Türkiye’nin islami terörle dansı

Paris’te yayımlanan ünlü mizah dergisi Charlie Hebdo’ya yönelik saldırıda dergi yazı işlerinden 12 karikatüristin öldürülmesi, başta Fransa olmak üzere Avrupa’yı sarsmakla kalmadı, Türkiye’yi de güçlü biçimde silkeledi. Ardından dünyayı ayağa kaldıran Amerika’nın “ya benden ya terörden yanasın” dayatması ve “Medeniyetler Çatışması” doktriniyle Afganistan işgalinin sökün ettiği El Kaide’nin Newyork’taki ikiz kulelere uçaklarla düzenlediği saldırıya gönderme yapılarak “Avrupa’nın 11 Eylül’ü” olarak da nitelendirilen saldırı, yaşlı kıtayı olduğu kadar, onunla Ortadoğu’nun bağlantı noktası durumundaki Türkiye’yi de derinden etkiledi ve anında reaksiyon göstermeye yöneltti.
Fransa ve sair Avrupa ülkelerinin “önleyici tedbir” kapsamında başta göçmen durumundaki “yabancı” kökenli yurttaşlarını hedef alan özgürlükleri sınırlandırıcı tepkileri bu yazının konusu değil; bunlara değinilmeyecek. Yazımızda, Charlie Hedbo’yu hedef alan terör saldırısı ekseninde Türkiye’nin pozisyonu; yaptıkları ve yapmadıklarından çok, siyasal İslam’ın yönetimde olduğu bir ülke olarak, Paris saldırısına gelen süreçte İslami terörle ilişkisi ve bu ilişki dolayısıyla saldırı karşısında takındığı “gard alma”/savunma tutumu üzerinde durulacak.

“TÜRKİYE ÜZERİNDEN İSLAM’A OYUN KURMA”
Paris’teki terör saldırıya ilişkin en ileri giden değerlendirmeyi, tahmin edileceği gibi başlangıçta tam bir savunma ruh hali içinde “kem küm etmeden”, “ama”lar kullanmadan en munis tutumu ortaya koymuş olan Erdoğan yaptı. Saldırının hemen ertesinde oysa, diğer hükümet yetkilileri, şüphesiz yine savunma içerikli olarak, ancak “en iyi savunma saldırıdır” mantığıyla saldırgan bir savunma yapar ve sürekli “ama”lı cümleleri ardı ardına sıralarken, Erdoğan sadece terörü lanetlemekle yetinmiş ve ne “İslam’ın suçu değil” türü cümleler kurmuş ne emperyalist sömürgeciliği suçlamış ne de “yabancı düşmanlığı” hatırlatmalarında bulunmuştu. Bu alttan alıcı, yatıştırıcı, “düşmanı” ajite etme ve saldırganlaştırmaktan kaçınma tutumu, saldırıya gelinceye kadar yaptıklarının ayırdında olan ve bu nedenle terör saldırısının fatura edilecekleri arasında olduğundan kuşku duymayan birinin suçluluk psikolojisiyle almaya yöneldiği sesini kısarak önüne bakma ve utangaçça “ben de yanınızdayım”, “benim safım sizin yanınızdır” tavrını belirtmekteydi. Erdoğan’ın açıklaması şöyleydi: “Dost ve müttefik ülke Fransa’ya bu acılı gününde başsağlığı diliyor, saldırının faillerinin en kısa sürede yakalanarak adalete teslim edilmelerini bekliyoruz. Bu vesileyle, terörün dininin ya da milliyetinin olamayacağını ve hiçbir gerekçeyle mazur gösterilemeyeceğini bir kez daha vurgulamak istiyoruz. Türkiye, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da, terörizmin her türüyle kararlı bir şekilde mücadeleye devam edecektir. Bizleri derinden üzen terör saldırısında hayatlarını kaybeden masum insanlar için taziyelerimizi sunuyor, yakınları başta olmak üzere tüm Fransa halkına metanet ve sabır, yaralılara acil şifalar diliyoruz.” (Gazeteler, 8 Ocak) “Terörün dini ya da milliyeti yok”tu ve “Türkiye terörizmin her türüne karşı”ydı!
Olayın ilk sarsıntıları geride kalıp ilk salvoların tahmin edilip beklendiği kadar Türkiye ve AKP’yi hedef almadığı görüldüğünde, Erdoğan, kendisine gelmeye ve bilindik sertliğine/“dik durma”ya dönmeye başladı. Birkaç gün geçmişti ki, sesi yine pes perdeden çıkmaya başlamış ve günler sonra, ilk kez “Kaçak Saray”da bir “sofra”da topladığı akademisyenlere konuşurken, çoktan “içeriye dönük” politika yapmaya geçmişti bile:
“İslam dünyası üzerine bir operasyon yapılıyor. Bunu da Türkiye üzerinden yapmaya çalışıyorlar. Zaman zaman üst akıl diyoruz, burada birtakım aracılar kullanılıyor. Türkiye’yi terörle ilişkilendirerek fatura kesme çabası var. Biz bu gayretleri çeşitli platformlarda geri püskürtüyoruz. Paris saldırısı ‘ben geliyorum’ dedi. Saldırganların yakalanması başarı, öldürülmesi başarısızlık. Perde arkası aydınlatılamadı.” (Sabah 15 Ocak)
İlk günlerin fatura kesimi bekleyen ürküntülü ses kısıklığıyla alttan alıcılığı yerini karşı saldırıya bırakmıştı: Erdoğan’ın konuşmasına bakanlar Paris’teki terör saldırısını Fransızlar düzenlemiş sanabilirdi ya da Paris’te hiçbir şey olmamış da durduk yerde Fransız ve Avrupalı emperyalistler, herhalde Amerikalılar da, kısaca bir “üst akıl”, muhtemelen “paralelci” Cemaat türünden “aracılar” kullanarak, İslam’a, İslam dünyasına “operasyon” yapıyor, üstelik bu operasyonu Osmanlı’nın eski günlerindeki gibi İslam’ın maşallah(!) “temel direği” Türkiye’yi hedef alarak, onun üzerinden yürütüyorlardı.
Davutoğlu ve özellikle “aslında Hebdo olayıyla İslam ve İslamcıların uzaktan yakından ilgileri yok” görüşünü ima bile etmeyip açıktan savunan “bu bir algı operasyonudur” tezini ilk ileri sürerek ondan da ileri giden Kültür Bakanı Ömer Çelik’in dillendirdikleri başlıca argüman olan “İslam’la terör ilişkilendirilemez” “teorisi”ni artık Erdoğan da benimsemiş, bağıra çağıra savunmaya başlamıştı.
“Üst akıl” İslam’a yönelik operasyon düzenlemiş, Türkiye’yi hedefe koymuştu! Artık “sağlam irade” de aynı noktadaydı. “Terör saldırısı” ve “Türkiye’nin her türlü teröre karşı” oluşu çoktan üçüncü, dördüncü plana düşmüştü. Varsa yoksa “İslamiyet’e düzenlenen operasyon”, “Türkiye’ye oynanan oyun”, “kurulan kumpas”, “Avrupa’da yükselen İslamofobi”, “Yakılıp yıkılan camiler”, “Müslümanlara yönelik saldırılar”… Başkası yoktu! Bunlar görülmüyor, gösterilmiyor, hiç üzerlerinde durulmuyordu. Terör saldırısı çoktan unutulmuş, Gazze’de, Suriye’de olanlar, Ortadoğu’dan Myanmar’a “İslam coğrafyasında katledilen 12 milyon insan” vurgulanıyor… Hele, Batı’nın vereceği tepkinin sertliği, ne kadarıyla “İslam üzerinden” Türkiye’yi hangi ölçülerle hedef alacağının kestirilemediği günler atlatıldıktan sonra ve Hebdo’nun çıkardığı özel sayının Türkiye’de de yayınlanması tartışmaları gündeme geldiğinde, bu kez, sanki Paris’teki terör saldırısı da İslam Peygamberi’nin karikatürünün yayınlanması gerekçe edinilerek gerçekleştirilmemiş gibi, “ağır tahrik” söylemiyle haklı çıkarılmaya çalışılan Cumhuriyet ve yazarlarına yönelik linç kampanyası Kouachi kardeşlerinkinden farksız “Hz. Peygamber İslam dünyasının kırmızı çizgisi” görüşü dayanak edinilerek savunuluyor; karşı-saldırıya dayalı savunma giderek çığırından çıkma eğilimi gösteriyordu.
Etiyopya gezisi öncesi Atatürk Havaalanında düzenlediği basın toplantısında tamamen Kültür Bakanı Çelik’in ilk tepkisini dayandırdığı Hebdo saldırısının “İslam’a yönelik algı operasyonu” olduğu tezini benimseyerek, işi “öldürenler Fransız vatandaşı, ama Müslüman olduğu söyleniyor” noktasına kadar vardıran Erdoğan “hızlı” ve alabildiğine sertti, savunmayı bırakıp doğrudan saldırıya geçmişti. İşgalleri, bombardımanlarıyla vb. dünya halklarının bırakalım ifade, basın, örgütlenme özgürlüklerini yaşama haklarını bile ihlal eden Avrupalılarla Amerikalıların karikatür sorunu ve Paris’teki terör saldırısı bağlamında –şüphesiz ikiyüzlülükle– sürekli altını çizdikleri ‘ifade özgürlüğü”nü laf düzeyinde bile çiğneme pozisyonu almaktaydı artık: “İfade özgürlüğü her şeyi yapabilme, yazabilme, çizebilme özgürlüğü değildir. İfade özgürlüğü kutsal değerlere saygısızlık hakkını kimseye tanımaz. İfade özgürlüğü bahanesinin arkasına saklanarak İslam Peygamberi’ni resmeden çirkin karikatürler çizenler aslında ne yaptıklarını, kimi nasıl incittiklerini, nasıl provokasyonların fitilini ateşlediklerini görmek zorundadırlar. Aslında bunu da biliyorlar.” (Sabah, 22 Ocak)
Ve “denge” tutturmaktan bütünüyle uzaklaşılarak varılan sonuç, “İnsanları karikatür çizdiler diye katletmek ne kadar terörse, insanların kutsallarına saldırmak, insanları galeyana getirecek, tahrik edecek eylemler yapmak da en az o kadar terördür. Silahlı terör kadar ifade özgürlüğü maskesi altında yürütülen teröre karşı insanlık gerekli tepkiyi göstermelidir.” (Agy) oldu. Bu “akıl yürütme”nin az çok demokratik değerler ölçü alındığında savunulur olmadığı, AKP Hükümeti ve yönetimindeki Türkiye’nin –halkları bir yana– yönetimleriyle de giderek problemlerinin arttığı demokrasi terbiyesinden geçmiş Batı ülkelerinde anlaşılır yanı bulunmadığı tartışmasızdır. Karikatür çizmek de silahlı terör eylemi düzenlemek gibidir –bu yaman suçlamanın Türkiye’de Cumhuriyet gazetesine yöneltilmekle kalmayıp Charlie Hebo’ya da yöneltildiği ortadadır ve anlamı da açıktır: Müslümanlar ya da değiller “Fransız vatandaşları” Kouachi Kardeşlerin saldırısına maruz kalmış Charlie Hebdo, en az o kardeşler kadar suçluydu, kutsallarına saldırarak onları tahrik ve provoke edip galeyana getirdikleri karikatür çizme eylemleri en az karikatür çizenleri katletme kadar terör eylemiydi! Dünyaca ünlü Georges Wolanski gibi karikatüristler aslında karikatürist değil teröristtiler!
Hızla sözde sahiplenmeden aşağılamaya geçildi: “Kimsenin bizim dinimizi istismar etmek suretiyle yapmış olduğu terör eylemini Müslümanlara fatura etmeye hakkı yok. Bunu çok iyi bilmeleri gerek. Provokatif yayınlarıyla nam salmış bir dergiye… bu dergiyi Papa da lanetliyor.”(16 Ocak, gazeteler) Müslümanların işi olamazdı, Müslümanlığı istismar etme uğraşındaki kişiler tabii ki daha da çok bir “üst akıl” terör eylemini Müslümanlara fatura etme çabasındaydı, oysa Kouachi Kardeşler Müslüman da değillerdi ve üstelik derginin “namı” kötüydü, “provokatör”dü, Papa’nın bile “lanet”ine muhatap olmuştu.
Birkaç gün içinde varılan nokta, sadece Fransa değil tüm Avrupa’da Müslümanların ve Cami türü kutsallarının uğradıkları saldırılar üzerinden İslamofobiye vurgu yapılırken, Müslümanları galeyana getiren tahrikleriyle öldürülenlerin çoktan müstahak oldukları Hebdo saldırısının unutuluşa terk edilmesi oldu. Tıpkı İslamofobi kışkırtıcılarının olduğu gibi, başta Erdoğan olmak üzere, İslam adına konuşan Türk devlet yetkililerinin ele alışıyla da çatışma Müslümanlarla Müslüman olmayanlar (burada Hıristiyanlar ve örneğin bir “Hıristiyan kulübü” olan AB) arasındaydı ve birer devlet yöneticisinden çok Şeyhülislam ya da Halife gibi konuşan yetkililer, bir terör saldırısına kurban gitmiş olsalar bile suçu neredeyse “karşı taraf” durumundaki Hebdo’cular üzerine yıkarak İslamı ve Müslümanları temize çıkarmaya çalışıyorlardı. Kâh terörist kardeşlerin Müslüman olmadıklarını kâh “gerçek İslam”ın bu olmadığını; kâh ortada ağır bir tahrik bulunduğunu vb. söylüyor, ama İslam’a toz kondurmuyorlardı.

OYSA EL-KAİDE… IŞİD…

Birkaç gün içinde Erdoğan’ın da katılımıyla tüm devlet ricali saldırıyı külliyen inkârcı bir tutumla İslam’ı savunmaya girişmişlerdi girişmesine, ancak ortada gerçekler vardı.
Zamanında Suriye üzerinden Yemen’e gidip geldikleri kanıtlı olan Kouachi Kardeşler basına eylemi “Yemen El-Kaidesi adına” üstlendikleri açıklamışlardı. “Müslüman değiller, Fransız vatandaşları” tezini tamamen çökerten bu açıklama başından beri iddiayla ileri sürülmüş olan “gerçek İslam bu değil”, “İslam sevgi ve barış dinidir” savunmalarıyla geçersizleştirilmeye çalışıldı; ancak gerçek gerçekti.
Kaide ile IŞİD’in geçişkenliğinin belirtisi olarak, Kouachi Kardeşler’le “aynı hücre”den olduğu ortak hareket etmelerinden anlaşılan Yahudi marketine saldıran Amedy Coulibaly ise, IŞİD’e bağlı olduğuna dair basına açıklama yapmış, üstelik kanıt olarak önceden hazırlanmış bir video kaydı da ortaya çıkmıştı.
El-Kaide ya da IŞİD, Fransız ya da değil, nasıl Türk ya da Arap Müslüman olunuyorsa, Fransız Müslüman da olunuyordu, bunun tartışılır yanı yoktu ve bir diğer tartışılır yanı olmayan şeyse, El-Kaide ve IŞİD’in bütün cinayet ve katliamlar da içinde olmak üzere tüm varlıkları ve faaliyetlerini İslam’a dayandırmaları, başkalarının İslam olmadığını söylerken, tıpkı Erdoğan ya da başka iddialı Müslümanlar gibi, sadece kendilerinin “gerçek Müslüman” olduklarını yüksek sesle ileri sürmeleriydi. Açık ki “İslam içi” bir tartışmayla karşı karşıyaydık ve çeşitli İslami akım ve örgütlerle, sözcüleri hangi İslam’ın gerçek olduğunda anlaşmazlık halindeydiler. Ve kimin, hangi akım ve örgütün haklı olduğunu belirleyecek bir “üst akıl” ya da “irade” de yoktu. Ya da herkesin “üst aklı” ya da “iradesi” kendineydi. Şii şeriat devleti İran’ınki “Rehber” Ali Hamaney, Sünni İslam Devleti’ninki (IŞİD’inki) “Halife” Ebubekir Bağdadi, Vahabi Suudi Arabistan’ınki müteveffa Abdullah’tan sonra Kral Selman, El Kaide’ninki Eyman El Zevahiri’ydi! Ayrıca Mısır’da Sünni El Ezher bir “ulu merkez”di, eh Türkiye’de de Diyanet İşleri Başkanı ve ardındaki asıl Halife-Sultan Tayyip vardı. Kimse kimseye irade ve kararını dayatacak durumda değildi. Başkasını yargılayacak durumdaysa hiç değildi. Biliniyordu ki, bin yılı aşkın İslam içi çatışma ve savaşların nedeni hangi “sözün/yorumun/tarikin üstün” ve hangi “İslam’ın gerçek” olduğu sorusu ve bu sorunun yanıtının dayatma ve savaşla bile verilememesiydi.
Kim El-Kaide’nin İslami bir anlayışı, tutumu ve pratiği olmadığını söyleyebilir? Onu eleştirebilir, hatta suçlayabilirsiniz, ancak Müslümanlığını ve Kur’an’da da yeri olan cihat içerikli olduğunu açıkladığı etkinliğinin İslam’la ilgisini sorgulayamazsınız. Tek hakkınız, böyle bir İslam’ı doğru bulmadığınızı ve ondan ve kriterlerinden farklı bir Müslüman olduğunuzu ya da olmadığınızı açıklamaktır.
Ya da IŞİD, siz “Müslüman değil” dediniz diye Müslüman olmayacak değildir. Adı üstünde “İslam Devleti”dir; beğenmeyebilirsiniz, hatta onunla savaşabilirsiniz, ama İslam’la ilişkisizliğini ileri süremezsiniz. Bize göre bir “İslami terör örgütü”dür.
Hem IŞİD ve hem de El-Kaide, ikisi de, İslam üzerinden siyaset yapmaktadırlar. Zaten ortaya çıkışından bu yana siyasal bir din olan, başından beri dünyevi sorunlara açıklık getirme ve dünyayı yönetme –ki adına Şeriat denmektedir– tutumunu benimsemiş ve dinle devlet işlerinin birliğinin ifadesi olmuş İslam adına siyaset yapılıyor olmasında kimsenin hayret edeceği şey olmamalıdır. İslam siyasetle fazlasıyla iç içe olmuştur. İnananların inancı olarak İslam farklıdır, somut dünyevi İslam farklı. IŞİD ve El-Kaide de, üstelik tıpkı Müslüman Kardeşler ve Türk Müslüman Kardeşliği ve örgütü AKP gibi, din siyaseti yapmaktadır; siyasal İslam’ın kapsamındadır.
Fark şuradadır ki, bir dizi İslam mezhep ve tarikatının yanı sıra, bir süredir Amerikan çıkışlı olarak özellikle Sünni İslam bir ayrıma daha tabi tutulmuştur: “Radikal” ya da “köktendinci/fundamentalist” İslam ve “Ilımlı İslam”! Bu ayrım; siyasal İslam’ın Amerika’nın “Birinci Keman” olarak başında bulunduğu emperyalist kapitalizme uyum sağlamış olmak ya da olmamak, dünyaya İslam’ın da hizmetine koşulduğu kapitalist çıkarlar açısından ya da başlıca “Allah ve İslam” açısından bakmak ve öyle davranmak ekseninde yapılmaktadır. Elbette, tüm toplumsal olgu ve olaylar bakımından geçerli olduğu gibi, “radikal” ve “Ilımlı” İslamiyetin de birbirinden net ve belirgin köşelilikleriyle ayrıldığını ve ayrılabileceğini iddia etmek zordur.
Öncelikle, aynı zamanda proleter devrimleri çağı da olan emperyalist kapitalist çağda, kapitalizmin üzerine kurulu olduğu uzlaşmaz karşıtlığın ifadesi olan nesnel toplumsal karşıtlık bir yana, etnisite sınırlılığı ya da dinsel/mezhepsel inanca dair yaklaşımlar ya da salt ideolojik tutumlarla kapitalizm karşısında net alternatif oluşturabilme olanağı bulunmamaktadır. Eğer onunla giderek daha derinden çelişmekte olan emeğin ve üretimin toplumsallaşmasına dayalı bir taraf değilseniz, ne denli muhalif eğilimler taşırsanız taşıyın, ancak şurasından burasından çekiştirebileceğiniz ama ötesine geçemeyeceğiniz kapitalist üretim/mülkiyet ilişkilerinin oluşturduğu çerçeve içinde kalmanız kaçınılmaz demektir. Bunun anlamı; tamamen uyumlanmasanız ve itirazlarınız olsa, “geri kafalılık”ınızla eskiyi, örneğin Ortaçağı, onun ideolojik-kültürel biçimlerini özleseniz ve inançlarınız dolayısıyla ancak o biçimleri geçerli kılmaya yaklaştığınız ölçüde “rahat” edebilseniz bile, kapitalizm koşullarında başka bir “vaha” oluşturamayacağınız, üstelik sadece kuşatıldığınız sermaye ilişkilerini tasfiyeye yönelik bir muhalefet oluşturma yeteneksizliğinizden de değil ama kendiniz meta ilişkileri çerçevesinde varolduğunuz, –ne kadar gelişmiş olduğu bir yana– meta-Pazar ilişkilerinin toplumsal örgütlülüğünüz olarak aşiret ya da kabileniz ya da çeşitli ülkelerden derlenmiş cemaatinizi şekillendiren temeli verdiği için ancak onunla birlikte bulunabileceğiniz, ama öyleyse bu zeminde kapitalist emperyalizmle çelişmeleriniz olsa bile kaçınılmaz bağlara da sahip olacağınız ve onu “aşma” şansınız olmayacağıdır!
Çoktan palazlanıp kapitalistleşen ve buna koşut olarak neoliberalizme uyumlanma sürecine fazlasıyla adım atmış olan, ama bunlar Mursi’nin verili koşullarında, ekonomi, politika ve kuşkusuz ideoloji bakımından yeterli bir uyumlanmaya elvermediği için problem yaşayarak emperyalist kapitalizm tarafından üstü çizilen Müslüman Kardeşler bile türedi zenginlerine rağmen, denemiş, ancak gerekli “ılımlılık”a ulaşamamışlardı. Irak ve Suriye’yle Afganistan ve Pakistan’ın en gelişmemiş bölgelerinin meta üretimi ve değişiminin (ticaretin) içine sızdığı aşiret, kabile ilişkileri, ilkel bile olsa ticari ilişkileriyle mutlaka kapitalizmle bağ demektir. Başka ülkelerden devşirilenlerin yanında asıl olarak buraların aşiret/kabilelerine dayalı IŞİD ve El-Kaide’nin, Nusra ve diğerleri gibi, birbirlerinden az çok farklılıklar taşısalar da, Müslüman Kardeşlere göre “kapitalizme uyumlanma/ılımlılık” düzeylerinin daha az ama “dini esas alma ve radikalizm” düzeylerinin daha yüksek olması beklenir şeydir. Emperyalist kapitalizmle olan uyumlandırıcı bağlarının az gelişkinliği, kapitalizmleri ve dayanağı olan meta üretimi ve değişimlerinin az gelişkinliğiyle doğru orantılıdır.
Evet, IŞİD ve El-Kaide daha uyumsuz ve “radikal İslamcı” terör örgütleridir; ama İslamcılıklarından şüphe duyulamaz. 600-700’lerin, Osmanlı’nın örneğin Fatih ya da Kanuni zamanında fazla değişmemiş kurallarını uygulamakta, harem kurmakta, köle alıp satmakta, kafa kesmek gibi Şer’i cezalandırmalara baş vurmaktadırlar. Ama Suudiler ve İran’da hâlâ recmin revaçta olduğu –Suudilerde son örneği bu ay içinde çarşı içinde elleri bağlı bir kadına uygulanan– kafa ve el kesmenin, harem ve “çok-karılılık”ın geçerli olduğu, 1800’lerin ikinci yarısında Amerika’da köle ticareti ve köleci üretimin serbest olduğu biliniyor.
“Gerçek Müslümanlık bu değil” tezini bir başka yazımızda işliyor ve burada girmiyoruz. Ancak şurası kesin ki, İslam’ın gelişmesi elde kılıç kelle alarak olmuş, İslam özlemini kuşkusuz dile getirdiği “barış dini” olduğu kadar, hatta ondan da çok “savaş dini” olmuştur!

“GERÇEK MÜSLÜMANLIK” TARTIŞMASININ DAYANAĞI OLARAK IŞİD-TÜRKİYE İLİŞKİSİ
İslam Peygamberi Muhammed’in ölümüyle birlikte ve “Veda Hutbesi”ndeki vasiyetinin çiğnenmesi üzerine daha cenazesi kalkmadan başlayan ve onca Halife gelip geçmesine rağmen sonu gelmeden 1500 yıldır süregelen kadim “gerçek Müslümanlık hangisi?” ve “kim gerçek Müslüman?” tartışması neden yeniden alevlenmiş görünüyor? Neden tam da Charlie Hebdo’nun ardından ve özellikle Türk-İslam sentezci Müslüman Kardeş AKP ve hükümetinin yetkililerince bunca vurgulanarak yeniden gündeme getirildi? Ve bir ayrıntı –Neden “gerçek Müslümanlık nedir?” tartışması, tarafları İslam’ın çeşitli mezhepleriyle tarikatları ve çeşitli iddialara sahip akım, cemaat ve örgütleri olan İslam-içi bir tartışmayken, Charlie Hebdo’ya yönelik terör saldırısının ardından bu kez çok taraflı olarak, Hıristiyan âlemini, Batı’yı da kapsayan, hatta daha çok “Hıristiyan Batı”ya yönelik bir tartışma olarak gündem edildi?
Tamam, “Yeni Dünya Düzeni”nin ardından önce “Büyük” ve sonra düzeltilip genişletilerek “Geniş Ortadoğu Projesi” kapsamında Amerikan çıkışlı olarak İslam-içi olması gereken bir tartışma gündeme getirilmişti; ancak onun emperyalist amaçları açık seçikti: Müslüman yoğunluklu bir bölgede “iş tutmak” isteyen Amerikalı emperyalistler kendilerine dayanak aramaktaydılar ve “Müslüman mahallesi”nde en iyi dayanak Müslümanların içinden bulunabilirdi; kendilerine uyum sağlamış olan ve sözlerini dinleyip çıkar ve stratejileri doğrultusunda davranmakta kusur etmeyecek Müslümanlar içinden derleyecekleri/derledikleri, derlenmeye yatkın Müslümanlar bölüğüne “Ilımlı İslam” adını takıp yedeklerine aldılar. Bunun “nasıl bir Müslümanlık” olduğu ve olması gerektiği belliydi; “Ilımlı İslam”, İslam’ın köklerine ve Kur’an’a dair tartışmalar ve yorumlarla değil, Amerika ve çıkar ve stratejisiyle uyumla belirlenmekteydi. Tabii ki İslam’ın köklerine ve Kur’an ve Hadislere dair sözleri de vardı ve olacaktı “Ilımlı”ların, kendilerini dini bakımdan temellendirecekler ve dayanaklarını teorize ederek, kuşkusuz ki Kur’an ve Peygamber sözlerine dayandıracaklardı, bunlar olmadan olmazdı; ancak asla bunlarla değil Amerikan çıkar ve stratejisine uyum dışında herhangi bir şeyle karakterize olmayacaklardı!
Bu, Amerikan çıkar ve stratejik ihtiyaçlarının dayattığı bir İslam’dı ve “gerçeği” buradan tanımlanabilirdi. Ama şimdi ne Amerika ne de Avrupa çıkarmıştı son “gerçek İslam ne?” tartışmasını! Tersine, bu kez onların ilgisi yoktu ve tartışmayı yürütenler en başta Türk-İslam sentezciler olmak üzere İslamcılardı. Bu kez onların çıkar ve “stratejik ihtiyaçları” gerektirmiş gibi görünmekteydi? Nedendi?
Sorunun yanıtı; Paris’teki Charlie Hebdo saldırısını önceleyen IŞİD’in dünya halklarının belleğinde yer etmiş kötü ünlü yaygın terör faaliyetleri ve bu faaliyetlerin İslamcılar arasında yine yaygın bir destek bulmuş ve özellikle AKP Türkiyesi tarafından uzun süre desteklenmiş olmasıdır. Terörist niteliği bilinen El-Kaide’nin ardı sıra sökün edip onunla yarışan, Suriye ve Irak’ta ortaya çıkıp videoya aldıkları kafa kesmeleri ve el koydukları bölgelerin kadınlarını zorla haremlerine katmalarıyla ünlenerek dünya halklarının belleğinde bileklerinin gücüyle bir yer edinen IŞİD’in terörü ve terörizmi tartışmasız etkinliği özellikle Batı kamuoyunda öylesine iticidir ve ona verilmiş/verilmekte olan destek öylesine lanetlenmiştir ki, yalnızca –gündemi belirlediği– Ortadoğu’da değil –belirlemese bile– gündem oluşturduğu Batı’da da, İslam’la bağlantısı içinde, IŞİD’ın kara yüzü ve karanlığıyla birlikte anılmak Türkiye dahil kimsenin işine gelir türden değildir.
Türkiye, evet, ülke içinde inkâr etmekte ve savcıları görevden alarak ve yeni çıkardığı yasalar yoluyla ve mahkemeler kanalıyla desteğinin tartışılmasını da önlemektedir, ancak ülke dışında, buna gücü yetmediğini ve olan bitenin gerek Batı basını ve gerekse Batılı istihbarat örgütleri aracılığıyla tüm Batı kamuoyunun bilgisine sunulduğunu bilmektedir.
Üst üste kaç MİT TIR’ı yakalanmış ve MİT Yasası uyarınca serbest bırakılmıştır. Buna rağmen bir seferinde jandarma tarafından durdurulan TIR’lar savcılarca aranmış ve arama tutanak altına alınmış; çok sayıda roket, bomba vb. türü malzeme kayda geçmiştir. Şoförlerin ifadeleri, öncesinde başka seferlerin de yapıldığı ve resmî kurumlardan alınıp sınır ötesine sevkiyat yapıldığı yönündedir. İnternet sitelerine düşen tutanak ve şoför ifadeleri nedeniyle sitelere yasak getirilmiş ve söylendiği gibi “içeride” bu destek bilgisinin yayılmasının önünü kesilmiştir.
Ancak Batı’da ve tüm dünyada bilinmektedir ki, Suriye “İç Savaşı” en çok da Türkiye’nin zorlamasıyla başlamış ve yayılmış; başlangıçta Müslüman Kardeş ağırlıklı neredeyse dışarıdan-besleme ÖSO ve sonra El-Kaide’ye bağlı olduğu kendisi tarafından açıklanmış olan El Nusra Cephesi, Ürdün ve Katar’dan da, ama en çok da Türkiye’den beslenip desteklenmiş, kendilerine Türkiye sınırı bölgelerinde karargâhlar sağlanmış, eğitim verilmiş, silah-cephane tedarikleri yapılmış ve mali bakımdan ihtiyaçları karşılanmıştır.
Bu desteklerden iki yolla IŞİD de payını almıştır. Bir; ÖSO ve Nusra Cephesine sağlanan silah-mühimmat ve sair destekler, bu gruplar IŞİD önünde tutunamayıp ona iltihak ettikçe bu örgüte geçmiştir, ve iki; başlangıçta ABD tarafından da desteklenen ancak giderek ondan farklı davranarak daha da ileri giden Türkiye, mezhepçi İslami Suriye politikası kapsamında IŞİD’i de doğrudan desteklemekte bir sakınca görmemiş, uzun süre bu örgütü “terör örgütü” olarak nitelendirmemiş ve desteğini belirgin biçimde ABD’nin “IŞİD Karşıtı Koalisyon” oluşturmasına kadar sürdürmüştür. Dünya halklarının lanetlediği IŞİD terörüne Ortadoğu’da ciddiye alınacak biçimde tek karşı koyabilen Kürt ulusal hareketiyken, IŞİD’in Kürt Kantonu Kobanê’ye yönelik saldırısı başlangıçta ve uzun süre AKP Türkiyesi tarafından desteklenmiş ve Erdoğan başta olmak üzere Kobanê’nin düşmesinin iyi olacağı yönünde demeçler Türkiye yöneticilerinin dillerinden düşmemiş, “kırmızı çizgimiz” denen ve yok edilmesi öngörülen Suriye’nin kuzeyinde Rojava’da kantonlar halindeki Kürt devletleşmesinin IŞİD teşvik edilerek engellenmesine çalışılmış, hatta IŞİD çeteleri birkaç kez Kobanê Direnişçilerine Türkiye tarafından (bir keresinde Toprak Mahsülleri Ofisi silolarının arasından) saldırı düzenlemiştir.
AKP Türkiyesi’nin IŞİD’e yönelik tutumu hâlâ Batı’nın genel tutumundan ve Amerika’nın oluşturduğu “IŞİD Karşıtı Koalisyon”unkinden farklıdır. “Koalisyon” IŞİD mevzilerine havadan askeri harekât düzenlerken Türkiye hiçbir askeri operasyona katılmamaktadır. Üstelik Amerikan zorlamasıyla yer alacağını söylediği IŞİD karşıtı Suriyeli muhaliflerin eğitilip donatılması müzakereleri de hâlâ sonuçlanmadığı gibi, Türkiye eğitileceklerin sadece IŞİD’e değil aynı zamanda “Esad’a da karşı” çıkmalarını şart koştuğu için kimin eğitileceği de sorun olmayı sürdürmektedir.
Ek olarak, Türkiye, Amerika’dan farklı olarak, “Esad’ın hedeflenmesi”ni de şart koşarken, sınırın Suriye tarafında bir “uçuşa yasak bölge” oluşturulması için çaba sarf etmektedir ki, açıkça akıntıya karşı kürek çekme pozisyonundadır; çünkü ABD bir süredir Suriye’de “Esad’sız çözüm” zorlamasından vazgeçmiş görünmekte, üstelik Amerikan uçakları IŞİD mevzilerini zaman zaman Suriye uçaklarıyla birlikte bombalamaktadır.
IŞİD’le –Amerikan tutumundan da ayrılan– bunca açık ilişkisi ve sunduğu destek nedeniyle, Türkiye’nin, Charlie Hebdo saldırısının ardından Batı’nın tepkisinin hedefi olabileceği ihtimalini dikkate alan bir tutum içine girmesinde anlaşılmayacak şey yoktur. Suçlu suçunu bilmekte ve karşı hamleyle gardını almaktadır: “Türkiye üzerinden İslamiyet’e oyun oynanmak istenmektedir!”
“Türkiye üzerinden İslamiyet’e oyun oynama” tezine geleceğiz. Ancak önce üzerinde durulması gereken bir sorun daha var: “Biz her türle teröre karşıyız”(!) edebiyatı!

