Paris’te yayımlanan ünlü mizah dergisi Charlie Hebdo’ya yönelik saldırıda dergi yazı işlerinden 12 karikatüristin öldürülmesi, başta Fransa olmak üzere Avrupa’yı sarsmakla kalmadı, Türkiye’yi de güçlü biçimde silkeledi. Ardından dünyayı ayağa kaldıran Amerika’nın “ya benden ya terörden yanasın” dayatması ve “Medeniyetler Çatışması” doktriniyle Afganistan işgalinin sökün ettiği El Kaide’nin Newyork’taki ikiz kulelere uçaklarla düzenlediği saldırıya gönderme yapılarak “Avrupa’nın 11 Eylül’ü” olarak da nitelendirilen saldırı, yaşlı kıtayı olduğu kadar, onunla Ortadoğu’nun bağlantı noktası durumundaki Türkiye’yi de derinden etkiledi ve anında reaksiyon göstermeye yöneltti.
Fransa ve sair Avrupa ülkelerinin “önleyici tedbir” kapsamında başta göçmen durumundaki “yabancı” kökenli yurttaşlarını hedef alan özgürlükleri sınırlandırıcı tepkileri bu yazının konusu değil; bunlara değinilmeyecek. Yazımızda, Charlie Hedbo’yu hedef alan terör saldırısı ekseninde Türkiye’nin pozisyonu; yaptıkları ve yapmadıklarından çok, siyasal İslam’ın yönetimde olduğu bir ülke olarak, Paris saldırısına gelen süreçte İslami terörle ilişkisi ve bu ilişki dolayısıyla saldırı karşısında takındığı “gard alma”/savunma tutumu üzerinde durulacak.
“TÜRKİYE ÜZERİNDEN İSLAM’A OYUN KURMA”
Paris’teki terör saldırıya ilişkin en ileri giden değerlendirmeyi, tahmin edileceği gibi başlangıçta tam bir savunma ruh hali içinde “kem küm etmeden”, “ama”lar kullanmadan en munis tutumu ortaya koymuş olan Erdoğan yaptı. Saldırının hemen ertesinde oysa, diğer hükümet yetkilileri, şüphesiz yine savunma içerikli olarak, ancak “en iyi savunma saldırıdır” mantığıyla saldırgan bir savunma yapar ve sürekli “ama”lı cümleleri ardı ardına sıralarken, Erdoğan sadece terörü lanetlemekle yetinmiş ve ne “İslam’ın suçu değil” türü cümleler kurmuş ne emperyalist sömürgeciliği suçlamış ne de “yabancı düşmanlığı” hatırlatmalarında bulunmuştu. Bu alttan alıcı, yatıştırıcı, “düşmanı” ajite etme ve saldırganlaştırmaktan kaçınma tutumu, saldırıya gelinceye kadar yaptıklarının ayırdında olan ve bu nedenle terör saldırısının fatura edilecekleri arasında olduğundan kuşku duymayan birinin suçluluk psikolojisiyle almaya yöneldiği sesini kısarak önüne bakma ve utangaçça “ben de yanınızdayım”, “benim safım sizin yanınızdır” tavrını belirtmekteydi. Erdoğan’ın açıklaması şöyleydi: “Dost ve müttefik ülke Fransa’ya bu acılı gününde başsağlığı diliyor, saldırının faillerinin en kısa sürede yakalanarak adalete teslim edilmelerini bekliyoruz. Bu vesileyle, terörün dininin ya da milliyetinin olamayacağını ve hiçbir gerekçeyle mazur gösterilemeyeceğini bir kez daha vurgulamak istiyoruz. Türkiye, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da, terörizmin her türüyle kararlı bir şekilde mücadeleye devam edecektir. Bizleri derinden üzen terör saldırısında hayatlarını kaybeden masum insanlar için taziyelerimizi sunuyor, yakınları başta olmak üzere tüm Fransa halkına metanet ve sabır, yaralılara acil şifalar diliyoruz.” (Gazeteler, 8 Ocak) “Terörün dini ya da milliyeti yok”tu ve “Türkiye terörizmin her türüne karşı”ydı!
Olayın ilk sarsıntıları geride kalıp ilk salvoların tahmin edilip beklendiği kadar Türkiye ve AKP’yi hedef almadığı görüldüğünde, Erdoğan, kendisine gelmeye ve bilindik sertliğine/“dik durma”ya dönmeye başladı. Birkaç gün geçmişti ki, sesi yine pes perdeden çıkmaya başlamış ve günler sonra, ilk kez “Kaçak Saray”da bir “sofra”da topladığı akademisyenlere konuşurken, çoktan “içeriye dönük” politika yapmaya geçmişti bile:
“İslam dünyası üzerine bir operasyon yapılıyor. Bunu da Türkiye üzerinden yapmaya çalışıyorlar. Zaman zaman üst akıl diyoruz, burada birtakım aracılar kullanılıyor. Türkiye’yi terörle ilişkilendirerek fatura kesme çabası var. Biz bu gayretleri çeşitli platformlarda geri püskürtüyoruz. Paris saldırısı ‘ben geliyorum’ dedi. Saldırganların yakalanması başarı, öldürülmesi başarısızlık. Perde arkası aydınlatılamadı.” (Sabah 15 Ocak)
İlk günlerin fatura kesimi bekleyen ürküntülü ses kısıklığıyla alttan alıcılığı yerini karşı saldırıya bırakmıştı: Erdoğan’ın konuşmasına bakanlar Paris’teki terör saldırısını Fransızlar düzenlemiş sanabilirdi ya da Paris’te hiçbir şey olmamış da durduk yerde Fransız ve Avrupalı emperyalistler, herhalde Amerikalılar da, kısaca bir “üst akıl”, muhtemelen “paralelci” Cemaat türünden “aracılar” kullanarak, İslam’a, İslam dünyasına “operasyon” yapıyor, üstelik bu operasyonu Osmanlı’nın eski günlerindeki gibi İslam’ın maşallah(!) “temel direği” Türkiye’yi hedef alarak, onun üzerinden yürütüyorlardı.
Davutoğlu ve özellikle “aslında Hebdo olayıyla İslam ve İslamcıların uzaktan yakından ilgileri yok” görüşünü ima bile etmeyip açıktan savunan “bu bir algı operasyonudur” tezini ilk ileri sürerek ondan da ileri giden Kültür Bakanı Ömer Çelik’in dillendirdikleri başlıca argüman olan “İslam’la terör ilişkilendirilemez” “teorisi”ni artık Erdoğan da benimsemiş, bağıra çağıra savunmaya başlamıştı.
“Üst akıl” İslam’a yönelik operasyon düzenlemiş, Türkiye’yi hedefe koymuştu! Artık “sağlam irade” de aynı noktadaydı. “Terör saldırısı” ve “Türkiye’nin her türlü teröre karşı” oluşu çoktan üçüncü, dördüncü plana düşmüştü. Varsa yoksa “İslamiyet’e düzenlenen operasyon”, “Türkiye’ye oynanan oyun”, “kurulan kumpas”, “Avrupa’da yükselen İslamofobi”, “Yakılıp yıkılan camiler”, “Müslümanlara yönelik saldırılar”… Başkası yoktu! Bunlar görülmüyor, gösterilmiyor, hiç üzerlerinde durulmuyordu. Terör saldırısı çoktan unutulmuş, Gazze’de, Suriye’de olanlar, Ortadoğu’dan Myanmar’a “İslam coğrafyasında katledilen 12 milyon insan” vurgulanıyor… Hele, Batı’nın vereceği tepkinin sertliği, ne kadarıyla “İslam üzerinden” Türkiye’yi hangi ölçülerle hedef alacağının kestirilemediği günler atlatıldıktan sonra ve Hebdo’nun çıkardığı özel sayının Türkiye’de de yayınlanması tartışmaları gündeme geldiğinde, bu kez, sanki Paris’teki terör saldırısı da İslam Peygamberi’nin karikatürünün yayınlanması gerekçe edinilerek gerçekleştirilmemiş gibi, “ağır tahrik” söylemiyle haklı çıkarılmaya çalışılan Cumhuriyet ve yazarlarına yönelik linç kampanyası Kouachi kardeşlerinkinden farksız “Hz. Peygamber İslam dünyasının kırmızı çizgisi” görüşü dayanak edinilerek savunuluyor; karşı-saldırıya dayalı savunma giderek çığırından çıkma eğilimi gösteriyordu.
