‘İç güvenlik Paketi’ne karşı mücadele hak ve özgürlük mücadelesidir

Öncesinde de zaman zaman benzer düzenlemeler yapılmasından söz edilmişse de, 6-7 Ekim Kobanê ile dayanışma eylemlerinden sonra gündeme getirilen “İç Güvenlik Paketi” AKP Hükümeti tarafından “güvenlik reformu” olarak propaganda edildi; ediliyor.
Bu “paket” haftalardır kamuoyunun gündeminde ve içeriği sadece başlıca özgürlüklerden sayılan toplantı ve gösteri yürüyüşüne ilişkin özgürlükleri kısıtlamakla kalmıyor; yargıya dair vatandaşın üstünün, işyerinin, arabasının aranması, kişinin gözaltına alınması gibi, bugüne kadar yargıda olan yetkileri emniyet amiri ve mülki amire (vali, kaymakam ya da onun yetki verdiği kişiye) devrediyor. Böylece de, en temel özgürlükleri ortadan kaldırmada 12 Eylül Cuntası’nın bile cesaret edemediği hakları ortadan kaldırıyor. Böylece bu “paket”, bir kez daha, AKP Hükümeti’nin, özgürlükleri çiğnemede sınır tanımayan bir hükümet olduğunu; “Bu Hükümetin hayalindeki rejim demokratik değil ‘polis devleti’dir, ‘istihbarat devleti’dir” biçimindeki eleştirilerin haklılığını tartışılmaz bir biçimde gösteriyor.
Evet, bugüne kadar yasanın maddelerinin anti demokratikliğine, özgürlükleri sınırlayan karakterine ilişkin çok şey tartışıldı. Dergimizin bu sayısında da Kamil Tekin Sürek arkadaşımız, pakette yer alan düzenlemelerin içeriğine yönelik değerlendirmeleri yapıyor.
Bu yüzden burada, bu yazı çerçevesinde, paket içinde yer alan düzenlemelerin “ne getirip ne götürdüğüne” değil, ama ama bu düzenlemelerde güdülen amacın ve arkasındaki zihniyetin, demokrasi ve özgürlük karşıtlığı üstünde duracağız.

AKP VE HÜKÜMETİ BUNU HEP YAPTI, YAPIYOR
AKP Hükümeti ve AKP propagandası; yargıyı ele geçirmek ve tümüyle siyasallaştırmak (AKP’lileştirmek demek daha doğru) üzere çıkardığı yasalar ve bu amaçla gerçekleştirdiği girişimleri,
eğitimi dinselleştirmeyi, laiklik, bilimsellik, modernlik adına eğitimde ne varsa onları tasfiye etmeyi, sağlığın piyasalaştırılması ve özelleştirilmesini, kamu hizmetlerinin ve KİT’lerin özelleştirilmesi ile ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yerli ve yabancı büyük sermaye gruplarına yağmalatılmasını, esnek çalışmanın ve taşeronlaşmanın yaygınlaştırılmasını, iş güvencesini ortadan kaldırılmasını, sosyal güvenlik sistemin adım adım tasfiye edilmesini, rüşvet ve yolsuzluğu ekonomi politikası haline getirmeyi, kadınları eve kapatma amaçlı “yarım zamanlı çalışmayı teşvik”i, kürtajı “cinayet” ilan edip, sezaryeni yasaklanmayı, “türban”ı, “tesettür”ü ilkokula kadar indirmeyi,… bütün bu neoliberal girişimler ve Ortaçağ özlemli uygumlaları “özgürlüklerin geliştirilmesi”, “ileri demokrasi”nin, “sosyal dönüşüm reformu”nun,… gereği, bugün kadar “görülmemiş demokratikleşme reformları” olarak propaganda etti.
Şimdi de; 12 Eylülcülerin bile kaldırmaya cesaret edemediği kazanılmış hakları ortadan kaldıran, özgürlükleri sınırlayan, yargının yetkilerini mülkü amire, emniyet amirine (yürütmeye) devreden, polise “vur emri” anlamına gelecek yetkiler veren,… düzenlemeleriyle bu “İç Güvenlik Paketi” denilen “Pandora Kutusu”yla etrafa saçtığı “kötülükleri” de, AKP Hükümeti/AKP propagandası, aynı “ileri demokrasi”, “özgürlüklerin güvenceye alınması”,”özgürlük ve demokratikleşme reformu”, “diğer ileri ülkelerde de olan özgürlükleri güvenceye alan yasal düzenlemeler” olarak propaganda ediyor.
12 yıllık AKP Hükümeti’nin marifetlerini yakından izleyen Özgürlük Dünyası okurları için “İç Güvenlik Paketi”nin içeriği ve bu paketin bir “demokratikleşme hamlesi” olarak sunulmasında şaşırtıcı bir şey yok. Ancak AKP propagandası, Hitler’in (Nazi propagandasının) “yalan ne kadar büyükse inanan o kadar çok olur” ilkesine öylesine inanmıştır ki, yalanı devlet ve hükümet imkanlarını da kullanarak olağanüstü büyütüp yaymakta sınır tanımamakta; dolayısıyla da yalanlara, yığınların önemli bir bölümünü, hatta AKP tarafından defalarca aldatılmış, ama buna rağmen hala, “AKP’de demokrat bir damar olabilir” diyen kimi okumuş yazmış çevreleri de kendisine inandırmaya devam edebilmektedir.
Bu yalanlara inanmayanlara yönelik olarak ise, AKP Hükümeti, “millet iradesi” demagojisiyle kafa karıştırmayı amaçlayan bir kampanya yürütmektedir.

‘MİLLET İRADESİ’ VE DEMOKRASİ BUYSA!

Çünkü AKP’ye göre, Meclis’teki vekilleri halk seçmiş ve Meclis’teki 550 vekilin 300 küsurunu (şu anda 319 vekili) AKP’den seçtiğine göre, “millet iradesini” Meclisteki AKP grubuna devretmiştir! Böylece AKP propagandası, “milletin” AKP’ye, dört yıl süreyle istediği yasaları çıkarabilme yetkisi verdiğini, dolayısıyla kendi çıkardıkları her yasanın da “millet iradesi”yle çıktığını, bu yasalara itiraz edenlerin de “millet iradesi”ne itiraz ettiklerini öne çıkaran bir propaganda yürütmektedir. Nitekim Meclis’ten geçen kimi yasa ve düzenlemeleri, hatta hükümetin icraatını Anayasa Mahkemesi’ne ya da Danıştay’a götüren parti ve vekiller ile bu yasa ve düzenlemeleri bir biçimde iptal eden mahkemeler “millet iradesini tanımayan partiler”, “milletin iradesine ipotek koyan bürokratik kurumlar” olarak gösterilmektedir. Tıpkı özgürlük isteyen, demokrasi talep etmek için sokağa çıkan yığınları, Hükümet’e karşı, “millet iradesine karşı darbe yapmak istemek”le suçlamaları gibi.
AKP propagandasına göre açıktır ki; Meclis çoğunluğunun çıkardığı her yasa, içeriğinden bağımsız olarak,  “millet iradesi”nin damgasını taşıdığı için “meşrudur”, onu değiştirmek için sokağa çıkıp eylem yapmak, grev ya da direniş yapmak suçtur,hem de ”millet iradesine karşı çıkma suçu” gibi ağır bir suçtur! “Millet iradesi”ni dört yılda bir yapılan seçime indirgeyip, onu da seçim akşamında seçilen milletvekillerine devrettiren bu demokrasi anlayışı; bir yandan bakınca popülist, öte yandan bakınca çağdışı ve “millet iradesi” diye kutsadığı iradesiyle birlikte halkı, oyunu aldıktan sonra tümüyle siyasetin dışına iten, gerçek demokrasi anlayışıyla taban tabana zıt bir demokrasi anlayışıdır.
Kapitalist toplumda, toplumun çok küçük bir bölümünü oluşturan burjuvazi, aslında bu tamamen “şekil”e indirgenmiş demokrasi anlayışıyla, yani vatandaşın siyasete katılımını dört-beş yılda bir yapılan seçimde oy vermeye indirgeyen anlayışla büyük halk kitleleri ve işçi sınıfını düzene bağlayıp yönetebilmektedir. Ki, bununla, yığınlara, sanki kendilerinin özgür iradeleriyle seçtiği milletvekilleri ve onların seçtiği Hükümet’le ülkenin yönetildiği imajını vermeyi başarmaktadır. AKP; bu “şekli demokrasi” anlayışının en yoz, en pespaye biçimini temsil etmektedir ve ona göre, “millet iradesini seçimle milletvekiline devreder, milletvekilleri de başbakanı ve bakanlar kurulunu kendi içinden oluşturur, böylece millet iradesi tecelli eder. Millet hükümetin icraatını beğenmezse, dört yıl sonraki seçimde başka bir partiyi iktidara getirir!” ve böylece “demokratik döngü” tamamlanır.
Mantıksal bakımdan bir sorun görünmeyen, bu dört-beş yılda bir yapılan seçimlerin üstünde yükselen “yönetim piramiti”nin oluşturulması, AKP ve öteki sermaye partilerinin eliyle halkın sistem bağlanıp yedeklendiği, sonu önceden bilenen kötü bir tiyatro oyunudur. Çünkü bu “mantıklı” gibi görünen sistem, sermaye partilerinde milletvekili adaylarının hemen tamamının partinin başkanı ve en yakınındaki birkaç kişi tarafından belirlenmesi ve sadece seçimi finanse edecek mali gücü olanların aday olmasıyla da bozulup bozuşturularak, şeklen bile demokratiklikten uzaklaşılmaktadır. Nitekim, bu liderin onayıyla aday olup seçilen milletvekilleri, hemen her konuda “llderin dediği” doğrultuda oy kullanarak şekli demokrasinin aslında bir “lider despotizmi” olduğunu kanıtlamaktadırlar.

YASALAR KİMİN ÇIKARINI KORUMAK İÇİN VARDIR?
Söylenenlerin daha iyi anlaşılması için, burada durup, “yasa gerçekten ‘millet iradesi’nin biçimlenmiş bir hali midir?” sorusuna yanıt vermek gerekir. Çünkü gerek AKP Hükümeti gerekse sermaye partileri ve düzenin ideologları yasaya uymayı kutsarken, yasaların ezelden beri olduğunu ve ebediyen de olacağını, bu yüzden herkesin çıkarının yasaya uymak olduğunu tartışılmaz bir gerçek olarak sunarlar.
Gerçekte ise, yasalar egemen sınıfın ihtiyacına göre topluma çeki düzen vermek amacıyla, egemen sınıfın temsilcileri tarafından “herkesin uyması” için konan kurallardır.
Bırakalım, sonuçta egemenlerin temsilcileri tarafından yapılan yasaları, daha tarafsız gibi görünen hukuk da, aslında, devletçe konulmuş toplumsal davranış kurallarını düzenlemenin aracından başka bir şey değildir.
Kısacası devlet, dolayısıyla hukuk, “millet iradesi” değil, egemen sınıfın yasalaştırılmış iradesidir.
Dolayısıyla devlet ve hukuk, çoğu zaman sanıldığı gibi, daha doğrusu egemen sınıf tarafından öyle gösterildiği için öyle sandığımız ebedi olgular değil; tersine tarihsel olgulardır. Yani devlet de hukuk da (yasalar da) bir zamanlar yoktu; toplumun çıkarları birbiriyle çatışan sınıflara bölünmesiyle, devlet ve hukuk ortaya çıkmıştır. Çatışan sınıfları kontrol altına almak ve düzeni sağlamak için kurallar koyma ihtiyacı ve “yasalar” ortaya çıkmıştır.
Sınıfların yok olmasıyla ve insanlığın sınıfların olmadığı komünist toplum aşamasına varmasıyla, devlete, hukuka ve yasalara ihtiyaç olmayacaktır!
Toplumsal mücadelenin tarihine kısaca bakarsak; ilkel komünal toplumda toplumsal düzen, gelenek ve göreneklerle, yaşlılar heyeti, “şef” gibi doğal otoritelerin kararlarıyla oluşuyordu. Yaşama araçlarının üretimi ve çocukların bakımı gibi işler kolektif olduğu gibi, toplumu bir arada tutan kurallar da buna uygun olarak kolektif içerikli oluyordu.
Toplum sömüren ve sömürülen olarak, çıkarları birbiriyle karşıt sınıflara bölününce, gelenek, “yaşlılar heyeti”, “şef” gibi doğal otoriteler, toplumu bir arada tutmak için yetmez oldu. Doğal otoritenin yerini devlet ve onun herkesi uymaya zorladığı “yasaları” geçti. Bu yasalar, önce kralın, imparatorun ağzından çıkanların “yasa” olduğu biçimde olsa da, zamanla, yazılı hale geldi. “Hamurabi Yasaları”, “On Emir”, “Cengizhan Yasaları”,… gibi daha evrensel çapta bilinen yasalar yanında aslında karşıt sınıfların ortaya çıktığı her yerde egemenler, kendi çıkarlarını ve egemenliklerini sürdürmelerine yarayacak kuralları toplumun önüne, onun bütünün çıkarınaymış gibi gösteren yasalar (kurallar) olarak koydular.
Egemen sınıfın yasalar çıkarmada amacı, egemenliğini ebediyen “sürdürme”, kurulu düzeni ayakta tutmadır. Onun için de bütün sınıflı toplumlar tarihi boyunca yasalarda amaç, toplumsal düzene başkaldıranları düzene bağlama, egemene boyun eğmeye zorlama oldu. Bunun için egemen sınıf kolluk kuvvetleri, mahkemeler, cezaevleri kurdu.
Yasalar meşruiyetlerini, krallıklarda, derebeyliklerde, imparatorluklarda, kral, sultan, şah gibi otoritelerin tanrısal ya da “soyluluk”tan gelen “hakları” yanı sıra aynı zamanda yasalara uymanın herkesin çıkarına olması yalanından almıştır. Oysa en demokratik cumhuriyetlerde bile, yasalar, egemen sınıfın çıkarlarını korumayı en baş amaç edinen, sömürülenlerin, ezilenlerin düzene karşı başkaldırmasını cezalandırmanın aracı olagelmiştir.
Onun içindir ki; genel olarak bakıldığında, bütün sınıflı toplumların tarihi, ezilenlerin, sömürülenlerin mücadelesini bastırmak, onları düzene biat ettirmek, buna uymayanların da cezalandırılmasının tarihi olarak görülebilir.
Nitekim, sömürülen sınıflar açısından bakıldığında, “yasalar kitabı”, “kara kaplı kitap”, bir sayfası yazılı, bir sayfası boş sayfalardan oluşan “kalın bir kitap”tır. Yazılı sayfalar sömürülenlerin, ezilenlerin, nüfusun çok büyük çoğunluğunu oluşturan halkın uyması zorunlu olan kuralların olduğu sayfalardır; boş sayfalar ise egemenlerin çıkarına göre, keyfince davranması için, uymaları gereken hiçbir kural getirilmediği anlamına gelen ya da ezilenleri zapturapt altına almak için yeni yasaklar, yeni ceza kuralları konması için boş bırakılmıştır!

HALKIN KAZANIMLARININ YASA OLMASI HALİ
Bu genel olarak doğrudur. Ama bu “yasalar kitabı”na daha yakından bakıldığında, yazılı sayfalarda koyu bir mürekkeple yazılmış yasaların satır aralarında, egemenlerin de sömürülenler karşısındaki eylemlerini sınırlayan “kurşun kalemle” ya da “tebeşir”le yazılmış düzenlemeler olduğu görülür. Ki, bunları egemenler kendi gönülleriyle yazmamışlardır. Tersine bu yasa maddeleri; ya egemenlere kendi aralarındaki çatışmalarda sömürülenleri (köleleri, serfleri, işçileri) kendilerine yedeklemek için ya da doğrudan sömürülenlerin başkaldırıları karşısında onları yatıştırmak için tavizler vermek zorunda kaldıkları için konmuştur.
Uluslararası ve ulusal planda sömürülenlerin mücadelesi ne ölçüde güçlüyse, sonuçta, sömürülenlerin haklarını koruyan ve egemenleri sınırlayan, işçi sınıfı için, halk için “kazanılmış hak” diye ifade edilen düzenlemeler (yasalar) de o ölçüde sömürülenlerin lehine olur.
Nitekim tarihsel süreçte; işçi sınıfının tarih sahnesine çıkmasından sonra, burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki mücadelenin yansıması olan işçi ve emekçiler lehine yasalar daha bir belirgin biçimde “yasalar kitabı”nda yer almaya başlamıştır.
Kısacası; “yasalar kitabı”nda asıl siyah mürekkeple yazılanlar işçi sınıfı ve halkların sisteme boyun eğmesini düzenleyen yasalar olmasına karşın, egemen sınıfın sömürü ve yönetim gücünü sınırlayan, işçi ve emekçi sınıfların “kazanılmış hakları” diye ifade etiğimiz haklar da yasalara geçmiştir. Ki, tabiri caizse, “yasalar kitabı”nda egemenlerin toplumu boyun eğdirme amaçlı yasa maddeleri herkes görsün ve kolayca silinmesin diye siyah mürekkeple yazılırken, işçi sınıfının, halkların kazanımları, dikkatli bakılmadan görülmesin ve yeniden yeniden kazanılmadığında kendiliğinden silinsin diye “kuruşun kalem”le ya da “tebeşirle” yazılmıştır!
Bu yüzdendir ki, sınıf partisi ve işçi sınıfı mücadelesinin dostları, her vesileyle, bir yandan işçi sınıfının yasalar çerçevesinde bir mücadeleyle sınırlı kaldığında başarısızlığa uğrayacağını söylerken, öte yandan da kazanılmış (yasalara geçmiş) hakların korunması ve geliştirilmesi mücadelesinin de önemine vurgu yaparlar ki, bu bir çelişki değildir.

‘KAZANILMIŞ HAK’ HER GÜN YENİDEN KAZANILMAK ZORUNDADIR!
Burada şunu da belirtelim ki; eğer “İç Güvenlik Paketi”nin geri çektirilmesi mücadelesinde Meclis’teki muhalefet toplumsal tepkilerle birleşerek Hükümet’e geri adım attırmayı başaramazsa, siz bu yazıyı okuduğunuzda, “paket” TBMM’den geçerek yasalaşmış, hatta Cumhurbaşkanı tarafından bekletilmeden imzalanmış, “Resmi Gazete’nin mükerrer sayısında yayımlanmış” ve yürürlüğe girmiş olacaktır! En azından AKP Grubu’nun yasayı çıkarma takvimi böyle biçimlenmiştir.
Burada da akla; “o zaman bütün bunlar boşuna mı yazılmıştır?”, “yasa çıktığına göre neyin mücadelesi verilecektir?” gibi sorular gelir. Çünkü yaygın olan anlayış; bir yasa tartışma konusuysa, yasa çıkana kadar tepki gösterilir, yasa çıktıktan sonra da “artık yapacak bir şey yok” denerek yasaya uyma “vatandaşlık görevi” sayılır biçimindedir. Ki, egemenler ve onların yasa koyucuları da, bu yaygın anlayışa ve tutuma güvenerek, sömürülenler, halklar aleyhine yasaları çıkarırken “bunlar bağırıp çağırır, sonrada kaderlerine razı olurlar” diye düşünerek rahatça hareket ederler.
Oysa gerçek hayatta mücadele süreçlerine daha yakından bakıldığında, bu süreçlerin tamamen farklı işlediğini görürüz. Nitekim işçiler, emekçiler, halklar için bir haklarını yasaya geçirmeyi başarmış olmaları, durumu çok değiştirmez. Yani haklar yasalarda yazılı diye, egemenler bu hakkı teslim edip gereğini yapmazlar. İşte, “işçilerin sendikada örgütlenme hakkı” yasalarda yazılıdır, ama her işyerindeki işçiler bu hakkı yeniden yeniden kazanmak için ciddi mücadeleler vermedikçe sendikalı olmaları mümkün olamamaktadır. “Basın özgürlüğü yasalarda yazılıdır”, ama gazeteciler, aydınlar, yayacak ciddi bir fikri olanlar bu hakkı yeniden yeniden kazanmak için hapislerde yatmayı ya da öldürülmeyi de göze alarak, bu haklarını kullanmakla karşı karşıya kalmaktadır. “Gösteri hakkı”, “grev hakkı” sınırlı da olsa yasalarda vardır. Ama işçiler, demokrasi güçleri bu hakları kullanmak için engelleri aşmak, hükümetin grev yasağını, emniyetin, yerel idarenin ardı arkası gelmeyen sınırlamalarını ve engellerini aşacak bir mücadele direncini bu hakları kullandıkları her seferde yeniden göstermek zorundadırlar. Bunun en son örneğini, metal işçileri ,grevleri yasaklanarak yaşadılar; “gösteri” hakkını kullananlar da bu haklarını kullanmak için copu, TOMA’yı, tazyikli su ve gaz yemeyi göze almak, her gün bu hakların kullanmak için yeniden mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Dahası hemen her toplu gösteride gösteriyi düzenleyenler, emniyet güçlerine, yerel yöneticilere bu haklarının yasal olduğunu anlatmak zorunda kalıyorlar. Ve çoğu zaman bütün bu anlatımlara karşın, bu tartışmaların sonu, çoğu zaman, (gösteriye katılanlar yeterince kalabalık, tehdit edici ve kararlı görünmezse) gaz, cop, su,… ile “gösterilerin dağıtılması”na varıyor.
Çünkü egemenler o yasaları kendi özgür iradeleriyle değil, halkın, işçilerin mücadelesinin baskısıyla mecbur kaldıkları için kabul etmişlerdir. Bu yüzden de, ilk fırsatta bu hakları ortadan kaldırmak ya da kullanılmasını engellemek, egemenlerin refleksidir. Onun içindir ki, yukarıda işçilerin, halkların yasalara geçen kazanılmış hakları “kurşun kalemle”, “tebeşirle” yazılmıştır dedik. Çünkü bunları egemenler kaşla göz arasında “silebilecek” biçimde yasalar içinde tutarlar. Halkların, işçilerin dikkati ilk dağıldığında, yazılan haklar “uçar”,  “yok hükmünde” hale gelirler.
Bu yüzden de “İç Güvenlik Paketi”ne karşı mücadele, sadece yasanın Meclis’e gelmesiyle başlayan bir mücadele değil, “paketin” arkasındaki zihniyet dikkate alındığında açıkça görüldüğü gibi, Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesinin önemli bir dönemecidir. AKP Hükümeti ve arkasındaki güçler “paket”e karşı olan güçlerin direncini kırarak onu Meclis’ten geçirmeyi başarsa bile, mücadele, “paket”in içeriğindeki düzenlemelere karşı sürmeye devam edecektir. Çünkü mücadele, Laik ve Demokratik Türkiye mücadelesinin bir parçasıdır ve yasanın çıkması durumunda da kesintisiz biçimde sürecektir; sürmek durumundadır.
“Paket”in Meclis’ten geri çekilmesi bile Hükümet’in ve arkasındaki güçlerin bu hakları ortadan kaldırmak için girişimlerinden vazgeçeceği anlamına gelmez. Tersine Hükümet, polis ve yargıdaki kadrolaşması üstünden bu hakları fiilen ortadan kaldırmak için, haklara karşı tutumunu paket yasalaşmış gibi sürdürecektir. Bu, egemen sınıfların bir yönetme tarzıdır da. Çünkü egemenler çoğu zaman önce fiilen bir durum yaratıp, halk, emekçiler karşısında bir mevzi kazanır, sonra onu yasalaştırır! Eğer AKP Hükümeti, bu “paket”i yasalaştıramazsa, bu sefer de onu, elindeki medya, emniyet, yargı ve valilikler üstünden fiilen hayata geçirmeye yönelecektir. Bununla da yetinmeyecek, eğer seçimden yeteri kadar güçlü çıkarsa, “paket”in içeriğini (belki daha da ağırlaştırılmış biçimde) yasalaştırmak üzere yeniden Meclis’e getirecektir!…
Bunun en yakın örneğini daha “makul şüphe” ile ilgli düzenleme çıkmadan pek çok kişinin “makul şüphe” ile gözaltına alındığına, yine bugünlerde daha yasa çıkmadan polisin gösteri yürüyüşlerine yönelik olarak sanki “paket” yasalaşmış gibi uygulamalara girmesiyle görüyoruz.

‘İÇ GÜVENLİK PAKETİ’ HAK VEÖZGÜRLÜK MÜCADELESİNİ SİNDİRMEYİ HEDEF ALMIŞTIR
Kamil Tekin Sürek’in “paketin” içeriğine dair söyledikleri de dikkate alındığında, şu açıkça görülmektedir ki; bu “paket” içindeki düzenlemeler, ne rüşveti, hırsızlıkları, haydutlukları açığa çıkarma, ne IŞİD’in muhtemel saldırlarını önleme, ne de bir takım gösterilerdeki “provokatör” denen kişileri deşifre etme amaçlıdır. Tersine, bu “paket”, doğrudan hak ve özgürlük mücadelesi, demokratik bir Türkiye için “talepte bulunmak” üzere sokağa çıkan, birleşip mücadeleye giren yığınları yıldırmak, sindirmek için getirilmek istenen düzenlemeler içermektedir.
Şunu hiç bir kuşkuya kapılmadan söyleyebiliriz ki, “paket”te baş hedef, özgürlük mücadelesi veren, bunun için geniş kitleleri birleştirmiş, haklarını sonuna kadar kullanacak düzeyde örgütlenmiş Kürt halkıdır. Hele de silahlı güçlerin siyaset sahnesindeki rolünün böyle geriye itildiği bir süreçte, elbette ki, halk yığınlarının taleplerini elde etmek için sokakları, meydanları kullanması daha da önem kazanmıştır. Ki, AKP Hükümeti şimdiden, mücadelenin daha da kitlesel bir karakter kazanarak ilerleme ihtimaline karşı önlem almayı amaçlamaktadır. Bunu Kürt siyasi güçleri de gördüğü için “İç Güvenlik Paketi’nin Meclisten geri çekilmesini Çözüm Süreci’nde adım atmanın önemli bir şartı” olarak öne sürmektedirler.
Elbette ki, hedef sadece Kürtler değildir. İnanç özgürlüğü için, Laik ve Demokratik Türkiye talebi etrafında giderek hızla birleşerek alanlara inen ve giderek daha kitlesel ve taleplerinde daha ısrarlı olacaklarının ciddi işaretlerini veren Aleviler de “paket”teki düzenlemelerin hedefidir.
Yine önümüzdeki dönemde taleplerinde daha bir ısrarlı olacağı anlaşılan işçilerin, kamu emekçilerinin ve tüm diğer emekçi kesimlerin mücadelesini polis-jandarma güçleriyle bastırma ve sindirme de bu “paket”le yapılmak istenen düzenlemelerin hedefidir. Bu yüzden tüm işçiler, kamu emekçileri, talepleri için mücadeleye giren ve girecek olan tüm sendikalar, emek örgütleri, emek güçleri için bu “paket” içindeki düzenlemeler bir tehdittir! Elbette bu paketteki düzenlemeler uygulanırken, talepte bulunan yığınların içinde AKP’ye oy verenlerin olup olmamasına da bakılmayacak, talepte bulunan herkes, bu düzenlemelerin uygulanmasında hedef olacaktır.
Muhafazakarlığın baskısının gün be gün artması, kadın düşmanlığına dayanak olacak “fıtrat””, “eşit değil eşdeğer”, “karma eğitimin kaldırılması”,…gibi tartışmalar eşliğinde sürdürülen kadına yönelik şiddetin yaygınlaşması, hunharca cinayetlere varan saldırganlık karşısında kadınlar taleplerine daha da kitlesel biçimde sahip çıkmaktadır. Bu eğilimin önümüzdeki dönemde daha da artacağı dikkate alındığında, mücadele eden kadın kitlelerinin de “İç Güvenlik Paketi”nin içeriğindeki düzenlemelerin daha çok hedefi olacağı apaçıktır.
Güvenli bir gelecek, laik, bilimsel, anadilde, demokratik, parasız eğitim talebiyle mücadele eden gençliğin mücadelesi egemenler için her zaman zapturapt altına alınması gereken bir tehdit olarak görülmüştür. Önümüzdeki dönemde bu mücadelenin büyüyeceğinin sayısız işareti vardır. Bu yüzden de “İç Güvenlik Paketi” içindeki düzenlemelerin en önemli hedeflerinden birisi de gençliğin talepleri uğruna verdiği mücadeledir.
Son çeyrek yüz yılda daha çok da yaygınlaşan ve bir yanıyla üretici köylülerin topraklarına sahip çıkma öte yandan barınma, daha insanca beslenme ve yaşama mücadelesiyle de birleşerek ilerleyen çevre mücadelesi, tarih ve kültür varlıklarının korunması mücadelesi de tartışılmaz biçimde bu “paket”teki düzenlemelerin meyvesi olacak yeni saldırıların hedefidir.
Aydınların, sanatçıların, akademisyenlerin mücadelesi, bir yanıyla elbette felsefe, bilim, sanat, özgürlükler üstünden entelektüel bir mücadeledir. Ama aynı zamanda, artık bu kitle giderek daha hızlı biçimde işçileşme sürecindedir ve emekçi bir toplumsal kesim olarak da, talepleri uğruna mücadele eden, etmesi gereken bir kitledir. Bu yüzden de aydınlar, sanatçılar, akademisyenlerin, gerek emekçiler olarak daha iyi yaşama ve daha uygun koşullarda mesleklerini yapma mücadelesi, gerekse bilimsel, laik, demokratik bir bilim ortamı, sanat ve bilim üstündeki her tür baskının kaldırılması mücadelesi, paketin içerdiği düzenlemelerin hedefidirler.  