AKP TÜRKİYESİ HER TÜRLÜ TERÖRE KARŞI MI?
Erdoğan’ın ilk açıklaması şöyleydi: “… terörün dininin ya da milliyetinin olamayacağını ve hiçbir gerekçeyle mazur gösterilemeyeceğini bir kez daha vurgulamak istiyoruz. Türkiye, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da, terörizmin her türüyle kararlı bir şekilde mücadeleye devam edecektir.”
Bir önceki başlık altında IŞİD’le Türkiye ilişkilerine dair söylenenler, Türkiye’nin terör karşısındaki tutumu bakımından herhalde başka bir ilaveye gerek göstermeyecek kadar açık olmalıdır. “Türkiye terörizmin her türüyle kararlı bir biçimde mücadele” etmiş midir ki, mücadeleye devam etsin? Türkiye’nin, AKP öncesi generaller elinde ya da şimdi AKP elinde, “terör” dendiğinde anladığı tek şey az çok düzene yönelik ulusal ya da sosyal kurtuluş mücadeleleridir; Kürt ulusal mücadelesini nitelemek üzere “PKK terörü” ya da öncesinde daha çok emperyalizmi hedef alan demokratik içerikli silahlı faaliyetlerdir. Öncesi bir yana bırakılırsa, AKP, “IŞİD Karşıtı Koalisyon” oluşturuluncaya kadar asla ve kat’a “İslami terör”den söz etmemiştir ki, hâlâ da ettiği söylenemez. Onun için “İslami terör” ya da “terörizm” yoktur; “İslam’la terör ilişkilendirilemez”!
Yeni yeni “terörist” olduğunu kısık sesle dile getirdiği –herhalde şüphesiz İslamcı olmaması gereken– IŞİD’e karşı örneğin nasıl bir “kararlı mücadele” yürüttüklerini AKP’li yetkililerin açıklamaları şarttır! IŞİD’e karşı, onlara TIR’lar dolusu silah ve mühimmat vererek mi “kararlı mücadele” etmişlerdir, Musul Konsolosluğu görevlilerini kurtarmak için pazarlık yaparak mı yoksa IŞİD çetelerine Kobanê’ye saldırmaları için sınırlarını açarak mı? Bırakalım IŞİD’le “kararlı mücadele” etmeyi, –tartışmalı şekilde– hem El-Kaide ve hem de IŞİD’e bağlı olduklarını söyleyen Hebdo saldırganlarını “kahraman” ilan edip Fatih Camii’nde gıyaplarında cenaze namazı kılanları bile engellemeyi akıllarından geçirmemişler ya da buna güçleri yetmemiştir!
Ama Türkiye ve terör ilişkisini “terörizmin her türüyle kararlı mücadele” söylemi bağlamında yorumlamanın sürdürülmesi zorunlu görünüyor; çünkü bir de “İsrail devlet terörü” ve AKP’li hükümet yetkililerinin İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Paris’teki terörizme karşı yürüyüşe katılmasına şiddetle karşı çıkmaları meselesi var.
Paris’teki yürüyüşü izleyen günler, “İslam’a yönelik oyun” ya da “patlama” ihtimali olan birikimi dağıtmak üzere “İslamofobi”nin gündeme getirilip işlenmesinin yanına katılmış ikinci “argüman” olarak Netanyahu’nun da yürüyüşe katılmış olması bütün AKP yandaşı basının manşetlerindeydi! Nasıl olur da yürüyüşe katılırdı, “hangi yüzle Paris’e giderdi”?
Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’la birlikte düzenledikleri basın toplantısında T. Erdoğan Netanyahu’yu hedef aldı: “Soruyorum, Gazze’de 2500 kişiyi katletmek suretiyle bir devlet terörü estiren bu zatın el sallamasına siz nasıl bakıyorsunuz? Sanki tribünde insanlar çok heyecanla onu beklemişler gibi onlara el sallıyor. Hangi yüzle oraya gitti, onu da anlamakta zorlanıyorum. Bir defa siz katlettiğiniz yavruların, kadınların hesabını verin. Aynı şekilde bakıyorsunuz Suriye’de 350 bin insan öldürülmüş. Dünyanın kılı kıpırdıyor mu?” (Hürriyet, 13.01.2015)
Önce Netanyahu… Siyonist politika şefini savunmak kuşkusuz bize düşmez! Kanlı bir katil olduğu kuşkusuzdur. Sadece Gazze değil, bütün Filistin halkının kasaplarından biridir. Ancak tartışmalı olan şudur ki, uzun yıllar Türkiye Başbakanlığı yapmış, şimdiyse cumhurbaşkanı olarak ordularına kumanda etmekte olan Erdoğan, katliamları dolayısıyla Netanyahu’yu suçlayacak herhalde son kişidir!
Türkiye’de katledilen Kürt, kesinlikle İsrail’in katlettiği Filistinliden az değildir! Filistinlilerin katlinden Netanyahu sorumluysa Türkiye’deki Kürtlerin katlinden kim sorumludur? –yanıt ortadadır ve tartışmasızdır!
Öldürülen Kürt sayısı, on binlerle ifade edilmektedir ki, toplamı herhalde 100 bin civarındadır. Ve daha Gezi Direnişi’nde öldürülen ve öldürülmeleri için emir verilmekle öğünülenler vardır! 12, 13, 14 yaşlarında çocukların kanı ellerindedir. “Devlet terörü”yse, işte “devlet terörü”!
“Devlet terörü” terimi, en azından totoloji anlamı taşıdığı için doğru bir terim değildir. İstisnasız her devlet bir şiddet ya da adı üzerinde “terör” aygıtıdır; hiçbir devlet onca silahlı adamı boşuna beslemez, eğer besliyorsa, bunun –başka egemenlerin çıkarlarına karşı kendi egemenlerinin çıkarlarını savunmak üzere bu başka devletlerle pazar ve hammadde kaynakları/toprak paylaşmak üzere savaşmak bir yana konursa– tek anlamı vardır: Öldürecek ve ölecekler; ama egemen sınıf ya da sınıfların sömürü çarkının dönmeyi sürdürmesini garanti edecek, bu çarkı kırmaya yönelik sömürülen ve ezilenlerden gelebilecek her türlü muhalefeti, –eğer başka yöntemlerle bastırılamamışsa– zorla bastıracaklardır! Yinelemek gereksizdir: “Terör makinesinin terörü” –“terör makinesi” zaten terör içindir; o halde devletlerin zulmü ya da zorbalığından söz edilmelidir. Bu zorbalık ya da “resmi terör” bakımından, tarihten bu yana Türklerin eline su dökecek kavim/ulus zor bulunur.
Netanyahu’yu gündeme getirerek İslamcı terör ve Türkiye’ye yönelik tepkileri dağıtma taktiği iki nedenle işe yaramamıştır; birincisi, Davutoğlu’nun da Paris Yürüyüşü’ne katılmasını eleştirenler az sayıda değillerdi ve ikincisi, bunu Türkiye’nin terörle bağlantılarını ileri sürerek yapmaktaydılar, özete “tencere dibin kara, seninki benden kara” hali söz konusuydu! Üstelik bir üçüncüsünden daha söz edilebilirdi ki, zamanında Avrupa’nın ta göbeğine kadar İsrail ve Netanyahu’nun öğündüğü ataları değil, ama Osmanlı gitmişti ki, AKP “Yeni-Osmanlıcı” olduğunu ileri sürüp “ecdat”ıyla onur duymaktaydı.
Bakın örneğin hamaset yaparken, Davutoğlu, AKP Tekirdağ İl Kongresi’nde Tekirdağlılara hitaben nasıl öğünmektedir: “Bizim devletimiz Türkiye Cumhuriyeti devleti nevzuhur bir devlet değildir. Konjonktürel bir devlet değildir, kültürü, değeri, geleneği asırlar öncesine giden köklü bir devlettir. Kökünde Selçuklu, Semerkand, Buhara vardır. Kökünde  Orta Asya vardır. Kökünde Evladı Resul vardır. Ve cihan devlet Osmanlı vardır. Kökünde Evlad-ı Fatihan vardır. Avrupa’ya doğru yürüyen Horosan Erenleri vardır. Şimdi Tekirdağlılar Evlad-ı Fatihan çocukları olarak, Anadolu Yörükleri’nin torunları olarak, Balkan muhacirlerinin devamı olarak çok iyi bilirler ve anlarlar ki biz Trakya’ya geldiğimizde, Edirne’ye, Kırklareli’ne geldiğimizde sadece Trakya’ya konuşmayız, Tuna’ya kadar bütün Balkanlar’a konuşuruz.
“İnşallah bir gün özgür Kudüs’te de hep beraber olacağız… Nasıl zalim Miloseviç ve onun zalimleri, Saraybosna’yı döverken, Gorajde’yi kuşatmışken, hepimizin yüreği Saraybosna ile Gorajde ile Mostar ile atmıştı, şimdi de hepimizin yüreği Gazze’de, Filistin’de, Suriye’de, Somali’de, Irak’ta atıyor.”
Öğünülen tablo, bellidir ki, öğünülecek türden değildir. Evlad-ı Fatihan, fatihlerin, fetihçilerin, yani fethedenlerin, öz Türkçesiyle, ele geçiren, işgal edenlerin evlatları demektir. İşgalcilikle öğünmek –olacak şey değildir ki, tabii zaten üzerinde yaşamakta olduğu geniş topraklar yüz yıllarca Osmanlı işgali altında kalmış olan Avrupalıya itici gelecektir!
İyiden iyiye olumsuzluk taşıyan ise, işgalcilikle bugün de öğünmek ve zulme ve zalime karşı ajitasyon üzerinden yeni işgaller önermektir. Tabii ki ilk elde Müslümanların yaşadığı topraklar: Gazze, Filistin, Suriye, Somali, Irak… İslamcı Türkçülük! Sonra da “İslamofobi” ve “İslam’a Türkiye üzerinden oyun oynandığı” iddiasında bulunma!

“ÜST AKIL” VE “İSLAM’A OPERASYON”
Sıraya konulmuş: Gazze, Filistin, Suriye, Somali, Irak. Sonra diğerleri gelecek. Ta Myanmar’a, Arakan’a kadar. Müslümanların yaşadığı koca bir coğrafya.
Ve tabii ki buraları uzun yıllar emperyalistlerin tahakkümü altında yaşamış. Ve “evlad-ı fatihan” olarak, “evlad-ı Resul” olarak Türkiye’nin buralara gidişi “iyilik için”dir, Türkiye bu toprakları işgal etse bile bunu “iyilik için” yapacak!
İki yıl önce Nijer’e gittiğinde, Erdoğan, “Afrika ile sömürgeci bir mantıkla tek taraflı olarak değil, karşılıklı fayda ve saygı temelinde, her iki tarafın da kazanacağı kalıcı bir işbirliği tesis etmek istiyoruz. Bizim derdimiz buraların petrolü, altını, elması değil. Yüzyıllarca buralarda oluşturulan kardeşlik nasıl olur, birlikte ayağa kalkış nasıl olur, özgürlük mücadelesi nasıl olur bunu göstermek için Nijer’deyiz.” (09.01.2013) demişti. Yeni Cibuti ve Somali’ye gittiğinde de, kesin ki, Türkiye’nin derdi, ne petrol, ne altın, ne elmas. Hayır, Somali’nin petrolü, doğalgazı ve uranyumuyla ilgilenmiyor Türkiye. Buna benzer “dertler” emperyalist sömürgecilerindir!
AKP Hükümeti’nin din siyaseti propagandacılarından biri olarak çalışan Diyanet İşleri Başkanı M. Görmez de, Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan “2. Afrika Kıtası Müslüman Ülke ve Toplulukları Dini Liderler Zirvesi”nin açılış konuşmasında şöyle konuşmaktadır:
“Osmanlı sonrası Afrika uluslararası güç, rekabet ve sömürgeciliğin mücadele alanı haline gelmiş, emperyal güçler, hürriyet sevdalısı insanların ve zengin tabii kaynakların membaı olan bu kıtaya musallat olmuştur. Maalesef insanları köleleştirerek servetlerini yağmalamışlardır. Bu kıta ve güzel insanları zulmün acı hatıralarını hâlâ taşımaktadır.
“Sömürgeci siyasetler, kolonyalizm ve neo-kolonyalizm süreçlerinde Afrika halkları pek çok zulme muhatap olmuş, biçare bırakılmış, yeraltı ve yerüstü kaynakları ele geçirilmekle kalmamış, dini ve entelektüel kimliklerinde de ağır tahribatlar yapılmıştır. Siyasi ve ekonomik ihtirasın sınır tanımaz elçileri, Afrika´yı talan etmekle yetinmemiş, sistematik köleleştirmeler ve insanları aciz bırakan stratejileriyle koca bir kıtayı yoksulluk, düşkünlük ve geri kalmışlıkla malul bırakmışlardır.”
Kuşkusuz emperyalistler sömürge, yarı-sömürge ve bağımlı ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmalamışlar; sermaye yatırımı, kredi, know-how yolları ve borsa vb. oyunlarıyla talanlarını yürütmüşlerdir. Yağmalamada sorunlar oluştuğunda işgaller, darbeler ve iç çatışmaları kışkırtmaktan geri kalmamışlardır. Bu bakımdan “petrol, altın” vb. “dertler” gerçekten önemli bir rol üstlenmiştir. Ancak gerçeği yansıtmayan, Türkiye’nin derdinin yağma ve talan olmayışı, kardeşlik, dayanışma ve birlikte ayağa kalkış olduğuna dair söylenenlerdir. Şüphesiz ki Türkiye burjuvazisinin de “derdi”, tıpkı başka ülkelerin burjuvazileri gibidir.
Ancak propaganda kötülükler ve haksızlıkların “Osmanlı sonrası”na özgü olduğu yolunda ve “biz din kardeşiyiz” içeriklidir; yalnızca Batılı emperyalistlerin hem de özellikle ve hatta neredeyse sadece Müslüman halkları ve zenginliklerini yağmaladıkları ve bu nedenle de Müslümanların tepkilerini tahrik ettikleri şeklindedir.
Charlie Hebdo’nun Hz. Muhammed’in karikatürünü basma yoluyla Müslümanları “tahrik etmesi”ne benzer şekilde, Batılı sömürgeci emperyalistlerce tahrik edilen Müslümanların Paris benzeri yerlerdeki terör eylemleri mazur gösterilmeye ya da “faturanın İslam’a kesilmesini önlemek” adına İslami terör onaylanmaya ya da hiç değilse hafifsenmeye çalışılmaktadır.
Soru şudur: “İslam’la terör ilişkilendirilemez” diyerek siyasal İslam’ı, özel olarak İslami terörü yok sayıp İslam’ı savunma adına daha az önce gerçekleştirilmiş bir “terör eylemi” yerine “İslamofobi” tartışması açmaya çalışmak mı “faturanın İslam’a kesilmesi”nin yolunun taşlarını döşer yoksa “terör”e “terör” diyerek, madem “terörün her türlüsüyle kararlı olarak mücadele edilecek” öyleyse “İslamcı terör”e karşı da lanetleyici bir mücadeleci tutum almak mı?
Aklın yolu birdir; ancak Davutoğlu, Erdoğan ve arkadaşları İslam’ı savunma adına onun terör bağlantısına bile toz kondurmama yolunu tutmuş ve “Türkiye güçlenip” emperyalist sömürgecilerin önünü kesip işini zorlaştırdığı ve “kardeşlik ve dayanışma” yolunu göstererek(!) eskisi gibi “petrol, altın, elmas” “talanlarını” sürdürmelerini engellemeye başladığı için “Türkiye üzerinden”, Türkiye’nin öncüsü ve dayanağı olan “İslam’a” “oyun kurma”ya giriştiklerini ileri sürmeye başlamışlardır!
Bu akıl yürütmede bir miktar megalomani ve paranoya vardır var olmasına, ancak, aynı zamanda “suçluların telaşı” da vardır.
Davutoğlu, Brüksel dönüşü uçakta Akif Beki’yle şöyle sohbet etmektedir: “Türkiye’nin başarı hikâyesi rahatsız ediyor. Bazı çevreler Türkiye’nin başarı hikâyesinin bitmesini istiyorlar. Tipik geri kalmış Müslüman ülke imajına sığmıyor Türkiye. Endonezya ve Malezya ile birlikte Türkiye bu imajı bozuyor.” Yani… Güçlenmiş ve güçlenmesi istenmeyen, daha da güçlenirse başa iyice bela olacağı düşünülen ve “paçasından çekiştirilen” bir Türkiye “hikâyesi”!
Türkiye’ye karşı kampanya mı? Şöyle konuşuyor Davutoğlu: “Dünyada uluslararası medya network’ü var. Her şeyi yapıyoruz, ama bu network karar vermiş: Türkiye’nin başarı hikâyesi bitirilecek ve sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan şeytanlaştırılacak. Hedef bu. 2010’dan, yani Davos’taki ‘one minute’den sonra düğmeye basılmış gibi Türkiye aleyhine harekete geçildi. Mursi’ye ve Mısır’daki demokrasiye verdiğimiz destekten sonra Türkiye aleyhtarı cephe daha da genişledi. Türkiye demokrasiyi savunmanın bedelini ödüyor. Arap Baharı demokratikleşme yönünde olsaydı Türkiye bütün bu ülkelerin hamisi olurdu. Bu çok korkuttu o medya network’ünü.” (Hürriyet, 17.01.2015)
Türkiye hedef alınmıştır! Gerçi nedeni hakkında tam bir fikir birliği yok görünmektedir. Davutoğlu, “Türkiye’nin demokrasiyi savunmasının bedeli” derken, Erdoğan “Türkiye üzerinden İslam’a oyun oynandığı” düşüncesindedir. O kadar farklılık olacaktır!
Zaten Erdoğan da, Mısır darbesi sonrası Davutoğlu gibi konuşmuş, “bir üst aklın” “Mısır darbesine karşı çıktığı” için gelişip güçlenmesini istemediği Türkiye’yi sıraya koyduğunu, Mısır’da yapılanları Türkiye’de tekrarlamaya çalıştığını, ama başaramadığını söylemişti. Darbe sonrası gittiği Trabzon Havaalanında söylenen şu sözler Erdoğan’ındır: “(Mısır darbesini kastederek) … bütün bu oluşumlar, gelişmeler aslında güçlü bir Türkiye’yi, demokrasinin, egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğunun en güzel örneğini veren Türkiye’yi hazmedemeyenlerin projeleridir. Fakat bütün bu projeler nasıl Gezi’de geri teptiyse bilesiniz ki yine geri tepecektir.” (24.08.2013, gazeteler)
Ancak farklılık ve benzerlikler bir tarafa bırakılırsa, şunlar kesindir ki, bir “üst akıl” vardır ve Türkiye “giderek güçlendiği”, “daha da güçlenirse üstesinden gelinemeyeceği” için hedefe konmuştur.
Bu “üst akıl” ve “oyun kurma” ya da “komplo”, kimi zaman da “darbe” algısı ya da kavrayışı veya akıl yürütmesiyle yalnızca Charlie Hebdo olayı karşısında karşılaşmıyoruz. Paranoya ya da “komplo”ya uğrama veya bir dizi gizli kapaklı ya da suç oluşturan işler yaparken yakalanma korkusuyla kendine komplo düzenlendiği zehabına kapılma, böyle bir beklenti sahibi olma neredeyse genel bir ruh hali özelliği kazanmıştır.
Önce Gezi –üst akıl… komplo. 7 Şubat MİT soruşturması –üst akıl… komplo. Ardından 17/25 Aralık Soruşturmaları –üst akıl… komplo… Darbe. Kobanê –üst akıl… komplo. Yüce Divan’a göndermek üzere Meclis Komisyonu kurulması –üst akıl… komplo. En son Charli Hebdo –üst akıl… komplo.
Birkaç örnek:
“Bu tuzağı veya bu tezgâhı kuran muhtemelen başka bir mantık var. Yani şu anda PYD’nin mantalitesinin bu kadar güçlü olduğunu ben düşünmüyorum. Muhtemelen daha üst bir akıl var.” (Erdoğan, El Cezire, 26.10.2014, Kobanê ile ilgili, Letonya-Estonya dönüşü uçakta)
“Bunların arkasında bir üst akıl var…
“Operasyon sadece bana, şahsıma yapılmamıştır. Yapılan operasyonlar hem dışarıdan hem içeriden bir üst merci işidir.
“Gezi olayları dediler, sokaklara döküldüler…
“17 Aralık’ta bahane yolsuzluk iddiası. Bizimle ilgili iddianameler bile hazırdı. O malum polisler tarafından hazırlanmış bekletiliyordu. Hatta bizden sonra görev alacak Başkan, bakanlar bile belliydi. Darbe girişimiydi ama burada bu işi başaramadılar, Mısır’da Ukrayna’da işe yaradı. Burada başaramadılar.
“Bu paralel yapı hiçbir zaman yalnız hareket etmedi. Zaten tek başına bunu planlayacak zeka ve kapasiteye de sahip değil. Sadece maşa olarak kullanıldılar.
“Bu şebeke sufle yaparak medyayı kullanıyor. Kara para aklama bunlarda. Bunların meselesi şahsımla değil, Türkiye’nin bağımsızlığıyla.
“Verilen yardımların nereye gittiğini yatırımcı kardeşim iyi görüyor. Maalesef vatana ihanete gitmiştir. Bu mesele paralel yapı meselesi değildir. Onları maşa olarak kullananlardır. Bu milletin güçlenmesini istemiyorlar.” (Erdoğan, Cumhuriyet, 12.12.2014, TOBB heyetiyle toplantıda)
Mantık anlaşılmış olmalıdır. Peki kimdir bu “üst akıl”?
Çok yerde bir “üst akıl”dan söz eden Erdoğan, birçok yerde imalarda bulunmuştur ancak hiçbir zaman bu “üst akıl”ın kim ya da kimler olduğunu açıklamamıştır. Tek istisna, yine bir “üst akıl”a yorduğu “Mısır darbesi’nin arkasında İsrail var” şeklindeki açıklamasıdır. Kolay değildir ve tabii ki diplomasi yapacaktır!
O nedenle AKP tandaslı üçüncü kişilerin yorumlarıyla bir Amerikalı’nın algısına başvuracağız.
Birinci yorum eski MİT’çi, eski Radikal yazarı Avni Özgürel’e aittir ve Erdoğan’ın açıklamalarını değerlendiren Özgürel, “Türkiye’nin Suriye ve Irak sınırı boyunca kurgulanan oyunu bir üst akıl tezgâhlıyor” sözündeki üst aklın Amerika Birleşik Devletleri olduğunu söylemektedir. (27.10.2014, A Haber)
İkinci yorum espoyonaj nitelikli ve Sabah gazetesine göre 25 yıl Cemaat içinde bulunan, Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi eski imam Prof. Dr. Ahmet Keleş’e ait. Keleş’in yorumu şöyle: “1998’de Gülen’in Amerika’ya gidişiyle 3. devreye girildi. ABD ve İsrail’in kontrol ettiği bir akıl haline dönüştü. Bu akıl Gülen’in aklı değil. Siz Gülen’in aklı ile mücadele etmiyorsunuz. Mücadele ettiğiniz akıl ABD ve İsrail’in ortaklaşa destek verdiği büyük bir akıl. Yıllar yılı bu ülkedeki yapılanmaların stratejik planlamaları bu yapının kademelerinde ve üst akıl tarafından yapılıyor. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün üzerine dinleme merkezi kuranlar, Yargıtay’ın çatısına cihazlar koyanlar, Başbakan’ın ofisine böcekleri koyanlar, herkesi dinleyenler, fişleyenler, kameraya çekenler bunlar.” (Sabah, 23.01.2015)
Ve Newyork Times, Washington Post ve Wall Street Journal gibi Amerikan gazetelerinde yazılanlar yeterince yansıtmış kabul edilse bile, bir de bir “düşünce kuruluşu” olan Center for American Progress’in Türkiye uzmanı ve kıdemli araştırmacısı Amerikalı Michael Werz’in yansıttığı Amerikan algısı: “Erdoğan’dan ABD’nin bölgedeki rolüyle ilgili sürekli suçlamalar geliyor ve bu durum kendisinin cumhurbaşkanı olmasının ardından da değişmedi. Hükümette devamlı bir anti-Amerikan, anti-Batı bir söylem var… Bugünlerde Beyaz Saray, Dışişleri ya da Pentagon’da kimse Türkiye’ye büyük bir iyilik yapmaya hazır değil… Türk dış politikasının sonuçları etkileme ve bölgeye istikrar, refah ve daha az ölüm götürme kapasitesi oldukça sınırlı.” (Hürriyet, 26. 01. 2015)

***
Ne demek? Ya da neden Türkiye “üst akıl” ABD’nin hışmını üzerine çekiyor olsun? Sorun ne? Türkiye Amerikan emperyalizminin “tekerine çomak mı sokuyor”? Sokuyorsa nerede ve nasıl?
Özetle:
Myanmar’da değil tabii. Orası, Türkiye diline dolasa ve ara sıra yardım ulaştırsa bile, Türkiye’nin elinin kolunun erişmesi bakımından fazlasıyla uzak!
Ama Suriye’de Amerikan ve Türk yaklaşımlarının farklı olduğunu bilmeyen kalmadı. Amerika çoktan “Esad’sız çözüm” çizgisini terk etme sinyalleri verirken, Türkiye hâlâ IŞİD’e karşı mücadele babında bile “Esat karşıtlığı”nı şart koşarak Amerika’nın kurduğu “IŞİD Karşıtı Koalisyon”un etkinliğini azaltıyor, onu yokuşa sürüyor.
Üstelik Türkiye’nin sadece genel olarak Suriye politikası fiyaskoya yol açmakla kalmamış, Kobanê politikası da fiyaskoya götürmüştür. Kobanê’ye yaklaşımda açıktan ABD bir yanda Türkiye bir yanda kalırken, en son 26 Ocak’ta, 134 günlük bir savaşın ardından IŞİD çetelerinin Peşmerge ve belirli ÖSO gruplarınca desteklenen PYD güçlerince Kobanê’den tamamen sürülüp çıkarılmalarıyla şimdi Türkiye güneydoğusunda IŞİD’e karşı Amerikan desteğini sağlamış ve galip gelerek Kantonlar olarak varoluşlarını sağlamlaştırmış Kürtlerle komşudur.
Türkiye’nin İsrail karşıtı söylem ve tutumları Amerika’da hoş karşılanmamakta ve örneğin Erdoğan’ın “hangi yüzle Paris Yürüyüşü’ne katıldı” suçlaması karşısında Amerikan Dışişleri sözcüsü, açıkça “Biz, Başbakan Netanyahu’nun Paris’te diğer dünya liderlerinin yanında bulunmasının teröre karşı Fransız halkıyla anlamlı bir birlik mesajı olduğuna kesinlikle inanıyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İsrail devletini tarif şekline katılmıyoruz” açıklaması yapmaktadır.
Mısır darbesi, AKP yöneticilerinin kendilerinin de farkında oldukları gibi, ABD ile Türkiye arasında önemli bir farklılık konusudur; Türkiye –tavır değişikliği sinyalleri vermeye başlasa bile– Müslüman Kardeşleri savunmaktan hâlâ vazgeçmemişken, ABD ve Suudi Arabistan, Türkiye’nin yanında duran son Arap ülkesi olan Katar’ı da yanlarına çekerek Türkiye’nin tam tecridini gerçekleştirmişlerdir.
Türkiye’nin “değerli yalnızlık”ı seçerek, tecrit durumunda olduğu bir başka coğrafya Libya’dır. Libya’da Türkiye Müslüman Kardeşler etkinliğindeki Trablus’taki Milli Genel Kongre’yi destekleyen dünyadaki tek ülke olarak kalırken, Tobruk’taki General Halife Hafter ve Zintan desteğine sahip Temsilciler Meclisi Hükümeti BM’in desteğini sağlamış durumdadır.
Türkiye, Yemen’de de “yanlış at”a oynamış, ve çoktan etkisini yitirerek tecrit olmuştur. Yemen’de El-Kaide’niun üstü örtülü onayıyla iktidarda olan Müslüman Kardeşler’in İslah Partisi, Batılılar ve Suudilerin sessiz kalmaları ve eski devlet Başkanı Abdullah Salih’in de karşı çıkmayıp dolaylı destek sağlamasıyla Kuzey’den gelen İran desteğindeki Husilerce püskürtülmüştür.
Ve Şam Emevi Camii’nde namaz kılmak üzere savaş politikaları izlemeyi de göze alarak müdahaleye giriştiği Ortadoğu’da “ekmek kapıları” hemen tamamıyla yüzüne kapanan AKP Türkiye’si, bundan böyle yüzünü Afrika’ya dönmüş görünmektedir! “Umut Memed’in ekmeğidir”! Ancak Afrika’nın “üst akıl”sız olacağını ve “Müslümanlara oyun” kurulmayacağını kuşkusuz kimse beklememelidir!

