Tarihin her döneminde egemen sınıf, kendi çıkarlarını –ve ifadesi olan düşüncelerini– toplumun tüm kesimlerinin çıkarları –ve onların ifadesi– olarak gösterme ihtiyacı duymuş; düşüncelerinin hakimiyeti için çok çeşitli araç ve yöntemlere baş vurmuştur. Kendisinden önceki egemen sınıfın yerini alan her yeni egemen sınıf, “amaçlarına ulaşabilmek için kendi çıkarlarını, toplumun tüm üyelerinin ortak çıkarları gibi göstermek ya da ideal biçimde ifade edecek olursak, düşüncelerine tümellik kazandırmak ve onları tümel olarak geçerli yegâne rasyonel düşünceler olarak sunmak zorundadır. ..” Kendi egemenliğini, geniş bir sosyal temel üzerinden tesis etme gereksinimi, egemen olanı, çıkarlarını tüm öteki kesimlerden insanların çıkarları olarak göstermeye yöneltir. Burjuva devrimi döneminde, burjuvazinin özgürlük, eşitlik, kardeşlik şiarıyla tüm ezilenlere seslenmesi –ve işçiler dâhil bu kesimlerden destek görmesi, bilinen örneklerden biridir.
Şimdi şu soru mümkündür: AKP ve Erdoğan iktidarı, yeni bir sınıfın siyasal hakimiyetini mi ifade ediyor? Bu hükümet, kapitalist burjuvazinin zaten hâkim olduğu ve siyasal iktidarını sürdürdüğü bir sistemde, belli bir dönemde ve konjonktürde devlet yönetimine gelmiş olmaktan başka ne farklılıklar gösteriyor?
Yanıt ne gizemli ne de kolayca verilebilecek kadar ‘sade’dir! Türkiye, süreç içindeki gelişmeler ve değişmelere bağlı ‘nöbet değişimi’ ile burjuva partilerinin oluşturdukları hükümetler eliyle (tek parti ya da partiler koalisyonu halinde), 90 yılı aşkın süredir sermayenin çıkarları yönünden yönetiliyor. Kapitalizmin ve burjuvazinin bu dönem boyunca gelişmesi, etkinliği ve hakimiyeti güç kazanmış, sistemleşmiş ve deyim yerinde ise oturmuştur. AKP ve hükümeti de öncekiler gibi, bu düzeni, bu üretim ilişkilerini ve üretim sistemini temsil etmekte, savunmakta ve sürdürmektedir. Bu bakımdan esasa ilişkin temel farklılıklardan söz etmek mümkün değildir. Ne var ki kapitalizm sadece farklı sınıflar arası çelişkilerle değil burjuvazinin kendi iç çelişkileriyle de maluldür. Temel çelişkisi proletarya-burjuvazi arasındaki sınıf karşıtlığından kaynaklanıyor olmakla birlikte, bu sistemde bütün toplumsal kesimler ve sınıfların kendi içlerinde de çelişkili –ve bazen çatışmalara dek varan– ilişkisellik; çelişkili bir ‘birlik’ vardır. Kapitalist pazarda her kapitalist ve her işçi ötekinin rakibidir. Üretim sürecinde tuttukları yer ve yerine getirdikleri işlev onların her birini kendi sınıfından olanlarla bir sınıf halinde birleşmeye ve hareket etmeye yöneltmesine rağmen –bu birleşme en kapsayıcı biçimlere ancak sınıf mücadelesinin gelişmesi içinde kavuştu– tek tek işletmeler ve birey olarak işçi(ler) öncelikle kendi tekil çıkarlarından hareket ederler. Burada konumuz kapitalizmin bu yönden daha etraflıca irdelenmesi olmadığından, AKP iktidarıyla gelen ‘yeni’nin esas olarak neye denk düştüğü konusuyla kendimizi sınırlayarak, ona bakalım: AKP’nin siyasal İslam ile ilişkisi ve Ortaçağcıl “değer yargıları” kavramlarıyla karışık burjuva söylemi ya da “Yeni Osmanlıcı” girişimleri ve jargonu, onun, feodal aristokrasinin ya da monarşinin temsilcisi olarak nitelenmesini haklı çıkarmaz. Kapitalizm öncesine bu dönüş, artık mümkün olmaktan çıkmıştır. Maddi koşulların ve üretim sistemlerinin değişmesine rağmen, geçmiş çağların ve eski üretim sistemlerine dair düşünce, kavram ve yargıların daha uzun süre devam ettiği bilinir. Kapitalizm öncesi toplumsal biçimlere ve onların düşünsel ifadelerine karşı burjuva devriminin, devrimci bir savaş şeklinde gelişmediği Türkiye gibi ülkelerde bu etki ve devamlılık, özlemcilerinin, iktidar organları ve kurumlarında olmalarından da güç alarak daha güçlü şekilde varlığını sürdürebilmektedir. Erdoğan ve AKP yöneticileri, geçmişin bu tür devamından güç alarak, geçmiş çağların tasavvur ve kavramlarını, günümüz kapitalizminin ihtiyaçları doğrultusunda işlevli kılan bir söylemi esas almışlardır.
Ancak yukarıda işaret edildiği üzere –Marx’ın önemle dikkat çektiği– bu politik-ideolojik pratik-tutum ve eylem-düşünceler bazında ya da düzleminde kalmaz. Erdoğan’ın kişi olarak en bariz şekilde temsilini yansıttığı “yeni burjuvazi”nin, eski hakim burjuva “klik” ile rekabeti ve çatışmasını da içermek üzere, bugünkü iktidarın, öncellerinden en önemli farklılığı –bu onu daha da tehlikeli bir sınıf düşmanı konumuna yerleştiriyor– daha gürbüz ve aç gözlü “Anadolu burjuvazisi”nin hakimiyet amaçlı saldırganlığı ile eski çağların egemen olmuş düşüncelerinin bizim toplumlarımızda hala canlı duran etkisinin, bu burjuvazi ve bu iktidar tarafından temsil ediliyor olmasındadır. Buradan hareketle, burjuvazinin din istismarcılığında sınır tanımaz kesiminin, kör-topal burjuva laisizminin de lağvı pahasına ve büyük burjuvazinin ‘daha eski ve köklü’ temsilcileriyle çıkar çatışmasını da içeren bir saldırganlığından söz edilebilir. Bir dönemler “Anadolu Kaplanları” olarak övgüye boğulan burjuvazinin bu kesiminin, devlet gücü, olanakları ve rolünün seferber edilmesiyle –ki devletin bugünkü yöneticileri de önemli oranda burjuvazinin bu kesiminin dolaysız mensuplarından oluşmaktadırlar– hakim burjuva sınıf içinde yerleştiği yer, Koç-Sabancı-Eczacıbaşı gibi eskinin büyük aile Holdinglerinin çıkarlarını bütünüyle karşıya almaksızın, ancak sınırlamayı da içerecek şekilde ve pazar payını artırmak için, daha vahşi bir yönetimi dayatmaktadır. AKP iktidarı bu vahşi kapitalist saldırganlığı temsil etmektedir. Başlıca farklılığı budur. Aşağıda bunu daha detaylı olarak göreceğiz. Ancak, bunun için önce, burjuva gerici popülizmin Türkiye pratiğinin kısa bir şeceresine bakmamız gerekecek.
BURJUVA POPÜLİZMİNİN TÜRKİYE PRATİĞİ
Türkiye’de kitlelerin talep ve beklentilerinin burjuva sınıf çıkarları doğrultusunda yığınsal desteğe dönüştürülmesinin örnekleri arasında, bazıları ilk sıralara yerleştirilebilir: İlki, Cumhuriyet’in kuruluşunda, kurucularının öne çıkardığı, işgale karşı savaşın “kutsiyeti”; bağımsızlık, barış ve “müreffeh bir ülke olmak” idi. İşgalcilerin kovulması, savaş olmaması –“Yurtta sulh, cihanda sulh!”–; zorunlu temel ihtiyaçların karşılandığı bir gelişmişlik, kitlesel istek ve duyguya karşılık düşüyordu. Savunucuları, sadece baskı aracıyla değil, kitlelerin işgal ve savaş koşulları kaynaklı çeşitli beklentilerine yanıtlarıyla da bu desteği buldular.