Etiyopya gezisi öncesi Atatürk Havaalanında düzenlediği basın toplantısında tamamen Kültür Bakanı Çelik’in ilk tepkisini dayandırdığı Hebdo saldırısının “İslam’a yönelik algı operasyonu” olduğu tezini benimseyerek, işi “öldürenler Fransız vatandaşı, ama Müslüman olduğu söyleniyor” noktasına kadar vardıran Erdoğan “hızlı” ve alabildiğine sertti, savunmayı bırakıp doğrudan saldırıya geçmişti. İşgalleri, bombardımanlarıyla vb. dünya halklarının bırakalım ifade, basın, örgütlenme özgürlüklerini yaşama haklarını bile ihlal eden Avrupalılarla Amerikalıların karikatür sorunu ve Paris’teki terör saldırısı bağlamında –şüphesiz ikiyüzlülükle– sürekli altını çizdikleri ‘ifade özgürlüğü”nü laf düzeyinde bile çiğneme pozisyonu almaktaydı artık: “İfade özgürlüğü her şeyi yapabilme, yazabilme, çizebilme özgürlüğü değildir. İfade özgürlüğü kutsal değerlere saygısızlık hakkını kimseye tanımaz. İfade özgürlüğü bahanesinin arkasına saklanarak İslam Peygamberi’ni resmeden çirkin karikatürler çizenler aslında ne yaptıklarını, kimi nasıl incittiklerini, nasıl provokasyonların fitilini ateşlediklerini görmek zorundadırlar. Aslında bunu da biliyorlar.” (Sabah, 22 Ocak)
Ve “denge” tutturmaktan bütünüyle uzaklaşılarak varılan sonuç, “İnsanları karikatür çizdiler diye katletmek ne kadar terörse, insanların kutsallarına saldırmak, insanları galeyana getirecek, tahrik edecek eylemler yapmak da en az o kadar terördür. Silahlı terör kadar ifade özgürlüğü maskesi altında yürütülen teröre karşı insanlık gerekli tepkiyi göstermelidir.” (Agy) oldu. Bu “akıl yürütme”nin az çok demokratik değerler ölçü alındığında savunulur olmadığı, AKP Hükümeti ve yönetimindeki Türkiye’nin –halkları bir yana– yönetimleriyle de giderek problemlerinin arttığı demokrasi terbiyesinden geçmiş Batı ülkelerinde anlaşılır yanı bulunmadığı tartışmasızdır. Karikatür çizmek de silahlı terör eylemi düzenlemek gibidir –bu yaman suçlamanın Türkiye’de Cumhuriyet gazetesine yöneltilmekle kalmayıp Charlie Hebo’ya da yöneltildiği ortadadır ve anlamı da açıktır: Müslümanlar ya da değiller “Fransız vatandaşları” Kouachi Kardeşlerin saldırısına maruz kalmış Charlie Hebdo, en az o kardeşler kadar suçluydu, kutsallarına saldırarak onları tahrik ve provoke edip galeyana getirdikleri karikatür çizme eylemleri en az karikatür çizenleri katletme kadar terör eylemiydi! Dünyaca ünlü Georges Wolanski gibi karikatüristler aslında karikatürist değil teröristtiler!
Hızla sözde sahiplenmeden aşağılamaya geçildi: “Kimsenin bizim dinimizi istismar etmek suretiyle yapmış olduğu terör eylemini Müslümanlara fatura etmeye hakkı yok. Bunu çok iyi bilmeleri gerek. Provokatif yayınlarıyla nam salmış bir dergiye… bu dergiyi Papa da lanetliyor.”(16 Ocak, gazeteler) Müslümanların işi olamazdı, Müslümanlığı istismar etme uğraşındaki kişiler tabii ki daha da çok bir “üst akıl” terör eylemini Müslümanlara fatura etme çabasındaydı, oysa Kouachi Kardeşler Müslüman da değillerdi ve üstelik derginin “namı” kötüydü, “provokatör”dü, Papa’nın bile “lanet”ine muhatap olmuştu.
Birkaç gün içinde varılan nokta, sadece Fransa değil tüm Avrupa’da Müslümanların ve Cami türü kutsallarının uğradıkları saldırılar üzerinden İslamofobiye vurgu yapılırken, Müslümanları galeyana getiren tahrikleriyle öldürülenlerin çoktan müstahak oldukları Hebdo saldırısının unutuluşa terk edilmesi oldu. Tıpkı İslamofobi kışkırtıcılarının olduğu gibi, başta Erdoğan olmak üzere, İslam adına konuşan Türk devlet yetkililerinin ele alışıyla da çatışma Müslümanlarla Müslüman olmayanlar (burada Hıristiyanlar ve örneğin bir “Hıristiyan kulübü” olan AB) arasındaydı ve birer devlet yöneticisinden çok Şeyhülislam ya da Halife gibi konuşan yetkililer, bir terör saldırısına kurban gitmiş olsalar bile suçu neredeyse “karşı taraf” durumundaki Hebdo’cular üzerine yıkarak İslamı ve Müslümanları temize çıkarmaya çalışıyorlardı. Kâh terörist kardeşlerin Müslüman olmadıklarını kâh “gerçek İslam”ın bu olmadığını; kâh ortada ağır bir tahrik bulunduğunu vb. söylüyor, ama İslam’a toz kondurmuyorlardı.
OYSA EL-KAİDE… IŞİD…
Birkaç gün içinde Erdoğan’ın da katılımıyla tüm devlet ricali saldırıyı külliyen inkârcı bir tutumla İslam’ı savunmaya girişmişlerdi girişmesine, ancak ortada gerçekler vardı.
Zamanında Suriye üzerinden Yemen’e gidip geldikleri kanıtlı olan Kouachi Kardeşler basına eylemi “Yemen El-Kaidesi adına” üstlendikleri açıklamışlardı. “Müslüman değiller, Fransız vatandaşları” tezini tamamen çökerten bu açıklama başından beri iddiayla ileri sürülmüş olan “gerçek İslam bu değil”, “İslam sevgi ve barış dinidir” savunmalarıyla geçersizleştirilmeye çalışıldı; ancak gerçek gerçekti.
Kaide ile IŞİD’in geçişkenliğinin belirtisi olarak, Kouachi Kardeşler’le “aynı hücre”den olduğu ortak hareket etmelerinden anlaşılan Yahudi marketine saldıran Amedy Coulibaly ise, IŞİD’e bağlı olduğuna dair basına açıklama yapmış, üstelik kanıt olarak önceden hazırlanmış bir video kaydı da ortaya çıkmıştı.
El-Kaide ya da IŞİD, Fransız ya da değil, nasıl Türk ya da Arap Müslüman olunuyorsa, Fransız Müslüman da olunuyordu, bunun tartışılır yanı yoktu ve bir diğer tartışılır yanı olmayan şeyse, El-Kaide ve IŞİD’in bütün cinayet ve katliamlar da içinde olmak üzere tüm varlıkları ve faaliyetlerini İslam’a dayandırmaları, başkalarının İslam olmadığını söylerken, tıpkı Erdoğan ya da başka iddialı Müslümanlar gibi, sadece kendilerinin “gerçek Müslüman” olduklarını yüksek sesle ileri sürmeleriydi. Açık ki “İslam içi” bir tartışmayla karşı karşıyaydık ve çeşitli İslami akım ve örgütlerle, sözcüleri hangi İslam’ın gerçek olduğunda anlaşmazlık halindeydiler. Ve kimin, hangi akım ve örgütün haklı olduğunu belirleyecek bir “üst akıl” ya da “irade” de yoktu. Ya da herkesin “üst aklı” ya da “iradesi” kendineydi. Şii şeriat devleti İran’ınki “Rehber” Ali Hamaney, Sünni İslam Devleti’ninki (IŞİD’inki) “Halife” Ebubekir Bağdadi, Vahabi Suudi Arabistan’ınki müteveffa Abdullah’tan sonra Kral Selman, El Kaide’ninki Eyman El Zevahiri’ydi! Ayrıca Mısır’da Sünni El Ezher bir “ulu merkez”di, eh Türkiye’de de Diyanet İşleri Başkanı ve ardındaki asıl Halife-Sultan Tayyip vardı. Kimse kimseye irade ve kararını dayatacak durumda değildi. Başkasını yargılayacak durumdaysa hiç değildi. Biliniyordu ki, bin yılı aşkın İslam içi çatışma ve savaşların nedeni hangi “sözün/yorumun/tarikin üstün” ve hangi “İslam’ın gerçek” olduğu sorusu ve bu sorunun yanıtının dayatma ve savaşla bile verilememesiydi.
