1 Mayıs, işçi sınıfının durumu ve talepler

Türkiye işçi sınıfı ve ezilen halklar 7 Haziran Genel Seçimleri öncesi, iş cinayetlerinin hız

kesmediği, grevlerin yasaklandığı, Ortadoğu’da IŞİD barbarlığının devam ettiği, ekonomik

göstergelerin giderek bozulduğu, başkanlık sistemi tartışmalarının yoğunlaştığı, hükümetin

zorbalık yasası olan “İç Güvenlik Paketi”ni Meclis’ten geçirdiği bir dönemde 1 Mayıs’ı

kutlamaya ve mücadeleyi büyütmeye hazırlanıyor.

İŞÇİ SINIFININ İÇİNDE BULUNDUĞU KOŞULLAR

2015 1 Mayıs’ı öncesi işçi sınıfının içinde bulunduğu koşullara baktığımızda karşımıza

çıkan manzara çarpıcı olduğu kadar, düşündürücüdür de. Fabrikalarda kapitalizmin en vahşi

dönemi diye nitelenen 1800’lü yıllara rahmet okutacak bir sömürü düzeni hüküm sürmektedir.

Metal, tekstil, kimya başta olmak üzere, hemen tüm sektörlerde çalışma saatleri 12-16 saate

varmaktadır. Azımsanmayacak sayıda işçi, ücretlerin düşüklüğünden dolayı asgari maddi

ihtiyaçlarını karşılayabilmek için, aylarca hiç izin kullanmadan gün boyu çalışmak zorunda

kalmaktadır. Ortalama işçi ücretinin 1500-1800 lira olduğu günümüzde, işçilerin büyük bir

bölümünün mesai, ikramiye, sosyal yardım gibi kalemler dışta tutulduğunda, aylık çıplak

ücreti asgari ücret düzeyindedir. Bu yüzden, mesai, işçilerin gönüllü olarak kabul ettikleri bir

çalışma sistemi haline gelmiş bulunmaktadır. Bununla birlikte, patronların işçileri

cezalandırmak için mesaileri kaldırması da sık rastlanır bir durumdur. Bu, ilk bakışta ironik

bir durum gibi  gözükse de, işçilerin içine itildikleri vahşeti göstermesi bakımından son derece

çarpıcıdır.

Yalnızca çalışma süreleri uzun değildir; çalışma koşulları da son derece ağırdır.

Makinelerin teknik temelindeki değişim ve yenilenme işçilerin çalışma koşullarını

kolaylaştıracağı yerde daha da zorlaştırmaktadır. Eskiden 3-5 kişinin çalıştığı tezgahta

(makinede) artık bir işçi çalışmakta, üretim –birim başı verim– eskisinden daha fazla

olmaktadır. İşçi sürekli biçimde performansını artırmaya zorlanmakta, kameralarla

izlenmekte, yan yana çalışan işçilerin performansı kurulan ekranlara yansıtılarak, işçiler

insanlık dışı bir rekabet ve yarış ortamına sokulmaktadır. Çalışma koşullarının ağırlığı

nedeniyle işçiler sık sık iş değiştirmekte, ancak yeni girdikleri sektör ya da fabrikada önceki

çalışma koşullarından daha beter bir manzarayla karşılaşmaktadırlar. Bel ve boyun fıtığı,

eklem ve kas hastalıkları başta olmak üzere, çalışma koşullarının yol açtığı rahatsızlıklar

işçiler arasında hızla yayılmaktadır. Bu yüzden, genç işçiler, bu koşullarda uzun süre

çalışmalarının imkansız olduğunu belirterek, emekli olmanın kendileri için hayal olduğunu

söylemekte, kendilerinin ve çocuklarının geleceğinden derin endişe duymaktadırlar.

Çalışma koşullarını ağırlaştıran bir başka etmen, taşeron sistemidir. Kuralsızlığın hüküm

sürdüğü bu sistemde, işçi sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin ciddi bir denetimden söz etmek

mümkün değildir. İş cinayetlerinin en fazla taşeron sistemin hüküm sürdüğü yerlerde

yaşanıyor olmasında bu yüzden şaşılacak bir yan yoktur. Taşeron sistemi yalnızca sendikal

örgütlenmeyi parçalamak gibi bir rol oynamamakta, kuralsız çalışmanın genel olarak çalışma

yaşamına hakim hale gelmesine de zemin yaratmaktadır.

İçinde bulundukları çalışma koşulları, işçiler bakımından insani olan ne varsa ortadan

kaldırmaktadır. Sosyal, kültürel hayattan söz etmek bir yana işçi dinlenmek için dahi vakit

bulamamakta; emekçi aileleri parçalanmanın eşiğine gelmektedir. Kadınlar, kadın sağlığına

aykırı en ağır işlerde çalıştırılmakta ve fakat erkek işçilere göre farklı (daha az) ücret

almaktadır. Bunun yanında işyerlerinde en çok mobbing uygulamasına kadın işçiler maruz

kalmaktadır. İşyerlerinde kreş olmadığı gibi, kadın işçiler gece çalıştırılmakta ya da gece

yarıları cinsel taciz ve saldırıya açık halde evlerine çok uzak noktalarda servislerden

indirilmektedir. Çalışma koşulları kadın işçileri bir hafta boyunca okula giden çocuğunun

yüzünü göremeyen, bir çift laf edemeyen insanlık dışı bir ortamın içine sokmaktadır.

SENDİKALARIN DURUMU

İşçi sınıfına dışarıdan bakan ve sendikaların içinde bulunduğu durumu bilmeyen biri,

sözkonusu koşulların sendikasız işyerleri için geçerli olduğunu düşünebilir. Ne var ki,

aktarılanlar, gerek çalışma koşulları gerek ise ücretler bakımından, sendikalı-sendikasız, genel

olarak işçi sınıfının içinde bulunduğu durumu özetlemektedir. Yıllardır sendikalarda örgütlü

olan ve üç-beş toplusözleşme geçiren işyerlerinin çoğunda çıplak ücretler asgari ücret

seviyesinde bulunmaktadır. İşçilerin sermayeye karşı örgütlenme ve direniş merkezi olan

sendikalar, sendika bürokratlarının elinde işçi sınıfına karşı bir alete dönüşmüş bulunuyor.

İşçilerin mücadelesinin önüne patrondan önce sendika bürokrasisi dikiliyor. Mücadeleci

işçiler, sendika ağaları ve patron işbirliğiyle sürekli biçimde tasfiyeye uğruyor. Sendika

bürokrasisi işçilerin baskısıyla harekete geçmek zorunda kaldığında da, mücadeleyi patrona

(üretime) zarar vermeyecek biçimlere iteleyerek, sönümlendirmeye yöneliyor. Bir dönem işçi

sınıfının özellikle kamu kesiminde örgütlü bölümünün mücadeleci tutum alması sonucu ülke

düzeyinde çeşitli adlar altında oluşan platformlarda bir araya gelen sendika(cı)lar da,

özelleştirmeler ve emeklilik gibi nedenlerle bu kuşağın tasfiyesiyle birlikte tamamıyla

patronların ve sermaye hükümetlerinin dümen suyuna girdiler ve bu tür oluşumlardan uzak

durmaya başladılar. Bir umut olarak ortaya çıkan Sendikal Güçbirliği Platformu ise,

geleneksel sendikal çizginin ötesine geçemedi ve herhangi bir rol oynayamadan silikleşerek,

varlığı belli olmayan bir noktaya savruldu. İşçi sendikaları konfederasyonları Soma, Ermenek,

Torunlar gibi toplu katliamlara varan iş cinayetleri karşısında bile zevahiri kurtarmaya dönük

cılız birkaç eylem ve demagojik demeç vermenin ötesinde patronlara ve hükümete karşı bir

direnç ortaya koyamadılar. Günümüzde Türk-İş, Hak-İş ve Memur-Sen kelimenin tam

anlamıyla “AKP hükümetinin arka bahçesi” haline gelirken, KESK ve DİSK ise işçi ve kamu

emekçisi kitlelerin günlük talep ve eylemlerinden kopuk bir mevzide hareket etmeyi

sürdürüyor. Burjuva, bürokratik sendikacılıktan yaka silkerek arayış içine giren işçiler için bir

çekim merkezi olma özelliği taşıyan DİSK güçsüzlüğün, zayıflığın getirdiği sorunlarla

cebelleşirken, sınıfın ana gövdesiyle buluşan, mücadele eden bir çizgiden hayli uzaktır.

Küçük burjuva eğilimler ve sosyal demokrasi savunucularının iç içe geçtiği bir yapı olmaya

devam ettiği, gerçek bir sınıf sendikacılığı çizgisine yönelmediği sürece DİSK’in kitlesel ve

mücadeleci bir sendikal mihrak olmasının önündeki engeller sürecektir.

İŞÇİ HAREKETİ

İşçiler dayanılmaz iş ve yaşam koşullarını değiştirmek için her geçen gün daha fazla sayıda

ve daha kararlı biçimde mücadele içine giriyor. İşyeri değiştirmenin bir çözüm olmadığını

deneyleriyle gören işçiler, bu mücadelede başı çekiyorlar.  İş cinayetleri, işçi sağlığı ve iş

güvenliği, TİS, ücretlerin yükseltilmesi, ağır çalışma koşullarının düzeltilmesi, iş güvencesi,

sendikal örgütlenme gibi taleplerle gerçekleşen grev ve direnişlerin kesintisizce sürdüğünü

görüyoruz.

Direniş ve eylemlerin önemli bir bölümü örgütsüz genç işçi kuşakları tarafından

örgütlenirken, sendikal örgütlülüğün bulunduğu yerlerin çoğunda da sendika yönetimlerine

rağmen işçiler eyleme geçmekte ve sendikal bürokrasiye karşı mücadele ederek ilerlemeye

çalışmaktadır. Sendika bürokrasisinin en itibarsız döneminin yaşamasına ve işçilerin bu

kesime derin bir güvensizlik duymasına karşın, sendikalarda örgütlenme eğiliminin işçiler

arasında hızla yaygınlık kazandığı görülmektedir. Çelişik gibi görünen bu durumu, işçilerin

içinde bulunduğu çalışma koşulları gayet anlaşılır kılmaktadır. İşçiler, deneyleriyle, sendikalı

olmanın hiç olmazsa iş kanunu hükümlerinin asgari düzeyde de olsa işyerlerinde

uygulanmasını sağlayacağını/sağladığını görmüş bulunmaktadır. Günümüz işçi kuşağının

temel özelliklerinden biri, işçi sınıfının mücadele tarihinden bihaber bir vaziyette deneme-

yanılma yoluyla yön bulmaya çalışarak, deneyimsizliğin bedellerini ağır biçimde ödeye ödeye

ilerlemesidir.

İşçi hareketinin birleşik bir hareket olarak ilerleyememesinin nedenlerinden biri de, işte

–bilinç ve örgütlülük bakımdan–  işçilerin içinde bulundukları bu durumdur. Bu, aynı

zamanda, işçileri sermaye partilerinin ve dini tarikatların etkilerine açık hale getirmektedir.

Yoksa genç işçi kuşakları kendi sınıf çıkarları temelinde de sendikal ve siyasal örgütlenmeye

son derece açık haldedirler, yeter ki gerekli destek ve yardım verilebilsin. Bu kuşak, aynı

şekilde, doğru anlatıldığında, 1 Mayıs’ı tarihsel anlamına uygun biçimde etinde kemiğinde

hissedecektir.

TALEPLERLE 1 MAYIS’A

1 Mayıs’a ülkenin seçim sath-ı mailine girdiği bir dönemde gidilmektedir. Bu yüzden işçi ve

emekçilerin taleplerinin doğru tarzda formüle edilmesi, öne çıkarılıp yaygınlaştırılması

işçilerin seçimlerde sermaye partilerinin ağına düşmeyip kendi bilinç ve tutumlarını

oluşturmaları bakımından hayati önemdedir. İşçi sınıfına yönelik saldırganlığın daha fazla

artmasına neden olacak bir ekonomik kriz sinyalleri şimdiden alınmaktadır. Ücretlerin

düşüklüğü, çalışma koşullarının ağırlığı, zam ve vergilerin artırılmasıyla yetinilmemektedir.

Sınıfın bilinç ve örgüt düzeyinin geriliğinden yararlanılıp yeterince karşı koyamayacağı

varsayılarak kıdem tazminatının kaldırılması hedeflenmiştir. “İç Güvenlik Paketi” işçi ve

emekçilerin tepkilerini bastırmak için önleyici bir tedbir ve “sopa” olarak gündeme

getirilmiştir. Ve hedefinde asıl olarak işçi sınıfı ve emekçi halk vardır. Grevler

yasaklanmaktadır. İşçilerin en küçük hak arayışı bastırılmaktadır. Sendikal örgütlenmenin

önünde barajlar başta olmak üzere yasal bir sürü engel vardır. İşçileri inançsal ve etnik

temelde bölmeye yönelik gerici, şoven kışkırtmalara zemin hazırlayan antidemokratik yasalar

ve uygulamalar sürmektedir. Kürt sorunu henüz bir çözüme kavuşmamıştır, Alevi inancına

dönük asimilasyon ve baskı sürmektedir. İşçiler insanlık dışı bir ortamda açlık sınırının altında

bir ücrete mahkum halde çalıştırılmaktadır. Bu koşullar, işçilerin ekmek kadar özgürlüğe de

ihtiyaç duyduklarını göstermektedir. Böyle bir ortamda işçi sınıfı, 1 Mayıs’ta barış ve

demokrasinin en tutarlı savunucusu olarak şu taleplerle harekete geçmelidir.

– Söz, basın ve sendikal ve siyasal örgütlenme özgürlüğünün önündeki bütün engeller

kaldırılmalı, iç güvenlik yasası geri çekilmelidir.

– Grev yasaklamaları son bulmalı, işçilere ve kamu emekçilerine sınırsız grev, genel grev

hakkı verilmeli, lokavt yasaklanmalıdır.

– Kürt sorunu eşit haklar temelinde çözüme kavuşmalı, inanç özgürlüğünü güvence altına

alacak gerçek bir laiklik

– Haftalık 40 saat çalışma süresi, iki gün izin hakkı

–  Asgari ücret, açlık sınırı dikkate alınarak 1800 liraya yükseltilmeli.

– Kadınlar kadın sağlığına aykırı işlerde çalıştırılmamalı, kreş, eve servis gibi koşullar

sağlanmadan kadınların gece çalıştırılmaları yasaklanmalı, eşit işe eşit ücret verilmeli

– Taşeron çalışma yasaklanmalı, taşeronda çalışan işçilerin tamamının kadrolu olarak

çalışmaları sağlanmalıdır.