İkinci örnek, uluslararası gelişmeler, Nazi Almanya’sıyla ilişkiler ve İkinci Dünya Savaşı koşullarıyla da bağı kurulabilecek ağır baskı, yoksulluk ve hak yoksunluğu karşısında, 1946’da DP’nin, temel hak ve özgürlükleri öne çıkaran, sendikal ve siyasal haklar vaat eden bir politikayla ortaya çıkması ve ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalistlerin sosyalist Sovyetler Birliği’ne karşı Batı-Doğu barikatı örerek kuşatmaya alma hedefiyle birleşen Truman Doktrini-Marshall Planı kapsamında akıttığı “yardım” ve kredilerle takviye edilmiş olarak bu partinin, halkın önemli bir kesiminin desteğini görmüş olmasıdır.
Üçüncü örnek “Benim işçim, benim köylüm!” söylemiyle ve “yollar yürümekle aşınmaz” sözlerinin yanı sıra, “dün dündür, bugün bugün!” özdeyişinin sahibi, Demirel AP’si dönemidir. Demirel, Dünya Bankası ve uluslararası tekellerin yüksek faizli borç ve kredi kaynağını kullanarak ve ülkenin emekçi kitlelerinin aşırı sömürüsüne imza atarak yol-köprü inşaatçılığını; elektrik ve su işlerini hayli yaygın bir şekilde yürüterek kitlelerin beğenisini kazanabilmişti. Morrison Süleyman, geniş köylü kitleleri için “İspartalı çoban Sülü”ydü!
Dördüncüsü, Bülent Ecevit’in 12 Mart askeri cuntası sonrasındaki hükümeti dönemidir. Liberal sol-reformist bir aydın olarak Bülent Ecevit’in, 12 Mart cuntasına tutum alması ve “sol Kemalizm” de denebilecek bir “halkçılık” programıyla ortaya çıkarak, “Toprak ekenin, su kullananın!”; “insanca hakça düzen” diyerek, toprak reformu, ABD’nin haşhaş yasağı isteminin reddi, siyasal özgürlükler vb. gibi, geniş halk kitlelerinin istem ve beklentilerine sistem içi yanıt oluşturma yönündeki politikasıyla sağladığı destektir. Bu politika, kitlesel destek yönünden –ki bunu, sosyal demokrasiyle bağından ötürü “sol”a yazanlar az olmamıştır– köylülerin toprak ve su taleplerinin yükseldiği; çeşitli kentlerde küçük üretici eylemlerinin ortaya çıktığı(tütün, patates, pamuk); sosyalizm amacına bağlanmış çeşitli sol-devrimci örgütlenmelerin antiemperyalist ve antifaşist, demokratik özlemlerle mücadele saflarına atılarak yığınsal bir güç oluşturdukları bir döneme denk düşmesi nedeniyle, nesnel bir dayanağa sahipti.
Beşincisi, çok daha farklı koşullarda, 12 Eylül cuntasının uygulamaya geçirdiği politikaların devamı olarak işbaşına gelmesine ve o politikaları (uluslararası mali sermaye kuruluşlarının dikte ettirdiği ve cunta zoruyla uygulanabilir hale gelen) sürdürmesine rağmen, ağır baskı, yasak, şiddet ve yoksunluk karşısında ortaya çıkan tepkinin “dört eğilimi temsil” ve demokratikleşme “teminatı”yla istismar edilerek Özal tarafından “absorbe edilmesi”ydi. O da “İslam kardeşliği”; “özgürlük” ve “müreffeh bir Türkiye” vaat ediyordu. “Baba Bush”un himayesinde Ortadoğu ve Kafkasya’ya açılarak “masaya oturup pastadan pay alma”ya soyunmasıyla da, bir “milli Türk bakiyesi” olan “Akdeniz’den Çin Seddine büyük Türk Dünyası” hayaliyle yanıp-tutuşan şoven-ırkçı kesimleri mest ediyordu. Kürt sorununu “çözme” beklentisi yaratarak, ülke ve bölgenin bu en önemli ve büyük sorunlarından biri bağlamında Türkiye ve Irak Kürdistan’ı Kürtlerinin desteğini talep etti, ve talebi tümüyle karşılıksız kalmadı.
Altıncısı, bu makalenin asıl konusunu oluşturan Recep T. Erdoğan’ın, 13 yıllık iktidarı döneminde yığınlarla kurduğu bağ üzerinden hala sürdürmekte olduğu ve aşağıda biraz daha ayrıntılı ele alacağımız ikiyüzlü popülist politikanın gerçekliğiyle ilişkindir.
Sağ popülizmin tüm bu temsilcileri, kitlelerin taleplerini kullanarak onlarla sağladıkları bağı, hakim konumlarını güçlendirmek için kullanırlarken; burjuvazinin sınıf çıkarlarına hizmet eden politikaları uygulamakta tereddüt etmemişlerdir.
“Kemalist burjuva devrimi”, işgalci emperyalistlere karşı kurtuluş mücadelesi olarak ve Ortaçağ karanlığına karşı tutum aldığı ölçüde ilerici bir rol oynamış; yabancı sermaye ile girdiği ilişkiler, işçi sınıfı, emekçiler ve özellikle Kürt halkına karşı politikalarıyla da burjuva gericiliğinin antidemokratik sistemini kurmuş ve hakim kılmıştır. Kitlelerin desteğine yaşamsal derecede gereksinim duyduğu ilk kuruluş döneminde, onların taleplerini –Kürtler dahil– öncelikle dikkate alır görünen ve buna uygun formülasyonlar kuran M. Kemal ve kurucu kadrosu, yönetim erkini sağlamlaştırmaya başlayınca, daha İzmir İktisat Kongresi’nden başlayarak sermayenin çıkarlarını öne almaya; emekçilerin, azınlık toplulukların ve Kürtlerin üzerinde baskıyı yoğunlaştırıp asimilasyona hız vermeye başladı.
DP, emperyalist gericiliğin yedekliğiydi. Kendisinden önceki dönemi “Tek Parti Diktatörlüğü” vaazı eleştirisiyle ve özgürlükler vaadiyle sürdürdüğü propagandasının işçi sınıfı ve emekçiler açısından anlamı, baskı, yasak ve giderek yoğunlaşan siyasal şiddet oldu. Yöneticilerinin belli başlıları büyük toprak sahibi ve kapitalist olan bu partinin Truman Doktrini ve Marshall Planı kapsamında uyguladığı politikalarının yarattığı tepki, ezilenlerin daha ileri kalkışmalarının da önünü kesmek üzere 27 Mayıs 1960 darbesini gündeme getirdi. Demirel, AP’nin başına, ABD Başkanı Johnson’la çektirdiği fotoğrafın primiyle, genç bir mühendis olarak geçmişti. Amerikan çıkarlarının kararlı bir savunucusuydu. ABD emperyalizmine karşı mücadeleden söz edenlere yanıtı, “Donumuzun lastiğine dek Amerika veriyor” olmuştu. İncirlik ve öteki Amerikan ve NATO üslerinin kaldırılmasını isteyen gençlik kitlelerini, “Üs yok tesis var!” diye sözüm ona atlatmaya çalışıyordu. Uzun yıllar boyu izlediği IMF-Dünya Bankası onaylı iktisadi politikaların yol açtığı işsizlik, yoksulluk ve sosyal kısıtlılıkların ve siyasal baskının yıldırıp tepkiyle sokağa çıkardığı işçi, emekçi ve genç kitlelerin 12 Mart askeri cuntasıyla susturulması umulduğu gibi sonuçlar doğurmamış, Balyoz harekatları kitlelerdeki dipten gelen tepkileri yok edememiş ve cunta sonrasında bu tepkilerin açık hale gelmesi, Ecevit’in “Halkın taleplerinin savunusu” iddiasıyla ortaya çıkmasını sağlamıştı. “Kıbrıs Fatihi” imajıyla şoven-Türk ulusçu kesimlerin takdirini de kazanan Ecevit’in halkçılık iddiası ve bunu inanılır kılmak için hazırlanan reformist programının büyük burjuvazi ve uluslararası tekeller tarafından ve kitle manipülasyonuna hizmet edeceği de düşünülerek, solcu –hatta komünist– ilan edilerek “kayıt altına alınması” için fazla zaman gerekmedi. Hizaya getirme operasyonları birbirini izledi ve o da ait olduğu yere; sermaye düzenine sadakat göstererek büyük sermaye ve uluslararası tekellerin yeni siyasal manevralarına boyun eğdi. Refah ve hürriyet vaatleriyle gelen Özal 24 Ocak kararlarının uygulayıcısıydı; işçi ve emekçilere karşı kapsamlı saldırılara imza attı. 1960-80 arası döneminde mücadeleyle kazanılmış sendikal-sosyal ve ekonomik haklar gasp edilirken, emekçilerin yaşamının iyileştirilmesine yönelik herhangi bir ciddi adım atılmadı. Aksine gündeme getirilen sosyal saldırılar ve özelleştirme politikalarıyla işçi ve emekçilerin üzerindeki baskı ve sömürü daha yoğun hale getirildi. Bu durum 1989 Bahar Eylemleri, Zonguldak grev, direniş ve yürüyüşleri, Ocak (91) genel eylemi gibi kitlesel tepkilerin ortaya çıkışına yol açtı ve onun ve partisi ANAP’ın “çöküş kapısı” böylece açılmış oldu. Ancak buna rağmen, ülkede güçlü toplumsal etkiye sahip İslami ideolojinin siyasal etkisini artırmak üzere uyguladığı politikaları meyve vermeye devam etti. Refah Partisi, Fazilet Partisi ve ardı sıra AKP, bu konjonktürel koşullardan yararlanarak siyasal İslamı semt semt, mahalle-mahalle, sokak-sokak örgütlemeye giriştiler. Camiler ve yardımlaşma vakıfları aracıyla sağladıkları taban desteğini harekete geçirerek kitlesel etkilerini artırmaya yöneldiler. “İslam kardeşliği” temelinde bütün sorunlar çözüm bulacak, ülke demokratikleşecek ve adil düzende herkes özgür olacaktı!
