleye!

Stalin ve tarih bilimi*

23 Temmuz 1934’te kendi kendisini yetiştirmiş iki kişi Moskova’da bir araya geldi. İkisi de profesyonel tarihçi olmasalar da konuşmaları tarihsel bir konuya kaydı. Biri Outline of History ve Short History of the World kitaplarını yayımlayan romancı ve yayıncıydı. Diğeri ise, 22 yaşından 38 yaşına kadar yeraltında çalışmış, 1917’den bu yana ise büyük  bir devletin siyasi liderlerinden biri olan profesyonel bir devrimciydi. İlki H.G. Wells, ikincisi ise Joseph Stalin. Konuşmalarından alıntı yaptığımda okuyucu, İngiliz tarihi konusunda, dünya tarihçisinin Stalin kadar konuya hakim olmadığını fark edecektir. Bay Wells’in görüşleri 1934’te dahi demode görünmüş olmalı.

*
Stalin: Tarihsel deneyim artık yararlı olmaktan çıkmış sınıfların gönüllü olarak tarih sahnesinden çekilmediğini göstermiştir. 17. yüzyıl İngiltere tarihini ele alalım. Çok sayıda kişi eski sosyal düzenin çürümüş olduğunu söylemiyor muydu? Ancak yine de onu zor yoluyla yıkmak için bir Cromwell’e gereksinim duyulmadı mı?

Wells: Cromwell anayasaya uygun ve anayasal düzen adına hareket etti.

Stalin: Anayasa adına Cromwell silahlandı, Kral’ı idam etti, Parlamento’yu dağıttı, bazılarını hapse tıktı, bazılarının da kellesini uçurdu.

*
Konuşma Fransız Devrimi’ne kaydı. Wells, devrimci önderler arasında avukatların sayısı ile bu devrimin “anayasal” karakterini göstermeye çalıştı.

Stalin: Devrimci hareketlerde aydınların rolünü inkâr mı ediyorsunuz? Büyük Fransız Devrimi’nin geniş halk kitlelerini feodalizme karşı ayaklandırıp üçüncü etat’in çıkarlarını savunduğu için zafere ulaşan bir halk devrimi değil de avukatlar devrimi olduğunu mu iddia ediyorsunuz? … Az önce “eğitimli çevreler”den söz ettiniz. Ama ne tür eğitimli kişileri kastediyorsunuz? 17. yüzyıl İngiltere’sinde, 18. yüzyıl sonu Fransa’sında ve Ekim Devrimi sırasında Rusya’da pekçok eğitimli kişi eski rejimin yanında yer almadı mı? Eski düzen kendi yanında, kendi hizmetinde, eski düzeni savunan ve yenisine saldıran pek çok iyi eğitimli kişiye sahipti. Çünkü eğitim bir silah gibidir: Etkisi, onu kimin kime karşı kullandığına bağlıdır.

Bu sözler, tarihi yaparken aynı zamanda onun üzerine düşünmüş ve belki de onu gerçekleştirme sürecinde öğrenmiş bir insan tarafından sarf ediliyordu.
Dört yıl sonra, Münih döneminde, Stalin, tarih anlayışını çok daha ayrıntılı ifade eden bir yazı yayınladı. Bu yazı, Tüm Sovyetler Komünist Partisi (Bolşevik) Tarihi’ndeki “Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm” bölümünde yer alıyordu. Toplumsal yaşam ve toplum tarihine ilişkin Marksist görüşü ortaya koyan Stalin şöyle diyordu:
“Toplumsal yaşama ilişkin olgular arasındaki ilişki ve bağlantılar tesadüfi şeyler değil, toplumun gelişme yasalarıdır. Dolayısıyla toplumsal yaşam, toplum tarihi bir ‘tesadüfler’ toplamı olmaktan çıkar ve düzenli yasalara göre işleyen toplumun gelişim tarihi ve tarih araştırması da bir bilim haline gelir. … Toplum tarihi bilimi, toplumsal yaşam olgusunun bütün karmaşıklığına rağmen, örneğin biyoloji kadar kesin olabilir ve toplumun gelişim yasalarından pratik amaçlı faydalanabilir.”
Bu büyük ve kendinden emin bir iddiadır. Stalin her zaman, tarihin bir bilim olduğunu ve olması gerektiğini ve görevinin de toplumun gelişimini denetim altında tutabilmek için, olguların dikkatli analizi yoluyla toplumun gelişim yasalarını ortaya koymak olduğunu ifade etmiştir.  Onun bu ifadeleriyle H. A. L. Fisher’in sığ anlayışını ifade eden “tıpkı birbiri ardına gelen dalgalar gibi [tarihte] birbirini takip eden olağanüstü durumlar görüyorum” sözlerini karşılaştırabiliriz; ya da A. J. Toynbee’nin tarih bilimi kurmaya yönelik olan ve şu ümitsiz haykırışla sonlanan daha trajik girişimini: “Tanrının toplumumuza bir kez bahşettiği ceza ertelemesini mütevazi bir ruh ve pişman bir kalple tekrar istediğimizde reddedilmemesi için dua etmeliyiz.”