– İş cinayetlerinin hesabı sorulmalı, işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirleri yaşama

geçirilmelidir.

Yukarıdaki talepler (ki bu talepler bugünkü koşullarda asgariyi ifade etmektedir, şüphesiz

talepler çoğaltılabilir -KY) işçiler arasında yaygın biçimde propaganda edilmelidir. Fabrika ve

işyerlerinde bu talepler etrafında 1 Mayıs komiteleri kurularak, işçilerin örgütlü biçimde 1

Mayıs’a hazırlanmaları sağlanmalıdır. 1 Mayıs’ın işçi sınıfı mücadelesinde ilerletici bir rol

oynayabilmesinin öncelikli koşulu, çalışmanın fabrika, işyerleri, hizmet birimleri ve organize

sanayi bölgeleri temelinde örgütlenmesinden geçmektedir. 1 Mayıs’ta fabrikaların çalışacağı

aşikardır. Bu yüzden, yapılabilir biçim altında, fabrika ve işyeri kutlamaları, işçi sınıfının

içinde bulunduğu durum göz önüne alındığında, alan kutlamalarından çok daha büyük önem

kazanmıştır. İşçi sınıfının kapitalist sömürü ve baskıya karşı “insanca çalışmak, insanca

yaşamak istiyoruz” sloganıyla harekete geçmesinin üstünden iki yüz yıla yakın bir zaman

geçtikten sonra, “günümüz modern toplumu”nda çalışma koşullarının ağırlığı ve kapitalist

sömürünün boyutları o günleri aratacak hale gelmişken, işçiler olarak, 1 Mayıs’ta yeniden, bir

kez daha “insanca çalışmak, insanca yaşamak istiyoruz” haykırışlarıyla harekete geçmenin

zamanıdır.

Metal grevinin gösterdiği

MESS (Madeni Eşya İşverenleri Sendikası) ile sektörde örgütlü işçi sendikaları arasında

yaşanan grup TİS süreci, işçi hareketinin ve sendikaların içinde bulunduğu aktüel durumu

göstermesi bakımından tam bir turnusol görevi gördü. “İlerici, devrimci sendikacılık”

yaptığını iddia edenlerin, deyim yerindeyse, tüm defolarının ortaya çıktığı bir süreç

yaşandı/yaşanıyor. Son yılların en militan grevi olacağı grev oylamasından başlayarak görülen

Birleşik Metal-İş Sendikası’na (BMS) üye işçilerin grevi ikinci gününde hükümet tarafından –

fiilen yasaklamaya gidilerek- ertelendi. İşçiler yasaklamayı tanımayarak greve devam etmek

istediklerini açıkça ortaya koymalarına karşın sendika engeline takıldılar. Hükümete ve

patrona rağmen harekete geçen, grev yasaklarını tanımayacağını ilan eden metal işçileri, iş

“sendikaya rağmen”e gelince ilerleyemedi. Ne örgütlülüğü ne de verili koşullardaki sendikal

bilinci buna uygun değildi çünkü. Diğer sendikalardan farkını ortaya koyarken, buna en

büyük kanıt olarak BMS’de sendikal demokrasinin işlediğini, tabanın söz ve karar sahibi

olduğunu öne süren BMS yönetimi, en kritik anda (hükümetin grevi yasaklama kararı

karşısında) sendikal demokrasiyi ayaklar altına alarak, sendikal bürokrasinin klasik yolundan

yürüdü. Grevin yasaklandığı gece fabrika fabrika dolaşıp, bir yandan suret-i haktan görünüp

işçilere “biz sizden ayrı bir şey yapmayız” diyen BMS yönetimi, öte yandan “gece yarısı

operasyonları”yla grev pankartlarını kaldırtarak, temsilcilerin ve şube yöneticilerinin

kulaklarına “bu işi bitirin” diye fısıldayarak gerçek niyetlerini ortaya koydu. Yandaş

temsilciler devreye sokularak, “sendika disiplinine uyulsun” çığırtkanlığı yaptırıldı. Bir

anlamda, böylece, “proletarya demokrasisi”, “proletarya disiplini” gibi işçi sınıfının

hasletleri, BMS bürokrasisinin elinde işçiye karşı bir silah haline dönüştürüldü. Sözü eğip

bükmeden söylemek gerekirse, BMS yönetiminin yaklaşımı böyle olmasaydı, Türkiye işçi

sınıfı ve sendikal hareketin tarihinin bir başka şekilde yazılmasına neden olabilecek militan

bir grev hareketi kolay kolay kırılamazdı. Süreç tamamlanmamış olmasına karşın şu ana kadar

yaşananlar, işçi sınıfı ve sendikal hareketin geleceği açısından, özellikle de sendikal

demokrasi başta olmak üzere sınıf sendikacılığının asgari kriterlerinin neler olduğunun

anlaşılması bakımından son derece zengin derslerle doludur. Kaldı ki; yasalardan, Hükümet

ve Danıştay’dan da olumlu karar çıkmayacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Buradan bir

şey olur diye beklenti yaratmak solla bezenmiş bürokrasinin en nihayetinde başka bir

çelişkisidir, en azından söyledikleriyle çelişmektedir. Sürecin tamamlanmamış olmasının

beraberinde getirdiği sınırlılığa karşın bu yazıda kısaca bunlar üzerinde durmaya çalışacağız.

SENDİKA BÜROKRASİSİ

İşçi sınıfı hareketi içinde burjuvazinin ajanlığını yapan sendika bürokrasisi asıl olarak işçi

aristokrasisine dayanır. Sendikaların ortaya çıktığı andan itibaren burjuvazi hareket içinde

kendi dayanaklarını yaratmanın çabasını vermiş, süreç içinde sendikacılara, yasalarla da

desteklenen ayrıcalıklı konumlar sunulmuştur. Sendikacılık, göreve gelene işçiliğin dışında

yeni bir toplumsal statü kazandırmış, ayrıcalıklı maaşlar, yaşam tarzı olarak işçiden kopma

vb. sonucu adeta bir meslek haline gelmiştir. Ülkemizde bir “sendikacı piyasası”nın

varlığından söz edebiliriz. DİSK’e bağlı bir sendikada şube ya da genel başkanlık yapmış bir

sendikacı seçimi kaybettikten sonra, işyerine geri dönmemekte, ama Türk-İş ya da Hak-İş’e

üye bir sendikada uzman olarak görev almakta, deyim yerindeyse “sendikacı piyasası”nda

istihdam edilmektedir. Elbette tersi de olmaktadır. Koltuğun tadını alan bir daha gitmemek

için patron, kapitalist devlet ve hükümetle uzlaşma ve işbirliği dahil her tür yönelimin içine

girmekten çekinmez olmuştur.

Bu kısa hatırlatmayı yaptıktan sonra konumuz bağlamında devam edelim. Bilindiği gibi,

TİS dönemleri, uzun yıllardan beri Türkiye işçi sınıfının tarihsel süreç içinde elde ettiği

kazanımların sendika bürokrasisi, patron ve hükümetin oluşturduğu “şeytan üçgeni”

tarafından sürekli biçimde ellerinden alındığı süreçler olageldi. İşçilerin ücret artışı, çalışma

koşullarının iyileştirilmesi, sosyal haklarının artırılması gibi başlıca taleplerinin TİS’le birlikte

karşılanacağı beklentisi hemen her seferinde hayal kırıklığıyla sonlandı.

Büyük Zonguldak Direnişi, ’89 Bahar Eylemleri gibi işçilerin doğrudan inisiyatif aldığı

dönemler bu açılardan istisna oluşturdu. Sendika bürokratlarının gerçek yüzlerinin açığa

çıkarak teşhir olup sendikalardan tasfiyesinin hız kazanması da zaten bu istisnai anlarda

gerçekleşti. Ne var ki, işçi sınıfının bu tür mücadeleler içinde öne çıkartıp sendika

yönetimlerine getirdiği “işçi önderleri”nin tamamına yakını kısa sürede sendika bürokratına

dönüşerek, sınıfına yabancılaştı ve sermayenin işçi sınıfı içindeki uzantıları haline geldi.

Bunun başlıca nedenlerinden biri, 1950’li yılların ortalarından itibaren sınıf işbirlikçiliğini

temel alan “uzlaşmacı sendikacılık” çizgisinin genel olarak sendikal harekete egemen

olmasının işçi sınıfı hareketi içinde bilinç ve örgütlenme düzeyinde yarattığı tahribattır.

Yaratılan bu tahribatta aslan payı, tarihsel olarak “sol, devrimci sendikacılık” adı altında

keskin lafazanlık ardında gerçekte sınıf işbirlikçiliğinin alasını yapan revizyonist ve

reformistlere aittir. Bu akımların işçi hareketine ve sendikal hareket verdiği zarar, gerici, faşist

sendikal akımların verdiğiyle kıyaslanamayacak boyutlarda olmuştur. Birleşik Metal-İş

Sendikası (BMS) üyesi işçilerin grevinin kırılmasında da bu durum ayniyle vakidir.

BMS’NİN FARKI!..

Sendikal hareketi yakından takip edenler metal sektöründe örgütlü sendikaların ne

olduklarını gayet iyi bilirler. Türk Metal Sendikasının çizgisi bellidir. Özelliği, kapalı kapılar

ardıında işçi haklarını patronlara peşkeş çekmektir. Türk Metal’de sendikal demokrasinin

“D”sinden bile söz etmek mümkün değildir; temsilciler atamayla gelir, sendika delege

seçimlerinden işçinin haberi dahi olmaz, yeri gelir bürokratlar besleme adamlarını devreye

sokarak işçileri sindirir, işyeri temsilcilik kurumu patronun espiyonaj ağı gibi çalışır vb. Hak-

İş’e bağlı Çelik-İş Sendikası’nın da, literatüre soktuğu “diyalogcu sendikacılık” gibi bir ucube

yaklaşımı dışta tutarsanız, Türk Metal Sendikası’ndan fazlaca bir farkı yoktur. Bu yüzden bu

sendikaların örgütlü olduğu işyerlerinde işçiler patrondan daha fazla sendikacılara karşı tetikte

dururlar. Sendika seçme özgürlüğü koşullarında 120 bin üyesi bulunan Türk Metal

Sendikası’nda sendikacıların ve mutemet adamlarının dışında üye kalmayacağını

söyleyebiliriz. En son 1998 yılında olduğu gibi toplu istifaların gündeme gelmesi bu durumu

doğrulamaktadır.

BMS ise, DİSK’in geçmişini kendisine referans edinerek işçilerin karşısına çıkmaktadır.

Türk Metal’den farklı olarak, BMS’de sendikal demokrasinin işlerliğinden görünüşte söz

edilebilir. BMS yönetimi buradan hareketle sınıf sendikacılığını temel alan bir sendikal çizgi

izlediklerini öne sürmektedir. Örneğin işyeri temsilcileri seçimle belirlenmektedir. TİS

süreçlerinde taslakların hazırlanmasında ve grev dahil karar alma süreçlerinde işçilerin

katılımından da söz edilebilir. Bu durum doğal olarak işçilerin gözünde BMS’yi bir çekim

merkezi haline getirmektedir.

Son TİS sürecinde de bu durum görünüşte aşağı yukarı böyle şekillenmiş, “demokratik

mekanizmalar” işletilmiştir. BMS’nin Ocak 2015 tarih 218 sayılı yayın organında bu durum

şu sözlerle ifade edilmektedir: “.. Çünkü bizler bu taslağı bürolarda değil, üyelerimizin her

işyerinden kendi aralarından belirledikleri Toplu İş Sözleşmesi Kurulları ile birlikte

hazırladık ki, başlangıç noktası 2014 Nisan ayında Gönen Kemal Türkler tesislerimizdeki

toplantı olan taslağımızı hazırlayan kurullarımız üyelerimizin yüzde 15’ini oluşturmaktadır.

Kısacası taslağımız işçiler tarafından hazırlanan bir taslaktır…” Bu ifadeden, TİS sürecine

işçilerin dahil edildiği ve uzun bir hazırlık sürecinden geçildiği anlaşılmaktadır. BMS

yönetimi, diğer sendikalarla farkını ortaya koyarken bununla yetinmemekte ve şöyle

demektedir: “ Kâr hırsıyla gözü dönmüş işverenlere işçiyi satmayı alışkanlık haline getirmiş,

işçilerle taslak hazırlamak bir yana, imzalanan sözleşmeyi bile işçilere göstermekten kaçınan

işbirlikçi sarı sendikalara, çıkardığı yasalarla ve uyguladığı ekonomik politikalarla

çalışanların boynuna sermayenin ipini dolamayı alışkanlık haline getiren hükümetlere

rağmen, yolumuzda yürümeye, işçileri köleleştiren zihniyeti her fırsatta teşhir etmeye ve

işçinin hakkını almak için gözünü budaktan sakınmadan mücadeleye devam diyoruz. Ama bizi

farklı kılan, diğerlerinden ayıran ve bir adım değil fersah fersah öne çıkaran da budur

aslında. Sadece inancımız değil, inancımızı besleyen bilincimiz, bilincimizi bir zırh gibi sarıp

sarmalayan sorumluluğumuz ve her adımda bizi birbirimize bağlayan ilmik ilmik ördüğümüz

birliğimizdir bizi biz yapan.” Bu oldukça uzun alıntıyı hem BMS yönetimine haksızlık

etmemek, hem de söylem düzeyindeki belagatlerini okurun görmesini sağlamak üzere yaptık.

SENDİKA İÇİ DEMOKRASİ, PROLETARYA DİSİPLİNİ

BMS’de sendika içi demokrasi ve demokratik mekanizmaların görünüşte işlediğini

vurguladık. “Görünüş” sözcüğünün altını kalınca çizmekte fayda var. Çünkü, görünüşte

olanın her zaman gerçek olacağı/olduğu anlamı çıkartılamaz. Bu sizin o olguya yüklediğiniz

içeriğe göre değişkenlik gösterir. Örneğin işçi sınıfı mücadelesinde demokrasi, disiplin gibi

olgular, proleter bir içerikle (proleter demokrasi, proleter disiplin olarak) ele alındıklarında

işçi sınıfına hizmet ederken, temsili bir niteliğe bürünerek biçimselleştiği oranda burjuva bir

içeriğe kazanarak sermayeye hizmet eden bir karşı silaha dönüşebilir.