Kim El-Kaide’nin İslami bir anlayışı, tutumu ve pratiği olmadığını söyleyebilir? Onu eleştirebilir, hatta suçlayabilirsiniz, ancak Müslümanlığını ve Kur’an’da da yeri olan cihat içerikli olduğunu açıkladığı etkinliğinin İslam’la ilgisini sorgulayamazsınız. Tek hakkınız, böyle bir İslam’ı doğru bulmadığınızı ve ondan ve kriterlerinden farklı bir Müslüman olduğunuzu ya da olmadığınızı açıklamaktır.
Ya da IŞİD, siz “Müslüman değil” dediniz diye Müslüman olmayacak değildir. Adı üstünde “İslam Devleti”dir; beğenmeyebilirsiniz, hatta onunla savaşabilirsiniz, ama İslam’la ilişkisizliğini ileri süremezsiniz. Bize göre bir “İslami terör örgütü”dür.
Hem IŞİD ve hem de El-Kaide, ikisi de, İslam üzerinden siyaset yapmaktadırlar. Zaten ortaya çıkışından bu yana siyasal bir din olan, başından beri dünyevi sorunlara açıklık getirme ve dünyayı yönetme –ki adına Şeriat denmektedir– tutumunu benimsemiş ve dinle devlet işlerinin birliğinin ifadesi olmuş İslam adına siyaset yapılıyor olmasında kimsenin hayret edeceği şey olmamalıdır. İslam siyasetle fazlasıyla iç içe olmuştur. İnananların inancı olarak İslam farklıdır, somut dünyevi İslam farklı. IŞİD ve El-Kaide de, üstelik tıpkı Müslüman Kardeşler ve Türk Müslüman Kardeşliği ve örgütü AKP gibi, din siyaseti yapmaktadır; siyasal İslam’ın kapsamındadır.
Fark şuradadır ki, bir dizi İslam mezhep ve tarikatının yanı sıra, bir süredir Amerikan çıkışlı olarak özellikle Sünni İslam bir ayrıma daha tabi tutulmuştur: “Radikal” ya da “köktendinci/fundamentalist” İslam ve “Ilımlı İslam”! Bu ayrım; siyasal İslam’ın Amerika’nın “Birinci Keman” olarak başında bulunduğu emperyalist kapitalizme uyum sağlamış olmak ya da olmamak, dünyaya İslam’ın da hizmetine koşulduğu kapitalist çıkarlar açısından ya da başlıca “Allah ve İslam” açısından bakmak ve öyle davranmak ekseninde yapılmaktadır. Elbette, tüm toplumsal olgu ve olaylar bakımından geçerli olduğu gibi, “radikal” ve “Ilımlı” İslamiyetin de birbirinden net ve belirgin köşelilikleriyle ayrıldığını ve ayrılabileceğini iddia etmek zordur.
Öncelikle, aynı zamanda proleter devrimleri çağı da olan emperyalist kapitalist çağda, kapitalizmin üzerine kurulu olduğu uzlaşmaz karşıtlığın ifadesi olan nesnel toplumsal karşıtlık bir yana, etnisite sınırlılığı ya da dinsel/mezhepsel inanca dair yaklaşımlar ya da salt ideolojik tutumlarla kapitalizm karşısında net alternatif oluşturabilme olanağı bulunmamaktadır. Eğer onunla giderek daha derinden çelişmekte olan emeğin ve üretimin toplumsallaşmasına dayalı bir taraf değilseniz, ne denli muhalif eğilimler taşırsanız taşıyın, ancak şurasından burasından çekiştirebileceğiniz ama ötesine geçemeyeceğiniz kapitalist üretim/mülkiyet ilişkilerinin oluşturduğu çerçeve içinde kalmanız kaçınılmaz demektir. Bunun anlamı; tamamen uyumlanmasanız ve itirazlarınız olsa, “geri kafalılık”ınızla eskiyi, örneğin Ortaçağı, onun ideolojik-kültürel biçimlerini özleseniz ve inançlarınız dolayısıyla ancak o biçimleri geçerli kılmaya yaklaştığınız ölçüde “rahat” edebilseniz bile, kapitalizm koşullarında başka bir “vaha” oluşturamayacağınız, üstelik sadece kuşatıldığınız sermaye ilişkilerini tasfiyeye yönelik bir muhalefet oluşturma yeteneksizliğinizden de değil ama kendiniz meta ilişkileri çerçevesinde varolduğunuz, –ne kadar gelişmiş olduğu bir yana– meta-Pazar ilişkilerinin toplumsal örgütlülüğünüz olarak aşiret ya da kabileniz ya da çeşitli ülkelerden derlenmiş cemaatinizi şekillendiren temeli verdiği için ancak onunla birlikte bulunabileceğiniz, ama öyleyse bu zeminde kapitalist emperyalizmle çelişmeleriniz olsa bile kaçınılmaz bağlara da sahip olacağınız ve onu “aşma” şansınız olmayacağıdır!
Çoktan palazlanıp kapitalistleşen ve buna koşut olarak neoliberalizme uyumlanma sürecine fazlasıyla adım atmış olan, ama bunlar Mursi’nin verili koşullarında, ekonomi, politika ve kuşkusuz ideoloji bakımından yeterli bir uyumlanmaya elvermediği için problem yaşayarak emperyalist kapitalizm tarafından üstü çizilen Müslüman Kardeşler bile türedi zenginlerine rağmen, denemiş, ancak gerekli “ılımlılık”a ulaşamamışlardı. Irak ve Suriye’yle Afganistan ve Pakistan’ın en gelişmemiş bölgelerinin meta üretimi ve değişiminin (ticaretin) içine sızdığı aşiret, kabile ilişkileri, ilkel bile olsa ticari ilişkileriyle mutlaka kapitalizmle bağ demektir. Başka ülkelerden devşirilenlerin yanında asıl olarak buraların aşiret/kabilelerine dayalı IŞİD ve El-Kaide’nin, Nusra ve diğerleri gibi, birbirlerinden az çok farklılıklar taşısalar da, Müslüman Kardeşlere göre “kapitalizme uyumlanma/ılımlılık” düzeylerinin daha az ama “dini esas alma ve radikalizm” düzeylerinin daha yüksek olması beklenir şeydir. Emperyalist kapitalizmle olan uyumlandırıcı bağlarının az gelişkinliği, kapitalizmleri ve dayanağı olan meta üretimi ve değişimlerinin az gelişkinliğiyle doğru orantılıdır.
Evet, IŞİD ve El-Kaide daha uyumsuz ve “radikal İslamcı” terör örgütleridir; ama İslamcılıklarından şüphe duyulamaz. 600-700’lerin, Osmanlı’nın örneğin Fatih ya da Kanuni zamanında fazla değişmemiş kurallarını uygulamakta, harem kurmakta, köle alıp satmakta, kafa kesmek gibi Şer’i cezalandırmalara baş vurmaktadırlar. Ama Suudiler ve İran’da hâlâ recmin revaçta olduğu –Suudilerde son örneği bu ay içinde çarşı içinde elleri bağlı bir kadına uygulanan– kafa ve el kesmenin, harem ve “çok-karılılık”ın geçerli olduğu, 1800’lerin ikinci yarısında Amerika’da köle ticareti ve köleci üretimin serbest olduğu biliniyor.