***
Türkiye’nin demokrasi güçleri, emek güçleri, sınıf partisi ve demokrasi mücadelesi vermekten yana tüm çevreler, “İç Güvenlik Paketi”ni bu bütünlük içinde ele almak durumundadır. Yine işyerlerinde, hizmet kurumlarında, emekçi semtlerinde, üniversitelerde, akademisyenler arasında kent ve kırlardaki yaşanılır bir kent ve toprakların, havanın, suların korunması mücadelesinde “paket”in içeriğinin teşhiri, bu düzenlemelere karşı mücadele edecek güçleri birleştirmek, emek ve demokrasi güçlerin başlıca sorumluluğudur.

Maddelerle iç güvenlik paketi

“İç Güvenlik Paketi” olarak bilinen yasa tasarısının resmi adı “Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu Jandarma Teşkilatı Görev ve Yetkileri Kanunu Nüfus Hizmetleri Kanunu ile Bazı Kanun ve kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”.
Kanun Tasarısı’nın 132 maddesi var. AKP Hükümeti döneminde bir normal yasa düzenlemesi olarak kullanılagelen “Torba Kanun” şeklinde hazırlanmış bir yasa tasarısı. İçinde “güvenlik” meselesi ile ilgisi olmayan pek çok düzenleme de var.
Paketin 1. Maddesi’nde üst ve araç araması ile ilgili değişiklik var. Eski düzenleme 1934 tarihli ve 2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanununun 4/A maddesinin 6. Fıkrası’nda “Polis, durdurduğu kişi üzerinde veya aracında silah veya tehlike oluşturan diğer bir eşyanın bulunduğu hususunda yeterli şüphenin varlığı halinde, kendisine veya başkalarına zarar verilmesini önlemek amacına yönelik gerekli tedbirleri alabilir. Ancak bu amaçla kişinin üzerindeki elbisenin çıkarılması veya aracın, dışarıdan bakıldığında içerisi görünmeyen bölümlerinin açılması istenemez.” denilerek üstü ve aracı aranan kimsenin elbisesinin çıkarılmasının istenemeyeceği, aracının görülmeyen yerlerinin, örneğin torpido gözünün açtırılamayacağı belirtiliyor. Tasarıda ise, kolluk amirinin sözlü emri ile “el ile dıştan kontrol hariç, kişinin üstü ve eşyası ile aracının dışarıdan bakıldığında içerisi görünmeyen bölümleri” de aranabilecek. Bu değişiklik ile bir mitinge giden kişi ve araçların “ince arama” denilen yöntemlerle didik didik aranması amaçlanıyor. Tabii, bu yetki ile polis miting vb. yere gitmeyen kişileri de istediği zaman durdurup üstünü (elbiselerini çıkartarak) ve araçlarını (bütün kapalı yerleri açtırarak) arayabilecek. Bu maddeyle, burjuva demokrasilerinin özel önem atfedilmiş bir “değeri” olan “özel hayatın gizliliği” ve “masumiyet karinesi”ayaklar altına alınıyor; miting-gösteri olsun-olmasın, istendiği her durumda, herkes, tabii ki en başta muhalifler, toplumun yönetilen sömürülen yığınları istendiği gibi aranıp “elden geçirilebilecek”tir. İnsanların “masumiyet ve masuniyet”ine saygı gösterilmemesi “polis devleti”nin en belirgin unsurlarındandır.
Tasarının 2. Maddesi’nde 2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nun 13. Maddesi’ndeki “Yakalar ve gerekli kanunî işlemleri yapar” bölümü; “eylemin veya durumun niteliğine göre; koruma altına alır, uzaklaştırır ya da yakalar ve gerekli kanuni işlemleri yapar” biçiminde değiştiriliyor. Bu değişiklikle 1940-1950’lili yıllarda her 1 Mayıs günü öncesi bazı kişilerin gözaltına alınması gibi; Gezi Gösterileri ya da 1 Mayıs gösterisi gibi gösterilere katılmak isteyen kişiler önceden ev ya da işyerlerinden alınabilecek veya gösteri alanına giderken sokakta alınabilecek ya da son iki yıl 1 Mayıs günü olduğu gibi DİSK binasında beklerken alınıp örneğin Pendik’te bir yere bırakılabilecek, bir kapalı spor salonunda akşama kadar tutulabilecek. Şüphesiz bununla da sınırlı kalınmayacak; istenen istendiği yerde polisçe, “gösteri” türünden bir eylem ya da bu eylemle ilintililik bahane edilerek, yakalanacak ve hakkında “gerekli kanuni işlemler yapılacak”tır!
Tasarının 4. Maddesi’nde “d) Kendisine veya başkalarına, işyerlerine, konutlara, kamu binalarına, okullara, yurtlara, ibadethanelere, araçlara ve kişilerin tek tek ya da toplu halde bulunduğu açık veya kapalı alanlara Molotof, patlayıcı, yanıcı, yakıcı, boğucu, yaralayıcı ve benzeri silahlarla saldıran veya saldırıya teşebbüs edenlere karşı, saldırıyı etkisiz kılmak amacıyla ve etkisiz kılacak ölçüde”silah kullanmaya yetkilidir bölümü ekleniyor. Böylece, Gezi Gösterileri benzeri gösterilerde topluluğun içinde bir kişide Molotof benzeri bir şey ya da sapan gördüğünde polis topluluğa gerçek mermilerle ateş edebilecek. Gezi Direnişi’nde sekiz, 6-7 Ekim gösterilerinde elli civarında insanın bu yasal düzenleme yokken öldürüldüğü düşünülürse, bundan sonra yapılacak gösterilerde polis tarafından öldürülebilecek insan sayısını düşünmek korkutucu olacaktır.
Tasarının 5. Maddesi’nde dinleme ile ilgili değişiklik yapılıyor. Eski (mevcut ) durumda emniyet müdürü ve istihbarat müdürü yirmi dört saat hakim izni olmadan dinleme yapabiliyor, yirmi dört saat içinde hakime bildirmek ve izin almak zorunda. Yeni düzenlemede yirmi dört saat kırk sekiz saate çıkarılıyor. Polis iki gün boyunca hakim izni olmadan dinleme yapabiliyor. Eski durumda izin verecek hakim polisin yetki bölgesindeki ağır ceza mahkemesi üyesi iken, yeni durumda bütün Türkiye için tek bir hakim, Ankara Ağır Ceza Mahkemesi hakimi oluyor. Bu hakimin özel seçilmiş hakim olacağını tahmin etmek için çok zeki olmaya gerek yok herhalde. Tasarının altıncı maddesinde aynı dinleme kuralları Jandarma teşkilatı için de getiriliyor. Kendisinin dinlendiğinden şikayet eden AKP ve hükümetinin geldiği yeri göstermesi bakımından ibret vericidir: Hakimsiz-yargısız polisle dinleme.. Gerektiğinde, 48 saat sonra “kafa dengi” tek “hakim”in kararıyla dinlemenin meşrulaştırılması! Kendilerine geldiğinde dinlemeler delil bile olmayacak, “montaj”, “dublaj” sayılacak, ama halka geldiğinde, hakimsiz dinlemeler bile hukuk kapsamına girecek!
Tasarının 7. Maddesi’yle 1983 tarihli 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 23. Maddesi’nde değişiklik yapılıyor. 23. Madde: “Ateşli silahlar veya patlayıcı maddeler veya her türlü kesici, delici aletler veya taş, sopa, demir ve lastik çubuklar, boğma teli veya zincir gibi bereleyici ve boğucu araçlar veya yakıcı, aşındırıcı, yaralayıcı eczalar veya diğer her türlü zehirler veya her türlü sis, gaz ve benzeri maddeler ile yasadışı örgüt ve topluluklara ait amblem ve işaret taşınarak veya bu işaret ve amblemleri üzerinde bulunduran üniformayı andırır giysiler giyilerek veya kimliklerini gizlemek amacıyla yüzlerini tamamen veya kısmen bez vesair unsurlarla örterek toplantı ve gösteri yürüyüşlerine katılma ve kanunların suç saydığı nitelik taşıyan afiş, pankart, döviz, resim, levha, araç ve gereçler taşınarak veya bu nitelikte sloganlar söylenerek veya ses cihazları ile yayınlanarak” yapılan gösterileri yasaklıyordu. Değişiklikle, gösteri yapmak isteyen topluluğun içinde havai fişek, Molotof, demir bilye ve sapan vb. bulunduranlar olduğu takdirde de gösteri yaşadışı sayılıyor. Kanunun eski (mevcut) halinde belirtilen hususlar dışarıdan görülebilen ve gösteriyi düzenleyenlerin müdahale edebileceği hususlardır. Elbette bu hususlar da gösteri hakkına aykırıdır, fakat yeni düzenleme ile diğer göstericilerin görmeyeceği şekilde, birilerinde bilye, sapan ya da Molotof kokteyli bulunması gösteriye katılan herkesi bağlayan bir suç unsuru sayılıyor. Suç ve cezanın şahsiliği ilkesi bu madde ile gözardı edilmektedir. Çeşitli gösterilerde gözaltına alınanlar yargılanırken polisin getireceği ve kimden alındığı belli olmayan bir iki sapan ya da bir avuç bilye bütün göstericilerin yasadışı gösteriye katıldığına kanıt sayılacaktır. Bu durumda iktidarın muhalif gösterilere saldırması ve yakaladıklarını ağır cezalarla cezalandırması sıradan olaylar haline gelecektir.
Tasarı’nın 8. Maddesi’nde ise, 2911 sayılı Kanun’un 33. Maddesi’nde değişiklik yapılıyor. 33. Madde’nin eski hali: “Toplantı ve gösteri yürüyüşlerine 23 üncü maddenin (b) bendinde sayılan silah veya araçları taşıyarak katılanlar, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Silah veya aracın ateşli silah ya da patlayıcı veya yakıcı madde olması durumunda, cezanın alt sınırı bir yıldan az olamaz. Silah veya aracın bulundurulmasının suç oluşturması halinde, ayrıca bu suçtan dolayı da ilgili hakkında kanun hükümlerine göre cezaya hükmolunur” iken, yeni düzenlemeyle, “Ateşli silah veya havai fişek, Molotof ve benzeri el yapımı olanlar dahil patlayıcı maddeler veya her türlü kesici, delici aletler veya taş, sopa, demir ve lastik çubuklar, boğma teli veya zincir, demir bilye ve sapan gibi bereleyici ve boğucu araçlar veya yakıcı, aşındırıcı, yaralayıcı eczalar veya diğer her türlü zehirler veya her türlü sis, gaz ve benzeri maddeler taşıyarak veya kimliklerini gizlemek amacıyla yüzlerini tamamen veya kısmen bez vesair unsurlarla örterek katılanlar iki yıl altı aydan dört yıla kadar… hapis cezası ile cezalardırılırlar” şeklinde değiştiriliyor. Yeni düzenlemede havai fişek, Molotof, taş, sopa, demir ve lastik çubuk taşıyanlar ve yüzlerini gizleyenler iki buçuk sene hapis gibi ağır bir ceza ile cezalandırılıyor. Bu ceza paraya çevrilemiyor ve ertelenemiyor. AKP Hükümeti anlaşılan Gezi, 1 Mayıs vb. gösterilere katılıp da yakalananları uzun süreyle hapishanede tutmayı istiyor.
Tasarı’nın 10. Maddesi 12/4/1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 7.nci Maddesi’nin ikinci fıkrasının (a) bendini yürürlükten kaldırıyor ve aynı maddeye bu fıkradan sonra gelmek üzere aşağıdaki fıkrayı ekliyor. “Terör örgütünün propagandasına dönüştürülen toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde, kimliklerini gizlemek amacıyla yüzünü tamamen veya kısmen kapatanlar üç yıldan beş yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır. Bu suçu işleyenlerin cebir ve şiddete başvurmaları ya da her türlü silah, molotof ve benzeri patlayıcı, yakıcı ya da yaralayıcı maddeler bulundurmaları veya kullanmaları hâlinde verilecek cezanın alt sınırı dört yıldan az olamaz.” Madde metninden kolayca anlaşılacağı gibi, bu düzenleme sonrası PKK bayrağı ya da Öcalan posteri taşınan her gösteride yakalanan göstericiler üç sene hapis cezası ile cezalandırılabilecek. Gösteride Molotof vb. kullanılmışsa bu ceza en az dört yıl olacak. Ötesinde; atılan zehirli gaz vb.’den korunmak amacıyla yüzünü örtmeye çalışmak, örneğin kağıt ya da bezden doktor maskesi takmak “terör örgütü” üyeliği nedeniyle “yüzünü gizlemek” sayılacak ve seneleri bulacak cezalara konu edilecek. Amaç ortadadır: Gösteri yapılamaz, düşünce toplu halde ifade edilemez olsun!
Tasarı’nın 13. Maddesi ile diğer suçların yanı sıra; toplumsal olaylar sırasında işlenen cebir ve şiddet içeren suçlar, Türk Ceza Kanunu’nda yer alan suçlar; Terörle Mücadele Kanunu’nda yer alan suçlar, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 33 üncü Maddesi’nin Birinci Fıkrası’nın (a) bendinde belirtilen suçlar ve 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu’na dayanılarak ilan edilen sokağa çıkma yasağını ihlal etme suçlarında gözaltına alma süreleri ve biçimi değiştiriliyor. Tümünde az-çok hakim gözetiminden keyfiliğe geçilmektedir.
4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 91 inci Maddesi’ne Üçüncü Fıkrası’ndan sonra gelmek üzere, aşağıdaki fıkra ekleniyor.
“(4) Suçüstü hâlleriyle sınırlı olmak kaydıyla; kişi hakkında aşağıdaki bentlerde belirtilen suçlarda mülki amirlerce belirlenecek kolluk amirleri tarafından yirmi dört saate kadar, şiddet olaylarının yaygınlaşarak kamu düzeninin ciddi şekilde bozulmasına yol açabilecek toplumsal olaylar sırasında ve toplu olarak işlenen suçlarda kırk sekiz saate kadar gözaltına alınma kararı verilebilir. Gözaltına alma nedeninin ortadan kalkması hâlinde veya işlemlerin tamamlanması üzerine derhâl ve her hâlde en geç yukarıda belirtilen sürelerin sonunda Cumhuriyet savcısına yapılan işlemler hakkında bilgi verilerek talimatı doğrultusunda hareket edilir. Kişi serbest bırakılmazsa yukarıdaki fıkralara göre işlem yapılır. Ancak kişi en geç kırk sekiz saat, toplu olarak işlenen suçlarda dört gün içinde hâkim önüne çıkarılır. Bu fıkra kapsamında kolluk tarafından gözaltına alınan kişiler hakkında da gözaltına ilişkin hükümler uygulanır.” Bu değişiklikle AKP, gözaltı süresini, tek kişide bir günden iki güne, toplu gözaltında ise üç günden dört güne çıkarıyor ve gözaltına alma yetkisini savcıdan polise devrediyor. Böyle bir düzenleme, polis tarafından gözaltına alınacak kişi ya da kişilerin hakkında isnat edilebilecek hiçbir suç olmasa da polis tarafından en az bir gün nezarethanede tutulabileceği anlamına geliyor. Polisin, muhaliflere gözdağı amacıyla bu yetkisini de sık sık kullanacağı tahmin edilebilir.
Tasarının 14. Maddesi ile yukarıda sözünü ettiğimiz cezaların ağırlaştırıldığı 2911 sayılı Gösteri Yasası ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 7/2. Maddesi hükümlerine aykırı davrananlar, yani gösterilerde yakalananlar katolog suçlar kapsamına alınıp tutuklanıyor. Tutuklu yargılanması isteniyor ki, bu tutukluluk en az bir iki sene olacak. Bir gösteriye katıldı diye insanların bir yıl hatta daha fazla tutuklu kalması gösteri yapma hakkını büyük ölçüde kısıtlayacaktır. İnsanları gösteri yapma, gösteriye katılmadan caydıracaktır.
Tasarının 15. Maddesi valilere sıkıyönetim komutanı yetkisi veriyor. Valiler örneğin 6-7 Ekim gösterileri gibi durumlarda istediği kişi veya kurumun aracına el koyabilecek, sokağa çıkma yasağı ilan edebilecek, okulları kapatabilecek vb. Bu uygulamanın ilk örneğini muhtemelen bu sene 1 Mayıs gösterilerinde göreceğiz.
Tasarıda birkaç maddede araç kiralayanların takibi ve kaydının tutulması üzerine düzenlenmiş. AKP araç kiralayanları adım adım izlemek istiyor. Bu düzenleme de elbette seyahat özgürlüğü ve özel hayatın gizliliği hak ve özgürlüklerine aykırı.
Tasarı’nın 51. Maddesi’ne kadar olan bölümü ise polis teşkilatına ilişkin. AKP “Paralel Devlet” dediği Gülenci polislerin polis içinde çok sayıda ve örgütlü olduklarını tespit ettikten sonra Gülenci olduğunu saptayabildiği bütün polisleri görevlerini ve görev yerlerini değiştirerek dağıtmış, yine Gülencilerin yönettiğini düşündüğü polis kolejlerini kapatmıştı. Bu pakette, polis teşkilatını yeniden düzenliyor ve Gülenci polislere fiilen uyguladığı yaptırımların yasal dayanağını oluşturuyor.
Tasarı’nın 51. Ve 52. Maddeleri ile yapılan değişiklikler Jandarma teşkilatının Genelkurmay’dan alınıp İçişleri Bakanlığı’na bağlanmasını getiriyor.
Tasarı’nın 60-62. Maddeleri Sahil Güvenlik Teşkilatının da İçişleri Bakanlığı’na bağlanmasını düzenliyor.
Tasarı’nın 68. İle 125. Maddeleri arası nüfus kayıtları, kimlik kartları, ikametgah kayıtları, yabancıların kaydedilmesi vb. düzenliyor. Bu düzenlemeler de tüm bilgilerin elektronik ortamda kaydedilmesi ve takip edilebilmesini içeriyor.
“İç Güvenlik Paketi” adıyla kamuoyunda bilinen bu “Torba Yasa”nın özü; en kısa ifadeyle “Büyük Birader sizi gözetliyor” rejiminin tesisi için ileri bir adım atılmasıdır. Çipli kimlik kartları ve elektronik kimlik bilgileri paylaşımı sistemi ile bütün devlet daireleri yurttaşın adresini, kimliğine ait bilgilerini, nüfus kayıtlarını, araç kiraladı ise araçla nerelere gittiğini, mavi kart uygulaması ile günlük hareketlerini ve harcamalarını kontrol edebilecektir. Yeni dinleme düzenlemesi ile iki gün hakim izni olmadan dinleyebilecek, iki günden sonra özel seçilmiş tek hakimin izni ile yine dinleyebilecektir. Bir süre önce yapılan düzenleme ile facebook, twitter vb. sosyal medyada istenilmeyen haber ve bilgi paylaşıldığında yine idari tedbirlerle kısa sürede bu yayınları durdurabilecektir. Yeni getirilen yasaklarla ise, gösteri yapmak adeta imkansızlaşacak, buna rağmen gösteri yapmak isteyenler 2-5, 3-4 sene gibi ağır cezalarla cezalandırılacaktır. Bu kişiler ayrıca tutuklu yargılanacak ve cezaları ertelenemeyecektir. HSYK tarafından bir süre önce kurulan “ihtisas Mahkemeleri”, DGM ve Özel Yetkili Mahkemelerin yerine almıştır. Bu mahkemelere atanan özel hakimler AKP Rejimine muhalif olanlara ağır cezalar verecektir ki, bunların içinde Çarşı Grubu mensupları da vardır.
Özetle, “paket”le düşünmek serbest bırakılmaktadır; yeter ki, herhangi bir iletişim aracıyla yayılmasın, birkaç kişi bile olsa toplantı ve gösterilerde bir araya gelerek ifade edilmesin; söylenmesin, aktarılmasın ve hele toplu halde katiyen ifade edilmesin! Yarın onunla ilgili bir “paket” de getirilmezse sadece “tefekkür” özgür bırakılmaktadır!
Açıkça anlaşılmaktadır ki, AKP, Gezi, 1 Mayıs ve 6-7 Ekim gösterilerini bir daha yaşamak istemediği gibi, tamamen keyfine göre bir “yakala-yargıla-ceza bas” sistemi kurma peşindedir. İnsanların tek tek ya da toplanarak düşüncelerini ifade etmelerinin gözaltı, tutuklama vb.’lerle önünü kesip sokağa çıkmalarını engellediğinde, savcı ve hakimleri bile devreden çıkararak memurlarını sıkıyönetim komutanı yetkileriyle donattığında, sosyal medyayı etkisiz kıldığında, yönettiği “yandaş medya” denilen büyük propaganda ağı ile üstünü örttüğü/örteceği soygun ve talan düzenini sonsuza kadar devam ettirebileceğini düşünmektedir.
Bin Ali de böyle düşünüyordu, ama olmadı. Türkiye’de de AKP’nin sömürü, talan, baskı ve tek adam diktatörlüğünün ilelebet devam etmesi mümkün değildir.

2015 Newroz’u: mücadelede yeni bir aşamaya doğru

Bütün bölge halkları tarafından baharı müjdeleyen bir barış ve kardeşlik bayramı olarak kutlanan Newroz’un Kürt halkı için ulusal baskıya karşı özel bir anlam kazandığı ve özellikle son 30 yılda Kürt ulusal-demokratik mücadelesinin sembolü haline geldiği biliniyor. Ancak 2015 Newroz’unun gerek Kürtler arasında ‘ulusal birlik’ duygusunun gelişme düzeyi ve  Kürtlerin kimsenin göz ardı edemeyeceği Bölgesel bir güç haline gelmesi ve gerekse emek-demokrasi güçlerinin AKP’nin kurmak istediği baskıcı-otoriter düzenin gerçek alternatifi olan bir mücadele cephesinde birleştirilmesi yönünde atılan adımlar nedeniyle öncekilerden farklı olarak mücadelenin yeni bir aşamaya doğru evrildiğini gösteren emarelerin ortaya çıktığı koşullarda kutlanacağını söyleyebiliriz. Bu ‘yeni aşama’ya geçişin seyrini ise; Şengal ve Kobanê’nin Kürt güçleri tarafından ortak savunulmasının farkı parçalardaki Kürtler arasındaki ilişkilere etkisinden IŞİD’e karşı mücadelenin Kürtlere (PYD-PKK’ye) sağladığı meşruiyete, Türkiye’de genel seçimler sürecinde Kürt hareketi ve emek-demokrasi güçlerinin birliği yönündeki girişimlerden İmralı’da Öcalan ile devlet heyeti arasındaki görüşmelere kadar birçok önemli olay ve gelişme belirleyecektir.

I.    KÜRTLER ARASINDA BİRLİK: İMKANLAR VE SINIRLILIKLAR
Evveliyatı çok daha eskilere dayansa da Kürtlerin birliği(Kürdistan’ın dört parçası arasındaki ilişkiler) konusu, özellikle 2011’den sonra Bölge’de emperyalistler ve bölge gericilikleri arasındaki kamplaşmanın bir sonucu olarak tarihinde olmadığı kadar yoğun tartışılıyor. Kürdistan’ın dört parçasından birinde, Irak’ta 2003’ten sonra kurulan Kürdistan Federe Yönetimi’ni bir tarafa bırakırsak; Bölge’de yaşanan kamplaşma, Kürdistan’ın diğer üç parçasında (Türkiye, İran ve Suriye’de) o güne kadar Kürtlerin hak istemli her türlü hareketine karşı birleşen Bölge gericiliklerini karşı karşıya getirdi. 2012’ye kadar Kandil’deki PKK ve PJAK güçlerini eş zamanlı olarak bombalayan Türkiye ve İran, Suriye üzerinden yaşanan Bölgesel kamplaşmada karşı karşıya geldi. Türkiye, S. Arabistan ve Katar’ın ABD ve Fransa destekli Suriye’ye müdahale politikalarına karşı Esad rejimini açıktan destekleyen İran, 2012 Sonbaharında PJAK ile ateşkes imzaladı. Müdahale politikaları karşısında Esad rejimi de Suriye Kürdistanı’nı (Rojava) Kürt güçlerine (PYD) terk etmek zorunda kaldı.  2012’de Kandil’i Sri Lanka’da Tamil gerillalarına yapıldığı gibi toptan yok etme senaryoları yapan Türkiye (AKP Hükümeti), 2013’te İmralı’da Öcalan ile görüşmelere başladı. Irak’ta Sünnilerin Şii Maliki Hükümeti’ne karşı tepkisinin yayılması ve sonra IŞİD’te ifadesini bulan bir savaşa dönüşmesi, Kürdistan Federe Yönetimi’ni Irak’ın geleceği bakımından anahtar güç haline getirdi.
İşte bu tablo Kürtleri ilk kez Bölgesel kamplaşmada dengeleri değiştirebilecek önemli bir güç haline getirdi. Ancak bu durum farklı parçalarda Kürtlerin ulusal hareketlerini temsil eden siyasi güçlerin kendi aralarındaki ilişkileri de tarihinde olmadığı kadar önemli hale getirdi. Çünkü İngiliz-Fransız emperyalistlerinin yüz yıl önce çizdiği (Sykes-Picot Anlaşması) sınırların değişmesi ve dört parçada Kürtlerin ulusal varlığının ve haklarının tanınması,  oluşan kamplaşma karşısında hangi ortak politikalarda birleşecekleri ya da ortak politikalarda birleşip birleşemeyeceği ile iç içe geçmişti. Bu nedenle bu dönem Kürtler arasındaki en önemli tartışma bir ulusal kongre (konferans) toplanması konusu oldu. Fakat bu yöndeki bütün girişimler –ki bu girişimler bugün de devam etmektedir– Kürtlerin iki önemli siyasal gücü; Türkiye, Rojava ve İran’da Öcalan çizgisini temsil eden (PKK, PYD, PJAK) siyasi güçler ile Güney Kürdistan Federe Yönetimi Başkanı Barzani’nin KDP’si arasındaki anlaşmazlıklar-uzlaşmazlıklar nedeniyle sonuçsuz kaldı.
Kürtlerin bu iki çizgisi arasındaki çatışma-uzlaşmazlıklar en açık biçimiyle kendini Rojava’da gösterdi. Esad rejiminin 2012 yazında Suriye Kürdistanı’nı (Rojava’yı) terk etmek zorunda kalması ve bağlı olarak Kürtlerin PYD öncülüğünde Kobanê’den başlayarak Rojava’da yönetimi ele geçirmesi karşısında Barzani yönetiminin tepkisi, Rojava’da Kürt özerkliğini ortadan kaldırmaya çalışan Türkiye (AKP Hükümeti) ile ortaklık yapmak oldu. Bu ortaklık, Türkiye yönetiminin Rojava’da Kürtlerin varlığına değil, PYD öncülüğündeki bir oluşuma karşı olduğu söyleminde ifadesini buldu. Sadece Barzani değil, Türkiye yönetimi de Rojava’da PYD karşısında oldukça etkisiz olan Barzanici partilerin –ki ENKS (Suriye Kürt Ulusal Konseyi) adı altında bir araya gelen bu partilerin bir bölümü bu süreçte Kürdistan Demokrat Partisi-Suriye (KDP-S) adı altında birleştirildi– güç kazanması çabalarını destekledi. Bu partiler ile PYD’yi tanımayan Suriye Ulusal Konseyi (SUK) ve Suriye Devrimci ve Muhalif Güçler Koalisyonu (SMDK) arasında ilişkiler geliştirildi. Bu ortaklık ile Türkiye, hem Esad rejimi ile çatışmamaya dayalı bir politika benimsemiş olan PYD’yi yenilgiye uğratarak yerine radikal İslamcı çeteleri geçirmeyi, hem de ülkede Öcalan ile devam eden görüşme sürecinde Kürt hareketinin statü talebinin önüne geçmeyi amaçlıyordu. Bağımsız bir devlet olmasa da Bölge’de siyasi ve ekonomik olarak önemli bir güç konumunda bulunan Barzani yönetimi de Kürdistan’ın bütün parçalarında egemen güç olmasının önündeki en önemli engellerden birini ortadan kaldırmak istiyordu.  Barzani yönetimi, PYD’yi etkisizleştirmek ve kendini ‘kurtarıcı’ güç haline getirebilmek için en zor zamanlarında Rojava’nın Güney Kürdistan’a açılan kapısı olan Semalka sınır kapısını kapatıp ambargo uygulamaktan bile geri durmadı. İşte böylesi koşullarda ‘ulusal kongre’ toplama yönündeki çabalar devam etmiş olsa da Güney Kürdistan dışındaki parçalarda PKK-PYD-PJAK çizgisinin egemen olması nedeniyle Barzani’nin istediği kararları çıkartamayacağının görülmesi, bu kongrenin sürekli ertelenmesine neden oldu.
Kürt siyasetinin bu iki önemli gücü arasındaki gerilimi işbirliğine dönüştüren ise,  IŞİD’in hem Güney Kürdistan’a, hem de Rojava’ya yönelik saldırı ve katliam girişimleri oldu. Haziran 2014’te Şii Maliki hükümeti ile çatışmalı Sünni grup-aşiretlerin desteğiyle IŞİD, Musul’u ele geçirmiş ve ardından Ağustos başında Êzîdî Kürtlerin yaşadığı Şengal’den başlayarak Güney Kürdistan’a bir saldırı başlatmıştı. IŞİD, Şengal’den sonra Eylül ayında üç koldan Rojava kantonlarından Kobanê’ye saldırıya geçti. Şengal’deki saldırıya karşı PKK’ye bağlı Halk Savunma Güçleri (HPG) ile Rojava’da PYD öncülüğünde oluşturulan askeri güç olan Halk Savunma Birlikleri’nin (YPG) hemen harekete geçmesi ve Kürdistan Federe Yönetimi’ne bağlı Peşmerge güçleriyle ortak savunmaya katılmaları, HPG ve YPG güçlerinin IŞİD barbarlığına karşı Güney Kürdistan başta olmak üzere bütün dünyada sempati ile karşılanmalarını sağladı.
Öte yandan IŞİD’in Kobanê’yi üç koldan ağır silahlarla kuşatması ve Türkiye’nin Kobanê’nin düşürülmesi için her türlü desteği vermesine rağmen YPG’nin ortaya koyduğu direniş hesapları bozdu. Bu dönemde IŞİD’e karşı Irak merkezli bir koalisyon kuran ABD de koalisyonun itibarı-inandırıcılığının sarsılmaması ve kendini halklar için bir kurtarıcı olarak gösterebilmek için Kobanê’ye saldıran IŞİD’i bombalamaya başladı. Kobanê’yi düşürme hesapları tutmayan Türkiye (AKP Hükümeti) de elinde başka bir olanak kalmadığı için PYD/YPG’yi Peşmerge güçleri üzerinden dengeleme beklentisiyle Peşmergelerin ağır silahlarla Kobanê’ye geçişine izin vermek zorunda kaldı. Ancak Peşmerge güçlerinin konvoylarla Türkiye Kürdistanı üzerinden Kobanê’ye geçişi, Kürdistan’ın farklı parçalarında yaşayan Kürtler arasında tarihinde olmadığı kadar ‘ulusal birlik’ duygusunun açığa çıkmasına ve önemli bir siyasal etkileşimin oluşmasına yol açtı. Bu sürecin bir diğer önemli sonucu da Kürtlerin IŞİD’e karşı mücadele eden en önemli güç haline gelmesi oldu.
Kürtler arasındaki bir ortak savunma, ifadesini Duhoq anlaşmasında buldu. Ekim 2014’te Barzani’nin çağrısıyla Duhoq’ta bir araya gelen ENKS ve TEV-DEM (PYD tarafından oluşturulan halk meclisi) ortak güç ve siyasi birlik konusunda anlaşmaya vardı. IŞİD’e karşı ortak mücadelenin yarattığı bahar havası, ulusal kongre tartışmalarını yeniden canlandırmış olsa da bu tartışmaların bir sonuca ulaştığı söylenemez. Kaldı ki IŞİD’in yakın tehdit olmaktan uzaklaştırıldığı oranda Kürtlerin iki önemli siyasal çizgisi arasındaki gerilim ve anlaşmazlıklar da yeniden su yüzüne çıkmaktadır. Şengal savunması sürecinde Barzani’den çok PKK ile yakın ilişkiler geliştiren Êzîdîlerin, Şengal için özerk-kantonal bir yapılanma talep etmeleri Barzani yönetiminin tepkisini çekmiş ve bu konuda PKK-KCK’yi suçlamasına neden olmuştur. KCK yönetimi de savunmasında büyük rol oynadıkları Şengal’de Barzani yönetimi tarafından işgalci bir güç olarak gösterilmeye çalışıldıklarını söylemektedir.
Bütün bu gelişmeler üzerinden birinci olarak; Kürtler bakımından her parçadaki gelişmenin diğer parçaları da doğrudan etkileyeceği ve farklı parçalar arasındaki etkileşim ve duygu birliğinin gelişmeye devam edeceği bir dönemin başladığı söylenebilir. Yani hiçbir müdahale Kürlerin yüz yıl önceki durumlarına dönmelerini sağlayamaz, aksine her gelişme Kürtleri, yüz yıl önceki sınırları ve kendilerine dayatılmış statüyü parçalamaya daha yakınlaştırmaktadır. Ancak ikinci olarak; Kürtlerin önündeki bu olanakların sınırı, kaçınılmaz bir şekilde iki önemli siyasi çizgi arasındaki gerilim ve çatışmalar tarafından belirlenmektedir. ABD emperyalizmi ve Türkiye gibi Bölge gericilikleriyle yakın ilişki ve işbirliği halinde olan Barzani yönetiminde ifadesini bulan Güney Kürdistan burjuvazisinin Kürdistan’ın bütün parçalarında egemen olma hayali ile PKK-PYD-PJAK çizgisinin halkçı karakteri ağır basan ulusal-demokratik hareketi arasında konjonktürel olarak ortaklık ve anlaşmalar olsa da kalıcı bir birliğin oluşması en azından bugün için öngörülebilir bir durum değildir.