Dinin siyasallaşması, terör ve İslam

Paris’te Charlie Hebdo dergisinin çizer ve yazarlarının katledilmesi, bu katliamın dünyada

uyandırdığı infial, “İslam ve terör” tartışmasını yeniden sıcak gündemin ön sırasına çıkardı.

Elbette tartışma belki Charlie Hebdo üstünden alevlendi, ama gerçekte, Charlie Hebdo

saldırısı sadece tartışmanın güncelleşmesinin vesilesi oldu.

Çünkü son 10-15 yıl içinde, El Kaide’nin infial uyandıran eylemleri, IŞİD’in Suriye ve

Irak’ta geniş bir toprak parçalarını ele geçirerek, devletlere kafa tutacak kadar güçlenip bir

“İslam Devleti” ilan etmesi, Boko Haram’ın “Sahraaltı İslam ülkeleri”nde (Nijerya, Nijer,

Çad, Gana, Libya,…) IŞİD’e benzer bir yolla devlet ilan etmeye yakınlaşması,… Bu eylemleri

İslam dünyasında sempatiyle karşılayan binlerce gencin Avrupa ülkelerinden bile çıkıp savaş

bölgelerine gitmesi,…. Kelle kesme videolarının internet üstünden yayımlanması, farklı din

ve mezhepten kimselerin ibadethanelerinin dinamitle uçurulması, “ılımlı İslamcı” çevreler

güç ve itibar kaybederken El Kaide, IŞİD yöntemlerinin yaygınlaşıp taraftar toplaması,…

“gerçek İslam”, “Terörizm ve İslam”, “laisizm ve İslam”, Avrupa ve Amerka’da “İslamofobinin

yükselmesi”,… gibi konuları öne çıkartıcı bir ortam yaratmış, bu açıdan yeterince baskı

oluşturmuştu. Zaman zaman gündemin gerilerine düşmüş görünseler de, gerçekte, sözü edilen

konular, son yıllarda bir yandan siyasetin öte yandan da din otoritelerinin gündemi olarak zaten

öndeydi.

Elbette, bir makale ile bin-iki bin yıllık bu tartışmaların sonuçlandırması beklenemez. Bu

yüzden, bu yazının sınırları içinde, güncel siyasetin ortaya attığı sorulara ve tartışmalara bir

açıklık getirmeye çalışacak, olup bitenin anlaşılması ve gidişata müdahale için ortaya çıkan

imkanları tartışacağız.

DİN VE DİNİN SİYASALLAŞMASI

Nasıl bir “tanrı” tanımı, nasıl bir “dünya” ve “öteki dünya” tasarımı, nasıl bir “ibadet”

(tapınma) sistemi, nasıl “sevaplar” ve “günahlar” tarif,… ettiklerinin ötesinde, başlıca dinler,

tarih sahnesine çıkarlarken, iki konuda ortak tutum içinde olmuşlardır.

1-) Ezilenlere, yoksullara, kölelere hitap ederek, onların acılarını anladıklarını; “yüce

yaradan”ın, onları kurtarmak için, bütün eski inançlarını (dinlerini) terk ederek günahtan

kurtulmalarını ve bu yeni dine sarılmalarını istediğini söyleyerek, bu dünyanın acıları karşısında

“sabır” öteki dünyadaysa “kurtuluş” (cennet) vaat etmişlerdir. Böylece, bütün sınıflı toplumlarda

büyük çoğunluğu oluşturan yoksul halk yığınlarının arasında kendi inançlarının yayılmasını

amaçlamışlardır.

2-) Dinler, tarih sahnesine çıkarken, çok küçük bir azınlığın inancı olarak çıkmışlardır.

Bu yüzden de dinin peygamberi ve ilk büyükleri, çoğunluğun baskısına karşı herkesin

inancında özgür olmasını, bütün dinlerin inançlarını barış içinde yaşamalarını savunmuşlardır.

Bu, aslında çoğunluğun inancı (dini) karşısında kendi inançlarını savunabilme, eski inanç

sahiplerinin kendilerine karşı şiddet uygulamasını önleme, kendilerine özgürlük alanı açmak için

başvurdukları, başvurmak zorunda kaldıkları bir “taktik” de olsa, böyleydi.

Yani bilinen başlıca dinler, bir yandan geniş toplum kesimlerine yokluk-yoksulluk içindeki

kölelere, serflere, savaş esirlerine, en yoksullara bu dünyada çektikleri acılarını azaltmayı,

“öteki dünya”da tam kurtuluşu (cenneti) vaat ederken, aynı zamanda “barış” ve herkesin kendi

dinine göre inanıp yaşayabileceği, “inanç özgürlüğü”nün geçerli olacağı bir toplumu da vaat

etmişlerdir.

Ancak uzun ya da nispeten kısa dönemde, dinler, yayılıp egemen inanç haline gelmeye

başlamalarıyla birlikte, egemenler tarafından benimsenmiş, toplumu yönetmenin etkin bir aracı

olarak kullanılmaya başlanmışlardır. Böylece; ibadet biçimleri, tanrı tarifi, dünya tasarımları,

ritüelleri,… çok değişmese de (ki yaygınlaştıkça yeni inançlarla karşılaştıkça bunlar bile ülkeden

ülkeye, bölgeden bölgeye değişikliğe uğramıştır), yoksullar ve acılarına dair söylemler korunsa

da, gerçekte, egemenlerin iktidarlarını ve mülkiyetlerini meşrulaştıran bir içerik ve tutum

kazanmışlardır. Ve elbette böyle bir değişimle; yoksulları kurtarma iddiası ve inanç özgürlüğünü

savunusuyla ortaya çıkan yeni din, egemen din haline gelince; eski din ve diğer inançları egemen

din adına sınırlama, denetim altına alma, yasaklama, egemen din dışında inanca sahip olanları,

“kafir”, “yok edilmesi gereken günahkarlar” ilan etme,… amaçlı yeni özellikler kazanmıştır.

Böylece din; egemenlerin ülkeyi yönetiminin, egemen siyasetin bir aracına; bazen toplumu

zalimin zulmüne boyun eğmeye ikna etmenin, bazen baskı ve zulme baş kaldıranları kılıçla

hizaya getirmenin, “egemenin hakkı” olarak kutsamanın, çoğu zaman da her ikisini birden

yaparak, egemenlerin halk yığınları üstündeki egemenliğini meşrulaştırmanın silahına

dönüşmüştür. Ve tabii egemen sınıfların elinde din, egemenler için, aynı zamanda diğer ülkeleri

zapt etmenin ve başka ülkeleri yağmalamanın, ele geçirmenin dayanağına dönüşmüş; yoksul

inançlı kitleler, din uğruna egemenlerin yağma ve sömürü dürtüsünün askerleri olarak cephelere

sürülebilmiş; aynı sınıftan insanlar birbirlerini “din uğruna” boğazlamışlardır.

Egemen sınıfın, sahiplenip ülkeyi ve toplumu yönetmesinin aracına dönüştürmesiyle, yeni

din, artık egemenlerin hizmetine giren “din ulularınca”, “ulemaca” elden geçirilmiş, kutsal kitap

ve peygamberlerin söyledikleri yeniden yorumlanmış; din, sistemin ihtiyacına uygun olarak

yeniden, yeniden biçimlendirilmiştir. Ve bu biçimlendirmeler, yeniden yorumlar (bunlar hep

siyasetle iç içe geçmiş yeni din kavgaları biçimde sürmüş) içinde “yeni dinler”, mezhepler,

tarikatlar, cemaatler,… sistem ve ona bağlanmış resmi din tarafından “meşru” ya da “sapkın

görülen yeni “inanç toplulukları” oluşmasıyla birlikte yürümüştür.

Kısacası dinler yaygınlaşıp geniş topluluklar içinde yayıldığında, egemenler, eski dinlerini

bir yana bırakıp, “yeni din”i benimsemekte, halk yığınları üstündeki egemenliklerini böylece

yenilemekte pek az tereddüde düşmüşler, yeni inanış biçimleri eskilerini yerlerinden sürüp geniş

kitleler tarafından benimsendikçe onlar da yenilikleri –şüphesiz çıkarlarıyla uyumlandırarak– en

ileriden sahiplenmekten geri durmamışlardır.

DİNLERİN SİYASALLAŞMASI VE TERÖR

Dinlerin yayılması ve egemenler için toplum yönetmenin bir aracına dönüşmesi, dolayısıyla

dinin siyasallaşması (siyasetin dinileşmesi) süreci içinde varılan noktadan geriye bakan kimi

düşünürler; “gerçek bu değil, gerçek din ilk çıktığı denemde yoksuldan yana, ezilenden yana”dır

diyerek, “gerçek din bu değil” tartışmasını tarihin değişik dönemlerinde yapmışlardır.

Hatta öyle ki; dinlerin doğuşu yıllarındaki yoksulların acılarını azaltmak iddiaları ve bu

doğrultuda geliştirdikleri “din kardeşliği” dayanışmasına, kutsal kitapta “tüm kulları eşit gören

tanrı kelamı”na dayanarak “din adına” egemenlerin zulmüne başkaldırmalara, hatta Kilise’ye

karşı eşitlik, adalet talepleriyle yürütülen mücadelelere bakan bazı 18. yüzyıl ütopik sosyalistleri

“Hıristiyan sosyalizmi” denecek bir sosyalizm türetmeye kalkışmışlardır. 20. yüzyılda benzer

bir eğilim İslam dünyasında aydınlar içinde yayılarak, 20. yüzyılın ikinci yarısında Ortadoğu,

Kuzey Afrika gibi İslam dünyasının önemli bir bölümünde “Müslüman sosyalizmi” programları

ile BAAS tipi partiler ve “sosyalist cemahireye”ler kurulmuştur.

Ancak “Hıristiyan sosyalizmi” dünyanın uzak köşelerinde kimi tarikatların ütopik

girişimleriyle sınırlı kalırken, “İslam sosyalizmi” fikri Sovyetler Birliği’nin destek verdiği askeri

darbelerle işbaşına gelen kısa ömürlü diktatörlükler olarak kurulmuş, ama kısa bir süre sonra ya

faşizan ya da şeriatçılığı bayrak edinen kişisel diktatörlüklere dönüşmüştür.

“Tek tanrı”lı ve sonuçta Musevilikten ilham alarak (ilhamdan da fazla şeyler alarak)

türeyen üç din olarak, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın evrimi, yukarıdaki özetlenen genel

saptamaların dışında değildir. Belki Musevilik “kavim dini” olmasıyla Hıristiyanlıktan ve

İslam’dan farklı özellikler gösterse de, tarihsel süreçte o da benzer bir yol izlemiştir.

EGEMENİN ŞİDDETİNİ KUTSAYAN DİNİN ŞİDDETİ KULLANMASI

Ama konumuz olan “İslam ve terör” ilişkisinde bir yaklaşım sunmak için, Hıristiyanlıkla

İslam’ın tarihsel gelişim sürecine ana çizgileriyle bakmak yararlı olacaktır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, Hıristiyanlığın bir din olarak, İsa’nın doğumu kabul edilen

Miladi 0 (sıfır)’dan 30 yıl kadar sonra belirmeye başladığı kabul edilirse, İ.S. 325 ‘te Roma’nın

Hıristiyanlığı meşru, hatta imparatorluk dini olarak tanımasına kadar geçen 300 yıl boyunca,

bu din, yer altında nispeten küçük toplulukların, illegal cemaatlerin, kölelerin, ezilenlerin, en

yoksulların dini olarak kalmıştır.

MS 325’ten itibaren Roma’nın Hıristiyanlığı devlet dini olarak benimsemesiyle birlikteyse,

Hıristiyanlık, önce Roma’nın diğer halklar üzerindeki efendiliğini kutsayan “tanrısal erk”

olurken, Roma’nın çöküşünden sonra da, feodal krallıkların, derebeyliklerin egemenliklerine

göksel (tanrısal) onay veren, serflerin ve öteki ezilenlerin feodal sömürüye ve zorbalığa

boyun eğmelerini Hıristiyan olmanın şartı olarak, Hıristiyan ahlakının temeline koymuştur.

Ve nihayet, feodal Avrupa’da, İslam’a karşı Hıristiyanlığın Avrupa’sını korumayı da üslenen

Kilise, girişimlerini; Avrupa’nın açlıktan, hastalıktan, savaş ve kıyımlardan kırılan yoksul

Hıristiyanlarını silahlandırarak, Hıristiyanlığın kutsal kenti Kudüs’ü Müslümanlardan kurtarmak

üzere Haçlı Seferleri düzenlemeye kadar vardırmıştır.

Haçlı Seferleri, her ne kadar Papaların, Kardinallerin, papazların düzenlediği Hıristiyan

yoksulları “din uğruna şehit ya da gazi olarak” ruhlarını kurtaramaya çağıran din savaşları gibi

görünse de, gerçekte, kasaları boşalan kralların, ayaklarının altındaki toprak kayan derebeylerin

“Doğu’nun zenginliklerini yağmalama” seferleridir.

Sonrasını da biliyoruz. Sistemler, sömüren sınıflar değişmiş; din dünya işlerinden bir

adım geri çekilmişse de, Hıristiyanlık sermayenin sömürüsünün, dünyayı yağmalamasının,

sömürgeciliğin, giderek de emperyalizmin ön cephesindeki en etkili ve gözde silahı olmaya

devam etmiştir, etmektedir. Hem sömürüye ve zulme başkaldıran işçi sınıfı ve mazlum

halklara boyun eğmeyi öğütleyerek, hem zalim sermaye ve emperyalist tekellerin sömürüsünün

meşruluğuna “kitap”ta yer bularak, görevini sürdürmektedir.

Yani doğuşundan itibaren 300 yıl boyunca “din” olarak yoksulların acılarını anlayıp azaltmak

için, hiç olmazsa öteki dünyada kurtuluş için bu dünyada sabır öğütleyen Hıristiyanlık, devlet

dini haline gelmesiyle egemen sınıfların çıkarlarına bağlanıp egemen siyasetin emrine girerek,

askeri sefer düzenleyen, yağmaları, cinayetleri, tecavüzleri kutsayan, yoluna çıkan farklı

inançların ya da kendi inancından olanların da katline onay vermekten çekinmeyen, zalimi

kutsayan bir dine dönüşmüştür.

Herhalde o gün de (bugün de) kimi Hıristiyanlar; “Hıristiyanlık bu değil” diye

haykırmışlardır. Ama, önce feodal ve ardından kapitalist düzen ve Papa’nın, Kardinallerin

“Hıristiyanlık” dediği Hıristiyanlık sürüp gitmektedir.

İSLAM NEREDEN NEREYE GELDİ?

300 yıl boyunca “sadece din” olarak, inanç olarak kalan Hıristiyanlık, Roma’nın ve sonraki

egemenlerin siyasetinin aleti haline geldikçe nasıl ki kılıca sarılıp, kralların, derebeylerin,

kapitalistlerin sömürü ve yağmasının sürülmesinin silahına dönüşmüşse, İslam da aynı gelişme

çizgisini izlemiştir. Ama çok daha çabuk bir biçimde.

İ.S. 610’da Hz. Muhammed’e gelen lik “vahy” ile ortaya çıktığını kabul edersek, İslam, daha

ortaya çıkmasından birkaç yıl sonra silaha sarılıp Mekke’nin köle sahiplerine karşı savaşan bir

din olmuştur.

İlk Müslümanların, kölelerin yanı sıra Mekke’nin ileri gelen tüccar ailelerinden gelen kişilerin

de olmasıyla, İslam, hızla egemenlerin dini haline gelmiştir. Ve daha Hazreti Muhammed, hem

peygamber hem de yeni devletin başı olmuş, putperestlere karşı verilen savaşları yönetmiştir.

İlk Halife Ebubekir’in’in İ.S. 634’te ölmesinden sonra Halife olan Hazreti Ömer, 3. Halife

Osman ve Büyük halifelerin dördüncüsü olan Hazreti Ali (ilk dört halifenin üçü) katledilerek,

nerdeyse kanlı iktidar değişimlerinin habercisi olmuşlardır.

Sonra Muaviye ve ardılları, Hazreti Ali yandaşlarını, bu arada Peygamberin torunu Hazreti

Hüseyin’i, akraba ve yandaşlarını katlederek Emevi hanedanlığını kurmuş; başkenti de, çöl

ortasındaki Mekke’den ticaret ve kadim uygarlıkların kesiştiği merkez olan Suriye’ye, Şam’a

taşımışlardır.

Öte yandan genç İslam devleti, daha ikinci Halife Ömer döneminde, Musevilerin ve

Hıristiyanların kutsal kenti (her iki dinin de doğduğu kent kabul edilen) Kudüs’ü ele geçirmişti.

Ve daha İslam’ın tarih sahnesine çıkışının üstünden yüz yıl geçmeden, İslam orduları, bir

yandan Orta Asya’da Çin sınırına, öte yandan da Kuzey Afrika’yı baştan sona zapt ederek

İspanya’nın ortasına vardığında, tarih İ.S. 711’dir.

HIRİSTİYAN DÜNYASINDA İSLAMOFOBİ YENİ Mİ?

Elbette bu kadar kısa sürede bu kadar fetih, İslam’ın ilham ve teşvik ettiği fetih ruhu ve genç

ve yeni egemen sınıfın yeni topraklar, yeni servetler ele geçirme isteği ile açıklanabilir. Ama

resmi tarihte denildiği gibi, İslam bu anarşi içindeki topraklara düzen ve adalet götürdüğü için

fetih orduları gülle karşılanmamıştır. Bütün bu fetihler, ilhaklar kanla, kılıç zoruyla olmuştur.

Hele de bu toprakların 300-500 yıldır Hıristiyanlığın egemen olduğu (aynı zamanda ilk

yayıldığı) topraklar olduğu dikkate alındığında, Avrupa merkezli olarak Hıristiyan dünyasında,

“İslam orduları geliyor. Topraklarımızı, dinimizi, ülkemizi koruyalım” kaygı ve korkusunun

bütün kaygı ve korkuların önüne geçtiğini söylemek yanlış olmaz. Dahası, Kilisenin, kralların,

derebeylerin bu korkuyu daha da kışkırtarak, halkı yanlarına çektikleri de herhalde tartışılmazdır.

Dahası, önce Selçuklu’nun Hıristiyan toprağı Anadolu’yu önemli ölçüde zapt etmesi,

arkasından Osmanlı’nın Bizans’ı da yıkarak Viyana kapılarına dayanmasının, Avrupa’da ikinci

bir “Anne, Müslümanlar geliyor” korkusu yarattığı resmi tarih tarafından da övünülerek kabul

edilen bir gerçektir. Bu korkuyu da yine Kilise’nin, çöken derebeyliklerin ve kralların kendi

çıkarları için kullandığı dikkate alındığında, bugün İslamofobinin Avrupa için yeni olmadığını,

İslamın ilk yüzyıllından başlayıp gelen bir korku olduğu ve bunu Avrupalı egemenlerin ihtiyaç

duydukça kullandıkları ve kullanacaklarını bilmek için kahin olmaya gerek yok.

Buradan bakıldığında, bugün Avrupa’da yükselen işsizlik ve yoksulluğun yanı sıra artan

İslam nüfusu ve bunlara eklenen İslam adına ortaya çıkan vahşi terör eylemlerini kullanan ırkçı,

faşist odakların bu çelişkilerden yararlanarak İslam’ın Avrupa’yı ele geçirmesine karşı yeni bir

Hıristiyan başkaldırısı örgütlemek üzere harekete geçmeleri için tarihsel dayanakların fazlasıyla

olduğunu görüyoruz.

Ve elbette ki, bin 500 yllık İslam tarihinin ilk bin yılının Hıristiyanlığa karşı fetih yüzyılları

olması ve bunun bir 300 yılının da “Haçlı seferleri” denilen sıcak savaşları kapsaması dikkate

alındığında, bu fetihlerle savaşların “İslamofobi”nin yaratılması ve sürmesinde başlıca dayanak

yapıldığını söylemek yanlış olmaz.

Yani Hıristiyan dünyasında İslamofobi yeni keşfedilmiş ya da hiçbir tarihsel gerçekliği

yokmuş da bugün suni olarak uydurulmuş bir şey değildir. Bugün yeni olan, İslam adına ortaya

çıkan terör örgütlerinin infial uyandıran eylemleri karşısında ırkçı şoven güçlerin bu tarihsel

korkuyu uyandırmak için yaptıkları güncelleştirmelerdir.

GERÇEK İSLAM YA DA GERÇEK HIRİSTİYANLIK VAR MIDIR?

Yani, tabiri caizse İslam, Hıristiyanlıktan farklı olarak, elinde kılıçla doğmuş ve daha

başından itibaren iktidar değişimleri kanlı katliamlar ve taht kavgalarıyla ilerlemiş bir tarihe

sahip olmuştur. İsmaili Mezhebi ve onların büyük şeyhi Hasan Sabbah ise, suikastları, bireysel

terörü, siyasi amaçları için kullanmada, buna İslam’da yer bulmada bütün çağdaşların aşan bir

yetenek göstermiştir.

Bütün bu fetihler, kanlı taht kavgaları ya da din ve mezhep savaşları içinde, işkence, deri

yüzme, kelle vurma gibi terör örnekleri hep İslamı koruma, İslamı yayma “gerçek İslam’ı

savunma” adına sürüp gelmiştir. Sömürülen yığınları bırakalım, rakip ülkelerin Müslüman ya

da Hıristiyan prens, sultan vb. yöneticilerini bir yana koyalım, Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren

yasaya bağlanıp meşrulaştırılan Sultan oğlu (Şehzade) ve kardeş boğdurmaları hep “Osmanlı’nın

bekası” ve “yeryüzündeki gölgesi” Sultan olan “İslam’ın yüceliği” uğrunadır!

Antikapitalist Müslümanların önde gelen isimlerinden İhsan Eliaçık, Evrensel’deki

röportajında bu tabloyu bugün İslamcı teröre “meşruiyet” kazandırmak isteyenlere yanıt vererek

şöyle çiziyor: “Evet, ‘Batılılar geldi bizi işgal etti, onlar da Irak’ta 1 milyon kişiyi öldürdü,

öfke dolu bir kuşak doğdu, Batı İslam dünyasının örgütlerini terörize etti, onların şiddete baş

vurmasına yol açtı, bu örgütleri onlar yarattı’ deniyor. Ama bana göre bunun ortaya çıkan

tabloya etkisi yüzde 1 bile değildir. Yüzde 99’u içeridedir. Bu görüşlere sığınanların şuna cevap

vermesi gerek; İslam’ın ilk 3 halifesini kim öldürdü? Batılılar mı yaptı bunu? Kerbela’yı kim

yaptı? Batılılar mı? Mekke’yi, Medine’yi basıp kim ateşe verdi?… Sulh yoluyla el değiştiren

bir tane iktidar yok İslam tarihinde. Hep kanlı darbe, kılıç. İslam tarihi bu açıdan kendisiyle

yüzleşmesi gereken kanlı bir tarihtir.”

Eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu da Hürriyet’teki söyleşisinde Erdoğan-
Davutoğlu ve yandaş basın aracılığı ile sürdürülen “İslamofobi Batılıların eseri” ve “İslam’da

olmayan terör olaylarını kullanarak Batılılar oluşturuyor” tezine karşı “içeriden” yanıt veriyor:

“İslamofobinin Müslümanlar aleyhine gelmesinde İslam adına fotoğraf verenlerin çok büyük

rolü var. Sorumluluğu var. Ama asıl sorun İslam entelektüellerinde… İki nedenden dolayı böyle;

Bir, bir kısım İslam etelektüeli böyle sorunlu bir kitle yetiştirdiği için,… İki; bir kısmı da sustuğu

için.”

Çünkü diyor Profesör Bardakoğlu; “Din ideolojik oldu. Din ideolojilerle yer değiştirdi.

Kavgalar din üzerinden verildi. Herkes dinde kendini meşrulaştıracak veya ötekini dışlayacak

argümanlar seçme yarışına girdi. Bireye özgürlük tanımak şöyle dursun kimi sevip kime karşı

olunacağına kadar inen prototip Müslüman modeli sunuldu.”

El Kaide, IŞİD, El Nursa, Boko Haram gibi örgütlerin, kestikleri kafaları videoya alıp

internetten yayımlamaları, kaçırdıkları ya da ele geçirdikleri bölgelerde kendileriyle aynı

inançtan olmayan kadınları, kızları Müslüman erkeklerle evlenmeye ve din değiştirmeye

zorlamaları ya da köle olarak satmaları gibi uygulamaların ortaya çıkmasıyla, dini daha ılımlı

siyasetin aleti olarak kullananlar ya da İslamcı teröre karşı çıkanların önemli bir bölümü;

“Gerçek İslam bu değil”, “İslam barış dinidir”, “İslam başka inançlara saygı gösteren bir

dinidir”,…diyerek İslam adına terörü kullananları eleştirirken, İslam’ı ılımlı siyasetin dayanağı

olarak kullanmaya da devam etmektedirler ya da kullanılmasını meşru görmektedirler.

Oysa ortada bin 500 yıllık bir din kültürü vardır ve bugün bu kültür üstünden hareket

edenlerin, dini siyasetlerinin vurucu gücü haline getirenlerin kendilerini “terörle”

ayıramayacakları da ortadadır. Nitekim örneğin Türkiye’yi yöneten parti ve hükümetinin

sözcüleri ile El Kaide ve IŞİD sözcülerinin mantığı ve amaçları arasında bir fark yoktur. Sadece

“üslup farkı” vardır.

Eliaçık, yukarıda sözü edilen röportajda buna “gömlek farkı” diyor: “Türkiye’de hükümetin

de desteklediği din algısı, bu tür saldırıları bizim ülkemizde de kendisine hak gören insanları

açığa çıkarır. Bugün Türkiye’deki ortalama bir cemaatte mevcut din anlayışıyla eğitilen bir

genç 3 gömlek sonra IŞİD’cidir.” “İslam’ın adaletli, eşitlikçi, barışçı mesajı Kerbela’da toprağa

gömülmüştür. Ebuzer’in ölümüyle, üç halifenin katledilmesiyle, Mekke, Medine’nin basılmasıyla,

Kerbela’da Peygamberin torunlarının toprağın altına gömülmesi, Hüseyin’in kafasının kesilip

saraya gönderilmesiylebu iş bitti. Ondan sonrası nedir; kanlı imparatorluklar tarihidir.”

Peki bırakalım İslam’ı, daha genel soralım: “Gerçek din ve gerçek olmayan din” diye bir

ayrım yapılabilir mi?

Yukarda çok kısaca özetlediğimiz haliyle Hıristiyanlık ve İslam’ın gelişimine şöyle bir

bakmak bile, dinlerin her dönemde o dönemin siyasetine göre içerik değiştirdiğini göstereceği

gibi; her dönemde egemen sınıfın çıkarına göre yenilenen içeriğe de, kutsal kitaplarda,

hadislerde ya da din ulularının yorumlarında dayanak bulunduğunu görürüz.

Çünkü din bilim değildir. Bu yüzden de, “Şu din bu dinden daha iyidir”, “Şu din yanlış bu

din doğrudur”, “Şu din gerçek bu din gerçek değildir”,… denemeyeceği gibi, “Müslümanlık bu

değildir” de denemez. Çünkü din; inançtır, nasıl inanılıyorsa öyle olan bir şeydir ve bu yüzden

eğer gerçek aranıyorsa, “Bir dine ne kadar inanan varsa o kadar ayrı din anlayışı vardır” demek

gerçeğe en yakın olandır. Haydi biraz daha yakından bakalım, en fazla belirli bir din otoritesi kişi

ya da ulema grubu etrafında bir araya gelen “topluluklar”, çeşitli örgütler vardır. Ama her biri

ötekine göre “daha gerçek İslam”dır. Ama sadece o anlayışla birleşenler için.