Stalin, bütün temel sosyal değişimlerin, verili bir zamandaki üretici güçler  ile toplumsal ilişkilerin sınırlılıkları arasındaki çelişkiden doğduğuna dair Marx’ın ünlü ifadesini tekrarlıyor.
“Bu tür dönüşümler ele alındığında, doğa bilimlerinin kesinliğiyle belirlenebilecek üretimin ekonomik koşullarının maddi dönüşümü ile yasal, siyasal, dini, estetik ya da felsefi –kısacası insanın bu çelişkinin farkına vardığı ve mücadele ettiği ideolojik biçimler arasında daima ayrım yapılmalıdır.”
Tarihsel süreçte fikirlerin önemini gözardı ettiği ya da hafife aldığı gibi Marksist tarih anlayışına yöneltilen kaba eleştirilere karşı Stalin şunları yazıyordu:
“Tarihsel materyalizm … [sosyal fikirlerin, teorilerin, görüşlerin ve siyasal kurumların] toplumun yaşamındaki, tarihindeki rolü ve önemini vurgular… Yeni sosyal fikirler ve teoriler topluma gerektiği için ortaya çıkarlar, çünkü bunların örgütleme, harekete geçirme ve dönüştürme eylemi olmaksızın toplumun maddi yaşamının gelişimi acil görevini yerine getirmek imkânsızdır. Toplumun maddi yaşamının gelişiminin ortaya çıkardığı yeni görevlerin gereği olarak yeni sosyal fikirler ve teoriler kendini dayatır, kitlelere mal olur, toplumun devrini tamamlamış güçlerine karşı onları harekete geçirir ve örgütler ve böylece toplumun maddi yaşamının gelişimini engelleyen bu güçlerin yıkılmasını kolaylaştırırlar.”
Daha 1907’de, Stalin, “insanın doğasının değiştirilemeyeceği”ne dair muhafazakâr sızlanmaya karşı tartışma yürütmüştü.
“İnsanın ‘yabanıl’ duygu ve düşüncelerine gelince, bunlar düşünüldüğü kadar ebedi değildir; ilkel komünizmde, insanın özel mülkiyeti tanımadığı bir dönem vardı; sonra bireysel üretim dönemi geldi, özel mülkiyetin insanın aklına fikrine hükmettiği dönem; şimdi yeni bir dönem geliyor, sosyalist üretim dönemi – o zaman insanın aklı fikri sosyalist uğraşlarla dolarsa bu şaşırtıcı mı olacaktır?”
Stalin, 1938’de, toplum tarihi açısından belirleyici olan nedir diye soruyordu.
Coğrafya –göreceli olarak sabit bir faktör– ve nüfus değişikliklerini reddetti; çünkü nüfus yoğunluğu ileri medeniyet kesişmez. Bu konuda yürütülen tartışmalardan sonra şu sonuca vardı:
“Toplumun gelişim tarihi her şeyden önce üretimin gelişim tarihidir; yüzyıllar boyunca birbirini takip eden üretim tarzlarının tarihidir; üretici güçlerin gelişiminin ve üretimdeki insanlar arasındaki ilişkilerin tarihidir.
“Bu nedenle toplumsal gelişim tarihi aynı zamanda maddi değerleri üretenlerin kendi tarihidir; üretim sürecinde temel güç olan ve toplumun varlığı için gerekli olan maddi değerlerin üretimine devam eden emekçi sınıfların tarihidir.
“Bu nedenle, tarih bilimi gerçek bilim olacaksa, toplumsal gelişim tarihini kralların ve generallerin eylemlerine, devletleri ‘zapteden’ ve ‘fetheden’lerin eylemlerine indirgeyemez; kendisini maddi değerleri üretenlerin tarihine, emekçi kitlelerin tarihine, halkların tarihine adamalıdır.”
Böylece tarihin yapılmasında halkın birincil önemini vurguladıktan sonra, Stalin, geçmiş tarihin insan özgürlüğü üzerine koyduğu sınırlılıkları tartışmaya devam eder. Yeni üretici güçlerin ve onlara uygun yeni üretim ilişkilerinin ortaya çıkmasının kasıtlı bir plan dahilinde gerçekleşmediğini, “kendiliğinden, bilinç dışı, insan iradesinden bağımsız” olduğunu ifade eder. Bunun iki nedeni vardır:
“Birincisi, insanlar şu ya da bu üretim tarzını seçmekte özgür değildir; çünkü her yeni kuşak devreye girdikçe daha önceki kuşakların çalışmasının sonucu olan üretici güçler ve üretim ilişkileriyle karşılaşır; bu nedenle, maddi değerler üretebilmek için öncelikle üretim alanında hazır bulduğu her şeyi kabul etmek ve kendini uyarlamak zorundadır.