2. TERÖR LİSTELERİNDEN MUHATAPLIĞA DOĞRU
ABD’nin 2006’dan sonra tartışılmaya başlanan Irak’tan çekilme sürecinde gündeme gelen öncelikli konulardan biri de PKK’nin bölgede silahlı bir güç olarak varlığının sona erdirilmesi (silahsızlandırılması) idi. ABD Irak’tan çekilirken güvenilmez bir güç olarak gördüğü PKK’nin enerji geçiş bölgelerinde silahlı bir güç olarak varlığı ‘istikrarsızlık’ yaratabilirdi. Bu temelde ABD stratejisine bağlı olarak PKK’nin silahlı güçlerinin tasfiyesi için Türkiye ve Güney Kürdistan yönetimi arasındaki ilişki ve işbirliği geliştirildi. 2009’da Barzani tarafından gündeme getirilen Kürt Konferansı’nın asıl amacı, bu konferanstan PKK’nin silahsızlandırılması için bir karar çıkartılmasıydı.  Zaten bu konferansın o gün yapılamamasının nedeni de PKK’nin böylesi bir dayatmayı kabul etmeyeceğini önceden ilan etmesiydi. Aynı dönemde Türkiye’de AKP Hükümeti adına ‘açılım’ adı verilen Kürt sorununa dair kimi biçimsel düzenlemeler yapmaya ve Kürt hareketini askeri ve siyasi olarak baskılayarak sorunun çözümünde inisiyatifi ele almaya dayalı bir politika benimsedi. Bu politika PKK’yi 1993’te “terör örgütleri” listesine alan ABD ile listeye 2002’de alan AB –ki PKK’nin silahlı güçlerini Öcalan’ın çağrısıyla sınır dışına çıkardığı ve ateşkes ilan etmiş olduğu bir dönemde AB tarafından “terör örgütleri” listesine alınmasının bu kararın politik çıkar ve hesaplara dayalı bir karar olduğunu çok açık göstermektedir– tarafından da destekledi.
Suriye’ye müdahale sürecinde de bu ülkelerin PKK-PYD’ye yönelik yaklaşımı değişmedi. Esad rejimine karşı çeşitli muhalif örgütler ABD ve AB tarafından desteklenirken Rojava’da yönetimi ele alan PKK çizgisindeki PYD ve askeri gücü YPG de bu süreçte PKK ile aynı muameleyi gördüler. Muhaliflerin hiçbir toplantısına çağrılmadılar. Hatta Cenevre-2 görüşmelerinde olduğu gibi bu ülkeler (ABD) PYD’nin görüşmelere katılmasını bizzat engellediler. Bunun da ötesinde Kobanê IŞİD kuşatması altındayken IŞİD’e karşı koalisyon kurmuş olan ABD uzun süre bu kuşatmayı izledi ve ABD yönetimi tarafından önceliklerinin Kobanê olmadığı yönünde açıklamalar yapıldı. Ancak Kobanê’de IŞİD’e karşı kimsenin öngörmediği bir direniş sergilenince ve bu direniş bütün dünyada yankı uyandırınca, artık kurduğu koalisyonun ne işe yaradığı sorgulanmaya başlanan ABD harekete geçmek zorunda kalmıştı.
İşte Kobanê ve Şengal’de İslami terörizme karşı seküler-demokratik bir yaşamı savunan YPG-HPG’nin kadın ve erkek savaşçıların dünya halkları nezdinde yarattığı sempati, ABD ve AB’nin bu örgütleri “terör örgütleri” listesinde gösteren politikalarının sorgulanmasının da önünü açtı. Dün PKK’yi silahsızlandırma stratejisini izleyen ABD, yeni durumda PKK çizgisindeki silahlı güçlerin IŞİD ve el Kaide’ye karşı savaşan en önemli güç olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Bu durum PKK’nin terör örgütleri listesinden çıkartılması tartışmasını beraberinde getirdi. Yine PYD’nin Cenevre-2’ye gitmesini engelleyen ABD, Kobanê direnişi sürecinde PYD yöneticileri ile görüşmeler yaptı. Suriye’ye müdahale politikasının en ateşli savunucularından ve PYD’yi bu müdahalenin önündeki engeller arasında gören Fransa’nın Cumhurbaşkanı Hollande, Ocak ayında Paris’te Charlie Hebdo dergisine yapılan el Kaide saldırısından sonra Şubat ayında PYD Eş Başkanı Asya Abdullah ile Elysee Sarayı’nda görüştü. Bu görüşmeler ABD-AB’nin dün terör listesine aldıkları Kürt hareketini bugün artık muhatap almak zorunda kaldıklarını göstermektedir.
Kürt hareketinin Bölge siyasetindeki yeri ve öneminin değiştiğini gösteren bir diğer gelişme de Rusya’nın girişimleriyle Suriye sorununa siyasi çözüm bulmak amacıyla Moskova’da Suriye yönetimi ve muhalif güçler arasında yapılan görüşmelere PYD Eş Başkanı Salih Müslim’in katılması oldu. Önümüzdeki aylarda da devam ettirilmesi düşünülen ve Kobanê zaferi ile aynı zamana denk gelen bu görüşmeler, Suriye’nin geleceği ile ilgili tartışmalarda daha önce yapıldığı gibi Kürt hareketinin dışarıda bırakılması politikasının artık olanaksız hale geldiğinin ilanı oldu. Bu süreç tamamlanmamış olsa da yaşanan bu gelişmeler Kürt hareketinin bileşenlerinin ‘Batı’nın “terör örgütleri” listesinden bölgenin geleceği belirlenirken artık göz ardı edilemez bir siyasi muhatap haline gelmesine geçişi gözler önüne seren gelişmeler oldu.

3. AKP’NİN BÖLGESEL AÇMAZLARI VE ÇÖZÜM SÜRECİ
2015 Newroz’unun en çok merak edilen konularından bir de Öcalan’ın “çözüm süreci”nin geleceği bakımından vereceği mesajdır. Son dönemde yapılan açıklamalarda İmralı’da Öcalan’la iki yılı aşkın bir süredir devam eden görüşmelerin artık müzakere aşamasına geldiği ve kısa sürede müzakerelere geçileceği belirtiliyor. Öte yandan hükümet yetkilileri tarafından bu süreçte Öcalan’ın silahlı mücadeleyi sona erdirme ve PKK’nin bütün silahlı güçlerini sınır dışına çıkarma çağrısı yapmasının beklendiği ifade ediliyor. Ancak bu konuda adım atılmasının önündeki en önemli engel olarak, Kandil’in (KCK) süreç konusunda ikna olmaması gösteriliyor.
Ülkede genel seçimler yaklaşırken yapılan bu açıklamalar ne anlama geliyor?
AKP Hükümeti’nin çözüm yönünde adım atması gerçekten mümkün mü?
Öncelikle hem PKK ve hem de devletin mevcut çatışmasızlık durumunun devamını esas alan bir politik tutum içinde oldukları belirtilebilir. AKP Hükümeti, Bölge’de giderek yalnızlaştığı koşullarda gücünü önemli oranda arttıran Kürt hareketi ile yeniden çatışmayı göze alamaz durumdadır. Çünkü böylesi bir geri dönüş, sadece bölge içindeki pozisyonunu daha zora sokması anlamına gelmeyecek, ötesinde de ülke içindeki kamplaşmayı derinleştirerek ciddi bir yönetememe krizine yol açacaktır. Kürt hareketi de çatışmasızlık durumunun Rojava ve Bölge genelinde gücünü artırması ve dünden farklı olarak meşru bir siyasi güç olarak görülmesine hizmet etmesi nedeniyle bu durumun devamını istemektedir. Mevcut durum, ülke içinde de bir yandan Öcalan’ın önemli siyasi bir aktör olarak öne çıkmasını ve öte yandan da ülkenin Batısında Kürtlerin taleplerini sahiplenen kesimlerin giderek artmasını sağlamaktadır.
Çatışmasızlık durumu aynı zamanda her iki taraf için bölgesel kamplaşma ve belirsizliklerin devam ettiği koşullarda zaman kazanmaya yönelik bir politika olarak da görünmektedir. Ancak çatışmasızlığın çözüm anlamına gelmediğini geçen iki yıllık süreç çok açık olarak göstermiştir. Bugün Kürt sorununun çözümünün bölgesel gelişmelerle iç içe geçtiğini herkes söylemektedir. Zaten sadece IŞİD’in Kobanê kuşatması sürecinde yaşananlara ve bağlı olarak “iç güvenlik paketi”nin gündeme getirilmesine bakarak bile bu iç içe geçmişliği görmek mümkündür. Öyleyse AKP Hükümeti’nin bu sorunun kalıcı demokratik çözümü yönünde adım atıp atmayacağını anlamak için bölge’deki siyasal tutum ve hedeflerinin değişip değişmediğine bakmak yeterli olacaktır.
Tunus ve Mısır’dan sonra emperyalistlerin ve bölge gericiliklerinin Arap ülkelerindeki halk hareketlerini yedekleme politikalarına bağlı olarak AKP Hükümeti’nin Suriye’ye müdahale girişimlerine öncülük ederken iki hedefinden söz edilebilirdi. Birinci olarak Esad yönetimini devirerek Sünni İslam’ın liderliğini yapmak ve ikincisi de Kürt hareketinin Rojava’da güç olmasının önüne geçerek aynı zamanda Kandil’deki askeri varlığını kuşatarak onu tasfiye etmek. Ancak Esad devrilemediği gibi Kürt hareketinin hem askeri, hem de siyasi olarak gücünü arttırmasının önüne geçilememesi ve bu durumun Türkiye’yi giderek zora sokması, AKP Hükümeti/devletin Öcalan ile görüşmelere başlamak zorunda kalmasına yol açmıştı. Fakat Öcalan ile görüşmelerin başlatılması, bugüne kadar olduğu gibi AKP Hükümeti’nin bu bölgesel hedeflerinde bir değişim yaratmamıştı. Aksine bir yandan Öcalan ile görüşülürken öte yandan Rojava’da Öcalan çizgisindeki PYD’nin ve onun öncülüğünde kurulan kantonların ortadan kaldırılması için her yolu denemeyi ve IŞİD başta radikal İslamcı çeteleri desteklemeyi sürdürdü. IŞİD’in Kobanê kuşatması bütün Kürtlerde büyük bir hassasiyet yarattığı halde AKP Hükümeti Kobanê’nin düşürülmesi girişimlerini desteklemekten geri durmadı.
Peki, bugün durum nedir?
Suriye’ye müdahale sürecinde AKP Hükümeti’ni destekleyen emperyalist güçler (ABD ve Fransa başta olmak üzere) mevcut durumun bölge’deki politik çıkarları için sürdürülemez olması ve IŞİD-El Kaide tehdidi nedeniyle politikalarını revize etmek zorunda kalırken AKP Hükümeti, müdahale girişimlerinin en başındaki çizgisini sürdürmeye çalışmaktadır. Hâlâ ‘eğit-donat’ formülüyle Suriye’de Esad rejimine karşı kendi çizgisinde bir askeri güç oluşturma hayalini kurmaya devam etmekte ve bu gücün aynı zamanda Rojava’daki PYD egemenliğini ortadan kaldırabileceğini, en azından onu dengeleyebileceğini ummaktadır. Bugün Öcalan’la görüşmelerin hız kazandığı açıklamaları yapılırken Rojava’daki Kürt kantonlarını tanımaya yönelik herhangi bir adım atılmamaktadır. Erdoğan’ın gözünde PYD de IŞİD gibi bir “terör örgütü” olmaya –ki söylem ve politikalarına bakıldığında Erdoğan için terör örgütü olup olmadığı tartışmalı olan IŞİD’tir– devam etmektedir. Bu koşullar devam ettiği ve AKP’nin politik yönelimi değişmediği müddetçe Öcalan’la yapılan görüşmeler ne kadar hızlanırsa hızlansın ve hangi aşamaya geçtiği açıklanırsa açıklansın bu görüşmelerden demokratik bir çözüm çıkmasını beklemek en hafifinden politik saflıktır. Zaten AKP’nin ülkenin seçim sürecine girdiği koşullarda zaman kazanmaya ve kendi egemenliğini sağlamlaştırmaya yönelik bir tutum içinde olduğu KCK tarafından yapılan açıklamalarda da oldukça açık bir şekilde ifade edilmekte ve AKP’nin bu politikalarına karşı bütün demokrasi güçlerine ortak mücadele çağrısı yapılmaktadır.

SEÇİM, ÇÖZÜM VE DEMOKRASİ GÜÇLERİNİN BİRLİĞİ

AKP Hükümeti’nin bölgesel yönelimleriyle paralel olarak iç siyasette ülkeyi nasıl yönetmeyi ve nasıl bir çözüm istediğini gösteren iki önemli konu da seçim barajı ve iç güvenlik yasası konularındaki tutumu olmuştur. 12 Eylül darbesinin Kürt hareketinin, işçi-emekçilerin ve ezilen halk kesimlerinin siyaset yapmasının önüne diktiği en önemli engellerden biri olan yüzde 10 seçim barajına karşı çıkmak, AKP/Erdoğan’a göre halkın iradesini yok etmeye çalışmaktır. Çünkü onlara göre halkın iradesi AKP Hükümetinde cisimleştiği için kendi iktidarlarını tehdit edecek her türlü gelişme, halkın iradesine saldırı anlamına gelmektedir. Seçim barajı, 12 Eylül’le hesaplaşma adı altında kendi egemenliğini pekiştiren düzenlemeleri demokratikleşme adına yaparken liberallerden kimi “sol” çevrelere kadar geniş kesimlerin desteğini alan AKP’nin demokrasi düşmanlığı konusunda 12 Eylül’ün mirasçısı olduğunu gösteren en önemli yasalardan/yasaklardan biridir. Bugün Erdoğan, AKP’nin başı olarak konuşmakta ve bu seçim barajlarına güvenerek meydanlarda halktan 400 milletvekili istemektedir. 400 milletvekili ile kendisine başkanlığı getirecek anayasal değişikleri yapmak ve tek adam-tek parti düzenini kurmak istemektedir. Açıktır ki, Erdoğan bu yönelimi ile her fırsatta eleştirdiği CHP’nin 1930’lu-1940’lı “milli şef”li tek partili yıllarına özenmektedir.
AKP-Erdoğan’ın “yeni Türkiye” adını verdikleri ve giderek bir dikta rejimlerine dönüşen yönetim anlayışıyla ülkeyi yönetebilmek için sarıldıkları bir diğer silah da hukuku tamamen askıya alan ve bütün ülkeyi bir OHAL rejimi ile yönetme anlayışına dayanan “iç güvenlik yasası”dır. AKP Hükümeti, bu yasaya dayanak-gerekçe olarak 6-7 Ekim 2014’te Kobanê ile dayanışma eylemlerini göstererek aslında büyük oranda polisin ve sivil faşist-dinci güçlerin provokasyonları sonucu yaşanan olaylar üzerinden halkın desteğini almaya çalışmaktadır. Ancak bu düzenleme polise “makul şüphe” adı altında herkesi gözaltına almak, dahası gösterilere katılanları “etkisizleştirmek” için öldürmeye varan yetkiler vermektedir. Bunun da ötesinde Cizre’de olduğu gibi hendek kazarak polise karşı duran Kürt gençleri hedef gösterilerek gündeme getirilmiş olsa da bu yasa ülkedeki bütün işçi emekçileri, kadınları, gençleri ve bu düzene karşı sesini yükselten bütün toplumsal kesimleri hedef almaktadır. Bu yasa grevi yasaklanan işçinin buna tepki göstermesini bile “terör suçu” saymakta, her türlü toplumsal hareketin taleplerini sokakta duyurmasını imkânsız hale getirmektedir.
Bugün AKP-Erdoğan, daha otoriter-baskıcı bir rejim kurma peşinde koştuğuna göre, Öcalan ile yapılan görüşmelerin hızlandırılması konusundaki söylem ve kimi göstermelik adımların asıl amacının 7 Haziran Genel Seçimleri’nden böylesi bir düzen kurulmasına olanak sağlayacak bir sonuç çıkarmaktan başka bir şey olmadığı açıktır. AKP’nin bu yönelimini ve bağlı hesaplarını boşa çıkarmak için bütün emek-demokrasi güçlerinin ortak mücadelesini geliştirmek ve seçimlerde yüzde 10 seçim barajının aşılmasını sağlayacak bir platform oluşturmaktan başka çıkar yol bulunmamaktadır. AKP karşısında tek gerçek seçeneğin HDP’nin demokrasi güçlerinin birliği-ittifakı üzerinden seçimlere parti olarak katılması olduğu için AKP medyası, kimi liberal ve Kürt milliyetçi çevreler HDP’nin seçimlere parti olarak girmesinin Kürtlerin mecliste temsil edilmesini engelleyeceği ve çözüm sürecini sona erdireceği yönlü propaganda yapmaktadır. Açıktır ki bugün Roboski’den Soma’ya, Gezi’den Kobanê’ye kadar emek ve demokrasi güçlerinin ortak mücadelesinin zeminini büyüten birçok gelişme ve olay yaşanmışken seçimlere yüzde 10 seçim barajını da parçalayarak işlevsiz hale getirmek üzere parti olarak girmemek AKP’ye teslimiyetten ve dahası mücadelenin ileriye taşınmasını engellemekten başka bir anlam taşımayacaktır.
Elbette parlamenter alandaki mücadele, siyasal demokrasi-devrim mücadelesinin alanlarından sadece birdir. Ancak 2015 7 Haziran Seçimleri, 13 yıllık AKP iktidarı ve sözcülüğünü yaptığı sermaye çevreleri ve ülkenin geleceğine yönelik planlarıyla hesaplaşmak için özel bir anlam kazanmış durumdadır. Emek örgütlerinin, Alevi çevrelerinin, Kürt hareketinin, sol-sosyalist parti ve çevrelerin toplumsal mücadele birlikteliğinin bir ifadesi olarak ortak demokrasi taleplerini merkeze koyarak oluşturacakları seçim platformu, bu cepheyi AKP’nin kurmak istediği düzenin tek gerçek alternatifi haline getirecektir. Bu cephenin seçim barajını aşması, AKP düzenin için sonun başlangıcı olacak, dahası emek ve demokrasi güçlerinin siyasi temsiliyetini engelleyen seçim barajını da geçersizleştirecektir. Yine bu cephenin seçim barajını aşmasının engellenmesi halinde ise, zaten böylesi bir cephenin yer almadığı meclis daha en başından tartışmalı hale gelecek, daha geniş halk kesimlerinin mücadeleye çekilmesinin olanakları dünden farklı bir düzeye çıkacaktır.
2015 Newroz’u Kürt hareketi ile ülkedeki emek ve demokrasi güçlerinin mücadelesinin alanlarda birleştirilmesi için bir tarihi bir fırsat; mücadelenin ileri bir aşamaya taşınması için önemli bir dönemeçtir. Newroz’un Kürdistan ve Türkiye’nin dört bir tarafında demokrasi, barış, insanca yaşama dair ortak talepler ekseninde birlikte kutlanması, emek ve demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesinin de ifadesi olacaktır. Newroz, Bölgede (Ortadoğu) IŞİD barbarlığına, onu destekleyen bölge gericiliklerine ve emperyalizme karşı halkların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmak, ülkede ve bölgede mezhepçi politikalar karşısında durmak bakımından da önemli bir mücadele günü olacaktır. Kürt ulusal mücadelesi için 30 yıldır özel bir anlam ve önemi olan Newroz’un mücadelenin yeni bir aşamaya geçişinin müjdecisi olması/olabilmesi, bugün emek ve demokrasi güçlerinin ülkenin kaderini değiştirecek bir mücadele birlikteliği yönünde adım atıp atmamasına ya da ne kadar adım atacağına bağlı olacaktır.

Yunanistan Seçimleri ve Syriza hükümetini Doğru ve Yanlışlarıyla Birlikte Değerlendirmek

Yunanistan’da AB ve IMF politikalarının uygulayıcısı koalisyon hükümetinin milletvekili seçimlerini ağır bir yenilgi alarak kaybetmesi ve değişik siyasi akım ve yapılanmaların oluşturduğu Syriza’nın hükümet olması hem ülke içinde hem ülke dışında değişk tartışma ve değerlendirmelere neden oldu. AB, IMF ve uluslararası sermaye kuruluşlarının merkezlerinin, Troyka karşıtlığıyla geniş halk kitlelerini arkasına alarak hükümete gelen Syriza’ya yönelik kaygıları ve AB’yi yeniden yapılandırmaya ilişkin stratejilerde gedikler açtırmayacakları doğrultusundaki tepki ve baskıları bir yana bırakılırsa, bu tartışmalar daha çok iki farklı platform üzerinden gündeme geldi. Kitlelerden ve taleplerinden kopuk soyut devrim sloganlarında ısrar eden sol sekter tutum ve Syriza’nın hükümet oluşunu devrimci bir halk hükümetinin iktidara yürüyüşü biçiminde algılayan tutum. Birinci kategoridekiler Syriza Hükümeti’nin sermayenin istek ve onayıyla kurulduğunu ve diğer sermaye partileriyle bir farklılığının olmadığını söylerken, ikinci kategoridekiler Syriza’ya sahip olmadığı politik-sınıfsal misyonlar yükledi. Bunlara, her iki tutumun yanlışlığını ortaya koyarak Yunanistan seçimlerini ve Syriza Hükümeti’ni doğru ve yanlışlarıyla birlikte değerlendirmek gerektiğini söyleyen tutumu da eklemek gerekir.
Yunanistan halk hareketini, seçimleri ve Syriza Hükümeti’ni doğru anlayabilmek için kriz politikalarının uygulandığı son beş yılın kısa bir değerlendirmesini yapmak gerekir.