Eğer din bilim olsaydı, “doğru din”in kanıtları gösterilir, yanlış olanlar dışlanır, “bilim

dışı” ilan edilir, sorun da ortadan kalkardı! Az çok dinlerin ne olup olmadığı tartışmasının

başlamasından beri, gerek dinin içindeki “din büyükleri”, gerekse teologlar, “gerçek İslam

şudur”, “gerçek Hıristiyanlık budur” (bu diğer dinler için de geçerli) denilebilecek bir “gerçek

din” tanımı yapamamışlardır. Tersine her “gerçek din” tanımlama girişimi, yeni dini yorumlar,

yeni mezhepler, yeni tarikatlar, yeni cemaat oluşumlarıyla, dinin kendi içinde parçalanmalarla

sonuçlanmıştır. Gerek Hıristiyanlık, gerek Müslümanlık (Yahudilik ve diğer bütün dinlerde de

geçerli bu) sayısız mezhep, tarikat, cemaat buradan çıkmıştır.

Nitekim bugün; Müslüman Kardeşçi ulema ya da siyaset erbabı; vahşi katliamlar, Şii camileri

ve diğer dinler ve mezheplerden kişilerin ibadethanelerinin bombalanmaları karşısında, “gerçek

İslam bu değil” dediğinde, IŞİD’ci, El Kaideci, Boko Haramcı, ulama “hayır, gerçek İslam

bizim değimizdir, bizim uyguladığımızdır” diyerek daha çok kanıt ileri sümektedir. Nitekim

İslamcı terörist gurupların “ruhani liderleri” de tanınmış “din adamları” olduğu gibi, pek çok dini

çevre de IŞİD’e, El Kaide’ye “dini kaynaklara” dayanarak ciddi bir itirazda bulunamamaktadır.

Bugüne kadar da hiçbir ciddi Sünni ulama topluluğu ya da dini otorite sayılan kişi ya da

kurumun İŞİD’i, El Kaide’yi ,… “İslam dışı” ilan ettiği duyulmadı.

Örneğin ülkede İslam ve terör ilişkisi konusunda Hükümet cenahı ve yandaş basın “bu

Müslümanlık değil” diye ortalığı toza dumana katarken, yolsuzluk, rüşvet ve özgürlükleri

gasp etme gibi konularda yandaş basını bile geride bırakarak Hükümete hınk deyicilik yapan

Yeni Akit gazetesinin yazarı Faruk Köse, İslam’da barışın olmadığını öne sürüyor ve ekliyor

“İslam savaş dinidir de!” “Kur’an’da savaş anlamına gelen kıtâl kelimesi 13 yerde… mukatele

ve türevleri 57 yerde.. katl kelimesi ve türevleri 170 yerde, harb..,11, cihad ve türevleri 41

yerde geçiyor. Barışsa sadece 6 yerde. Pratik de savaşa dairdir. … Ben rahmet ve savaş

peygamberiyim’ buyuran Rasullullah (sav)in, 10 yıllık Medine hayatında 25 kez bizzat savaşa

iştirak ettiği, 50 de seriyye gönderdiği biliniyor.” Diyerek, teröre, barış düşmanlığına ayet ve

hadisler üstünden kanıtlar da gösteriyor.

Bundan da anlıyoruz ki, “İslam bu değil” diyenlerin de yine İslam’ın içinden “Hayır İslam

budur” diyenlerin de ciddi kanıtları vardır.

Daha üç yıl önce Diyanet İşleri Başkanı olan Ali Bardakoğlu; bu durumu kabul ediyor.

14 Ocak 2015’te Hürriyet’e konuşan Bardakoğlu; “İslam dünyasında mezhep çatışmalarında

kan akıyor, birbirinin camilerini bombalıyorlar. Sünni ve Şii ulema bir araya gelip tavır

alamıyor. Aksine kendi mezhep mensuplarını haklı çıkaran karşıt fetvalar yayımlıyorlar. Çeşitli

alimler sürekli cihat, tekfir ve canlı bomba fetvaları veriyorlar. Bütün bunlar sorun büyütüyor.”

diyerek, bugünün İslamcı örgütlerinin terörüyle “dini otoriteler” arasındaki bağlantıyı ortaya

koyuyor.

İSLAM İÇİNDEN ÇIKAN TERÖRE KARŞI MÜCADELE

Mantık çerçevesinde kalırsak; elbette ki “İslam bu değil” diyenler de, en az budur diyenler

kadar haklıdırlar. Ancak İslam içindeki terörist odaklara karşı mücadelenin, “İslam bu değil”

denerek, bu terörist odaklar “İslam dışı” görülerek, yapılan terör eylemleri “provokasyon”

olarak açıklanarak yapılamayacağı da açıktır. Tersine bunların İslam içindeki akımlar oldukları,

gıdalarını İslam’dan aldıkları ve ona göre mücadele edilmesi gerektiği benimsendiği ölçüde bu

mücadele anlamlı olacaktır.

Hürriyet yazarı Taha Akyol; yaşananları “İslam’ın Ortaçağından kurtulamamış olması”na

bağlıyor ve Taraf gazetesine verdiği röportajda şunları söylüyor: “Cihatçılara ‘bizim yaramaz

çocuklar’, ümmet anlayışına da kabile zihniyeti gözüyle bakmak yanlış, İslamcılar şiddete

başvurduğunda bunu önce ağırbaşlı Müslümanların eleştirmeleri gerekiyor!” Akyol; Hükümetin

Charlie Hebdo cinayeti karşısındaki tutumunu da eleştiriyor: “Müslümanların İslamofobiyi

eleştirdikleri kadar İslam’ın içindeki mütaassıp, dar kafalı eylemci grupların inanç sistemlerini

de eleştirmeleri gerekir. Paris’teki katliamı kınanmanın yolu ‘Biz her türlü teröre karşıyız’

demek değildir. ‘Biz terörün temelindeki şu İslam anlayışına da karşıyız’ diye konuşmak lazım”

diyor.

DİNİN SİYASALLAŞMASININ ÖNÜNÜ LAİSİZM KESER

Başka bir biçimde söylersek; din kaynaklı teröre karşı mücadele de, “daha iyi bir İslam”

fikriyle değil, dinin siyasetin, devletin dışına çıkarılması ve devletin dine karışmadığı bir

mevziye çekilmesiyle mümkündür. Çünkü bugün örgütlenip eline silah almış oldukça geniş

bir desteğe de sahip bir güç olarak, IŞİD, El Kaide,… gibi örgütler, ”gerçek İslam budur”

demektedir ve oların “gerçek İslam’ı” tüm dünyanın İslam değerlerin egemen olduğu bir dünya

olması için savaşmaktır. Bunu gerçekleştirmek üzere katliam, yağma, kadıların ve erkeklerin

köle pazarlarında satılması, halkların yerinden yurdundan sürülmesi,…türünden her yolun

“İslam’ın emri” olduğun savunmaktadırlar. Ki, “gerçek İslam mı değil mi” tartışması da,

siyasetin dini kullanmak, onu siyasetin aleti yapmak üzere başlattığı bir tartışmadır.

Elbette kimi İslami çevreler de İslamcı terörist örgütlerin vahşi eylemlerinin İslam’la ilgisi

olmadığını söylemekte, dolayısıyla İslami alanda böyle bir polemiğin sürüp gideceği açıkça

görülmektedir.

Ama şu da bir gerçek ki, konuları değişik olsa da, “ne İslam ne değil”, “hangi İslam gerçek

İslam” tartışması bin 500 yıldır bir adım ileri gitmeden sürmektedir ve bugün de bu tartışmada

bir adım ileri gitmenin imkanı yoktur. Sonuçta her zaman olduğu gibi, “doğru İslam galip

gelenin İslam anlayışı” olmaktadır! Ta ki bir başka güç tarafından o anlayış alt edilene kadar.

Şimdiye kadar da hep, galip gelenin İslam anlayışı egemen olmuş, “galipler mağluplerin ak

libaslarına silmiştir kılıçlarının kanlarını!”

İnsanlığın, bugüne kadar başlıca dinler içindeki ve arasındaki kavgayı sona erdirmesinin

yolu, sorunu, din ve “gerçek din” tartışmasından çıkarmak, dini devletin, siyasetin alanı dışına

çıkarmak, bunun öteki yüzü olarak da, aynı zamanda devleti de dinin alanından çıkarmaktır.

Böylece siyasetin dışına çıkmasıyla, din, kişiyle inandığı tanrı arasında kişisel bir ilişkiye

dönüşmekte ve bir tartışma konusu olmaktan çıkmaktadır. Laisizm de aslında budur.

Avrupa, bin yıl süren din ve mezhep savaşlarına, laisismi benimseyerek son vermeyi

başarmıştır.

Elbette sınıfların olduğu bir toplumda egemenler dini kullanmak için her fırsatı

değerlendirmektedirler. Bu yanıyla da laisizm en gelişkin burjuva demokrasilerinde bile

kör topal işlemektedir. Ama laisizmin sınırlı bir biçimde bile toplumsal kabul görmesi, din

konusundaki tartışmaların mezhep ve din savaşlarına yol açacak düzeyde büyümesini önlemiştir,

önlemektedir.

Hele de Ortadoğu gibi, bu tür İslamcı terör organizasyonlarının, mezhepçi gerici siyasi

güçlerin fink attığı, dahası bunların ülke yönetimlerinde etkin biçimde yer aldığı bir bölgede

laisizm mücadelesi bugün çok daha önem kazanmıştır.

Bugün bölgede sadece IŞİD’in “İslam devleti” yoktur; aynı zamanda İran, Irak, Türkiye,

Körfez Emirlikleri, Suudi Arabistan, Yemen, İsrail,… (Mısır, Libya gibi Afrıka-İslam

ülkelerini saymıyoruz bile) nispeten de Suriye’de din ve mezhep yönetimleri bölgeyi bir

din ve mezhep çatışmaları bölgesine dönüştürmüş bulunmaktadır. Ve bu gelişmeler, bölge

ülkelerine emperyalist müdahalenin boyutları ve derinliği ile birlikte ele alındığında, mezhep

yönetimlerinin, bölgedeki gerilimin büyümesinde en az IŞİD ve EL Kaide kadar rol oynadıkları

açıkça görülecektir. Hatta bu ülkelerin dinci, mezhepçi yönetimleri, bölgedeki gerilim

bakımından terörist örgütlerden daha da büyük tehdit oluşturmaktadırlar. Ki, IŞİD, El Kaide,

Boko Haram gibi örgütler de hem bu mezhepçi yönetimler ve güç odakları arasındaki rekabetten

hem de onlar arasındaki çatışmaların yarattığı boşluklardan yararlanarak güçlenip etkinlik

kazanmaktadırlar.

Gerek bölgedeki ilerici demokratik güçler gerekse bölge halkları, artık laisizm konusunda

daha duyarlıdırlar ve bölgede artık giderek daha fazla, laisizm doğrudan bir yaşam tarzı,

toplumun birliğinin ve bir arada yaşamasının harcı olarak anlaşılmaya başlanmıştır.

IŞİD’in ortaya çıkması ve tüm halklar için bir tehdit oluşturması, aynı zamanda bölgedeki

mezhepçi yönetimlerin ne olduğunun anlaşılmasını da kolaylaştırmıştır. Bu yüzden de, düne göre

bugün, laik ve demokartik bir Ortadoğu için mücadele daha güçlü dayanaklara sahiptir.

Elbette bugün İslami terörizmi lanetlemek onun vahşi yöntemlerini teşhir etmek, onların din

ve mezhepler üstünden yaptıkları kışkırtmaları boşa çıkarmak, onlara dayanak olan mezhepçi,

“ılımlı” görünümlü dinci siyasi odakları teşhir etmek önemlidir. Ama aynı zamanda ondan

da önemli olan, bölgede emperyalist müdahalelere karşı ve onların işbirlikçisi her renkten

mezhepçi, dinci akım ve hareketlere ve ülke yöntemlerine karşı mücadeledir.

Avrupa’da ırkçılık, ‘islamofobi’ ve halkların mücadelesi

Arkasında kimlerin olduğu, nasıl gerçekleştiği, ne zaman planlandığı gibi pek çok sorunun halen kesin olarak aydınlanmadığı 11 Eylül 2001’deki İkiz Kuleler’e yönelik terör saldırısının, hakikaten de son 14 yıl içindeki pek çok gelişme için “önemli bir dönemeç” olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor. Çünkü, günümüz dünyasında cereyan eden pek çok siyasi gelişmenin, çatışmanın, savaşın görünürdeki nedenleri, bu saldırının tetiklediği olaylar zinciriyle bağlantılı. Bu nedenle 11 Eylül, sadece İslamcı teröristlerin bindikleri uçakları silah olarak kullanarak İkiz Kuleleri devirmesi ve üç bine yakın insanı öldürmesinden ibaret bir olay değil. Zira bu saldırının ardından dünyadaki çelişki ve çatışmaların ele alınış eksenleri değiştirilmiş, emperyalizm tarafından yeni bir düşman ilan edilmiş, halklar, emekçiler ve ülkeler de buna göre bölünmüş ya da dizayn edilmiş, edilmeye de devam ediliyor.
Başka bir deyişle, bütün kıtalarda ve ülkelerde yıldan yıla derinleşen sınıflar arası çelişkilerin üzerini örtmek amacıyla onların yerine dinler ve mezhepler arasındaki çelişkiler geçirilmeye çalışılmıştır. Gelinen aşamada ise, bunda azımsanmayacak bir mesafenin katedildiği, farklı inanç ve mezheplerden emekçi sınıflar arasındaki önyargıların katlanarak arttığı ve 11 Eylül’ün bir dönemeci ifade etmesinin de yanlış ve önemsiz olmadığı görülüyor. Bu durum, doğal olarak, egemen sınıfların, kapitalist-emperyalist devletlerin aynı sınıftan ama farklı dinsel inançtan emekçileri bölerek kendi egemenliklerini sürdürmesini kolaylaştırmıştır.
Bu nedenledir ki; ABD öncülüğünde, “11 Eylül’ün intikamını alma” adına “teröre karşı önleyici savaş” çerçevesinde hazırlanan bütün stratejiler, işgaller ve müdahalelerin aslında radikal dinci terörü bitirmekten çok terörü besleyip büyütme üzerinden dünyada egemenlik planlarını hayata geçirmeye yol açtığı görülüyor. Her ne kadar emperyalist politikaların 11 Eylül’den sonra farklı dinlerden ve inançlardan emekçileri ve halkları, “Kültürler/Medeniyetler Çatışması”  tezi üzerinden karşı karşıya getirerek hayata geçirileceği dillendirilse de, bu yalanlandı. Ancak 2001’den bu yana cereyan eden pek çok olay, aslında bütün emperyalist devletlerin ve onların bölgesel dayanakları ve ideologlarının bu tezde ileri sürülenler üzerinden farklı inançlardan emekçiler ve halkları bölerek emperyalist-kapitalist düzeni ayakta tutmaya çalıştığını yeterince ortaya koyuyor. Bu nedenle, emperyalist-kapitalist düzenin savunucuları bir taraftan bu tezin doğru olmadığı ileri sürerlerken, diğer taraftan bu tezin hayata geçirilmesi için ellerinden geleni yapıyorlar, yapmaya da devam edecekler. Bu, elbette her coğrafyada, ülkede ve toplumda farklı şekillerde gerçekleşiyor ve farklı süreçlerden geçiyor.

AVRUPA’DA İSLAM KARŞITLIĞI ÜZERİNDEN YÜKSELEN IRKÇILIK
Halkları inançlar temelinde bölerek gerici politikaları hayata geçirme yönünde sürdürülen politikalar, Avrupa’da öncelikli olarak, “İslami terör” bahanesiyle demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasıyla başladı. SSCB’nin yıkılmasından sonra hız verilen neoliberal politikaların sonucu emekçilerin sosyal haklarında yapılan büyük kısıtlamalara bu kez demokratik hakların kısıtlanması eklendi. Zira, sosyal hakların kısıtlanması, sosyal devletin tasfiyesi genel olarak emekçi sınıfların durumunu kötüleştirirken, bunun nedeni oldukları iddiasıyla “göçmenler ve sığınmacıların devlete yük olduğu” şeklindeki gerici politikalar da yaygınlık kazanmaya başladı.
Yüzyıllar boyunca uğruna mücadele edilen ve kazanılan kişisel ve kolektif hak ve özgürlükler adım adım budandı. Ama 11 Eylül’ün etkileri sadece bunlarla sınırlı kalmadı; emekçi sınıflar arasında bölünmeleri derinleştirmek, dini ve milli değerleri yeniden piyasaya sürmek, parçalanmışlığı diri hale getirmek için terör eylemlerine yönelenlerin dininden olanlara karşı yaygın şekilde önyargılar körüklendi, tarihteki klişeler üzerinden ayrım derinleştirildi. Asıl olarak sermaye hükümetleri, partileri ve basını tarafından geniş kitleler üzerinden etkili hale getirilen Müslüman inancından olanlara ya da İslam ülkelerinden gelenlere yönelik oluşturulan olumsuz hava, kısa süre içerisinde ırkçılar ve yabancı düşmanları için bulunmaz fırsatlar sundu. 11 Eylül öncesinde genel olarak Avrupa’da yabancılar, göçmenler ve sığınmacılara karşı kampanyalar yürüterek siyasi güç haline gelmek isteyen ırkçı, muhafazakar gerici çevreler ve hareketler, 11 Eylül terör saldırısından sonra stratejilerinde önemli bir değişikliğe giderek, İslam karşıtlığını baş konu haline getirdiler. Böylece, sermaye partileri ve basını tarafından hedef haline getirilen, terörle bağlantılandırılan Müslümanlar ve İslam ülkelerinden gelen göçmenlere karşı ırkçı-faşist güçler daha kolay taban bulmaya başladılar.
Kısa bir süre önce Media Tenor (Rapperswil) Araştırma Ensitüsü  tarafından yayınlanan raporda medyada İslam üzerine yapılan olumsuz haberlerin toplum üzerinde yarattığı etki gözler önüne seriliyordu. 19 Alman televizyonu, radyosu ve yazılı medyanın verdiği 266 bin haber üzerinde yapılan analizlerde, bu haberlerin yüzde 80’inde İslam ve İslam ülkelerinden gelen göçmenlerin olumsuz gösterildiği belirtildi. Analizde, bu olumsuz yayınlarının İslam ülkelerinden gelen göçmenler üzerinde olumsuz sonuçlara yol açtığı vurgulanıyordu. Bu, elbette sadece Almanya’ya özgü bir durum değil. Aynı araştırmayı haberleştiren Spiegel Online, özellikle televizyonların yaptığı olumsuz haberlerin etkili olduğuna işaret ediyordu. Almanya, İngiltere ve ABD’de 2.6 milyon TV haberi ve programı üzerinde yapılan analizde de, İslam’ın ve İslam ülkelerinden gelen göçmenlerin ağırlıklı olarak radikal dinci örgütler tarafından Ortadoğu (İslam Devleti-İD, El Kaide) ve Afrika’da (Boko Haram) yapılan katliamlar dolayısıyla gündeme geldiği belirtiliyordu.  Belirtmek gerekiyor ki, Almanya’da bu türden yayınların başını Der Spiegel çekiyor.
Elbette radikal dinci örgütler tarafından “İslam adına” işlenen cinayetler, zamanla radikal sağcı, ırkçı kesimlerin hızla güç toplaması, kök salması, kalıcı hale gelmesine önemli ölçüde hizmet etti, etmeye devam ediyor.
Avrupa ülkelerinde son yıllarda ırkçı-sağcı ve İslam karşıtlığı üzerinden seçim kampanyaları sürdüren partilerin almış oldukları oylar, tablonun anlaşılması bakımından önemli. Geçen yıl yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağcı-milliyetçi partiler 751 sandalyeden 140’ını kazandılar. Seçimlere katılım oranının da düşük olmasının etkisiyle, Fransa, Front National (FN) yüzde 26 oyla birinci oldu. Benzer bir tablo, İngiltere’de de söz konusu. AB ve göçmen karşıtı UKIP seçimlerde yüzde 28 oy alarak geniş bir yankı yaratmıştı. Bu, İngiltere’de 1910’dan bu yana ilk kez İşçi Partisi ve Muhafazakar Parti’nin dışında başka bir partinin birinci olması anlamına geliyordu. Danimarka, Belçika, Hollanda, Avusturya, Finlandiya, Polonya, Macaristan, İtalya, Yunanistan, İsviçre, Macaristan gibi ülkelerde de sağcı partiler ulusal parlamentolarda temsil edilirken, bazı ülkelerde bu partiler kimi zaman hükümet ortağı kimi zaman da hükümeti dışarıdan destekler konuma geldiler (Avusturya, İsviçre, Danimarka, Hollanda).
Belirtmek gerekiyor ki; söz konusu ırkçı – faşist partilerin güç toplamasında AB çapında yaşanan ekonomik – sosyal sorunlar da önemli ölçüde rol oynuyor. Özellikle AB çapında yaşanan kriz nedeniyle AB ve Euro karşıtlığı da öne çıktı ve Brüksel’den dayatılan ağır tasarruf politikalarına karşı çıkmaları da oy almalarında rol oynadı. Ancak bundan sonra da söz konusu parti ve akımlar İslam ve AB karşıtlığı üzerinden güç toplama politikasına devam edecekler.
AB’de yaşanan krizden sağcı partilerin oylarını artırarak çıkmasında, aynı zamanda solun çekimser, flu politikaları da rol oynuyor. Milliyetçilerle aynı görünmeme endişesiyle AB ve IMF tarafından dayatılan politikalara karşı çıkmama ve Euro’dan ve AB’den çıkmayı savunmama, pek çok sol akımda “Euro krizi” konusunda belirgin olmayan, ne söylediği tam anlaşılmayan politikalara dönüştü. Hal böyle olunca halk arasında AB ve Euro’ya karşı oluşan tepkilerin bir bölümü ırkçı – faşist partiler tarafından yedeklendi.  Bunun en somut hali Almanya’da yaşandı.

ALMANYA’DA SAĞCILARIN YENİ ADRESİ: AfD
Geçmişi ırkçılıkla lekeli Almanya’da, uzun zamandan beri mayalandırılan milliyetçi, göçmen ve AB karşıtı hareket “Almanya İçin Alternatif” (AfD) adı altında kendisini ifade etti ve geçen yıl yapılan AP seçimlerinde yüzde 7 oy alarak Strasbourg’a temsilciler gönderdi. Ne var ki, bu partinin yükselişi sadece AP seçimleriyle sınırlı kalmadı. Ardından Doğu Almanya’da yapılan eyalet parlamentoları seçimlerinde de devam etti.
Resmi olarak 6 Şubat 2013’te kurulan AfD, asıl olarak “Euro Krizi” olarak bilinen Güney Avrupa ülkelerinin içine düştüğü ekonomik kriz ve buna bağlı yaşanan siyasi gelişmeler konusunda Alman sermayesinin çıkarlarını radikal bir şekilde savunma adına ortaya çıkmıştı. Partinin en tanınmış destekçilerinden birisi, 1995-2000 yılları arasında Alman İşverenler Birliği (BDI) başkanlığını yapan Olaf Henkel. Henkel AfD’den AP milletvekili seçildi.
Euro karşıtlığından çok, Euro’nun Kuzey ve Güney olarak ikiye bölünmesini savunan Henkel, ekonomik durumu kötü olan Güney Avrupa ülkeleri ile ekonomisi iyi olan Kuzey Avrupa ülkelerinin ayrı Euro kullanması gerektiğini savunuyor. AfD’nin sözcüsü Prof. Dr. Bernd Lucke ise, ilk olarak neoliberal görüşlerini Prof. Dr. Thomas Straubhaar ve Prof. Dr.  Michael Funke ile birlikte, 2005’deki genel seçimlerden önce, “Hamburg Çağrısı”  (Hamburger Appell) adı altında ilan etmişti. Die Welt gazetesinde yayınlanan bu çağrıyı, çoğu ekonomi alanında olmak üzere, aynı görüşleri paylaşan 250 akademisyen de desteklemişti.
O dönem, hükümeti oluşturan partilerin alım gücünün yükseltilerek ücretlerin artırılmasıyla krizden çıkılabileceği yönündeki görüşlerine karşı hazırlanan çağrıda, açık bir şekilde, krizin ancak düşük ücretli işlerin çoğaltılması, ücretlerin aşağı çekilmesi, çalışma sürelerinin uzatılması, izin sürelerinin kısaltılmasıyla aşılabileceği ileri sürülüyordu.
Hamburg Çağrısı’nın gazetelerde çıkan ilanlarının parasını ise neoliberal görüşleriyle tanınan “Yeni Sosyal Piyasa Ekonomisi Enstitüsü” (INSM) ödedi . Bu enstitüyü asıl olarak metal ve elektronik işverenleri destekliyor ve yıllık bütçesinin yaklaşık 10 milyon Euro olduğu tahmin ediliyor.
AfD ilk olarak Euro karşıtı kampanyalarla dikkat çekmişti. Buna, Doğu Avrupa ülkelerinden insanların göç etmesi ve sığınmacılara karşı söylemlerini de ekleyince, mevcut Hıristiyan Demokrat partilerin sağındaki alana yerleşen bir parti oldu. Kurulduktan 8 ay sonra katıldığı genel seçimlerde yüzde 5 barajını az bir oyla kaçırarak, yüzde 4.7 oy aldı.
Federal Parlamento ve Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde elde ettiği başarıları Doğu Almanya’daki Saksonya, Thüringen ve Brandenburg eyaletlerinde de sürdürdü. Her üç eyalette de sorunsuz şekilde parlamentoya girdi. Yapılan anketlere göre, ülke genelindeki oy aranı 2014 sonu itibarıyla yüzde 6’ya kadar çıkmış. Bu demektir ki, 2017’deki genel seçimlerde parlamentoya girme şansı oldukça yüksek. Bu da, Almanya’daki siyasi dengelerin yeniden düzenlenmesi anlamına geliyor.
Ekonomide neoliberal politikaları ve ulusal sermayenin korunmasını savunan, ancak toplumsal konularda daha muhafazakar bir çizgide olan AfD’nin yükselişi, aynı zamanda uzun yıllar eyalet ve federal meclislerde bulunan, hükümet ortaklığı yapan liberal Hür Demokrat Parti’nin (FDP) çöküş dönemine denk geliyor. FDP, 2013’deki genel seçimlerde ilk kez ülke genelinde yüzde 5 barajına takılarak Bundestag’a gidemezken, benzer bir durum eyaletler düzeyinde yaşanıyor. AfD’nin başarı kazandığı eyaletlerde genellikle FDP barajın altında kalıyor. Genel seçimler üzerinden yapılan analizlere göre, FDP 430 bin, CDU/CSU 290 bin, SPD 180 bin, Sol Parti 340 bin, Yeşiller 90 bin seçmenini bu partiye kaptırmıştı.
Genel seçimler ve Avrupa Parlamentosu seçimlerinden ve Ağustos 2014’te yapılan Saksonya Parlamentosu seçimlerinden sonra, AfD’nin bugüne kadar gelip geçici olan partilere benzemediği, dolayısıyla CDU’nun sağında kalıcı olabileceğine dikkat çekilmeye başlandı. Bu nedenle de CDU’nun ve başbakan Merkel’in daha fazla bu partiyi görmezlikten gelemeyeceği, artık muhatap alıp eleştirmesinin zamanın geldiği dile getirilmeye başlandı. Diğer bir yaklaşım ise, gelecekte bu partinin FDP’nin yerine CDU’nun koalisyon ortağı olabileceği yönünde.
Die Zeit gazetesinden Ludwig Greven’in kaleme aldığı “Görmezlikten gelmek isteğe bağlı değil” başlıklı yorum yazısında, bu partinin üzerinde oturduğu platform şu şeklide tanımlanıyor: “AfD başarılı bir şekilde CDU’nun bir kenara bıraktığı sağ muhafazakar konuları işliyor. Bunların başında iç güvenlik, göç, yabancılar ve aile politikası geliyor. Kendisini başka partilerde bulamayan protesto oylarını topluyor”
Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU) ve Bavyera eyaletindeki devamı Hırisyiyan Sosyal Birlik (CSU) partileri İkinci Dünya Savaşı sonrasında özel olarak kendi sağında güçlü bir siyasi oluşuma izin vermedi. Bavyera eski başbakanlarından ve CSU başkanlarından Josef Strauß bu politikayı “Bizim sağımızda olan hiçbir parti demokratik değildir” diyerek özetlemişti. Bu nedenle Neonazileri bir yana bırakırsak, belli dönemlerde ortaya çıkan eğilimler hemen bastırıldı. Yani, kendi sağında başka bir hareketin kurulmaması üzerinden inşa edilen planın günümüzde AfD’nin yükselişiyle artık pek geçerli olmadığı görülüyor.
Der Spiegel dergisinde yer alan “Sağdan Parlamento Dışı Muhalefet” başlıklı yazıda, son on yıldır Hıristiyan Demokratlar’ın muhafazakar seçmenlerin bir bölümünü kaybettiğine dikkat çekildikten sonra şöyle deniliyordu: “Almanya’da partiler yeniden biçimlendiriliyor. CDU 10 yıl önce kendisine bağlı olan muhafazakar seçmenler grubunun bir bölümünü kesin olarak kaybetti ve bunu da kabul etmiş durumda. Daha muhafazakar olan CSU ile de bunu telafi edemez. Avrupa ölçülerinde bakılırsa bu normalleşmedir: Birçok Avrupa ülkesinde muhafazakar partilerin sağında popülist gruplar oluştu. Almanya’da ise savaştan sonra bu hiç olmadı. Nazi döneminde yapılanları anımsayan kolektif hafıza buna yol açtı ve CDU da kendi sağındaki bir parti yaratmamayı değişmez politika haline getirdi. Bu elbette ‘devlet partisi’ olmaya uygun bir durumdu.”
CDU’nun sağında muhafazakar bir oluşumun taban bulmasının elbette sermayeyle bağlantılı olan önemli bir yanı bulunuyor. Sadece, Alman İşverenler Birliği Başkanlığı’nı yapan Olaf Henkel yok bu partinin içinde ya da arkasına. AB’nin ortak para birimi Euro’nun yürürlüğe konulmasından rahatsız olan ve bundan zarar gören belli sermaye grupları mevcut. Ülkeler ve sektörler arasında yaşanan rekabet karşısında dayanamayan Alman sermaye grupları, bu nedenle, mevcut haliyle Euro’nun devam etmesinden yana değiller. Dahası, kriz içindeki ülkelere Alman kasalarından paranın akıtıldığını ileri sürerek, “izlenen yanlış politikanın zararlarının Almanya tarafından karşılanmamasını” talep ediyorlar. Bu nedenle AfD’nin öncekilerden farklı olarak güçlenmesinin ardında, asıl olarak arkasına aldığı belli sermaye gruplarının çıkarları bulunuyor. Ve bu sermaye grupları kendi çıkarları temelinde AfD üzerinden AB ve Euro’dan kazanç elde eden sermaye grupları üzerinde baskı kurmanın, pazarlık yapmanın planlarını yapıyorlar. Bu planların başında, Euro’nun iki ayrı gruba (Zengin Kuzey, Yoksul Güney) ayrılması ve Almanya’nın “Zengin Kuzey” grubunda yer almasınının sağlanması var. Bu talep, özellikle kriz tartışmalarının yoğun olduğu dönemde değişik kesimler tarafından da gündeme getirilmişti.