“İkincisi, herhangi bir üretim aygıtını, herhangi bir üretici güç unsurunu geliştirdiklerinde insanlar bu gelişmelerin ne tür sosyal sonuçlara yol açacağını durup düşünmezler, bunun ayırdında değillerdir; yalnızca günlük çıkarlarını, emeklerini hafifletmeyi ve kendileri için bazı somut ve dolaysız yararlar sağlamayı düşünürler.”
Ancak yeni üretici güçler olgunlaştıktan sonra mevcut üretim ilişkileri ve onları savunan egemen sınıflar gelişme önünde daha fazla aşılmaz engeller haline gelirler. Bu engeller, ancak yeni sınıfların bilinçli eylemiyle, devrim yoluyla kaldırılabilir.
“Burada yeni sosyal fikirlerin, yeni siyasal kurumların, eski üretim ilişkilerini zor yoluyla ortadan kaldıracak yeni bir iktidarın muazzam rolü çıplak bir biçimde kendini gösterir.”
SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları’nda oldukça ilginç bir bölümde, Stalin, “ekonomik süreçlerin, ekonomik yasaların sadece sosyalizm ve komünizmde değil, diğer formasyonlarda da bir dereceye kadar toplum yararına kullanıldığı”ndan söz etmektedir. Buna Fransız Devrimi’ni örnek gösterir:
“Burjuvazi feodalizme karşı, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin karakteri ile uyum halinde olması gerektiği yasasını kullandı; feodal üretim ilişkilerini yıktı, yeni burjuva üretim ilişkilerini yarattı ve feodal sistemin bağrından doğan üretici güçlerin karakteriyle uyumlu hale getirdi. Burjuvazi bunu sahip olduğu yetenekler sayesinde değil, böyle yapmakta hayati derecede çıkarı olduğu için yaptı. Feodallerin buna karşı direnişi aptal oldukları için değil, bu yasanın etkin kılınmasını engellemekte hayati çıkarları olduğu içindi. Aynı şey ülkemizdeki sosyalist devrim için de söylenebilir…
“Sınıflı toplumlarda ekonomi yasalarının kullanımının her zaman ve her yerde bir sınıf temeli vardır ve dahası her zaman ve her yerde ekonomi yasalarının toplum yararına kullanımının şampiyonu ilerici sınıftır, eski sınıflar ona direnir.”

II
Stalin’in gerçek tarihsel sorunların çözümüne katkıları arasında belki de en verimli olanı ulusların gelişimi konulu çalışması olmuştur. Bu çalışma, 1912-13 yıllarında Lenin ile birlikte yazdığı Marksizm ve Ulusal Sorun ile 1950’de yayımlanan Marksizm ve Dil Sorunu’nu kapsamaktadır. Bu eserlerinde, Stalin, “feodalizmin bertaraf edilip kapitalizmin gelişmesinin aynı zamanda halkların uluslaşma süreci olduğunu” gösterdi. “Burjuvazinin ulusçuluğu öğrendiği ilk okul pazardır.”  Ancak ulusal  bağımsızlık talebini ilk olarak burjuvazi dile getirmiş olsa da, bunun işçi sınıfı hareketi açısından avantajlarını Stalin şu şekilde açıklamıştır: “Tatar ya da Yahudi işçinin toplantılarda ve eğitimlerde kendi ana dilini kullanmasına izin verilmiyorsa ve okulları kapatılmışsa entelektüel becerilerinin tam gelişmesi mümkün değildir.”  Bu sözler Ekim Devrimi’nden önce yazılmıştı. Daha sonra Stalin, Uluslardan Sorumlu Halk Komiseri olarak, ulusal kurtuluşa dair Bolşevik politikayı hayata geçirirken şunları yazıyordu:
“Özel mülkiyet ve sermaye kaçınılmaz olarak insanları böler, ulusal düşmanlığı körükler ve ulusal baskıyı yoğunlaştırırken kolektif mülkiyet ve emek de aynı kaçınılmazlıkla insanları birbirine yaklaştırır ve ulusal baskının temelini çürütür. Ulusal baskı olmaksızın kapitalizmin varlığı nasıl mümkün değilse ezilen ulusların kurtuluşu ve ulusal özgürlük olmaksızın da sosyalizmin varlığı mümkün değildir.”