KAPİTALİST KRİZ VE HÜKÜMETLERİN DAYANIKSIZLAŞMASI

2010 yılında kapitalist kriz farklı ülkelerde şu veya bu ölçüde etkisini sürdürürken Yunan halkına “bütçe açığının kapatılması ve sermaye piyasalarına güven verecek rekabetçi bir ekonominin inşa edilmesi” adı altında ağır ekonomik baskıları içeren Troyka anlaşmaları dayatıldı. Dönemin hükümeti PASOK %42’lik bir oy oranıyla hükümet olmuş ve başbakan Yorgos Papandreu AB, AB Merkez Bankası ve IMF den oluşan Troyka reçetelerini “toplumsal haksızlıkların ortadan kaldırılması” ve “adaletli bir gelir dağılımı” propagandaları eşliğinde gündeme getirmişti. Kapitalist krizin tüm yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yükleyen Birinci troyka Anlaşması kazanılmış ekonomik demokratik tüm hakların önemli bir bölümünü ortadan kaldırıyor ve özellikle kamu emekçileriyle emeklilerin ücretlerinde ciddi kesintiler, sosyal haklar, kamu yatırımları ve sübvansiyonlarda kısıtlamalar öngörüyordu. Baskı ve sömürü reçeteleri kısa sürede gerçek ekonomide yeni daralmalara, işsizliğin kısa sürede tahminlerin üstüne çıkmasına, yoksulluğun hissedilir noktalara ulaşmasına neden oldu.
İkinci Troyka Anlaşması gündeme geldiğinde PASOK büyük oranda halk desteğini kaybetmişti.  AB, IMF ve uluslararası sermaye kuruluşları geniş tabanlı bir “ulusal uzlaşma hükümeti”nin kurulması için baskıları artırmış, yeni borç diliminin serbest bırakılması için hükümet ve muhalefet partilerinin ortak onay ve imzasını şart koşmuştu. Bu doğrultuda PASOK hükümeti istifa ettirildi ve yerine AB Merkez Bankası başkan yardımcısı olan Lukas Papadimos’un başbakanlığında geçici bir hükümet kuruldu. PASOK ve Yeni Demokrasi Partisi’nin güven oylarıyla kurulan “teknokratlar hükümeti”nin tek görevi anlaşmaları imzalamak ve gerekli yasal değişiklikleri yapmaktı. Öyle de oldu. Meclis’ten program ve anlaşmaları uygulamaya olanak tanıyan çok sayıda yasa geçirildi. Aynı yıl içinde seçim yasası değiştirilerek (yeni yasa birinci olan partiye 50 milletvekili fazladan çıkarma olanağı tanıyordu) yapılan erken seçim sonucunda, PASOK, Syriza’dan ayrılan ve PASOK çizgisinde olan Demokratik Sol Parti ve Yeni Demokrasi’den oluşan koalisyon hükümeti kuruldu. Bir önceki seçimde %4 oy almış olan Syrıza ise bu kez %27 alarak ana muhalefet partisi oldu.
Kurulan koalisyon hükümeti AB, IMF ve uluslararası sermaye kuruluşlarının Yunanistan bürosu gibi çalıştı ve 2,5 yıllık hükümet süresince ülkede iki milyon işsiz ortaya çıktı, 3 milyon kişi açlık sınırına geldi. Kriz nedeniyle altı bin kişi intihar etti, 500 bin küçük esnaf kapısına kilit vurmak zorunda kaldı. Aylık ücretlerde %45 oranlarına varan kesintiler yapıldı ve yılda iki kez alınan ve iki aylık ücrete denk düşen primler kaldırıldı, sosyal yardımlar kesildi. İş yasaları burjuvazinin talepleri doğrultusunda tepeden tırnağa değiştirildi. Ağır vergiler getirildi, yüz binlerce işçi ve emekçi ya işten atıldı ya da işini kaybetti, toplu işten atmalar yasallaştırıldı. Kamu kurum ve taşınmazları özelleştirildi. Meslek okulları, hastaneler, klinikler, sağlık merkezleri kapatıldı. Kamu hizmet kurumlarının kapatılması ya da birleştirilmesiyle sağlık hizmeti verilemez oldu. Sosyal güvenlik alanında köklü değişiklikler yapıldı ve emeklilik yaşı 67’ye çıkarıldı. Troyka ile yapılan anlaşmalar gereği ülke ekonomisi Troyka heyetinin denetimine verildi ve istediği yerde istediğini kontrol ve müdahale hakkı ile donatıldı; Troyka her bakanlıkta bürolar kurdu.
Bütün bunları rakkamlarla ifade edersek, ortaya çıkan tablo şudur: 2009 yılında bütçe açığı gayri safi milli hasılanın (GSMH) %129’una denk düşüyordu ve bunun para olarak karşılığı 298 milyar Avro’yu buluyordu. 5 yıldır devam eden tüm “tasarruf” politikalarına ve borç silmelere rağmen 2014 yılında bütçe açığı GSMH’nin %175’ine ulaştı. Bunun para karşılığı ise 320 milyar Avro’dur. Bundan çıkan sonuç şudur ki, işçi ve emekçilere ve ezilen tüm toplumsal kesimlere yönelik yıllardır devam eden kapitalist ekonomik baskı politikalarının borçları düşürmemiş, tersine 50 puan büyüttmüştür. Resmi istatistiklere yansıyan ekonomik göstergeler, alınan borçların ücret ödemelerinde kullanıldığını ve ülke ekonomisine yatırımlar sağladığını iddia eden Troyka Hükümeti’ni yalanlamaktadır. Troyka anlaşmalarından bu yana Yunanistan’a 225 milyar evro verilmiştir. Hükümetin “ekonomi mühendisleri”nden Ekonomi Bakanı Yardımcısı Hristos Staykuras, bir soru önergesini yanıtlarken, “bankalar sistemini güçlendirmek” için verilen paket yardımların tutarının 250 milyar avro olduğunu itiraf etmiştir.
Hükümet Troyka anlaşmalarını imzalarken ekonominin “Titanik gemisi”ne benzediğini söylemiş ve “uçurum kenarında” olunduğu açıklamasında bulunmuştu. Alınan borçlarla çalışanlarla emeklilerin aylıklarının ödendiği ise büyük bir yalan. Üretim Çevre ve Enerji Bakanı Panayotis Lafazanis 15.02. 2015 tarihnde “Iskra” sitesine verdiği röportajda çalışanların ücretlerinin hiçbir zaman alınan borçlarla ödenmediğini açıkça ifade etti.
Yunan halkı, işçi ve emekçileri 2012-2014 yılları arasında uzun süreli kamu borçları için toplam 164,5, kısa süreli borçlar için ise 267,7 milyar Avro ödemiştir.* Toplam bütçe açığının iki katı bir ödeme yapılmasına rağmen açık büyümüştür. 1992’den bugüne kadar ödenen borç miktarı ise 1,027 trilyon** Avro olarak, dudak uçuklatacak büyüklüktedir. Kısacası, Yunan halkı, işçi ve emekçileri uzun yıllardan beri AB, IMF ve uluslararası sermaye kuruluşlarından alınan borçları ödemektedir.
Koalisyon Hükümeti’nin hazırladığı 2015 Bütçe Yasa Tasarısı’na göre, Yunan halkı 2015 yılında toplam 50,3 milyar Avro vergi ödeyecektir.*** Çalışanlarla emeklilerin aylıklarının toplamı ise sadece 18 milyar avroyu bulmaktadır. 2005 ve 2015 yılları arasında halktan toplanan vergiler 563,7 milyar avrodur.**** Tablonun açıkça ortaya çıkardığı gerçek şudur: Toplanan vergilerin küçük bir bölümü ücretlere ödenmekte, gerisi borç ödemelerine gitmektedir. Tüm göstergeler, Yunanistan’a verilen borçların %70 inin Yunanistan’a hiç ulaşmadığını ve doğrudan borç ödemelerine aktarıldığını göstermektedir. Tüm ekonomik planlamalar, Yunanistan’ın 2030 yılına kadar toplam 340 milyar Avro borç ödemesine göre planlanmış bulunuyor. AB ile imzalanan “kalkınma ve istikrar” anlaşmasının Troyka’ya Yunan bütçesi ve ekonomisini kontrol etme ve müdahale hakkı tanıdığını da hatırlatmak gerekir.
2014’te erken genel seçim kararı alınmadan kısa bir süre önce, Troyka ve Hükümet’in üçüncü bir anlaşma üzerinde anlaştığı ve anlaşmanın imzalanmasının seçimler nedeniyle iki aylığına ertelendiği biliniyor.
Bütün bu ekonomik ayrıntı ve veriler kapitalist “krizden çıkış politikaları”nın ne anlama geldiğini; Yunan halkının, işçi ve emekçilerinin 5 yıl içinde nasıl yoksulluk ve işsizliğe mahkum edildiğini ortaya koymaktadır. Yunan halkı bu politikaların uygulayıcılarına sırtını dönmüş ve umut olarak Syriza “alternatif”ine yönelmiştir. Tüm bu süreç boyunca, sadece Syriza da  değil, Troyka politikalarına karşı çıkan tüm partiler şu veya bu ölçüde güç toplamışlardır. Yapılan son milletvekili seçimleri on yıllardan bu yana dönüşümlü olarak %80’lik bir toplam oy oranıyla hükümet olmuş olan Yeni Demokrasi ve PASOK partilerinin egemenliğine son vermiştir. Oluşan toplumsal tepki sadece halk kitleleriyle de sınırlı değildir ve sermayenin bazı kesimlerini bile kapsamaktadır.
Halkın hızla yoksulluğa sürüklenmesi kuşkusuz yeni arayışlara yol açar, Syriza vb. yeni alternatif arayışlarını gündeme getirirken, burjuvazi yalan ve demagojiye dayanan yönetme olanaklarının tükenmesinden dolayı vitrinini yenileyememiş, onun yerine olası koalisyon hükümetlerinde yer alabilecek veya bu tür hükümetlere destek sunabilecek partilerin kurulmasına yönelmiştir. Tam bir omurgasız hareket olan Potami vb. partiler, tüm seçim süreci boyunca, bir yandan “ülke ve millet”in kurtuluşu için kuruldukları propagandasına ağırlık vermiş, bir yandan da olası bir “sol” koalisyon hükümeti içinde “ayar” yapıp ve “denge sağlayacak” partilerin gerekli olduğuna halkı inandırmaya çalışmışlardır. Tabii bütün bu süreç boyunca “bizden sonrası açlık ve yoksulluk”, “tuvalet kağıdı bile bulamazsınız”, “küreselleşmiş dünyada tecrit konumuna düşer, Avro bölgesinden atılır, AB’den çıkarılırız” propagandaları görülmemiş bir yoğunlukta işlenmiştir. Halk desteğini kaybeden AB ve IMF hükümetiyle, partileri kendi söylemlerinden çok hemen hergün açıkça Yunan halkının iradesini hiçe sayan ve açıkça seçim sürecine müdahale eden AB ve IMF merkezlerinin tehditlerini kendilerine dayanak yaparak ayakta kalmaya çalışmışlardır. Bu propagandaların belli bir yere kadar işe yaradığını da belirtmek lazım. Yunan halkının “şakağına silah” dayayıp tehdit eden tüm merkezlere rağmen Troyka politikalarını savunan güçlerin oy oranı %30’larda kaldı. Kısacası, toplumun geniş kesimleri içinde “bu hükümet gitsinde yerine kim gelirse gelsin” tutumu ağırlık kazandı. Halk içinde “iyi günler görme” umudundan çok “daha kötü günler yaşamama” eğiliminin baskın olduğu ve politik gidişatta ciddi bir rol oynadığını belirtmek yanlış olmayacaktır.
İşte tüm bu süreç boyunca krizden etkilenen tüm kesimlerin acil taleplerine cevap veren, onların istek ve sorunlarına sahip çıkan Syriza, geçmiş yıllarda %3 barajını aşıp aşamayacağı tartışılan bir parti konumundan hükümete alternatif bir konuma geldi. Süreci iyi değerlendiren ve halkın tepki ve muhalefetinin yanında yer alan Syriza, başta tüm Avrupa da gelişen “büyük meydan” hareketlerinden tüm grev ve direnişlere kadar aktif bir tutumu benimsedi. Bütün grev ve direnişlerde aktif olarak yer aldı ve hükümetin bütün saldırılarına karşı gerek Meclis’te gerekse de  alanlarda muhalif oldu. “Halk iktidarı”, “sosyalizm” gibi kuru ve soyut sloganların tersine Troyka politikalarına son verilerek gaspedilen tüm hakların geri alınacağını söyleyerek AB ve IMF’nin kriz politikaları karşıtı bir cephe oluşturdu. Diğer yandan, halkın büyük bölümünün Syriza’ya kriz öncesi şartlara dönmek için yöneldiğini ve bunun dışında bir beklenti içinde olmadığını; Syriza’nın da, borçların silinmesini savunup “Troyka anlaşmalarının tümünün tek bir yasa maddesi ile ortadan kaldırılacağı”nı söyleyerek bu isteğe cevap verdiğini belirmek gerekir. Syriza toplumsal muhalefetin “şikayet kutusu” olurken, sadece halk içinde değil “sol” güçlerin etkilediği taban içinde de mevziler kazandı.
Aynı süreçte, Syriza’nın AB, IMF ve Troyka politikaları karşıtlığı ve “sol bir hükümet alternatifi” için ısrarla gündeme getirdiği ittifak önerileri, başta Yunanistan Komünist Partisi (KKE) olmak üzere, kendilerine “radikal sol” diyen yeni sol hareket (NAR) ve ANDARSİA ittifakı ve diğer çevreler tarafından reformist bir hareket olduğu gerekçesiyle reddedildi. Gerek ANDARSİA ve gerekse KKE, Syriza’yı, “radikal sol hareketi” “reformist bir çizgiye çekme girişimlerinde bulunmak”la suçladı.
Sosyal güvenlikten özelleştirmelere, toplu sözleşmelerin gaspedilmesinden yeni iş yasalarına, işten atmalardan sağlık ve eğitim haklarının gaspedilmesine, iş sürelerinin uzatılmasından ücretlerin düşürülmesine kadar doğrudan yaşamını olumsuz etkileyen sorunla karşı karşıya kalan halk, Troyka ve kriz politikalarına karşı çıkan Syriza’yı bir cephe olarak değerlendirdi. Syriza’nın hükümet olması, hem ülke içinde hem de uluslararası planda destekler buldu. Syriza, 1990’lı yıllardan sonra kapitalist kriz sürecinde emperyalist-kapitalist sistemin halklara ve emekçilere dayattığı hak gasplarına ve azgın sömürüye karşı oluşan muhalefetin maddi bir örgütlenmesi ve sonucu olarak değerlendirildi. Sınıf hareketinin zayıflıkları ve zaaflarının yol açtığı boşluk içinde Syriza’ya sahip olmadığı misyonlar yüklendi. AB’nin, tekelci sermayenin birliği olarak yeniden yapılandırılmasına yönelik olarak gündeme getirdiği saldırıların tüm Avrupa’da  emekçiler içinde tepkiler yaratması  ve Syriza’nın bu süreç içinde  zafer kazanması, kuşkusuz halkların ve emekçilerin muhalefeti ve mücadelesi açısından bakıldığında, hareketi canlandıracak, tepkileri güçlendirecek ve halk hareketini daha ileri mevzilere taşıyacak bir içeriğe sahiptir. Avrupa’da ve dünyanın birçok yerinde Syriza Hükümeti’ne sunulan destek, ezilenlerin tepkilerinin Syriza nezdinde dile getirildiğini göstermektedir.
Ancak Syriza Hükümeti’ni “sosyalistlerin zaferi” olarak görmek ve “devrimin bir adım öncesi” türünden abartılı değerlendirmelere konu etmek, reformlar ve asıl olarak reformizmi gözde fazla büyütmek, sınıf mücadelesi ve işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş öğretisi ve mücadelesini bulandırmak demektir. Özellikle küçük burjuva sosyalizmi ve burjuva ideolojik akımların her sınıfsal kavrama “reellikler” yüklediği, sosyalizm karşıtlığı ve bu yöndeki propagandalarının sistematik olarak işlendiği bir süreçte!
Hiç kuşku yok ki, Syriza, AB ve Avro Bölgesi’nden çıkmayı, bankaların kamulaştırılarak halkın denetimine verilmesini, kriz anlaşmalarının tümünün iptal edilmesini ve borçların tanınmayarak ödenmesinin durdurulmasını programına almış olsaydı Yunan halkının taleplerine gerçekten sahip çıkmış olacaktı. Böylelikle, aynı zamanda sosyal demokrat bir çizgiden çıkacak, devrimci bir halk hükümeti karekteri kazanacaktı. Syriza’nın bazı iyileştirmelere yöneleceği ve halkın bazı taleplerini karşılayacağını söylemek bir yanılgı olmaz. Ancak halkçı politikalardan yana bir tutum almasının onu işçi sınıfı ve ezilenlerin partisi yapmayacağı da kuşkusuzdur.
Bu bağlamda Syriza’ya yeniden dönecek olursak… Herşeyden önce Syriza, 2012 yılında yayınlanan ve  bir propaganda bildirisi karekteri taşımaktan öteye gitmeyen birkaç sayfalık praorram ve söylemleri ile eklektik, pragmatist, reformist bir çizgiye sahiptir. Onun üzerinde Troçkist ve reformist hareketin oluşturduğu bir ittifak olarak, esas söylemini “devletin yeniden yapılandırılması” üzerine oturtmakta ve kapitalist ekonomide iyileştirmeler yaparak sömürü ve haksızlıkların ortadan kaldırılacağını savunmaktadır.
“Sol düşüncelerin toplum içinde egemen olması için yeni temellere ve kriterlere dayalı bir başka prototip üretim ve gelir dağılımı üzerinde çalışmak zorunluluğu ve göreviyle karşı karşıya olduğumuzu görmeliyiz. Toplum, devlet ve özel mülkiyet arasındaki, ayrıca toplum ve pazar arasındaki ilişkileri yeniden düzenleyen yeni bir anlayış üzerinde çalışmanın borç olduğunu bilmeliyiz. Devletleştirmeyi bir tedavi aracı olarak gören ve devleti kamunun tek temsilcisi olarak ilan eden değil; ancak devletle modernleşmeyi, bütünlüklü planlarla buluşturmayı hedefleyen, diğer yandan  moderleşmeyi teknoloji ile ilişkilendirerek değerlerin ve yaşam için temel olan maddelerin  ticarileştirilmesine karşı çıkan, ekonomiyi ve tüm toplumu yeniden yapılandıran bir anlayış.”*
Syriza’nın nasıl bir toplum ve ne tür bir “sosyalizm” istediği ortada. Birçok açıklamada sosyalizmden bahseden ve krizi kapitalist ekonominin bir sonucu olarak gören Syriza, bir yandan da kapitalist toplumu daha insani bir toplum yapmayı programına alıyor ve yeni bir kapitalist toplumdan bahsediyor. “Demokrasinin, toplumsal ve kişisel hakların korunması, devletin ve yasaların yeniden yapılandırılması hedeflerimiz arasındadır.”
İyi bir yürütme ve bazı iyileştirmelerle sömürü sistemine de son veriliyor Syriza programında; “Toplum, devlet ve özel mülkiyeti” biraz Adam Smith, biraz Keynes ve biraz da Marx’ tan ödünç alarak, birleştiriyor ve yeni bir toplum kuruyor, Syriza. Tabii Troçkizm de unutulmamış programda: “Biz halkların Avrupa sını savunuyoruz. Tek bir ülkede sosyalizmin başarıya ulaşmayacağını söylüyor ve tüm Avrupayı kapsayan bir hareketin geliştirilmesinin önemini vurguluyoruz.”** Syriza bir çok siyasi yapıyı bir araya getirirken denge sağlamaya çalışmış ve ortaya eklektik, sağcı, ve anti komünist bir çizgiler koalisyonu çıkmış. 
Çipras, Syriza programını açıklarken, “stratejik program hedefimiz 21.yy.ın  demokrasi ve sosyalizmini Yunanistan’da, Avrupa’da ve tüm dünyada kurmaktır” açıklamasını yapıyor. Ve ekliyor: “Syriza 20.yy.’da sosyalizmin kurulması girişimlerini başarısızlığa uğratan çıkmaz pratiklerden gerekli dersleri çıkarmıştır. Biz her alanda bu çıkmazlara yol açan bir yol izlemeyeceğimizi ve yapılan yanlışlıkları düzelteceğimizi söylüyoruz. Özgür, demokratik bir sosyalizm hedefiyle hareket ediyoruz.” Kuşlusuz daha bunun gibi çok sayıda alıntılar yapılabilir, ama Çipras’ın komünist olmadığını, hükümetinin ise sosyalizmi kurmak için gelmediğini kanıtlamak gibi bir çabaya  gerek yok. Syriza nın da böyle bir iddiası yok zaten. Çipras Hükümeti’ne olmadık misyonlar yükleyenlerin oturup düşünmesi gerekir.
Yukarıdaki paragraflarda üzerinde durulduğu gibi, Çipras Hükümeti şu ana kadar Yunan halkının ve emekçilerinin birçok sorununa sahip çıkan bir tutumla AB ve IMF ile pazarlıkta ısrar etmektedir.  Hükümetin tutumunu AB karşıtı bir tutum olarak değil, izlenen kriz politikalarına karşı bir tutum olarak değerlendirmek gerekir. Programın “Avrupa” bölümünde AB üyeliği için söylenenler şunlar: “Yunanistan toplumu elbetteki tecrit bir toplum değildir. Uluslararası  örgütler ve bölgesel örgütler içinde yer almaktadır. AB üyesidir, Balkanlar’da ve Akdeniz’de yeralan ülkelerle ve Arap ülkeleri ile ilişkileri vardır. Rusya ve Latin Amerika ülkeleri ile de ilişkileri gelişmektedir.”  Syriza, kuruluşunda bugüne AB üyeliğini savunmakta ve “halkların Avrupası”ndan bahsetmektedir. Tüm seçim süreçleri boyunca “AB hepimizin içinde yer aldığı bir ailedir” açıklamasını yapmış ve her fırsatta AB’yi “demokrasi ve özgürlüklerin güvencesi” olarak değerlendirmiştir. Programında Avrupa’nın yeniden yapılandırılması yer almakta, askeri planda ise “NATO’suz Avrupa”dan söz edilmektedir.
2012 yılında, AB ve IMF’nin Troyka politikalarını uygulayacak “ulusal uzlaşma hükümeti” şartından sonra gündeme gelen erken seçimlerde, PASOK ve Yeni Demokrasi Partileri geçmiş yıllarda aldıkları oy oranının %50 altına düşseler de hükümet kuracak sayıya ulaştılar. 2012’den 2015 yılına kadar izlenen ekonomik baskı politikaları halkın muhalefetiyle karşılaştı; işçi ve emekçilerin tepkisi bütün bu yıllar boyunca grevlere, direnişlere, gösterilere dönüştü. 50’nin üzerinde 24  ya da 48 saatlik genel grev yapıldı. Metal işkolunda olduğu gibi, aylar süren sektör grevleri, kamu emekçilerinin, serbest meslek sahiplerinin, köylülerin grev ve direnişleri gündeme geldi. Eğitim emekçilerinin grevleri aylarca  sürdü ve öğrenci grevleri yapılan yasa değişikliklerinin uygulanmasına engel oldu. Halkın tepkileri nedeniyle ulusal bayramlar iptal edildi, koalisyon partilerine bağlı milletvekilleri halkın içine çıkamadı. Yüz binlerin katıldığı grev ve direnişler hükümeti tehdit eder boyutara ulaştıkça devreye mahkemeler girdi ve birçok grev İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki süreçten kalma “seferberlik” yasalarıyla iptal edildi. Halk yoksulluk ve işsizliğin kucağına itilir ve AB, IMF ve uluslararası sermaye kuruluşlarının barbarlığına terkedilirken, koalisyon hükümeti yeni anlaşmaların altına imza atmaya devam etti. İşte Syriza tüm bu süreç boyunca “ülke ve ulusun çıkarları” için uygulanan kriz politikalarına cepheden tutum aldı ve her direniş, grev ve başkaldırının yanında yer aldı. Syriza milletvekilleri her direnişe koştu, grevlere sahip çıktı ve geçirilen her yasa maddesi karşısında halkın taleplerini Meclis’e taşıdı. Koalisyon partilerine ve Troyka politikalarına alternatif olarak ortaya çıkan partilerin çoğu Troyka anlaşmalarının altına imza atmış, koalisyona destek vermiş partilerdi. Kısacası halkın nezdinde sicilleri temiz değildi ve Troyka politikalarına cepheden karşı çıkmıyorlardı. Cepheden karşı çıkanlar KKE ve sol parti ve örgütlerin bir ittifakı olan ANDARSİA’ydı. KKE kurtuluşu sosyalizmde görüyor, ANDARSİA ise AB ve Avro’dan  çıkmayı programına koymayan tüm güçleri “sistem içi” reformist güçler olarak tanımlıyor ve buna uygun bir ittifaklar politikası izliyordu.
Syriza ise, tüm bu süreç boyunca Troyka politikalarının alternatifsiz olmadığını söylüyor ve krizin etkilediği geniş kitleleri kucaklayan acil taleplere sahip çıkarak, bu doğrultuda birlik çağrıları yapıyordu. 2010 yılından sonra krizin tüm yüklerini omuzunda taşıyan Yunan halkının geleneksel politik tercihleri ve talepleri değişmiş ve kitleler yeni arayışlara yönelmişti. Troyka anlaşmalarını bir tek yasa maddesi ile ortadan kaldıracağını, borçların büyük bölümünün ödemelerini durduracaklarını, yeniden pazarlık masasına oturacaklarını, devleti ve halkı soyan sermaye kesimlerinden yüksek vergiler alınacağını, halkı daha da yoksullaştıran vergilerin ortadan kaldırılacağını, çalışma yasalarını değiştiren yasaların iptal edileceğini, toplu sözleşmelerin yeniden yasal güvence altına alınacağını, asgari ücretin eski seviyeye çıkarılacağını, işsizlere iki yıl boyunca işsizlik parası verileceğini, 300.000 aileye ücretsiz elektrik sağlanacağını, yılda iki kez verilen ve iki aylık ücrete denk düşen primlerin yeniden verileceğini, dargelirli olup da sigortası olmayanlara ücretsiz sağlık hizmetleri sunulacağını, limanların enerji kurumlarının vb. yeniden kamulaştırılacağını, ülkeyi Troyka’ya teslim edenlerden hesap sorulacağını söylüyor ve bu doğrultuda ittifak çağrıları yapıyordu. Diğer yandan Troyka partileri ve destekleyenleri ile hiçbir alanda birlikte olamayacaklarını söylüyor, “Troyka mı Syriza mı?”, “boyun eğmek mi yoksa pazarlık etmek mi?”, “sömürü ve baskıların devamı mı yoksa kalkınma politikaları mı?” diye soruyordu. Yunan halkının borç alarak borçlarını ödeyemeyeceğini ve gerçek ekonominin ancak yatırımlarla büyüyeceğini ve krizin ancak gerçek ekonominin büyümesi ile atlatılacağını söylüyordu.  Syriza’nın temel propagandasını Troyka anlaşmalarının iptali oluşturuyordu. Aleksis Çipras, geçtiğimiz 2014 Eylül ayında Selanik Fuarı’nda yaptığı konuşmada tüm bu talepleri yinelemiş ve partisinin hükümet olmaya hazır olduğunu söylemişti.
Syriza, hükümete gelir gelmez, başbakan Çipras’ın ağzından, artık Troyka’nın ve kriz politikalarının son bulduğunu açıkladı. Syriza’nın yarattığı umut ve “alternatif” söylemler sadece Yunanistan’da değil tüm Avrupa ülkelerinde sempati yarattı ve destek kazandı. Ekonomi Bakanı Yanis Varufakis, Troyka’nın, borç alan ülkeleri, dozunu almadan yaşayamayan uyuşturucu bağımlısına dönüştürdüğünü söyledi.
AB ve IMF’nin yoksulluk ve işşsizlik getiren reçetelerine karşı tutum alan Çipras ve Hükümeti, sadece karşı duruşlarıyla değil, giyim-kuşamlarından dini töreni reddetmelerine kadar ilgi ve sempati odağı oldular. Bütün bunlara sembolik anlamlar yüklendi ve Syriza’nın diğer sistem partilerinden farklılığı olarak değerlendirildi. Kitlelerin, kendi hareketinin doğurduğu, kendi mücadelesinin bir sonucu olarak gördüğü ve umut bağladığı politikacılara ya da örgütlenmelere sahip çıkarken, onlara kendi özelliklerini yüklemesi, en azından kendisiyle bütünleştirmeye çalışması doğal bir tepkidir. Sorun, Syriza’nın söylemlerinde ne kadar ısrarcı olacağı ve taleplerine sahip çıkıp bu talepleri seslendirerek hükümet olduğu halkın çıkarlarını savunup savunmayacağı, savunduğunda egemen güçlere karşı sağlam ve kararlı bir tutum sergileyip sergilemeyeceğidir.
Syriza’nın hükümet olmasının hemen ardından, tüm AB, IMF ve uluslararası sermaye merkezleri duvarlarında gedik açtırmayacakları mesajını verdiler. Almanya’nın başını çektiği odak ve Avrogrup Syriza’nın politikalarını ve programını hedefe koyan tehditler yağdırdı ve her fırsatta Yunanistan’ı Avro Bölgesi’nden çıkarma tehditlerini yineledi. AB ve IMF’yi asıl ilgilendiren, Yunanistan’ın borçlarının silinemeyecek oranda olması ya da Syrize tarafından seslendirilen taleplerin karşılanamayacak talepler olması değil. Asıl olan, halkın taleplerinin karşılanması tutumunun emperyalist ekonomi politikalarına ve tekelci stratejilere çomak sokmasıdır. Dolayısıyla sorun, Yunan Hükümeti ile AB arasında bir sorun olmaktan çıkmakta ve tüm Avrupa halklarını ilgilendiren bir karekter kazanmaktadır. Bu noktadan sonra, artık belirleyici olan, halkların, işçi ve emekçilerin bu savaşa nasıl girecekleri, güçlerini nasıl mevzilendirecekleri, yeni takviyelerle tehdit unsuru durumuna gelip gelemeyecekleri ile ilgilidir. Alman ekonomi dergisi Handelsblatt “Yunan Devrimi” başlığıyla çıkan yorumunda şu görüşleri dile getirmektedir: “Yunan halkının isyanı tüm Avrupa’ya yayılabilir. Çipras devrime başladı. Şimdilik küçük bir dere akıntısı görünümünde. Fakat tüm Avrupa genelini kapsayan bir harekete dönüşebilir. Yunanistan’ın yeni başbakanı borçların silinmesini ve ekonomik baskı politikalarının son bulmasını istiyor. Yunanistan, Brüksel’in teknokratları ile nasıl ‘hesaplaşılacağı’ konusunda yol gösteriyor. Atina’nın bu tutumu emsal oluşturabilir.” Der Spiegel ise, “Çipras Avrupa’nın kabusu oldu” başlığı atarak, bu “bulaşıcı hastalığa” dikkat çekti.
Syriza Hükümeti’nin ciddi bir oy oranıyla ve nasıl bir programla hükümete geldiği biliniyor. Troyka politikalarına karşı pazarlık etmeleri ve birçok ugulamaya “hayır” demeleri Avrupa halklarını sokaklara çıkarmış ve Yunanistan’da kamuoyu araştırmalarının gösterdiği gibi halkın %80’inin desteğini kazanmıştır. Tepkilerin boyutları ve AB ülkelerindeki gelişmeler ve Yunan seçimlerinin  verdiği mesaj tekelci merkezlerde korku ve paniğe yol açabilecek gelişmelerin unsurları olarak görülmektedir. AB ve IMF’nin, duyduğu korkular nedeniyle, korkular yayarak, sürecin önüne geçme taktiği izlediğini belitmek gerekir.
Ancak şimdiye kadar yapılan pazarlık sonuçları, hükümete yönelik tehditler ve “sıcak para” akışının durdurulacağına ilişkin yaptırım duyuruları vb., Yunanistan Hükümeti’ni sanılandan daha önce bir yol ayrımına getirdi. AB ve IMF, tehdit ve yaptırımlarlarla, “politikalarımıza karşı çıkanların kaderi budur” içeriği taşıyan bir ders vermek konusunda kararlı görünüyor. Sorun, Yunan Hükümeti’nin bu yol ayrımında yapacağı seçimin hangi doğrultuda olacağıdır. Hükümet’in elindeki en önemli koz, Avrupa halklarının sokaklara dökülen tepkisi ve Yunan halkının bu saldırılara karşı hükümete sunduğu güçlü destektir. Yunan halkının, işçi ve emekçilerinin sömürü ve boyunduruklara karşı onurlu bir seçim yapacağında şüphe yoktur. Bir süreden beridir hükümet güçleri içinde ve değişik platformlarda dillendirilen referandum seçeneğinin yanında halkın sokaklara çağrılarak tehdit ve yaptırımlara karşı bir cephe altında birleştirilmesi, hükümetin safını belirlemede belirleyici bir tutum olacaktı. Ancak hükümetin böyle bir tutum içine girmeyeceği ve uzlaşma yolunu tercih ettiği ortaya çıktı. Çipras ve Hükümeti’nin daha başından itibaren uzlaşma konusunda ısrarcı davranması, kuşkusuz, AB konusundaki parti politikalarının bir sonucudur.
Yunan Hükümeti, AB ve IMF ile girilen pazarlık sürecinde, Şubat’ın son haftasına girilirken, temel taleplerde geri adım atmış bulunuyor. Ödenebilirliği olmayan borçların silinmesi artık dile getirilmiyor. Troyka anlaşmalarının ve uygulama yasalarının tek bir yasa maddesi ile ortadan kaldırılacağı söylemi ise artık gündemde değil. AB ve IMF ile yapılan pazarlıkların çıkmaza girdiği söylenen günlerde, Hükümet, AB Komisyonu’na ve Avrogrup’a yeni bir anlaşma taslağı gönderdi. Taslakta, borç anlaşmasının süresinin uzatılması talebi gündeme getiriliyor ve hükümetin tutumuna değiniliyor. “Yunan Hükümeti borçlularına ekonomik yükümlülüklerini ve borç anlaşmasını tanıdığını ve birlik üyeleri ile yaşanan teknik sorunların giderilmesi için işbirliğine hazır olduğunu belirtir.” Ayrıca, borçlar konusunda halkın “tek taraflı”taleplerinin bilinmesine karşın, Hükümet, “tek taraflı kararlar almayacağını” taahüt ediyor. Bu, Troyka’nın izni olmadan hiçbir anlaşma maddesinin geçersiz kılınamayacağını belirtiyor ve seçim açıklamaları içinde yer alan vaatlerin Troyka’nın izni olmadan hayata geçirilmeyeceğine dair güvence anlamına geliyor. Yazı kaleme alındığında, AB ve Avrogrup yetkilileri anlaşma sağlandığını, Yunanistan’ın bir önceki hükümetin imzaladığı kararlara uyacağını açıklıyor; karşılığında ise, Troyka’nın yeni tasarruf reçetelerini gündeme getirmeyeceğini vurguluyorlardı.
Oysa Çipras, daha seçim gecesinde, Troyka ve anlaşmalarının tarihte kaldığını duyurmuştu, Yunan halkına. Bütçe üzerinde görüşmelerin yapıldığı Meclis oturumunda, Çipras, hükümetin öncelikle çözeceği sorunlar üzerinde durmuştu: Troyka’nın istekleri doğrultusunda işten atılan okul hizmet emekçilerinin, Maliye Bakanlığı’nda çalışan temizlik emekçilerinin, üniversite ve meslek yüksek olkullarında görevli eğitim emekçilerinin yeniden işe dönmesi, yoksulluk sınırında yaşayanlara elektrik, gıda vb. sosyal yardımlarda bulunulması, 12000 Avro’ya kadar olan yıllık gelirin vergiden muaf tutulması, gayrımenkuller için getirilen ve ENFİA adı verilen vergilerin iptal edilmesi, 2016 yılına kadar kademeli olarak asgari ücretin 425 Avro’dan 751 Avro’ya çıkarılması, 700 Avro altında maaş alan emeklilere 13. maaş olarak bilinen primlerin verilmesi, ödenmeyen borçlar nedeniyle gayrımenkullere bankalar tarafından el konmasının yasaklanması, toplu sözleşme hakkının yasal güvence altına alınması, toplu işten çıkarmaların yasaklanması, üniversite özerkliğinin geri getirilmesi ve vergi kaçakçılığına yönelik yasal düzenlemeler yapılması.  Bunların yanında, milletvekillerinin, bakanların vb. tasarruf yapmasını içeren ve daha çok kitlelerle iletişim kurmaya yönelik bir dizi tasarruf önlemleri saymıştı. Syriza’nın AB ile Troyka anlaşmalarının devamı doğrultusunda yapacağı bir anlaşma, yukarda açıklananların tümüne yakın bir bölümünün askıya alınacağı anlamına geliyor.
Syriza, kitleler içinde örgütlü bir yapıya ve sağlam örgütlere sahip, kitle ilişkileri güçlü bir parti değil; ama oluşan konjonktürel durum, halkın güçlü desteğini harekete geçirme ve maddi bir güce donüştürme konusunda tüm olanakların uygun olduğunu göstermektedir. Ayrıca uluslararası planda gerekli desteklerin sağlanabileceğine ve AB cephesinde çatlaklar yaratılabileceğine dair belirtilerin güçlü olduğu bilinirken, halk içinde hükümete verilen desteğin %72’den %80’e yükselmesi, sendikalar, kitle örgütleri, partiler, aydınlar arasında geniş destek edilmesi ve basının taraf durumuna gelmesi, hükümete sunulan ciddi bir vekalet olarak değerlendirilebilirdi, değerlendirilmeliydi. Tabii bütün bunlar, AB ile köprülerin atılması anlamına gelecekti ve Syriza seçim sürecinde bile böyle bir seçeneğe yönelmeyeceğini defalarca ortaya koymuştu.
Syriza içinde farklı görüş ve eğilimlerin olduğu biliniyor. Öncelikle parti içindeki “sağ” ve “sol” kanatlar arasında daha ilk günlerde farklı tutumlar ortaya çıktı. Başını, şu anda Üretim, Enerji, Çevre bakanı olan Panayotis Lafazanis’in çektiği “sol kanat”, ısrarla Troyka anlaşmalarının iptal edileceği yönünde açıklamalar yapmaya devam ediyor. 20 Şubat’ta Avrogrup toplantısı yapılırken ve anlaşma sağlandığı haberleri gelirken, gene “sol kanat”tan Çalışma Bakanı Dimitris Stratulis, basına yönelik açıklamasında Syriza’nın verdiği tüm sözleri tutacağını söylüyor, hükümetin resmi tutumuna ters düşen bir açıklama yapıyordu. Troyka ile olası bir anlaşmadan sonra Syriza içinde ciddi sorunların çıkacağı ve Çipras’ın dengeyi sağlamada zorlanacağı kanısı yaygın. Syriza, sömürülen yığınlara örgütlü olarak dayanma konusunda sorunları olduğu ve ana muhalefet partisi olmasından sonra, bazı bölgelerde parti örgütleri kurmaya başladığı biliniyor. Eklektik ve bileşenlerinin tümünü ifade etmeyen program ve politikalar nedeniyle hemen hiçbir konuda tam bir görüş birliğinin sağlanamadığını da belirtmek gerekir. Seçim sürecinde AB ve Avro bölgesi’nden çıkma tutumunu değişik platformlarda dile getiren “sol kanat”ın lider kadrosu daha çok KKE kökenli olanlar. Parti içinde, %35’lik bir güce sahip oldukları söyleniyor.
Parti içinde, yönetici organlar dışında, işleyen bir hiyerarşi de yok. İttifak güçlerinden oluşan bir parti merkezi ve kendi günlük faaliyetlerini örgütleyen ittifak üyeleri… Genel söylemlerin hakim olduğu, ittifak güçleri dışında liberal ve küçük burjuva aydın unsurlarla, KKE geleneğinden kopmuş kişilerin içinde yer aldığı bir “çatı partisi” olan Syriza’nın, 2012 yılına kadar birçok parti yöneticisi PASOK’a gitmiş ve hatta PASOK ile ittifak kurulmasından yana olanlar Parti’nin yönelimi bakımından ciddi bir tehdit durumuna gelmişlerdi. Bu kanat içinde yer alanların birçoğu daha sonra Troyka hükümetinin atadığı “teknokratlar hükümeti”ni destekleyen, 2012 seçimlerinden sonra ise koalisyon hükümeti içinde yer alan Fotis Kuvelis’in Demokratik Sol Partisi’nin kurucuları oldular.  Syriza’nın kitleler içinde güç kazanmaya başlaması ve ardından ana muhalefet partisi konumuna gelmesinden sonra, PASOK, Demokratik Sol Parti, sağ partiler içinde yer almış birçok kişi, burjuva liberal aydın ve “her dönemin adamı” konumundaki unsurlar kapağı Syriza’ya attı. Dolayısıyla Syriza içinde bir program ve politika birliği sağlanması oldukça güç. Bu yapısıyla “örgüt”, bir ittifakın çatı partisinden çok hizipler federasyonuna benziyor.