Yukarıda değinilmişti; toplumsal çözülmenin hız kazandığı, kırdan kente nüfus akışıyla birlikte kentin kıyı bölgelerine doluşan yığınların yeni sosyal-ekonomik ve siyasal-kültürel sorunlarla yüz yüze gelişi, yeni arayışlara neden olmuş; emekçiler için “nereye tutunacakları?” sorusu aciliyet kazanmıştı. Emekçilere “el uzatan” ve taleplerini dile getiren başlıca iki kesim vardı: güç destekleri önemli oranda kırımdan geçirilmiş “sol” parti ve örgütler ve cunta koşullarında da koltuklanarak mevzileri güçlendirilmiş, ardı sıra gelen yıllarda iktidar olanaklarından yararlanmış, “hayli gürbüz” bir İslamist sağ!
AKP’NİN POPÜLİST SÖYLEMİ VE PRATİĞİ
Sağ popülizmin en şaşaalı, en pervasız ve en etkili temsilcisi ise (şimdilik sonuncusu), Recep T. Erdoğan’ın başını çektiği AKP ve iktidarı oldu. AKP, burjuvazinin, toplumsal desteğini güçlendirme ve sınıfsal çıkarlarına karşıt olduğu halk kesimlerini ideolojik etki gücüyle -vaatler ve yasaklar- yanına çekme ve yedekleme amaçlı politikası ve propagandasını, dini ideolojinin toplumsal etki gücünden yararlanarak daha kapsamlı ve daha etkili yürütmesiyle, öncellerini geride bıraktı. 13 yıldır işbaşında olan bu partinin, bu süre boyunca uyguladığı politİkaların asıl karakterinin sermaye çıkarları tarafından belirlenmesine karşın, kitlelerin küçümsenemez bir bölümünün desteğini hala görüyor olması, açık olmalıdır ki, ne liderinin “karizması” ve söyleminin etki gücüyle açıklanabilir ne de salt ideolojik kuşatma malzemesinin zengin çeşitliliğiyle sınırlı bir olanaklar zincirine bağlanabilir. AKP ve lideri Erdoğan’ın kitlelerle ilişkisinin bu özelliği ya da düzeyi, partinin “doğuş koşulları”nın yanı sıra popülist politikalarının etkisiyle de bağlıdır. Herhangi bir siyasal partinin kitlelerle ilişkilerinin analizi, başlıca olarak ekonomik koşullar, sınıf ilişkileri ve sınıfların çıkarları tarafından belirlenen talep ve tutumlar esas alınmaksızın doğru değerlendirilemez.
AKP’nin kuruluşu ve işbaşına gelmesi/getirilmesi, ülkenin ciddi bir ekonomik krizden(2001) geçmesinin hemen akabinde, ancak krizden çıkış koşullarının da oluştuğu bir döneme denk düştü. Kitlelerin desteğini görmesinin önemli etkenlerinden biri, 2001 ekonomik krizinin yol açtığı yığınsal kaygı, umutsuzluk ve tepkiyi “mas etme”-emme-yedeklemeyi başarmasıydı. Kitlelerin o güne dek sürekli istismar edilerek ‘ertelenmiş’ taleplerine “olumlu yanıt verileceği” beklentisi, bu desteğin nedeniydi. Toplumsal çözülüş, yığınsal umutsuzluk ve burjuvazi cephesinden verilen sözlerin yerine getirilmemiş olması, halk kitlelerini arayışa yöneltirken, içinde bulundukları duruma tepkilerinin siyasal ifadesi, o güne dek yönetim aygıtında yer almış (tek parti hükümeti ya da koalisyonlar halinde) burjuva parti fraksiyonlarını oy aracıyla cezalandırmak olarak şekillendi.
AKP “kurmayı”, politik arenaya, “ezilmişlerin-itilmişlerin-gizlenmek zorunda kalmışların temsilcisiyiz!” bağırtılarıyla çıktı. Burjuva diktatörlüğünün despotik politikalarından zarar görüp öfke duyanların duygu ve istemlerini sahiplenme iddiasındaydı. Başkaca somut siyasal alternatifin bulunmadığı koşullarda AKP yoksullara, işçilere, işsizlere, “dini inançlarını yeterince serbestlikle yaşayamadığını” söyleyenlere, Kürtlere ve Alevilere, taleplerinin karşılanacağını taahhüt ediyordu. Adalet ve Kalkınma Partisi yönetiminde adaletsizlikler giderilecek, ülke kalkındırılarak halkın refahı sağlanacak, antidemokratik uygulamalara son verilerek demokratikleştirilecek ve “hakkı olduğu üzere en üst düzey ülkeler arasına katılacaktı”! Vaatlerin bu kadarıyla da “mutlu olacak” hayli geniş bir toplumsal kesim vardı. “Muhafazakar demokratım” diyordu ve en kuşatıcı vurgusu “demokratikleşme” idi. “Demokratikleşme” ve siyasal özgürlüklere en fazla ihtiyacı olanlar ise işçiler, kent-kır emekçileri, Kürtler ve Alevi halk kitleleriydi. Sünni-İslam ve Türk ideolojisinin, geniş kitle temeline sahip olduğu demografik bileşim ve toplumsal koşullarda Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla tüm ülkede hakim konuma getirilmesine; okullarda eğitimin bir unsuru olarak yer almasına rağmen dinin toplumsal yaşamdaki işlevini kendileri yönünden yetersiz sayan ve resmi kurumlardaki türban yasağı başta olmak üzere kuran kursu türü etkinliklerin daha fazla ve bizzat devlet eliyle yaygınlaştırılmasını isteyen oldukça geniş bir kesim vardı ve bunlar açısından da AKP ve yönetimi “tam da aradıkları adres”ti. Kır ilişkilerinin çözülmesi ve hızlı toplumsal değişim; kentlere nüfus akışı ve karşılaşılan sosyal-ekonomik, külterel ve siyasi sorunlar; işsizlik, yoksunluk-yoksulluk, yabancılık psikolojisi, boşluğa düşüş ve “uzatılan ellere tutunma” ihtiyacının savurduğu kitlelerin önemli bir kesimi bu yeni adrese yöneldi(ler). AKP ve Hükümeti, bu kesimlerin her birinden değişik düzeylerde destek gördü ve siyasal-ekonomik alandaki çeşitli uygulamalarıyla bu desteği tahkim etti. Dini ideolojinin kitleselleştirilmesi daha da yaygınlaştırıldı, dini kurumlaşma daha fazla mevzi kazandı, kitlelerin ekonomik-sosyal ve politik talepleri üzerinden yürütülen sözüm ona sahiplenici propaganda ile kitleler yatıştırılmaya çalışılırken; devlet-hükümet aygıtı ve olanakları kullanılarak “Müslüman kapitalistler”in pazar paylarını büyütmeleri için yollar düzlendi. Kemal Derviş’in sözcülüğünü yaptığı Dünya Bankası-Dünya Ticaret Örgütü-IMF programları AKP’nin elinde, “Anadolu Kaplanları” diye kitaplar dolusu analizlere konu edilen aç gözlü ve İslamcı yuppi-kapitalistlere yolu düzlüyor; onların büyükçe bölümüyle yeni girdikleri alanın eski, fakat devlet desteğini de kullanarak ve yabancı tekellerle ortaklıklar kurmanın avantajına da sahip olmuş büyük ‘aile şirketleri’nin başını çektiği “laisist” tekelci-burjuvaziye rakip olarak, iç ve dış pazarda daha fazla pay talebiyle ve hükümet-devlet aygıtı desteğinde saldırgan bir iştahla alana dalmalarını sağlıyordu. Ülker, Boydak, Çalık, şimdi en üstlerdeki sırada bulunuyorlar ve küçük ve orta boy yandaş işletmelere sağlanan teşvik primleri, kur oyunları, ihracat kolaylıkları vb. gibi avantajlarla bu hoyrat ve saldırgan İslamist sermaye kesimi palazlandı, ve hükümetin ekonomik dayanaklarından biri haline geldi. AKP’nin kentlerdeki ve kasabalardaki örgütlenmesini oluşturan kesimler, iktidar olanaklarından yararlanarak uygulanan ekonomi politikaların kazananları arasına yerleştiler.