Stalin’in eserinin bu bölümü, ulusal bağımsızlığımız tehlikede olduğu için bugün Britanya açısından özellikle önem taşımaktadır. Okuyucunun Marksizm ve Ulusal ve Sömürgeler Sorunu kitabında bu bölümü daha ayrıntılı incelemesi tavsiye edilir. Stalin, SBKP’nin 19. Kongresi’nde yabancı delegelere hitaben yaptığı son konuşmasında “sermayenin egemen olduğu ülkelerdeki kardeş partilerin başarı ve zaferine bel bağlamak için her tür koşul olduğu”na dair iki tarihi neden ileri sürmüştür. Birinci neden, bu ülkelerin, hali hazırda sosyalizm yolunda olan ülkelerin tarihsel deneyimlerinden, hata ve başarılarından öğrenme olanaklarının olmasıdır. Ayrıntılı olarak açıklanan ikinci neden ise, burjuvazinin “ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik bayrağını indirmesi” ve “komünist ve demokrat partilerden başka onu yükseltecek kimsenin olmaması”dır.

III
Stalin, tarihi Marksist bir tarzda ele almış ve Marx, Engels ve Lenin’in dehasından büyük ölçüde yararlanmıştır. Fakat Stalin, “dogmacı ve Talmudcu” olarak adlandırdığı ve tartışmalarını olgulara değil alıntılara dayandıran kimselere karşı hiç sabır göstermemiştir. Tarihsel gelişmelerin Engels, Lenin ve kendisi tarafından ortaya konan argümanları eskitmiş olabileceğini sevinçle kabul etmeye hazırdır. Özgür tartışma konusundaki ısrarı bu nedenledir; çünkü “fikirler çatışmadan, eleştiri özgürlüğü olmadan hiçbir bilim serpilip gelişemez”.  Lenin’in övgüsünü kazandığı için Clausewitz’in eleştirilmemesi gerektiğini ileri süren bir askeri profesöre, 1947’de Stalin’in açıktan cevabı şu olmuştur: “Clausewitz tam olarak savaşta manüfaktür çağının temsilcisiydi. Ancak bugün savaşta makine çağındayız. Şüphesiz makine çağı yeni askeri ideologlar gerektiriyor.”
Stalin için tarih hiçbir zaman yalnızca akademik bir inceleme olmamıştır; tarih bir eylem kılavuzudur. Tarihsel analizinden politika için çıkardığı sonuç şudur:
“Yönelimimiz, bugün egemen güç olsa da gelişmesini tamamlamış toplumsal katmanlara değil, bugün egemen güç olmasa da gelişen ve geleceği olan katmanlara dayanmalıdır.”
Bu yaklaşım, Stalin’in kendisinin birçok durumda tarihsel analizi bilimsel öngörüye muazzam uygulayışını açıklamaya yardımcı olur. Böylelikle 1905-07’de, Fransız Devrimi’nin deneyimiyle, Rus Devrimi’nde işçi sınıfının önderliği konusunda ısrar etti ; ve güvenle ve doğru bir biçimde Çar’dan “Son Nicholas” olarak söz ediyordu.  Temmuz 1919’da, Rusya’da Bolşevik zaferin üzerinden iki yıldan az bir zaman geçmişken, Stalin, “Sovyetler’in yegâne devrimci organ olmadığını” anlamıştı. Onlar Rusya’ya özgü bir biçimdi.  1920’de, Çar İmparatorluğu’nun parçası olan küçük devletlerin “bağımsızlığının bir yanılsama olduğunu ve bu devlet müsveddelerinin şu ya da bu emperyalist gruba tam bağımlılığını gizlediğini” görebiliyordu.  Sonraki 20 yıl Stalin’in haklılığını kanıtlayacaktı. Ulusal ve sömürgeler sorununa ilişkin 1912’de yaptığı tarihsel analiz, Asya’da ve başka yerlerde 40 yıllık Komünist stratejinin temellerini oluşturmuştu ki, bunun meyvelerini bugün açıkça görebiliriz. (19. yüzyıl Almanya ve İtalya deneyiminden yola çıkarak, Stalin, 1934’te “Çin’e karşı bir emperyalist savaş”ın orada “bir kurtuluş savaşına ve ülkenin bağımsız bir devlet olarak birleşmesine yol açabileceği”ne işaret etmiştir. ) Aynı şekilde 1918-27 yılları arasında birçok değişik vesileyle Ekim Devrimi’nin uluslararası önemini analiz ederken, “insanlığın evrensel tarihinde radikal bir dönemeç” olarak tanımlaması, zamanın eskitmediği bir geçerlilik taşımaktadır:
“Ekim Devrimi sadece ekonomik ve sosyo-politik ilişkiler alanında bir devrim değildir. Aynı zamanda işçi sınıfının zihninde bir devrimdir, ideolojisinde bir devrimdir.”