“Gerçek Müslümanlık bu değil” tezini bir başka yazımızda işliyor ve burada girmiyoruz. Ancak şurası kesin ki, İslam’ın gelişmesi elde kılıç kelle alarak olmuş, İslam özlemini kuşkusuz dile getirdiği “barış dini” olduğu kadar, hatta ondan da çok “savaş dini” olmuştur!
“GERÇEK MÜSLÜMANLIK” TARTIŞMASININ DAYANAĞI OLARAK IŞİD-TÜRKİYE İLİŞKİSİ
İslam Peygamberi Muhammed’in ölümüyle birlikte ve “Veda Hutbesi”ndeki vasiyetinin çiğnenmesi üzerine daha cenazesi kalkmadan başlayan ve onca Halife gelip geçmesine rağmen sonu gelmeden 1500 yıldır süregelen kadim “gerçek Müslümanlık hangisi?” ve “kim gerçek Müslüman?” tartışması neden yeniden alevlenmiş görünüyor? Neden tam da Charlie Hebdo’nun ardından ve özellikle Türk-İslam sentezci Müslüman Kardeş AKP ve hükümetinin yetkililerince bunca vurgulanarak yeniden gündeme getirildi? Ve bir ayrıntı –Neden “gerçek Müslümanlık nedir?” tartışması, tarafları İslam’ın çeşitli mezhepleriyle tarikatları ve çeşitli iddialara sahip akım, cemaat ve örgütleri olan İslam-içi bir tartışmayken, Charlie Hebdo’ya yönelik terör saldırısının ardından bu kez çok taraflı olarak, Hıristiyan âlemini, Batı’yı da kapsayan, hatta daha çok “Hıristiyan Batı”ya yönelik bir tartışma olarak gündem edildi?
Tamam, “Yeni Dünya Düzeni”nin ardından önce “Büyük” ve sonra düzeltilip genişletilerek “Geniş Ortadoğu Projesi” kapsamında Amerikan çıkışlı olarak İslam-içi olması gereken bir tartışma gündeme getirilmişti; ancak onun emperyalist amaçları açık seçikti: Müslüman yoğunluklu bir bölgede “iş tutmak” isteyen Amerikalı emperyalistler kendilerine dayanak aramaktaydılar ve “Müslüman mahallesi”nde en iyi dayanak Müslümanların içinden bulunabilirdi; kendilerine uyum sağlamış olan ve sözlerini dinleyip çıkar ve stratejileri doğrultusunda davranmakta kusur etmeyecek Müslümanlar içinden derleyecekleri/derledikleri, derlenmeye yatkın Müslümanlar bölüğüne “Ilımlı İslam” adını takıp yedeklerine aldılar. Bunun “nasıl bir Müslümanlık” olduğu ve olması gerektiği belliydi; “Ilımlı İslam”, İslam’ın köklerine ve Kur’an’a dair tartışmalar ve yorumlarla değil, Amerika ve çıkar ve stratejisiyle uyumla belirlenmekteydi. Tabii ki İslam’ın köklerine ve Kur’an ve Hadislere dair sözleri de vardı ve olacaktı “Ilımlı”ların, kendilerini dini bakımdan temellendirecekler ve dayanaklarını teorize ederek, kuşkusuz ki Kur’an ve Peygamber sözlerine dayandıracaklardı, bunlar olmadan olmazdı; ancak asla bunlarla değil Amerikan çıkar ve stratejisine uyum dışında herhangi bir şeyle karakterize olmayacaklardı!
Bu, Amerikan çıkar ve stratejik ihtiyaçlarının dayattığı bir İslam’dı ve “gerçeği” buradan tanımlanabilirdi. Ama şimdi ne Amerika ne de Avrupa çıkarmıştı son “gerçek İslam ne?” tartışmasını! Tersine, bu kez onların ilgisi yoktu ve tartışmayı yürütenler en başta Türk-İslam sentezciler olmak üzere İslamcılardı. Bu kez onların çıkar ve “stratejik ihtiyaçları” gerektirmiş gibi görünmekteydi? Nedendi?
Sorunun yanıtı; Paris’teki Charlie Hebdo saldırısını önceleyen IŞİD’in dünya halklarının belleğinde yer etmiş kötü ünlü yaygın terör faaliyetleri ve bu faaliyetlerin İslamcılar arasında yine yaygın bir destek bulmuş ve özellikle AKP Türkiyesi tarafından uzun süre desteklenmiş olmasıdır. Terörist niteliği bilinen El-Kaide’nin ardı sıra sökün edip onunla yarışan, Suriye ve Irak’ta ortaya çıkıp videoya aldıkları kafa kesmeleri ve el koydukları bölgelerin kadınlarını zorla haremlerine katmalarıyla ünlenerek dünya halklarının belleğinde bileklerinin gücüyle bir yer edinen IŞİD’in terörü ve terörizmi tartışmasız etkinliği özellikle Batı kamuoyunda öylesine iticidir ve ona verilmiş/verilmekte olan destek öylesine lanetlenmiştir ki, yalnızca –gündemi belirlediği– Ortadoğu’da değil –belirlemese bile– gündem oluşturduğu Batı’da da, İslam’la bağlantısı içinde, IŞİD’ın kara yüzü ve karanlığıyla birlikte anılmak Türkiye dahil kimsenin işine gelir türden değildir.
Türkiye, evet, ülke içinde inkâr etmekte ve savcıları görevden alarak ve yeni çıkardığı yasalar yoluyla ve mahkemeler kanalıyla desteğinin tartışılmasını da önlemektedir, ancak ülke dışında, buna gücü yetmediğini ve olan bitenin gerek Batı basını ve gerekse Batılı istihbarat örgütleri aracılığıyla tüm Batı kamuoyunun bilgisine sunulduğunu bilmektedir.
Üst üste kaç MİT TIR’ı yakalanmış ve MİT Yasası uyarınca serbest bırakılmıştır. Buna rağmen bir seferinde jandarma tarafından durdurulan TIR’lar savcılarca aranmış ve arama tutanak altına alınmış; çok sayıda roket, bomba vb. türü malzeme kayda geçmiştir. Şoförlerin ifadeleri, öncesinde başka seferlerin de yapıldığı ve resmî kurumlardan alınıp sınır ötesine sevkiyat yapıldığı yönündedir. İnternet sitelerine düşen tutanak ve şoför ifadeleri nedeniyle sitelere yasak getirilmiş ve söylendiği gibi “içeride” bu destek bilgisinin yayılmasının önünü kesilmiştir.
Ancak Batı’da ve tüm dünyada bilinmektedir ki, Suriye “İç Savaşı” en çok da Türkiye’nin zorlamasıyla başlamış ve yayılmış; başlangıçta Müslüman Kardeş ağırlıklı neredeyse dışarıdan-besleme ÖSO ve sonra El-Kaide’ye bağlı olduğu kendisi tarafından açıklanmış olan El Nusra Cephesi, Ürdün ve Katar’dan da, ama en çok da Türkiye’den beslenip desteklenmiş, kendilerine Türkiye sınırı bölgelerinde karargâhlar sağlanmış, eğitim verilmiş, silah-cephane tedarikleri yapılmış ve mali bakımdan ihtiyaçları karşılanmıştır.
Bu desteklerden iki yolla IŞİD de payını almıştır. Bir; ÖSO ve Nusra Cephesine sağlanan silah-mühimmat ve sair destekler, bu gruplar IŞİD önünde tutunamayıp ona iltihak ettikçe bu örgüte geçmiştir, ve iki; başlangıçta ABD tarafından da desteklenen ancak giderek ondan farklı davranarak daha da ileri giden Türkiye, mezhepçi İslami Suriye politikası kapsamında IŞİD’i de doğrudan desteklemekte bir sakınca görmemiş, uzun süre bu örgütü “terör örgütü” olarak nitelendirmemiş ve desteğini belirgin biçimde ABD’nin “IŞİD Karşıtı Koalisyon” oluşturmasına kadar sürdürmüştür. Dünya halklarının lanetlediği IŞİD terörüne Ortadoğu’da ciddiye alınacak biçimde tek karşı koyabilen Kürt ulusal hareketiyken, IŞİD’in Kürt Kantonu Kobanê’ye yönelik saldırısı başlangıçta ve uzun süre AKP Türkiyesi tarafından desteklenmiş ve Erdoğan başta olmak üzere Kobanê’nin düşmesinin iyi olacağı yönünde demeçler Türkiye yöneticilerinin dillerinden düşmemiş, “kırmızı çizgimiz” denen ve yok edilmesi öngörülen Suriye’nin kuzeyinde Rojava’da kantonlar halindeki Kürt devletleşmesinin IŞİD teşvik edilerek engellenmesine çalışılmış, hatta IŞİD çeteleri birkaç kez Kobanê Direnişçilerine Türkiye tarafından (bir keresinde Toprak Mahsülleri Ofisi silolarının arasından) saldırı düzenlemiştir.