AKP yönetimi, ABD başta olmak üzere Batılı emperyalistlerin oluruna sahip olarak bölgede koçbaşı olmaya soyunmasına; İslamın halklar arasındaki ve üzerindeki etkisini, kapitalist sömürü için daha pervasızca kullanıyor olmasına rağmen, dönüp anane-gelenek-’öz’lük, millilik, milliyetçilik, müslümanlık, ecdat, peygamber, kuran ve daha başka birçok formasyon ve ritüeli, kalpazan mantığıyla piyasaya tahvil ediyordu. AKP propagandacılarının söyleminde dile getirilen kavramların, toplumsal formasyonlardan soyutlanmış salt ideolojik öğeler olmayıp belirli somut maddi varoluş ve ilişkilerin ifadesi olmaları, onları etkili kılıyordu. “Bize ait değerler” vurgusu, “millet-vatan” söylemi, “Türkiye’nin gelişmesini istemiyorlar” ajitasyonu, işçi sınıfı ve emekçilerin “ulusal çıkarlar” konusundaki duyarlılığının istismarı üzerinden, sermaye ve gericilik karşıtı mücadelenin saptırılması ve kitlelerin yedeklenmesi hedefiyle bağlıydı. Sınıf uzlaşmazlığını basit farklılıklara dönüştürme ya da indirgeme çabası olarak da ifade edilebilir bu “massetme, uyumlulaştırma”-yedekleme siyaseti, proleter ve emekçi hareketinin geriye atıldığı ya da düşük düzeyde seyrettiği koşullarda, sömürülüp ezilenler aleyhine daha ağır sonuçlar doğurma potansiyeline sahiptir. “Millet” örneğin çelişkili birlik olarak toplumsal bir üst formasyona işaret eder; burjuva demagogları tarafından işçileri de tekelci burjuvaları da “kucaklayan” bir “birleştirme” mitosu olarak kullanılmaya uygundur; işçi sınıfı ve emekçilerin duyarsız kaldıkları ya da kalacakları bir söylem olarak görülemez; ulusal bağımsızlık ve ulusların eşit haklara sahip oluşu, proletarya ve emekçi halk kitlelerinin kayıtsız kalabilecekleri mecazi anlam ya da mistifikasyondan ibaret görülemez. Türkiye’nin de içinde bulunduğu bağımlı ülkelerde, kitlelerin AKP türü sermaye partilerinin iki yüzlü popülist politikalarının etkisine girmesi ve yedeklenmesinin günümüz koşullarındaki etkenlerinden biri de, “küreselleşme” adı altında dünya halklarına dayatılan emperyalist hegemonya, zorbalık, savaş ve bağımlılık ilişkilerinin bu ülkelerde (ülke halkı-halklarının ulusal-etnik, dini-mezhebi ve cinslere dair “gelenek”, anlayış ve “ahlaki değer”leriyle çatışma ve uyumsuzluklar da dahil olmak üzere), yol açtığı yıkım ve ağır sömürü koşullarında, ağırlaşan sorunlarına çözüm arayışıdır. Kapitalist rekabet ve çıkar çatışmasına bağlı ekonomik, diplomatik ve siyasal baskı, engelleme, entrika, sabotaj ve saldırıların, emperyalist-kapitalist ilişkilerin seyrine bağlı olarak bu devletlerin her biri tarafından diğer(ler)ine karşı şu ya da bu zamanda ve çeşitli biçimlerde uygulanması gerçekliği, bunun pratik örneklerinin yoğun olarak ve tekil örneklerle sınırlı kalmayacak şekilde fiili saldırılar halinde de uygulanıyor olması, yığınların duyarlılığına yol açmakta ve şovenist sağ popülist söyleme ilgiyi artırmaktadır. Uluslararası sermayenin ve büyük emperyalist güçlerin sınırsız hakimiyet ve kaynakları yağmalama, dünya kapitalist pazarının tam denetim için baş vurduğu bu politikalar; buna karşı çıkan ya da çıkar görünen siyasal partilerin-örgütlerin ya da onların bir mücadele bloku veya halk cephesine denk düşen çıkışlarına ilgiyi artırmıştır. Latin Amerika ülkelerinde, Yunanistan, İspanya, İrlanda, Portekiz ve hatta İtalya’da “sol”, sol-liberal yönelişlerin gördüğü destek bu arayışlardan bağımsız değildir. “Mağduriyet” söylemi, bu parti ve sözcülerinin propagandasında, maddi ve manevi sömürüyü örtme silahına dönüşmüştür. Bu söylem, kavramın içeriği düzeyinde, sınıf farklılıkları ve çelişkilerini bulanıklaştırıcı genelliği içinde toplumsal kesimlerin birbiriyle farklılık gösterebilir talep ve gereksinimlerinden yoksunluğunu işaret ederken, hak yoksunluğu, yoksulluk, işsizlik, açlık gibi hayli geniş bir alanda ilgiyi kucaklayıcı özelliğiyle de etkili olabilmiştir. Ülkenin, “millet”in; kişi, parti, örgüt, çevre, sınıf ya da toplulukların durumuna işaretle kullanılabilir bir rezerv olan bu kapsayıcılığından yararlanılarak ve iç-dış düşmanlar bağlantısıyla da güçlendirilerek AKP propagandacıları tarafından, hükümet politikalarının tahkiminde kullanılırken, örnek olsun, geniş kitleler nezdinde etkisi bilinen “ceberrut-zorba devlet” imajından da yararlanılarak cami-kuran-peygamber vurguları etrafında yoğunlaştırılmış dini ideolojinin toplum yaşamına etkisini güçlendirmenin söylemsel dayanaklarından biri haline getirilmiştir. Bilimsel ve akli olana karşı açılan gerici ideolojik savaşın etkili argümanlarından biri haline getirilen “mağduriyet” söylemi, “modernist-laisist” baskı gerekçesine bağlanarak milyonlarca insanın iradesinin; istek ve inanç farklılıklarının ayaklar altına alınmasına dönüştürülmüş; dini ideolojinin daha fazla ve daha yaygın etkisini sömürmek üzere gerçekleştirilen dayatmalar, mağduru mağduriyetten kurtarma olarak gösterilebilmiştir.