Aynı araştırmacı tarihsel analiz, devrim sonrası Rusya’sının sorunlarına da uygulanmıştır. Ekim Devrimi’nden üç ay önce bir Parti kongresinde Stalin, Rusya’da sosyalizmin inşasını batı Avrupa’daki sanayileşmiş ülkelerde devrimin gerçekleşmesine bağlayan bir Troçkist karar değişikliği önerisine karşı çıkmıştı:
“Rusya’nın aslında sosyalizme giden yolu inşa edecek ülke olması ihtimali dışlanmıyor. Bugüne kadar ne hiçbir ülke savaş yıllarında Rusya’nın sahip olduğu özgürlüklere sahip olmuş ne de üretimde işçi denetimini hayata geçirmeye çalışmıştır… Sadece Avrupa’nın bize yol gösterebileceğine dair eski düşünceyi artık terketmeliyiz. Bir dogmatik Marksizm vardır, bir de yaratıcı Marksizm. Ben ikincisini tercih ediyorum.”
Sonraki 10 yıldaki tartışmalarda Sovyet Komünist Partisi’nin yenilgici Troçkist politikaları reddetmesine yol açan işte bu anlayışın doğruluğuydu. 1925’te Stalin, tarihsel deneyime dayanarak, sanayileşmenin finansmanı için alternatif yollar arıyordu:
“Birincisi sömürgeler ele geçirip yağmalama yoludur. Bu, örneğin İngiltere’nin kalkınma yoluydu. Dünyanın her tarafında sömürgeler ele geçirdikten sonra 200 yıl boyunca İngiltere kendi sanayisini güçlendirmek amacıyla buralardan ‘ek sermaye’ çekip aldı ve sonunda ‘dünyanın atölyesi’ haline geldi. … İkinci yol ise askeri fetih ve bir ülkenin bir başka ülkeden büyük tazminatlar almasıdır. Bu da Almanya’nın yaşadığı bir örnektir; Fransa-Prusya Savaşı’nda Fransa’yı yendikten sonra bu ülkeden beş milyon frank tazminat almış ve bu parayı kendi sanayi kanallarına aktarmıştır.”
Stalin her iki yolu da “Sovyet sisteminin doğasına aykırı” bulduğu için reddetmiştir. Yine kabul edilemez olan üçüncü bir yol ise “gelişmiş kapitalist ülkelerden geri kapitalist ülkelere yüksek faizli teberrular ve borçlardır. Örneğin Çarlık Rusya’sında olan da budur.” Rusya ise, “büyük ölçekli sanayiini genişletmek ve proletaryanın güçlü sanayi devleti haline gelmek için” zor yoldan, kendi tasarrufları yoluyla kalkınmak zorunda kalmıştır.  Bu sanayileşme, kolektifleşmeyi, devlet inisiyatifiyle yukarıdan devrimi mümkün kılmıştır; bu devrim “kulak bağlarından kurtulma ve kolektif çiftliklerde özgürce yaşama mücadelesi veren milyonlarca köylünün de aşağıdan doğrudan desteğini almıştır”. Böylesi bir devrim, tarihin yeni bilinçli denetiminin ürünüydü.
Aynı tarihsel tutumu, Stalin’in savaş ve barış sorunlarına yaklaşımında da görebiliriz. 1922’de yaptığı bir konuşmada gelecek savaşın karakterini şöyle analiz ediyordu:
“Emperyalist savaşın durağan cephesine yer yoktur. … Havacılıktaki, kimyasal ve diğer savaş yöntemlerindeki büyük gelişmeler kırılmaz bir durağan cepheyi imkânsız kılmaktadır. … Bu savaş milyonların ordusuyla yapılacak. Bu savaş ölümüne bir savaş olacaktır…”28
Kamulaştırılmış sektörlerin menajerlerine yönelik bir konferansta, Şubat 1931’de yaptığı en ünlü konuşmalarından birinde, Stalin, Rus tarihine bakarak şunları söylüyordu:
“Eski Rusya tarihinin özelliklerinden biri, geri kalmışlığı yüzünden sürekli aldığı darbelerdi. Moğol hanları yenmişti onu. Türk beyleri yenmişti. İsveçli feodal beyler yenmişti. Polonyalı ve Litvanyalı eşraf yenmişti. İngiliz ve Fransız kapitalistleri yenmişti. Japon baronları yenmişti. Hepsi de onu geriliğinden dolayı yenmişti: askeri gerilik, kültürel gerilik, politik gerilik, sınai gerilik, tarımsal gerilik. Yenilmişti, çünkü yenilmesi kârlıydı ve cezasız kalıyordu. Devrim öncesi şairin mısralarını hatırlarsınız: ‘Yoksulsun ve bereketlisin, güçlüsün ve iktidarsızsın, Rusya Ana’ … İşte kapitalizmin … orman yasaları…
“Sosyalist anavatanımızın yenilmesini ve bağımsızlığını kaybetmesini mi istiyorsunuz? Bunu istemiyorsanız eğer, en kısa zamanda onun geriliğine son vermelisiniz… İleri ülkelerin 50 ya da 100 yıl gerisindeyiz. Önümüzdeki 10 yılda bu farkı kapatmalıyız. Ya bunu başarırız ya da bizi ezerler.”29
Tam olarak 10 yıl dört ay sonra Almanlar saldırdı; ve Sovyetler Birliği hazırdı.