KKE VE DİĞER SOLUN TUTUMU…
Yunan halkı, işçi ve emekçilerinin uygulanan yıkım politikalarına karşı sokaklara taşan mücadelesi ve talepleri kuşkusuz Troyka politikaları karşıtı bir cephe altında birleştirilebilir ve halk hareketini daha ileri mevzilere taşıyan mücadele olanakları yaratılabilirdi. Syriza’nın Troyka politikalarının ve tüm uygulama yasalarının ortadan kaldırılmasını programına alması, KKE ve diğer sol parti ve örgütler tarafından somut talepler etrafında bir birlik olanağına dönüştürülebilirdi. Ancak bu olanak, sol sekter tutumlar nedeniyle değerlendirilemedi. KKE, Syriza’yı Yeni Demokrasi ve PASOK’la aynılaştırarak, geniş kitleleri AB ve IMF politikalarına karşı bir araya getirebilecek bir ittifakı dayatma yerine, alternatif olarak sosyalizmi göstermekle yetindi. “Halk direksiyonun başına geçerek gerçek kurtuluş için karşı saldırıya geçmeli, AB ve NATO’dan çıkmayı hedefleyen bir mücadeleye girmelidir. Gerçek kurtuluşu sağlayan ve inşası mümkün olan sosyalizme yönelmelidir.”*
Bu programatik yaklaşım genel Marksist teori açısından tartışılmayacak kadar doğrudur. Ancak bugünkü somut durumda bu genelin ileri sürülmekle yetinilmesi ve uzak hedeflere ulaşılmasının acil talepler uğruna mücadeleyle birleştirilmeden ele alınması, kronik hastalığa yakalanan birine sosyalizmle kurtulacağını salık vermeye benziyor. KKE, bütün yazılarında “tekellerin kamulaştırılmasını” gündemine almakta ve üretim araçlarının kamulaştırıldığı “işçi-halk iktidarını” hedefleyen bir mücadelenin tek yol olduğunu söylemektedir. KKE, son kongre kararlarında da üzerinde durduğu gibi, Yunanistan’ın emperyalist bir ülke olduğunu ve “emperyalist piramidin ortalarında” yer aldığını savunuyor. Bu saptamadan çıkardığı sonuçla üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve sosyalizmin inşası dışında bir laf edilmesini kabul etmiyor ve sosyalizme işçi sınıfı ve emekçilerin “borçlar” vb. konulara ilişkin acil taleplerinin “kaldıraçlığı” olmadan, bu konularda nötr kalınarak ulaşılabileceği gibi savunulabilir olmayan bir mevziye giriyor. “Syriza’nın hükümet programı AB ve tekellerin çıkarlarına göre kesilip biçilmiştir. Yoksa Syriza üretim araçlarının toplumsallaştırılmasını söyledi de biz mi duymadık?”* diyen KKE, Syriza’nın ittifak yapma önerilerini hiçbir zaman gündemine almamış, hatta görüşmeyi bile kabul etmemiştir.** Syriza’nın vaatlerini “serçelere yem” atmak olarak değerlendiren KKE, “Halkın 25 Ocak’ta yapması gereken ne Yeni Demokrasi’ye ne de yenilerini giymiş eski Syriza’ya oy vermemektir.” diyordu.
Seçim sonuçlarına ilişkin yaptığı değerlendirmede, oylarının %4.5 ten %5.5’e çıkmasını başarı ve “güçlerin toparlanmasına yönelik gelişme” olarak değerlendiren KKE, uzun süreden beridir gündemine aldığı “halk ittifakı”ndan sadece kendine bağlı güçlerin ittifakını anlıyor. Son yıllarda kendi düzenlemediği işçi ve halk gösterilerinin bir tanesine bile katılmamış, ayrı gösteriler yapmayı tecih etmiştir. Bu tutum, orta öğrenim gençlerinin kitlesel eylemlerine kadar uygulanmıştır. Konfederasyonların uzlaşmacı ve reformist olması bu tutuma gerekçe yapılmakta ve genel halk direniş ve tepkileri, sermayenin KKE’yi ve sınıf hareketini zayıflatma taktiği olarak görülmektedir. Oysa, halk hareketi ve tepkilerinin ortaya çıkardığı yeni mücadele araç ve olanaklarının hareketi ileriye götürmede kullanılmasında hiçbir tereddüt gösterilmemesi gerekir.   Syriza Hükümeti’ne yapılan destek gösterileri için, KKE Merkez Komitesi Merkezi Yayın Organı RİZOSPASTİS’te, 12.02.2015 tarihinde çıkan yazıda şu görüşler dile getirilmektedir: “Hükümet’e destek gösterileri bir ara gündeme gelen ve sermaye tarafından örgütlenmemiş olsa bile işçi emekçi hareketine karşı kullanılan ‘meydan gösterilerine’ benziyor.”
İtifak politikalarını “ittifak edilecek-edilmeyecek örgütler” seçimine/ikilemine indirgeyen ve geniş toplumsal kesimlerin acil sorunları etrafında birliği ve bu birliği güçlendirecek güçbirlikleri/ittifakların savunulması tutumundan çıkaran sol örgütler, ülkedeki genel duruma denk düşen bir alternatif oluşturma doğrultusunda ciddi adımlar atamadılar. Soyut devrim sloganları ileri sürmekle yetinen, “üretim araçlarının toplumsallaştırılması dışında” bir alternatif olmadığını söyleyen KKE ve diğer sol örgütler ancak politize olmuş ve zaten sistemle kopmuş olan kesimler dışında geniş kitleleri bir araya getiremediler. Toplumsal sınıf ve katmanları bir araya getirecek olan acil talepler uğruna mücadeleyle sosyalizm mücadelesinin birleştirilmesi yerine soyut sloganların atılması kitleleri yakınlaştıran değil uzaklaştıran bir rol oynadı. Seçimlerde hem KK’ nin hem de diğer sol örgütlerin tabanından Syriza’ya doğru bir kayma olduğu hiç kimse tarafından reddedilmiyor.

Sağ popülizm, AKP’nin söylemi ve emekçilerin müdahalesi

Tarihin her döneminde egemen sınıf, kendi çıkarlarını –ve ifadesi olan düşüncelerini– toplumun tüm kesimlerinin çıkarları –ve onların ifadesi– olarak gösterme ihtiyacı duymuş; düşüncelerinin hakimiyeti için çok çeşitli araç ve yöntemlere baş vurmuştur. Kendisinden önceki egemen sınıfın yerini alan her yeni egemen sınıf, “amaçlarına ulaşabilmek için kendi çıkarlarını, toplumun tüm üyelerinin ortak çıkarları gibi göstermek ya da ideal biçimde ifade edecek olursak, düşüncelerine tümellik kazandırmak ve onları tümel olarak geçerli yegâne rasyonel düşünceler olarak sunmak zorundadır. ..”  Kendi egemenliğini, geniş bir sosyal temel üzerinden tesis etme gereksinimi, egemen olanı, çıkarlarını tüm öteki kesimlerden insanların çıkarları olarak göstermeye yöneltir. Burjuva devrimi döneminde, burjuvazinin özgürlük, eşitlik, kardeşlik şiarıyla tüm ezilenlere seslenmesi –ve işçiler dâhil bu kesimlerden destek görmesi, bilinen örneklerden biridir.
Şimdi şu soru mümkündür: AKP ve Erdoğan iktidarı, yeni bir sınıfın siyasal hakimiyetini mi ifade ediyor? Bu hükümet, kapitalist burjuvazinin zaten hâkim olduğu ve siyasal iktidarını sürdürdüğü bir sistemde, belli bir dönemde ve konjonktürde devlet yönetimine gelmiş olmaktan başka ne farklılıklar gösteriyor?
Yanıt ne gizemli ne de kolayca verilebilecek kadar ‘sade’dir! Türkiye, süreç içindeki gelişmeler ve değişmelere bağlı ‘nöbet değişimi’ ile burjuva partilerinin oluşturdukları hükümetler eliyle (tek parti ya da partiler koalisyonu halinde), 90 yılı aşkın süredir sermayenin çıkarları yönünden yönetiliyor. Kapitalizmin ve burjuvazinin bu dönem boyunca gelişmesi, etkinliği ve hakimiyeti güç kazanmış, sistemleşmiş ve deyim yerinde ise oturmuştur. AKP ve hükümeti de öncekiler gibi, bu düzeni, bu üretim ilişkilerini ve üretim sistemini temsil etmekte, savunmakta ve sürdürmektedir. Bu bakımdan esasa ilişkin temel farklılıklardan söz etmek mümkün değildir. Ne var ki kapitalizm sadece farklı sınıflar arası çelişkilerle değil burjuvazinin kendi iç çelişkileriyle de maluldür. Temel çelişkisi proletarya-burjuvazi arasındaki sınıf karşıtlığından kaynaklanıyor olmakla birlikte, bu sistemde bütün toplumsal kesimler ve sınıfların kendi içlerinde de çelişkili –ve bazen çatışmalara dek varan– ilişkisellik; çelişkili bir ‘birlik’ vardır. Kapitalist pazarda her kapitalist ve her işçi ötekinin rakibidir. Üretim sürecinde tuttukları yer ve yerine getirdikleri işlev onların her birini kendi sınıfından olanlarla bir sınıf halinde birleşmeye ve hareket etmeye yöneltmesine rağmen –bu birleşme en kapsayıcı biçimlere ancak sınıf mücadelesinin gelişmesi içinde kavuştu– tek tek işletmeler ve birey olarak işçi(ler) öncelikle kendi tekil çıkarlarından hareket ederler. Burada konumuz kapitalizmin bu yönden daha etraflıca irdelenmesi olmadığından, AKP iktidarıyla gelen ‘yeni’nin esas olarak neye denk düştüğü konusuyla kendimizi sınırlayarak, ona bakalım: AKP’nin siyasal İslam ile ilişkisi ve Ortaçağcıl “değer yargıları” kavramlarıyla karışık burjuva söylemi ya da “Yeni Osmanlıcı” girişimleri ve jargonu, onun, feodal aristokrasinin ya da monarşinin temsilcisi olarak nitelenmesini haklı çıkarmaz. Kapitalizm öncesine bu dönüş, artık mümkün olmaktan çıkmıştır. Maddi koşulların ve üretim sistemlerinin değişmesine rağmen, geçmiş çağların ve eski üretim sistemlerine dair düşünce, kavram ve yargıların daha uzun süre devam ettiği bilinir. Kapitalizm öncesi toplumsal biçimlere ve onların düşünsel ifadelerine karşı burjuva devriminin, devrimci bir savaş şeklinde gelişmediği Türkiye gibi ülkelerde bu etki ve devamlılık, özlemcilerinin, iktidar organları ve kurumlarında olmalarından da güç alarak daha güçlü şekilde varlığını sürdürebilmektedir. Erdoğan ve AKP yöneticileri, geçmişin bu tür devamından güç alarak, geçmiş çağların tasavvur ve kavramlarını, günümüz kapitalizminin ihtiyaçları doğrultusunda işlevli kılan bir söylemi esas almışlardır.
Ancak yukarıda işaret edildiği üzere –Marx’ın önemle dikkat çektiği– bu politik-ideolojik pratik-tutum ve eylem-düşünceler bazında ya da düzleminde kalmaz. Erdoğan’ın kişi olarak en bariz şekilde temsilini yansıttığı “yeni burjuvazi”nin, eski hakim burjuva “klik” ile rekabeti ve çatışmasını da içermek üzere, bugünkü iktidarın, öncellerinden en önemli farklılığı –bu onu daha da tehlikeli bir sınıf düşmanı konumuna yerleştiriyor– daha gürbüz ve aç gözlü “Anadolu burjuvazisi”nin hakimiyet amaçlı saldırganlığı ile eski çağların egemen olmuş düşüncelerinin bizim toplumlarımızda hala canlı duran etkisinin, bu burjuvazi ve bu iktidar tarafından temsil ediliyor olmasındadır. Buradan hareketle, burjuvazinin din istismarcılığında sınır tanımaz kesiminin, kör-topal burjuva laisizminin de lağvı pahasına ve büyük burjuvazinin ‘daha eski ve köklü’ temsilcileriyle çıkar çatışmasını da içeren bir saldırganlığından söz edilebilir. Bir dönemler “Anadolu Kaplanları” olarak övgüye boğulan burjuvazinin bu kesiminin, devlet gücü, olanakları ve rolünün seferber edilmesiyle –ki devletin bugünkü yöneticileri de önemli oranda burjuvazinin bu kesiminin dolaysız mensuplarından oluşmaktadırlar– hakim burjuva sınıf içinde yerleştiği yer, Koç-Sabancı-Eczacıbaşı gibi eskinin büyük aile Holdinglerinin çıkarlarını bütünüyle karşıya almaksızın, ancak sınırlamayı da içerecek şekilde ve pazar payını artırmak için, daha vahşi bir yönetimi dayatmaktadır. AKP iktidarı bu vahşi kapitalist saldırganlığı temsil etmektedir.  Başlıca farklılığı budur. Aşağıda bunu daha detaylı olarak göreceğiz. Ancak, bunun için önce, burjuva gerici popülizmin Türkiye pratiğinin kısa bir şeceresine bakmamız gerekecek.

BURJUVA POPÜLİZMİNİN TÜRKİYE PRATİĞİ
Türkiye’de kitlelerin talep ve beklentilerinin burjuva sınıf çıkarları doğrultusunda yığınsal desteğe dönüştürülmesinin örnekleri arasında, bazıları ilk sıralara yerleştirilebilir: İlki, Cumhuriyet’in kuruluşunda, kurucularının öne çıkardığı, işgale karşı savaşın “kutsiyeti”; bağımsızlık, barış ve “müreffeh bir ülke olmak” idi. İşgalcilerin kovulması, savaş olmaması –“Yurtta sulh, cihanda sulh!”–; zorunlu temel ihtiyaçların karşılandığı bir gelişmişlik, kitlesel istek ve duyguya karşılık düşüyordu. Savunucuları, sadece baskı aracıyla değil, kitlelerin işgal ve savaş koşulları kaynaklı çeşitli beklentilerine yanıtlarıyla da bu desteği buldular.
İkinci örnek, uluslararası gelişmeler, Nazi Almanya’sıyla ilişkiler ve İkinci Dünya Savaşı koşullarıyla da bağı kurulabilecek ağır baskı, yoksulluk ve hak yoksunluğu karşısında, 1946’da DP’nin, temel hak ve özgürlükleri öne çıkaran, sendikal ve siyasal haklar vaat eden bir politikayla ortaya çıkması ve ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalistlerin sosyalist Sovyetler Birliği’ne karşı Batı-Doğu barikatı örerek kuşatmaya alma hedefiyle birleşen Truman Doktrini-Marshall Planı kapsamında akıttığı “yardım” ve kredilerle takviye edilmiş olarak bu partinin, halkın önemli bir kesiminin desteğini görmüş olmasıdır.
Üçüncü örnek “Benim işçim, benim köylüm!” söylemiyle ve “yollar yürümekle aşınmaz” sözlerinin yanı sıra, “dün dündür, bugün bugün!” özdeyişinin sahibi, Demirel AP’si dönemidir. Demirel, Dünya Bankası ve uluslararası tekellerin yüksek faizli borç ve kredi kaynağını kullanarak ve ülkenin emekçi kitlelerinin aşırı sömürüsüne imza atarak yol-köprü inşaatçılığını; elektrik ve su işlerini hayli yaygın bir şekilde yürüterek kitlelerin beğenisini kazanabilmişti. Morrison Süleyman, geniş köylü kitleleri için “İspartalı çoban Sülü”ydü!
Dördüncüsü, Bülent Ecevit’in 12 Mart askeri cuntası sonrasındaki hükümeti dönemidir. Liberal sol-reformist bir aydın olarak Bülent Ecevit’in, 12 Mart cuntasına tutum alması ve “sol Kemalizm” de denebilecek bir “halkçılık” programıyla ortaya çıkarak, “Toprak ekenin, su kullananın!”; “insanca hakça düzen” diyerek, toprak reformu, ABD’nin haşhaş yasağı isteminin reddi, siyasal özgürlükler vb. gibi, geniş halk kitlelerinin istem ve beklentilerine sistem içi yanıt oluşturma yönündeki politikasıyla sağladığı destektir. Bu politika, kitlesel destek yönünden –ki bunu, sosyal demokrasiyle bağından ötürü “sol”a yazanlar az olmamıştır– köylülerin toprak ve su taleplerinin yükseldiği; çeşitli kentlerde küçük üretici eylemlerinin ortaya çıktığı(tütün, patates, pamuk); sosyalizm amacına bağlanmış çeşitli sol-devrimci örgütlenmelerin antiemperyalist ve antifaşist, demokratik özlemlerle mücadele saflarına atılarak yığınsal bir güç oluşturdukları bir döneme denk düşmesi nedeniyle, nesnel bir dayanağa sahipti.
Beşincisi, çok daha farklı koşullarda, 12 Eylül cuntasının uygulamaya geçirdiği politikaların devamı olarak işbaşına gelmesine ve o politikaları (uluslararası mali sermaye kuruluşlarının dikte ettirdiği ve cunta zoruyla uygulanabilir hale gelen) sürdürmesine rağmen, ağır baskı, yasak, şiddet ve yoksunluk karşısında ortaya çıkan tepkinin “dört eğilimi temsil” ve demokratikleşme “teminatı”yla istismar edilerek Özal tarafından “absorbe edilmesi”ydi. O da “İslam kardeşliği”; “özgürlük” ve “müreffeh bir Türkiye” vaat ediyordu. “Baba Bush”un himayesinde Ortadoğu ve Kafkasya’ya açılarak “masaya oturup pastadan pay alma”ya soyunmasıyla da, bir “milli Türk bakiyesi” olan “Akdeniz’den Çin Seddine büyük Türk Dünyası” hayaliyle yanıp-tutuşan şoven-ırkçı kesimleri mest ediyordu. Kürt sorununu “çözme” beklentisi yaratarak, ülke ve bölgenin bu en önemli ve büyük sorunlarından biri bağlamında Türkiye ve Irak Kürdistan’ı Kürtlerinin desteğini talep etti, ve talebi tümüyle karşılıksız kalmadı.
Altıncısı, bu makalenin asıl konusunu oluşturan Recep T. Erdoğan’ın, 13 yıllık iktidarı döneminde yığınlarla kurduğu bağ üzerinden hala sürdürmekte olduğu ve aşağıda biraz daha ayrıntılı ele alacağımız ikiyüzlü popülist politikanın gerçekliğiyle ilişkindir.
Sağ popülizmin tüm bu temsilcileri, kitlelerin taleplerini kullanarak onlarla sağladıkları bağı, hakim konumlarını güçlendirmek için kullanırlarken; burjuvazinin sınıf çıkarlarına hizmet eden politikaları uygulamakta tereddüt etmemişlerdir.
“Kemalist burjuva devrimi”, işgalci emperyalistlere karşı kurtuluş mücadelesi olarak ve Ortaçağ karanlığına karşı tutum aldığı ölçüde ilerici bir rol oynamış; yabancı sermaye ile girdiği ilişkiler, işçi sınıfı, emekçiler ve özellikle Kürt halkına karşı politikalarıyla da burjuva gericiliğinin antidemokratik sistemini kurmuş ve hakim kılmıştır. Kitlelerin desteğine yaşamsal derecede gereksinim duyduğu ilk kuruluş döneminde, onların taleplerini –Kürtler dahil– öncelikle dikkate alır görünen ve buna uygun formülasyonlar kuran M. Kemal ve kurucu kadrosu, yönetim erkini sağlamlaştırmaya başlayınca, daha İzmir İktisat Kongresi’nden başlayarak sermayenin çıkarlarını öne almaya; emekçilerin, azınlık toplulukların ve Kürtlerin üzerinde baskıyı yoğunlaştırıp asimilasyona hız vermeye başladı.
DP, emperyalist gericiliğin yedekliğiydi. Kendisinden önceki dönemi “Tek Parti Diktatörlüğü” vaazı eleştirisiyle ve özgürlükler vaadiyle sürdürdüğü propagandasının işçi sınıfı ve emekçiler açısından anlamı, baskı, yasak ve giderek yoğunlaşan siyasal şiddet oldu. Yöneticilerinin belli başlıları büyük toprak sahibi ve kapitalist olan bu partinin Truman Doktrini ve Marshall Planı kapsamında uyguladığı politikalarının yarattığı tepki, ezilenlerin daha ileri kalkışmalarının da önünü kesmek üzere 27 Mayıs 1960 darbesini gündeme getirdi. Demirel, AP’nin başına, ABD Başkanı Johnson’la çektirdiği fotoğrafın primiyle, genç bir mühendis olarak geçmişti. Amerikan çıkarlarının kararlı bir savunucusuydu. ABD emperyalizmine karşı mücadeleden söz edenlere yanıtı, “Donumuzun lastiğine dek Amerika veriyor” olmuştu. İncirlik ve öteki Amerikan ve NATO üslerinin kaldırılmasını isteyen gençlik kitlelerini, “Üs yok tesis var!” diye sözüm ona atlatmaya çalışıyordu. Uzun yıllar boyu izlediği IMF-Dünya Bankası onaylı iktisadi politikaların yol açtığı işsizlik, yoksulluk ve sosyal kısıtlılıkların ve siyasal baskının yıldırıp tepkiyle sokağa çıkardığı işçi, emekçi ve genç kitlelerin 12 Mart askeri cuntasıyla susturulması umulduğu gibi sonuçlar doğurmamış, Balyoz harekatları kitlelerdeki dipten gelen tepkileri yok edememiş ve cunta sonrasında bu tepkilerin açık hale gelmesi, Ecevit’in “Halkın taleplerinin savunusu” iddiasıyla ortaya çıkmasını sağlamıştı. “Kıbrıs Fatihi” imajıyla şoven-Türk ulusçu kesimlerin takdirini de kazanan Ecevit’in halkçılık iddiası ve bunu inanılır kılmak için hazırlanan reformist programının büyük burjuvazi ve uluslararası tekeller tarafından ve kitle manipülasyonuna hizmet edeceği de düşünülerek, solcu –hatta komünist– ilan edilerek “kayıt altına alınması” için fazla zaman gerekmedi. Hizaya getirme operasyonları birbirini izledi ve o da ait olduğu yere; sermaye düzenine sadakat göstererek büyük sermaye ve uluslararası tekellerin yeni siyasal manevralarına boyun eğdi. Refah ve hürriyet vaatleriyle gelen Özal 24 Ocak kararlarının uygulayıcısıydı; işçi ve emekçilere karşı kapsamlı saldırılara imza attı. 1960-80 arası döneminde mücadeleyle kazanılmış sendikal-sosyal ve ekonomik haklar gasp edilirken, emekçilerin yaşamının iyileştirilmesine yönelik herhangi bir ciddi adım atılmadı. Aksine gündeme getirilen sosyal saldırılar ve özelleştirme politikalarıyla işçi ve emekçilerin üzerindeki baskı ve sömürü daha yoğun hale getirildi. Bu durum 1989 Bahar Eylemleri, Zonguldak grev, direniş ve yürüyüşleri, Ocak (91) genel eylemi gibi kitlesel tepkilerin ortaya çıkışına yol açtı ve onun ve partisi ANAP’ın “çöküş kapısı” böylece açılmış oldu. Ancak buna rağmen, ülkede güçlü toplumsal etkiye sahip İslami ideolojinin siyasal etkisini artırmak üzere uyguladığı politikaları meyve vermeye devam etti. Refah Partisi, Fazilet Partisi ve ardı sıra AKP, bu konjonktürel koşullardan yararlanarak siyasal İslamı semt semt, mahalle-mahalle, sokak-sokak örgütlemeye giriştiler. Camiler ve yardımlaşma vakıfları aracıyla sağladıkları taban desteğini harekete geçirerek kitlesel etkilerini artırmaya yöneldiler. “İslam kardeşliği” temelinde bütün sorunlar çözüm bulacak, ülke demokratikleşecek ve adil düzende herkes özgür olacaktı!
Yukarıda değinilmişti; toplumsal çözülmenin hız kazandığı, kırdan kente nüfus akışıyla birlikte kentin kıyı bölgelerine doluşan yığınların yeni sosyal-ekonomik ve siyasal-kültürel sorunlarla yüz yüze gelişi, yeni arayışlara neden olmuş; emekçiler için “nereye tutunacakları?” sorusu aciliyet kazanmıştı. Emekçilere “el uzatan” ve taleplerini dile getiren başlıca iki kesim vardı: güç destekleri önemli oranda kırımdan geçirilmiş “sol” parti ve örgütler ve cunta koşullarında da koltuklanarak mevzileri güçlendirilmiş, ardı sıra gelen yıllarda iktidar olanaklarından yararlanmış, “hayli gürbüz” bir İslamist sağ!