TİS ve grev süreçlerinde BMS yönetiminin tutumuna bu açıdan bakmak gerekir. Somut

gelişmeler üzerinden ilerleyelim. TİS taslağı işçilerle birlikte hazırlanmıştır ve bu aşamada

sendikal demokrasi tümüyle işlemektedir ve durum proletaryanın demokrasi anlayışına

bütünüyle uymaktadır. BMS’nin 21 Aralık’ta düzenlediği Gebze Mitingi’nde ise, binlerce işçi

sınıf sezgileriyle gelişmeleri görmüş ve sermayeye karşı grev silahının çekilmesini “başkan

bizi greve götür” sloganıyla sendikasından istemiştir. Genel Başkan Adnan Serdaroğlu’nun

işçilerin bu talebine yanıtı “kurullarımız karar verecektir” biçiminde olmuştur. İlk bakışta

Serdaroğlu’nun tavrı oldukça “demokratik” görünmektedir, çünkü, kendisi değil kurullar

karar verecektir! Ancak devamında, 10 Ocak tarihinde düzenlenen BMS Merkezi TİS

Komisyonu toplantısında Genel Başkan Serdaroğlu’nun açış konuşmasında greve çıkmaya

dair söyledikleri -ki Serdaroğlu çocukları öcü masalıyla korkutarak uyutmaya çalışan yaşlı

nineler gibi davranmıştır- dikkate alındığında, Serdaroğlu’nun, mitingde kararlı biçimde grev

isteyen metal işçilerinden gelen baskıları ötelemek için bu yolu seçtiği anlaşılmaktadır.

Demokrasinin en temel kriteri “vekil”in değil, “asil”in sözüyle kararının tayin ediciliği ve

bunun kabulüdür. İşçinin bizzat kendisinin ve sınıf çıkarlarının, üreten ve mücadeleci işçinin

ve inisiyatif alışının (işçinin istediği zaman seçtiği sendikacıyı geri çağırabilmesi,

sendikacıların vasıflı bir işçi kadar ücret almaları vb.) demokrasinin temeli ve başlıca ilkesi

olarak ele alınması şeklindeki sınıf tutumuyla yukarıdancılığı, karar ve inisiyatifin işçi yerine

sendikacıların elinde toplanmasını savunan burjuva ve küçük burjuva anlayışların demokrasi

sorununa yaklaşımı birbirine zıt ve temelden farklıdır. İşçiler üretimde olduğu gibi, miting

meydanında doğrudan kendileri olarak devredeyken ve taleplerini temsilcileri aracılığıyla

değil bizzat kendileri ortaya koyuyorken, kalkıp işçilere kurulları işaret etmek, hiç de

Serdaroğlu ve BMS yönetiminin demokratik bir tavır takındıklarını göstermez, olsa olsa

demokrasi anlayışlarının burjuva demokrasisinin sınırlarından öteye geçmediğini gösterir.

Benzer bir durum, 10 Ocak’ta yapılan Merkezi TİS Komisyonu (MTK) toplantısı ve

hükümetin grevi fiilen yasaklayan kararı sırasında da görülmektedir. MTK toplantısında

fabrikaları temsilen bir araya gelen komisyon üyeleri tek tek fabrikalarının kararını ortaya

koymuşlardır ve karar bunun üzerine alınmıştır. Süreç, tümüyle demokratik biçimde

işletilmiştir. BMS yönetimi de, işçilerin bu kararına uygun grev kararı almıştır. Ancak aynı

tavrı, hükümetin grev ertelemesi (yasaklama) kararı sonrasında görmek mümkün değildir.

Yapılması gereken, hükümetin grev erteleme kararını açıklamasından hemen sonra,

fabrika fabrika işçilerin toplanarak -bunun teknik güçlüklerinin yaşandığı yerlerde grev

komitelerinin toplanarak- karar almalarıydı. Greve devam ya da işbaşı yapmak, her neyse,

bunun kararını işçiler vermeliydi. Ama bu yapılmadı. Önce başkanlar kurulu ardından

genişletilmiş merkez TİS komisyonu toplantısı yapıldı. Bu işçinin inisiyatifini kıran bir rol

oynamıştır. Bu arada o güne kadar sık görülmeyen bir şey oldu. Patronlar ertelemeyle birlikte

iş başı yapması gereken işçileri iki gün idari izinli saydılar! Çünkü işçinin yasaklamaya olan

öfkesi patlama noktasına gelmiş ve yasa dışı grev ve işgal dahil her şeyin göze alındığı emek

basını ile tüm hızıyla yayılmış ve karşılık bulmuştur. İşyerlerine girilmemiş ve pankartlar

kaldırılmamıştır. Bu öfkeyi sezen/gören patronlar çareyi idari izinde bulmuştur. BMS, bu

süreyi, işçilerin iradesini ortaya çıkarmak için değil, işçileri -yatıştırarak- sendikanın kararına

(işbaşı yapılması- ki grevin fiilen kırılması anlamına gelmektedir) ikna süreci olarak

değerlendirdi. Şube yöneticileri, ertelemenin açıklandığı ilk gece, yalnızca grev gözcülerinin

kaldığı saatlerde, fabrika önlerindeki grev pankartlarını kaldırttı. İşçilerin işbaşı yapmadıkları

takdirde tazminatsız işten atılacakları yolundaki moral bozucu bir propaganda, bizzat kimi

temsilciler aracılığıyla işçiler arasında yürütüldü. Her vesileyle sendika yönetiminin kararına

uyulması istendi. Bu ortamda işçiler ne yapacaklarını bilemedi. Sendikal disiplin gereği

sendikanın çağrısına uygun davrandı. Belirtmeliyiz ki, burada sorunlu olan nokta, işçilerin

sendikanın kararına uyması değildir. Çünkü, işçilerin verili durumdaki sendikal bilinci ötesine

elvermiyordu. İşçiler, grev yasağı karşısında inisiyatifin grev komitelerinde olması gerektiği

fikrine çok uzaktı. Grev komitelerini sendikanın uzantısı ve sendika yönetiminin aldığı

kararların uygulayıcısı bir organ olarak görüyorlardı. İşçi bu ortamda çözümü sendikasına

“greve devam” kararı aldırmakta gördü; bunun içindir ki, yasaklama kararının gecesi, fabrika

önlerinde konuşma yapan genel başkana bu taleplerini sloganlarla iletmeye çalıştılar. Sorun,

sendika yönetiminin, işçiler tarafından bir kere seçilmiş bir kurum olarak, kendi kararını,

işçilerin iradesinin yerine koyma hakkını kendinde görme noktasında karşımıza çıkmaktadır.

Burada, demokrasinin burjuva kavranış/ uygulanış biçimi bir kere daha kendisini

göstermektedir. Bu yaklaşımın R. Tayyip Erdoğan’ın “milli irade” yaklaşımından hiçbir farkı

yoktur. Erdoğan da “bu halk beni 5 yıllığına seçti işbaşını getirdi, öyleyse benim alacağım her

karar yasaldır ve herkes bunu uymalı” fikrinden hareketle, Taksim Gezi Parkı’na askeri kışla

dikmeyi gündeme getirdi. Erdoğan’ın önerisinde yasal bakımdan bir problem

gözükmemektedir. Ne ki, yasaldır, ama toplumsal meşruiyeti yoktur. Toplum yaşadığı

sorunlara çözüm bulsun diye Erdoğan’a oy vermiştir, yaşam alanlarını yandaşlara rant alanı

haline getirsin diye değil. Seçilmiş bir yönetimin (hükümetin), kendisini seçenlerin (halkın)

çıkarlarını savunduğu ölçüde aldığı kararlar meşrudur, aksi durumda direnme hakkı doğar.

Tıpkı Gezi Direnişi’nde olduğu gibi. Bir emek örgütünde bu durum fazlasıyla geçerlidir.

Seçtikleri yöneticiler (sendikacılar) söz konusu olduğunda, işçiler, kendi sınıf çıkarlarını,

dahası kendi kararlarını savundukları ölçüde onların alacakları kararlara uymalıdır. Sendikal

disiplin bu zeminde devreye girdiği oranda bir anlam taşır, olumlanır. Yoksa sınıf işbirliği ve

patron yandaşlığı örneklerinde olduğu gibi, her koşulda, “sendikal disiplin gereği” “sendika

yönetiminin alacağı kararlara uymak” doğru bir yaklaşım değildir. Hükümet grevi

yasakladığı an işçilerin çıkarına olan tutum neydi? Ahkam kesmeyeceğiz, bunun yanıtını

verecek tek irade metal işçilerinin bizzat kendileriydi. Ve onlar yaptıkları açıklamalarda greve

devam dediler. Nitekim İstanbul’da kurulu Ejot ve Paksan fabrikaları ile Bilecik’te kurulu

Demisaş fabrikasında işçiler grevi bir süre daha fiilen sürdürdüler. BMS yönetiminin iddia

ettiği gibi BMS’de sendikal demokrasi işliyor olsaydı, işçilerin iradesine başvurulması

gerekirdi. Ancak, görülüyor ki, normal anlarda sendikal demokrasiyi işleten, demokratik

mekanizmaları devreye sokan BMS yönetimi, durumun netameli hal aldığı kritik anlarda,

inisiyatifi işçilere vermek yerine sık sıkıya eline almayı tercih etmekte, “bizi biz yapan ilmik

ilmik ördüğümüz birliğimiz” söylemi havada kalmaktadır.

SÖZ DEĞİL, EYLEM BELİRLER

“Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” özdeyişi BMS yönetimi için söylenmiş gibidir. Sen

kalk, “İşbirlikçi sarı sendikalara, çıkardığı yasalarla ve uyguladığı ekonomik politikalarla

çalışanların boynuna sermayenin ipini dolamayı alışkanlık haline getiren hükümetlere

rağmen, yolumuzda yürümeye, işçileri köleleştiren zihniyeti her fırsatta teşhir etmeye ve

işçinin hakkını almak için gözünü budaktan sakınmadan mücadeleye devam diyoruz” de. At,

tut, mangalda kül bırakma. Sonra, hükümetin erteleme kararını duyar duymaz, ilk adımda

yelkenleri suya indir. Ardından, bütün bunlar olmamış gibi, mücadeleci sendikacılar

olduğunuza inanılmasını bekle. BMS yönetiminin sendikal bürokrasinin sol versiyonu

olmaktan öte bir özelliği yoktur. Sendikal demokrasiyi işine geldiği gibi yorumlamakta; içini

boşaltarak, kendi koltuğunu korumak için işçilere karşı adeta bir silah olarak kullanmaktadır.

Temsilcilerin seçimle belirlenmesi, TİS taslaklarının işçilerle hazırlanması, BMS yönetiminin

sınıf sendikacılığı çizgisini rehber edindiğini göstermez. Zurnanın zırt dediği her durumda

BMS yönetiminin tavrı, geleneksel sendika bürokratlarının tavrından bir milim ileride

olmamıştır. Kaldı ki, temsilcilerin seçimle belirlenmesi, TİS taslaklarının işçilerle birlikte

hazırlanması, bugünkü BMS yönetimiyle gündeme gelmiş değildir. Bütün refleksleri, BMS

yönetiminin sendikacılığı bir meslek olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Aktif sendikacı-

pasif işçi kitlesi ilişkisi BMS’de de hatırı sayılır boyuttadır. BMS yöneticileri de, fabrikalara

gittiklerinde önce patronlarla görüşüp, sonra işçilerle görüşmeyi neredeyse alışkanlık haline

getirmiş durumdadır. Sendikal bürokrasinin günümüzdeki  alamet-i farikası olan “iş

bitiricilik”te uzmanlaşmanın BMS yöneticileri bakımından da geçerli olduğu rahatlıkla

söylenebilir.

MÜCADELECİ SENDİKACILIK

Mücadeleci sendikacılık açısından ise, bir sendikacıda, işçinin aldığı kararların tavizsizce

uygulayıcısı ve işçilerin sözcüsü olmanın ötesinde bir özellik aranmaz. TİS, grev ve direniş

anlarında inisiyatif tümüyle tabanda işçilerin seçimle belirledikleri TİS, grev, direniş

komiteleri gibi örgütlerde toplanır, işçiler bu örgütler aracılığıyla kararlarını oluşturur,

katkısını bu kararların sınıf çıkarlarının gerektirdiği yönde oluşmasında yapacak olan

devrimci sendika yönetimleri işçilerin aldıklara bu kararlara göre hareket eder.

Sendika bürokrasisini hareketin dışına atabilmenin yolu en başta sendikacıların sahip

oldukları ayrıcalıkları ortadan kaldırmaktan geçmektedir. Sendikacı, işkolundaki en yüksek

ücreti alan işçiden daha fazla ücret almamalıdır. Sendikal harcamalar, işçilerin erişebileceği

(günümüzde internet) araçlarla, düzenli olarak işçinin bilgisine sunulmalıdır. Sendikal

aidatlar, sendika genel merkezlerinde değil şubelerde toplanmalı, genel merkezin harcamaları

buradan karşılanmalı, merkezin ekonomik gücü şubeler üzerinde bir sopa gibi kullanmasının

önüne geçilmelidir. En önemlisi de, işçilerin seçtikleri temsilcilerini (sendikacıları) istedikleri

an geri alabilmeleridir. Ki, sendikacı attığı her adımda işçinin nefesini ensesinde hissetsin.

Asgari bu tedbirler alındığında, sendikacılık, “dünyalık biriktirilen” makam olmaktan çıkıp

gerçek mücadele insanlarının yapacağı bir sınıfsal görev halini alacaktır. Metal işçileri

grevinin ortaya çıkardığı en temel ders, işçilerin sendikal bürokrasiyle köklü bir hesaplaşmaya

girişmeden sermaye ve burjuvaziye karşı tayin edici bir mücadeleye girmekte de zorlanacağı,

yeni haklar kazanmak bir yana ellerindekini dahi koruyamayacakları gerçeğidir. Sonsöz,

sendikalarını aşağıdan yukarıya mücadeleci temelde örgütlemek, varolan sendikaları bu

temelde bir dönüşüme tabi tutmak işçi sınıfının önünde başarılması gereken en acil görev

olarak durmaktadır.

iş cinayetlerinde değişen birşey yok

İş cinayetleri her geçen gün daha fazla gündemde kendine yer buluyor. Kendine bunca fazla yer

bulma nedeni, ne yazık ki ne emek örgütlerinin bu konudaki çabası, ne basının bu konuya gösterdiği

ilgi ne de toplumun duyarlılığı. İş cinayetlerinin daha çok gündeme gelmesinin arkasında yatan asıl

neden, işe bağlı çoklu ölümlerdeki artış. 2014 yılı içerisinde Soma ve Ermenek madenleri ile Torunlar

Center inşaatında meydana gelen “kazalar” iş cinayetlerini daha fazla gündeme taşımıştır.

Ancak hiçbir “kaza” sistemin işleyişinde önemli bir gedik yaratamadı.