AKP Türkiyesi’nin IŞİD’e yönelik tutumu hâlâ Batı’nın genel tutumundan ve Amerika’nın oluşturduğu “IŞİD Karşıtı Koalisyon”unkinden farklıdır. “Koalisyon” IŞİD mevzilerine havadan askeri harekât düzenlerken Türkiye hiçbir askeri operasyona katılmamaktadır. Üstelik Amerikan zorlamasıyla yer alacağını söylediği IŞİD karşıtı Suriyeli muhaliflerin eğitilip donatılması müzakereleri de hâlâ sonuçlanmadığı gibi, Türkiye eğitileceklerin sadece IŞİD’e değil aynı zamanda “Esad’a da karşı” çıkmalarını şart koştuğu için kimin eğitileceği de sorun olmayı sürdürmektedir.
Ek olarak, Türkiye, Amerika’dan farklı olarak, “Esad’ın hedeflenmesi”ni de şart koşarken, sınırın Suriye tarafında bir “uçuşa yasak bölge” oluşturulması için çaba sarf etmektedir ki, açıkça akıntıya karşı kürek çekme pozisyonundadır; çünkü ABD bir süredir Suriye’de “Esad’sız çözüm” zorlamasından vazgeçmiş görünmekte, üstelik Amerikan uçakları IŞİD mevzilerini zaman zaman Suriye uçaklarıyla birlikte bombalamaktadır.
IŞİD’le –Amerikan tutumundan da ayrılan– bunca açık ilişkisi ve sunduğu destek nedeniyle, Türkiye’nin, Charlie Hebdo saldırısının ardından Batı’nın tepkisinin hedefi olabileceği ihtimalini dikkate alan bir tutum içine girmesinde anlaşılmayacak şey yoktur. Suçlu suçunu bilmekte ve karşı hamleyle gardını almaktadır: “Türkiye üzerinden İslamiyet’e oyun oynanmak istenmektedir!”
“Türkiye üzerinden İslamiyet’e oyun oynama” tezine geleceğiz. Ancak önce üzerinde durulması gereken bir sorun daha var: “Biz her türle teröre karşıyız”(!) edebiyatı!
AKP TÜRKİYESİ HER TÜRLÜ TERÖRE KARŞI MI?
Erdoğan’ın ilk açıklaması şöyleydi: “… terörün dininin ya da milliyetinin olamayacağını ve hiçbir gerekçeyle mazur gösterilemeyeceğini bir kez daha vurgulamak istiyoruz. Türkiye, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da, terörizmin her türüyle kararlı bir şekilde mücadeleye devam edecektir.”
Bir önceki başlık altında IŞİD’le Türkiye ilişkilerine dair söylenenler, Türkiye’nin terör karşısındaki tutumu bakımından herhalde başka bir ilaveye gerek göstermeyecek kadar açık olmalıdır. “Türkiye terörizmin her türüyle kararlı bir biçimde mücadele” etmiş midir ki, mücadeleye devam etsin? Türkiye’nin, AKP öncesi generaller elinde ya da şimdi AKP elinde, “terör” dendiğinde anladığı tek şey az çok düzene yönelik ulusal ya da sosyal kurtuluş mücadeleleridir; Kürt ulusal mücadelesini nitelemek üzere “PKK terörü” ya da öncesinde daha çok emperyalizmi hedef alan demokratik içerikli silahlı faaliyetlerdir. Öncesi bir yana bırakılırsa, AKP, “IŞİD Karşıtı Koalisyon” oluşturuluncaya kadar asla ve kat’a “İslami terör”den söz etmemiştir ki, hâlâ da ettiği söylenemez. Onun için “İslami terör” ya da “terörizm” yoktur; “İslam’la terör ilişkilendirilemez”!
Yeni yeni “terörist” olduğunu kısık sesle dile getirdiği –herhalde şüphesiz İslamcı olmaması gereken– IŞİD’e karşı örneğin nasıl bir “kararlı mücadele” yürüttüklerini AKP’li yetkililerin açıklamaları şarttır! IŞİD’e karşı, onlara TIR’lar dolusu silah ve mühimmat vererek mi “kararlı mücadele” etmişlerdir, Musul Konsolosluğu görevlilerini kurtarmak için pazarlık yaparak mı yoksa IŞİD çetelerine Kobanê’ye saldırmaları için sınırlarını açarak mı? Bırakalım IŞİD’le “kararlı mücadele” etmeyi, –tartışmalı şekilde– hem El-Kaide ve hem de IŞİD’e bağlı olduklarını söyleyen Hebdo saldırganlarını “kahraman” ilan edip Fatih Camii’nde gıyaplarında cenaze namazı kılanları bile engellemeyi akıllarından geçirmemişler ya da buna güçleri yetmemiştir!
Ama Türkiye ve terör ilişkisini “terörizmin her türüyle kararlı mücadele” söylemi bağlamında yorumlamanın sürdürülmesi zorunlu görünüyor; çünkü bir de “İsrail devlet terörü” ve AKP’li hükümet yetkililerinin İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Paris’teki terörizme karşı yürüyüşe katılmasına şiddetle karşı çıkmaları meselesi var.
Paris’teki yürüyüşü izleyen günler, “İslam’a yönelik oyun” ya da “patlama” ihtimali olan birikimi dağıtmak üzere “İslamofobi”nin gündeme getirilip işlenmesinin yanına katılmış ikinci “argüman” olarak Netanyahu’nun da yürüyüşe katılmış olması bütün AKP yandaşı basının manşetlerindeydi! Nasıl olur da yürüyüşe katılırdı, “hangi yüzle Paris’e giderdi”?
Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’la birlikte düzenledikleri basın toplantısında T. Erdoğan Netanyahu’yu hedef aldı: “Soruyorum, Gazze’de 2500 kişiyi katletmek suretiyle bir devlet terörü estiren bu zatın el sallamasına siz nasıl bakıyorsunuz? Sanki tribünde insanlar çok heyecanla onu beklemişler gibi onlara el sallıyor. Hangi yüzle oraya gitti, onu da anlamakta zorlanıyorum. Bir defa siz katlettiğiniz yavruların, kadınların hesabını verin. Aynı şekilde bakıyorsunuz Suriye’de 350 bin insan öldürülmüş. Dünyanın kılı kıpırdıyor mu?” (Hürriyet, 13.01.2015)
Önce Netanyahu… Siyonist politika şefini savunmak kuşkusuz bize düşmez! Kanlı bir katil olduğu kuşkusuzdur. Sadece Gazze değil, bütün Filistin halkının kasaplarından biridir. Ancak tartışmalı olan şudur ki, uzun yıllar Türkiye Başbakanlığı yapmış, şimdiyse cumhurbaşkanı olarak ordularına kumanda etmekte olan Erdoğan, katliamları dolayısıyla Netanyahu’yu suçlayacak herhalde son kişidir!
Türkiye’de katledilen Kürt, kesinlikle İsrail’in katlettiği Filistinliden az değildir! Filistinlilerin katlinden Netanyahu sorumluysa Türkiye’deki Kürtlerin katlinden kim sorumludur? –yanıt ortadadır ve tartışmasızdır!