AKP’NİN POPÜLİST SÖYLEMİ VE PRATİĞİ
Sağ popülizmin en şaşaalı, en pervasız ve en etkili temsilcisi ise (şimdilik sonuncusu), Recep T. Erdoğan’ın başını çektiği AKP ve iktidarı oldu. AKP, burjuvazinin, toplumsal desteğini güçlendirme ve sınıfsal çıkarlarına karşıt olduğu halk kesimlerini ideolojik etki gücüyle -vaatler ve yasaklar- yanına çekme ve yedekleme amaçlı politikası ve propagandasını, dini ideolojinin toplumsal etki gücünden yararlanarak daha kapsamlı ve daha etkili yürütmesiyle, öncellerini geride bıraktı. 13 yıldır işbaşında olan bu partinin, bu süre boyunca uyguladığı politİkaların asıl karakterinin sermaye çıkarları tarafından belirlenmesine karşın, kitlelerin küçümsenemez bir bölümünün desteğini hala görüyor olması, açık olmalıdır ki, ne liderinin “karizması” ve söyleminin etki gücüyle açıklanabilir ne de salt ideolojik kuşatma malzemesinin zengin çeşitliliğiyle sınırlı bir olanaklar zincirine bağlanabilir. AKP ve lideri Erdoğan’ın kitlelerle ilişkisinin bu özelliği ya da düzeyi, partinin “doğuş koşulları”nın yanı sıra  popülist politikalarının etkisiyle de bağlıdır. Herhangi bir siyasal partinin kitlelerle ilişkilerinin analizi, başlıca olarak ekonomik koşullar, sınıf ilişkileri ve sınıfların çıkarları tarafından belirlenen talep ve tutumlar esas alınmaksızın doğru değerlendirilemez.
AKP’nin kuruluşu ve işbaşına gelmesi/getirilmesi, ülkenin ciddi bir ekonomik krizden(2001) geçmesinin hemen akabinde, ancak krizden çıkış koşullarının da oluştuğu bir döneme denk düştü. Kitlelerin desteğini görmesinin önemli etkenlerinden biri, 2001 ekonomik krizinin yol açtığı yığınsal kaygı, umutsuzluk ve tepkiyi “mas etme”-emme-yedeklemeyi başarmasıydı. Kitlelerin o güne dek sürekli istismar edilerek ‘ertelenmiş’ taleplerine “olumlu yanıt verileceği” beklentisi, bu desteğin nedeniydi.  Toplumsal çözülüş, yığınsal umutsuzluk ve burjuvazi cephesinden verilen sözlerin yerine getirilmemiş olması, halk kitlelerini arayışa yöneltirken, içinde bulundukları duruma tepkilerinin siyasal ifadesi, o güne dek yönetim aygıtında yer almış (tek parti hükümeti ya da koalisyonlar halinde) burjuva parti fraksiyonlarını oy aracıyla cezalandırmak olarak şekillendi.
AKP “kurmayı”, politik arenaya, “ezilmişlerin-itilmişlerin-gizlenmek zorunda kalmışların temsilcisiyiz!” bağırtılarıyla çıktı. Burjuva diktatörlüğünün despotik politikalarından zarar görüp öfke duyanların duygu ve istemlerini sahiplenme iddiasındaydı. Başkaca somut siyasal alternatifin bulunmadığı koşullarda AKP yoksullara, işçilere, işsizlere, “dini inançlarını yeterince serbestlikle yaşayamadığını” söyleyenlere, Kürtlere ve Alevilere, taleplerinin karşılanacağını taahhüt ediyordu. Adalet ve Kalkınma Partisi yönetiminde adaletsizlikler giderilecek, ülke kalkındırılarak halkın refahı sağlanacak, antidemokratik uygulamalara son verilerek demokratikleştirilecek ve “hakkı olduğu üzere en üst düzey ülkeler arasına katılacaktı”! Vaatlerin bu kadarıyla da “mutlu olacak” hayli geniş bir toplumsal kesim vardı. “Muhafazakar demokratım” diyordu ve en kuşatıcı vurgusu “demokratikleşme” idi. “Demokratikleşme” ve siyasal özgürlüklere en fazla ihtiyacı olanlar ise işçiler, kent-kır emekçileri, Kürtler ve Alevi halk kitleleriydi. Sünni-İslam ve Türk ideolojisinin, geniş kitle temeline sahip olduğu demografik bileşim ve toplumsal koşullarda Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla tüm ülkede hakim konuma getirilmesine; okullarda eğitimin bir unsuru olarak yer almasına rağmen dinin toplumsal yaşamdaki işlevini kendileri yönünden yetersiz sayan ve resmi kurumlardaki türban yasağı başta olmak üzere kuran kursu türü etkinliklerin daha fazla ve bizzat devlet eliyle yaygınlaştırılmasını isteyen oldukça geniş bir kesim vardı ve bunlar açısından da AKP ve yönetimi “tam da aradıkları adres”ti. Kır ilişkilerinin çözülmesi ve hızlı toplumsal değişim; kentlere nüfus akışı ve karşılaşılan sosyal-ekonomik, külterel ve siyasi sorunlar; işsizlik, yoksunluk-yoksulluk, yabancılık psikolojisi, boşluğa düşüş ve “uzatılan ellere tutunma” ihtiyacının savurduğu kitlelerin önemli bir kesimi bu yeni adrese yöneldi(ler). AKP ve Hükümeti, bu kesimlerin her birinden değişik düzeylerde destek gördü ve siyasal-ekonomik alandaki çeşitli uygulamalarıyla bu desteği tahkim etti. Dini ideolojinin kitleselleştirilmesi daha da yaygınlaştırıldı, dini kurumlaşma daha fazla mevzi kazandı, kitlelerin ekonomik-sosyal ve politik talepleri üzerinden yürütülen sözüm ona sahiplenici propaganda ile kitleler yatıştırılmaya çalışılırken; devlet-hükümet aygıtı ve olanakları kullanılarak “Müslüman kapitalistler”in pazar paylarını büyütmeleri için yollar düzlendi. Kemal Derviş’in sözcülüğünü yaptığı Dünya Bankası-Dünya Ticaret Örgütü-IMF programları AKP’nin elinde, “Anadolu Kaplanları” diye kitaplar dolusu analizlere konu edilen aç gözlü ve İslamcı yuppi-kapitalistlere yolu düzlüyor; onların büyükçe bölümüyle yeni girdikleri alanın eski, fakat devlet desteğini de kullanarak ve yabancı tekellerle ortaklıklar kurmanın avantajına da sahip olmuş büyük ‘aile şirketleri’nin başını çektiği “laisist” tekelci-burjuvaziye rakip olarak, iç ve dış pazarda daha fazla pay talebiyle ve hükümet-devlet aygıtı desteğinde saldırgan bir iştahla alana dalmalarını sağlıyordu. Ülker, Boydak, Çalık, şimdi en üstlerdeki sırada bulunuyorlar ve küçük ve orta boy yandaş işletmelere sağlanan teşvik primleri, kur oyunları, ihracat kolaylıkları vb. gibi avantajlarla bu hoyrat ve saldırgan İslamist sermaye kesimi palazlandı, ve hükümetin ekonomik dayanaklarından biri haline geldi. AKP’nin kentlerdeki ve kasabalardaki örgütlenmesini oluşturan kesimler, iktidar olanaklarından yararlanarak uygulanan ekonomi politikaların kazananları arasına yerleştiler.
AKP yönetimi, ABD başta olmak üzere Batılı emperyalistlerin oluruna sahip olarak bölgede koçbaşı olmaya soyunmasına; İslamın halklar arasındaki ve üzerindeki etkisini, kapitalist sömürü için daha pervasızca kullanıyor olmasına rağmen, dönüp anane-gelenek-’öz’lük, millilik, milliyetçilik, müslümanlık, ecdat, peygamber, kuran ve daha başka birçok  formasyon ve ritüeli, kalpazan mantığıyla piyasaya tahvil ediyordu. AKP propagandacılarının söyleminde dile getirilen kavramların, toplumsal formasyonlardan soyutlanmış salt ideolojik öğeler olmayıp belirli somut maddi varoluş ve ilişkilerin ifadesi olmaları, onları etkili kılıyordu. “Bize ait değerler” vurgusu, “millet-vatan” söylemi,  “Türkiye’nin gelişmesini istemiyorlar” ajitasyonu, işçi sınıfı ve emekçilerin “ulusal çıkarlar” konusundaki duyarlılığının istismarı üzerinden, sermaye ve gericilik karşıtı mücadelenin saptırılması ve kitlelerin yedeklenmesi hedefiyle bağlıydı. Sınıf uzlaşmazlığını basit farklılıklara dönüştürme ya da indirgeme çabası olarak da ifade edilebilir bu “massetme, uyumlulaştırma”-yedekleme siyaseti, proleter ve emekçi hareketinin geriye atıldığı ya da düşük düzeyde seyrettiği koşullarda, sömürülüp ezilenler aleyhine daha ağır sonuçlar doğurma potansiyeline sahiptir. “Millet” örneğin çelişkili birlik olarak toplumsal bir üst formasyona işaret eder; burjuva demagogları tarafından işçileri de tekelci burjuvaları da “kucaklayan” bir “birleştirme” mitosu olarak kullanılmaya uygundur; işçi sınıfı ve emekçilerin duyarsız kaldıkları ya da kalacakları bir söylem olarak görülemez; ulusal bağımsızlık ve ulusların eşit haklara sahip oluşu, proletarya ve emekçi halk kitlelerinin kayıtsız kalabilecekleri mecazi anlam ya da mistifikasyondan ibaret görülemez. Türkiye’nin de içinde bulunduğu bağımlı ülkelerde, kitlelerin AKP türü sermaye partilerinin iki yüzlü popülist politikalarının etkisine girmesi ve yedeklenmesinin günümüz koşullarındaki etkenlerinden biri de, “küreselleşme” adı altında dünya halklarına dayatılan emperyalist hegemonya, zorbalık, savaş ve bağımlılık ilişkilerinin bu ülkelerde (ülke halkı-halklarının ulusal-etnik, dini-mezhebi ve cinslere dair “gelenek”, anlayış ve “ahlaki değer”leriyle çatışma ve uyumsuzluklar da dahil olmak üzere), yol açtığı yıkım ve ağır sömürü koşullarında, ağırlaşan sorunlarına çözüm arayışıdır. Kapitalist rekabet ve çıkar çatışmasına bağlı ekonomik, diplomatik ve siyasal baskı, engelleme, entrika, sabotaj ve saldırıların, emperyalist-kapitalist ilişkilerin seyrine bağlı olarak bu devletlerin her biri tarafından diğer(ler)ine karşı şu ya da bu zamanda ve çeşitli biçimlerde uygulanması gerçekliği, bunun pratik örneklerinin yoğun olarak ve tekil örneklerle sınırlı kalmayacak şekilde fiili saldırılar halinde de uygulanıyor olması, yığınların duyarlılığına yol açmakta ve şovenist sağ popülist söyleme ilgiyi artırmaktadır. Uluslararası sermayenin ve büyük emperyalist güçlerin sınırsız hakimiyet ve kaynakları yağmalama, dünya kapitalist pazarının tam denetim için baş vurduğu bu politikalar; buna karşı çıkan ya da çıkar görünen siyasal partilerin-örgütlerin ya da onların bir mücadele bloku veya halk cephesine denk düşen çıkışlarına ilgiyi artırmıştır. Latin Amerika ülkelerinde, Yunanistan, İspanya, İrlanda, Portekiz ve hatta İtalya’da “sol”, sol-liberal yönelişlerin gördüğü destek bu arayışlardan bağımsız değildir. “Mağduriyet” söylemi, bu parti ve sözcülerinin propagandasında, maddi ve manevi sömürüyü örtme silahına dönüşmüştür. Bu söylem, kavramın içeriği düzeyinde, sınıf farklılıkları ve çelişkilerini bulanıklaştırıcı genelliği içinde toplumsal kesimlerin birbiriyle farklılık gösterebilir talep ve gereksinimlerinden yoksunluğunu işaret ederken, hak yoksunluğu, yoksulluk, işsizlik, açlık gibi hayli geniş bir alanda ilgiyi kucaklayıcı özelliğiyle de etkili olabilmiştir. Ülkenin, “millet”in; kişi, parti, örgüt, çevre, sınıf ya da toplulukların durumuna işaretle kullanılabilir bir rezerv olan bu kapsayıcılığından yararlanılarak ve iç-dış düşmanlar bağlantısıyla da güçlendirilerek AKP propagandacıları tarafından, hükümet politikalarının tahkiminde kullanılırken, örnek olsun, geniş kitleler nezdinde etkisi bilinen “ceberrut-zorba devlet” imajından da yararlanılarak cami-kuran-peygamber vurguları etrafında yoğunlaştırılmış dini ideolojinin toplum yaşamına etkisini güçlendirmenin söylemsel dayanaklarından biri haline getirilmiştir. Bilimsel ve akli olana karşı açılan gerici ideolojik savaşın etkili argümanlarından biri haline getirilen “mağduriyet” söylemi, “modernist-laisist” baskı gerekçesine bağlanarak milyonlarca insanın iradesinin; istek ve inanç farklılıklarının ayaklar altına alınmasına dönüştürülmüş; dini ideolojinin daha fazla ve daha yaygın etkisini sömürmek üzere gerçekleştirilen dayatmalar, mağduru mağduriyetten kurtarma olarak gösterilebilmiştir.
Erdoğan’ın, “Afrika’yı sömürgeleştirdiler”; “Türkiye, Malezya, Endonezya gibi ülkelerin önünü kesmeye çalışıyorlar”, “Niye BM Güvenlik Konseyinde Türkiye gibi bir müslüman ülke bulunmuyor?” yönündeki söyleminin, muhaliflerinin bir bölümü dahil kitlelerin ilgisiyle karşılanması, emperyalist-kapitalist dünyanın sömürü, bağımlılık, eşitsizlik ilişkileri gibi olgusal gerçekliklerinden güç almaktadır. Davutoğlu’nun, “Bundan sonra biz hiçbir zaman şu veya bu tavrı alırsak, şu veya bu ülke ne diyor diye düşünmeyeceğiz. Başka ülkeler Türkiye Cumhuriyeti devleti ne düşünüyor diye düşünecekler. İşte bir milletin ayağa kalkmasının simgesi budur” şeklindeki boş böbürlenmesi de, bu bağlam içinde karşılıksız kalmayan bir anlam kazanıyor. Dış ve iç düşman söylemi, iktidar-kitle ilişkisini çimentolama-betonlama işleviyle yüklüdür. “Türkiye’nin başarı hikâyesi rahatsız ediyor. Bazı çevreler Türkiye’nin başarı hikâyesinin bitmesini istiyorlar. Tipik geri kalmış Müslüman ülke imajına sığmıyor Türkiye. Endonezya ve Malezya ile birlikte Türkiye bu imajı bozuyor”  propagandası, geri kalmışlığa-bıraktırmışlığa duyulan tepkilerin yönünü saptırarak iktidar payandasına dönüştürme amacıyla bağlıdır. Erdoğan, “Dünya beşten büyüktür. Niye Beş’e mahkûm olalım” derken, “Osmanlı sonrası Afrika”nın “uluslararası güç, rekabet ve sömürgeciliğin mücadele alanı haline” geldiğinden söz ederek “emperyal güçler”e işaret edip, Mısır, Ukrayna, Irak’taki gelişmeler bağlamında emperyalist “kumpas”tan söz ederken, Gülen hareketi-cemaatıyla ABD ve İsrail ilişkilerine göndermede bulunarak “üst akıl” bağlantılı ihanet ajitasyonu çekerken, halkın duyarlılıklarına sesleniyor; “mazlumun savunucusu” rolünü oynuyor. “Kökünde Selçuklu, Semerkand, Buhara, Orta Asya, Evladı Resul, ve cihan devlet Osmanlı”nın olduğu “Evlad-ı Fatihan… Horosan Erenleri, Anadolu Yörükleri ve Balkan muhacirleri” üzerinden yürütülen vaaz, kitlelerin farklı kesimlerinde değişik düzeylerde etkili olabilecek milliyetçi, İslamist ya da kazanma güdülerini-duygularını istismar özelliğiyle yayılmacı çığırtkanlıktan daha fazlasına işaret ediyor. “Arap Alemi”nin “hamisi olma” (hamilik üstünlük ve imtiyaz gerektirir) vaazı, yayılmacı emellerin dışa vurumudur. “Türkiye’nin kalkınmasını, büyümesini istemeyenlerin Türkiye’nin önünü kesmeye çalıştığı” propagandası, dış düşmana işaretle, ona karşı “milli birlik, tek millet, ümmet halinde bir arada olma”nın “çoşku ve heyecanı”nı çağırmakta; “dış düşmanla işbirliği içindeki iç düşmana karşı olma”nın “milli mukaddesat” ve “Müslümanın görevi” bağlamıyla birleşerek, iktidar partisi ve hükümetine muhaliflerin tümel olarak hainler-darbeciler-düşmanlar-teröristler cephesinde görülmesi/gösterilmesini, olağanlaştırmaktadır! Korku yayıcılığı ile çıkar koruyuculuğu bileşiminde imal edilen bu sözümona milletçi ve vatancı –ki Davutoğlu konuşmalarından birinde bunu “yeni bir Misak-ı Milli’de buluşmak” olarak ifade etmiş ve herkesi, “elinde ne varsa, heybesinde ne varsa bu mücadeleye katılma”ya çağırmıştır–; İslamist ümmetçi ve Osmanlıcı politikanın gerisinde, elde edilmiş çıkarların, ayrıcalıkların, mali-siyasi olanak ve mevzilerin korunması kaygısı ve istemi durmaktadır. Kitleleri daha baştan “bölmesi”ne karşın, korku yayıcılığı ve beklenti-duygu ve ‘inanç’ istismarcılığına dayanan bu sağ gerici popülizm, “ekmek ve iş kapısına sahip olma”yı iktidarla ilişkilerinin seyrine bağlayan insanların “elimizdekini koruyalım” endişesinden de beslenerek, hükümet ve partisinin, özü sermayenin çıkarları tarafından belirlenen politikaları sürdürmesinde, elini güçlendirici ya da aynı anlama gelmek üzere işini kolaylaştırıcı bir rol oynamış; Erdoğan ve hükümetlerinin elinde, iktidar konumunu sürdürmenin aracına dönüşmüştür. Kitlelerin gücünü, enerjisini ve emeğini, onların sömürülmesinin ve baskı altında tutulmasının dayanağına da dönüştürmek üzere, onları, binyıllara dayalı çaresizlik ve sıkışmışlıkların ürünü soyut kurguların etkisinde tutmaya çalışanlar, biat etme kültürünü, dinsel tabu ve inanmışlıkları da, kapitalist sömürü ve yağmanın aracı haline getirerek karunlaştılar.
Vatan, uluslararası sınıflar olarak burjuvazi ve işçi sınıfı açısından farklı çıkarlar ve dünya görüşleri bağlamına sahip olmasına karşın, üzerinde yaşanan toprakları işaret eder; mücadelenin enternasyonal karakteri, üzerinde ve içinde yaşanılan topraklardan (yurt/vatan/ülke) yükselmesi ve yürütülmesi gerçekliyle çelişmez. Din, dünyasal sorunların çözümsüzlüge ittigi insanın arayışının ilizyonist bir “yanıtı” olarak sonuçta, maddi-dünyasal sorun ve çelişkilerle ilişkili politikalara karşılık gelir.
Erdoğan’ın söylevinde, devamlılık gösteren “vurucu” kavramlar demeti arasında “vatan, millet, kahraman, gazi, alperen, şehit, ecdat, dinimiz, milletimiz, peygamberimiz” gibi, “kutsiyet” atfedilenler ile “ihanet, darbe, terör” gibi düşmanlık atfedilen ya da onunla içeriklendirilenler baş sırada yer alıyor. Onun, partisi ve hükümetinin ideolojik-politik görüşlerine iman edenlerin oluşturduğu “millet”, bizatihi kendi şahsı ve “uhdesi”nde temsil yüceliğine ermiş ve ekonomik olarak da ihya edilen-kayırılıp beslenen kesimden oluşuyor. Geride kalanlar; yani, ekonomik-sosyal ve siyasal talepleri için mücadele eden ya da böyle bir eğilim gösterenler ise, ikinci kategori kavramlarda içerilen düşman “cephesi”nde yer alırlar. Bu “sınıflama” ve kategorileştirmeyi yapan bir siyasal iktidarın, devlet kurumları ve olanaklarını yandaşların yedekliklerini sürdürmek için kullanması, aynı ‘zihniyet’ ölçüleriyle “milli çıkarlar” ve “kutsal görevler” kapsamına girer. Düşman ise, “çocuk da olsa, kadın da olsa”, hatta isterse sistem partilerinden birinin genel başkanı da olsa, adı üstünde “düşman”dır ve hakkı, en sertinden zor ve şiddetle etkisizleştirilmektir.
Popülist söylemi, maddi-toplumsal olgulardan ve ulusal ya da uluslararası çelişkilerden beslenmesine, ya da dayanaklarını oralardan almasına rağmen (ki etkili olmasının gerçek nedeni buradadır), Erdoğan iktidarının, işçi ve emekçilerin çeşitli duyarlılıklarını, onların talepleri etrafında geliştirdikleri mücadelesine karşı bir bastırma ve etkisizleştirme zehri olarak, ideolojik bir silah olarak kullandığı, yukarıdan beri belirtilenler üzerinden açıklık kazanmış olmalı. Erdoğan hükümetlerinin pratiği bunu kanıtlıyor: AKP, sadece işçilerin ve kent emekçilerinin değil kırsal küçük üreticinin de toplumsal örgütlü muhalefeti ve mücadelesine karşı dalga kırıcı şiddet aygıtını seferber etmekten kaçınmadı; grev ve direnişe yönelen işçileri darbecilere alet olmakla suçladı (TEKEL grev ve direnişi, Erdoğan tarafından  “darbecilik”le, fındık üreticilerinin fiyat artışı talebiyle giriştikleri eylemler “ihanet” ile ilişkilendirildi); kazanılmış sosyal-sınıfsal haklar tırpanlanıp adım adım ortadan kaldırıldı, sendikal örgütlenme çabasına giren işçilerin işten atılmasında patronlara iktidar koruması sağladı, ve hükümet-devlet yanlısı sendika bürokratlarına aidat kaynağını genişletmek üzere yeni üye sağlanması için belediyeleri, valileri, patronların yanı sıra harekete geçirdi; ama diğer yandan da “yaradandan dolayı yaradılmışı sevme” söylemi eşliğinde tek tek fakir “kul”larını “ihya ederek”, halkın maddi ihtiyaçlarının karşılanması için “yapılabilir olanı yapmaktan geri durmayan bir parti ve hükümet” görünümü vermeye özen gösterdi. Yüksek işsizlik oranları, inşaatçılık ve enerji alanındaki atılımlarla örtüldü. Kentleşme, kent halkının mağduriyeti pahasına sürdürülürken, devasa rantın bir bölümüyle kira ödemeleri ve aile yardımı adı yöntemiyle emekçilerin bir bölümü yatıştırıldı. 3 milyonun üzerinde aileye –bunu 8 milyon olarak gösteren kaynaklar da bulunuyor – yapılan 600 TL aylık yardıma, seçim dönemlerinin sadakaları eklendi. Yandaş ailelerin çocuklarına iş olanağı sağlanarak, özel güvenlik ve polis örgütlenmesiyle yüz binlerce genç toplumun öteki kesimlerine karşı ayrıcalıklı ve korunaklı hale getirilerek, verilen sözler “tutuldu”! Özelleştirme saldırısı en üst düzeyine çıkarılırken, istihdam vaadi ve 4-B, 4-C uygulamalarıyla tepkiler pasifize edildi. “Çözüm süreci”yle başlayan ilişkilerin bir yanı olarak aralarında Türkiye Kürt burjuvalarının da bulunduğu “işadamları”nın Kürdistan’daki yatırımlarının ekonomik getirisi, pasifikasyona destek için kaynaklara eklendi. Kürtçe özel bir televizyon kanalının açılması, Kürtçe’nin özel okullarda eğitim dili olmasının kabulü, oyalama amaçlı “Alevi çalıştayları”, ve daha da eklenebilir ekonomik, sosyal ve siyasal etkiye sahip bir dizi adım, kitle desteğinin etkenleri ve gerekçelerine eklendiler.