Kaza öngörülemeyen nedenler ile beklenmeyen bir an ve şekilde meydana gelen olay olarak

tanımlanır. Ancak “iş kazaları” incelendiğinde tamamının öngörülebilir ve engellenebilir nitelikte

olduğu söylenebilir. Dolayısı ile emek örgütlerinin “iş kazası” yerine “iş cinayeti” tabirini

kullanmaları yerinde bir tutumdur.

Peki, önlenebilir nitelikte olup da, her yıl ortalama 1400 kişinin (son 6 yıl ortalaması) yaşamını

yitirmesine neden olan bu kazaların önlenememesinin sebepleri nelerdir. Zira yaşanan her “kaza”

sonrası, şirketler, ödedikleri tazminatlar, işgücü kayıpları vb. nedeni ile zarara uğrar. Fakat şirketler,

tüm faaliyetlerini, harcadıkları paranın sağlayacağı katma değer ile karşılaştırırlar. Bir şirket, iş

güvenliği için yapılacak doğrudan harcamalara ilave olarak, güvenlik için yapılacak iyileştirmelerin

neden olacağı gecikmelerin maliyetlerini de hesaba katar. Örneğin inşaat iş kolunda standartlara uygun

iskelenin maliyetine, iskele kurulum elemanının eğitim maliyetini, iskele kontrolörünün maliyetini,

kurulum ve denetim süresince duran işlerde çalışanların ücretlerini de katar. Güvenlik ağı, elektrik

tesisatı, boşlukların kapatılması vb. de hesaba katıldığında, önemli bir harcama kalemi ortaya çıkar.

Firmanın bu harcamaları yapması ise, satışa sunacağı daire ya da evin fiyatını etkilemez. Dolayısı ile

tüm bunlar (iş güvenliği sağlamak için yapılan harcamalar) işveren için “ölü” yatırımdır. Harcanan

emek zamanının katma değeri yoktur. Bu önlemleri alan firmalara bakıldığında, marka değerlerinin

yüksek olduğunu ve tüm önlemleri prestijlerinin bir sigorta pirimi olarak gördüklerini görürüz. Ayrıca

uzun vadede ödeyecekleri cezalarla kaybedecekleri prestijlerini, mali kalemler içinde de

değerlendirirler. Özetle marka değeri olan adı ve genellikle sermayesi de büyük firmaların güvenlik

önlemlerine az-çok yatırım yapmalarında insani bir yan aramak akılsızca olur.

“İş kazaları”nın sektörlere göre dağılımına bakıldığında, inşaat (inşaat sektörüne baraj, yol, köprü

vb. inşaasını da katmak gerekir) ve madencilik sektörünün öne çıktığı görülüyor. Sadece ölümlü vaka

adedi değil, sigortalı sayısına oranı bakımından da, bu iki sektör, en fazla “vak’a”nın yaşandığı

sektörlerdir. İki sektörün önemli bir ortak yönleri de, bu sektörlerde kısa vadede yüksek kâr olanağının

bulunmasıdır. Yine bu iki sektör, AKP Hükümeti döneminde atılım yapmış önemli bir rant paylaşım

alanıdır. Madencilik alanında rödevans yöntemi ile kamu madenleri özel sektöre (özellikle AKP

yandaşı şirket sahiplerine) devredilmiş ve kişi başına üretim miktarı hızla yükselmiştir. Beklenti,

müşterisi devlet olan bir sektörde, çok kısa sürede ilk yatırım maliyetinin geri dönmesidir. İnşaat

sektöründe de, TOKİ eli ile firmalar tüm yasal düzenlemelerden muaf tutulmuş, kat ve imar oranı

sınırlaması olmadan ülke adeta şantiyeye çevrilmiştir. Sektörün en cazip yanı ise, yapılan yatırımın 1-

2 yıl gibi sürelerde %30’lara varan, hatta daha yüksek oranda kâr ile dönmesidir. 

ASIL CAN ALAN REKABET!

İnşaat işkolunun bir diğer özelliği de sektörde çalışan taşeron firma sayısının çokluğudur. Adeta

ana yüklenici işverenden ibaret olup tüm faaliyetler taşeronlar ve onların alt taşeronları eli ile

yürütülür. Taşeronluk sistemi, emeğin birliğini bozarak, işçi ücretlerinin, sigorta ve sosyal hakların

baskılanmasını, çalışma süresi ve koşulları bakımından daha kötü şartların dayatılmasını sağladığı

gibi, “iş kazaları”ndan doğacak hukuki sorumluluk ve yaptırımların da daha alttaki firma sahip ve

yöneticilerine yıkılmasını da sağlamaktadır. Böylece firmalar, daha az maliyetle birlikte daha az

sorumluluk ve cezayı da garanti altına almış oluyorlar. Daha az maliyet için yapılanlar içinde ilk sırayı

aşağıdakiler alır:

– Uygun nitelikte teknik kadro bulundurulmaz, yasaların zorladığı konularda hizmet alınmadan

düşük fiyatlara gerekli belgelere imzalar attırılır.

– Her iş için gerekli olan iş öncesi eğitimler aldırılmaz, eğitimin zorunlu olduğu konularda belge

düzenleyebilecek kurum ya da kişiler bulunur. Oysa iş hayatına olumsuz koşullar ve örneklerin içinde

başlamış ve devam etmiş kişiler için uygun içerikte hazırlanmış bir eğitim, o güne kadar farkına

varmadığı tehlikeleri algılamasını ve önlem almasını sağlayabilecek bir silah olabilir.

– Teknik yeterliliği kanıtlanmış ürün yerine fiyatı en düşük ürün ve malzemeler kullanılır. Örneğin

standart dışı el aletleri, kişisel koruyucular, iskeleler vb.

– Daha kısa zamanda daha çok iş üretmek. Bunun için çalışanlara haddinden fazla mesai yaptırılır,

çalışanlar üzerinde baskı kurulur ya da bunun oto kontrolü için götürü usulü iş verme, prim taahhüt

etme gibi yollar seçilir. İnşaat sektörü gibi gece çalışmasının yüksek risk teşkil ettiği sektörlerde

günlük ve yıllık yasal sınırlar da aşılarak yapılan mesaili çalışmalar da, işin teslim süresi için yapılan

işlerdendir.

Fason üretim yapan ve taşeron şirketler ile küçük işletmelerde “kaza” oranının yüksek olduğu

görülür. Sermayenin yüksek rekabet baskısı, küçük işletmeler, tedarikçiler, fason üretim yapanlar,

taşeronlar vb.’nde her şeyde kesinti dürtüsü yaratıyor. Bu da “katma değer yaratmayan” her şeyde

tasarrufa yöneltiyor. Böylelikle sermaye gerek mali riskini gerekse kaza riskini aşağıya doğru

bastırmış oluyor. Nihayetinde iş cinayetlerinde yaşamını yitirenler, X markasının ürünün üretilmesi ve

pazarlanması için yürütülen faaliyetlerden birinde yaşamını yitirmiş oluyorlar. Çin, Tayvan, Malezya

vb. ülkelerde ölen işçilerin büyük çoğunluğu çok yakından tanıdığımız markaların ürünlerini üretirken

hayatlarından oluyorlar.

SGK verilerine göre bir diğer yüksek kaza grubu da, kısmi süreli çalışanlardır. Deneyim ve eğitim

eksikliği olan bu gruptaki işçilerin yeterli eğitim ve deneyim kazandırılmadan çalıştırılmaya

başlanması da bir diğer “kaza” nedenidir.

Tabii ki, tüm bu maliyet azaltımının faturası, ölen, uzvunu kaybeden veya çeşitli hastalıklara

yakalanan işçi tarafından ödenmiş oluyor. Kısacası kapitalizmin rekabete dayalı yapısı dünya üzerinde

birçok işçinin yaşamını karartıyor.

HAYATTA KALMANIN YOLU ÖRGÜTLENMEK

Ülkeler kıyaslandığında, “iş kazası” sonucu ölüm vak’ası ile emekçilerin genel kazanımları

arasında bir paralellik olduğu gözleniyor. Örneğin Türkiye, Rusya, Meksika, Ukrayna gibi ülkelerde

ölümlü kaza oranının (yüz binde 6-14 arası), Norveç, İngiltere, Fransa ve Almanya’ya (yüz binde 0,7-

2,5 arası) göre çok daha yüksek olduğu görülüyor. Burada temelde 2 etken olduğu kanısındayım.

1- Üretim sürecinin örgütlenmesinde emekçilerin rolü

2- Yasal düzenlemeler üzerinde emekçilerin baskısı

Emeğin örgütsüz olduğu ülkelerde “kazalar”ın çokluğuna paralel olarak ülkemizde de sendikasız

işyerlerinde, sendikalı işyerine nazaran daha çok kaza meydana gelmektedir. Örgütsüz işçilerin büyük

çoğunluğu kendisine verilen talimatı yerine getirmemesi durumunda işini kaybedebileceği düşüncesi

ile hareket etmektedir. Bu nedenle yapacağı işin kendisi için doğurabileceği riskler için fikrini beyan

etmekten imtina eder, fikir beyan etse bile bu çoğu zaman işe yaramaz.

Her ne kadar örgütlü işçilerin daha az “iş kazası”na uğradıklarını söylesek de, sendikaların iş

cinayetlerine karşı yeterli düzeyde mücadele ettiklerini söyleyemeyiz. Bunun iki temel nedeni olduğu

düşünülebilir; birincisi, gerekli yasal düzenlemeler için bir basınç yaratmamaları, ikincisi ise iş

cinayetleri sonrasında büründükleri sessizliktir. Bu yüzden özellikle ileri işçilerin kendi örgütlerini

değiştirip dönüştürmek üzere de büyük uğraş vermeleri gerekmektedir.

ÇALIŞMANIN KUTSANMASI

Hemen her kapitalist ülkede çalışmak kutsal bir değer kabul edilirken, yasal gereklilikler ve kendi

ihtiyaçlarından fazla çalışmayı reddenleri nitelemek üzere “tembellik” yerilir.  Bunun nedeni elbette ki

insanın üretim yolu ile diğer insanlara fayda sunması değildir. Kutsanan, aslında kapitalistin kârıdır ve

çalışma yaşamının burjuva ahlakiliğine bu temellik eder. Bu ahlak, çalışmak için her koşulu kabul

etmeyi söyler. Kapitalist çıkarlar uğruna üretilen savaşlarda ölüme yollanıp sonra şehit ünvanı verilen

askerler gibi, Soma’da ve Ermenek’te yaşamını yitiren işçilere de şehit denilmiştir. Oysa bu ölümler

önlenebilirdi veya önlenmesi mümkün değil ise bu madenlerde üretim yapılmayabilirdi. İş

cinayetlerinin önüne geçmek için emekçilerin vermesi gereken savaşlardan birisi de kapitalizmin

kutsanmış değerlerinin alaşağı edilmesi savaşıdır.

YASAL DÜZENLEMELER NE ANLAM TAŞIMAKTADIR:

Hükümet Haziran 2012’de çıkardığı 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği yasası ile “iş kazaları”nın

azaldığı iddiasında bulunsa da, istatistikler bunu yalanlamaktadır. Aşağıdaki veriler (SGK verileri ve

basın kaynaklarından derlenmiştir), kanun çıktıktan sonra olumlu bir gelişme kaydedilmediğini açıkça

göstermektedir.

Yıllar

Sigortalı Sayısı

2009 2010 2011 2012 2013 2014

9.030.202 10.030.810 11.030.939 11.939.620 11.305.088 12.868.737

Kaza sonucu ölüm

Meslek Hastalığı

1171 1454 1700 868 1360 1886

1 0 10 10 0 29

Sıklık

(100.000 çalışana karşılık

ölen çalışan sayısı)

12.97 14.50 15.50 7.35 12.03 14.66

Çalışma Bakanlığı’nın iş müfettişi sayısı, Kanunun uygulanmasında hükümetin isteksizliğinin

başlıca göstergesidir. Günümüz Türkiye’sinde ÇSGB’nin teknik ve sosyal müfettiş sayısı 1000’in

altındadır. Sendikaların ise böyle bir yetkisi yok.  Oysa 1975 yılında Sovyetler Birliği’nde sendikaların

iş müfettişi sayısı 5 bin 500’dü ve ayrıca devletin de 20 bin iş müfettişi bulunmaktaydı.

6331 sayılı Kanunun yayınlanmasının ardından bazı değişiklikler yaşandı. Bunların başında

işyerlerinde iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi çalıştırma zorunluluğunun getirilmesi yer alıyor. Bu

zorunluluk, kanunun ilk yayınlandığı tarihte çok tehlikeli sınıftaki işyerleri için her 500 çalışana 1 iş

güvenliği uzmanı olarak belirlendi, ancak sermaye örgütlerinden gelen ve şüphesiz maliyet gerekçesini

ileri süren tepkiler ve baskıyla her 1000 çalışana 1 uzman olarak değiştirildi. Yani sadece 1 uzman,

1000 kişinin çalıştığı büyüklükteki, üstelik de çok tehlikeli sınıfta yer alan bir işyerinde (döküm

fabrikaları, inşaat işleri, kimya sanayi, petro-kimya tesisleri vb.) risk değerlendirmesi, saha kontrolü,

eğitim faaliyetleri (kanuna göre işçi başına 16 saat) kişisel koruyucu donanım seçimi, kurul toplantısı,

kaza analizi vb. faaliyetleri yürütecektir. Bunun kesinlikle mümkün olmadığı ve olamayacağı herkes

için aşikardır. Gerçekte olan, belirli bir ücret karşılığında cezai sorumlulukların birisine

devredilmesidir. Yaşanan “kazalar” da göstermiştir ki, patronun almadığı tedbir sonucu yaşamını

yitirenlerin cezası, aslında başka bir ücretli çalışan olan iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimlerine

kesilmektedir.

Kanunla birlikte yeni tanıştığımız bir yapı Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimleri (OSGB)’lerdir.

OSGB’ler, yarı veya tam zamanlı hizmet alımı yolu ile, işyerlerine uzman ve hekim istihdamı sağlayan

ticari işletmeler olup sayıları hızla artmıştır. Bu kurumlar aracılığı ile çok sayıda üniversite mezunu,

işsizlik baskısı ile cüz’i bir ücret karşılığında ayda birkaç saat gördükleri işletmelerin sorumluluğunu 

almaktadır. Bir nevi sermayenin yeni sigorta şirketi görevini yüklenmektedirler.

Tüm olup bitenler düşünüldüğünde, yaşananlar, en temel insan hakkı olan yaşam hakkına bile sahip

olmak için örgütlü bir mücadele vermek dışında çıkar yol olmadığını göstermektedir.

‘dolmabahçe deklarasyonu’, ‘10 ilke’, ‘newroz mektubu’ ve ‘böyle gidemez’ süreç!