Erdoğan’ın, “Afrika’yı sömürgeleştirdiler”; “Türkiye, Malezya, Endonezya gibi ülkelerin önünü kesmeye çalışıyorlar”, “Niye BM Güvenlik Konseyinde Türkiye gibi bir müslüman ülke bulunmuyor?” yönündeki söyleminin, muhaliflerinin bir bölümü dahil kitlelerin ilgisiyle karşılanması, emperyalist-kapitalist dünyanın sömürü, bağımlılık, eşitsizlik ilişkileri gibi olgusal gerçekliklerinden güç almaktadır. Davutoğlu’nun, “Bundan sonra biz hiçbir zaman şu veya bu tavrı alırsak, şu veya bu ülke ne diyor diye düşünmeyeceğiz. Başka ülkeler Türkiye Cumhuriyeti devleti ne düşünüyor diye düşünecekler. İşte bir milletin ayağa kalkmasının simgesi budur” şeklindeki boş böbürlenmesi de, bu bağlam içinde karşılıksız kalmayan bir anlam kazanıyor. Dış ve iç düşman söylemi, iktidar-kitle ilişkisini çimentolama-betonlama işleviyle yüklüdür. “Türkiye’nin başarı hikâyesi rahatsız ediyor. Bazı çevreler Türkiye’nin başarı hikâyesinin bitmesini istiyorlar. Tipik geri kalmış Müslüman ülke imajına sığmıyor Türkiye. Endonezya ve Malezya ile birlikte Türkiye bu imajı bozuyor” propagandası, geri kalmışlığa-bıraktırmışlığa duyulan tepkilerin yönünü saptırarak iktidar payandasına dönüştürme amacıyla bağlıdır. Erdoğan, “Dünya beşten büyüktür. Niye Beş’e mahkûm olalım” derken, “Osmanlı sonrası Afrika”nın “uluslararası güç, rekabet ve sömürgeciliğin mücadele alanı haline” geldiğinden söz ederek “emperyal güçler”e işaret edip, Mısır, Ukrayna, Irak’taki gelişmeler bağlamında emperyalist “kumpas”tan söz ederken, Gülen hareketi-cemaatıyla ABD ve İsrail ilişkilerine göndermede bulunarak “üst akıl” bağlantılı ihanet ajitasyonu çekerken, halkın duyarlılıklarına sesleniyor; “mazlumun savunucusu” rolünü oynuyor. “Kökünde Selçuklu, Semerkand, Buhara, Orta Asya, Evladı Resul, ve cihan devlet Osmanlı”nın olduğu “Evlad-ı Fatihan… Horosan Erenleri, Anadolu Yörükleri ve Balkan muhacirleri” üzerinden yürütülen vaaz, kitlelerin farklı kesimlerinde değişik düzeylerde etkili olabilecek milliyetçi, İslamist ya da kazanma güdülerini-duygularını istismar özelliğiyle yayılmacı çığırtkanlıktan daha fazlasına işaret ediyor. “Arap Alemi”nin “hamisi olma” (hamilik üstünlük ve imtiyaz gerektirir) vaazı, yayılmacı emellerin dışa vurumudur. “Türkiye’nin kalkınmasını, büyümesini istemeyenlerin Türkiye’nin önünü kesmeye çalıştığı” propagandası, dış düşmana işaretle, ona karşı “milli birlik, tek millet, ümmet halinde bir arada olma”nın “çoşku ve heyecanı”nı çağırmakta; “dış düşmanla işbirliği içindeki iç düşmana karşı olma”nın “milli mukaddesat” ve “Müslümanın görevi” bağlamıyla birleşerek, iktidar partisi ve hükümetine muhaliflerin tümel olarak hainler-darbeciler-düşmanlar-teröristler cephesinde görülmesi/gösterilmesini, olağanlaştırmaktadır! Korku yayıcılığı ile çıkar koruyuculuğu bileşiminde imal edilen bu sözümona milletçi ve vatancı –ki Davutoğlu konuşmalarından birinde bunu “yeni bir Misak-ı Milli’de buluşmak” olarak ifade etmiş ve herkesi, “elinde ne varsa, heybesinde ne varsa bu mücadeleye katılma”ya çağırmıştır–; İslamist ümmetçi ve Osmanlıcı politikanın gerisinde, elde edilmiş çıkarların, ayrıcalıkların, mali-siyasi olanak ve mevzilerin korunması kaygısı ve istemi durmaktadır. Kitleleri daha baştan “bölmesi”ne karşın, korku yayıcılığı ve beklenti-duygu ve ‘inanç’ istismarcılığına dayanan bu sağ gerici popülizm, “ekmek ve iş kapısına sahip olma”yı iktidarla ilişkilerinin seyrine bağlayan insanların “elimizdekini koruyalım” endişesinden de beslenerek, hükümet ve partisinin, özü sermayenin çıkarları tarafından belirlenen politikaları sürdürmesinde, elini güçlendirici ya da aynı anlama gelmek üzere işini kolaylaştırıcı bir rol oynamış; Erdoğan ve hükümetlerinin elinde, iktidar konumunu sürdürmenin aracına dönüşmüştür. Kitlelerin gücünü, enerjisini ve emeğini, onların sömürülmesinin ve baskı altında tutulmasının dayanağına da dönüştürmek üzere, onları, binyıllara dayalı çaresizlik ve sıkışmışlıkların ürünü soyut kurguların etkisinde tutmaya çalışanlar, biat etme kültürünü, dinsel tabu ve inanmışlıkları da, kapitalist sömürü ve yağmanın aracı haline getirerek karunlaştılar.
Vatan, uluslararası sınıflar olarak burjuvazi ve işçi sınıfı açısından farklı çıkarlar ve dünya görüşleri bağlamına sahip olmasına karşın, üzerinde yaşanan toprakları işaret eder; mücadelenin enternasyonal karakteri, üzerinde ve içinde yaşanılan topraklardan (yurt/vatan/ülke) yükselmesi ve yürütülmesi gerçekliyle çelişmez. Din, dünyasal sorunların çözümsüzlüge ittigi insanın arayışının ilizyonist bir “yanıtı” olarak sonuçta, maddi-dünyasal sorun ve çelişkilerle ilişkili politikalara karşılık gelir.
Erdoğan’ın söylevinde, devamlılık gösteren “vurucu” kavramlar demeti arasında “vatan, millet, kahraman, gazi, alperen, şehit, ecdat, dinimiz, milletimiz, peygamberimiz” gibi, “kutsiyet” atfedilenler ile “ihanet, darbe, terör” gibi düşmanlık atfedilen ya da onunla içeriklendirilenler baş sırada yer alıyor. Onun, partisi ve hükümetinin ideolojik-politik görüşlerine iman edenlerin oluşturduğu “millet”, bizatihi kendi şahsı ve “uhdesi”nde temsil yüceliğine ermiş ve ekonomik olarak da ihya edilen-kayırılıp beslenen kesimden oluşuyor. Geride kalanlar; yani, ekonomik-sosyal ve siyasal talepleri için mücadele eden ya da böyle bir eğilim gösterenler ise, ikinci kategori kavramlarda içerilen düşman “cephesi”nde yer alırlar. Bu “sınıflama” ve kategorileştirmeyi yapan bir siyasal iktidarın, devlet kurumları ve olanaklarını yandaşların yedekliklerini sürdürmek için kullanması, aynı ‘zihniyet’ ölçüleriyle “milli çıkarlar” ve “kutsal görevler” kapsamına girer. Düşman ise, “çocuk da olsa, kadın da olsa”, hatta isterse sistem partilerinden birinin genel başkanı da olsa, adı üstünde “düşman”dır ve hakkı, en sertinden zor ve şiddetle etkisizleştirilmektir.