AfD’NİN SOKAKTAKİ YANSIMASI: PEGİDA
AfD’nin yükselişi ve giderek kalıcı hale gelmesi, aynı zamanda, Euro, İslam ve göçmen karşıtlığı temelinde yeni bir sağ hareket için koşulların olgunlaştığı anlamına geliyordu. Ancak, buna rağmen bu partinin yükselişi yeni sağ tehlike olarak yorumlanmadı çoğunlukla.
Ne var ki, kendisine “Batının İslamlaştırılmasına karşı Avrupalı Yurtseverler” (PEGIDA) diyen hareketin Saksonya eyaletinin başkenti Dresden’de kitlesel eylemler yapmaya başlaması, ortada yeni bir hareketin olduğu tartışılmasını da beraberinde getirdi. Bu hareketin AfD ile ne kadar bağlantılı olup olmadığı tartışılan başka bir konu oldu. Her ne kadar PEGIDA’nın başını çekenler doğrudan AfD yöneticileri, kadroları olmazsa da, son seçimlerde bu partiye oy verdiklerini gizlemiyorlar. Keza, AfD içerisinde de bu hareketle bağlantı konusunda yoğun tartışmalar yaşandı. Eylemlere katılmak için Dresden’e giden AfD Brandenburg Başkanı Alexander Gauland, “Biz bu hareketin doğal müttefikiyiz”  diyordu. Saksonya’daki Meclis Grubu PEGIDA yöneticileriyle görüşmeler yaparak desteklerini sunarken, Genel Merkez’den araya mesafe konulması gerektiğine dair açıklamalar yapılıyordu. Her ne kadar örgütsel bir bağdan söz edilmezse de, aradaki fikir birliği, doğal olarak PEGIDA’yı AfD’nin sokaktaki yansıması haline getirdi. Zira Deresden Teknik Üniversitesi Anayasa ve Demokrasi Araştırmaları Merkezi (ZVD)  tarafından yapılan araştırmaya göre, eylemlere katılanların yüzde 17’si AfD seçmeni olduğunu belirtiyor ve bu oran, eylemlere katılan diğer partilerin seçmenlerinden çok fazla. Eylemlere katılanların yüzde 62’si hiçbir partiyle bağlantısının olmadığını söylüyor. Bu demektir ki, mevcut partilerle bağı bulunmayan azımsanmayacak bir kitle, ırkçı grupların yönlendirmesiyle kendisine yeni bir “siyasi temsilci” arayışı içerisinde.
IŞİD terör örgütünün Irak, Suriye ve Kobane’de yaptığı insanlık dışı katliamlar ve cinayetlere tepki olarak Almanya’da Kürtler ve demokratik güçler tarafından pek çok kentte eylemler düzenlendi. Bu eylemlerin Hamburg ve Celle ayağında çok sayıda kişi Selefi Kürtlere karşı saldırıda bulunarak, katliam provası yaptı. Hem de polisin gözleri önünde. Basında “Kürtlerle Selefilerin çatışması” olarak yansıtılan bu durum PEGIDA ve diğer ırkçı gruplar tarafından “Almanya toprakları üzerinde vekalet savaşı istemiyoruz” sloganıyla işlendi ve bu temelde eylemler örgütlenmeye başlandı.
İşte bugün kitlesel bir hareket olma özelliği kazanan PEGİDA, ilk olarak Dresden’de, 20 Ekim 2014 Pazartesi akşamı, sosyal medya üzerinden yapılan ve 300 kişinin katılımıyla gerçekleşen bir gösteriyle işe koyuldu.. Bu eylemlere katılım 24 Kasım 2014’te şaşırtıcı şekilde 5 bin 500’e, 22 Aralık 2014’te 17 bin 500’e, 5 Ocak 2015’te 18 bine, Paris’teki Charlie Hebdo saldırısından sonra 12 Ocak’ta ise 25 bine ulaştı.
Her hafta katlanarak artan kitlesellik, aynı anlayıştaki ırkçı örgütler tarafından diğer kentlere de yayılmaya çalışıldı, ancak bu başarılamadı. Tam tersine, Dresden dışındaki kentlerde kitlesel şekilde antifaşist gösteriler yapılmaya başlandı.

NEDEN SAKSONYA, NEDEN DRESDEN?

Halen Doğu Almanya’da Dresden’e özgü lokal bir hareket olma özelliği taşıyan PEGIDA’nın neden bu kentte zemin bulduğu en çok merak edilen soruların başında geliyor. Elbette, geçmişle bağlantı kurulduğuna, bu hareketin Saksonya’da zemin bulmasının nedenleri var.
Bugün İslam’a karşı bir söylem üzerinden yapılan propagandanın merkezi haline gelen Saksonya, 1918/19’daki Kasım Devrimi’nden sonraki Weimar Cumhuriyeti’nin ilk “Hür Eyaleti” (Freiestaat) olma özelliği taşıyor. Bugün de bu özelliğini koruyor. En dikkat çekici nokta ise, Saksonyalıların dinle ilişkisi. Reformasyon döneminde Protestanlığı kabul eden Saksonya’da, Demokratik Almanya Cumhuriyeti döneminde hiçbir mezhebe ait olmayanların sayısı önemli oranda artmış. Şu anki resmi verilerde de Saksonyalıların yüzde 75,4’ü Hıristiyanlığın her iki mezhebine de bağlı değil. Geriye kalanların yüzde 20,9 Protestan (840 bin 490) ve yüzde 3,7’si (149 bin 570) Roma-Katolik Kilisesi’ne bağlı.
Benzer bir tablo, eylemlerin merkezi haline gelen başkent Dresden için de geçerli. 1949’de kentte yaşayanların yüzde 85’i bir kiliseye bağlı iken, bu oran 1989’da yüzde 22’ye düşmüş. Son verilere göre de, Dresden’de yaşayanların yüzde 80’i herhangi bir mezhebe bağlı değil. 530 bin nüfuslu kentte Protestan Kilisesi’ne 75 bin, Roma-Katolik Kilisesi’ne 20 bin kişi üye.
Rakamlara bakıldığında, hem Saksonya hem de Dresden’de yaşayanların önemli bir bölümü kendisini herhangi bir mezhebe ait hissetmezken, İslam karşıtlığı ve “yurtseverlik” söylemi üzerinden bir araya gelerek sokaklara dökülmeleri pek inandırıcı bir durum değil.
Kaldı ki, ZVD tarafından eylemlere katılanlar üzerinde yapılan araştırma da bunu doğruluyor. Eylemlere katılanların yüzde 5’i “dinsel ve ideolojik şiddete tepki”den, yüzde 54’ü “mevcut politikadan rahatsızlık”tan ötürü eylemlere katıldığını söylüyor.  Araştırmada PEGIDA eylemlerinin temelindeki “dinsel tepki”yi ölçme konusunda başka bir veri daha bulunuyor. Eylemlere katılanların yüzde 73’ü hiçbir mezhebe ait olmadığını söylerken, yüzde 21’i Protestan, yüzde 4’ü Katolik ve yüzde 2’si de ‘diğer” diyor. Dolayısıyla ortada “İslam’a karşı Hıristiyan-Batı değerlerini” savunma diye bir tepkiden söz etmek oldukça zor. Çünkü, eylemcilerin kendileri Hıristiyan-Batı değerlerine göre yaşamıyor.
Öyle görünüyor ki; muhafazakar değerler üzerinden yürütülen propagandalarla bölgede yeniden Hıristiyanlığın mezheplerini ve milli değerleri güçlendirme amaçlanıyor. Zira, kilisenin etkisinin bu denli sınırlı olduğu bölgede, ileri sürüldüğü gibi bir “İslam tehdidi” de bulunmuyor. 4 milyonluk eyalette göçmenlerin oranı yüzde 2,8 (117 bin). Bunlar arasında İslam ülkelerinden gelenlerin miktarı kayıtlarda yer almayacak kadar az. Bu nedenle, Batı değerlerinin korunması, İslam korkusu üzerinden yaratılan propagandanın bu denli etkili olmasının arkasında daha derin nedenlerin olabileceği tahmin ediliyor.

SİYASAL MUHAFAZAKARLIK VE MİLLİYETÇİLİK
Din faktörü açısından muhafazakarlığın etkilerinin az görüldüğü Saksonya’da siyasi anlamda muhafazakarlık ise etkili. İki Almanya’nın birleşmesinden bu yana Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU) partisi eyaletin en güçlü partisi. CDU 1990-2002 yılları tek başına iktidardı. Sonraki yıllarda ise hep hükümetin büyük ortağı oldu. Sol Parti yüzde 20 civarında oyla yıllardır anamuhalefet.
Faşist Alman Milliyetçi Demokrat Parti (NPD) her ne kadar 2014’teki seçimlerde yüzde 5 barajını aşmasa da, 2004’ten bu yana eyalet parlamentosundaydı. 2004’teki eyalet parlamentosu seçimlerinde NPD yüzde 9,2 ile 190 bin oy aldı. Bu yüksek oy oranı ülke genelinde büyük tartışmalara yol açtı. 2009’daki seçimlerde ise, oy oranı gerilese de (yüzde 5,6, 100 bin oy), barajı geçerek Meclis’te grup kurmayı ikinci kez başardı.
Faşist parti NPD, Ağustos 2014’teki seçimlerde 82 bin oyla yüzde 4,9 oy alarak parlamentonun dışında kaldı. Buna karşın “yeni sağ”ın temsilcisi Almanya İçin Alternatif (AfD) büyük bir sıçramayla yüzde 9,7 (105 bin) oy alarak parlamentoya girdi.
Özetle, seçim sonuçları eyalette 10 yıldan beri “muhafazakar” bir seçmen kitlesinin olduğunu gösteriyor. NPD ve AfD’ye verilen oylar göz önünde bulundurulduğunda, sağcı partilere giden oyların aslında 2004’ün seviyesinde olduğu görünüyor. Rakamlar, Saksonya’da radikal sağcılığın, ırkçılığın asıl olarak 2000’li yılların başından itibaren güç topladığını, bu nedenle bugün gelinen aşamanın tesadüf olmadığını yeterince ortaya koyuyor.

IRKÇILIK DOĞU ALMANYA’DA DEVLET ELİYLE GÜÇLENDİRİLDİ
Ama, ırkçı-faşist örgütlerin Doğu Almanya’da 2000’li yılların başında yükselmeye başlaması da bir tesadüf değildir. Sermaye basını ve politikacıları tarafından “Doğu’ya özgü bir durum” olarak yansıtılanların arkasında, asıl olarak Doğu Almanya’da “sol”u zayıflatma amacıyla devletin ırkçı-faşist örgütleri açık ya da gizli şekilde desteklemesi bulunuyor.
Neonazi örgütlerin Doğu Almanya’daki oluşumu en çok Saksonya’da etkili oldu. Arkalarında istihbarat örgütlerinin olduğu Skinheads Sächsische Schweiz (SSS) ve Sturm 34 adlı silahlı ırkçı örgütler bu eyalette çok sayıda solcu ve göçmene saldırdılar. Açıktan, antifaşistlerin şiddetle sindirilmeye çalışıldığı günler yaşandı. NPD, artan işsizlik ve yoksulluğun da etkisiyle, tam da bu sağ terör üzerinden gelişti. Öyle ki, Eyalet Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın 2012 yılı raporuna göre, aynı yıl eyalet genelinde politik karşıtlarına karşı toplam 1602 ırkçı suç işlenmiş, bunların 131’iyse yabancılara yönelik yapılan saldırıdan oluşuyor. Bu suçların 281’i Dresden’de yaşanmış. Rapora göre, yabancılara yönelik suçun 6’sı şiddet içerikli, 18’i Dresden’de yaşanmış. Aynı yıl yine eyalet genelinde toplam 56 antisemit eylem yapılmış. Eyalet genelinde bir önceki yıla göre ırkçı suçlarda yüzde 5 azalma yaşanmış. Rapora göre, Dresden’de ise, bir önceki yıla göre ırkçı suçlarda çok düşük miktarda bir azalma görülüyor.
İstihbarat örgütlerinin kontrolünde geliştirilen şiddete yatkın aşırı sağ, sonunda, seri cinayetler işleyen NSU gibi bir terör örgütüne dönüştü. Daha önce Neonazi örgütleri kuran ve yöneten istihbarat örgütlerinin geriye çekildiğine dair bir işaret bulunmuyor. Bu nedenle, PEGIDA hareketinin merkezinde ya da etrafında daha önce şiddete açık ırkçı örgütleri yöneten istihbarat elemanlarının olması şaşırtıcı olmayacaktır. Zira, eyalette sistem partileriyle bağ kurmayan azımsanmayacak bir kitlenin olduğu göz önünde bulundurulduğunda, PEGIDA, aynı zamanda bu kitlenin yönlendirildiği bir kanal olma özelliği taşıyor. Bunun siyasal anlamdaki yansıması da AfD’den başka bir şey değildir.
PEGIDA hareketinin neden kentte taban bulduğunu araştıran Dresden Teknik Üniversitesi’nden siyaset bilimci Prof. Werner Patzelt, PEGIDA eylemlerine katılanlar arasında kentin çevresinden gelenlerin hatırı sayılır bir miktarda olduğuna işaret ediyor. Yani, meselenin Dresden’den çok Saksonya ile alakalı olduğunu ifade ediyor. Patzelt, sokağa çıkanlar için düşman imgesinin yabancı, sığınmacı, siyaset ve medya olduğuna dikkat çekerken, eylemlerde atılan ya da taşınan “yalancı basın”, “ihanetçiler”, “sığınmacı endüstrisi” ve “ekonomik sığınmacılar” kavramlarını buna kanıt olarak gösteriyor.  Zira, PEGIDA tarafından düzenlenen eylemlerde yapılan konuşmalarda da çoğunlukla bu kavramlar öne çıkıyor.
Özetle, eylemlerin kitlesel özelliğinin sadece Saksonya ile sınırlı olmasından, bunun Alman halkı içerisinde gösterilen doğal bir tepkinin sonucu olmadığı anlaşılıyor. Hareketin kitleselliği politik atmosferin oluşturduğu hassasiyet üzerinden gelişmiş olsa idi, bunun diğer eyaletlerde ve kentlerde de doğal bir yansıması olurdu. Örneğin daha önce Hartz IV’e karşı Magdeburg’da başlayan “Pazartesi Gösterileri” bir süre sonra başka kentlerde de benzer kitleselliğe ulaşmıştı.
Belirtmek gerekiyor ki, PEGIDA eylemlerinin her pazartesi yapılması ve “Wir sind das Volk!”  sloganının atılması ve pankartlarda taşınmasının da tarihsel bağlantıları bulunuyor. Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin (DDR) çöküşünü getiren Berlin Duvarı’nın yıkıldığı 9 Kasım 1989’den bu yana Almanya’da ‘Pazartesi Gösterileri’ ve “Wir sind das Volk” fenomenleri yaşanıyor. DDR’in sonunu getiren gösterilerin her pazartesi tekrarlanması üzerine bunlara “Pazartesi Gösterileri” denmişti. İstenmeyen bir sistemin yıkılması “Wir sind das Volk” sloganı eşliğinde gerçekleştiği için adeta “kutsal” ilan edilen “Pazartesi Gösterileri”, halen de özellikle Doğu Almanya’da halkın gücünü göstermesi açısından önem taşıyor.
Pazartesi Gösterileri, daha sonra 2003’te SPD-Yeşiller hükümeti tarafından çıkarılan Hartz Yasaları’na karşı tekrar ortaya çıkmıştı. Her Pazartesi günü yapılan gösterilere ülke geneline on binlerce işçi ve emekçi katılıyordu. Eylemler, SPD’nin önemli oranda güç kaybetmesine, sonra da erken seçime gitmesine yol açtı. Bu etkinin farkında olan bazı sol gruplar halen “Pazartesi Gösterileri” düzenlemeye devam ediyor.
Pazartesi Gösterileri’nin halkın tepkisini ortaya koyması açısından yarattığı “kültür” şimdi de sağcılar tarafından kullanılıyor. Doğu Almanya’da adeta fenomen haline gelen Pazartesi Gösterileri, bu nedenle hala insanları bir araya getirmede önemli bir misyon içeriyor.

DİNSEL BÖLÜNMEDEN NEMALANIYORLAR
Açıktır ki, burjuvazinin farklı inançlardan emekçileri dini/inançsal değerler üzerinden karşı karşıya getirerek böldüğü ve bunun üzerinden dış politikadan iç poltikaya kadar değişik alanlarda uzunca bir süredir planlarını hayata geçirdiği ya da geçirmeye çalıştığı bir dönemden geçiyoruz. 11 Eylül saldırılarından sonra uygulamaya konulan bu strateji değişik aşamalar ve evrelerden geçerek bugüne gelindi. 7 Ocak 2015’te Paris’te Charlie Hebdo dergisine yapılan saldırı son 14 yıldır izlenen ve uygulanan bu planın bundan sonra sertleştirilerek devam ettireceğini bir kez daha gösterdi. Zira saldırıdan sonra burjuvazinin temsilcileri tarafından verilen sağduyulu açıklamaların üstü biraz kazınınca altından tehdit ve şantajın olduğu kendiliğinden anlaşılacaktır.
Gelinen aşamada, geçmişte yaşananların geleceğe yansımasının önümüzdeki sürece etkisini şu başlıklar altında sıralamak mümkün:
a – ) “İslami terör”le mücadele adı altında emperyalist devletler tarafından Ortadoğu, Asya ve Afrika ülkelerindeki sömürgecilik ve işgal politikaları yoğunlaşarak devam edecek. Charlie Hebdo saldırısından sonra Fransa’dan yapılan açıklamalara bakılırsa, Ortadoğu’da bundan sonra daha aktif bir politika izlenecek. Ancak, genel olarak emperyalist devletlerin besleyip büyüttükleri IŞİD (İslam Devleti-İD) daha uzun bir süre bölgede varlığını sürdürecek. Irak ve Suriye topraklarında kontrol altında tutulan kentlerde artık bir devlet sisteminin kurulduğu, devasa gelir kaynaklarına sahip olduğu biliniyor. Bu nedenle, kısa sürede İD’nin bitirilmesi beklenmiyor. Zira, ABD’nin güvenlikten sorumlu politikacıları da İD ile mücadelenin 10-20 yıl sürebileceğini her fırsatta söylüyorlar. Bu demektir ki, İD’nin askeri bir müdahaleyle yok edilmesi, kontrol ettiği kentler ve toprakları başka güçlerin hizmetine sunması kısa sürede pek olası görünmüyor. Hal böyle olunca, İD’nin varlığı aynı zamanda bölge üzerine kontrolün şiddetle sağlanmasının koşullarının devam etmesi gerektiğini de beraberinde getiriliyor. Bu konuda elbette Suriye’deki rejimin ne kadar ayakta duracağı da önem taşıyor. “İslami terör” bu nedenle bölgenin yeniden dizaynı için emperyalist devletler tarafından kullanılmaya devam edilecek.
b – )  Ortadoğu merkezli terör devam ettikçe bunun Avrupa başta olmak üzere dünyanın çeşitli bölgeleri ve ülkelerine etkileri ve yansımaları da sürecek. Bu etkilerin bir ayağını farklı inançlardan emekçiler arasındaki bölünmeyi derinleştirmek oluştururken, diğer ayağında “İslami terör saldırıları” gerekçesiyle temek hak ve özgürlüklerde önemli kısıtlamalara gitme bulunuyor. 7 Ocak Charlie Hebdo saldırısı şimdi bu temeller üzerinde etkisini sürdürüyor.
“Batı değerlerini savunma” adına İslam karşıtlığı temelinde ırkçıların nasıl güç topladığı ortada. Ve bunlar Avrupa halkları arasında “İslam korkusu” yaratmanın çabası içerisindeler. Bundan sonra da olmaya da devam edecekler.
Resmi rakamlara göre, AB ülkelerinde İslam ülkelerinden gelen toplam 16 milyon göçmen yaşıyor. En çok Müslüman barındıran ülke 5-6 milyonla Fransa. Fransa’yı yaklaşık 4 milyon ile Almanya takip ediyor. AB içerisinde Müslüman nüfusun oranı yaklaşık olarak yüzde 3,5.
Gerçek bu olduğu halde, değişik kurumlar çeşitli tahminlerde bulunarak önümüzdeki dönem için bir “korku senaryosu” oluşturuyorlar. Örneğin Pew Forum on Religion & Public Life adlı kurumun araştırmasına göre, 2030 yılında Avrupa’daki nüfusun yüzde 8’i (44 milyon) Müslüman olacak.  Aynı araştırmaya göre, 2030’da Fransa’daki Müslüman sayısı 6,9 milyona, Almanya’daki sayının ise 2030’da 5.5 milyona ulaşacağı ileri sürülüyor. İngiltere’de ise, şu anda 3,8 olan Müslüman sayısının 7,5  milyona çıkacağı dile getiriyor. Tahminlerden yola çıkan bu kurum, şu anda AB nüfusu içinde yüzde 3,8 olan Müslüman nüfus oranının 2030’da yüzde 8’e çıkacağını ileri sürüyor.
Bütün bunlar, önümüzdeki süreçte radikal dinciler tarafından uygulanan şiddet ve katliamların etkisiyle Müslüman ve Hıristiyan inancından emekçiler arasındaki bölünmenin 11 Eylül’den bu yana bazı açılardan derinleştirildiği ve bundan sonra da derinleştirilmeye devam edileceği anlamına geliyor.
İkinci önemli ayak da, 11 Eylül’den sonra güvenlik gerekçesiyle temel hak ve özgürlüklerde yapılan kısıtlamaların bir kademe daha kısıtlanmasını beraberinde getirmiş oluşudur. Hem AB düzeyinde hem de tek tek AB ülkelerinde Charlie Hebdo saldırısı bahane edilerek güvenlik yasaları hazırlanmış durumda . Bunlarda en dikkat çekici olan noktayı, uzun süreden beri “potansiyel suçlu” haline getirilen İslam ülkelerinden gelen göçmenlerin daha somut şekilde kontrol altına alınması oluşturuyor. Bundan elbette bütün uluslardan emekçiler etkilenecektir.
c- ) Hiç şüphe yok ki, emperyalist-kapitalist devletler ve onların ideologları tarafından gündeme getirilen farklı inançlardan halklar arasındaki “medeniyet çatışması”ndan en çok nemalanan bir diğer kesim de, İslam adına hareket ettiğini ileri süren radikal dinci terör örgütleridir. 11 Eylül’den bu yana “terörle mücadele” adına başlatılan süreç, gelinen aşamada terörü bitirmek bir yana daha da büyütmüş, hatta Ortadoğu coğrafyasının en kıymetli bölgesinde “devletleşme”sine yol açmıştır. Bu akımlar, bundan sonra da etki alanlarını genişletmek ve seslerini duyurmak için Madrid (2004), Londra (2005) ve Paris’te (2015) olduğu gibi terör eylemlerine devam edecekler. Bu terör saldırılarının en çok Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslüman inancından, sonra da bütün uluslardan inanan ya da inanmayan emekçilere zarar verdiği açıktır.
Bu saldırıların daha fazla etkide bulunmaması için öncelikli olarak kendisini İslam’ın temsilcisi olarak ilan eden kurumların ve şahsiyetlerin zaman geçirmeden tepkisini göstermesi, terör ile Müslüman inancından olan emekçiler arasında bir bağın olmadığını ortaya koyması gerekiyor.
Zira her terör saldırısı, köken olarak bu ülkelerden gelen her bir bireyi Avrupa’da “potansiyel suçlu” ya da “şüpheli” haline getiriyor. Bununla birlikte İslam’ın ne denli şiddet içerikli bir din olduğuna dair açıklamalar, yazılar arka arkaya diziliyor. Ancak İslam adına hareket ettiğini ileri süren örgütlerin çoğu “ama”ları öne çıkararak, İslam adına işlenen terörle araya mesafe koymakta tereddüt ediyor.
Elbette sermaye ve gerici akımlar tarafından din üzerinden körüklenen kutuplaşmada, bu çevrelerin de rolü ve sorumluluğu var. Radikal İslamcı terör gruplarını eleştiren, İslam dinini onların temsil etmediğini söyleyen bu çevreler, bugüne kadar izledikleri politikalarla, ortaya koydukları tavırlarla halklar ve inançlar arasında kardeşliği öne çıkarma yerine kendi cephelerinden önyargıları körüklediler.
Bu nedenle, Avrupa’da da son birkaç yıldır olup bitenler, farklı inançlardan ve mezheplerden emekçiler arasında din üzerinden ayrımın öncekine göre çok daha derinleştirildiğini gösteriyor. Ekonomik-sosyal sorunlardan çok inanç ve ulusal kimlik üzerinden bölünmenin yaratıldığı ya da yaratılmaya çalışıldığı politikaların en etkili olduğu bölgelerin başında Batı Avrupa geliyor. Hal böyle olunca da, İslam ülkelerinden gelen göçmenlerin sosyal sorunlarının üstü çoğunlukla ‘İslam kimliği”yle örtüldü. İşçilikten, emekçilikten, göçmenlikten kaynaklı sorunlar çoğunlukla inanç düzeyine indirgendi. Hal böyle olunca, bu durum en çok bu bölme politikalarından yararlanan hükümetlerin, ırkçıların ve din temelinde örgütlenen cemaatlerin işine yaradı.
Elbette; İslam adına hareket eden, örgütlenen kişi ve kurumların İslam adına yapıldığı ileri sürülen alçakça bir saldırıyı “ama”sız mahkum etmesi, tavır alması önemlidir. Ancak; Almanya’da Müslümanlar adına hareket ettiğini ileri süren cemaatlerin çoğu Alman kamuoyuna “barış dili”ni kullanırken; diğer taraftan cami-dernek cemaatleri başta olmak üzere Türkiye kökenlilere yönelik propaganda ve faaliyetlerinde ise “Müslümanların haklarını ve kutsal değerlerini savunma, dinine sahip çıkma” adına bölünmeci, kutuplaştırmacı bir tavır göstermekte; yerli halka karşı önyargı ve endişeleri büyüten bir pratik sergilemektedir.
“Biz” ve “Onlar” üzerinden yaratılan dini ve milli ayrım, asıl olarak Müslüman-Hıristiyan ikilemi üzerinden canlı tutularak, Müslüman inancından olanların kendi içine kapalı halde yaşamasına kendi cephelerinden önemli ölçüde katkı sağlamaktadır. Bu nedenle “Biz” ve “Onlar” ayrımını sadece terör saldırıları dolayısıyla yapılan sembolik törenlerde değil, hayatın her alanında kaldırmak gerekiyor. Bu yapılmadığı takdirde bir taraftan radikal dinciler diğer taraftan radikal ırkçılar güçlenmeye devam edecekler ve her cinayet, farklı dinlerden gelen emekçiler arasındaki bölünmeyi daha da derinleştirecektir.
Hayatın her alanında karşılıklı saygı ve ortak sosyal sorunlar temelinde birlikte yaşam elbette kurmaca-yapay ve salt dilekle olacak bir durum değildir. Bunun olabilmesinin en önemli koşullarından birisi, etnik ve dini değerler üzerinden yaratılan önyargılar ve kutuplaşmanın kırılması; ortak sosyal sorunlar ve ihtiyaçlar etrafında bir araya gelebilmektir. Bugün Almanya’yı etkisi altına alan İslam karşıtı harekete karşı yapılan eylemlere, çoğunluğu Alman antifaşisti, demokrat olmak üzere binlerce, on binlerce insan katılıyor.
Paris Katliamı’ndan sonra, ırkçı hareketlerin bunu siyasi malzeme olarak kullanma çabalarına karşı demokratik kamuoyunun daha da güçlü bir şekilde bu eylemleri sürdürerek, meydanı ırkçılara bırakmayacağı mesajı vermesi ise oldukça anlamlı ve dine dayalı bölünmüşlüğün zayıflatılması adına umut vericidir. Türkiyeli ve diğer Müslüman kökenli göçmenler açısından da asıl kulak verilecek ve karşılık bulması gereken mesaj bu olmalıdır.
“İslam karşıtlığı” adı altında yapılan ırkçılığa ya da göçmenlere yönelik ayrımcılığa öncelikli olarak Alman halkı ve demokratik örgütlerin karşı çıkması oldukça değerli ve anlamlıdır. Ancak bu İslam ülkelerinden gelen göçmenlerin ve onların örgütlerinin antifaşist gösteriler karşısında kayıtsız kalması anlamına gelmiyor, gelmemelidir.
Ne var ki; başta Türkiye kökenli İslami örgütler olmak üzere, İslam ülkelerinden gelen göçmenleri temsil iddiasındaki birçok örgüt, Alman halkıyla birlikte ırkçılığa karşı ortak tutum sergilemekten adeta kaçınır bir tutum içinde olmuştur. Üyeleri ve cemaat arasında ırkçılığın, ayrımcılığın ne kadar yakıcı bir sorun olduğunu propaganda etmiş, ama ırkçıları, milliyetçileri protesto eden Alman halkının eylem ve etkinlikleri ise bileşilecek türden, güven verici hareketler olarak görülmemiş, gösterilmemiştir.
Sonuç olarak; Paris’te İslam adına yapılan ve hem yerli hem göçmen halkta yeni kırılmalar, kuşku ve önyargılar yaratan Charlie Hebdo sarsıntısı, bir kez daha göstermiştir ki, bu katliamın sorumluları, dini siyaset aracı haline getiren çevrelerdir; ve halkları din üzerinden bölüp kutuplaştıranlara karşı gereken tavır gösterilmezse son olmayacak; toplumu zehirleyen bölücü politikalar daha da can yakmaya ve hem yerli halk hem de göçmenler için hayatı zorlaştırmaya devam edecektir.