Stalin 1934’te Wells’e şunları söylüyordu: “Faşizm gerici bir güçtür ve eski dünyayı şiddet yoluyla korumaya çalışır. Faşistlere karşı ne yapacaksınız? Onlarla tartışacak mısınız? İkna etmeye mi çalışacaksınız? Bunun bir faydası olmaz.” “Komünistler,” diyordu Stalin, “zoru idealize etmekten uzaktır; ama SSCB’ye şiddetli bir saldırı olasılığı karşısında gerçekçi olmalı, gerçekleşmesi durumunda onu püskürtmek için hazırlıklı olmalıdırlar.”30 Nazi saldırısı gerçekleştiğinde, Stalin aynı tarihsel gerçekçiliği olayların analizine uyguladı. 3 Temmuz 1941’deki ilk yayınında nihai zaferin garantisi olarak, hem Almanya’daki hem de Avrupa’daki Nazi cephe gerisinin istikrarsızlığına işaret ederek şunları söyledi:
“Bu savaş motorlar savaşıdır. Bu savaşı motor üretim üstünlüğüne sahip olan taraf kazanacaktır. ABD, İngiltere ve SSCB’de motor üretimini birleştirirsek Almanya karşısında üç katı bir üstünlük kazanmış oluruz. Hitler’in soyguncu emperyalizminin kaçınılmaz batışının bir yolu budur.”31
Şubat 1942’de, Hitler Sovyet devletini ve Slav halklarını tümüyle imha etmekle tehdit ederken, Stalin bir “Günün Emri”nde sakin bir biçimde cevap vererek, Kızıl Ordu’nun Almanya’ya karşı böyle bir hedefinin olmadığını bildirdi. “Tarih göstermiştir ki, Hitlerler gelir gider, ama Alman halkı ve Alman devleti kalıcıdır.”32 (Bu yaklaşımın, Lord Vansittart gibi, o zamanlar Almanya’nın, şimdi ise SSCB’nin yıkımı çağrısında bulunanların histerisi ile zıtlığını görebiliriz.) Aynı zamanda Stalin’in, ta 1934’te, “inisiyatifi, cesareti ve kararlılığı” nedeniyle Franklin Roosevelt’e karşı hayranlığını ifade etmesini ve onu “kapitalist dünya liderleri arasında en güçlü şahsiyet” olarak nitelemesini hatırlamak gerekir.33
Son olarak, Stalin’in 6 Kasım 1944’deki önemli uyarısını kaydetmek gerekir:
“Alman reislerin yeni bir savaşa hazırlandığını herkes biliyor. Tarih göstermiştir ki, 20-30 yıl gibi kısa bir süre, Almanya’nın yenilgiden toparlanıp gücünü yeniden göstermesi için yeterli bir süredir.”
Stalin, Birleşmiş Milletler’in işlevli olması durumunda barışın korunabileceğini, Alman saldırganlığının ortaya çıkmasının engellenebileceğini vurguladı:
“Bu dünya örgütünün eylemlerinin yeterince etkili olmasını bekleyebilir miyiz? Hitler Almanya’sına karşı savaşın asıl yükünü çeken büyük güçler birlik ve uyum ruhuyla hareket etmeye devam ederse etkili olacaktır. Bu temel koşul yerine getirilmezse etkili olmayacaktır.”34
Bugün İngiltere ve Fransa, ABD önderliğinde eski müttefikleri SSCB’ye karşı askeri bir ittifaka girmişken, bu gerçekleri okumak ne acı geliyor.
Fakat burada da, Stalin, yayımlanan son eserinde gelecekteki yeni olanaklara dair analizlerde bulunuyordu. Emperyalistler arası rekabete dair uzun analizlerden sonra şöyle diyordu: “Kapitalist Britanya ve ondan sonra da kapitalist Fransa bağımsız bir pozisyon ve tabii ki yüksek kârları güvenceye almak için sonunda mecburen ABD’nin kucağından kopacak ve onunla çatışmaya girecektir.” Bu sözlerin yazıldığı Eylül 1952’den bu yana onların doğruluğu kayda değer biçimde görülmüştür. Stalin “belli koşulların kesişmesi durumunda barış mücadelesinin sosyalizm mücadelesine doğru gelişmesi” olasılığından söz etmiştir. “Ancak o zaman bu, günümüzdeki barış hareketi olmaktan çıkıp kapitalizmin yıkılması hareketi olacaktır.”35 Bu perspektifin altında yatan, insanlığın “savaşların kaçınılmazlığı”ndan kurtulma ümididir.