28 Şubat 2015’te Dolmabahçe Sarayı’nda Hükümet’le İmralı Heyeti’nin

“Ortak Açıklama”sıyla başlayan, Öcalan’ın Diyarbakır Newroz’unda okunan

“mektubuna” gelen gelişmeler etrafındaki tartışmalar, “Barış ve Müzakere

Süreci yeni bir aşamaya geçti” demek için yeteri kadar veri sunmaktadır.

Ya da sürecin içinde geçtiği aşamayı değerlendirirken; “28 Şubat

2015’te Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan ‘Ortak Açıklama’yla ilan edilen ‘10

ilke’li deklarasyon, Hükümet cenahındaki ayak diremeyi kırarken, devlet

saflarında çözülme ve çatışmaya yol açmıştır. 2015 Newoz’undaki

Öcalan’ın çağrısı Kürt güçleri etrafındaki demokrasi mücadelesi cephesini

daha da güçlendirecek bir açılıma işaret ederken devlet cenahında

ayrışmaları büyütecek, çatışmayı derinleştirecek belirtileri öne çıkarmıştır”

dersek sürecin diğer yüzünü de tarif etmiş oluruz.

Son haftalarda olup bitenler; iki yılı aşkın bir süredir devam edegelen

“Çözüm ve Müzakere Süreci”nin, artık eskisi gibi; bir adım atıp sonra uzun

bir “nefeslenme” süresi verilen, sonra ancak “bastırılınca” yeniden bir adım

daha atılıyor gibi yapılan bir süreç olarak işlemesi olanaklı olmayan bir

aşamaya gelindiğini göstermektedir. Bu, sadece sürecin dinamik ve itici

yanını oluşturan Kürt güçleri açısından değil, Hükümet açısından da

böyledir. Nitekim, iki yılı geride bırakan sürece baktığımızda; süreci ayakta

tutan, onu az çok adım atmanın bir dayanağı yapan tarafın Öcalan’ın

liderliğindeki Kürt tarafı olduğu açıkça görülmektedir. Hükümet tarafı ise,

sürekli ayak sürüyen, “vaat yapan” ama pratik adım atmamak için bin

bahane uyduran, “mehter yürüyüşü”yle gitmeyi benimseyen, yetmeyince

topu bürokrasiye atan bir tutumu müzakere taktiği olarak benimsemiştir.

Bu yüzden de, süreci az çok gerçekçi bir açıdan izleyen herkes, süreçteki

ileriye yönelik tüm adımların Kürt güçleri cephesinden geldiğini

görmektedir. Bu nedenle “çözüm sürecinde nereye geldik” diyenler, olup

biteni anlamak ve az çok gerçeği öğrenmek isteyen herkes, “Hükümet ne

diyor, ne yapmış”a değil, “İmralı’da ne konuşulmuş”, “Öcalan ne demiş”,

“Kandil ne diyor”a bakmaktadır! Dolmabahçe’de yapılan “Ortak Açıklama”

da Kürt güçlerinin yedi aylık girişimleri sonucunda ortaya çıkmış, nitekim

ortak açıklamanın, sürecin ilerlemesinin yol göstericisi olan “10 ilke”si de

Öcalan tarafından formüle edilmiştir. Ve bundan sonrası da (“PKK’nin

Kongre toplaması”, “Türkiye’ye karşı silahlı mücadelenin sonlandırılması”

vb.), bu “ilkeler” üzerinde varılacak uzlaşma ve atılacak adımlara

bağlanmıştır.

ARTIK ESKİSİ GİBİ GİDEMEZ!

Kısacası Kürt siyasi güçleri tarafı, “Eğer Hükümet tarafı ‘10 ilke’yi

dikkate alan bir çizgiye gelmezse sürecin ilerlemeyeceğini” ilan etmiştir.

Öcalan’ın son Newroz mektubunda da o, herkesin beklediği, “PKK’nin

Türkiye sınırları içinde silahlı mücadeleyi bırakmak için silahlı güçlerin sınır

dışına çıkarılması için konferans toplaması”nın şartı da Hükümet’in “10

ilke” doğrultusunda bir çizgiye girildiğini gösteren adımları atmasına

bağlanmıştır.

Hükümet ise, bu uzun dönem boyunca, 2013 Newroz’unda Öcalan’ın

çağrısında, sürecin “PKK’nin silah bırakması” ya da “silahlı güçlerini sınır

dışına çıkarılması” hedefini, Kürt tarafının hemen yerine getirmesi gereken

bir yükümlülük olarak gösterip ısrarla “hani silah bırakılmadı”, “PKK silahlı

güçlerini sınır dışına çıkarmadı” … diyerek, kendi yapması gerekenleri ve

yükümlülüklerini yok sayan bir tutumu benimsemiştir. Süreç her

sıkıştığında, Hükümet bu gerekçeye dayanarak kendisini mazur

göstermeye çalışmıştır. Dahası, milliyetçi çevrelerden gelen baskılar

karşısında Hükümet, sürecin “milli birlik ve beraberlik süreci” olduğu

söylemini öne çıkarak, amacın “terör örgütüne silah bıraktırmak” olduğu

propagandasına hız vermiş; “Kürt sorunu yoktur terör sorun vardır. Terör

son buluca Kürt sorunu da bitecek” gibi savrulmalarla süreci inkar etmeye

varan tutumunu “süreç için biz hayatımızı ortaya koyuyoruz” iddiasıyla bir

arada sürdürmüş, hatta iki “karşıt tezi” bir ve aynı tezmiş gibi sunmuştur.

Ancak “10 ilke”nin orta konması ve Dolmabahçe’de ortak bir toplantıda

açıklanmasından kaçınılamamasıyla birlikte, süreç, artık tarafların ayrı ayrı

doğrultuda hareket ederken, “süreç ilerliyor” demeleri imkanını ortadan

kaldırmıştır. Dolayısıyla Kürt tarafının ”böyle gitmez artık” demesi ve “10

ilke”nin yürünecek yolun referansları olarak ortaya konmasıyla Hükümet

cenahının yapması gereken somut görevler de belirlenmiş olmaktadır.

Dolayısıyla süreç Hükümet cenahı için de “süreç eskisi gibi gitmez!” bir

aşamaya gelmiştir.

’10 İLKE’ İLE AMAÇLANAN NEDİR?

“10 İlke”1* ile amaçlan, sürecin iki tarafın ayrı ayrı yönlere giderken

aynı yöne gittikleri algısından kurtarılarak, aynı yöne gitmelerinin

referanslarını ortaya koymaktır.

Kuşkusuz bundan, tarafların kendi amaçların terk edecekleri, etmeleri

zorunluluğu çıkmaz. Ama bu 10 ilke ile, Kürt tarafı, atılan adımların

değerlendirilmesi için ölçütlerin ortaya çıkmasını, dolayısıyla sadece

taraflar için değil kamuoyu için de sürecin nereye gittiği, süreçte tarafların

hangi adımları atıp atmadıklarının da “görülür” ve “ölçülür” hale gelmesini

amaçlamaktadır. Müzakere sürecinin böyle referanslara bağlanması, hem

atılan adımların somutlaştırılmasını ve kamuoyunun garantörlüğüne

bağlanmasını sağlayacak hem de süreci şeffaflaştıracak, örneğin CHP’nin

* 1 – Demokratik siyasetinin içeriği tartışılmalı. 2 – Demokratik çözümün ulusal ve yerel

boyutlarının tanımlanması, 3 – Özgür vatandaşlığın yasal ve demokratik güvenceleri. 4 –

Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına ilişkin

başlıklar. 5 – Çözüm sürecinin sosyoekonomik boyutları. 6 – Çözüm sürecinde demokrasi

güvenlik ilişkisinin kamu düzeni ve özgürlükleri koruyacak şekilde ele alınması. 7 –

Kadın, kültür ve ekolojik sorunların yasal çözümleri ve güvenceleri. 8 – Kimlik kavramı

ve tanınmasına dönük çoğulcu demokratik anlayışın geliştirilmesi. 9 – Demokratik

cumhuriyet, ortak vatan, milletin demokratik ölçülerle tanımlanması, çoğulcu

demokratik sistem içerisinde yasal ve anayasal güvencelere kavuşturulması. 10 – Bütün

bu demokratik hamle ve dönüşümleri içselleştirmeye yarayan yeni anayasa.

(Erdoğan da böyle diyor) “Biz ne oluyor, ne yapılıyor, bilmiyoruz” deme

bahanesini ileri sürme imkanını da ortadan kaldıracaktır.

Maddelerini dipnota aldığımız Dolmabahçe Deklarasyonu’nun “10

ilkesi”nin ifade olarak anlamına bakıldığında, müzakere süreci için referans

olmanın da ötesinde, açıkça şu görülüyor: 1) “10 İlke” aslında müzakere

(ve mücadele) sürecinde konuşulacak başlıkları, 2) Tartışılacak konuların

sadece Kürt sorununun çözümüyle de sınırlı olmayan Türkiye’nin

demokratikleşmesinin yeni bir Anayasayla ilerletilmesine varan bir

yaklaşımı ifade etmektedir.

Her ne kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan, “10 İlke”de “demokrasi talebi”

ile ilgili bir şey görmediğini söylese de, sadece başlıkların ifadesi olan

maddelerin bile “10 İlke”nin demokratik bir Türkiye amacına varmak için

atılacak adımları” tarif ettiğini ortaya koyduğu tartışılmazdır.

Ama burada şöyle bir sorun ortaya çıkmaktadır: “Hükümet, ortak

açıklamanın neresindedir, ‘10 İlke’nin arkasında mıdır?”

SİLAHLI MÜCADELEYİ TERK İÇİN ‘10 İLKE’DE MUTABAKAT ‘ŞARTI’

Dolmabahçe’de açıklamanın yapıldığı tabloya bakınca görülen şudur:

“10 İlke”yi ve gerekçesini İmralı Heyeti’nin sözcüsü olarak Sırrı Süreyya

Önder, 28 Şubat 2015 günü, Öcalan’ın söylediklerine de dayanarak, bir

“deklarasyon” olarak ilan etmiştir.

Ancak şu da bir gerçek ki, “10 ilke”nin ilan edilmesiyle amaç

gerçekleşmiş olmuyor.

Tersine; “10 ilke”nin ilan edilmesiyle;

1-) Hem “müzakerenin yeni başlayacağı” ve hem de müzakerenin

çerçevesinin bu ilkelere uygun olması gerektiği,

2-) Yine Hükümet’in bu “10 ilke”yi dikkate alarak yapması gerekenleri

yerine getirmesi gerektiği,

3-) Hükümet bu adımları atarsa, PKK’nin Türkiye toprakları içinde silahlı

mücadeleye son vereceği, dolayısıyla “10 ilke”yle Hükümet’in yerine

getirmesi gereken yükümlülerin çerçevesini çizildiği anlaşılıyor.

Nitekim PKK Lideri Öcalan’ın, “Asgari müştereğin sağlandığı ilkelerde silahlı

mücadeleyi bırakma temelinde, stratejik tarihi kararı vermek için PKK’yi

bahar aylarında olağanüstü kongreyi toplamaya davet ediyorum” sözleriyle

“Ortak Açıklama”da yer verilen çağrısını da, bu “10 ilke” mutabakatına

bağladığı açıkça görülmektedir.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, Diyarbakır Newroz’unda okunan

mektubunda da “10 ilke üstünde mutabakata” dikkat çekiyor ve süreçle

ilgili söylediklerini “10 İlke” ilgili bağlantı içinde söylüyor.

“Newroz Mektubu”nda Öcalan; “Deklarasyon gereği ilkelerde mutabakat

oluşmasıyla birlikte PKK’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı yaklaşık kırk

yıldır yürüttüğü silahlı olan mücadeleyi sonlandırmak ve yeni dönemin

ruhuna uygun siyasal ve toplumsal strateji ve taktiklerini belirlemek için

bir kongre yapmalarını gerekli ve tarihi görmekteyim. Umarım ilkesel

mutabakata en kısa sürede varıp Parlamento üyeleri ve İzleme Heyetinden

teşkil edilen bir Hakikat ve Yüzleşme komisyonundan geçerek bu kongreyi

başarıyla realize etme durumunu yaşarız. Bu kongremizle birlikte artık

yeni dönem başlamaktadır. Bu yeni dönemde, Türkiye Cumhuriyeti

dahilinde özgür ve eşit Anayasal yurttaşlık temelinde demokratik kimlik

sahibi demokratik toplum olarak, barış içinde ve kardeşçe yaşama

sürecine giriyoruz. Böylelikle 90 yıllık Cumhuriyet tarihinin çatışmalarla

dolu geçmişini aşıp gerçek barış ve evrensel demokrasi kriterleri ile

örülmüş bir geleceğe yürüyoruz.” diyor.

Kısacası, Kürt siyasi güçleri açısından “10 ilke” sürecin sağlıklı ilerlemesi

için olmazsa olmaz referanslar olarak ilan edilmiştir. Bu yüzden de

bundan böyle sürecin başarısı, bu “10 ilke”de mutabakatın ölçüsüne ve bu

mutabakatın gerektirdiği yükümlülüklerin yerine getirilmesine

bağlanmıştır.

HÜKÜMET ‘ZORAKİ KABUL’ ÇİZGİSİNDE

Dolmabahçe’de “10 İlke”in ilan edildiği “tablo”ya yeniden dönersek; Sırrı

Süreyya Önder deklarasyonu okurken, Hükümet adına orada bulunan

Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan sessizce izliyor. Sonra da Akdoğan,

“Ortak Açıklama” üzerine, Hükümet adına söyleyeceklerini söylüyor:

“Önemli bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz. Silahların bırakılmasına yönelik

çalışmaların hız kazanması, tam anlamıyla bir eylemsizliğin hayata

geçmesi ve demokratik siyasetin bir yöntem olarak öne çıkartılması

konusundaki açıklamayı önemli görüyoruz. AK Parti iktidarı olarak sessiz

devrim niteliğinde adımlar attık. Silahların devre dışı kalması demokratik

gelişime hız katacaktır. Demokrasilerde halkın desteğini alan düşünceler,

görüşler ve politikalar değer kazanır. Yeni anayasayı birçok köklü ve kronik

sorunun çözümüne önemli bir fırsat olarak görüyoruz. Temel sorunlarını

geride bırakan bir Türkiye küresel bir güç haline gelecektir. Biz birlikte

Türkiye’yiz. Her şey Türkiye için.” Sloganlarla karıştırarak konuşan, ama

“asgari müşterek” olmak üzere ilan edilen, bir “niyet beyanı” olduğuna

vurgu yapılan “10 ilke” için bir şey dememeye özen gösteriyor, Akdoğan.