İSLAMOFOBİ: TEHLİKELİ BİR SİYASET
Elbette bu derneklerin tutumu bağlı oldukları Türkiye devletinden ve AKP hükümetinden farklı değil. Son birkaç yıldır Avrupa’da İslam karşıtlığı üzerinden güçlenen ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, AKP ideologları ve Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından bilinçli olarak “İslamofobi” ilan edilerek, bu kavram altında önemli bir politik argümana dönüştürüldü. Hal böyle olunca, tıpkı Charlie Hebdo saldırısından sonra olduğu gibi, her olayın altında İslamofobi olduğu dillendirildi. Bu, aslında, AKP Hükümeti’nin de, Avrupa’da İslamı kendilerine önemli bir “enstruman” haline getiren ırkçıları kendisine siyasi bir malzeme haline getirdiğini gösteriyor.
Günümüzde bütün olup bitenlere darlaştırılmış halde “İslamofobi”  çerçevesinde bakanlar, aslında bununla Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiye kökenli milyonlarca emekçinin yaşadığı ülkenin emekçileriyle, halklarıyla birleşmesinin önüne geçmek istiyorlar. İçeride ise, emekçiler arasında dini ve milli duyguları güçlendirmek, kendi yedeklerine almak için kullanıyorlar.
Adı üzerinde gerçekten çok bir “fobi” durumu söz konusu ve AKP ideologları da bu “fobi”yi gerçek olarak sunmanın çabası içerisindeler. Bugüne kadar bu kavramı yerli yersiz kullanmaları yetmiyormuş gibi, bir de 20-30 Nisan 2015’te, Dünya İslamofobi Kongresi’ni Ankara’da toplamayı planlamış bulunuyorlar. Demek ki, Batı’daki ırkçı ve yabancı düşmanı hareketi “ırkçılık” yerine “İslamofobi” olarak tanımlamak ve geniş kitleleri de bu temelde ikna etmek çok daha verimli bir durum olarak görünüyor! Çünkü “İslamofobi” olarak tanımlandığı takdirde İslam’la doğrudan bağlantılı olan fanatizm, şiddet eğilimleri, kadına baskı ve laikliğin reddine kadar birçok konunun üzerini örtmek çok daha kolay hale gelmektedir.
Uzunca sayılabilecek bir süredir, Avrupa’daki klasik ırkçı parti ve hareketler, hitap ettikleri kesimler arasında daha fazla etkili olabilmek için strateji değişikliğine giderek, İslam ve cami karşıtlığını kullanıyorlar ve buradan pek çok ülkede de azımsanmayacak düzeyde siyasi bir güç elde elde etmiş durumdadırlar.
Irkçıların İslam düşmanlığını bu denli etkili kullanmasında, elbette İslamcı terörizm ve uyguladıkları şiddet, radikal siyasal İslam’ın katliam ve kıyımları, İslam ülkelerindeki totaliter rejimler ve temel hak ve özgürlüklere yönelik saldırılar önemli bir rol oynamaktadır.
Yani; siyasal İslam’ın terörist saldırıları ve cinayetlerinin sayısı arttıkça, İslam düşmanlığı üzerinden ırkçılık yapılarak toplum içerisinde etkili olma da o denli artıyor.
Bu nedenle, bolca sözü edilen “İslamofobi”nin artmaması için, aynı zamanda, İslam adına işlenen cinayetlere en net ve kesin tavrın yine İslam adına hareket ettiğini ileri süren kurumlar, devletler ve liderler tarafından gösterilmesi zorunludur. Bu yapılmadığı taktirde ırkçıların İslam’ı kendi görüşlerine kalkan yapması ve bunun geniş kitleler arasında destek görmesi daha fazla “haklılık” kazanıyor.
Bu nedenle, Avrupa’da siyasal İslam’ın cinayetlerinden hareketle İslam’ı kendilerine kalkan edinip Hıristiyan inancından olanlarda “fobi”  haline getirerek güç toplayan ırkçı hareketler, en başta bu cinayetler karşısında açık tutum almayan bu yaklaşım üzerinden büyüyorlar. Meseleyi Hıristiyan-Müslüman ikilemine sokarak, “İslamofobi”ye indirgeyenler de ırkçıların güçlenmesini kendilerinin güçlenmesine vesile olarak kullanıyorlar. Birbirini besleyen ikiz kardeştirler!
Bu nedenle, günümüzde ırkçılıkla mücadele aynı zamanda İslam adına yapılan cinayetlere, barbarlıklara, her türden insanlık dışı uygulamalara karşı mücadeleyle birlikte ele alınmalı ve yürütülmelidir. Bu yapılamadığı taktirde her iki gerici kesimden birisinin yedeğine düşme tehlikesi her zaman bulunmaktadır.

BİRİBİRİNİ BESLEYEN GÜÇLERE KARŞI MÜCADELE
11 Eylül 2001’den bu yana dünya çapında yaşananlara bakıldığında görülecektir ki, “medeniyetler çatışması” tezini ortaya atan ve bunun üzerinden dünyayı ve farklı uluslardan inançlardan emekçileri bölüp kutuplaştırarak yönetmek isteyen emperyalist devletler, egemen sınıflar ve değişik bölgesel aktörler; gerek kendi ulusal sınırları içinde gerekse Ortadoğu, Afrika ve Asya gibi stratejik önem taşıyan coğrafyalara ilişkin politika ve hamlelerine dayanak oluşturmak üzere “İslami tehlike”yi adeta bir ‘korkuluk’ olarak kullanageldiler. Bu, “radikal İslam” adı takılan siyasal İslamcı terörist çetelerin faal olmadıkları ve emperyalistler ve onlarla işbirliği yapmakta olan bölgesel gerici dikktatörlükler ve burjuvazileri tarafından önleri açılıp teşvik edilerek katliamlar düzenlemedikleri anlamına gelmiyor; tersine bu katliamlar teşvikçilerinin işlerini kolaylaştırmakta, atacakları adımlar bakımından “İslami tehlike”yi argüman olarak kullanmalarını sağlamaktadır. “Teröre karşı güvenlik”; “totaliterliğe karşı demokrasi ve uygarlık” gibi propagandalarla ülkeler işgal edildi, yüz binlerce insan katledildi, milyonlarcası da yerinden yurdundan edildi. Kimi zaman doğrudan işgaller, kimi zaman iç savaşları, çatışmaları körükleme biçiminde sürdürülen bu politikalarda İslamcı terör örgütleri işgaller ve rejim değişiklikleri için enstrüman olarak kullanıldılar, kimi zaman da bu örgütler “uygar dünyanın karşısındaki en büyük düşman” ilan edilerek emperyalast metropollerde emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik saldırıların hareket noktalarını oluşturdular.
Haliyle bu emperyalist işgal politikaları ve saldırganlıklar, dönemsel zaferler elde etse de, Irak işgalinin ardından gelişmesi için münbit toprak bulan IŞİD örneğinde olduğu gibi, aynı zamanda yok edileceği ilan edilen terörü bitirmek yerine büyüttü, güçlendirdi. Uzak Asya’dan Ortadoğu’ya ve Afrika’ya kadar uzanan şeritte giderek kök salan radikal dinci terör, içi boş bir anti-emperyalizmi kullanıp Batı karşıtı kılıfa da bürünerek bütün dünyanın başına bela edilmiş oldu.
Emekçileri ve halkları bölüp, düşmanlaştırmaya dayalı bu çatışma ve saldırılardan ne Ortadoğu ne de Batı coğrafyasındaki halkların bir yarar sağlayamayacağı; tersine hayatları, ekmek ve özgürlüklerinin daha da zora gireceği, girdiği ortadadır. Nitekim, birbirini büyütüp besleyen bu iki gerici gücün çatışması arasında sıkışıp kaldığı müddetçe, işçi ve emekçilerin nefes alabilmeleri daha da zorlaşmaktadır. Tersine, gerek Avrupa gerekse Ortadoğu ve diğer bölgelerde nefes alabilmenin yolu bu kıskaçtan çıkabilmek; yani hem dinci gericiliğe hem de emperyalist talan ve zorbalığa “dur diyebilmek”ten, onların etkisini kırabilmekten geçmektedir.
Son 15-20 yıldır yaşadığımız tecrübe çok açık bir biçimde göstermektedir ki, hem siyasal İslamcı hareketler hem de emperyalistler ve ırkçı-ayrımcı hareketler, dinsel değerleri siyasi hegemonya konusu olarak görmekte ve kullanmaktadırlar. Ve her üç akım ve gücün de  halklara ve insanlığa karşı işlediği suçlar o derece ağırdır ki, birbirlerinin yaptıklarını gerekçe göstererek bunun sorumluluğundan kurtulamazlar.
Süreci gerici politikaları tersine çevirme süreci olarak ele almak gerekiyor. Alman halkı PEGIDA karşıtı kitlesel eylemlerle ırkçılığa ve kutuplaşmaya karşı değerli ve anlamlı bir mesaj vermektedir. Bu ülkenin kopmaz bir parçası haline gelen göçmen kökenli emekçiler Alman sınıf kardeşleriyle birleştikleri ve bu birleşik mücadele işyerinden okula hayatın her alanında yaygınlaştırıldığı ölçüde gericilik püskürtülecek, ırk, din, ulus, dil ayrımının olmadığı, bütün halkların kardeşçe bir arada yaşadığı, sömürüsüz ve aydınlık yarınlar için mevziler kazanılmaya başlanacaktır.

Kapitalizmin muhafazakar bekçiliği ve muhafazakar totaliterizm

Muhafazakar otoritarizm üzerine kuramsal-siyasal tartışmaların son on yıl(lar)da yoğunluk kazanmasının asıl nedenini, karmaşık, kaotik ve çok yönlü gelişmelere sahne olan kapitalist dünya gerçekliğinde aramak gerekir. Bazı yazarlar tarafından “yeni muhafazakarlık” olarak da tanımlanan kapitalizmin daha tutucu, daha bağnaz ve dini anlayış, yorum ve argümanlar desteğindeki savunusu; 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, ABD başta olmak üzere Batı’nın ve Doğu’nun devlet yöneticilerinin çoğunluğu tarafından siyasal-ideolojik, kültürel ve “ahlaki” yöneliş öncelikleriyle örtülmek istenmesine rağmen, muhafazakarlığın yeniden güç kazanması ve etki alanını genişletmesi, iktisadi-sosyal gelişmelerden bağışık değildir. Ne demek istediğimizi; ya da siyasal gericiliğin yoğunlaşması ve muhafazakarlık dahil otoriter yönetim anlayışı-politikalarının hemen tüm toplumlarda etkin eğilimi oluşturması ile, bunu temelleyen ve körükleyen dünya kapitalizmi gerçekliği arasındaki bağın ne olduğunu, özetle açmaya çalışarak, işçi sınıfı ve emekçilerin önüne barikat olarak çıkarılan muhafazakar ideolojiye karşı mücadelenin önemi üzerinde durmak bu kısa makalenin konusunu oluşturuyor.

A-) TANIM OLARAK MUHAFAZAKARLIK VE MUHAFAZAKARLIĞIN SİYASAL-İDEOLOJİK “KİMLİĞİ”
Kavramsal anlamıyla korumacılığa-tutuculuğa karşılık gelen muhafazakarlığın kuşkusuz çeşitli biçimleri, ve içeriğine uygun tanımlar yapılabilir. Burada ama biz, esas olarak kapitalizmin muhafazakar savunusu ve onun dini ideolojiyi de kullanan; veya onunla ağırlıklı olarak tahkim edilmiş kimliği ve biçim(ler)iyle ilgiliyiz. Bu açıdan belirtildiğinde, muhafazakarlık örneğin kapitalizmin liberal savunusundaki ısrarcılık anlamında da tanımlanabilir. Ne var ki, son zamanların aktüel tartışma konuları arasında yer alan yeni muhafazakarlık, kapitalizmin bu liberal ve dünya işlerini dünyevi-maddi ilişkiler dolayımında izahla savulmasından farklı olarak dini ideolojiye, geleneksel “değer” ve anlayışlara daha ağırlıklı yer veren, aynı nedenle de dini ideolojiyle ilişkiler bağlamında tanımlanan bir biçime denk düşmektedir. Muhafazakarlığın bu biçimi ya da türü kapitalist toplumu içinde, bu toplumun ilişkileri, yaşam tarzı, kültürü vb.’nden hareketle bunlara bir tür itirazı; toplumsal değişimin bu yönlü sürmesine endişeli bir karşı koyuşu ve geleneksel kültür, değer, anlayış ve ilişki biçimlerine öykünme ya da bağlılığı ifade etmek üzere kullanılmaktadır. Muhafazarlığın bu biçimi, aşkınlaştırılmış kurucu ve düzenleyici bir iradeye tanıdığı mutlak belirleyicilik anlayışıyla mevcut toplumsal düzeni (kapitalizm), karşı çıkılamazlık içeren bir iman anlayışı ile sahiplenme gibi bir özellikle de belirlidir. Dünyayı ve toplumu sonsuzca belirleyen merkezi güce iman ve inanç, muhafazakar politik yönetimlere gösterilen bağlılık ve biatı kolaylaştırmış; İslamcı muhafazakar iktidarların dinin toplumsal yaşama etkisini artırmak için giriştikleri hızlı-sert ve ardışık politik uygulamaların yaygın kabul görmesinde işlevli olmuştur.
Bu farklılığı da belirtmek üzere, muhafazakar dünya görüşünün genel-geçer ve bütün toplumlar için geçerli ya da burjuva-emperyalist güçlerin bütün bölüklerinin politikasında aynı şekilde içerilmiş bir tanımından söz etmek mümkün görünmemektedir. Muhafazakar dünya görüşü çünkü tarihsel seyri içinde, burjuva demokratik devrimini gerçekleştiren, Aydınlanma ve Reformasyon sürecini yaşayan Batı Avrupa’da ve çok daha farklı gelişmelere sahne olan ABD’de farklı; burjuva demokratik devrimlerin ya hiç gerçekleşmediği ya da esas olarak tamamlanmadığı ve dini reformasyonun gerçekleşmediği Doğu ve İslam toplumlarında farklı bir seyir izlemiş; gelişmesi ve şekillenmesi farklılık göstermiştir. Kapitalizmin gelişme süreciyle dolaysız bağlı bu farklılık, dini ideolojiye ve kurumlarına verilen önem ve tanınan yer açısından da belirli bir biçimde geçerlidir.
Din ve kurumları kuşkusuz tüm kapitalist toplumlarda kutsanmış, bir tür dokunulmazlık zırhıyla korunmaya alınmıştır. Ancak burjuva demokratik devrimlerinin gerçekleştiği ülkelerde, feodal aristokrasinin iktidarını yıkan burjuvazinin Kilisenin mutlak otoritesini ve dini aristokrasiyi de –en radikal biçiminde Fransız Devrimi’nde yaşandığı üzere– darbelediği; devletin dinden, dinin devlet yönetiminden ayrı tutulması yönünde hukuksal vb. düzenlemelere gittiği, tarihin gerçekleri arasındadır. Kapitalizmin gelişmesine ve Hollanda, İngiliz ve Fransız burjuva devrimlerine bağlı olarak feodal aristokrasinin iktidarına son verilmesi, kaçınılmaz şekilde muhafazakarlığın kapitalizm öncesi biçimlerine de sınırlama getirmiş; onu darbelemiştir. Fransa’da aristokrasinin iktidarı yıkılarak kilise aristokrasisinin etkisi sınırlanır ve laiklik devlet politikası ilan edilirken; İngiltere’de uzlaşıcı bir yol izlenmiş ve öteki Avrupa ülkelerinde de Kilisenin mutlak otoritesi zaman içinde güç kaybına uğrayarak, devletin dinden bağımsızlığı ve uzaklığını hukuksal olarak da teminat altına alan bir siyasal yapılanma gerçekleştirilmiş; bu bağlamı içinde belirtilirse, burjuva laisizmi hayata geçirilmiştir. Bu gelişmelere bağlı olarak, Klisenin ve Hıristiyan din ideolojisinin politik-toplumsal yaşamdaki rolü belirli bir kısıtlılık yaşamış; doğrudan politikanın konusu olarak gündeme getirilip herkesten kabulünün istenmesi yerine kişinin iradesine bırakılmıştır. Ancak, bu gerçekliğe rağmen, Hıristiyan Ruhaniliği ve Vatikan’ın, Papalık kurumunu da kullanarak halkları sermaye dünyasına bağlı tutma çabası devam etmiş; sosyalizme karşı emperyalist burjuva savaşının bileşeni olarak rol oynamış ve Doğu Avrupa halk demokrasilerinin yıkımında aktif bir yer tutmuştur.
Kapitalist gelişme sürecine geç bir dönemde ve emperyalizm koşullarında giren; burjuva devrimlerinin, Aydınlanma ve Reformasyonun gerçek anlamda yaşanmadığı, İslam ideolojisini inanç kültürü edinen toplumlarda ise, bu ideolojinin burjuva iktidarları tarafından istismar konusu edilmesi ve kullanılması daha ağırlıklı bir yer tutmuştur. Dini reformasyonun gerçekleştirilmemiş olması bu istismar ve kullanmayı kolaylaştırmış, merkezi belirleyici güç anlayışı dolayımında “kutsanmış”(!) değerlerin kitleselleştirilmesini esas alan bir politik-ideolojik toplum-doğa yorumuna dayandırılan muhafazakar dünya görüşü, kapitalist “girişim özgürlüğü”nden(!) beslenirken, toplumsal-sınıfsal eşitsizlikleri “değiştirilemez belirlenmişlik”ler olarak gösterip, özel mülkiyetçi-eşitlik karşıtı bağnaz gerici tutuculuk olarak şekillenmiş; muhafazakar sağ, liberal, faşist vb. gibi iktidarlar, kapitalizmi sürdürmek amacıyla kitlelerin yönetime sadakatini sağlamak için, dini ideoloji başta olmak üzere muhafazakar “değerler” anlayışını politikalarının önemli bir bileşeni yapmışlardır. Türkiye’nin “Yeni Osmanlı”cı yönetiminin “ecdat” söyleminde içerilen Osmanlıcı-İslam tebaacı Türkçü muhafazakarlık, hem geleneksel muhafazakar “değerler” savunuculuğuyla hem de kimi modernist anlayış ve unsurlarla yüklüdür ve Cumhuriyetin “Laiklik” ve “Türklük” anlayışından beslenir.
O halde şunu söyleyebiliriz: Muhafazakarlık, vazedildiği üzere ılımlılık politikasıyla özdeşleştirilemez; amaca ulaşmak için her yolu mübah sayması bağlamında ılımlılık ve uzlaşmacılığı da içermekle birlikte, bu siyasal-ideolojik görüş ani ve hızlı dönüşlere, ani ve hızlı değiştirmelere, riskli tutumlara; en baskıcı, en zorba yönetim şekillerine de açık olup, totaliter-faşizan yönetim biçimlerine asla uzak değildir. Muhafazakar dünya görüşünde (muhafazakar politika ve ideoloji), aile, gelenek, ahlak, gibi tarihsel “miras” savunuculuğu ortak paydayı oluşturmasına; bu kurumsal kategorileri temel alır görünmesine ve toplumsal değişimi bu kurumları ve “değerleri”ni sarsmayacak ılımlı-tedrici düzenlemeleri ön gören bir düşünüş tarzı, politika ve ideoloji olarak tanımlanmasına rağmen, yakın dönem İngiliz, Amerikan ve Türk muhafazakar iktidarlarının pratiğinde görüldüğü üzere, sermayenin çıkarlarına bağlanan en katı siyasal-sosyal ve ekonomik uygulamaların faili olmaktan kaçınmaz. Kapitalist sistemin gereksinmelerine bağlanan ani, hızlı, sert ve saldırgan değişimleri gerçekleştirmekten; bu “değerler”in yıkımında ve kitlelerin çözümsüzlüğe sürüklenmesinde rol almaktan geri durmaz. Reagan, Thatcher, Bush ve Türkiye’de sonuncusu Tayyip Erdoğan yönetimindeki olan muhafazakar sağ iktidarlar, işçi sınıfı ve emekçiler başta olmak üzere sisteme muhalefet eden güçlere karşı, dogmatik-mekanist anlayışlardan beslenen ideolojik argümanlar eşliğinde siyasal zor ve baskıyı yoğunlaştırmaktan kaçınmadılar.