POPÜLİST DEMAGOJİ AKP İKTİDARINA GARANTİ SALAR MI?
AKP’nin, sadece pazar paylarını büyütmelerinde rol oynadığı “İslamist” büyük burjuvaların değil küçük ve orta burjuva kesimlerin önemlice bir kesiminin yanı sıra işçi sınıfının ve kent yoksullarının küçümsenemez bir bölümünün desteğine de sahip olduğu sosyal-siyasal bir gerçekliktir. TÜSİAD yöneticilerine “sen kimsin ya, sen kimsin!” diye meydan okumasına, TÜSİAD’çıları sekülarizmin ve dış sermaye temsilciliğinin faili gösteren açıklamalarına karşın, onların da çıkarlarına gelen sınıf politikasıyla, yani emek gücünün aşırı sömürüsünü esas alan ekonomik-sosyal uygulamalarla burjuva hakim sınıfın çıkarlarını temsil eden bu iktidar ve baş patronu, rekabet kaynaklı meydan okumalarını MÜSİAD’çılar ile sınırlı kalmayan sermaye kesimlerinin yanı sıra geniş işçi-emekçi kesimlerin desteğine borçludur. Bu destek olmasaydı, bu pervasız saldırganlık, çoktan kuyunun karanlığında boğulmuştu/boğdurulmuştu. AKP ve hükümetlerinin 13 yıllık iktidar pratiği, işçi sınıfını ve halk yığınlarını sınıfsal temelde almaksızın ve sınıfsal taleplerini karşılayarak değil, tekil unsurlar düzeyinde görüp ihtiyaçlarının “gözetilmesi” ve siyasi-ideolojik manipülasyonun kapitalizmin çarkına uyum ekseninde gerçekleştirilmesi üzerinden, mücadele ürünü kazanımlarının gaspı pahasına ve bazı ailesel-kişisel gereksinmelerinin gözetilmesi yoluyla burjuva siyasetine yedekleme politikasının da pratiği olmuştur. Yunan Başbakanı Çipras’a, “Popülizm dozunu iyi tutturmak gerek” diye öğüt vermeye kalkışan Erdoğan, iktidarının pratiği –ve taktiğini– de açık etmiştir: Halk kitlelerinin taleplerine ve duygularına seslenirken, ortaya çıkacak toplumsal tepkinin, sistemin çarkları ve sınırları dışına taşma olasılığını dikkatten kaçırmama ve kontröllü –esas olarak yedekleyen– bir popülizmi aşmama! Aksi durumda, popülist politikalar halkın kendi talepleri için ayaklanmasına dek varabilir, popülist politikacıları da aşan bir pratik ve gerçekleştirilmişlikler olarak pahalıya mal olabilirler! Sağ gerici, şoven ve militarist politikacıların özellikle Türk halk kitlelerini cami, din, ahlak, vatan, millet vb. söylemler üzerinden ve “teröre ve bölücülüğe karşı mücadele” vaazıyla kontrollü kalkışmalara kışkırtmalarında olduğu üzere; ulufe dağıtmayı da ihmal etmeksizin yedekleme taktiği, bunun artık çokça tanık olunan bir örneğini oluşturuyor.
Burjuva propagandası ikiyüzlü, demagojik ve hakim sınıf çıkarcılığını ifade etmesine rağmen, yukarıdan beri göz önüne getirilenler, AKP yönetimi ve iktidar propagandacılarının yığınların durumu, ihtiyaçları ve talepleri üzerinden sürdürdükleri popülist söylem ile işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin önemlice bir kesimini etki altına aldıklarını/alabildiklerini açığa çıkarıyor. Hakim sınıfın bu etkisi ve yığınları aldatarak yedekleme gücü ve oranı, açıkça görüldüğü üzere proletarya ile burjuvazinin başlıca taraflarını oluşturdukları sınıf mücadelesinin seyrine; düşüş ve yükseliş durumlarına bağlanmıştır. Bu bağlamıyla burjuva popülist, faşist ya da liberal demagojinin gücü ve etkisi ne olursa olsun, ifadesi olduğu ekonomik-sosyal olgu ve ilişkilerin değişiminden bağımsız olarak kendi başına, siyasal mücadele taraflarının konumlarını belirleyecek işlev göstermez; ya da farklı bir ifade ile burjuva iktidarının gelecek teminatı olamaz. Ne var ki, böyle olması, sınıf mücadelesinde işlevsiz kaldığına ya da siyasal iktidarın oluşması ve kendini sürdürmesinin araç ve dayanaklarından biri olarak toplumsal bir işleve sahip olmadığına da delalet etmez.
Peki, yukarıdan beri ortaya konulanlar, AKP ve iktidarının, kendisinden önceki hükümetler –ve sermaye partileri– ile benzer bir “son”a doğru yol aldığının gösterenleri olarak alınabilir mi? Bu soruna, “her yükselişin bir düşüşü vardır” fiziksel kuralı ya da mantığıyla yaklaşılamaz. Herhangi bir siyasal iktidarın olduğu gibi, AKP’nin “siyasi ömrü” açısından da belirleyici olan, öncelikle uluslararası ve ‘ulusal’ ölçekli ekonomik-sosyal ve politik gelişmeler ile bağı içindeki iç sınıf mücadelesi ve düzeyi olacaktır. Yakın dönem hükümetleriyle kıyaslandığında, başlıca olarak devlet aygıtında kurumsallaşmış bir kitlesellik gücüyle ve bunun ekonomik dayanaklarını oluşturmasıyla ayrışan ve bu durumunu önemli oranda 12 Eylül cuntasının gerçekleştirdiği toplumsal travma ve yıkımın üzerinde, o toprağı kullanarak ve onun yasalarını-anayasasını korugan edinerek inşa eden bu partinin “özgün”lüğüyle ilişkin farklılığı, onun “gidişi”ni, “oy oranları”yla bağlı bir seçim yarışı sınırları içinde değerlendirilmesini sorunlu kılmakla birlikte; başka türlü söylenirse, Erdoğan iktidarı, “AKP’nin devletleşmesi” olarak şekillenmiş olmasına rağmen; ürünü olduğu ve dayanak edindiği toplumsal ve ekonomik koşullardaki değişim ve onunla bağlı siyasal çatışmalar, onu da kaçınamayacağı sona götürecektir. Bugünkü hakim konumunu korumak ve sürdürmek için her araç ve yönteme başvurmaktan kaçınmaması olsa olsa, bu çöküş ve gidişin çok daha çatışmacı, hatta kanlı geçeceğine işaret sayılabilir, ve halihazırdaki gelişmeler, bu eğilim ve olasılığın hayli güçlü olduğunu gösteriyor. Erdoğan’ın “Nazi türü bir rejime doğru adım adım ilerlediği”ni söyleyenleri haklı çıkaracak şekilde, dini ideolojiyle takviye edilmiş polis-yargı-MİT aygıtıyla tüm halk kitlelerini mengeneye sıkıştırarak “ümmet” konumuna düşürmek ve Erdoğan’ı Halife/Sultan tahtında oturan bir monarşist-oligark konumuna yerleştirmek için her şey yapıldı/yapılıyor. Yasalar daha gerici içerikle donatılırken, totaliter bir siyasal mekanizma hukuki-yasal ve bürokratik dayanaklarıyla tesis ediliyor. Kendilerini “liberal sol”da gören ya da ifade edenlerin bir bölümü hala R. Erdoğan’ın eşiğine yüz sürmeye devam etse dahi, diğer bir kısmı da dahil olmak üzere, çeşitli yazar, politikacı, sendikacı ve ilerici aydınların, Türkiye’nin AKP Hükümeti, özellikle de başbakan, cumhurbaşkanı ve parti genel başkanı kimliğini fiili olarak elinde tutan Erdoğan tarafından “faşizme doğru götürüldüğü” şeklindeki tespit ya da söylemi, politik gelişmelerin yönüyle bağlı görünmektedir.
Buna rağmen, bu iktidarın “uğrak zamanı”nın dolmaya başladığını işaret eden çeşitli veri ve gelişmelerden yine de söz edilmelidir. Bunun, kapitalist gericiliğin uluslararası ilişkileriyle bağlı daha genel; ve ülkede sömüren-sömürülen ilişkisinde somutlanan sorunlara bağlı daha özgün ve yerel etkenlere ve göstergelerine işaret edilebilir: Her şeyden önce, günümüz koşulları, hem uluslararası alandaki hem de ülkemizdeki gelişmeler nedeniyle AKP’yi işbaşına getiren koşullardan önemli oranda farklılık gösteriyor. Uluslararası ve bölgesel gelişmeler, Erdoğan hükümetinin “eli-kolu serbest” hareketine set çekecek, darbe vuracak yönde gelişmeye devam ediyor. İşçi sınıfına karşı izlediği vahşi politika ile birlikte giderek yoğunlaşan ve tüm emekçileri karşıya alma özeliğine sahip siyasal baskı ve şiddet ve onunla birleşen İslamist dayatmaların yarattığı tedirginlikle karışık mücadele eğilimi giderek belirginlik kazanıyor. Ekonomi, bir kriz döneminden ya da kriz sonrası yeniden toparlanma dönemlerinden farklı olarak sıkışma-daralma belirtileri veriyor. Bu ve eklenebilir olgusal gelişmeler, 12 Eylül’ün siyasal-sosyal ve ekonomik zemini üzerinde, onun bastırdığı kitle mücadelesinin bir engel oluşturabilecek düzeyde gelişemediği koşullarda, devlet yönetimine gelen bu partinin, o, bir seçim partisi olmaktan çok bir savaş partisi olmasına; ve toplumun ezilen ve sömürülen sınıf ve kesimlerini boğmaya aday dikenli bir ahtapot olmasına karşın, “suyunun ısınmaya başladığı”nı gösterir belirtiler olarak alınabilir. “Ebedi hükümranlık” teolojisinden esinlenen çığırtkanlığının etki gücü zayıflamaya başlamıştır. Irkçı öfke ve yayılmacı özlemlerin dayandırıldığı güç ve bağlandığı hedefin inanılırlığı, saldırılarının yoğunluğu ve gizlenemezliğiyle baltalanmakta; popülist ikiyüzlülük, toplumsal olay ve gelişmelere gösterilen şiddetli tepki ve fiili saldırılar ile zaafa uğramaktadır. İktidarın ekonomi politikası ve pratiğiyle söylemi arasındaki muazzam çelişki diğer yandan, ideolojik yapıştırıcı olarak kullanılan dinsel söylemin, bu ideolojinin çok çeşitli mezhep-tarikat ve kolları tarafından farklı yorumlarıyla değil sadece, pozitif bilimlerin insan, dünya ve evrene ilişkin “bilinmezler”i açık hale getirme yolunda attığı çok büyük adımlarla günden güne sarsılmasına neden olmakta; kapitalizmin yedekliği ve aklayıcısı olarak kullanılan dinsel ideoolji ve söylemin “inanan emekçi”nin kendi nesnel gerçekliğiyle oluşturduğu tezat sonucu gerçeklere uyanmasını tetiklemektedir.  Din yobazlığını bayrak edinen ve toplumun tüm kesimleri ve kuşaklarını biat kültürüyle kul’laştırmaya çalışan iktidar partisinin bu politikası, emekçi mücadelesini saptırıcı ciddi bir tehdit içermesine karşın, uzlaşmazlığı, gerginlik ve çatışmayı körüklemesi nedeni ile sistemi dinamitleme potansiyeline de sahiptir. Din ve mezhep savaşlarının herhangi bir ülke ve halkını “ihya ettiği”; geliştirip kalkındırdığı, ileriye taşıdığı ve daha insani bir yaşama olanağı sağladığı, binlerce yıllık insanlık tarihinde bugüne dek görülmemiştir.

AKP’NİN POPÜLİST SÖYLEMİNİ ETKİSİZLEŞTİRECEK BİR MÜCADELE HATTI İHTİYACI
Toplumsal koşullar ve sömürülüp-ezilenler ile sömürücü hakim sınıflar ve onların devletleri arasındaki ilişkilerin değişimi ve gelişiminden hareketle söylersek, burjuva sınıf iktidarını işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi halk kitlelerinin omuzlarındaki yük, başları üzerindeki ‘giyotin’ olarak niteleyebiliriz. Tekelci burjuvazinin hakimiyetindeki günümüz dünyası ve tek tek kapitalist ülkelerde, egemen sınıfın, liberal demokratik haklar ve kurumlaşmalarla uyuşmazlığı artmış, aynı anlama gelmek üzere, “en demokratik” denen kapitalist ülkelerde de burjuva demokrasisinin sınırları daralmış, oligarşik merkezileşmeye bağlı ve demokratik özgürlüklerle karşıt olarak siyasal gericilik yoğunlaşmıştır. 20. yüzyılın ilk çeyreğinden başlayarak kapitalist dünyanın, sosyalizm ve işçi sınıfı mücadelesinin ve ezilen ulusların bağımsızlık savaşlarının darbelerine maruz kaldığı koşullarda, halkların taleplerini (ekonomik, sosyal ve siyasal) belirli sınırlar içinde de olsa karşılamak zorunda kalan burjuva gericiliğinin, burjuva demokrasisine yaklaşımıyla, sosyalizmin, gerçekleştirildiği ülke(ler)de yenilgiye uğratıldığı ve işçi-emekçi mücadelesinin geriye püskürtüldüğü günümüz koşullarındaki yaklaşımı aynı değildir.
Buradan hareketle bazı ‘belirleme’ler yaparsak, şunlar söylenebilir: a) Sermaye yoğunlaşması, merkezileşme ve daralma, her bir kapitalist ülke özgülünde farklılıklar göstermesine rağmen, hakim sınıfın, işçi ve emekçilerin taleplerini sahiplenir görünerek, popülist söylem eşliğinde bu talepleri mümkün en dar sınırlara çekerek “özümleme” yönteminin yanı sıra, hak ve özgürlük tanımaz politikaları daha yoğun şekilde gündeme gelmiştir. b) Burjuvazinin bu eğilimi ve uygulamaları bütünüyle yeni bir durum göstergesi olarak alınamaz. Proletaryanın sınıf olarak ortaya çıkması ve kendi talepleriyle karşısına dikilmesinden başlayarak burjuvazi, hemen her ülkede, sistemiyle “özdeş” gösterdiği “demokratik değerler”i, rekabetin ve emekçi mücadelesini etkisizleştirip yedekleme politikasının gerekleriyle bağlı olarak ele almış; sınırlarını sömürü ve sınıf çıkarlarının gerekleriyle belirlemeye çalışmıştır. c) Buna rağmen, sömürülen ve ezilenlerin, burjuvazinin antidemokratik diktatörlüğüne karşı mücadelesi için nesnel koşullar günümüzde daha fazla olgundur. İki yüzlü burjuva propagandasının etkisini kırmak için, sınıf bilinçli işçi ve emekçinin elinde bugün çok daha fazla bilimsel dayanaklar, mücadele araçları, ve burjuva pratiğiyle söylemi arasındaki zıtlığın teknolojik gelişmeye bağlı nedenlerle anında yığınlarca görülebilir hale getirilmesi kolaylığı gibi daha geniş olanaklar vardır. Burjuva saldırısının yoğunluğu ve geniş boyutlu oluşu, örneğin R. T. Erdoğan yönetimindeki AKP iktidarının işçi ve emekçilerin talepleri doğrultusunda ortaya koydukları direniş(ler) karşısında izlediği vahşice bastırma politikası, onun söylemine güveni sarsmakta; ve gerçek durumun görülmesi için daha fazla uyarıcı olmaktadır. Gezi Direnişi’ne karşı alınan tutumda, Kobanê’deki vahşet ile suç ortaklığının kitlesel tepkiyle karşılanması üzerine girişilen vahşi saldırganlıkta, ve şu günlerde, ülkenin polis tahakkümünde tek şef değneğiyle yönetilmesi girişimlerine karşı sokakta ve parlamentoda yükseltilen itirazlara karşı yürütülen iktidar zorbalığında açıkça görüldüğü üzere, “demokratikleşme” üzerine popülist söylem, aldatıcı etkisi de darbe alacak şekilde, boşluğa düşmektedir. d-) Buradan devamla söylersek, bağımsızlık, demokrasi, hak eşitliği, başka ülke ve halklarla içişlerine karışmaksızın karşılıklı eşit ilişkiler vb. gibi demokratik özgürlükler artık esas olarak ve ancak işçi sınıfı ve emekçilerin sermaye ve gericiliğe karşı mücadelesinin ürünü olabilmektedir. Bu mücadelenin etkili olabilmesi ve daha geniş halk kitlelerinin katılımıyla ilerlemesi, başka şeylerin yanı sıra AKP yönetiminin ikiyüzlü popülist söylemiyle yarattığı kitlesel etkinin, bu ikiyüzlülüğün teşhiriyle kırılmasına da bağlıdır. Bunun için, sadece onun tarafından istismar edilen demokratik istem(ister)lerin tutarlılıkla savunusu değil; vatan, ulus, bağımsızlık, eşitlik, özgürlük ve refah kavramlarında ifadesini bulan içeriklerin işçi ve emekçiler için anlamı ve değerinin gerçekte ne ve nasıl olması gerektiğinin de açıklık kazanması gerekir. Sınıf farklılıkları, ayrıcalıkları ve sömürünün kutsanmasının ardındaki kirli çıkar bağı ve amaç açık edilmeksizin, burjuva –ve diğer– partiler ile sermaye ve devlet ilişkileri açıklığa kavuşturulmaksızın proletarya ve emekçilerin mücadelesi, sömürüden kurtuluş yönünde ilerletilemez. İşçi-emekçi haklarıyla iktidar politikaları ve sermayenin çıkarları arasındaki uzlaşmazlıkların alenileştirilmesi; sendika, grev, örgütlenme, söz, basın-yayın, ulusal-etnik ve dinsel-mezhebi, cinsler arası ilişkiler alanı dahil, toplumsal yaşamın tüm alanlarında burjuva gericiliği ve ortaçağcıl anlayışların hakim kılınmak istendiğinin gösterilmesi; bunun için sermaye partileri, hükümet(ler)i ve devletinin tüm bu alanlardaki pratik politikası ile manipülasyon amaçlı propaganda ve söylemi arasındaki ilişkinin sergilenmesi; iktidarın popülist söyleminde dile gelen burjuva çıkarı ve emekçilerin sorunlarının istismarını deşifre eden, ve fakat aynı zamanda toplumsal kategori ve “değerler”in halkın düşün-duygu ‘dünyası’ndaki anlamını dikkate alan bir devrimci eylem-çalışma ve söylem, mücadelenin geliştirilmesi için önem taşımaktadır. İşçi sınıfının siyasal ve sendikal tüm haklarının eksiksiz kabülü, halkın tüm kesimleri için günümüz toplumsal koşullarıyla uygun bir düzeyde ekonomik-sosyal haklar ve eksiksiz siyasal özgürlükler, emperyalizme karşı mücadele, bağımlılık nedeni tüm askeri-mali anlaşmaların iptali, NATO ve Amerikan üslerinin kapatılması; ulusların tam hak eşitliği, komşu ülkeler halklarıyla barışçıl-kardeşçe ilişkiler ve dayanışma vb. vb.. gibi siyasal, iktisadi ve sosyal talepler karşısındaki burjuva gericiliği, ikiyüzlü popülizm ile birlikte teşhir edilir, ve bu taleplerin gerçekleşmesi mücadelesi yükseltilirken; örnek olsun vatan-ulus gibi kavramların işçi sınıfı ve emekçilerin duygu-düşün dünyasındaki yerini göz önüne getirmek ve onların yararına açıklığa kavuşturulmasını da önemsemek şarttır. 
Yineleyerek söylersek; hareket noktası, ülke gerçekliği ve uluslararası koşulların belirlediği ekonomik-sosyal ve siyasal talepler olmak durumundadır. Sömürülen ve baskı gören bütün emekçi ve ezilenlerin uluslararası alanda ve ülkemizde yürüttükleri mücadelenin deneylerinden de yararlanarak, AKP iktidarı ve burjuvazinin ideolojik etkisini kırmak ve devrimci-sosyalist politikanın önündeki barikatları aşmak için, halkın ekonomik-sosyal ve siyasal taleplerinin burjuva istismarını başarısızlığa uğratacak bir tutum ve mücadeleye ihtiyaç vardır; ve kapitalist sömürü ve burjuva baskı koşullarından zarar gören herkesi birleştirebilir taleplerin devrimci savunusunda kararlılık ilk gerekliliktir. Eğer gerekleri yerine getirilebilir ve işçi sınıfı başta olmak üzere halkın en geniş kesimlerinin sonmut siyasal, ekonomik ve sosyal taleplerinin en acil ve yakın mücadele programı halinde, ancak kararlıca savunulmasıyla emekçilerin geniş kesimlerinin mücadele birliği sağlanabilirse, burjuva iktidarının, dozu giderek artırılan saldırganlığının önü kesilebilir ve onu geriye püskürtmenin yolu açılabilir. 2013 Haziran Halk Direnişi başta olmak üzere, ortaya çıkan çeşitli emekçi eylemleri, tüm milliyetlerden Türkiye halkının önemli bir bölümünün ilerici-modern yaşam tarzından yana ve hak eşitliğine dayanan bir demokratik siyasal-sosyal yaşam için mücadele potansiyeline sahip olduğunun göstergeleriydiler. Buradan hareketle ve işçilerin lokal eylemlerinin sadece sayısal olarak artışını değil ama taleplerinin kapsamı yönünden de daha kapsayıcı olmaya yöneldiği dikkate alınarak, sorumlu ve kucaklayıcı bir mücadele platformunda bu güçlerin birliği sağlanabilir. Bazı Avrupa ülkelerinde, halkın üzerindeki yükü artıran ekonomik-sosyal politikalara karşı ortaya çıkan emekçi tepkisi üzerinden güç toplayan SYRİZA türü blok örgütlenmelerinin gördüğü destek –bu parti ve ittifak örgütlerinin sosyalist olup olmadıkları merkezli bir tartışma bu bakımdan spekülatif olacaktır– bu bakımdan yararlanılabilir bir pratik de sunmaktadır. Devrimci sınıf partisi ve emekçi örgütleri başta olmak üzere, uluslararası sermaye ve işbirlikçi gericiliğin saldırılarına karşı mücadeleyi yükseltip genişletme politikası izleyen tüm ilerici-demokrat ve sosyalist güçler, işçi sınıfı başta olmak üzere kent ve kırın emekçileri-yoksullarının, mali sermaye ve tekellerin politikasından zarar gören kent küçük burjuvazisinin sermaye partilerine desteğini zayıflatıp giderek ortadan kaldıracak yetkinlik ve çalışkanlık ‘sınavı’ ile yüz yüze bulunuyorlar.

Dünya ekonomisinde ayrışan eğilimler

2008 krizinin ardından akademik çevrelerde hakim iktisat paradigmasında kırılmalar yaşanmasına neden olacak bir süreçten geçtiğimiz sıkça vurgulanmaktaydı. 1970’lerden bu yana kapitalist ekonomilerde derinleşen gelir eşitsizliği, finansal kesimin denetimsizleşmesi, reel sektör ile bağının giderek zayıflaması ve toplam hasıla içerisinde artan payının uzun vadede mevcut sermaye birikim modelinin istikrarını tehdit ettiği konularında pek çok ana akım iktisatçının dahi eleştirel tutum takındığına şahit olduk. Ne var ki, 1929 krizi sonrası ile kurulan paralelliklerin ve New Deal benzeri çıkış önerilerinin sözde kaldığı, kriz ardından ortaya konulan politikaların büyük ölçüde eleştirilen finansal kurumlara kaynak aktarmaktan ibaret olduğu anlaşıldı. Sınıf mücadelesi tarafından baskılanmadığı takdirde egemen sınıfların geniş halk kesimlerine dönük ufak tavizlere dahi yanaşmayacağı bir kez daha görüldü.
Nihayetinde, başta ABD olmak üzere gelişmiş kapitalist ekonomilerde devreye sokulan genişlemeci para politikaları varlık fiyatlarını kriz öncesi seviyelere taşırken, finansal sistemin kırılganlıkları makyajlandı. Yatırım bankalarının bilançoları sisteme enjekte edilen trilyonlar ile toparlandı. Varlık balonu bir kez daha pompalanarak finansal sistem ayağa kaldırıldı.
Burada ABD ve Avro Bölgesinde uygulanan krizden çıkış politikaları arasındaki kimi belirgin farklılıkları da göz ardı etmemek gerekiyor elbette. ABD krizin hemen ardından fazla vakit kaybetmeksizin parasal genişlemeye yönelip kamu harcamalarını yükselterek tarihinin en büyük bütçe açıklarıyla krizi aşmaya çalışırken, Avro Bölgesi Almanya’nın da ağırlık koymasıyla bütçe disiplinini ön plana çıkaran bir hat izledi.
Bugün geldiğimiz noktada ABD ve Avrupa ekonomileri arasında belirgin bir ayrışma eğilimi göze çarpıyor. ABD ekonomisine baktığımızda GSYİH’nın krizin öncesinde yani 2008 yılındaki zirvesinin yüzde 8 üzerinde olduğunu görüyoruz. Euro bölgesi ise aynı dönemdeki zirvesinin halen yüzde 2 altında seyrediyor. 2014 yılının son çeyreğinde ABD ekonomisi bir önceki çeyreğe göre yüzde 2.6 büyüdü. Bu oran yaz aylarında yüzde 5’e kadar tırmanan büyüme oranı karşısında ciddi bir gerileme gibi değerlendirilebilir. Ama yazın gerçekleşen yüksek büyümenin içerisinde tek seferlik askeri alımların payı da göz önünde bulundurulmalı. Son verilerle birlikte ABD ekonomisi 2014 yılı içerisinde 2.4 oranında bir büyüme yakaladı. Bu oran 3. çeyrek verileri sonrasında yükselen beklentileri tatmin etmekten uzak olsa da, Amerikan ekonomisin 2010’dan bu yana yakaladığı en yüksek büyüme hızı.
Aynı dönemde Avro bölgesinde bir önceki çeyreğe göre yüzde 0.3, bir önceki yıla göre ise yüzde 0.9 büyüme kaydedildi. Elbette Avro bölgesin içinde de ülkelerin performansları arasında kayda değer farklılıklar mevcut. Bölge ekonomisinin motoru olarak görülen Almanya son çeyrekte beklentilerin iki katı (yüzde 0.7) dolayında büyüme kaydederek yıllık bazda yüzde 1.6’lık bir büyüme oranı yakaladı. Alman ekonomisinin son çeyrekte gösterdiği sürpriz büyümenin büyük ölçüde iç talep kaynaklı olduğu ve hane halkı harcamalarındaki hareketlenmeden kaynaklandığı görülüyor.
Avro bölgesinin ikinci büyük ekonomisi Fransa’da ise işler iyi gitmiyor. Ülke ekonomisi yılın son çeyreğinde yüzde 0.1 oranında büyüme kaydederken yıllık bazda ise yüzde 0.4 dolayında büyüdü. Bu yıl pozitif büyüme gerçekleştirmesi beklenen İtalya’da ise iç talepteki zayıflama ihracattaki büyümenin önüne geçti ve ekonomi bir kez daha geriledi (yüzde 0.4). İtalyan ekonomisi 2013 ve 2012 yıllarında da sırasıyla yüzde 1.9 ve 2.3 oranlarında daralmıştı. 
Bölgenin ihracat kapasitesi en yüksek ekonomilerinden Hollanda son çeyrekte yüzde 0.5 yıl bazında ise yüzde 1 büyüme gösterdi. İspanya ekonomisi ise geçtiğimiz çeyrekte son 7 yılın en yüksek büyüme hızına ulaşarak yüzde 0.7 büyüdü. İspanya bir önceki yılın aynı dönemine oranla ise yüzde 1.4 büyüme kaydetti. Avro bölgesinin en problemli ekonomisi Yunanistan ise hızlı daralma süreci sonrasında 2014 yılı içerisinde yüzde 1.7 dolayında büyüdü. Ne var ki, bu büyüme süreci büyük ölçüde geçmiş dönemdeki daralmanın yarattığı baz etkisinden kaynaklanıyor ve Yunan ekonomisinin önündeki belirsizlikler sürüyor. Troyka tarafından ülkeye dayatılan ağır koşullar bölgenin en güçlü ekonomisi Almanya’nın dahi yakalayamadığı bir bütçe performansını gerekli kılıyor. Uluslararası sermayenin faiz dışı fazla konusundaki kararlılığı kırılamadığı takdirde orta ve uzun vadede dahi bir toparlanma olanaksız görünüyor. Yapılan hesaplara göre Troyka tarafından sunulan orijinal plan 2020-2030 yılları arasında yüzde 7.5 gibi bir bütçe fazlası verilmesini gerektiriyor ki, bu olanaksız olduğu gibi hasta Yunan ekonomisini hayatta tutma kaygısının dahi gösterilmediğinin en açık  göstergesi. Bu açıdan anlaşmanın 1. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’ya dayatılan Versay anlaşmasından dahi ağır koşullar içerdiği söylenebilir.
ABD ve Avro ekonomileri arasındaki ayrışmanın bir diğer önemli göstergesi ise işsizlik oranları. ABD’de işsizlik yüzde 5.6 ile 2008 yılının Haziran ayındaki seviyeye geriledi Avro bölgesinde ise halen yüzde 11.4 seviyesinde. Genç nüfus işsizliği yüzde 23’ün üzerinde seyrediyor. Özellikle genç nüfustaki yüksek işsizlik oranları, vade uzadığı sürece kronik hale gelebilme tehlikesi taşımaktadır. Şöyle ki, iş piyasasına kriz sürecinde atılan ve uzunca bir süre iş bulamayıp iş tecrübesinden mahrum kalan kesimin ekonominin toparlanmaya başlaması durumunda dahi istihdamında zorluklar yaşanacaktır. İşverenler iş tecrübesi olmayan, mezuniyet sonrası yaşamını işsiz geçirmiş bireylerin istihdamı konusunda çekince gösterecek ve onlardansa yeni mezunları işe almayı tercih edecektir. Bu nedenle kriz dönemi gençliğinin istihdam olanakları ileride işler yoluna girse dahi daralacaktır.
Geçtiğimiz yıl içerisinde Avrupa ekonomisinin genel performansını belirleyen dışsal etkenlere baktığımızda üç başlık ön plana çıkıyor. Bunlardan ilki petrol fiyatlarının yüzde 50’nin üzerinde bir gerileme kaydetmesi. 2014 yılı Haziran ayında varili 115 dolar civarında olan Brent petrolünün fiyatı 2015 Ocak ayında 50 dolar seviyesinin altını gördü (Şubat ayı itibariyle halen 60 dolar seviyesini altında seyrediyor). Enerji bağımlılığı üst düzeyde olan Avrupa ekonomisi açısından bu durum üretim maliyetlerini düşürerek kâr marjlarını ve üretimi pozitif yönde etkiledi ama uzun vadede bireylerin ekonomiye dönük güven eksikliğini yansıtan tüketici talebini toparlamaya yetmedi.  
Avro bölgesinin ekonomik performansını hareketlendirebilecek bir diğer gelişme ise Avro’nun geçtiğimiz aylarda dolar başta olmak üzere yabancı para birimleri karşısında değer yitirmesi idi. Avro dolar paritesi Mayıs ayında 1.40 düzeyinden kademeli olarak 2015 Ocak ayı içerisindeki 1.11 seviyesine kadar geriledi. Kısacası yüzde 20 dolayında değer yitirdi. Avro’nun dolar karşısında aşırı değerli olduğu yönünde değerlendirmeler son on yıldır istikrarlı bir şekilde cari açık veren Fransa tarafından sıkça eleştirilmekteydi. Ne var ki, Merkel hükümeti güçlü Avro politikasından uzunca bir süre taviz vermeye yanaşmadı. Avrupa Borç Krizi’nin ardından 1.19 seviyelerine kadar çekilen parite, bölge ekonomisinin derinleşen sorunlarına rağmen FED’in doların değerini baskılayan genişlemeci politikalarının Avrupa cephesinden aynı karşılığı bulmaması nedeniyle tekrar yönün yukarıya çevirdi.
Son dönemde yaşanan Avro’daki değer kaybı petrol fiyatlarındaki düşüşün üretim maliyetleri üzerindeki etkisini sınırlandırmakla beraber ihracat üzerinde olumlu etkiler yaratacaktır. Ne var ki, aksi yöndeki gelişmeler de göz ardı edilmemeli. Ukrayna krizi nedeniyle Rusya’ya uygulanan ekonomik yaptırımlar bölge ihracatına büyük darbe vurdu. Şu ana değin uygulanan yaptırımların AB’ye toplam maliyetinin 21 milyar Avro dolayında olduğu tahmin ediliyor. Paritedeki hareketlerin Avro bölgesi ekonomilerinin ihracatı üzerindeki etkisini sınırlandıran bir diğer önemli etken ise ülkelerin dış ticaretinin önemli ölçüde birbirleriyle yani Avro bölgesi içinde gerçekleşiyor olması. Bölgede zayıflayan tüketici talebi ihracat rakamlarını da baskılıyor.
Dönem itibarıyla her iki bölgenin konjonktür dalgasının farklı aşamalarında olduğu bir gerçek. Bu nedenle Avro bölgesinde genişlemeci para politikaları bir süre daha devrede kalacak gibi görünmekle birlikte ABD’de varlık alımları halihazırda sonlandırılmış durumda. Yıl içerisinde FED’in faizleri de yükseltmeye başlaması yüksek ihtimal. Mevcut koşullar altında paritedeki aşağı yönlü hareketin süreceğini kolayca öngörebiliriz. Ne var ki, son dönemde Avro ülkelerinin dış ticarette rekabet içerisinde olduğu Japonya başta olmak üzere pek çok ülkenin de, para birimlerinin değerini düşük tutma çabası içinde olduğu bir gerçek. Bu durum paritedeki hareketlerin bölge ihracatı üzerindeki etkisini sınırlandıracaktır. Kaldı ki son dönemde Amerikan kamuoyunun sanayi üretiminin deniz aşırı ülkelere kaymasına dönük artan tepkisi ve yaklaşan kritik başkanlık seçimleri de düşünülürse, kur savaşlarının kızışması durumunda Amerika cephesinde kur politikasının revizyonu veya ithalat sınırlamaları gibi uygulamalar da gündeme gelebilir.
Avro bölgesi açısından en önemli tehditlerin başında ise hiç kuşkusuz giderek büyüyen deflasyon riski geliyor. Geçtiğimiz yıl içerisinde dünyada enflasyon hedeflemesi uygulayan 46 ülkeden 30’u enflasyon hedefinin altında kalırken, geleceğe dönük enflasyon beklentilerinde de belirgin bir düşüş göze çarpıyor. Bu tehlike özellikle Avrupa ülkelerine baktığımızda daha da belirginleşiyor. İtalya ve İspanya’nın da dahil olduğu 8 Avrupa ülkesinde deflasyon yaşanmakla birlikte, AB ülkelerinde ortalama enflasyon oranı yüzde 0.3 seviyesinde bulunuyor. İngiltere, Almanya ve Fransa’da enflasyon oranları sırasıyla yüzde 1.3, 0.8 ve 0.4 seviyelerinde. Dahası hizmet sektöründeki fiyatları bir kenara koyarsak, 15 Avrupa ülkesinin 11’inde mal fiyatlarının bir önceki yıla göre değer kaybettiği görülüyor. Finlandiya, Avusturya, İngiltere ve Almanya’da ise mal fiyatlarındaki artış yüzde 0.5’in altında kalıyor.
Tarih bize gösteriyor ki yüksek enflasyon son derece olumsuz sonuçlar doğurmakla birlikte, deflasyonun sonuçları çok daha yıkıcı oluyor. Enflasyon fiyatların yükselmesidir, dolayısıyla paranın alım gücü zaman içerisinde gerilemektedir. Bu nedenle yüksek enflasyon tüketimi tetikler. Günlük enflasyonun yüzde 40’ları bulduğu Alman hiperenflasyonu örneğinde halk kazancı eline geçtiği gibi soluğu çarşıda pazarda alıyordu, birkaç gün içerisinde harcanamayan paralar ise ya duvar kağıdı olarak ya da sobaları tutuşturmak için kullanılıyordu.
Deflasyon ise fiyatların gerilemesi, dolayısıyla paranın alım gücünün zamanla artması anlamına gelir. Deflasyonist ortamda tüketim ertelenir, talep geriler, üretim daralır. Dahası, işletmelerin borçları nominal olarak sabit kalırken, düşen fiyatlar ve daralan taleple birlikte gelirleri ve net varlıkları geriler. İflaslar artarken ekonomik kriz derinleşir, toplumsal çalkantılar artar. İngiliz tarihçi Frederick Taylor’ın da vurguladığı gibi sanılanın aksine Nazileri iktidara taşıyan asıl etken 1920’lerdeki hiperenflasyon değil, 1930’lardaki “Brüning Deflasyonu”dur. 
Gerçek şu ki, 2008 krizi sonrasında Avro bölgesi enflasyonu yüzde 2’nin altına gerilemesine rağmen FED ve Bank of England’ın aksine Avrupa Merkez Bankası (AMB) para politikasını gevşetmekte fazlasıyla direndi ve zaman kaybetti. Sıkı duruşun korunmasında en büyük pay hiç kuşku yok ki Merkel önderliğindeki Almanya’nındı. Zaman zaman AMB Başkanı Draghi ile açıktan zıtlaştıklarına dahi şahit olduk. Diğer bölge ekonomilerini yapısal reformlarla terbiye etme ve siyasi hegemonya alanını genişletme arayışındaki Merkel’in ısrarı krizi derinleştirdi. Nihayetinde, deflasyon riskinin giderek belirginleşmesi karşısında ise geri adım atmak durumunda kaldı ve AMB tarafından aylık 60 milyar Avro tutarında ve en az 2016 Eylül’üne sürdürülecek varlık alım programı devreye sokuldu. Böylece FED’in varlık alımlarını sonlandırdığı bir süreçte AMB bankası kapsamlı bir varlık alımına yönelerek iki ekonomi arasındaki ayrışmayı tescillemiş oldu.
Daha öncede belirttiğimiz gibi Avro bölgesi ve ABD ekonomileri arasındaki farklılıklar para politikası ile sınırlı değil. Avro bölgesinin patronu konumundaki Almanya’nın bütçe disiplini konusundaki ısrarı özellikle borçlu ekonomilerin toparlanmasını sağlayabilecek etkin kamu politikalarının geliştirilmesini olanaksız kılıyor. Bu açıdan SYRIZA’nın seçim zaferi diğer bölge ekonomileri için de önemli bir hareket alanı yaratabilirdi. Ne var ki, bunun farkında olan Almanya bu konuda son derece sert ve tavizsiz bir tutum sergiledi. Daha işin başında Avro’dan çekilmesinin söz konusu dahi olamayacağını belirten SYRIZA ise kendi manevra alanını daralttığı için Eurogroup ile yapılan ilk görüşmelerden bu yıl içerisinde verilmesi gereken faiz dışı fazlaya dönük ifadelerin muğlaklaştırılması dışında somut bir kazanım elde edilemedi. Dahası, Selanik programından önemli ölçüde tavizler verildi. Oysa ki, SYRIZA’nın bu süreci başarıyla sürdürebilmesi, yıl sonunda sandığa gidecek İspanyol seçmenin tercihleri üzerinde oynayacağı rol de düşünüldüğünde, bölgedeki siyasi konjonktürün yeniden şekillenmesi açısından büyük önem taşıyor. Bu nedenle, neoliberal saldırganlık karşısında gerçekçi çıkış yolları üretebilmek için SYRIZA’nın siyasi tutarsızlıklarının eleştirilmesi kadar, Yunan halkının geleceğini ipotek altına alan bir program karşısında uluslararası dayanışmanın örgütlenebilmesi de gerekmekte. Avrupa halkları kemer sıkma politikalarına karşı örgütlü bir tepki ortaya koyarak sesini yükselttikçe Yunan hükümetinin pazarlık masasında manevra alanı genişleyecektir.