Öldürülen Kürt sayısı, on binlerle ifade edilmektedir ki, toplamı herhalde 100 bin civarındadır. Ve daha Gezi Direnişi’nde öldürülen ve öldürülmeleri için emir verilmekle öğünülenler vardır! 12, 13, 14 yaşlarında çocukların kanı ellerindedir. “Devlet terörü”yse, işte “devlet terörü”!
“Devlet terörü” terimi, en azından totoloji anlamı taşıdığı için doğru bir terim değildir. İstisnasız her devlet bir şiddet ya da adı üzerinde “terör” aygıtıdır; hiçbir devlet onca silahlı adamı boşuna beslemez, eğer besliyorsa, bunun –başka egemenlerin çıkarlarına karşı kendi egemenlerinin çıkarlarını savunmak üzere bu başka devletlerle pazar ve hammadde kaynakları/toprak paylaşmak üzere savaşmak bir yana konursa– tek anlamı vardır: Öldürecek ve ölecekler; ama egemen sınıf ya da sınıfların sömürü çarkının dönmeyi sürdürmesini garanti edecek, bu çarkı kırmaya yönelik sömürülen ve ezilenlerden gelebilecek her türlü muhalefeti, –eğer başka yöntemlerle bastırılamamışsa– zorla bastıracaklardır! Yinelemek gereksizdir: “Terör makinesinin terörü” –“terör makinesi” zaten terör içindir; o halde devletlerin zulmü ya da zorbalığından söz edilmelidir. Bu zorbalık ya da “resmi terör” bakımından, tarihten bu yana Türklerin eline su dökecek kavim/ulus zor bulunur.
Netanyahu’yu gündeme getirerek İslamcı terör ve Türkiye’ye yönelik tepkileri dağıtma taktiği iki nedenle işe yaramamıştır; birincisi, Davutoğlu’nun da Paris Yürüyüşü’ne katılmasını eleştirenler az sayıda değillerdi ve ikincisi, bunu Türkiye’nin terörle bağlantılarını ileri sürerek yapmaktaydılar, özete “tencere dibin kara, seninki benden kara” hali söz konusuydu! Üstelik bir üçüncüsünden daha söz edilebilirdi ki, zamanında Avrupa’nın ta göbeğine kadar İsrail ve Netanyahu’nun öğündüğü ataları değil, ama Osmanlı gitmişti ki, AKP “Yeni-Osmanlıcı” olduğunu ileri sürüp “ecdat”ıyla onur duymaktaydı.
Bakın örneğin hamaset yaparken, Davutoğlu, AKP Tekirdağ İl Kongresi’nde Tekirdağlılara hitaben nasıl öğünmektedir: “Bizim devletimiz Türkiye Cumhuriyeti devleti nevzuhur bir devlet değildir. Konjonktürel bir devlet değildir, kültürü, değeri, geleneği asırlar öncesine giden köklü bir devlettir. Kökünde Selçuklu, Semerkand, Buhara vardır. Kökünde Orta Asya vardır. Kökünde Evladı Resul vardır. Ve cihan devlet Osmanlı vardır. Kökünde Evlad-ı Fatihan vardır. Avrupa’ya doğru yürüyen Horosan Erenleri vardır. Şimdi Tekirdağlılar Evlad-ı Fatihan çocukları olarak, Anadolu Yörükleri’nin torunları olarak, Balkan muhacirlerinin devamı olarak çok iyi bilirler ve anlarlar ki biz Trakya’ya geldiğimizde, Edirne’ye, Kırklareli’ne geldiğimizde sadece Trakya’ya konuşmayız, Tuna’ya kadar bütün Balkanlar’a konuşuruz.
“İnşallah bir gün özgür Kudüs’te de hep beraber olacağız… Nasıl zalim Miloseviç ve onun zalimleri, Saraybosna’yı döverken, Gorajde’yi kuşatmışken, hepimizin yüreği Saraybosna ile Gorajde ile Mostar ile atmıştı, şimdi de hepimizin yüreği Gazze’de, Filistin’de, Suriye’de, Somali’de, Irak’ta atıyor.”
Öğünülen tablo, bellidir ki, öğünülecek türden değildir. Evlad-ı Fatihan, fatihlerin, fetihçilerin, yani fethedenlerin, öz Türkçesiyle, ele geçiren, işgal edenlerin evlatları demektir. İşgalcilikle öğünmek –olacak şey değildir ki, tabii zaten üzerinde yaşamakta olduğu geniş topraklar yüz yıllarca Osmanlı işgali altında kalmış olan Avrupalıya itici gelecektir!
İyiden iyiye olumsuzluk taşıyan ise, işgalcilikle bugün de öğünmek ve zulme ve zalime karşı ajitasyon üzerinden yeni işgaller önermektir. Tabii ki ilk elde Müslümanların yaşadığı topraklar: Gazze, Filistin, Suriye, Somali, Irak… İslamcı Türkçülük! Sonra da “İslamofobi” ve “İslam’a Türkiye üzerinden oyun oynandığı” iddiasında bulunma!
“ÜST AKIL” VE “İSLAM’A OPERASYON”
Sıraya konulmuş: Gazze, Filistin, Suriye, Somali, Irak. Sonra diğerleri gelecek. Ta Myanmar’a, Arakan’a kadar. Müslümanların yaşadığı koca bir coğrafya.
Ve tabii ki buraları uzun yıllar emperyalistlerin tahakkümü altında yaşamış. Ve “evlad-ı fatihan” olarak, “evlad-ı Resul” olarak Türkiye’nin buralara gidişi “iyilik için”dir, Türkiye bu toprakları işgal etse bile bunu “iyilik için” yapacak!
İki yıl önce Nijer’e gittiğinde, Erdoğan, “Afrika ile sömürgeci bir mantıkla tek taraflı olarak değil, karşılıklı fayda ve saygı temelinde, her iki tarafın da kazanacağı kalıcı bir işbirliği tesis etmek istiyoruz. Bizim derdimiz buraların petrolü, altını, elması değil. Yüzyıllarca buralarda oluşturulan kardeşlik nasıl olur, birlikte ayağa kalkış nasıl olur, özgürlük mücadelesi nasıl olur bunu göstermek için Nijer’deyiz.” (09.01.2013) demişti. Yeni Cibuti ve Somali’ye gittiğinde de, kesin ki, Türkiye’nin derdi, ne petrol, ne altın, ne elmas. Hayır, Somali’nin petrolü, doğalgazı ve uranyumuyla ilgilenmiyor Türkiye. Buna benzer “dertler” emperyalist sömürgecilerindir!
AKP Hükümeti’nin din siyaseti propagandacılarından biri olarak çalışan Diyanet İşleri Başkanı M. Görmez de, Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan “2. Afrika Kıtası Müslüman Ülke ve Toplulukları Dini Liderler Zirvesi”nin açılış konuşmasında şöyle konuşmaktadır:
“Osmanlı sonrası Afrika uluslararası güç, rekabet ve sömürgeciliğin mücadele alanı haline gelmiş, emperyal güçler, hürriyet sevdalısı insanların ve zengin tabii kaynakların membaı olan bu kıtaya musallat olmuştur. Maalesef insanları köleleştirerek servetlerini yağmalamışlardır. Bu kıta ve güzel insanları zulmün acı hatıralarını hâlâ taşımaktadır.
“Sömürgeci siyasetler, kolonyalizm ve neo-kolonyalizm süreçlerinde Afrika halkları pek çok zulme muhatap olmuş, biçare bırakılmış, yeraltı ve yerüstü kaynakları ele geçirilmekle kalmamış, dini ve entelektüel kimliklerinde de ağır tahribatlar yapılmıştır. Siyasi ve ekonomik ihtirasın sınır tanımaz elçileri, Afrika´yı talan etmekle yetinmemiş, sistematik köleleştirmeler ve insanları aciz bırakan stratejileriyle koca bir kıtayı yoksulluk, düşkünlük ve geri kalmışlıkla malul bırakmışlardır.”