Popülist söylemi, maddi-toplumsal olgulardan ve ulusal ya da uluslararası çelişkilerden beslenmesine, ya da dayanaklarını oralardan almasına rağmen (ki etkili olmasının gerçek nedeni buradadır), Erdoğan iktidarının, işçi ve emekçilerin çeşitli duyarlılıklarını, onların talepleri etrafında geliştirdikleri mücadelesine karşı bir bastırma ve etkisizleştirme zehri olarak, ideolojik bir silah olarak kullandığı, yukarıdan beri belirtilenler üzerinden açıklık kazanmış olmalı. Erdoğan hükümetlerinin pratiği bunu kanıtlıyor: AKP, sadece işçilerin ve kent emekçilerinin değil kırsal küçük üreticinin de toplumsal örgütlü muhalefeti ve mücadelesine karşı dalga kırıcı şiddet aygıtını seferber etmekten kaçınmadı; grev ve direnişe yönelen işçileri darbecilere alet olmakla suçladı (TEKEL grev ve direnişi, Erdoğan tarafından “darbecilik”le, fındık üreticilerinin fiyat artışı talebiyle giriştikleri eylemler “ihanet” ile ilişkilendirildi); kazanılmış sosyal-sınıfsal haklar tırpanlanıp adım adım ortadan kaldırıldı, sendikal örgütlenme çabasına giren işçilerin işten atılmasında patronlara iktidar koruması sağladı, ve hükümet-devlet yanlısı sendika bürokratlarına aidat kaynağını genişletmek üzere yeni üye sağlanması için belediyeleri, valileri, patronların yanı sıra harekete geçirdi; ama diğer yandan da “yaradandan dolayı yaradılmışı sevme” söylemi eşliğinde tek tek fakir “kul”larını “ihya ederek”, halkın maddi ihtiyaçlarının karşılanması için “yapılabilir olanı yapmaktan geri durmayan bir parti ve hükümet” görünümü vermeye özen gösterdi. Yüksek işsizlik oranları, inşaatçılık ve enerji alanındaki atılımlarla örtüldü. Kentleşme, kent halkının mağduriyeti pahasına sürdürülürken, devasa rantın bir bölümüyle kira ödemeleri ve aile yardımı adı yöntemiyle emekçilerin bir bölümü yatıştırıldı. 3 milyonun üzerinde aileye –bunu 8 milyon olarak gösteren kaynaklar da bulunuyor – yapılan 600 TL aylık yardıma, seçim dönemlerinin sadakaları eklendi. Yandaş ailelerin çocuklarına iş olanağı sağlanarak, özel güvenlik ve polis örgütlenmesiyle yüz binlerce genç toplumun öteki kesimlerine karşı ayrıcalıklı ve korunaklı hale getirilerek, verilen sözler “tutuldu”! Özelleştirme saldırısı en üst düzeyine çıkarılırken, istihdam vaadi ve 4-B, 4-C uygulamalarıyla tepkiler pasifize edildi. “Çözüm süreci”yle başlayan ilişkilerin bir yanı olarak aralarında Türkiye Kürt burjuvalarının da bulunduğu “işadamları”nın Kürdistan’daki yatırımlarının ekonomik getirisi, pasifikasyona destek için kaynaklara eklendi. Kürtçe özel bir televizyon kanalının açılması, Kürtçe’nin özel okullarda eğitim dili olmasının kabulü, oyalama amaçlı “Alevi çalıştayları”, ve daha da eklenebilir ekonomik, sosyal ve siyasal etkiye sahip bir dizi adım, kitle desteğinin etkenleri ve gerekçelerine eklendiler.
POPÜLİST DEMAGOJİ AKP İKTİDARINA GARANTİ SALAR MI?
AKP’nin, sadece pazar paylarını büyütmelerinde rol oynadığı “İslamist” büyük burjuvaların değil küçük ve orta burjuva kesimlerin önemlice bir kesiminin yanı sıra işçi sınıfının ve kent yoksullarının küçümsenemez bir bölümünün desteğine de sahip olduğu sosyal-siyasal bir gerçekliktir. TÜSİAD yöneticilerine “sen kimsin ya, sen kimsin!” diye meydan okumasına, TÜSİAD’çıları sekülarizmin ve dış sermaye temsilciliğinin faili gösteren açıklamalarına karşın, onların da çıkarlarına gelen sınıf politikasıyla, yani emek gücünün aşırı sömürüsünü esas alan ekonomik-sosyal uygulamalarla burjuva hakim sınıfın çıkarlarını temsil eden bu iktidar ve baş patronu, rekabet kaynaklı meydan okumalarını MÜSİAD’çılar ile sınırlı kalmayan sermaye kesimlerinin yanı sıra geniş işçi-emekçi kesimlerin desteğine borçludur. Bu destek olmasaydı, bu pervasız saldırganlık, çoktan kuyunun karanlığında boğulmuştu/boğdurulmuştu. AKP ve hükümetlerinin 13 yıllık iktidar pratiği, işçi sınıfını ve halk yığınlarını sınıfsal temelde almaksızın ve sınıfsal taleplerini karşılayarak değil, tekil unsurlar düzeyinde görüp ihtiyaçlarının “gözetilmesi” ve siyasi-ideolojik manipülasyonun kapitalizmin çarkına uyum ekseninde gerçekleştirilmesi üzerinden, mücadele ürünü kazanımlarının gaspı pahasına ve bazı ailesel-kişisel gereksinmelerinin gözetilmesi yoluyla burjuva siyasetine yedekleme politikasının da pratiği olmuştur. Yunan Başbakanı Çipras’a, “Popülizm dozunu iyi tutturmak gerek” diye öğüt vermeye kalkışan Erdoğan, iktidarının pratiği –ve taktiğini– de açık etmiştir: Halk kitlelerinin taleplerine ve duygularına seslenirken, ortaya çıkacak toplumsal tepkinin, sistemin çarkları ve sınırları dışına taşma olasılığını dikkatten kaçırmama ve kontröllü –esas olarak yedekleyen– bir popülizmi aşmama! Aksi durumda, popülist politikalar halkın kendi talepleri için ayaklanmasına dek varabilir, popülist politikacıları da aşan bir pratik ve gerçekleştirilmişlikler olarak pahalıya mal olabilirler! Sağ gerici, şoven ve militarist politikacıların özellikle Türk halk kitlelerini cami, din, ahlak, vatan, millet vb. söylemler üzerinden ve “teröre ve bölücülüğe karşı mücadele” vaazıyla kontrollü kalkışmalara kışkırtmalarında olduğu üzere; ulufe dağıtmayı da ihmal etmeksizin yedekleme taktiği, bunun artık çokça tanık olunan bir örneğini oluşturuyor.
Burjuva propagandası ikiyüzlü, demagojik ve hakim sınıf çıkarcılığını ifade etmesine rağmen, yukarıdan beri göz önüne getirilenler, AKP yönetimi ve iktidar propagandacılarının yığınların durumu, ihtiyaçları ve talepleri üzerinden sürdürdükleri popülist söylem ile işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin önemlice bir kesimini etki altına aldıklarını/alabildiklerini açığa çıkarıyor. Hakim sınıfın bu etkisi ve yığınları aldatarak yedekleme gücü ve oranı, açıkça görüldüğü üzere proletarya ile burjuvazinin başlıca taraflarını oluşturdukları sınıf mücadelesinin seyrine; düşüş ve yükseliş durumlarına bağlanmıştır. Bu bağlamıyla burjuva popülist, faşist ya da liberal demagojinin gücü ve etkisi ne olursa olsun, ifadesi olduğu ekonomik-sosyal olgu ve ilişkilerin değişiminden bağımsız olarak kendi başına, siyasal mücadele taraflarının konumlarını belirleyecek işlev göstermez; ya da farklı bir ifade ile burjuva iktidarının gelecek teminatı olamaz. Ne var ki, böyle olması, sınıf mücadelesinde işlevsiz kaldığına ya da siyasal iktidarın oluşması ve kendini sürdürmesinin araç ve dayanaklarından biri olarak toplumsal bir işleve sahip olmadığına da delalet etmez.
Peki, yukarıdan beri ortaya konulanlar, AKP ve iktidarının, kendisinden önceki hükümetler –ve sermaye partileri– ile benzer bir “son”a doğru yol aldığının gösterenleri olarak alınabilir mi? Bu soruna, “her yükselişin bir düşüşü vardır” fiziksel kuralı ya da mantığıyla yaklaşılamaz. Herhangi bir siyasal iktidarın olduğu gibi, AKP’nin “siyasi ömrü” açısından da belirleyici olan, öncelikle uluslararası ve ‘ulusal’ ölçekli ekonomik-sosyal ve politik gelişmeler ile bağı içindeki iç sınıf mücadelesi ve düzeyi olacaktır. Yakın dönem hükümetleriyle kıyaslandığında, başlıca olarak devlet aygıtında kurumsallaşmış bir kitlesellik gücüyle ve bunun ekonomik dayanaklarını oluşturmasıyla ayrışan ve bu durumunu önemli oranda 12 Eylül cuntasının gerçekleştirdiği toplumsal travma ve yıkımın üzerinde, o toprağı kullanarak ve onun yasalarını-anayasasını korugan edinerek inşa eden bu partinin “özgün”lüğüyle ilişkin farklılığı, onun “gidişi”ni, “oy oranları”yla bağlı bir seçim yarışı sınırları içinde değerlendirilmesini sorunlu kılmakla birlikte; başka türlü söylenirse, Erdoğan iktidarı, “AKP’nin devletleşmesi” olarak şekillenmiş olmasına rağmen; ürünü olduğu ve dayanak edindiği toplumsal ve ekonomik koşullardaki değişim ve onunla bağlı siyasal çatışmalar, onu da kaçınamayacağı sona götürecektir. Bugünkü hakim konumunu korumak ve sürdürmek için her araç ve yönteme başvurmaktan kaçınmaması olsa olsa, bu çöküş ve gidişin çok daha çatışmacı, hatta kanlı geçeceğine işaret sayılabilir, ve halihazırdaki gelişmeler, bu eğilim ve olasılığın hayli güçlü olduğunu gösteriyor. Erdoğan’ın “Nazi türü bir rejime doğru adım adım ilerlediği”ni söyleyenleri haklı çıkaracak şekilde, dini ideolojiyle takviye edilmiş polis-yargı-MİT aygıtıyla tüm halk kitlelerini mengeneye sıkıştırarak “ümmet” konumuna düşürmek ve Erdoğan’ı Halife/Sultan tahtında oturan bir monarşist-oligark konumuna yerleştirmek için her şey yapıldı/yapılıyor. Yasalar daha gerici içerikle donatılırken, totaliter bir siyasal mekanizma hukuki-yasal ve bürokratik dayanaklarıyla tesis ediliyor. Kendilerini “liberal sol”da gören ya da ifade edenlerin bir bölümü hala R. Erdoğan’ın eşiğine yüz sürmeye devam etse dahi, diğer bir kısmı da dahil olmak üzere, çeşitli yazar, politikacı, sendikacı ve ilerici aydınların, Türkiye’nin AKP Hükümeti, özellikle de başbakan, cumhurbaşkanı ve parti genel başkanı kimliğini fiili olarak elinde tutan Erdoğan tarafından “faşizme doğru götürüldüğü” şeklindeki tespit ya da söylemi, politik gelişmelerin yönüyle bağlı görünmektedir.