Petrol, ruble ve Rusya nereye?

Petrol fiyatlarındaki ani düşüş, Yunanistan gibi bazı ülkeler büyüme sürecine giremese de, ABD ve Almanya ekonomisinin krizi atlatarak büyüdüğü ve dünya ekonomisinin de genel olarak büyüme sürecinde olduğu bir döneme denk geldi. Bu aynı zamanda, Japon ekonomisinin durgunluk belirtisi gösterdiği, gelişen ülke ekonomileriyle Rusya ve Çin’in de büyüme oranlarını geriye çektiği bir evreydi. Tüm bunların üzerine, petroldeki ani fiyat düşmesinin yükleri bindi ve bu nedenle dünya piyasaları, tekrardan yeni bir kriz beklentisine girdi.
Petroldeki düşme, doğal bir düşme mi yoksa stratejik planların taktik bir ürünü müydü? Bunlar tartışılmaya devam edecek. Dünyanın büyük ekonomilerinden biri olan, petrole bağımlılıktan kurtulma planlarını hayata geçirerek, 2020’de dünyanın ilk beş ekonomisi içinde yer alma hesabı yapan Rusya; önümüzdeki süreçte nereye savrulacak? Rusya’nın planları ne ölçüde sekteye uğrayacak, Rusya krizini nasıl atlatacak? Yazı, bu bağlamdaki soruların yanıtını arıyor.
Dünyaca ünlü bazı ekonomistler ve IMF; petrol fiyatlarının ani olarak aşağıya inişinden iyimserlikle olumlu sonuçlar ürettiler ve “düşük petrol fiyatlarının, petrol ithalatına bağımlı ülkelerin ekonomileri üzerinde olumlu etkide bulunacağını ve dünya ekonomisini büyüme yönünde ileriye iteceği”ni ileri sürdüler.  Toplumsal ekonomik yaşamın tüm alanlarında ve özellikle borsalarda istatistiklerle oynanıyor, uluslararası kurumların çarpıtılmış puanlama cetvelleri, kredibilite raporları yayınlanarak, bin bir çeşit manüplasyonla rakipler köşeye sıkıştırılıyor ve hisse senedi ve tahvillerin sanal değeriyle servetler şişiriliyor. Böylesi bir “global ekonomik düzen”de petroldeki fiyat düşüşlerinin yaşanan krizi sağaltıcı bir işlevi olup olmayacağı; dünya ekonomisini ileri itip itmeyeceği; fiyat düşüşünü etkileyen faktörler irdelenmeksizin anlaşılmaz olarak kalacaktır.
Petrol fiyatları zaten genel bir düşme eğilimindeyken, neden ani olarak yeniden düşürtüldü? Petrol fiyatlarındaki düşmeyi, kriz ve durgunluk koşullarındaki düşmenin (ki demir, altın, gümüş, platin fiyatlarında da düşme vardı) olağan devamı olarak ele alan iktisatçılar bulunmasına karşın; bugün tüm veri ve olgular ışığında bakıldığında iktisatçıların önemli bir bölümünün üzerinde birleştiği görüş; ABD’nin, düşman olarak gördüğü rakiplerini zayıflatmak hedefiyle bilinçli olarak uyguladığı bir stratejinin piyasaları yönlendirdiği ve petrol fiyatındaki son ani düşüşü Suudiler aracılığıyla yaşama geçirdiğidir.
İlk olarak şu saptanmalıdır ki, petrol fiyatlarındaki son ani düşüş, manüplasyon ürünü olsa da, bir önceki kriz döneminde oluşan düşüş eğilimi zemininde gerçekleşti. Petrol fiyatlarındaki düşüş, zaten bir süredir devam ediyordu. Bunun nedeni de esas olarak önceki dünya krizinden artakalan stoklardı. Ülke ekonomilerinin ve dünya üretiminin daralması, petrole olan talebi de azaltmıştı. Üretimde, nakliye ve kişisel tüketimde önemli bir girdi olarak kullanılan petrole talebin azalması ve fiyatının düşmesi bu yüzden olağan sayılamalıdır. Ayrıca petrol kaynaklarının sınırlılığı ve yarattığı çevre kirliliği yüzünden alternatif enerji kaynaklarına; yani güneş, termal, rüzgar, biyoenerji gibi yenilebilir enerji kaynaklarına ve kaya petrolüne yönelen dünya ülkeleri; dünya enerji arzını arttırdılar. Fiyatların aşağıya çekilmesinde –son dört yılda, varil başı fiyatı 90 ile 120 dolar arasında seyreden petrol, geçen yıl Haziran ayında ise 115 dolarken  şimdi, 50 doların altındadır– bu faktörler de önemli bir rol oynadı.
İkinci olarak, ABD’nin kaya petrolü ve kaya gazı üretiminde, devreye soktuğu görece ucuz teknolojilerle üretimini arttırması ve daha önceleri %60 gaz ithalatına bağımlı konumunu % 20’lere düşürmesi ve dünya petrol üretiminde Arabistan’ın düzeyini yakalaması; ona enerji fiyatlarını belirlemede, spekülasyon ve manüplasyon yapmada avantaj sağladı. ABD yıllık petrol üretimini 4.5 milyon varil birden artırdı, dünya piyasasına sunulan bu üretim fazlası ve zaten diğer ülkelerde yığılmış petrol stoklarının üzerine bindi. Geçen ayın ortasında, OPEC’in belirleyici aktörü olan Suudi Arabistan Petrol Bakanı’nın, “Petrol fiyatı varil başına 40 dolara inse bile, ülkesinin üretimi kısmayacağı, aynı tempoda üretimini sürdüreceğini” açıklaması; petrol fiyatlarında şok etkisi yaptı, düşmeyi, daha da hızlandırdı.
Petrol fiyatlarının şok düşüşünde, üçüncü ve belirleyici etken olarak öne çıkan görüş; ABD ve Suudi Arabistan’ın ortak düşmanları olan ve bütçe gelirleri büyük ölçüde petrol satışlarına bağlı olan Rusya ve İran’ı; ekonomik kaosla güçten düşürerek, bölgede kendi politikalarını dayatmaya yönelik planlı bir saldırı yaptığıdır. Çünkü petrole talebin azaldığı, fiyatların düştüğü bir dönemde normal olanı; OPEC’in üretim kotalarını düşürmesiydi. OPEC’in son açıklamasıyla petrol fiyatları aniden 70 doların altına indi.. Bundan en büyük zararı; beklendiği gibi, petrol ihracatçısı ve bütçe dengeleri petrole bağlı olan Rusya, İran, Venezuella, Norveç vb. ülkeler gördü.
“ABD bu planlı ekonomik saldırıyı neden yaptı?” sorusunun yanıtına gelince, birçok neden bulmak olanaklıdır. En öncelikli neden, Batı’nın Ukrayna’yı kendi yanına çekmek için başlattığı, istikrarsızlaştırılarak Ukrayna’yı Batı ittifaklarına dahil etme çabasına Putin Rusya’sının zaten önceden Rusya’ya bağlı olan Kırım’ı, tekrar bünyesine katarak cevap vermesi ve Ukrayna’nın doğusundaki Rus yanlısı direnişçilere desteği sürdürmesine verilmiş bir yanıt niteliğindeki ABD ve Batının ortaklaşa karşı hamlesi olarak görülebilir. ABD ve Avrupa Birliği’nin ekonomik yaptırım ve ambargo yoluyla Rusya’ya geri adım attırma beklentisi gerçekleşmeyince; ABD, petrol fiyatları üzerinden Rusya’ya darbe vurmayı denedi. Ama bu, Rusya’nın öyle habersiz yakalandığı ve beklemediği bir durum da değildi.  Çok daha öncesinden Hilary Clinton, bu saldırının sinyalini 2012 yılında vermişti; “ABD, Rusya’nın ekonomik entegrasyon hilesiyle Soveyetler Birliği’nin yeni bir versiyonunu yaratmasını engellemeye çalışıyor… Burada yeni sovyetik alana bir gidiş vardır… Rusya bunu bu şekilde adlandırmayacak, gümrük birliği diyecektir, Avrasya Birliği adını verecektir. Ama biz Rusya’nın bu yanlışı yapmasına müsaade etmeyeceğiz. Hedefimiz olan şeyi biliyoruz ve onu engellemeye, etkili yollarla yavaşlatmaya ve bu birliği çözmeye uğraşıyoruz.” diyordu.
Petrol fiyatları nereye kadar düşecek?
Petrol fiyatlarının spekülatif olarak 40 doların altına kadar inebileceğini düşünenler de bulunmasına karşın, bu pek olanaklı görünmüyor. Petrol fiyatlarındaki düşme en çok petrole ihtiyaç duyan ve tüketen Çin’in işine yarayacak ve ona avantaj sağlayacaktır. ABD’nin Asya’da güçlü bir Çin istemediği ve Rusya ile birlikte öteden beri rakibi olan Çin’in elini güçlendiren bu avantajın uzun süreli olması işine gelmeyecek ve petrol fiyatlarının uzun süre düşük kalmasını istemeyecektir. Ayrıca üretici ülkelerin, tatlı kârlarından uzun süre vazgeçmesi düşünülemez. Ek olarak, belirtilmeli ki, petrol fiyatlarının geçmişteki yükselişi, sıcak parayı, ABD’deki kaya gazına ve petrol sektörüne yöneltti ve bu alanda şişkinliğe yolaçtı. Şu anda ABD’deki enerji sektörü borcunun 1.3 trilyon dolarlık ABD çürük tahvillerinin %16’sı kadar olduğu söylenmektedir. Kaya petrolü halen görece yüksek maliyetle, sürekli yeni yatırım girdileriyle elde edilmektedir. Kaya petrolüne yatırım yapan hissedarlar, tahvil alanlar petrol fiyatları 85-95 dolar aralığındayken uygun kârlar elde ediyorlardı, ama fiyat 60 doların altına düştüğünde, maliyeti kurtaramayan üretici firmalar iflasa sürüklenebilecektir.  Bu olası gelişme, daha şimdiden ABD borsalarında, ‘mortgage’ benzeri bir finansal kriz kaygısı yaratmış görünüyor. ABD’nin ise, bu duruma göz yummayacağı kolaylıkla tahmin edilebilir. Bu nedenle önümüzdeki dönem petrol fiyatlarının artarak, ortalama 90-95 dolar aralığında dengeleneceği öngörülebilir.

BU SÜREÇTE RUBLENİN VE RUSYA EKONOMİSİNİN GELECEĞİ NE OLACAK?

Rusya’da bir anda 160 milyar dolar yabancı sermaye yurtdışına kaçtı, zaten son yıllar dolar karşısında aşırı değer kaybeden ruble, yeni develüasyonla %15 daha değer kaybetti. Rusya’nın döviz rezervleri 400 milyar doların altına indi. Putin 18 Aralık’taki 19. Yıllık Basın toplantısında, “Büyümenin süreceğini, tekrar hızlandırmak için iki yıla ihtiyaçları olduğunu, olası krizlere hazırlıklı ve deneyimli olduklarını, rezervlerinin bulunduğunu… Her kim ki, Rus ayısını öldürmeye çalışırsa bunu başaramayacağını” söyleyerek, komplocu ülkelere meydan okudu
Economist Dergisi’nin 2015 yılı bakımından Rusya ekonomisine ilişkin yaptığı tahminlere göre, ulusal hasılanın artış oranı %1, kişi başına ulusal gelir 14.820 dolar (satınalma gücü paritesine göre 25.810 dolar), enflasyon oranı %7.5, bütçe açığı ise -0.2 olarak görülüyor. Bu tahminler, elbette Rusya’nın petrol fiyatlarının düşmesiyle yaşadığı şoktan, rublenin develüasyonundan önceki dönemin verileriyle, 2014 Aralık ayı başında  yapılmıştı. Bu nedenle, 2015’te enflasyon, büyüme oranı ve bütçe açığı rakamlarının değişmesi de beklenmelidir.
Petrol fiyatlarının aniden düşürülmesi, dünya ekonomisinin bazı halkalarında durgunluk ve yeni krizleri tetiklemeye aday görünüyor. Her ne kadar bütçe dengelerini petrolden elde ettiği satış gelirlerine bağlamış, Rusya, İran, Venezuella, Meksika, Norveç vb. ülkeleri zarara uğratmış görünse de, dünya ekonomisinin eskisinden daha güçlü ve sıkı ilişkiler ve akışkan kanallarla birbirine bağlı olduğu düşünüldüğünde, zincirleme karşılıklı etki ve tepkilerin dünya ekonomisindeki durgunluğu yeni bir krize dönüştürme potansiyeli yarattığı söylenebilir.  Bu, doğaldır ki, iflasların ve yeni birleşmelerin yaşanması, sermayenin yeni pazarlar ele geçirmek amacıyla politik gerginlik ve çatışma alanlarını çoğaltması yönünde işlev görecektir. Vurucu bir etkiyi ilk elde Rusya ekonomisi üzerinde hissettiren ve derin yaralar açan petrol fiyatlarındaki düşüş, Rusya’nın para birimi rubleyi altüst etti, develüasyon ve rublenin dolar karşısındaki hızlı değer kaybı, 2014 yılı sonunda 120 milyar dolar olarak tahmin edilen yurdışına kaçacak olan sermaye miktarının 155 milyar dolara çıkarttı. Rusya’nın 515 milyar dolar olan döviz rezervlerini 400 milyar doların düzeylerine indirdi. Buna rağmen, Rusya’nın 45 milyar dolar altın rezervi, 82 milyar dolar ulusal refah fonu, 89 milyar dolar da rezerv fonları mevcuttur.
Rusya’nın gelecek iki yıl içinde 138 milyar dolardan fazla borç ödemesi yapması da gerekiyor. Toplam borçları ise 600 milyar dolardır. Aslında Rusya’nın borç yükü Batılı ülkelere oranla çok daha düşüktür. Sadece ulusal hasılasının %13’ü kadardır. Rublenin develüasyonu nedeniyle, bu borçlar miktar olarak artmıştır. Borçların hemen tamamı özel sektöre ait olduğundan, petrol ve doğal gaz alanındaki bu firmalar kurtarılma talebiyle hemen devlete başvurdular.Bu durum, devleti ya bu firmaları kurtarma ya da zorunlu alt yapı yatırımlarından ve sübvansiyonlardan vazgeçme ikilemi arasında bırakıyor. Oysa Putin, askeri harcamalardan, sağlık yatırımlarından ve emeklilerin subvanse edilmesinden kısıntıya gitmek istemiyor.
Rusya ihracatının üçte ikisini petrol satışlarıyla gerçekleştirirken, kamu bütçesinin yarısını da petrol ve doğal gaz satışlarından elde ettiği gelirle finanse ediyor. Rusya, kendi “zayıf karnı”nın; hammaddeye petrol ve gaz iharacatına bağımlı, tek ayaklı, ekonomik çeşitlilikten uzak ekonomik yapılanma olduğunu biliyor ve bunun aşılması için planlar yapıyordu. Emperyalist Batılı rakiplerinden gelen bu darbe, Rusya’nın hızını bir süre kesebilecektir. Ama unutulmasın ki, Rusya; Küba, Venezuella gibi küçük ölçekli olmadığı gibi, bir ekonomik saldırı salvosuyla alt üst olacak güçsüz bir ekonomi de değildir. Rusya’nın da kendine göre alternatifleri vardır. Özellikle Ortadoğu ve Ukrayna’daki sorunlar nedeniyle ABD ve Batı tarafından köşeye sıkıştırılmaya çalışılan Rusya yönünden dövizdeki ‘kriz’in nasıl atlatılacağı, dünyadaki emperyalist kamplaşmanın gidişatı açısından da önem kazanıyor.

RUSYA KRİZİNİ ATLATMAK İÇİN NE GİBİ GİRİŞİMLERDE BULUNUYOR?

ABD’li bazı uzmanlar, Rusya’nın krizden çıkmak amacıyla, Ukrayna’ya saldırabileceğini, Ukrayna’nın doğusunu, Rusça konuşan bölge halkını, kendi bünyesine katabileceğini, en azından Kırım’la bu bölge arasında bir köprü yaratabileceğini ileri sürüyorlar. Bunlar spekülatif görüşlerdir ve Rusya’nın elinde oynayacağı başka kozlar da bulunuyor. ABD’yi Ukrayna’nın bir bölümünün ilhakından daha çok kaygılandıran Avrasya Ekonomik Birliği’ni genişletme, müttefiklerinden ekonomik destek alma, “dolar sistemi”ninin dışına çıkmak amacıyla, müttefikleriyle ortaklaşa yeni bir para birliğine gitme vb. alternatifleri varken; Rusya, bu aşamada maceracı ve sonu belirsiz bir saldırıya mecbur kalmadıkça girişmeyecektir.
Rusya’nın krizi savuşturmak yönünde dayanacağı olanakların en başında, eski Sovyet Cumhuriyetleriyle geliştirdiği ekonomik, politik işbirliği ve askeri ittifaklar, kuruluşuna öncülük ettiği Avrasya Ekonomik Birliği, Şanghay işbirliği Örgütü ve BRICS ülkeleriyle kurduğu yakın ilişkiler bulunuyor. Bu ilişkileri daha da geliştirirse; ABD’nin Asya’ya yerleşme planlarını ve kendisine yönelik ekonomik saldırıları defetme potansiyeline sahip görünüyor. Nitekim 2014 yılının sonunda Asya ülkeleriyle yoğunlaştırdığı ekonomik-diplomatik trafiği de, ABD’nin hamlelerini öncelikli olarak ekonomik alanda bozguna uğratma çabasında olduğunu göstermektedir.
Rusya, geçtiğimiz yılın sonunda, İran’la, tarımsal ürünlerin karşılıklı ödemelerinde tarafların ulusal dövizlerini kullanmaları konusunda anlaşma imzaladı. Yine İran’a nükleer santral kurma konusunda destek olacağını açıkladı. Çin ise, Rusya’nın yaşadığı krizde, sermaye yatırımlarını Rusya’ya kaydırarak ona yardım eli uzatacaktır. Çin Dış işleri Bakanı Wang Yi, “Rusya’nın ekonomik problemlerini çözmesi için Rusya’ya yardıma hazır olduklarını” açıklayarak, “Rusya tarafı ihtiyaç duyarsa gereken yardımı sağlayacağız” dedi  Çin’in bu tutumu şüphesiz beklenen şeydir; çünkü ABD, Rusya’dan sonra önemli rakibi olarak Çin’i görmekte, onun da etkisini sınırlamak istemektedir. Rusya, 4 trilyon dolarlık döviz rezervi bulunan Çin’in kendisine sunacağı sermaye, teknoloji ve piyasa olanaklarını elbette değerlendirebilir, ama bu yardımların etkisi sınırlı olacaktır. Ayrıca bu iki ülke arasında sıkı bir ekonomik ortaklık ilişkisi bulunsa da, onlar, aynı zamanda bölgede hegemonik güç olma emelleri bulunan ve altan alta rekabet eden ülkelerdir. Bu anlamda, Rusya, Çin ile, ekonomik bağımlılık yaratacak ölçekte bir yardım alma ilişkisine girmeyecektir. Rusya, herşeyden önce, yapısal anlamda ekonomisini çeşitlendirerek, petrol satışlarına bağımlılıktan kurtulacak önlemlere gidebilirse, bu süreçten güçlenerek çıkabilir.
Bazı ekonomik ve diplomatik gözlemciler, Rusya’nın Batılı ülkelerin yaptırımlarına karşı, krizden çıkmak için; Çin’le ve BRICS’in diğer üyeleriyle birlikte, altın, petrol ve doğal kaynaklar değişiminde yeni bir para birimi geliştirebileceğini, Hong Kong gibi gümrüksüz ve yatırımcıyı özendiren serbest bölgeler açabileceğini, sermayenin kaçışını önlemek için de “sermaye kontrolü” sistemi getirebileceğini öne sürüyorlar.
İtalyan Enstitüsü’nde jeoploitik bilimler yöneticisi ve Güneydoğu Asya Araştırma Programı yöneticilerinden olan Francesco Brunello Zanitti ise, Pravda’da yayınlanan “Rusya, Çin ve Hindistan yeni çok kutuplu dünya düzenini inşa ediyor” başlıklı makalesinde, 2014 yılında ve özellikle son aylarda Rusya Çin ve Rusya Hindistan arasında yapılan görüşme ve antlaşmaların yoğunluğuna dikkat çekerek; “Bu ülkelerin zaten birçok uluslararası ekonomik askeri ve diplomatik forumda yan yana ve ortak tutum geliştirdiği; Hindistan ve Çin’in, Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun yeniden yapılanmasını istedikleri; Rusya ve Çin’in, BRICS ve G-20 zirvelerinde dile getirdikleri uluslararası ticaretin ulusların kendi para birimleriyle yapılması düşüncesinin gelecekteki güç dengesini değiştirme potansiyeli taşıdığı; tüm bunların da, çok kutuplu dünya düzeninin ortaya çıkışının örnekleri olduğu” tezini dile getiriyor.
Yeltsin döneminde, Batılı emperyalistler tarafından Rusya’yı teslim almak amacıyla spekülatif olarak 2002’de yaratılan ekonomik kaos ve çöküş dönemiyle kıyaslanırsa; Putin başkanlığındaki bugünkü Rusya, son krizi, petrole alternatif üretim sektörlerini görece çeşitlendirmiş, olası krizlere karşı döviz rezervleri ayırmış bir ülke olarak göğüslüyor. Özellikle Asya kıtasındaki, ekonomik ve politik rolü, eski Sovyet Cumhuriyetleri üzerindeki nüfuzu ve yaptığı yeni ekonomik antlaşma ve ittifaklar nedeniyle; krizlere karşı daha dayanıklı ve deneyimli görünüyor.
Putin, ekonomik büyümeyi tekrar hızlandırmak için, Rusya halklarından iki yıl isterken; “Batı komplosu” karşısında kenetlenebilmek ve fedakarlığa katlanabilmek üzere sovyetik dönemden miras “Rus ulusal onuru”nu kışkırtmakta, her vesileyle sovyetik dönemin onurlu ve gururlu günlerine göndermelerde bulunmaktadır. Rusya halkı ve emekçileri, Batı’nın saldırganlığı ve tezgahları karşısında deneyimlidir, bu nedenle, Putin’in kemer sıkma politikalarına bir süreliğine engel çıkarmayabilir –Batılılar Putin’in bir isyanla düşürülmesi arzusundalar–, sessiz kalabilirler. Nitekim son yapılan anketler, Putin’e olan desteğin, ‘petrol şoku’ sonrasında yükseldiğine işaret etmektedir.

SONUÇ OLARAK
Rusya, geçtiğimiz yılın sonunda, gelişme hızını bir süre frenleyecek olan ciddi bir yara aldı. Buna karşın Rusya, kriz sonrası süreçte eskisinden daha güçlü olabilme potansiyelini de bünyesinde taşımaktadır. Ayrıca emperyalist kapışma ve dünyadaki bloklaşma, hızlı bir evrim geçirmektedir. ABD’nin en birinci ekonomik ve askeri güç olma üstünlüğü devam ederken, tek başına dünya üzerinde hegemonyasını sürdürmekte zorlandığı, yeni ekonomik ve politik güç merkezlerinin ve ittifakların kurulduğu; dünyanın çok kutuplu bir görünüm sergilediği de açık. ABD’nin Asya, Afrika ve Ortadoğu bölgesinde önünü kesmeye çalıştığı Çin ve Rusya gibi rakipleri mevcut. 2008 Krizi sonrasında emperyalist rekabet ve dalaşmalar, ekonomik, politik, diplomatik ve askeri olarak hızlanmış, keskinleşmişti. Bu bağlamda, emperyalist büyük güçlerin yaptığı yığınaklara, artan silahlanma yarışına, Suriye ve Ukrayna’da olup bitenlere bakıldığında; 2015 yılı, dünyadaki emperyalist saflaşma ve bloklaşmanın rengini netleştirmeye adaydır.
______________________________________________

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