Dahası, sanki orda bir “deklarasyon” ilan edilmemiş, sanki ilan edilmeden

önce üzerinde hiç konuşulmamış ve ilanı için mutabakata varılmamış gibi

davranıyor.

Bu bile açıkça gösteriyor ki, yedi ay boyunca oyalandıktan sonra “Ortak

Açıklama”ya mecbur kalan Hükümet, Dolmabahçe’deki tabloda “zoraki”

olarak yer almıştır!

Yani “açıklama ortaktır”, ama niyetler ve amaçlar farklıdır! Nitekim

açıklamanın üstünden üç hafta geçtikten sonra öğreniyoruz ki, kendisini

her vesileyle “çözüm süreci kahramanı” olarak gösteren Cumhurbaşkanı

Tayyip Erdoğan sürecin en önemli belgesi olan “Dolmabahçe

Deklarasyonu”nu olduğu gibi, Dolmabahçe’deki ortak toplantıyı da doğru

bulmamakta, bunların “İmralı’yı güçlendirdiğini” düşünmektedir.

Hükümetin “10 ilke” konusundaki tutumu ve bu deklarasyonun

kendisine yüklediği görevler konusunda ne yapacağı belirsizliğini

korumaktadır. Ki, oluşturulması için fikirbirliğine varılarak bu yönde adım

atılması kararı alınan “İzleme Heyeti” konusunda bile Hükümet adım atma

sıkıntısı içindedir. Kürt sorununun varlığını bile ret ederek

Cumhurbaşkanının pratik olarak açıkça sürecin karşısına geçmesiyle de bu

konudaki gelişmeler daha da belirsizleşmiş bulunmaktadır.

“10 İlke” ve 28 Şubat’taki deklarasyon sonrasında gelişen tartışmalar ve

yapılan girişimler sonrasında; müzakere sürecinin bir tarafında yer alan

Hükümet cenahı kendi içinde bölünmüş; Cumhurbaşkanı “Kürt sorunu

yoktur” diye başlattığı tartışmayı, “İzleme Heyetine de karşıyım”,

“Deklarasyona da karışıyım”, “ortak açıklama yapılmasına da karşıyım”,

“zaten ortak açıklama da değildi” çizgine kadar vardırarak, “görüşme

masası”nı fiilen terk etmiştir. Ki, bu da Erdoğan’ın bundan sonra

“masadaki” her gelişmeyi yokuşa sürmek için her imkanını seferber

edeceği anlamına gelmektedir. Dahası, ırkçı şoven, milliyetçi odaklarla ve

askerlerle de yakınlaşmak için yeni manevralara girişen

Cumhurbaşkanının, kendi iktidarını sağlamlaştırmak için AKP dışında da

seçenekler aramaya yönelmesi, kuşkusuz ki, çözüm sürecine ilişkin

gelişmeleri de önemli ölçüde etkileyecektir. Ki, Hükümet cenahındaki

ayrışma ve tartışmaların derinleşmesi, ilk bakışta süreci zorlayacak

gelişmelere dayanak olur görünse de, orta ve uzun vadede, süreci lehte

etkileyecek gelişmeleri besleyeceğini söylemek abartı olamaz.

Kısacası; “10 ilke”nin ilanı, süreci belirli bir amaca göre geliştirecek

müzakerenin yolunu açıp sürecin yeni ve daha ileri bir aşamaya geçmesine

yol açarken, karşı tarafta da sürece ayak uyduramayan, ayak sürterek

engellemeyi başlıca görev edinen ve onu Kürt güçlerini bölüp tasfiyesinin

dayanağı yapan Hükümet cenahı açısından da böyle gidemeyeceğini

göstermiştir. Üstelik de sürecin yeni bir aşamaya yönelmesi, onları, “kendi

içlerinde ayrıştıracak” kadar derinden etkilemiştir.

SÜREÇ, İLERİYE DOĞRU GÖTÜRÜLEMEZSE ÇÖKER

“Çözüm süreci” açısından bakıldığında, sürecin iki tarafında bulunan

güçlerin ilk kez kamuoyu karşısına çıkarak bir arada açıklama yapmış

olmaları bile sürecin seyri bakımından son derece önemlidir.

Ancak “ortak açıklama”dan sonra, kamuoyunda beklenti ve sürecin hızla

ilerleyeceğini dair “umutlar” artmıştır.

Hükümet ise, açıklamanın kendisine yüklediği sorumlulukları yerine

getirmek üzere harekete geçmek yerine, “deklarasyonu”, “PKK silah

bırakacak”,  “Newroz’da Öcalan tarih vererek PKK’nin konferans

toplamasını sağlayacak” gibi seçim propagandasına, “seçim kazanma

amacının bir aracına dönüştürerek kısa günün kârını toplamaya kalkınca,

bu propagandanın altında kalmıştır.

Oysa, adı üstünde “süreç”; bir akış, hedefe varmak için tarafların

yükümlülüklerini yerine getirerek, bir taraf bir adım attığında ötekinin de

bir adım, hiç olmazsa yarım adım attığı, adım adım ilerlenen, her adımın

önceki adımları pekiştirip sonraki adımların atılmasını kolaylaştıracağı canlı

bir girişimler ve gelişmeler dizgesidir, böyle olması beklenir. Ve burada

önemli olan, tarafların hedefe varmak için attıkları adımlardır. Hükümet

cenahı, bunun tersine, “Kürt güçlerini üstüne düşenleri yaparsa hedef

gerçekleşir” tutumunu benimseyerek, kendisi bakımından hiçbir

sorumluluk üslenmemeyi adeta ilke edinerek, “sürecin fıtratı”na aykırı bir

tutum almıştır.

“Çözüm süreci”, “barış ve müzakere süreci”, adına ne dersek diyelim,

“Kürt sorununun barışçıl çözümü” ile ilgili gelişmelere toplam açısından

bakıldığında, şu iki saptamayı rahatlıkla yapabiliriz:

1-) “Barış ve müzakere süreci”ni iki yılı aşkın bir zamandan beri ayakta

tutan, üstüne düşeni yapmaya çalıştığı gibi, Hükümeti de harekete

geçirerek adım atmaya zorlayan Kürt siyasi güçleri cephesidir. Kürt

tarafının bu gayretleri olmasaydı süreç çoktan çöker, en azından “söner”

giderdi!

2-) Hükümet süreci; “teröre son verme” gerekçesi arkasında, Kürt

güçlerinin sürecin seyri içinde görüş ayrılığına düşecekleri, dolayısıyla Kürt

cenahının parçalanıp güçten düşeceği varsayımı üstüne kurmuş, süreçteki

her gelişmeyi bu amacına hizmet etmek üzere baskılamaya çalışmıştır.

Böylece Hükümet, süreci, talepte bulunan, mücadele eden, halkı etrafında

toplamış Kürt siyasi güçlerinin tasfiyesi süreci olarak görmüş, böyle ele

almıştır.

Kısacası, Kürt tarafı süreci, Kürt sorununun demokratik çözümünün

gerçekleştiği, Kürtlerin haklarının yasal ve anayasal güvenceye

kavuşturulduğu bir süreç olarak görürken, Hükümet, masanın karşı

tarafında oturanları, “Kürt güçlerini tasfiye etme”nin imkanı olarak

görmüş, ötesinde, “şu iyi, bu kötü”, “o şöyle diyor, şu böyle yapmıyor”

türünden birbirine düşürme girişimleriyle, süreci ve sürecin Kürt tarafından

yürütücülerini bu yönüyle değerlendirmeyi amaçlamıştır.

Kuşkusuz ki tarafların “karşıtlığı”, karşıt amaçlara sahip olmaları sürecin

doğasından gelmektedir ve şaşırtıcı değildir. Tersi şaşırtıcı olurdu. Ancak,

süreci “artık böyle gidemez” aşamasına getiren, sadece “masa”daki

tarafların isteklerin karşıtlığının soyut istekler ve yaklaşımlar olmaktan

çıkıp, yerine getirilmesi gereken yükümlülükler, atılması gereken somut

adımlar aşamasına gelinmesi değildir. Aynı zamanda Ortadoğu’da zaten

çok önemli olan gelişmelerin birbirini etkileyerek büyümesi, 100 yıllık

sınırların ortadan kalkmaya başlaması, IŞİD’in ortaya çıkması, onunla

çatışan başlıca gücün Kürt güçleri olması ve bölgede etnik ve mezhep

çatışmalarının hat safhaya çıktığı bir dönemden geçiliyor olması da süreci

doğrudan etkilemiştir.

Nitekim IŞİD’in Suriye ve Irak’ta “İslam devleti” ilan etmesi ve

bölgedeki Kürt, Türkmen, Süryani, Ezidi, Arap, ılımlı Sünni, Şii, Alevi,

Hıristiyan … tanımadan, kendinden görmediği herkese vahşi yönetimlerle

saldırması, bu saldırılar karşısında Kürtlerin bölgede “kurtarıcı bir halk”

olarak sahneye çıkması”, “barış ve müzakere masası”ndaki Kürt güçlerinin

elini kuvvetlendirmiş, taleplerinin çıtasını yükseltmeleri için imkanları

olağanüstü artırmıştır. Ama bu gelişmeler, aynı zamanda, dış politikası

Ortadoğu’da duvara çarpan ve IŞİD’le el altından işbirliği yapan, en

azından bu konuda ciddi iddialar olan ve IŞİD’le ideolojik yakınlık, hatta

birlik içinde olan AKP Hükümeti’ni ise hem ulusal hem de uluslararası

planda zayıflatan bir rol oynamıştır.

Kobanê direnişi, IŞİD’in Kobanê’de PKK ile yakın ilişki içindeki PYD’nin

yönetimindeki güçler tarafından ciddi bir yenilgiye uğratılması, hem

bölgedeki gelişmeler hem de barış süreci bakımından son derece önemli

etkide bulunmuş; dahası uluslararası planda Kürt siyasi güçlerinin, PYD ve

PKK başta olmak üzere Kürt örgütlerinin “terörist örgütler” listesinden

çıkmasının yolunu açmıştır!

Kısacası, “barış ve müzakere masası”ndaki süreci ilerletmek için yapılan

girişimlerin belirli br aşamaya gelmesi, bölgedeki gelişmeler; Kürtlerin

Ortadoğu’daki gelişmeler karşısında kazandığı pozisyon, Hükümetin barış

sürecinde adım atmama ısrarı, “süreci”, “böyle gidemez!” hale getirmiştir!

Artık bu konuda hemen herkes hem fikirdir. Erdoğan’ın “ona da

karşıyım”, “buna da karşıyım” diyerek, kendisini “sürecin dışına atma”

gayreti içine girmesi de, sürecin eskisi gibi oyalama, ayak sürüme,

“Alevere dalavere Kürt Memet nöbete!” yöntemleriyle gitmeyeceğini

gördüğü içindir.

Şimdi Hükümet bir karar vermek durumundadır. Ya “Dolmabahçe

Deklarasyonu”nu ciddiye alacak ve “10 ilke”yi referans edinerek gerçek bir

“müzakere sürecine” yönelecek, bunun gerektirdiği sorumlulukla hareket

edecek ya da sürecin altında kalacaktır!

Çünkü Hükümet’in, sıkıştığında, Erdoğan gibi kaçma şansı yoktur.

“Davul”, onun “omuzunda”dır!

Spotlar:

28 Şubat 2015’te Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan ‘Ortak Açıklama’yla

ilan edilen ‘10 ilke’li deklarasyon, Hükümet cenahındaki ayak diremeyi

kırarken, devlet saflarında çözülme ve çatışmaya yol açmıştır. 2015

Newoz’undaki Öcalan’ın çağrısı Kürt güçleri etrafındaki demokrasi

mücadelesi cephesini daha da güçlendirecek bir açılıma işaret ederken

devlet cenahında ayrışmaları büyütecek, çatışmayı derinleştirecek

belirtileri öne çıkarmıştır.

Süreci ayakta tutan, onu az çok adım atmanın bir dayanağı yapan

tarafın Öcalan’ın liderliğindeki Kürt tarafı olduğu açıkça görülmektedir.

Hükümet tarafı ise, sürekli ayak sürüyen, “vaat yapan” ama pratik adım

atmamak için bin bahane uyduran, “mehter yürüyüşü”yle gitmeyi

benimseyen, yetmeyince topu bürokrasiye atan bir tutumu müzakere

taktiği olarak benimsemiştir. Bu yüzden de, süreci az çok gerçekçi bir

açıdan izleyen herkes, süreçteki ileriye yönelik tüm adımların Kürt güçleri

cephesinden geldiğini görmektedir.

Öcalan’ın son Newroz mektubunda, o, herkesin beklediği, “PKK’nin

Türkiye sınırları içinde silahlı mücadeleyi bırakmak için silahlı güçlerin sınır

dışına çıkarılması için konferans toplaması”nın şartı da Hükümet’in “10

ilke” doğrultusunda bir çizgiye girildiğini gösteren adımları atmasına

bağlanmıştır.

“10 ilke”nin orta konması ve Dolmabahçe’de ortak bir toplantıda

açıklanmasından kaçınılamamasıyla birlikte, süreç, artık tarafların ayrı ayrı

doğrultuda hareket ederken, “süreç ilerliyor” demeleri imkanını ortadan

kaldırmıştır. Dolayısıyla Kürt tarafının ”böyle gitmez artık” demesi ve “10

ilke”nin yürünecek yolun referansları olarak ortaya konmasıyla Hükümet

cenahının yapması gereken somut görevler de belirlenmiş olmaktadır.

Dolayısıyla süreç Hükümet cenahı için de “süreç eskisi gibi gitmez!” bir

aşamaya gelmiştir.

“10 İlke” ve 28 Şubat’taki deklarasyon sonrasında gelişen tartışmalar ve

yapılan girişimler sonrasında; müzakere sürecinin bir tarafında yer alan

Hükümet cenahı kendi içinde bölünmüş; Cumhurbaşkanı “Kürt sorunu

yoktur” diye başlattığı tartışmayı, “İzleme Heyetine de karşıyım”,

“Deklarasyona da karışıyım”, “ortak açıklama yapılmasına da karşıyım”,

“zaten ortak açıklama da değildi” çizgine kadar vardırarak, “görüşme

masası”nı fiilen terk etmiştir. Ki, bu da Erdoğan’ın bundan sonra

“masadaki” her gelişmeyi yokuşa sürmek için her imkanını seferber

edeceği anlamına gelmektedir.