Kuşkusuz emperyalistler sömürge, yarı-sömürge ve bağımlı ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmalamışlar; sermaye yatırımı, kredi, know-how yolları ve borsa vb. oyunlarıyla talanlarını yürütmüşlerdir. Yağmalamada sorunlar oluştuğunda işgaller, darbeler ve iç çatışmaları kışkırtmaktan geri kalmamışlardır. Bu bakımdan “petrol, altın” vb. “dertler” gerçekten önemli bir rol üstlenmiştir. Ancak gerçeği yansıtmayan, Türkiye’nin derdinin yağma ve talan olmayışı, kardeşlik, dayanışma ve birlikte ayağa kalkış olduğuna dair söylenenlerdir. Şüphesiz ki Türkiye burjuvazisinin de “derdi”, tıpkı başka ülkelerin burjuvazileri gibidir.
Ancak propaganda kötülükler ve haksızlıkların “Osmanlı sonrası”na özgü olduğu yolunda ve “biz din kardeşiyiz” içeriklidir; yalnızca Batılı emperyalistlerin hem de özellikle ve hatta neredeyse sadece Müslüman halkları ve zenginliklerini yağmaladıkları ve bu nedenle de Müslümanların tepkilerini tahrik ettikleri şeklindedir.
Charlie Hebdo’nun Hz. Muhammed’in karikatürünü basma yoluyla Müslümanları “tahrik etmesi”ne benzer şekilde, Batılı sömürgeci emperyalistlerce tahrik edilen Müslümanların Paris benzeri yerlerdeki terör eylemleri mazur gösterilmeye ya da “faturanın İslam’a kesilmesini önlemek” adına İslami terör onaylanmaya ya da hiç değilse hafifsenmeye çalışılmaktadır.
Soru şudur: “İslam’la terör ilişkilendirilemez” diyerek siyasal İslam’ı, özel olarak İslami terörü yok sayıp İslam’ı savunma adına daha az önce gerçekleştirilmiş bir “terör eylemi” yerine “İslamofobi” tartışması açmaya çalışmak mı “faturanın İslam’a kesilmesi”nin yolunun taşlarını döşer yoksa “terör”e “terör” diyerek, madem “terörün her türlüsüyle kararlı olarak mücadele edilecek” öyleyse “İslamcı terör”e karşı da lanetleyici bir mücadeleci tutum almak mı?
Aklın yolu birdir; ancak Davutoğlu, Erdoğan ve arkadaşları İslam’ı savunma adına onun terör bağlantısına bile toz kondurmama yolunu tutmuş ve “Türkiye güçlenip” emperyalist sömürgecilerin önünü kesip işini zorlaştırdığı ve “kardeşlik ve dayanışma” yolunu göstererek(!) eskisi gibi “petrol, altın, elmas” “talanlarını” sürdürmelerini engellemeye başladığı için “Türkiye üzerinden”, Türkiye’nin öncüsü ve dayanağı olan “İslam’a” “oyun kurma”ya giriştiklerini ileri sürmeye başlamışlardır!
Bu akıl yürütmede bir miktar megalomani ve paranoya vardır var olmasına, ancak, aynı zamanda “suçluların telaşı” da vardır.
Davutoğlu, Brüksel dönüşü uçakta Akif Beki’yle şöyle sohbet etmektedir: “Türkiye’nin başarı hikâyesi rahatsız ediyor. Bazı çevreler Türkiye’nin başarı hikâyesinin bitmesini istiyorlar. Tipik geri kalmış Müslüman ülke imajına sığmıyor Türkiye. Endonezya ve Malezya ile birlikte Türkiye bu imajı bozuyor.” Yani… Güçlenmiş ve güçlenmesi istenmeyen, daha da güçlenirse başa iyice bela olacağı düşünülen ve “paçasından çekiştirilen” bir Türkiye “hikâyesi”!
Türkiye’ye karşı kampanya mı? Şöyle konuşuyor Davutoğlu: “Dünyada uluslararası medya network’ü var. Her şeyi yapıyoruz, ama bu network karar vermiş: Türkiye’nin başarı hikâyesi bitirilecek ve sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan şeytanlaştırılacak. Hedef bu. 2010’dan, yani Davos’taki ‘one minute’den sonra düğmeye basılmış gibi Türkiye aleyhine harekete geçildi. Mursi’ye ve Mısır’daki demokrasiye verdiğimiz destekten sonra Türkiye aleyhtarı cephe daha da genişledi. Türkiye demokrasiyi savunmanın bedelini ödüyor. Arap Baharı demokratikleşme yönünde olsaydı Türkiye bütün bu ülkelerin hamisi olurdu. Bu çok korkuttu o medya network’ünü.” (Hürriyet, 17.01.2015)
Türkiye hedef alınmıştır! Gerçi nedeni hakkında tam bir fikir birliği yok görünmektedir. Davutoğlu, “Türkiye’nin demokrasiyi savunmasının bedeli” derken, Erdoğan “Türkiye üzerinden İslam’a oyun oynandığı” düşüncesindedir. O kadar farklılık olacaktır!
Zaten Erdoğan da, Mısır darbesi sonrası Davutoğlu gibi konuşmuş, “bir üst aklın” “Mısır darbesine karşı çıktığı” için gelişip güçlenmesini istemediği Türkiye’yi sıraya koyduğunu, Mısır’da yapılanları Türkiye’de tekrarlamaya çalıştığını, ama başaramadığını söylemişti. Darbe sonrası gittiği Trabzon Havaalanında söylenen şu sözler Erdoğan’ındır: “(Mısır darbesini kastederek) … bütün bu oluşumlar, gelişmeler aslında güçlü bir Türkiye’yi, demokrasinin, egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğunun en güzel örneğini veren Türkiye’yi hazmedemeyenlerin projeleridir. Fakat bütün bu projeler nasıl Gezi’de geri teptiyse bilesiniz ki yine geri tepecektir.” (24.08.2013, gazeteler)
Ancak farklılık ve benzerlikler bir tarafa bırakılırsa, şunlar kesindir ki, bir “üst akıl” vardır ve Türkiye “giderek güçlendiği”, “daha da güçlenirse üstesinden gelinemeyeceği” için hedefe konmuştur.
Bu “üst akıl” ve “oyun kurma” ya da “komplo”, kimi zaman da “darbe” algısı ya da kavrayışı veya akıl yürütmesiyle yalnızca Charlie Hebdo olayı karşısında karşılaşmıyoruz. Paranoya ya da “komplo”ya uğrama veya bir dizi gizli kapaklı ya da suç oluşturan işler yaparken yakalanma korkusuyla kendine komplo düzenlendiği zehabına kapılma, böyle bir beklenti sahibi olma neredeyse genel bir ruh hali özelliği kazanmıştır.
Önce Gezi –üst akıl… komplo. 7 Şubat MİT soruşturması –üst akıl… komplo. Ardından 17/25 Aralık Soruşturmaları –üst akıl… komplo… Darbe. Kobanê –üst akıl… komplo. Yüce Divan’a göndermek üzere Meclis Komisyonu kurulması –üst akıl… komplo. En son Charli Hebdo –üst akıl… komplo.
Birkaç örnek:
“Bu tuzağı veya bu tezgâhı kuran muhtemelen başka bir mantık var. Yani şu anda PYD’nin mantalitesinin bu kadar güçlü olduğunu ben düşünmüyorum. Muhtemelen daha üst bir akıl var.” (Erdoğan, El Cezire, 26.10.2014, Kobanê ile ilgili, Letonya-Estonya dönüşü uçakta)
“Bunların arkasında bir üst akıl var…
“Operasyon sadece bana, şahsıma yapılmamıştır. Yapılan operasyonlar hem dışarıdan hem içeriden bir üst merci işidir.
“Gezi olayları dediler, sokaklara döküldüler…
“17 Aralık’ta bahane yolsuzluk iddiası. Bizimle ilgili iddianameler bile hazırdı. O malum polisler tarafından hazırlanmış bekletiliyordu. Hatta bizden sonra görev alacak Başkan, bakanlar bile belliydi. Darbe girişimiydi ama burada bu işi başaramadılar, Mısır’da Ukrayna’da işe yaradı. Burada başaramadılar.
“Bu paralel yapı hiçbir zaman yalnız hareket etmedi. Zaten tek başına bunu planlayacak zeka ve kapasiteye de sahip değil. Sadece maşa olarak kullanıldılar.