IV
O halde, Stalin’in tarih konusundaki hükmü SSCB’de en kayda değer hüküm olarak görülmektedir. Birincisi, o, hangi konuda olursa olsun, akademik argümanların ağlarından sıyrılıp olayın esasına inmeyi beceren büyük ve etkili bir düşünürdü; ikincisi, herhangi bir fikri, iyice ölçüp biçtikten, konunun uzmanlarının görüşlerini tarttıktan sonra ortaya koyan büyük sorumluluk sahibi bir liderdi. Bu nedenledir ki, onun açıklamaları, SSCB’nin kolektif düşüncesinin en yüksek bilgeliğinin ifadesidir. Örneğin, SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları kitabındaki bir tek cümle, feodal toplumda artı-değerin tam olarak nasıl elde edildiği konusunda Sovyet tarihçileri arasında uzun süredir devam eden tartışmaları özetlemiş ve geliştirmiş, İngiliz Marksist tarihçilerin kafa yorması gereken bir vurguda bulunmuştur. “İktisat-dışı baskı feodal beylerin iktidarının güçlenmesinde belli bir rol oynamıştır; ancak feodalizmin dayanağı bu değil, feodal toprak mülkiyeti olmuştur.”36 diye yazmıştır Stalin.
O halde, Stalin’in açıklamalarındaki seyir, sadece tarih ve Stalin hakkında değil, Sovyet toplumu hakkında da büyük veriler içermektedir. Örneğin Stalin’in tarihin itici gücü olarak halk, sıradan halk üzerine yaptığı ısrarlı vurguyu ele alalım. 1933’te Kolektif Çiftlik İşçileri Kongresi’nde yaptığı bir konuşmada, Roma İmparatorluğu’nun çöküşü konusunda ortaya koyduğu düşünceler, antik dönem tarihçileri arasında yaygın tartışmalara yol açmıştır. (Bizim dar ve sınırlı bakış açımıza göre, hedef kitle ile konu arasındaki görünür aykırılık, Sovyet toplumu hakkında oldukça fazla şey ortaya koyar. Bu konuda Stalin’in kamulaştırılmış sanayilerin menajerlerine yaptığı konuşmada Nekrasov’dan alıntı yaptığı ve Bütün Rus tarihini anlattığı yukarıdaki bölüme bakınız.) Stalin burada şunları söylüyordu:
“Kölelerin devrimi, köle sahiplerini ve emekçilerin köle biçiminde sömürüsünü ortadan kaldırdı. Ama onların yerine serf sahiplerini ve emekçilerin serf biçiminde sömürüsünü getirdi. Bir grup sömürücü başka bir grup sömürücünün yerini aldı. Köle sisteminde ‘yasalar’ köle sahibinin kölelerini öldürmesine izin verdi. Serf sisteminde ise ‘yasalar’ köle sahibine ‘sadece’ serflerini satma izni verdi.”37
Tarihsel değişimi gerçekleştiren halktır; bu nokta Stalin’in eserlerinde tekrar tekrar vurgulanır. H. G. Wells, 19. yüzyıl ortalarında İngiltere’de “aristokrasiden burjuvaziye gönüllü bir iktidar transferi süreci” olduğundan söz etmiştir. Buna cevaben Stalin, (tabii haklı olarak) gönülsüz bir egemen sınıfın taviz vermeye zorlanmasında işçi sınıfı baskısı ve Çartist hareketin önemine vurgu yapmıştır.38 Lenin’in ölümünden hemen sonra yaptığı bir konuşmada, Stalin, “kitlelerin yaratıcı gücüne inancı” konusunda Lenin’e özel övgüde bulunmuş, onun tarih bilgisini ve dolayısıyla tarihi kontrol etme yeteneğini buna bağlamıştır.39 Yani Stalin, Antaeus’u Bolşevik partiye model olarak gösterdiğinde sadece hoş bir Yunan efsanesini kullanmıyor, tarihsel dersler olduğunu düşündüğü bir şeyi özetliyordu. Antaeus gücünü annesi topraktan alıyor ve ancak ondan uzaklaştırıldığında yıkılabiliyordu. “Bolşevikler,” diyordu Stalin, “kendilerini ortaya çıkaran ve besleyip büyüten” kitlelerle ilişkilerini korudukları sürece yenilmez olacaklardır.40
Bir başka başbakan ve savaş lideri Sir Winston Churchill ise, bir tarihçi olarak, yeteneklerini, büyük Marlborough Dükü –en az askeri başarıları kadar zenginlikte, kötülükte, yolsuzlukta da büyük olan– John Churchill’in itibarını korumaya adamıştı. Gürcü bir ayakkabı tamircisinin oğlu, büyük çaplı rüşvet suçlamalarına karşı savunulması gereken atalara sahip değildi. O da, en az Sir Winston kadar, kendisini meydana getirenlere karşı adaletin uygulanması kaygısı güdüyordu; ancak onun ataları ne zengin dük, ne yolsuzluğa bulaşmış general ve politikacı idiler; onlar Rusya halkına ve eski Rus emperyalizminin baskı altında tuttuğu uluslara mensup sıradan insanlardı.