IŞİD’in Hilafeti ve saldırganlığı karşısında Kürtlerin bölgede “kurtarıcı bir

halk” olarak sahneye çıkması”, “barış ve müzakere masası”ndaki Kürt

güçlerinin elini kuvvetlendirmiş, taleplerinin çıtasını yükseltmeleri için

imkanları olağanüstü artırmıştır. Ama bu gelişmeler, aynı zamanda, dış

politikası Ortadoğu’da duvara çarpan ve IŞİD’le el altından işbirliği yapan,

en azından bu konuda ciddi iddialar olan ve IŞİD’le ideolojik yakınlık, hatta

birlik içinde olan AKP Hükümeti’ni ise hem ulusal hem de uluslararası

planda zayıflatan bir rol oynamıştır.

Ekonominin temposu yavaş tekmesi sert

Hükümetin ekonomi politikaları duvara dayandı mı? Bu soruya ekonomik verilere bakarak

acaba nasıl cevap verebiliriz?

Hükümet kurmayları tarafından 2014 yılına dair ortaya konan hedeflerin hiçbiri tutmadı.

Örneğin Hükümet 2014 yılında yüzde 4’lük bir büyüme hedefi açıkladı, yüzde 3’le

yetinmek zorunda kaldı. Hükümetin ekonomi kurmayları enflasyon konusunda da aynı

sıkıntıyı yaşadı. Yüzde 5’lik bir enflasyon hedeflediler, işçi ve emekçilere bu hedef üzerinden

zam dayattılar; fakat 2014 enflasyonu 8,17 oldu. İşsizlik rakamlarında da benzer bir sorun

yaşandı.

Hedeflerin ve rakamların tutup tutmamaları tek başlarına hiçbir anlam ifade etmiyorlar.

Çok olumlu yansıtılan rakamın arkasında çok olumsuz sosyal bir gerçek yatabilir. Ya da

gözümüze sokulan rakamlar gerçeğin sadece bir kısmını ifade ediyor olabilir. Bu nedenle

gerçeğin tamamına ya da kendisine ulaşmak gibi bir çabamız olmalı. Hangi gerçeğe? Elbette,

emekçilerin gerçeğine…

İŞSİZLİK AĞIRLAŞTI!

Hükümet, son zamanlarda irtifa kaybetse ve bu yönde pek yüksek perdeden konuşmasa da,

“ekonomimizin büyüme hızı, dünya ekonomisinin ortalamasının üzerinde” diyerek öğünüyor.

Öğünüyor öğünmesine de, ortada emekçiler açısından “çok şükür bizim memleket diğerlerden

daha iyi” diyebileceği bir durum yok.

Burada, derin analizler yerine sözü işsizlik verilerine bırakalım. Çünkü Türkiye İstatistik

Kurumu tarafından açıklanan 2014 yılının son üç ayına ilişkin işsizlik verileri çok fazla sosyal

gerçeği adeta gözler önüne seriyor.

İşsiz sayısı 3 milyon 96 bin. Bu rakam, Türkiye’nin küresel ekonomik krizi en derinden

hissettiği 2009 yılından bile yüksek. 2009 kriz yılında işsiz sayısı 2 milyon 900 bin

civarındaydı. Aynı durum, yüzde 10,7 olarak açıklanan işsizlik oranı için de geçerli. Bu oran,

geçtiğimiz yılın aynı döneminin yüzde 1,4 puan üzerinde.

Gerçek durumsa bu rakamların gösterdiğinden bile beter. Zira açıklanan resmi verilerin

ayrıntılarına bakıldığında, gerçek işsizliğin çok daha yüksek olduğu görülüyor. Kasım 2014

döneminde, resmi işsizlere, umudu olmadığı için ya da diğer nedenlerle son 4 haftadır iş

arama kanallarını kullanmayan ve işe başlamaya hazır olduğu halde bu nedenle işsiz

sayılmayanlar (umutsuzlar ve diğer) dahil edildiğinde, işsizlik oranı yüzde 17,5 oluyor. İşsiz

sayısı da artarak, 5 milyon 473 bin kişiye ulaşıyor.

Hemen belirtelim ki, işsizlik verilerini incelediğimizde göze çarpan tek sorun işsizliğin

çokluğu değil. 2013 sonbaharından, işsizliğe dair son verilerin açıklandığı 2014 sonbaharına,

yani 1 yılda, 1 milyon 400 bin insana iş verilmiş. Peki, bu kadar insana iş imkânı

yaratılabildiği halde nasıl oluyor da işsizlik artıyor? İşte, tam da bu çelişki, toplumsal bir

soruna işaret ediyor.

Şöyle ki… Çalışabilir nüfusun içerisinde iş talep edenlerin sayısı giderek artıyor. Yani daha

çok insan iş talep eder hale geldi. Örneğin kriz döneminde kadın işgücünde olduğu gibi! Bu

dönemde de kadınların, özellikle düşük eğitimli kadınların iş talebi yükseldi. Kriz arifesinde,

Kasım 2007’de, kadın işgücüne katılım oranı yüzde 22,4’tü. Yani çalışabilir yaştaki (15-65

yaş arası) her 5 kadından 1’i işgücüne katılıyordu. Bu rakam, Kasım 2014’te yüzde 30,2’ye

yükseldi. Yani artık her 3 kadından 1’i işgücüne katılıyor. Kadınlar, kendilerini evde tutan

anlayışı, çalışmanın ayıp sayıldığı mahalle baskısını aşıp, iş talep eder hale gelmişse,

toplumda yoksulluk yaygınlaşmış demektir. Artık çekilen krediler ödenemiyor, ev

geçindirilemiyor. Aynı dönemde erkek katılım oranının yüzde 69’dan 71’e yükselmesi,

yoksulluğun yaygınlaşmış olduğu gerçeğini teyid ediyor.

Tabii, hükümet yetkililerinin, “neredeyse 1,5 milyon insana iş bulduk” şeklindeki

öğünmesi de incelemeye değer. Düşük büyüme temposunda bu kadar iş verilmiş olması

olanaksız, anormal bir durum gibi duruyor. Fakat, “işler nerede bulunmuş ve bu bulma hali

böyle sürer mi?” sorusu sorulduğunda anormal gibi gözüken durum bir normalleşiyor.

Bir kez daha belirtelim ki, ‘iş piyasası’na eklenen 2 milyon 37 bin kişinin 1 milyon 433

binine iş verildi. ‘Peki, iş nerede verildi?’ sorusuna, TÜİK’in son işsizlik verileri içerisinde

yer alan şu bilgi cevap olur sanırım: “Mevsim etkilerinden arındırılmış sektörel verilere göre

Kasım 2014 döneminde istihdam sanayi hariç tüm sektörlerde arttı. Sanayi istihdamındaki

azalış 80 bin oldu. Hizmet sektöründe istihdam 50 bin arttı. İnşaatta ise 46 binlik bir istihdam

artışı kaydedildi.” Sanayide istihdam düşüyor. İşler, inşaatta ve hizmet sektöründe. Ucuz ve

geçici.

Ayrıca tarım istihdamı da başlı başına bir sorun! Her 5 istihdamdan 1’ini tarımın

gerçekleştiriyor olması da, sadece istihdam şişkinliğini gösterir. Zira tarımın, milli gelire

katkısı yüzde 10 olan sektörün yüzde 20’lik bir istihdam yaratması başka türlü izah edilemez.

Yüzde 9’luk büyüme temposunun yakalandığı, büyüme rekorlarının kırıldığı 2008-2009

Krizi’nden önce, 2000’li yıllarda, “istihdamsız büyüme” iddiası dillere pelesenk olmuştu.

Aslında, doğru bir iddia değildi bu! Toplam istihdamın büyüme oranına kıyasla az

artmasının gerisinde tarımdaki çözülüş yatıyordu. Tarım dışı istihdam artıyordu. Fakat söz

konusu artışa rağmen insanlar tarımdan koparıldıkları ve tarım istihdamı azaldığı için genel

istihdam düşük görünüyordu. Bu dönem düşük büyüme temposuna rağmen yaratılan

istihdamın aynı şekilde sürdürülmesine olanak yok! Ekonomi yüzde 3 civarında büyümeye

devam eder ve hele 2014’ün son çeyreğindeki gibi rakam yüzde 1,7 düşerse, işsizlik de

artmaya devam eder.

İHRACAT HAYALLERİ SUYA DÜŞTÜ

Hükümet sözcülerinin, “Rusya AB’den tarım ürünleri almayı bıraktı. Yaşadık! Artık

Rusya’ya biz meyve sebze satacağız”, “petrol fiyatları düşüyor. Enerji ithalatına harcadığımız

para azalacak. O parayla yatırım yapacağız. İhracatımızı da geliştireceğiz” tarzındaki sevinç

çığlıklarını çok duyduk. Ama olmuyor, ekonomi niyetle, umut pazarlamayla ilerlemiyor

maalesef. Ekonomik işleyiş, tek yönlü yorumları geçersiz kıldığı gibi, ‘ihracat iyidir’ gibi

peşin bir hükmü de içermiyor. 

İhracatın niteliğini tartışmadan ihracat verilerine baktığımızda, tablonun hiç de hükümetin

sunduğu gibi olmadığı görülüyor. İhracat daralıyor. Ocak ayında; Rusya’ya ihracat yüzde

32.1, Bağımsız Devletler Topluluğu’na ihracat yüzde 25,7, Afrika’ya yüzde 16, Ortadoğu’ya

yüzde 4,9 oranında, Avrupa’ya olan ihracat ise yüzde 7,5 oranlarında azaldı.

2015 ihracat açısından nasıl geçer acaba? İhracatın yüzde 40’ının gerçekleştirildiği AB’de

ekonomi hiç de iç açıcı değil. İkinci sorun ise, Bağımsız Devletler Topluluğu’na yönelik 

ihracatta görülüyor. Zira Türkiye’nin 2014 sonu itibarıyla yapmış olduğu toplam ihracat 151

milyar dolar. Bu rakamın 17 milyar doları, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) olarak ifade

edilen ülkelere… Bir başka ifadeyle ihracatın yüzde 11’ini de bu ülkelere yapıyoruz.

Kim bu ülkeler; Rusya, Azerbaycan, Türkmenistan, Ukrayna, Gürcistan, Kazakistan,

Özbekistan, Kırgızistan Beyaz Rusya! Bu ülkelere ihracat, Rusya krizinin domino etkisiyle,

azalıyor. Üstelik bu ülkelerin paraları, Rus Rublesine paralel bir şekilde, TL’den daha çok

değer kaybettiği için bu ülkelere yaptığımız ihracat pahalı hale geliyor ve düşüyor. Bu

şartlarda Türkiye’nin 2015’te 150 milyar dolarlık ihracatı dahi tutturması zor. Hem ihracat

pazarları daralıyor hem de TL bu daralan pazarlara göre pahalılaşıyor.

KISA VADELİ BORÇLAR ARTIYOR

Sanayi sektörü Mayıs 2014’te 5 milyon 364 bin kişiyi istihdam ederken, aynı sektörde

Kasım ayında istihdam 5 milyon 273 bin kişiye geriledi. Üretimde teknolojik atılım

yapıldığına dair bir veri olmadığına göre, sanayi kesiminde istihdamın beş ayda yaklaşık 100

bin kişi gerilemesi sanayiinin çarklarının yavaşladığını gösterir, onu gösteriyor.

Ucuz emek ve dışarıdan gelen yabancı sermaye üzerinden sağlanan iç tüketimle çarkları

dönen sanayide üretim hızı iki sebeple düştü. Birinci etken; ABD Merkez Bankası’nın (FED)

kararıyla bol döviz ve ucuz döviz döneminin sona ermesi… İkinci etken, 50 milyar civarında

verilen cari açığın düşürülmesi kaygısıyla ekonomide frene basılması… Tabii bir de bünyesel

sorunların biriktirdikleri var.

Sanayisinin temposu yavaşlayan Türkiye’nin, öte yandan, kısa vadeli dış borçları hızla

artıyor. Yatırımların azaldığı bir dönemde dış borç artıyor. Merkez Bankası’nın açıkladığı

verilere göre, 2014’ün ilk üç ayında 125,7 milyar dolar olan kısa vadeli dış borçlar, 2014’ün

son üç ayında 133 milyar dolara yükseldi. Yani yatırım yok, büyüme hızı 2,8’e, 2014’ün son

çeyreğinde 1,7’ye gerilemiş, işsizlik yüzde 10,7’ye yükselmiş, ama sıcak parayla borçlanma

çoğalıyor. Bu rakamların olumlu bir gelecek göstermesi beklenemez.

Bünyesel nedenlerin ötesinde, böylesi bir tablonun oluşmasının sebebi, elbette ki

hükümetin ekonomi politikaları. Ve o politikalar artık duvara dayanmış durumda. Ekonomi

Bakanı Nihat Zeybekçi’nin faiz tartışmalarında sarf ettiği sözler aslında duvara dayanmanın

itirafı gibi! Zeybekçi şunları söylüyor: “Türkiye’de aşırı değerli Türk Lirası ile faizleri

yukarıda tutarak, Türk Lirası’na olan talebi yukarı çekerek, yurtdışından gelen parayla

ithalata dayalı kolaycılıkla yola devam etmek sürdürülebilir değildir. Sebebi şu olur bu olur.

Anayasa kitabı olur, babayasa kitabı olur başka bir şey olur. Ama o balon her seferinde

patlamak için bahane arar.”

Bakan Zeybekçiye sormak lazım. 13 yıldır “yüksek faiz-düşük kur” politikası izleyen AKP

iktidarı değil mi?

MÜLKSÜZLERE FATURA

Altını çizmek gerekir ki, Türkiye ekonomisi yavaş da olsa büyüyor. Emekçiler üretmeyi,

artı değer yaratmayı sürdürüyor. Lakin büyümenin kaymağını birileri (patronlar) yerken

birileri (ucuz ve can pahasına çalışanlar) cefasını çekiyor.

Birileri zenginleşiyor, birileri mülksüzleşiyor. Dolar milyarderin artması, lüks binaların,

lüks arabaların çoğalması birilerinin zenginleştiğinin göstergesi. Milyonlarca ailenin devlet

yardımlarıyla karın tokluğuna yaşamak zorunda kaldığı bir ülkede mülksüzlük verilerini uzun

uzun anlatmaya gerek yok sanırım.

Türkiye Bankalar Birliği’nin (TBB) yayımladığı ve 1960 ile 2014 arasında sektörün

durumunu ele alan çalışmaya göre, vatandaşların bankalardaki kişi başı mevduatı 4 bin avro

düzeyinde. Bu tutar, Avrupa ve çevre ülkelerde sadece Romanya’dan daha fazla. Romanya’da

kişi başı mevduat 3 bin avro. Yanlış anlaşılmasın. Bankaya para yatıran epey adam var, ama

bankaya yatıracak parası olmayan daha çok insan var. Bu nedenle, yatan paralar 77 milyona

bölününce, kişi başına rakam 4 bin avroya düşüyor.