B-) YENİ MUHAFAZAKAR AKIMA GÜÇ VEREN KOŞULLAR; “KÜRESEL KAPİTALİZM” VE MUHAFAZAKARLAŞMA
Burjuva muhafazakar politika ve ideolojinin kitlesel boyutta destek görerek ulusların ve halkların yaşamında etkili bir güç olarak yer alması, kapitalist dünyada yaşanan gelişmelerin kitlelerin yaşamında yol açtığı değişim, yıkım, tahribat, çözülme, bozulma ve bunlardan güç alan arayışlarla bağlı olagelmiştir. Toplumsal çözülme ve kapitalizmin kitleleri işsizlik, yoksulluk, açlık, şiddet ve savaşlar sarmalına alması nedeniyle, bu sorunlardan kurtulma ve bir çıkış yolu bulma arayışındaki yığınlar, özellikle de genç kuşaklardan insanlar, bu arayışlarına yanıt olmak üzere kendilerine sunulan maddi-manevi “çözüm ve çıkış yolları”, araçları, kurumları ve düşünceleri arasında, etkisi altında oldukları dünya görüşü ve çözüm anlayışı doğrultusunda bir tercih ya da seçim yapma zorunluluğuyla karşı karşıya kalmışlar; işçi sınıfı ve emekçi hareketinin sermaye saldırılarıyla geriye püskürtüldüğü ve sosyalizmin yenilgiye uğratıldığı dünya koşullarında, ortalığı saran gerici-tutucu, bireysel çıkarcı ya da dini karekterli düşüncelere yönelmişlerdir. Bu yönüyle muhafazakar ve dini politik-ideolojik dünya-toplum anlayışının bu körleştirici-bağnaz kapanına kapılmanın kapitalizmin ve kapitalist emperyalizmin günahlarının kefareti olduğu söylenebilir.
Kapitalizmin uluslararası gelişmesinin son elli-altmış yıllık süreçte ivme kazandığı; meta ve sermaye dolaşımının uluslararası boyutlarının çok daha fazla netlik gösterdiği; emperyalist ve bağımlı ülkeler ekonomisinin bir dünya ekonomisi zinciri içinde birbirine bağlanmasının, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi eğilimi ve gerçekliğine bağlı olarak daha ileriden gerçekleştiği; ve buna bağlı olarak üretim ve örgütlenmesinin uluslararasılaştığı, itiraz götürmez, evrensel bir olgudur. Dünya kapitalist sisteminin bugünkü temel özelliği, sömürü, eşitsizlikler, pazar kavgaları, farklı kimlikler (sınıfsal-etnik-cinsel vb. gibi) arası gerginlik ve çatışmalar; etki alanları üzerine kıyasıya rekabet, bireycilik, çıkarcılık vb. olarak belirtilebilir. Bir yanda aşırı darlaşma; iktidar aygıtı –devlet– ve sermayenin merkezileşmesine bağlı olarak, belirli kapitalist güçlerin diğerlerine karşı, onları geriye atarak etki alanlarını ele geçirme ve denetleme politikasındaki aşırı yoğunlaşma; diğer yanda parçalanma, düzensizlik ve dağılma vardır.
Bu olgusal gerçeklik, kapitalist üretim sisteminin tüm çelişkilerini taşıyan/barındıran bir gerçekliktir. Temel karakteristik özelliği rekabet ve eşitsizlik olan; sömürüye, yutma ve yok etmeye dayanan kapitalist emperyalizm, “küresel merkezileşme” eğilimine rağmen, içsel çelişkileri nedeniyle herbir “bileşeni”nin şahsında, ötekine karşı koyuşu, pazarlar ve kaynaklar üzerinde daha fazla söz sahibi oluşu ve bunun, belirli koşullarda silahlı çatışmalara ve büyük savaşlara dek genişleyebilen kavgasını içerir ve kaçınılmazlaştırır. Bu nedenle o, bir “tek bütün” oluşturmaz; tek merkezli olmasına engel oluşturan çok çeşitli güçlerin varlığı koşullarında, kendileri de tekeller ve emperyalist büyük güçlerin baskısı altındaki daha küçük kapitalist işletmelerin varlığına da, aynı nedenle bütünüyle son verme olanağı bulamaz. Ya da başka türlü söylenirse, bu gibi küçük-orta işletmeler ile bir arada, ancak onları baskılayan bir güç “merkezi” olarak, varlığını sürdürür. Bu ilişki, farklı özellikte, ancak benzer biçimde, emperyalist büyük güçler ile bağımlı ülkeler arasındaki “karşılıklı ilişki” açısından da geçerlilik gösterir. Ekonomik bağımlılık, siyasal bağımsızlığı biçimsel kıldığı ve bağımlılığın her türüne dayanak oluşturduğu için, eski tür sömürgeleştirme “yerine”, işbirlikçi “bağımsız” yönetimler aracıyla ülkeleri bağımlılık koşullarında tutma politikası, anti emperyalist kalkışmaların önünü de almak üzere, daha karlı ve uygun bir yöntem olarak uygulanır-“tercih edilir!” olmuştur.
Bu durum, hakimiyeti esas alan ve siyasal gericiliği temsil eden tekelci kapitalizmin muhtevasıyla uygunluk gösterir ve kriz koşulları ve hegemonya kavgasının sertleştiği dönemlerde, bu özellik artan yoğunlukta öne çıkar. Kâr için üretim sistemi olarak kapitalizm, eşitsiz ve sıçramalı gelişme yasasıyla bağlıdır ve aynı nedenle de, ‘asıl güç merkezleri’ndeki gelişmeler (ekonomik-siyasal vb), zincirin herbir halkasını sarsıp-sararak, daha güçlü bir etkiyle dalga alanına çekebilmektedir.
Öyleyse, son on yıllarda güç kazanıp yaygınlık gösteren “yeni” muhafazakar politika-ideoloji ve kültür yerel, çeşitli toplumlar yönünden gösterdiği farklılıklara rağmen, bölgesel olmakla sınırlı bir gelişme ve büsbütün yeni bir olgu olarak alınamaz. Kapitalizm, birkaç yüzyıllık tarihinde, burjuva öncesi toplum koşullarından devralınan gelenek-anlayış ve düşünüş tarzlarını tümüyle ortadan kaldırmamış; dinin toplumsal işlevini sermayenin gereksinmelerine bağlı olarak elinde tutmayı sürdürmüş; ihtiyaç duyduğu her dönemde, yığınları sistemine bağlı ve boyun eğer halde tutmak amacıyla dinsel söyleme baş vurmuştur. Batı Avrupa’da kapitalizmin gelişmesiyle aristokrasinin iktidarına son verilmesi, dini ideolojinin kapitalizme bağlanması ve dini aristokrasinin iktidarının sarsılarak zayıflamasına da yol açmış; burjuvazi, Fransa’da en radikal biçimini alan laisizm uygulamasıyla Katolik Kilisesinin ruhani ve ruhban hakimiyetine darbe indirirken, dini ideolojiyi kitlelerle ilişkisinde araçsallaştırmayı elden bırakmamış; onu ihtiyaç duyduğu yer ve zamanda kullanma olanağını ele geçirmiştir.
Günümüzde yeniden güç kazanmış olan ve yeni muhafazakarlık olarak da adlandırılan ideolojik-siyasal görüşün uluslararası alanda kazandığı popülarite, burjuvazinin bu “geçmiş zaman geleneği”ni devralıp çıkarlarına uygun kullanmasından kopuk olmamakla birlikte esas olarak tekelci gericiliğin yüzyüze olduğu kaos, kargaşa, bölünmüşlük, çatışma, işsizlik, yoksulluk gibi toplumsal sorunlar karşışındaki çözümsüzlüğüyle de bağlı bulunmaktadır. Yeni olan, ABD ve Avrupa ülkeleri dahil, dünyanın hemen her bölgesi ve ülkesinde, tutucu, bağnaz ve bilimsel olmayan anlayışların, burjuva devlet-hükümet yönetimleri başta olmak üzere, sermaye kurumları ve parti fraksiyonları tarafından aktüelleştirilerek kitlelerle ilişkinin “araçları” kapsamında daha etkili halde kullanılmaya başlanmasıdır. Kapitalist toplumsal gelişmenin ürünü olarak ortaya çıkan çözülme, çürüme ve kaotik-belirsiz bozuşmalardan sözüm ona çıkış ve kurtuluş adına –ve bu sorunlardan sorumlu tutulan “Aydınlanma” ve “modernizm”in alternatifi olarak– muhafazakar “değerler manzumesi”ni öne çıkaran burjuva güçleri, özgürlük ve eşitlik talepli mücadeleleri, bu bozulma, “başıboz yozlaşma”nın, “kimliksizleşme”nin “günahı” hanesine yazarak fazlalık gösterdiler ve şiddetle bastırmaya yöneldiler.  ABD’de ve Avrupa‘da, dini argümanlar ve figürler başta olmak üzere muhafazakar düşünceler başlıca bazı düzen partileri tarafından popülerleştirilirken, “İslam ülkeleri”nde politik-ideolojik baskı politikasının (otoriterleşme ve totaliterleşme) yoğunlaştırılmasının dolaysız bileşeni olarak ve halk kitlelerini “biat” kültürüyle yönetime yedekleme amacıyla daha pervasızca kullanıldı. Tarihsel iktisadi-sosyal koşulları önemsiz gösteren ve sözüm ona onlardan bağışık, belirsiz-muğlak anlayışlar güç bulurken; birey ve sınıfsal toplulukların toplumsal herhangi rollerinin olamayacağını ileri süren kaderci, mekanist metafizik dünya ve toplum görüşü yaygınlaştırılarak, burjuva diktatörlüklerine ve sermaye hakimiyletine boyun eğmenin teorisi geliştirildi. Muhafazakar anlayış, özellikle bazı ülkelerde sermayenin merkezi ve dar; oligarşik-zümresel “tekçi” siyaseti ve ideolojisinin etkili bir bileşeni haline getirildi. ABD’de “Cumhuriyetçi Parti”; Avrupa’da Hıristiyan Demokratlar ve ırkçı faşistler; Türkiye’de AKP ve BBP başta olmak üzere Türk-Sünni şoven tebaacılığı, Ortadoğu ülkelerinde ve Kuzey Afrika’da mezhepçi milliyetçilik, dinsel ideolojiyle sarınmış bir kapitalizm savunusu olarak, güç kazandı. Faşist akım ve örgütlenmesi, bu gelişmeden yararlanarak daha fazla sayıdaki ülkede, daha fazla yandaş buldu.
‘Siyasal İslam’ olarak adlandırılan akımın, radikal-terörist ya da sözde ılımlı biçimleriyle Afganistan’dan Mısır ve Tunus’a, Irak, Suriye, Türkiye’den Endenozya, Pakistan ve Somali’ye güçlenmesinin etkin bir faili olarak emperyalist politika ve saldırı, önemli bir yere ve role sahiptir. Muhafazakar parti ve akımlar, emperyalist sömürgeci yayılmacılığa karşı oluş ve “kendine ait olanı savunma” ihtiyacından güç almış; bu akımın siyasal temsilcileri, özellikle de onun iktidar olan güçleri, emperyalist yayılmacılığa karşı korunma ve direnç tutumunu istismar ederek sömürmüş; aynı nedenle kitlelerden destek görebilmişlerdir. Muhafazakar-liberal, faşist ya da burjuva demokrat kimlikli hakim sınıf güçleri ve temsilcileri, dini ideolojinin toplumsal yaşama etkisinden, mevcut düzeni güvenceye almak üzere yararlanmışlar; bir sadakat ve biat kültürü olarak diri tutmuş; ve mücadeleye yöneldikleri her durumda işçi sınıfı ve tüm öteki emekçi kesimlerinin önünü kesmek üzere, öne çıkarmışlardır.  Irkçılığın ve şovenizmin yükselişi, Batı’da ve Doğu’da faşist akımın güç kazanması, modern değerler düşmanlığı ve Aydınlanma karşıtlığı dahil bilim ve akla karşı dinsel hurafelerin yaygın etkiye ulaşması, emperyalist “küresel” çakal politikasından ve işbirlikçi hakim güçlerin kapitalizmi sürdürmek için baş vurmadık zalimlik ve iğrençlik bırakmamalarından soyutlanamaz. “Yeni Dünya Düzeni” adıyla kapitalist dünyaya boca edilen stratejinin bir özelliği de, yeni muhafazakarlığın hegemonya mücadelesinin aracı olarak kullanılmasıydı. Eski Sovyetler Birliği topraklarında, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da yaşanan parçalanma, dağılma ve ulusal-etnik, dinsel vb. tandanslı çatışmalar bu amaçlı olarak istismar edildi. Özellikle, sosyalizmin dünya kapitalist sisteminin tüm güçlerinin işbirliğiyle yenilgiye uğratılması ve ardından sosyalizm döneminden arda kalan ne varsa, tümünü tasfiye ederek kapitalizme yeniden “rücu eden” ya da kapitalizmin yeniden inşa olduğu ‘revizyonist’ Sovyetler Birliği’nin 1990’larda dağılmasıyla birlikte, dünya halklarının ve dünya işçi sınıfının önüne, burjuva ideolojisinin çeşitli türleri; ağırlıklı olarak da liberalizm ve muhafazakarlık ve bu ikisinin bulamacı anlayışlar, bir “kurtuluş” ve sorun çözücü olarak çıkarıldılar. Bir yandan, “ideolojilerin-izmlerin sona erdiği”, “sınıflar ve mücadelesine ihtiyaç kalmadığı”; “dünyanın evrensel bir barış, özgürlük ve demokrasi sürecine girdiği” yönündeki burjuva propagandası yoğunlaştırılır ve yaygınlaştırılırken, diğer yandan “yeni liberalizm”-“Yeni Muhafazakarlık”,  demokrasi-demokratizm şeklinde gösterilerek, yığınlara tek seçenek olarak sunuldu. “Büyük anlatıların zaman aşımına uğrayıp geçersizleştiği” yönündeki burjuva emperyalist “anlatı”ya, modernizm ve aydınlanmanın ilerici karakterli ne kadar unsuru varsa, onların saldırı hedefine yerleştirilmesi, eşlik etti. “Küreselleşme”-“Yeni Dünya Düzeni” propagandası eşliğinde artan ve şiddetlenen emperyalist yayılma ve saldırganlık, özgürleşme ve demokratikleşmenin uluslararası boyutlarda yaygınlaştırılması, diktatörlüklerin ve baskı rejimlerine son verilmesi olarak gösterildi. Bu propaganda örtüsü altında gerçekleşen ise, düpedüz ilhakçılık-yayılmacılık, kaynakların denetimi, halkların tarihsel birikimleri ve kültürlerinin imhası ve talan edilmesiydi.
ABD’nin koordine ettiği ve Ortadoğu-Kuzey Afrika’da değil sadece, Afganistan, Pakistan, Endonezya gibi Asya ülkelerini de kapsayacak daha geniş bir alanda, hakimiyet sahasını genişletme ve rakiplerine karşı mevzilerini artırma amaçlı olarak kullanmaya kalkıştığı “İslamist” politika, İslamcı radikalizmin terörizm düzeyinde güç bularak, politik sahnenin etkin bir gücü haline gelmesine hizmet etti. Bu akımın terörist-radikal biçiminde ortaya çıkan temsilcilerinin, ABD ve diğer Batılı güçlerle çıkar dalaşına girmeleri üzerine, ona alternatif olarak sahiplenileceği ve güç verileceği ilan edilen “Ilımlı İslam”cılık politikası ise, Ortaçağcıl dinsel ideoloji ile donanımlı şoven ve mezhepçi-dinci muhafazakarlığın, farklı yorum ve biçimleriyle “gemi azıya alma” yolunda daha ileri mevziler kazanmasına yaradı. Bu “stratejik” emperyalist politikanın yıkıcı-tahrip edici ve geriye çekici sonuçlarını en fazla yaşayanlar ise, bölgemiz ve ülkemiz halkları oldular.  Fiili saldırıya hedef olan ve gelecek tahayülleri yıkıma uğratılan/uğrayan ülkelerin halkları başta olmak üzere Balkanlar’dan Afrika ve Kafkasya’ya geniş bölgede, bir bölümünde zaten güçlü tarihsel-toplumsal dayanaklara sahip olan muhafazakar anlayışlar giderek güçlendi ve etki alanlarını genişlettiler. “Toplum üstü-tarih dışı”, hayali ve önsel belirleyici-kurgucul anlayış ve düşünüş tarzı yaygınlaştı. Bilimsel materyalist ve akli dünya görüşü/görüşlerine karşı saldırılar yeniden yoğunluk kazandı. Burjuva-şoven, ırkçı ve din istismarcısı parti ve yönetimler, sahte bir “öz değerler savunusu” aracıyla kitlelerin önemli bir kesimini daha katı muhafazakar-otoriter görüşlerine yedeklemeyi başardılar. Dini ve şovenist ırkçı ideolojiye daha fazla sarılan totaliter-faşizan yönetimlerin işbaşına gelmeleri ya da işbaşındakilerin siyasal baskı, yasak ve şiddeti daha fazla kullanmaları böylece daha kolaylaştı.
Türkiye dahil olmak üzere, bölgemizde son on yıllarda yaşanan toplumsal-siyasal   gelişmeler ve bu gelişmeler kapsamında toplumsal yaşama etkisi artan muhafazakarlaşma ve muhafazakar ideolojinin etki alanını genişletmesi, uluslararası bu gelişmelerden soyutlanamaz. Amerikan emperyalizmi başta olmak üzere emperyalist büyük güçlerin politikaları, ister yedeklenip uyum göstersinler isterse çıkarlarının çatışması üzerinden savaşır duruma gelsinler (IŞİD ve Taliban örnekleri) işbirlikçi yönetimlerin ve sistemin “değerler”ini Ortaçağın dogmalarıyla birlikte bir yaşam “ilkesi”-kültürü ve görüşü olarak dayatan dinci-şoven politik örgütlerin daha fazla güç kazanmalarına güç vermiştir. İşçi sınıfının, emekçilerin, ilerici aydın kuşaklarının daha ileri, özgürlükçü, eşit haklara dayanan, sömürü ve baskıyı reddeden talepleri ve mücadelesine karşı, kapitalist sistemin bu temsilcilerinin konumu ve tutumu, sınıf düşmanlığı ve ekonomik-sosyal, siyasal ve kültürel baskı ve zorlalık olarak, daha fazla yoğunluk kazanmış, daha belirgin biçimlerde yeniden şekillenmiştir. Bencil bireyciliğin ve tekelci-tekçi totaliter siyasal zorbalığın “birliği ve zıtlığı”yla tekelci kapitalist hegemonya ve insanı insanın kurdu haline getiren kapitalist sömürü, rekabet, yağma sistemi, bu “bütün”ü, yalnızca egemen özellikleriyle resmetmektedir. Sorunların sınıfsal-toplumsal çözümü yerine hakim olana biata çağıran; bireyi, sınıfları ve toplulukları bu çarkın parçası olarak kalmaya; uyumlu davranmaya, kendilerine verildiği kadarıyla yetinmeyi bir belirlenmişlik ve değişmezlik sayarak kabule çağırmakla kalmayıp buna zorlayan hakim sınıf ve temsilcilerinin, çiziminde aktif özne olarak rol oynadığı bu resmi yırtıp atmadıkça, emek gücünün sömürüsü üzerinden şekillenme olanağı bulan bu düzen, liberal, muhafazakar anti demokrat ve gerici, faşist vb. gibi siyasal dayatmalarla varlığını sürdürecektir. “Demokrasi ve özgürlük” adına, proleterya ve emekçilerin ulusal ve uluslararası mücadelesinin ürünü olarak elde edilmiş ve kabul ettirilmiş demokratik hakların bütün kapitalist ülkelerde budanması; güvenlik politikalarının öne çıkarılması, “önleyici savaş” stratejisi diye bir strateji ilanıyla emperyalist ve işbirlikçi devletlerin uluslararası yayılmacı ve istilacı politikalara daha fazla yönelmeleri, militarist politikalara ve silahlanmaya daha fazla yönelinmesi ve tüm bunların ABD’den Türkiye’ye, Rusya’dan Almanya’ya, İngiltere’den Mısır ve Fas’a; Fransa’dan S. Arabistan’a, muhafazakar ve sözde liberal tüm burjuva yönetimlerinin öncelikli politikaları haline gelmesi, “küresel demokrasi ve özgürlük” söyleminin, sistem savunusu temelli muhafazakar, gerici ve anti demokratik bir yalanın örtüsü ve hatta formülü olduğunu göstermiştir. Sosyalizmin yenilgiye uğratılmasını ve Sovyetler Birliği’nin çökertilip tasfiye edilmesini özgürleşmenin ve demokrasinin gerçekleşmesi ya da koşullarının oluşması olarak propaganda edenlerin dünyası, şimdi tam da böylesi bir dünyadır.

C-) KAPİTALİZMİN KORUMALIĞI OLARAK MUHAFAZAKARLIK  VE EMEKÇİLERİN MÜCADELESİ
Üretim araçlarının mülkiyetini ellerinde tutarak ekonomik-sosyal yaşama hakim olanların ideolojik-politik ve kültürel yaşamı konrol etme ve denetleme olanaklarını da ellerinde tutacakları, tuttukları tarihin gerçeğidir. Muhafazakarlığın ya da yeni muhafazakar “dünya görüşü”nün, kapitalizm ile ilişkisi içindeki gelişme seyri, siyasal-ideolojik kimliğinin açıklığı yönünden önem taşır. Burjuvazi, daha 1789 Fransız Burjuva Devrimi sonrasından başlayarak, sınıf düşmanı proletaryaya karşı, bir örneği 1830-48 Kıta Devrimi döneminde ve sonrasında 1871 Paris Komünü’nü kana boğmak üzere, bütün kıtalarıyla harekete geçtiğinde, geleneksel-feodal değerlere sarılmayı ihmal etmemiş; devrimci gelişmeye karşı tutucu-muhafazakar ve gerici bir konuma yerleşmiştir. Paris Komünü’nü Alman-Fransız işbirliği ve kıtasal destekle kana boğan karşı-devrimin ilk işlerinden birinin, Kömünarların kurşuna dizildikleri mekanın karşı tepesine Beyaz Kilise inşa etmek olması, simgesel olmanın ötesinde anlama sahiptir. Burjuvazinin özgürlük, eşitlik ve kardeşlik şiarlarını “geminin bordasından aşağı atması”ndan sonra ve özellikle de tekelci kapitalizm koşullarında insan hakları artık sadece burjuva ikiyüzlülüğünün ifadesi olmuş; gerici burjuvazi, kapitalist sömürü düzenini sürdürmek üzere liberalizm, muhafazakarlık ve faşizm dahil burjuva politikası ve ideolojisinin her türünü  yönetim biçimi ve aracı olarak kullanmaktan kaçınmamıştır. Doğu-Asya toplumlarında ise, geleneksel muhafazakarlık ile modern burjuva muhafazakarlığı içiçe geçmiş, daha gerici-tutucu bir anlayış olarak şekillenmiştir. Muhafazakar söylemde öne çıkarılan aile, cemaat, millet vb. gibi toplumsal formasyonlar vurgusu, verili toplumsal koşullara ve ilişkilere uyum gösterilmesini ve bu “devamlılığa” hizmet eden ve önceki kuşaklardan devralınan “miras”ın korunup sonrakilere iletilmesi amacına bağlanmıştır.
Yukarıdan beri belirtilenler, muhafazakarlık olarak adlandırılan politika ve ideolojinin tüm görünüm ve biçimleriyle kapitalist toplumsal sistemin sürdürülmesine bağlandığını; işçi sınıfı ve emekçiler ile ilişkilerinde, sistemin savunusu ve sürdürülmesini esas aldığını ortaya koyuyor. Burjuva laisizmini “dinsizlik” ile eş anlamlı alan bir muhafazakar politika ve ideolojinin Doğu-İslam toplumlarında iktidarlar düzeyinde etkili olması, kapitalizmin kitleleri çözümsüzlüğe sürüklemesinden ve emperyalist burjuvazinin dini ideolojiyi egemenlik ve yayılmacı politikanın yedekliğinde tutması ve istismarından kopuk olmamıştır. Bugün, uluslararası alanda “küresel kapitalizm” ile karşıt görünümlü, ancak onunla uyumlu ve yedeklenmiş olarak şiddet üreten bir Sünni-İslâm radikalizminden, üstelik uluslararası alanda söz ediliyorsa; ve Doğu toplumlarındaki başta olmak üzere, muhafazakar sağ gerici anlayış kitlesel etkisini artırma eğilimindeyse, sorun artık ne Batı Avrupa’da bir eğilim olarak uç veren “İslamofobi”yle, ne de Samuel Huntington’un teorisini yaptığı “medeniyetler çatışması” söylemi ve yaklaşımı çerçevesine sığdırılabilir. Yaşananlar kapitalist sömürü kaynaklı rekabet ve çatışmalardan ve burjuva emperyalist dünya politikasından kopuk değildir; ve doğrudan doğruya dini ideoloji ve onun şovenist-mezhepçi anlayışlarının günümüz toplum yaşamında daha etkin işlev görüyor olmasının sorumluluğu uluslarası sermayenin ve gericiliğin temsilcilerine aittir. Muhafazakar politik ideolojinin günümüzde yeniden etkili olması, gerici ideolojik kuşatmanın etkin bir biçimde yoğunluk kazanması, kapitalist emperyalizmin uluslararası  çelişkilerinden ve bununla bağlı politikalarından bağımsız değildir. Sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesi, uluslararası büyük tekellerin etki alanlarının genişlemesi ve etki düzeyinin büyümesi, sermaye iktidarının daha dar ve merkezi-oligarşik karakterini artırmış; büyük sermayenin küçük-orta burjuvaziyi de baskılayan ve halk kitleleri üzerinde sınır tanımaz bir zorbalık olarak şekillenen hakimiyetini olanaklı hale getirmiş; ABD başta olmak üzere uluslararası düzeyde belli sayıdaki büyük emperyalist güçlerin  etkinliği daha fazla belirginlik kazanmış; rekabet ve daha fazla sömürü için güç kullanımı; Yakın Doğu, Asya, Afrika, Balkanlar gibi dünyanın büyükçe bir kesiminde mali-ekonomik, siyasal ve askeri emperyalist denetim ve baskı belirgin biçimde öne çıkmıştır. Güce bağlı bu ekonomik-siyasi ve askeri politika, cinsiyetçi, ulusçu yerelci-muhafazakar politikaların güç bulmasının koşullarını da, bir önceki döneme göre daha fazla olgunlaştırmış; burjuva emperyalist gericilik, kapitalizm ürünü kaos, çürüme, çatışma, belirsizlik ve düzensizlikleri “giderme” olanaksızlığına rağmen, kendini sürdürmek üzere ve bunların bir tür çözümü adına, baskı ve şiddeti yoğunlaştırmanın yanı sıra dinsel ideolojiyi politik-iktisadi hegemonya için daha fazla devreye sokmuştur. Kitlelerin sermaye hükümetleriyle uyumu için yeni hiyerarşik düzenlemelere gidilmiş, yönetim yetkisinin daha fazla merkezileştirilmesi girişimleri (Türkiye en güncel ve canlı örneği oluşturuyor) yoğunluk kazanmıştır.
Bütün bunlar, işçi sınıfının ve emekçilerin ileri kesimleri başta olmak üzere, geniş kitlelerinin önüne, muhafazakarlık ve modernizm adına kendilerine sunulanın, esasen, burjuva-burjuva öncesi ve kapitalist emperyalizme ait öncelikler, çıkarlar ve anlayışlara denk düştüğünü bilerek bir ayrıma gitmeleri ve kendi sınıflarına ait değerleri; mücadele-dayanışma-paylaşma, birleşme-örgütlü mücadelelerinin tarihsel deneyimini özümleme ve aktarma; burjuvazinin dinsel, etnik, cinsiyetçi ayrım politikası ve ideolojisinin halkların köleliğini “daim kılmak” amaçlı olduğunu görüp buna karşı tutum almayı; faşist, muhafazakar-liberal ve gerici antidemokrat tüm  düzen partileriyle aralarına sınıfsal temelli bir sınır koyarak, emperyalizme ve işbirlikçi gericiliğe karşı, halk demokrasisi ve sosyalizm için mücadeleyi yükseltme gibi bir sorumluluğu getiriyor. Burjuvazi, kitlelere bir tür “yer yüzü cenneti” vaad etmişti; ancak sömürü, baskı ve eşitsizliklerden, açlık, yoksulluk ve işsizlikten; işgal, kırım ve savaşlardan başka bir şey vermedi. Az çok bir hak mümkün olduysa, bu da işçi sınıfı ve emekçilerin kan-can bedeli mücadelelerinin ürünüydü. Fazlasını vermeyeceğini, yüz yıllara yayılan siyasal-sosyal-ekonomik, askeri ve kültürel hakimiyetiyle kanıtlamış bulunuyor. Muhafazakar ideoloji ve politikanın, kapitalist barbarlıktan bağışık olmadığı, sermaye düzeninin devamına çalıştığı; ve fakat buna rağmen halkın geleneksel kimi anlayışlarını ve inançlarını istismar ederek, etkili olma ve etkisini sürdürmeye soyunduğu ise, yine uzak-yakın tarihin, özellikle de bölgemiz ve ülkemiz toplumlarının yaşam pratiklerinde açıklık kazanmıştır. Söylemsel vaazına rağmen, muhafazakar sağ anlayış, insanı, insan olarak değil belirli kimlik mensubu “aşağı” – “yukarı” bir tür; Türk, İngiliz, Yahudi, Arap olarak görür. İslamcı muhafazakarlık, bütün bunları “üst belirlenimci” fıtrata bağlar, kaderden sayar, gereklilikler ve zorunluluklar bahsinde, hatta değiştirilemezler içinde görür. Bu anlayışın Sünni-İslamcı Türk versiyonuna göre, kişi, Sünni Türk ise, “makbul ve makul mümin kollektif”in bir parçası-unsurudur; yönetim politikalarına uyum gösterip sadakatte kusur etmiyorsa, saygın ve üstündür! Öteki “yaratılanlar” ise, devşirilmeyi ve uşaklaşmayı kabullenmedikleri sürece, “münafık-zındık” olarak görüleceklerdir vb. Muhafazakar politika ve ideoloji bu söylem ve argümanlarla, konumları kapitalist sömürü sesteminde istikrarsızlık gösteren ya da istikrarsızlığa mahkum toplumsal kesimlerin, özellikle de küçük işletici ve üreticinin, küçük ve orta burjuva kesimlerin korkularına, gelecek tahayyülleri ya da güvensizliklerine, “istikrar, güven ve koruma” vaadiyle yanıt olma iddiasındadır ve aynı nedenle de bu kesimlerden destek görebilmektedir.
Demek oluyor ki, işçi sınıfının kurtuluşu aracıyla insanlığı kurtarmak üzere, sınıf mücadelesini yükseltmek dışında, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik dünyasına götürecek bir yol kalmamıştır.  Muhafazakar-liberal ve gerici doğmaların etkisinden kurtulmak, kendi somut taleplerini, haklarını savunmak, bu temelde burjuvaziyle ideolojik-politik ve sosyal-kültürel düzeyde de ayrışmak gerekmektedir. Bu yönlü gelişmenin güç bulması için sorumluluk ise özellikle sınıf bilinçli işçi-emekçi, genç militanlarla birlikte sınıfın davasına baş koymuş aydınlara düşmektedir.

ibni sina’nın daniş-name’si: tacik halkının önemli bir felsefi eseri*

Ebu Ali İbni Sina, bir diğer adıyla Avicenna (980-1037), Doğu kültürünün en önemli isimlerinden biridir. Büyük bir filozof, hekim, doğa bilimcisi, matematikçi, şair, dil bilgini ve döneminin gerçek bir ansiklopedistidir o. İbni Sina’nın Doğu’da yaygın olarak bilinen eserleri artık Avrupa’da da tanınıyor. Eserleri üzerinde geniş araştırmalar yapılmış olmasına rağmen, bugüne kadar ne Rusça ne de başka bir dilde İbni Sina’nın ansiklopedik eserleri konusunda, ana dilinde yazdığı ve Daniş-Name (Bilgi Kitabı), Daniş-Moye (Madde Bilgisi), Hikmeti-Alai (Alai Felsefesi) adlarıyla bilinen eserleri konusunda hiçbir çalışma bulunmamaktadır.
Bu kitap Dari dilinde yazılmıştır. Bu dil, eski Taciklerin 9. ve 10. yüzyılda kullandığı ve günümüz Tacik dilinden farklı bir dildir.
Daniş-Name iki ciltten oluşur; birinci ciltte mantık ve metafiziğe, ikinci ciltte ise fizik, matematik, astronomi ve müziğe yer verilmiştir. Daniş-Name 1891’de Haydarabad’da Firuz yayınevi tarafından yayımlanmıştı. 1937-38’de ise İranlı alim Horasanlı Ahmed, Daniş-Name’nin birçok elyazması örneğini toplamış ve Tahran’da Daniş-Name-i Alai adıyla yayımlamıştı.
Daniş-Name’nin analizine geçmeden önce İbni Sina’nın felsefesinden söz etmek uygun olacaktır. İbni Sina, dünyanın oluşumunun kesin bir sürecin sonucu olduğuna ve asıl şeklini bazı evrim aşamalarından geçerek aldığına inanıyordu. İlahi varlıktan yayılma yoluyla ortaya çıkmıştır; özünde maddidir ve Tanrı’nın kendisinden daha az ebedi değildir. İbni Sina düşüncesinde Tanrı soyuttur ve tam oluşmamıştır. Dünyanın başlangıcı ilahi iradenin sonucu değil, kaçınılmaz bir gereklilik sonucudur; dolayısıyla dünya da mutlak ilke ya da tanrısal varlık kadar ebedidir.
Müslüman din adamları İbni Sina’nın görüşlerini sindiremezdi; çünkü  maddi dünyanın ebediliği düşüncesi, dünyanın ilahi bir güç tarafından yaratılmış olduğuna dair dini öğretiyle çelişiyordu. Başta Gazali (1059-1111) olmak üzere, 11. yüzyıl sonu ile 12. yüzyıl başlarındaki gerici filozoflar İbni Sina’nın görüşlerine şiddetle karşı çıkmış ve dönemin yöneticileri tarafından desteklenmişlerdir. Günümüze ulaşan bilgilere göre, 1160 yılında Halife’nin emri üzerine Bağdat’ta bir kütüphaneye el konmuş ve İbni Sina’nın oradaki ansiklopedisi herkesin gözü önünde yakılmıştır.
İbni Sina, çağının özgün bir düşünürüdür. Burjuva felsefe geleneği, yanlış bir şekilde İbni Sina’yı yalnızca bir yorumcu ve Aristocu fikirleri Yakın Doğu’da yayan kişi olarak görmektedir. Örneğin Regel bu görüştedir.
Daniş-Name’den yola çıkarak İbni Sina’nın bağımsız ve özgün düşüncesi hakkında net bir fikre varabiliriz.

II
İbni Sina bilimleri sınıflandırmak için bir formül ortaya koydu. Ona göre bütün bilimler, insan davranışı alanına kılavuzluk edecek fikirleri beslemek üzere pratik alan ve bilgi edinmek amacıyla araştırmanın sürdürüldüğü teorik alan olarak ikiye ayrılıyordu.
Pratik bilimleri ise kendi arasında üçe ayırıyordu: Kent yönetimi bilimi; kişinin kendi işlerini idare etmesini sağlayan ve erkeğin evi, karısı, çocukları ve mülküyle ilgili hareketlerini düzenleyen bilim; ve insanın kendisine dair bilim.
Teorik bilimleri de kendi içinde yüksek bilim, orta bilim ve fizik olarak ayırıyordu. Bunların her birini saf ya da temel grup ile uygulamalı ya da ikincil grup bilimler olarak da bir ayrıma tabi tutuyordu.
Örneğin İbni Sina saf fiziği maddenin, biçimin, hareketin bilimi, dünyayı oluşturan birincil cisimlerin bilimi, elementlerin ve onların hareketinin bilimi, yıldızların etkisi ve meteorolojinin, minerallerin maddelerin, bitkilerin, hayvanların, ruhun ve onun insanda ve hayvanlarda ortaya çıkan özelliklerinin oluşumu ve ortadan kalkmasının bilimi olarak adlandırıyor. Uygulamalı fizik ise tıp, astroloji, fizyonomi, rüya yorumları, simya ve büyü alanlarını içermektedir.
Temel matematiğe giren dört bilim vardır: Aritmetik, geometri, astronomi ve müzik. Bunların tümüne ikincil matematikte karşılık gelen uygulamalı bilimler vardır. Örneğin aritmetiğin tamamlayanı altmışlı Hint hesabı ve cebirdir; geometrininki yüzey ölçümü, mekanik, ağırlığın çekiş gücü, terazi ve ağırlık düzeneğinin, ölçekli aygıtların, optik aygıtların ve aynaların inşasıdır. Astronominin bütünleyeni astronomik ve coğrafi tabloların çizimi iken, müziğinki enstrümanların yapımıdır, vs. vs.
İbni Sina’nın bilim sınıflandırması esas olarak materyalisttir. Aristoteles’in yaptığı sınıflandırmadan farklıdır ve öncellerinin tecrübelerini özümseyip yararlandığı gibi, kendi gözlemleriyle onları eleştirme ve aşma kapasitesine de sahip olduğunu göstermiştir. Ancak İbni Sina, mutlak varlığın bilimi olarak “birincil bilim”in önemini abartması ve aynı varlığı inceleyen diğer bilimlerin karşısına koyması nedeniyle idealizme kaymıştır. Uygulamalı teoloji alanına vahiy ve mükâfatı, tercih ve lanetlemeyi, mezarın ötesinde hayatı dahil etmesi, İbni Sina’nın şeylerin dünyasından ayrı olarak düşünce dünyasının da varlığını kabul ettiğini gösterir.
Bilindiği gibi Aristoteles, “teorik bilimler”in varlığı incelediğine ve aralarındaki farkın her bilimin inceleme niteliğine bağlı olduğuna inanıyordu. Aristoteles’e göre, “birinci felsefe”, “hareketsiz şeyler”in bilimidir. “Hareket eden ama yok olmayan” şeyler matematiğin, “yok olan şeyler” ise fiziğin inceleme alanına girer. Yukarıda gördüğümüz gibi bilimlerin sınıflandırılması konusunda İbni Sina’nın görüşleri Aristoteles ile aynı değildir ve fizik alanında Aristoteles’in öğretisine katkıda bulunmuştur.