Bu duygusallığa dair bir konu da değildir. Yukarıda SBKP Tarihi’nden bir alıntı yapmıştım; burada Stalin, bireylerin önemi konusunda ısrarın nasıl Marksizmin genel tarihsel bakışının bir parçası olduğunu ortaya koyuyordu.41 Daha popüler bir ifadeyle ve tarihsel analizden ziyade mevcut siyasal gerçekliğin bir ifadesi olarak, Stalin, aynı konuya 1933’teki Kolektif Çiftlik İşçileri Kongresi’nde değinmişti:
“Liderlerin tarihin tek yaratıcıları olarak görüldüğü, işçilerin ve köylülerin hesaba katılmadığı zamanlar geride kaldı. Ulusların ve devletlerin kaderi artık sadece liderler tarafından değil, başta ve esas olarak emekçi milyonlar tarafından belirleniyor. Hiç şikayet etmeden sessizce çalışan, fabrikaları ve atölyeleri inşa eden, madenleri çıkaran, demiryollarını yapan, kolektif çiftlikleri ve devlet çiftliklerini kuran, yaşamın bütün iyiliklerini yaratan, bütün dünyayı besleyen ve giydiren işçiler ve köylüler –yeni hayatın gerçek kahramanları ve yaratıcıları onlardır.”42
Burada, yeni Sovyet medeniyeti gelişirken, Marksist tarih anlayışını da nasıl doğal olarak geliştirdiğini görüyoruz; çünkü Sovyetler Birliği’nde tarihin yapıcısı olarak insan kendi gücünün bilincine varır. Mareşal Stalin’in İkinci Dünya Savaşı sonrası zafer kutlamalarında selamladığı, savaşların gerçek galibi, sıradan insandı.
“Sadece tarih,” diyordu Stalin Wells’e, “şu ya da bu olağanüstü şahsiyetin ne kadar önemli olduğunu gösterebilir.”43 Sir Winston Churchill’in Tahran’da hitap ettiği şekliyle, “Büyük Stalin”, bu ünvanı kesinlikle hak ediyordu. Churchill, Stalin’in Nazilere karşı SSCB’nin zaferini örgütlemedeki başarılarını düşünüyordu.
Fakat Stalin, en az eylem adamlığı kadar bir düşünürdü de. 1945’ten bu yana kapitalist ülkelerin siyasi liderleri insanlık için daha fazla yıkım getiren savaşlardan başka bir gelecek göremezken, Stalin, farklı meşguliyetlere ve halkına karşı farklı bir sorumluluk anlayışına sahipti. SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları’nda, bütün kadın ve erkeklerin tarih yapıcıları olarak, onu gerçekleştirme özgürlüklerinin bilincinde olarak, kendi kaderlerini nasıl kendi ellerine alacaklarını ortaya koyuyordu. Stalin, çalışma gününün beş saate indirilmesini, böylece toplumun tüm üyelerinin geniş kapsamlı bir eğitim için serbest zamanının olmasını dile getiriyordu. Bu geniş kapsamlı eğitim sayesinde insanlar kendi mesleklerini seçebilecek, böylece toplumun hiçbir üyesi bütün hayatı boyunca tek bir işe bağlı olmayacaktı. Böylelikle medeniyetin kendisi kadar eski olan bir ayrım, kafa emeği ile kol emeği arasındaki ayrım sonunda ortadan kalkacaktı.
Kendisi bütün çağdaşlarından daha etkili bir şekilde tarih yapan büyük bir Marksist düşünürün halkına bıraktığı son miras işte böyle bir mirastı: komünist bir toplumun yaratılması için gereken pratik tedbirler konusunda saygın bir kılavuz. Stalin’in öngördüğü gibi, böylesi bir toplumda ekonomik bolluk olmakla kalmayacak, tüm kadınlar ve erkekler insanlığın bütün kültürel mirasına, kendi kaderlerinin özgür ve bilinçli denetimine dahil olacaktır. Ancak sosyalist devrimden sonradır ki, diye yazıyordu Engels 75 yıl önce, “insan, tam bilinçli olarak kendi tarihini biçimlendirecek, ancak bu noktadan itibaren, insanın harekete geçirdiği sosyal nedenler baskın ve giderek artan biçimde insan iradesinden kaynaklı sonuçlar doğuracaktır. İşte bu, insanlığın zorunluluk alanından özgürlük alanına sıçrayışıdır.”44 Ne mutlu ki, Stalin, yarattığı şeyin farkında olarak ve kendisiyle birlikte onu yaratan insanlar arasında bu bilginin yayıldığını görerek, böylesi bir toplumun yaratılmasına bu kadar büyük katkıda bulunabilmişti. Yalnızca SSCB’de değil bütün ülkelerde insanlık daima ona derin bir minnet duyacaktır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