“Bu şebeke sufle yaparak medyayı kullanıyor. Kara para aklama bunlarda. Bunların meselesi şahsımla değil, Türkiye’nin bağımsızlığıyla.
“Verilen yardımların nereye gittiğini yatırımcı kardeşim iyi görüyor. Maalesef vatana ihanete gitmiştir. Bu mesele paralel yapı meselesi değildir. Onları maşa olarak kullananlardır. Bu milletin güçlenmesini istemiyorlar.” (Erdoğan, Cumhuriyet, 12.12.2014, TOBB heyetiyle toplantıda)
Mantık anlaşılmış olmalıdır. Peki kimdir bu “üst akıl”?
Çok yerde bir “üst akıl”dan söz eden Erdoğan, birçok yerde imalarda bulunmuştur ancak hiçbir zaman bu “üst akıl”ın kim ya da kimler olduğunu açıklamamıştır. Tek istisna, yine bir “üst akıl”a yorduğu “Mısır darbesi’nin arkasında İsrail var” şeklindeki açıklamasıdır. Kolay değildir ve tabii ki diplomasi yapacaktır!
O nedenle AKP tandaslı üçüncü kişilerin yorumlarıyla bir Amerikalı’nın algısına başvuracağız.
Birinci yorum eski MİT’çi, eski Radikal yazarı Avni Özgürel’e aittir ve Erdoğan’ın açıklamalarını değerlendiren Özgürel, “Türkiye’nin Suriye ve Irak sınırı boyunca kurgulanan oyunu bir üst akıl tezgâhlıyor” sözündeki üst aklın Amerika Birleşik Devletleri olduğunu söylemektedir. (27.10.2014, A Haber)
İkinci yorum espoyonaj nitelikli ve Sabah gazetesine göre 25 yıl Cemaat içinde bulunan, Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi eski imam Prof. Dr. Ahmet Keleş’e ait. Keleş’in yorumu şöyle: “1998’de Gülen’in Amerika’ya gidişiyle 3. devreye girildi. ABD ve İsrail’in kontrol ettiği bir akıl haline dönüştü. Bu akıl Gülen’in aklı değil. Siz Gülen’in aklı ile mücadele etmiyorsunuz. Mücadele ettiğiniz akıl ABD ve İsrail’in ortaklaşa destek verdiği büyük bir akıl. Yıllar yılı bu ülkedeki yapılanmaların stratejik planlamaları bu yapının kademelerinde ve üst akıl tarafından yapılıyor. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün üzerine dinleme merkezi kuranlar, Yargıtay’ın çatısına cihazlar koyanlar, Başbakan’ın ofisine böcekleri koyanlar, herkesi dinleyenler, fişleyenler, kameraya çekenler bunlar.” (Sabah, 23.01.2015)
Ve Newyork Times, Washington Post ve Wall Street Journal gibi Amerikan gazetelerinde yazılanlar yeterince yansıtmış kabul edilse bile, bir de bir “düşünce kuruluşu” olan Center for American Progress’in Türkiye uzmanı ve kıdemli araştırmacısı Amerikalı Michael Werz’in yansıttığı Amerikan algısı: “Erdoğan’dan ABD’nin bölgedeki rolüyle ilgili sürekli suçlamalar geliyor ve bu durum kendisinin cumhurbaşkanı olmasının ardından da değişmedi. Hükümette devamlı bir anti-Amerikan, anti-Batı bir söylem var… Bugünlerde Beyaz Saray, Dışişleri ya da Pentagon’da kimse Türkiye’ye büyük bir iyilik yapmaya hazır değil… Türk dış politikasının sonuçları etkileme ve bölgeye istikrar, refah ve daha az ölüm götürme kapasitesi oldukça sınırlı.” (Hürriyet, 26. 01. 2015)
***
Ne demek? Ya da neden Türkiye “üst akıl” ABD’nin hışmını üzerine çekiyor olsun? Sorun ne? Türkiye Amerikan emperyalizminin “tekerine çomak mı sokuyor”? Sokuyorsa nerede ve nasıl?
Özetle:
Myanmar’da değil tabii. Orası, Türkiye diline dolasa ve ara sıra yardım ulaştırsa bile, Türkiye’nin elinin kolunun erişmesi bakımından fazlasıyla uzak!
Ama Suriye’de Amerikan ve Türk yaklaşımlarının farklı olduğunu bilmeyen kalmadı. Amerika çoktan “Esad’sız çözüm” çizgisini terk etme sinyalleri verirken, Türkiye hâlâ IŞİD’e karşı mücadele babında bile “Esat karşıtlığı”nı şart koşarak Amerika’nın kurduğu “IŞİD Karşıtı Koalisyon”un etkinliğini azaltıyor, onu yokuşa sürüyor.
Üstelik Türkiye’nin sadece genel olarak Suriye politikası fiyaskoya yol açmakla kalmamış, Kobanê politikası da fiyaskoya götürmüştür. Kobanê’ye yaklaşımda açıktan ABD bir yanda Türkiye bir yanda kalırken, en son 26 Ocak’ta, 134 günlük bir savaşın ardından IŞİD çetelerinin Peşmerge ve belirli ÖSO gruplarınca desteklenen PYD güçlerince Kobanê’den tamamen sürülüp çıkarılmalarıyla şimdi Türkiye güneydoğusunda IŞİD’e karşı Amerikan desteğini sağlamış ve galip gelerek Kantonlar olarak varoluşlarını sağlamlaştırmış Kürtlerle komşudur.
Türkiye’nin İsrail karşıtı söylem ve tutumları Amerika’da hoş karşılanmamakta ve örneğin Erdoğan’ın “hangi yüzle Paris Yürüyüşü’ne katıldı” suçlaması karşısında Amerikan Dışişleri sözcüsü, açıkça “Biz, Başbakan Netanyahu’nun Paris’te diğer dünya liderlerinin yanında bulunmasının teröre karşı Fransız halkıyla anlamlı bir birlik mesajı olduğuna kesinlikle inanıyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İsrail devletini tarif şekline katılmıyoruz” açıklaması yapmaktadır.
Mısır darbesi, AKP yöneticilerinin kendilerinin de farkında oldukları gibi, ABD ile Türkiye arasında önemli bir farklılık konusudur; Türkiye –tavır değişikliği sinyalleri vermeye başlasa bile– Müslüman Kardeşleri savunmaktan hâlâ vazgeçmemişken, ABD ve Suudi Arabistan, Türkiye’nin yanında duran son Arap ülkesi olan Katar’ı da yanlarına çekerek Türkiye’nin tam tecridini gerçekleştirmişlerdir.
Türkiye’nin “değerli yalnızlık”ı seçerek, tecrit durumunda olduğu bir başka coğrafya Libya’dır. Libya’da Türkiye Müslüman Kardeşler etkinliğindeki Trablus’taki Milli Genel Kongre’yi destekleyen dünyadaki tek ülke olarak kalırken, Tobruk’taki General Halife Hafter ve Zintan desteğine sahip Temsilciler Meclisi Hükümeti BM’in desteğini sağlamış durumdadır.
Türkiye, Yemen’de de “yanlış at”a oynamış, ve çoktan etkisini yitirerek tecrit olmuştur. Yemen’de El-Kaide’niun üstü örtülü onayıyla iktidarda olan Müslüman Kardeşler’in İslah Partisi, Batılılar ve Suudilerin sessiz kalmaları ve eski devlet Başkanı Abdullah Salih’in de karşı çıkmayıp dolaylı destek sağlamasıyla Kuzey’den gelen İran desteğindeki Husilerce püskürtülmüştür.
Ve Şam Emevi Camii’nde namaz kılmak üzere savaş politikaları izlemeyi de göze alarak müdahaleye giriştiği Ortadoğu’da “ekmek kapıları” hemen tamamıyla yüzüne kapanan AKP Türkiye’si, bundan böyle yüzünü Afrika’ya dönmüş görünmektedir! “Umut Memed’in ekmeğidir”! Ancak Afrika’nın “üst akıl”sız olacağını ve “Müslümanlara oyun” kurulmayacağını kuşkusuz kimse beklememelidir!