III
İbni Sina dış dünyanın gerçekliğini kabul ediyordu. “Varlığın sınırı yoktur; benzeri yoktur… Varlıktan daha kapsayıcı başka bir şey yoktur; ondan daha iyi bir şey bilinmediği için dış hatları da yoktur… her şey ondan sonra gelir”  der. İbni Sina’nın varlığın nesnelliğini ne kadar sık vurguladığı görülecektir. Varlığın bizden bağımsız olarak var olması konusundan söz ederken İbni Sina onun içeriğine de değinir. “Varlık, tabiatı gereği töz ve rastlantı olarak ayrılır.”  “…Tözün temeli rastlantı değildir”  sözleriyle tözün birincil önemini vurgular. Tözü dört ögeye ayırır: içinde ateşten öz barındıran ve esası oluşturan madde; ateşten gerçek ve içkin ateş olarak biçim; karışık unsur, örneğin ateşten cisimler; ve dördüncüsü de bedenden ayrı olarak ruh.
Aristoteles gibi İbni Sina da varlığın tüm kategorilerinin öneminin tözden kaynaklandığına (Aristoteles buna töz demiştir), diğer kategorilerin elzem olmadığına, geçici olduğuna inanır. Daniş-Name’de tözün nesnelliğini göstermeye çalıştı ve doğanın özünü oluşturduğu için tözün varlığının kaynağının kendisinde aranması gerektiğini vurguladı.
Aristoteles, bildiğimiz gibi, biçimi ayrı olarak ele aldı ve materyalist bir “ilk öz” yorumunu bırakarak yalnızca biçimi mantıklı tanıma açık gördü. İbni Sina ise biçime öncelik vermek yerine “yapıcı özü” tözün temeli olarak koyar.
Bütün cisimler maddeden oluşur: “…madde olmadan hiçbir soyut cismani biçim olamaz.”  Daha sonra aynı düşünceyi geliştirir: “… cismani biçim maddenin kendisinde saklıdır ve cisim  bu biçim ile bu maddeden oluşur.”
Bütün bunlar İbni Sina’nın (en azından Daniş-Name’yi yazdığında) neo-Platoncu öğretinin destekçisi değil muahlifi olduğunu gösteriyor. Ne yazık ki, Sovyet yazınında bile İbni Sina’nın Aristoteles felsefesini Plato’nunki ile uzlaştırmaya çalıştığına dair yanlış bir düşünce hakimdir.  Burjuva oryantalistleri İbni Sina’nın idealist eğilimlerini vurgulamaya, hatta onun felsefesinde mistik temayüller aramaya kalkışır. Böylece Djemil Saliba, İbni Sina’nın kurduğu bütün düşünce sisteminin “dünyanın üzerine boşaltılan mistik bir güç” ile kaplı olduğu sonucuna varıyor ve şunları söylüyor: “İbni Sina’nın sisteminin temelinde mistiklik yatar aslında… Bu öğreti mistik rasyonalizm ya da daha doğrusu, Oryantal kaynaklı mistik unsurların eklendiği neo-Platonculuktur.”
Bu ifadeler tarihsel gerçeklere ters düşüyor. İbni Sina, Aristoteles’de gördüğümüz şekliyle bir “temel itici güç”ün varlığını kabul etmemiş, zaman ve hareket arasındaki karşılıklı ilişkiyi materyalist bir tarzda ele almıştır. “Zaman ancak hareket halinde algılanabilir. Hareketin olmadığı yerde zaman da yoktur” der İbni Sina, El Nedjat’ta.  Ayrıca zamanı, çeşitli devinimlerin ölçüsü olarak tanımlar.
Bilindiği gibi, Aristoteles, doğada içkin bir devinim varsayımını kurcalamış, fakat sonra “hareket etmeyen itici güç” adını verdiği tanrısal varlığın hareketin kaynağı olduğu sonucuna varıp bu varsayımı reddetmişti. Doğada içkin bir devinim, potansiyel durumda var olan hareket hipotezini öne süren İbni Sina ise hareketin kaynağı sorununu sadece cisimlerin dış etkisine veya şu ya da bu nesnenin hareketine indirgemiyordu. “Hareketten kasıt, cismin içinde mevcut olan bir eğilimden başlayıp durum değiştirdiği andaki durumudur; bu, olasılıktan gerçekliğe geçiştir ve sürekli bir şekilde meydana gelir, sadece bir tek etkiyle değil” der, İbni Sina.
İbni Sina’nın teolojik söylemlerinin burada ayrıntılı olarak ele alınmasını gerektiren bir durum yok; felsefe tarihi açısından bunlar büyük bir önem arzetmiyor. Ancak İbni Sina’nın öğretisinin ilginç olan yanı şudur: O, hem dinin hem de insan aklına dayanan bir felsefenin bağımsız olarak var olabilmesinin mümkün olduğunu düşünmektedir. İbni Sina düşüncesinde Tanrı basit, tek ve mükemmeldir; o saf akıldır, kendisini bilir ve bundan dünyaya dair bilgi ortaya çıkar. Bu düşünceyi geliştiren İbni Sina şunları söyler: Aynı nedenin birden fazla etki yaratması imkânsızdır. Böylece çoğulluğu “ana neden”i devreye sokarak açıklar. Bunun kesinlikle basit olmadığını söyler; özünde biçimsel ve dış unsurları içerir; bu dış unsurlar “ikinci neden” ile ruhları ve katmanları oluşturan potansiyel unsuru yaratır. Yayılma (emanasyon) yalnızca bir bilgi aracı değil, aynı zamanda iradenin bir eylemidir; çünkü “zorunlu varlık”, yani Tanrı, her şeyin kendisinden yayılmasına rıza gösterir. Her katmanı hareket ettiren bir ruh vardır ve o katmanı iyiyi aramaya yönelten bu ruhtur. İbni Sina’ya göre, insan ruhu ölümsüzdür, tıpkı “zorunlu varlık” gibi.
İbni Sina’nın görüşleri panteizme (tümtanrıcılığa) yakın değildir. O daima Tanrıyı dünyadan ayırır ve her şeyden yalıtarak, özünden tüm olumlu özellikleri dışlayarak salt varoluşu bırakır.
Özetleyecek olursak, İbni Sina’nın tutarlı bir materyalist olmadığını söyleyebiliriz. Onun öğretisi çelişkilerle doludur. “Zorunlu varlık” kavramını ondan doğan “ana neden” ile öne çıkarıp doğayı arka plana iterek İbni Sina bütün felsefi sistemine damgasını vuran idealizmi kabullenmiş olur. İbni Sina’nın teolojiye ve Şeriata karşı kayıtsız kaldığını farz edebiliriz. Tarihi belgelerden yola çıkarak, İran’daki feodal aristokrasinin Araplar gelmeden önce imtiyazlı konumda olduklarını ve bu yüzden Arap istilacılarına ve onların dini olan İslama karşı inatçı bir savaş verdiklerini biliyoruz. İslam yayılıp İran’da kök salınca İranlı feodal aristokrasinin İslama karşı savaşının yerini İslam içindeki mezheplerin gizli savaşı aldı.
Bu, İslam içi mezheplerin, İran aristokrasisinin Araplara karşı mücadelesinin nihai biçimi ve ürünü olduğu konusunda kesin yargıya varmak değildir. İslam içi bazı mezheplerin köylülüğün ve zanaatkârların Arap tımarcılara ve beylere karşı mücadelesini yansıttığı bilinen bir gerçektir. Feodalizme karşı mücadele teması, İbni Sina’nın babasının da üyesi olduğu İsmaili hareketinde yansımasını buldu.
“Babam esaslı bir İsmaili idi. Ağabeyimle sık sık İsmaili bakış açısına göre ‘ruh ve akıl’ konusunu tartışırdı” diyor İbni Sina biyografisinde. İbni Sina’nın Buhara’dan yola çıkıp diğer ülkelerle sıkı ticari ilişkileri olan ve sıkı bir Muhammed takipçisi olmayıp bazı dinsel törenlerle yetinen Mecusilerin kalıntılarının yaşadığı Harezm’e gitmesi; daha sonra Harezm’den İran geleneklerinin takipçisi Kabus ibn-Vişmugir’i ziyaret etmek için Jorjan’a geçmesi ve nihayet Jorjan’dan Şems Addaula ile sürülerek Hamadan’a gitmesi ve orada vezir olması, bütün bunlar bir ölçüde ibni Sina’nın İslam karşıtı eğilimlerini doğrulamaktadır.
İbni Sina’nın materyalist tezleri, eğitimli kesim için Arapça yazdığı eserlerde değil ama ana dili olan Dari dilinde, eski Tacikçe yazdığı eserlerinde özellikle nettir. İslama karşı herhangi bir açık saldırı şiddetle bastırılacaktır. Bu nedenle İbni Sina’nın daha dar bir kesim için ya da İslamcılığa karşı muhalif duran hemşerileri için kaleme aldığı eserlerinde kendisini daha açık ifade ettiğini varsayabiliriz. Ruh Üzerine adlı ünlü risalesinin sonunda şöyle yazar İbni Sina: “En yakın müritlerime talimat vermek için (sırları) açıkladım… Ama dostlarımı ve müritlerimi, benim öğretilerimi kabul edenleri, olgunlaşmamış ve dine karşı isyanda olan insanlara bu öğretileri ifşa etmelerini ya da bu risaleyi onlara okumalarını ya da güvenli olmayan yerlerde saklamalarını yasaklıyorum.”

IV
İbni Sina Müslüman Doğu’nun beden ile tin arasındaki ilişki sorununu ele alan ilk filozoflarından biridir. Bu iki kategorinin belli ölçüde birliğini sağlama yoluyla geleneksel ikici algıyı ortadan kaldırmaya çalıştı. Bu amaçla ara unsur olarak ruhu oluşturdu. Ruh özünde tinle bir olsa da bedene yakındır ve adeta bedenin temel itici gücüdür. İbni Sina bu düşünceyi dile getiren ilk kişidir; ondan önce hiçbir filozofta görülmez bu düşünce. Rüyaların Yorumu adlı eserinde, insan vücudunun organlarına ayrılmış bölümde İbni Sina şöyle der: “İnsanı oluşturan iki öz vardır, beden ve ruh. Ruh açısından beden bütün organlarıyla adeta ruhun çeşitli aktiviteleri için kulllandığı bir araçtır.”  El Nedjat adlı eserinde ise canlı cisimlerin aktivitesinin fiziksellikle ilgili olduğunu ve cismi oluşturan unsurların karışımı içinden ruhun doğal cismin temel bileşeni olduğunu belirtir. İbni Sina’nın bu kadar tutarsız olduğu başka bir nokta yoktur belki de.
İbni Sina’nın öğretisinde ruh üç türü bulunan bir cinstir: bitkisel, hayvansal ve idari (administrative) ya da rasyonal. Ruhun bu üç türünün temel özellikleri bilinçsiz temel bitki gücünden insanın rasyonal aktivitesine doğru bir ilerleme kaydeder. Bu türlerin her birinin kendi  özellikleri vardır. Örneğin, bitkisel ruhun doğma, büyüme ve beslenme özellikleri vardır. İbni Sina’ya göre, hayvan ruhunun temelinde ise temel duyular yatar; duyu verilerini dizginleyen, gruplayan ve doğrudan yorumlayan melekeler de bunların üzerindedir. İdari ya da İbni Sina’nın adlandırdığı şekliyle “nüfuz eden” ruh da üç güce sahiptir: Birincisi, beyinden sinirlere doğru dolaşan tin yoluyla vücudu hareket ettiren temel itici güç; ikincisi, görme, işitme, dokunma, koklama ve tat alma duyularını harekete geçiren genel güç; üçüncüsü ise hayal gücü, hafıza ve düşünceyi içeren akıl gücüdür.
İbni Sina duyuların fonksiyonlarına büyük bir önem atfederek ayrıntılı bir biçimde onları araştırır. Ona göre, gözle görünür cisimler etrafında maddi bir şeffaf vasıta vardır ve ışık bu vasıta üzerinden cismin üzerine düştüğünde cismin görüntüsü yansıma şeklinde gözbebeğine aktarılarak algılanmış olur. Ruh Üzerine adlı kitabının üçüncü tezini bu konuya ayırmıştır. (…)
İbni Sina dördüncü tezini ise Psikoloji’ye, “içsel algı gücü”ne ayırır. Geliştirici (formative) ve entelektüel becerilerin, fikir ve hafıza da dahil, muhakeme gücünü oluşturduğunu belirtir.
Geliştirici beceri fonksiyonu, söz konusu duyu nesnesinin duyu organları üzerindeki etkisinin sona ermesiyle nesnenin duyumsanabilir biçiminin kalıcı hale gelmesiyle oluşur. Dış dünyaya ait nesnelerin eylemi kesintiye uğrayabilir, fakat geçici olarak görme alanından kaybolsa da duyumsanan nesnenin yansıması iz bırakmaya devam eder, algı tarafından sabitlenir ve hafızada kalıcı hale gelir. İbni Sina’ya göre hayal, gerçek nesnenin insan bilincindeki yansımasının sonucudur.
Geliştirici becerinin ardından, İbni Sina’nın “düşünce gücü” ya da düşünme olarak adlandırdığı entelektüel beceri ortaya çıkar. Ona göre, “düşünce gücü iyi ile kötüyü, muhayyile gücü üzerinde iz bırakan olgunun doğru ile yanlışlığını birbirinden ayırır ve muhayyilenin önerdiği şeyin yararını sınar.”  Daha sonra ise “hafıza gücü” gelir. İbni Sina’ya göre, hafızanın özelliği, bilinçte pekişmeyi ve duyularla algılanan nesneleri birbirinden ayırmayı sağlamasıdır.
İbni Sina’nın söz edilmesi gereken önemli bir düşüncesi de bu zihni işlemler arasındaki ilişki ve bağlantıya dair tezidir. Rüyaların Yorumu kitabında şöyle der: “Hafızanın algıladığı olgular muhayyile tarafından alınarak düşünceye iletilir. Düşüncenin görevi, olguların bıraktığı izlerin doğru olup olmadığını belirlemektir ve ihtiyaç duyduğunda yeniden bakmak üzere onu hafızada bırakır.”
İbni Sina’nın fiziksel süreçlerin düzenlemesini, hayal ve hafızanın düşünceye bağlı olmasını ve düşüncenin kullandığı kontrol gücünü kabul etmesi onun teorisine olağanüstü materyalist bir özellik kazandırır. Ortaçağ’da bilimin ulaştığı gelişme düzeyi elbette onu yukarıda sıraladığımız türden naif materyalist görüşlerden öteye götürmeyecektir. “Fantezi filden daha büyük bir insan şekli yaratabilir ya da aslan kafalı bir insan düşünebilirsiniz.”  İbni Sina’ya göre, hayal gücünde her şeyin temsili mümkündür; ama duyu sadece görünebilir, duyumsanabilir, algılanabilir olguları algılayacaktır.
İbni Sina, aklı, pratik ve teorik olarak ikiye ayırır. Pratik akıl eyleme uygun olan motor yetenekleri içerirken, teorik akıl da algılama becerisi ile karakterize olur. Ayrıca İbni Sina’ya göre akıl, adımlara göre ayarlanmış bir dizi yetilere ayrılmıştır. Her yeti baştan mutlak potansiyel olarak mevcuttur. Örneğin, yazı yazmayı öğrenme olasılığı (possibility) çocukta içkindir. İbni Sina bu yetti “maddi” olarak adlandırır. Daha sonra bu yeti aktif hale gelmek için olgunlaşır, fakat bazı alet ya da bilgi eksikliğinden dolayı aktiflik henüz gerçekleşmemiştir; kalemi olmadığı için yazı yazamayan çocuğun durumu böyledir. İbni Sina bu ikinci yetiyi “olanaklı” olarak adlandırır. Üçüncü ve son yetide ise eyleme geçmek için eksik olan tek şey iradedir. Aklın kendisi de bu üç halin özelliklerini taşır. İlk hali “maddi” akıldır; sadece mutlak öğrenme olasılığına sahiptir; ikinci akıl hali göreceli olarak daha aktiftir; üçüncü hal ya da derece ise tam hazır olmayı içerir; ilk gerçeklere dayanarak “süper mantıklı” biçimlerin her an oluşabileceği andır. Aslında sadece potansiyel olarak aklın en yüksek aşaması olsa da İbni Sina bu aşamayı “eylem halindeki akıl” olarak adlandırır; gerçekliğin biçimini anlama tam da bu aşamada gerçekleşir. Akıl artık “gerçek akıl” olarak adlandırılabilecek hale gelmiştir. İbni Sina aklın bu kapasitesinin daha üstüne ise yalnızca bazı insanların tecrübe ettiği “kutsal akıl” halini yerleştirir.
İbni Sina’nın getirdiği aklın güçlerinin adım adım temayülleri fikri İspanyol filozof Juan Uarte’yi etkilemiş, o da Bacon, Descartes, Spinoza ve diğerlerini etkilemişti. (…)
İbni Sina, ruhun her türlü işleyişinin temelinde duyu algısının yattığına inanıyordu. Ancak ona göre, anlaşılabilir olanı anlamak için algılanilir olanı temin eden rasyonel ruh, algılanabilir olandan giderek uzaklaşır ve doğasına uygun olarak evrensel gerçekliklere yaklaşır. Giderek özüne döner, dolayısıyla, saf akli (mental) muhakeme haline yükselmek için kendisini giderek maddeden kurtarır. Bu tezde İbni Sina doğrudan çelişkili olan iki görüşü birleştirir. Bir taraftan, duyuların aktif rolünü deneysel olarak kabul edip soruna doğru, materyalist bir çözüm getirir; öte yandan ise aklı maddi temelden ayırarak idealizme kayar.
Bizce “asıl akıl” Plato’nun “fikirler dünyası” ile neredeyse aynıdır. Tam da bu idealist tezden yola çıkarak İbni Sina makul ruhun tinselliğini ve ölümsüzlüğünü dile getiriyor. İbni Sina’ya göre ruhun ölümsüzlüğü onun tinselliğinden kaynaklanır. Rasyonel ruh bedende değildir, bağımsız bir tinsel varlıktır; beden onun için araçtan öte bir şey değildir. El Nedjat’ta İbni Sina ruh ve beden için üç tür bağlılık biçiminden söz eder: var oluşta, ardıllıkta ve öncüllükte eşitlik.
(…)
İbni Sina’nın bunlarla ilgili uzun açıklamaları, ruhun esasında bedene bağlı olmadığını göstermek ve bedenin ölmesiyle ruhun ortadan kalkmadığını kanıtlamak içindir. İbni Sina, ölümün gücünün karmaşık şeyler için geçerli olduğu sonucuna varır. Ona göre, beden doğar doğmaz ruh da oluşur; kontrol edeceği şeyler bedene girmeden önce ruh belli hazırlıklara tabi tutulur. İbni Sina ruh ile beden arasındaki ilişkinin insan beyninde gerçekleştiğini iddia eder. Aklı ruhtan ayırdığı ve insanın düşünme yeteneğini gizemli kıldığı için İbni Sina’nın tutumu idealist rasyonalizme denk düşer.
İbni Sina’nın ruh teorisinin metafizik ve idealist karakteri şu olguda da ortaya çıkar: Ona göre, ruh, bedeni yöneten aktif bir güç, beden ise pasif ve durağandır. O da psiko-fiziksel sorunu Marx öncesi filozoflardan daha fazla çözmemiştir. İbni Sina’nın öğretisinin önemi mistik özelliklerinde değil, dünya görüşünün materyalist unsurlarında yatar. Onun materyalizmi bir bütün olarak doğa bilimlerinde, özellikle de tıpta net olarak kendisini gösterir. O, maddenin sonsuzluğu ilkesini savunmuş, beyin hastalıkları ile diğer organların hastalıkları arasında bağlantı kurmuştur.
Ruh hastalıklarının önlenmesi ve tedavisi konusundaki görüşleri orijinallikleri nedeniyle birçok bilim adamının dikkatini çekti. Duyuların psiko-fizyolojisi ve görüntü sıralamasına ilişkin deneysel yasalar konusunda çalışma yaptı.
İbni Sina psikoloji uygulaması konusunda objektif araştırma yöntemine büyük önem atfetti. Duyguların kalpte, kan damarlarında, solunum organlarında ve bütün organizmada değişikliklere yol açtığını vurguladı. İbni Sina’nın psikoloji alanında bıraktığı miras oldukça ilginçtir; fakat yazık ki hakettiği değeri henüz görmemiştir.
İbni Sina’nın görüşlerinin çelişkili olmasının altında yatan neden, onun, eserlerinde iki dünyanın görüşleri arasındaki, materyalizm ile idealizm arasındaki mücadeleyi yanısıtıyor olması ve onlar arasında gidip gelmesidir. İçinde yaşadığı feodalizm çağının toplumsal çelişkileri onun görüşlerindeki bu tutarsızlığı koşullandırdı. Birçok felsefi sorunu materyalist bir şekilde çözmeye çalıştıysa da felsefesinin temel sorusuna verdiği yanıt idealistçe oldu. Fakat o, hiçbir şekilde burjuva Oryantalistlerinin iddia ettiği gibi gerici ve mistik değildi.
İbni Sina’nın dünya görüşünün tarihsel önemi, onun sadece Oryantal ve Yunan biliminin başarılarını özümsemekle kalmayıp, aynı zamanda onları eleştirmiş ve geliştirmiş olmasında, 10. yüzyıla kadar olan bilimsel etkinlikleri özetleyip, çağının taleplerine uygun olarak ve o çağın yaşamında aktif yerini alarak bir sistem oluşturmasında yatmaktadır.

V
İbni Sina, Doğu’da, Muhammed Peygamberin topraklarında mantık öğretmenidir.  Felsefi eserlerinde bu olgu kendisini hissettirmektedir. Bu onun yönteminde, tarzında, hatta şiirlerinde kendisini göstermekte, mantık tezlerinde de ortaya çıkmaktadır.
Al Nedjat ve Daniş-Name’de İbni Sina mantığın amacını şöyle açıklar. Bütün bilgiler ve her bilim nosyonlara ya da inanca dayanır. Nosyonlar birincil öneme sahiptir ve belirleme ya da onun yerini tutan şeyden elde edilir; oysa kanıt ancak çıkarsama  yoluyla elde edilir. Belirleme ve çıkarsama, bilinenin bilinmeyenden elde edilmesinde yardımcı olan iki araçtır. Fakat İbni Sina okuyucuyu uyarır; bu araçlar doğru olabilir, ya da pek doğru olmayabilir ya da yanıltıcı veya doğruymuş gibi olabilir ve bunun sonucunda o varsayımlara dayanarak varılan sonuçlar da aynı şekilde doğru olabilir, pek de doğru olmayabilir, yanıltıcı olabilir.
İbni Sina’ya göre mantık, “riayet edildiğinde çıkarsama yanlışlarından koruyan meşru bir kural” sağlar insana.  Mantık, gerçeği ortaya çıkaran, yasalar koyan ve bu yasaları gözeten insanı yanlışlardan alıkoyan spekülatif bir sanattır.
Daniş-Name’de mantık açıklamasına tekil ve genel kavramlarının analiziyle başlar. Kavramları eklentilerine göre özgül ve genel olarak ayırır. Tekil kavramların eklentisi bir nesnedir, örneğin “Zaid” diye bir isim. Genel kavramların eklentisi ise nesneler grubudur.
Aynı eserde, herhangi bir genel kavramın cins ya da tür özelliği gösterdiğini belirtir. Örneğin “cisim” kavramı “hayvan” kavramından daha geneldir, “öz” kavramından ise daha özgüldür, aynı şekilde “hayvan” kavramı  “insan” kavramından daha geneldir. Bu nedenle, İbni Sina’ya göre, daha geniş eklentileri olan bir kavrama cins, onun içinde daha küçük eklentilere sahip olana ise o cinsin türleri denebilir. Daha geniş eklentili kavramlara geniş ya da genel kavramlar da denebilir.
İbni Sina aynı zamanda tanım ile tasvir arasında da titiz bir ayrıma gider. “Tanım, şeylerin gerçek türlerini bilmekle ilgilidir” der.  Şeylerin özünü göstermeli, temel özelliklerini ifade etmelidir. Tanım içeriği bakımından doğal olarak karmaşıktır. (…)
Al Nedjat’ta İbni Sina tanım ve belginin (mark) ortak bir yanı olduğuna, belgisi olmayan şeylerin tanımı da olmayacağına işaret eder. Isharat’ta (Talimatlar Kitabı) bir şeyin karakteristik özellikleri ve rastlantıları (accidents) öğrenildiğinde, onun tasvirinin de öğrenileceğini söyler. En iyi tanım, daha sonra şeyin özünün taslağını çıkarmaya yarayacak şekilde cinsin belirlenmesidir. Tanımda ve tasvirde çeşitli hatalardan kaçınmak gerekir. Bir kavram, kendisi de ancak tanımlanan kavramla anlaşılabilecek başka bir kavram kullanılarak tanımlanmamalıdır. Örneğin “Dünya zamanın akışıdır” dersek bu, dünyanın tanımı olmaz; çünkü dünya ve zaman kavramlarının tanımı belirsizdir. Burada İbni Sina, tanımda, tanımlanacak terimin ve onu tanımlamaya yarayan kavramların ayırt edici ve bağımsız kavramlar olması gerektiğini kastetmektedir.
Ayrıca, bir kavram, kendisi de aynı şekilde tanımsız bırakılmış zıt bir kavramla tanımlanamaz. Örneğin, “Siyah, beyazın karşıtıdır” cümlesinde “siyah” ve “beyaz” kavramları tanımsız kalmıştır.
Tanım net olmalıdır. Bilinmeyen bir şey, daha az bilinen başka bir şey yoluyla anlaşılır kılınamaz. “Ateş, ruha benzeyen bir bedendir” dediğimizde bir tanım yapmış olmayız; bilinmeyen bir kavram yine daha az bilinen bir kavramla tanımlanmıştır.
(…)
İbni Sina, önermelerin analizinde tanım unsurunun önemini vurgulayarak ayrıntılı bir şekilde isim, fiil ve edatın tanımını yapar. Önerme her zaman gerçekliği ele alır; o doğru ya da yanlıştır. Önermeleri üç gruba ayırır. Birinci grupta kategorik önermeler, ikincide farazi bağlaçlar, üçüncüde ise farazi ayırıcı muhakemeler yer alır. İbni Sina’ya göre kategorik muhakemenin özel niteliği iddia ya da inkârdan oluşur.
Bu üç önerme grubuna ek olarak İbni Sina ayrıca evrensel ve özel hükümleri de olumlu ve olumsuzlar olarak ayırır ve dört grup oluşturur: evrensel olumlu, vb.
İbni Sina’ya göre, önermede yüklemin özne ile ilişkisi üç şekilde düşünülebilir: gerekli, mümkün veya “yasak”. Gerçek, yalnızca önermelerdeki kavramların bileşimiyle keşfedilemez; İbni Sina bu türden sözde bilimsel keşif yöntemleriyle alay eder.
İbni Sina orta, basit ve sağlam mukayese teorileri geliştirmiştir. Daniş-Name’de verilen mukayese kuralları Mill, Monto, Vvedensky veya Chelpanov’un eserlerinde de bulunabilir. Demek istediğimiz, bu mantıkçıların İbni Sina’yı kopyaladıkları değil elbette; fakat 18-20. yüzyıllarda mukayesede kullanılan kurallar, Daniş-Name yazarının 11. yüzyıl başlarında belirlediği kurallardan farklı değildir.
Daniş-Name’de İbni Sina kelimenin tam anlamıyla Aristoteles’in üç tasım (kıyas) figürü öğretisini tekrar etmektedir. 2. yüzyılda dile getirilmeye başlanan dördüncü figürden Daniş-Name’de hiç söz edilmemesi ilginçtir. Kalinos figürünün yapay özelliğinden dolayı İbni Sina’nın buna fazla önem vermediğini tahmin edebiliriz. İbni Sina’ya göre, birinci ve ikinci figürlerin her birinde dörder mod, üçüncü figürde ise altı mod vardır. İbni Sina birinci figürün modlarına büyük önem verir ve Daniş-Name’de tasım figürlerinin indirgenmesinin yollarını gösterir; böylece indirgeme yöntemlerinden birini kendisine maletmiştir. (…)
İlk bakışta İbni Sina’nın tasım teorisi biçimsel görünebilir; fakat yakından incelendiğinde öyle olmadığı görülecektir. Onun öğretisine göre, tasım içerisinde varlığın gerçek bağlantıları genelleştirilmiş olarak tekrar edilmeli, böylece tüm çıkarsama biçimleri, öncüllerinde gerçekliği yansıtmalıdır. Bu bakımdan İbni Sina daha ileri giderek Aristoteles’in çıkarsama teorisini tamamlamış olur.
Mantıkta İbni Sina sadece biçimsel gerçek kriterinin uygulandığı alanları incelemekle kalmaz, aynı zamanda düşünsel gerçeğin maddi kriterinin uygulandığı bilim alanlarında da çalışma yürütür. Tasım önermelerinin gerçekliğinden söz ederken İbni Sina bir çıkarsamanın doğruluk kriterlerinde hangi faktörlerin kullanılabileceğini belirtir. “Olgulara değil fikirlere dayalı önermeleri olan birçok tasım ortaya çıkar” der.
İbni Sina’ya göre çıkarsamanın önkoşulu olan 13 faktör vardır: Birinci ilkeler, duyum, pratik (tecrübe), hakim fikirler, hayali fikirler (yanılsamalar), görünüşteki gerçek, tasvip, aksiyomlar, benzeşimler, harici bilinen şeyler, faraziye, fantezi, ve çıkarsamada meydana gelen önermeler. İbni Sina’ya göre, bu önkoşullardan birinci ilkeler, duyum ve hakim fikirler ispatlayıcı çıkarsamanın temelini oluşturur. Aksiyomlar ve harici bilinen şeyler ise diyalektik çıkarsamının önkoşuludur.  Yanılsama ve benzeşim hatalı, sofist tasımın temelini oluşturur. Tasvip, faraziye ve harici bilinen şeyler belagatlı çıkarsamaların; fantezi ise şiirsel çıkarsamaların temelini oluşturur.
İbni Sina, tasımın bütün türleri arasında, “Biz uygulama amacıyla ve sofistik tasımda hatalardan kaçınmak için yalnızca ispatlayıcı çıkarsama ile ilgileniyoruz” der.

VI
Kendi döneminde Aristoteles’in mantığı bilimsel buluşları geliştirdi; çünkü o Yunanların bilimsel deneyimini genelleştirdi; önce doğru mantıklı düşünme biçimlerini ve yasalarını ortaya koydu ve onların diğer bilgi alanları ile bağlantısını kurdu. İbni Sina, Aristoteles’in öğretisinin ilerici yanlarını tamamiyle benimsedi; felsefenin Avrupa’da teolojinin beslemesi haline geldiği, Organon’un* uygun bir şekilde revize edilmesi yoluyla Aristocu mantığın skolastiğe dönüştürüldüğü, Lenin’in dediği gibi “papaz gericiliğinin, ölen şeyi ebedi kılmak için Aristoteles’te hayati olan şeyi öldürdüğü”  bir dönemde İbni Sina Yunan felsefesinin havarisi oldu.
İbni Sina’nın mantığa büyük katkıları oldu. Aristoteles’in mantık öğretilerini yaydığı sırada ayrıca varoluşun özel niteliklerinden mantıklı biçimler ve bağlantılar çıkarmaya çalıştı. İbni Sina’nın mantık üzerine eserlerinde muhakeme teorisi ve onun biçim dönüşümüne uğraması net bir şekilde ortaya konmuştur. Fakat muhakeme biçimleri ile bunların değerinin bilimsel gelişmelerle sınanması arasındaki tarihsel ve sistematik iç bağlantıları bulmada başarılı olamamıştır. Özet olarak, bunun, Marx öncesi felsefenin üstesinden gelemediği bir görev olduğunu söyleyebiliriz.
İbni Sina’da materyalizm ile idealizmin, ilerici ve gerici akımların çatışmasını net olarak görebiliriz. Onun ortaya koyduğu önemli önermelerin çoğu, bilimin sonraki gelişim çizgisinde ilerletici etkide bulunmuştur.
Bugün, SSCB halklarının felsefe tarihinin yazıldığı bir dönemde, Tacik alimlerin felsefi mirasının incelenmesi, tam da yerinde atılmış bir adımdır. Bu amaçla, okurlarımızı,  Ortaçağ’ın önemli bir filozofunun, felsefenin gelişiminde oynadığı tarihsel rolünü unutamayacağımız bir insanın eseri olan Daniş-Name ile tanıştırmaya çalıştık.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