Buna rağmen, bu iktidarın “uğrak zamanı”nın dolmaya başladığını işaret eden çeşitli veri ve gelişmelerden yine de söz edilmelidir. Bunun, kapitalist gericiliğin uluslararası ilişkileriyle bağlı daha genel; ve ülkede sömüren-sömürülen ilişkisinde somutlanan sorunlara bağlı daha özgün ve yerel etkenlere ve göstergelerine işaret edilebilir: Her şeyden önce, günümüz koşulları, hem uluslararası alandaki hem de ülkemizdeki gelişmeler nedeniyle AKP’yi işbaşına getiren koşullardan önemli oranda farklılık gösteriyor. Uluslararası ve bölgesel gelişmeler, Erdoğan hükümetinin “eli-kolu serbest” hareketine set çekecek, darbe vuracak yönde gelişmeye devam ediyor. İşçi sınıfına karşı izlediği vahşi politika ile birlikte giderek yoğunlaşan ve tüm emekçileri karşıya alma özeliğine sahip siyasal baskı ve şiddet ve onunla birleşen İslamist dayatmaların yarattığı tedirginlikle karışık mücadele eğilimi giderek belirginlik kazanıyor. Ekonomi, bir kriz döneminden ya da kriz sonrası yeniden toparlanma dönemlerinden farklı olarak sıkışma-daralma belirtileri veriyor. Bu ve eklenebilir olgusal gelişmeler, 12 Eylül’ün siyasal-sosyal ve ekonomik zemini üzerinde, onun bastırdığı kitle mücadelesinin bir engel oluşturabilecek düzeyde gelişemediği koşullarda, devlet yönetimine gelen bu partinin, o, bir seçim partisi olmaktan çok bir savaş partisi olmasına; ve toplumun ezilen ve sömürülen sınıf ve kesimlerini boğmaya aday dikenli bir ahtapot olmasına karşın, “suyunun ısınmaya başladığı”nı gösterir belirtiler olarak alınabilir. “Ebedi hükümranlık” teolojisinden esinlenen çığırtkanlığının etki gücü zayıflamaya başlamıştır. Irkçı öfke ve yayılmacı özlemlerin dayandırıldığı güç ve bağlandığı hedefin inanılırlığı, saldırılarının yoğunluğu ve gizlenemezliğiyle baltalanmakta; popülist ikiyüzlülük, toplumsal olay ve gelişmelere gösterilen şiddetli tepki ve fiili saldırılar ile zaafa uğramaktadır. İktidarın ekonomi politikası ve pratiğiyle söylemi arasındaki muazzam çelişki diğer yandan, ideolojik yapıştırıcı olarak kullanılan dinsel söylemin, bu ideolojinin çok çeşitli mezhep-tarikat ve kolları tarafından farklı yorumlarıyla değil sadece, pozitif bilimlerin insan, dünya ve evrene ilişkin “bilinmezler”i açık hale getirme yolunda attığı çok büyük adımlarla günden güne sarsılmasına neden olmakta; kapitalizmin yedekliği ve aklayıcısı olarak kullanılan dinsel ideoolji ve söylemin “inanan emekçi”nin kendi nesnel gerçekliğiyle oluşturduğu tezat sonucu gerçeklere uyanmasını tetiklemektedir. Din yobazlığını bayrak edinen ve toplumun tüm kesimleri ve kuşaklarını biat kültürüyle kul’laştırmaya çalışan iktidar partisinin bu politikası, emekçi mücadelesini saptırıcı ciddi bir tehdit içermesine karşın, uzlaşmazlığı, gerginlik ve çatışmayı körüklemesi nedeni ile sistemi dinamitleme potansiyeline de sahiptir. Din ve mezhep savaşlarının herhangi bir ülke ve halkını “ihya ettiği”; geliştirip kalkındırdığı, ileriye taşıdığı ve daha insani bir yaşama olanağı sağladığı, binlerce yıllık insanlık tarihinde bugüne dek görülmemiştir.
AKP’NİN POPÜLİST SÖYLEMİNİ ETKİSİZLEŞTİRECEK BİR MÜCADELE HATTI İHTİYACI
Toplumsal koşullar ve sömürülüp-ezilenler ile sömürücü hakim sınıflar ve onların devletleri arasındaki ilişkilerin değişimi ve gelişiminden hareketle söylersek, burjuva sınıf iktidarını işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi halk kitlelerinin omuzlarındaki yük, başları üzerindeki ‘giyotin’ olarak niteleyebiliriz. Tekelci burjuvazinin hakimiyetindeki günümüz dünyası ve tek tek kapitalist ülkelerde, egemen sınıfın, liberal demokratik haklar ve kurumlaşmalarla uyuşmazlığı artmış, aynı anlama gelmek üzere, “en demokratik” denen kapitalist ülkelerde de burjuva demokrasisinin sınırları daralmış, oligarşik merkezileşmeye bağlı ve demokratik özgürlüklerle karşıt olarak siyasal gericilik yoğunlaşmıştır. 20. yüzyılın ilk çeyreğinden başlayarak kapitalist dünyanın, sosyalizm ve işçi sınıfı mücadelesinin ve ezilen ulusların bağımsızlık savaşlarının darbelerine maruz kaldığı koşullarda, halkların taleplerini (ekonomik, sosyal ve siyasal) belirli sınırlar içinde de olsa karşılamak zorunda kalan burjuva gericiliğinin, burjuva demokrasisine yaklaşımıyla, sosyalizmin, gerçekleştirildiği ülke(ler)de yenilgiye uğratıldığı ve işçi-emekçi mücadelesinin geriye püskürtüldüğü günümüz koşullarındaki yaklaşımı aynı değildir.
Buradan hareketle bazı ‘belirleme’ler yaparsak, şunlar söylenebilir: a) Sermaye yoğunlaşması, merkezileşme ve daralma, her bir kapitalist ülke özgülünde farklılıklar göstermesine rağmen, hakim sınıfın, işçi ve emekçilerin taleplerini sahiplenir görünerek, popülist söylem eşliğinde bu talepleri mümkün en dar sınırlara çekerek “özümleme” yönteminin yanı sıra, hak ve özgürlük tanımaz politikaları daha yoğun şekilde gündeme gelmiştir. b) Burjuvazinin bu eğilimi ve uygulamaları bütünüyle yeni bir durum göstergesi olarak alınamaz. Proletaryanın sınıf olarak ortaya çıkması ve kendi talepleriyle karşısına dikilmesinden başlayarak burjuvazi, hemen her ülkede, sistemiyle “özdeş” gösterdiği “demokratik değerler”i, rekabetin ve emekçi mücadelesini etkisizleştirip yedekleme politikasının gerekleriyle bağlı olarak ele almış; sınırlarını sömürü ve sınıf çıkarlarının gerekleriyle belirlemeye çalışmıştır. c) Buna rağmen, sömürülen ve ezilenlerin, burjuvazinin antidemokratik diktatörlüğüne karşı mücadelesi için nesnel koşullar günümüzde daha fazla olgundur. İki yüzlü burjuva propagandasının etkisini kırmak için, sınıf bilinçli işçi ve emekçinin elinde bugün çok daha fazla bilimsel dayanaklar, mücadele araçları, ve burjuva pratiğiyle söylemi arasındaki zıtlığın teknolojik gelişmeye bağlı nedenlerle anında yığınlarca görülebilir hale getirilmesi kolaylığı gibi daha geniş olanaklar vardır. Burjuva saldırısının yoğunluğu ve geniş boyutlu oluşu, örneğin R. T. Erdoğan yönetimindeki AKP iktidarının işçi ve emekçilerin talepleri doğrultusunda ortaya koydukları direniş(ler) karşısında izlediği vahşice bastırma politikası, onun söylemine güveni sarsmakta; ve gerçek durumun görülmesi için daha fazla uyarıcı olmaktadır. Gezi Direnişi’ne karşı alınan tutumda, Kobanê’deki vahşet ile suç ortaklığının kitlesel tepkiyle karşılanması üzerine girişilen vahşi saldırganlıkta, ve şu günlerde, ülkenin polis tahakkümünde tek şef değneğiyle yönetilmesi girişimlerine karşı sokakta ve parlamentoda yükseltilen itirazlara karşı yürütülen iktidar zorbalığında açıkça görüldüğü üzere, “demokratikleşme” üzerine popülist söylem, aldatıcı etkisi de darbe alacak şekilde, boşluğa düşmektedir. d-) Buradan devamla söylersek, bağımsızlık, demokrasi, hak eşitliği, başka ülke ve halklarla içişlerine karışmaksızın karşılıklı eşit ilişkiler vb. gibi demokratik özgürlükler artık esas olarak ve ancak işçi sınıfı ve emekçilerin sermaye ve gericiliğe karşı mücadelesinin ürünü olabilmektedir. Bu mücadelenin etkili olabilmesi ve daha geniş halk kitlelerinin katılımıyla ilerlemesi, başka şeylerin yanı sıra AKP yönetiminin ikiyüzlü popülist söylemiyle yarattığı kitlesel etkinin, bu ikiyüzlülüğün teşhiriyle kırılmasına da bağlıdır. Bunun için, sadece onun tarafından istismar edilen demokratik istem(ister)lerin tutarlılıkla savunusu değil; vatan, ulus, bağımsızlık, eşitlik, özgürlük ve refah kavramlarında ifadesini bulan içeriklerin işçi ve emekçiler için anlamı ve değerinin gerçekte ne ve nasıl olması gerektiğinin de açıklık kazanması gerekir. Sınıf farklılıkları, ayrıcalıkları ve sömürünün kutsanmasının ardındaki kirli çıkar bağı ve amaç açık edilmeksizin, burjuva –ve diğer– partiler ile sermaye ve devlet ilişkileri açıklığa kavuşturulmaksızın proletarya ve emekçilerin mücadelesi, sömürüden kurtuluş yönünde ilerletilemez. İşçi-emekçi haklarıyla iktidar politikaları ve sermayenin çıkarları arasındaki uzlaşmazlıkların alenileştirilmesi; sendika, grev, örgütlenme, söz, basın-yayın, ulusal-etnik ve dinsel-mezhebi, cinsler arası ilişkiler alanı dahil, toplumsal yaşamın tüm alanlarında burjuva gericiliği ve ortaçağcıl anlayışların hakim kılınmak istendiğinin gösterilmesi; bunun için sermaye partileri, hükümet(ler)i ve devletinin tüm bu alanlardaki pratik politikası ile manipülasyon amaçlı propaganda ve söylemi arasındaki ilişkinin sergilenmesi; iktidarın popülist söyleminde dile gelen burjuva çıkarı ve emekçilerin sorunlarının istismarını deşifre eden, ve fakat aynı zamanda toplumsal kategori ve “değerler”in halkın düşün-duygu ‘dünyası’ndaki anlamını dikkate alan bir devrimci eylem-çalışma ve söylem, mücadelenin geliştirilmesi için önem taşımaktadır. İşçi sınıfının siyasal ve sendikal tüm haklarının eksiksiz kabülü, halkın tüm kesimleri için günümüz toplumsal koşullarıyla uygun bir düzeyde ekonomik-sosyal haklar ve eksiksiz siyasal özgürlükler, emperyalizme karşı mücadele, bağımlılık nedeni tüm askeri-mali anlaşmaların iptali, NATO ve Amerikan üslerinin kapatılması; ulusların tam hak eşitliği, komşu ülkeler halklarıyla barışçıl-kardeşçe ilişkiler ve dayanışma vb. vb.. gibi siyasal, iktisadi ve sosyal talepler karşısındaki burjuva gericiliği, ikiyüzlü popülizm ile birlikte teşhir edilir, ve bu taleplerin gerçekleşmesi mücadelesi yükseltilirken; örnek olsun vatan-ulus gibi kavramların işçi sınıfı ve emekçilerin duygu-düşün dünyasındaki yerini göz önüne getirmek ve onların yararına açıklığa kavuşturulmasını da önemsemek şarttır.
Yineleyerek söylersek; hareket noktası, ülke gerçekliği ve uluslararası koşulların belirlediği ekonomik-sosyal ve siyasal talepler olmak durumundadır. Sömürülen ve baskı gören bütün emekçi ve ezilenlerin uluslararası alanda ve ülkemizde yürüttükleri mücadelenin deneylerinden de yararlanarak, AKP iktidarı ve burjuvazinin ideolojik etkisini kırmak ve devrimci-sosyalist politikanın önündeki barikatları aşmak için, halkın ekonomik-sosyal ve siyasal taleplerinin burjuva istismarını başarısızlığa uğratacak bir tutum ve mücadeleye ihtiyaç vardır; ve kapitalist sömürü ve burjuva baskı koşullarından zarar gören herkesi birleştirebilir taleplerin devrimci savunusunda kararlılık ilk gerekliliktir. Eğer gerekleri yerine getirilebilir ve işçi sınıfı başta olmak üzere halkın en geniş kesimlerinin sonmut siyasal, ekonomik ve sosyal taleplerinin en acil ve yakın mücadele programı halinde, ancak kararlıca savunulmasıyla emekçilerin geniş kesimlerinin mücadele birliği sağlanabilirse, burjuva iktidarının, dozu giderek artırılan saldırganlığının önü kesilebilir ve onu geriye püskürtmenin yolu açılabilir. 2013 Haziran Halk Direnişi başta olmak üzere, ortaya çıkan çeşitli emekçi eylemleri, tüm milliyetlerden Türkiye halkının önemli bir bölümünün ilerici-modern yaşam tarzından yana ve hak eşitliğine dayanan bir demokratik siyasal-sosyal yaşam için mücadele potansiyeline sahip olduğunun göstergeleriydiler. Buradan hareketle ve işçilerin lokal eylemlerinin sadece sayısal olarak artışını değil ama taleplerinin kapsamı yönünden de daha kapsayıcı olmaya yöneldiği dikkate alınarak, sorumlu ve kucaklayıcı bir mücadele platformunda bu güçlerin birliği sağlanabilir. Bazı Avrupa ülkelerinde, halkın üzerindeki yükü artıran ekonomik-sosyal politikalara karşı ortaya çıkan emekçi tepkisi üzerinden güç toplayan SYRİZA türü blok örgütlenmelerinin gördüğü destek –bu parti ve ittifak örgütlerinin sosyalist olup olmadıkları merkezli bir tartışma bu bakımdan spekülatif olacaktır– bu bakımdan yararlanılabilir bir pratik de sunmaktadır. Devrimci sınıf partisi ve emekçi örgütleri başta olmak üzere, uluslararası sermaye ve işbirlikçi gericiliğin saldırılarına karşı mücadeleyi yükseltip genişletme politikası izleyen tüm ilerici-demokrat ve sosyalist güçler, işçi sınıfı başta olmak üzere kent ve kırın emekçileri-yoksullarının, mali sermaye ve tekellerin politikasından zarar gören kent küçük burjuvazisinin sermaye partilerine desteğini zayıflatıp giderek ortadan kaldıracak yetkinlik ve çalışkanlık ‘sınavı’ ile yüz yüze bulunuyorlar.