Tabii Türkiyeli zenginlerin paralarının bir kısmını yurtdışında tuttuğu gerçeğini de göz ardı

etmemek gerek. İsviçre’de dünyanın en büyük ikinci bankası HSBC’deki hesaplar ortaya

dökülünce bu gerçeği bir kez daha görmüştük. “SwissLeaks” adıyla internete sızdırılan

bilgilere göre, İsviçre’deki HSBC’de, Türkiye’den 3105 kişiye ait hesaplarda 3,48 milyar

dolar bulunuyor. Sadece bir bankada böylesi devasa bir rakam.

İşte bu servetin yaratıcısı emekçiler, bugüne kadar ürettiklerinden paylarını alamadıkları

gibi, yeni faturalar ödeyecekler. Dünya piyasalarındaki gelişmelere eklenen Türkiye’deki

ekonomik ve siyasi gerginlikler doları yukarı doğru zıplatıyor. Amerikan Merkez Bankası’nın

(FED) beklenen faiz artışını gerçekleştirmesinin ardından doların daha da değerlenmesi

kaçınılmaz.

Türkiye’nin toplam brüt dış borcu 400 milyar dolar. Dolardaki 1 kuruşluk artış dış

borcumuzu 4 milyar TL çoğaltıyor. Dış borcun 170 milyar doları özel sektörün (bankalar

hariç) borcu. Dolar son dönem yüzde 10’un üzerinde değer kazandı. Şirketlerin borcu 18,7

milyar TL artı. Yani şirketler zarar etti. Söz konusu zarar çalışanın emeğinin ucuzlatılmasıyla,

ürünlere zam yapılmasıyla bir şeklinde vatandaşa ve emekçiye fatura edilecek.

Petrolün ucuzlamasının bile vatandaşa fatura edilecek yanı var. Ham petrol fiyat artışları

hemen iç fiyatlara aynı oranda yansıtılırken, fiyat düşüşleri yansıtılmıyor. Neden acaba?

Çünkü devlet vergi gelirlerinin üçte birini petrol ürünleri üzerine koyduğu dolaylı vergilerden

sağlıyor. İşte bu nedenle hükümet petrol fiyatlarındaki gerilemeyi iç fiyatlara yansıtmıyor.

Petrol fiyatları düşünce gelir kaybına uğrayan hükümet, hemen bunu vatandaşa fatura edecek

dolaylı vergi yolları arıyor. Son dönemde günlük hayatın her alanında vatandaşın cezayla

karşı karşıya kalması, söz konusu arayışın bir sonucu. Vergi cezaları, trafik cezaları, otoyol ve

köprü cezaları keyfi şekilde arttırılırken, kamunun yönettiği her alanda fiyatlar vatandaşın

gelir artışından çok daha fazla artıyor. Hükümetin vatandaşı yolunacak kaza çevirmesi süreci

önümüzdeki süreçte hızlanabilir. Hükümet geliri olandan değil dolaylı şekilde vatandaştan

vergi almaya alıştı zira!

Hemen belirtelim ki, dolar fiyatındaki artış henüz dükkânlardaki ve tezgâhlardaki fiyatlara

yansımış değil. Mevsim başı yeni zamlı fiyatlar oluşur. Bu işin faturası sadece zam ve hayat

pahallılığı olmaz. Aynı zamanda enflasyon düşüşü de hayal olur.

İster dolar lobisi, ister faiz, hangisi kazanırsa kazansın, “kazancın kaynağı” işçi sınıfının,

halkın cebidir. İster halktan toplanan vergilerden oluşan Hazine yağmalansın, ister malların ve

hizmetlerin fiyatlarına zam yapılsın! İkisi de halkın soyulmasından başka bir şey değil!

SONUÇ YERİNE

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “kutuplaşmayı” uzun süredir bir seçim stratejisi

olarak kullanıyor. Böylesi bir atmosferde, siyasi iktidar tarafından sızdırıldığından şüphe

duyulamayacak yazışma ve suikast iddiaları ortamı iyice geriyor.

Bazı sahici işler konuşulmasın diye geçmişte de toplumun bir kesimini ha bire kriminalize

eden Erdoğan, bu sefer de seçmenin spekülatif şeylerle meşgul olmasını tercih ediyor. 1994

yerel seçimlerinden itibaren somut meseleleri tartışmak yerine ideolojik kavgalar üzerine inşa

edilmiş seçim kampanyalarının başarı getirdiğini gören Erdoğan, yine aynı yolda. Kah

İnternet fenomeni Fuat Avni ile CHP’li yöneticiler arasında geçtiği öne sürülen ve

inandırıcılık yoksunluğu deşifre edilen yazışmalarla… Kah Süleymanşah Türbesi şovuyla…

Bildik taktiğini derinleştirerek sürdürüyor.

Erdoğan spekülatif şeylerle oyalanmamızı isterken ekonominin yukarıda sıraladığımız ve

çok daha derin, sahici meselelerine girilmesini istemiyor. Oysa işçi ve emekçilerin, onların

siyasi temsilcilerinin konuşması gereken konuların başında bu meseleler geliyor. Tabii ki bu

arada, “pasta”nın giderek küçülmesi ve ekonomi, sosyal ve iç ve dış ilişkilere ilişkin

politikalarının “duvara çarpması”yla, başta Kürt sorunu olmak üzere, “şeffaflık”, “4 Bakanın

Yüce Divan’a gönderilip gönderilmemeleri, “vatana ihanet” suçlamalarına varan faiz indirimi,

“Fidan Olayı” ve en son Arınç-Erdoğan ve Arınç-Gökçek tartışmalarından kaçınılamıyor;

artık “kirli bohça” yama tutmuyor ve çizgi aşılıyor, gelişmelerin AKP’yi zayıflattığı yere

varılıyor.

Son olarak belirtmeliyiz ki, kimse “ekonomik kriz gelsin AKP gitsin” kolaycılığında

olmamalı. Kriz ile sosyal, siyasal değişim arasında neredeyse otomatik bir ilişkinin olduğunu

varsaymak son derece yanıltıcı. Tarihsel deneyimlerden biliyoruz ki, kriz ile önemli sosyal

değişimler arasındaki nedensellik ilişkisi dolaylıdır. Siyasi aktörlük olmadan herhangi bir

alternatifin gelişmesini beklemek boş bir kaderciliktir.

Sonuç yavaş ekonominin tekmesini sert yemek şeklinde olur. İktidar yerinde durur, olan

emekçilere olur!

“Bayrağını bizim bayrağımız karşısında yere sermek zorunda kaldı…”

Müsaadenizle ben de okura veda edeyim.
“Der Sozialdemokrat” sahneden inmek zorunda. Ve sırf, diğer partiler karşısında defaatle ilan edildiği için değil; bunun çok ötesinde sebepleri var. “Der Sozialdemokrat” değişen koşullar altında zorunlu olarak artık başka bir gazete olacaktı; daha farklı bir misyon yüklenmiş, başka bir kadroya, başka bir okur çevresine sahip olacaktı. Ve böylesine belirli bir tarihsel rol oynamış olan bir gazete; sütunlarında –ve yalnızca orada– Alman işçi partisinin yaşamındaki o en belirleyici on iki seneyi yansıtmış bir gazete, böyle bir gazete, kendini değiştiremez ve değiştirmemelidir. Ya ne idiyse öyle kalmalı ya da varlığını sonlandırmalı. Bu konuda hepimiz hemfikiriz.
Bu gazetenin, ardında bir boşluk bırakmadan ortadan kalkamayacağı konusunda da bir o kadar hemfikiriz. Almanya içinde yayınlanan hiçbir yayın organı, yasal olsun ya da olmasın, onun yerini dolduramaz. Bunun, parti açısından yalnızca göreli bir mahsuru var. Parti artık başka mücadele koşullarına geçiyor, dolayısıyla da başka silahlara, başka strateji ve taktiklere ihtiyacı var. Fakat gazete çalışanları için, özel olarak da benim için mutlak bir kayıp anlamına geliyor.
Yaşamımda iki kez, basında etkin olmaya izin veren en elverişli iki koşula eksiksiz sahip olarak bir yayın organında çalışma onuruna ve sevincine eriştim: Birincisi, mutlak basın özgürlüğü ve ikincisi tam da sesinizin ulaşmasını istediğiniz dinleyici kitlesine ulaştığından emin olmak.
İlki, 1848-1849 yıllarında “Neue Rheinische Zeitung”daydı.  Devrim günleriydi ve böyle günlerde günlük basında çalışmak zaten başlı başına bir keyiftir. Her bir sözcüğün yarattığı etki, gözünüzün önünde cereyan eder; makalelerin adeta el bombasıymışçasına isabet edişlerini ve nasıl infilak ettiklerini görürsünüz.
İkincisi de “Sozialdemokrat”daydı. Ve bu da, Parti, Wyden Kongresi’nde  kendini yeniden bulduğu ve “her tür araçla”, yasal olsun ya da olmasın, mücadeleye tekrar atıldığı andan itibaren bir parça devrimdi. “Sozialdemokrat” bu yasadışılığın cisimleşmiş haliydi. Onun için bağlayıcı bir Reich anayasası, bir Reich ceza yasası, bir Prusya hukuku yoktu. Yasadışı bir şekilde, tüm Reich ve eyalet yasalarına inat, onları alaya alarak her hafta kutsal Alman imparatorluğunun sınırlarını aştı. Muhbirler, ajanlar, hafiyeler, provokatörler, gümrük memurları, ikiye üçe katlanmış sınır güvenlikleri acz içinde kaldı. Gazete, adeta bir senedin vade gününün dakikliğiyle abonesine ulaşıyordu. Hiç kimse , Alman Reich Postası’nın onu yollamak ve dağıtmak zorunda kalışını engelleyemiyordu. Ve tüm bunlar, Almanya’daki on bini aşkın abonenin varlığıyla gerçekleşiyordu. 1848 öncesinde yayınların ücreti burjuva alıcıları tarafından yalnızca en nadir durumlarda ödeniyorken, işçiler “Sozialdemokrat”lar için on iki yıl boyunca en büyük düzenlilikle ödeme yaptılar. Yazı kurulu, dağıtım ve aboneler arasındaki böylesine mükemmel, tıkır tıkır, sessizce işleyen bu karşılıklı etkileşime; haftadan haftaya, yıllar boyu aynı aksaksızlıkla yürüyen bu sistemli, ustalıkla örgütlenmiş devrimci faaliyete tanık oldukça bu yaşlı devrimcinin bedenindeki yürek ne çok kez güldü!
Bu gazete, dağıtımının mal olduğu zahmetlere ve tehlikelere değiyordu. Partinin bugüne kadar sahip olduklarının kesinlikle en iyisiydi. Üstelik bunun nedeni sırf tüm gazeteler arasında tam basın özgürlüğüne sahip olan yegane gazete olması değildi. Partinin ilkeleri az rastlanır bir durulukla ve kesinlikle ortaya konuyor ve saptanıyordu. Yazı kurulunun taktikleri neredeyse istisnasız olarak doğru taktiklerdi. Bir artısı daha vardı. Bizim burjuva basın en öldürücü sıkıcılık için gayret ediyorken, “Sozialdemokrat”, işçilerimizin polis zulmüne karşı mücadele yürütürken ortaya koyduğu o neşeli mizah anlayışını bolca yansıtıyordu. (…)
“Sozialdemokrat” Alman partisinin bayrağıydı; on iki yıllık mücadeleden parti zaferle çıktı. Sosyalistler Yasası kaldırıldı, Bismarck devrildi. Güçlü Alman İmparatorluğu elindeki tüm iktidar aygıtlarını bize karşı harekete geçirdi. Parti bunlarla alay etti, ta ki sonunda Alman İmparatorluğu bayrağını bizim bayrağımız karşısında yere sermek zorunda kalana dek. Reich hükümeti şimdilik işleri bizimle yeniden genel hukuk çerçevesinde yürütmeyi denemek istiyor; bu durumda biz de işimizi şimdilik yeniden, yasadışı araçları sonuna kadar kullanarak geri kazandığımız yasal araçlarla yürütmeyi denemek istiyoruz. Bu arada “yasal” araçların yeniden programa alınıp alınmayacağının pek de bir ehemmiyeti yok. Zaruri olan, öncelikli olarak yasal mücadele araçlarıyla yetinmeye çalışmaktır. Bunu yalnızca biz yapmıyoruz, bunu, işçilerin belirli bir hareket özgürlüğüne sahip olduğu tüm ülkelerin işçi partileri yapmaktadır. Şu basit sebeple ki, çünkü en fazla kazanımı bu durumda elde edebilmektedirler. Ancak bunun önkoşulu, karşı tarafın aynı şekilde yasal zeminde hareket etmesidir. Gerek yeni olağanüstü yasalarla, yasalara aykırı mahkeme kararlarıyla ve Reich mahkemeleri pratikleriyle, gerekse polis keyfiyetiyle ya da yürütmenin başkaca yasal olmayan saldırılarıyla partimiz yeniden gerçekten genel hukukun kapsamı dışına çıkarılmaya çalışılırsa; bu durumda Alman sosyal demokrasisi tekrar yasadışı yola, kendisine kalan tek yola başvurmak zorunda kalacaktır. En büyük yasasever ulus olan İngilizlerde bile, halk açısından yasallığın birinci koşulu, diğer güç faktörlerinin de aynı şekilde yasal sınırlar içinde kalmasıdır; bu gerçekleşmezse eğer, İngiliz hukuk anlayışına göre, isyan etmek, en birincil yurttaşlık görevidir.
Böyle bir durum yaşanırsa, ne olacak? Parti barikatlar mı kuracak, silah zoruna başvurma çağrısında mı bulunacak? Bu iyiliği elbette düşmanlarına yapmayacaktır. Onu bundan koruyacak olan, her genel Reichstag seçiminin sağladığı, kendi gücünün durumu hakkındaki bilgisi olacaktır. Kullanılan oyların yüzde yirmisi hatırı sayılır bir rakam; ancak bu aynı zamanda, karşısındaki birleşmiş düşmanlarının halen yüzde seksenine sahip olduğunu da gösterir. Ve bu sırada partimiz, oy sayısını son üç yılda tam iki katına çıkardığını ve bir sonraki seçimlerde daha da büyük bir artış bekleyebileceğini görmesi karşısında, bugün sahip olduğu yirmiyle, üstüne ordunun da eklendiği yüzde seksene karşı bir darbeye girişmek için aklını kaçırmış olması gerekir. Böyle bir girişimin kesin neticesi yirmi beş yıllık kazanılmış güç mevzilerinin tamamının yitirilmesi olur.
Parti çok daha iyi, esaslı bir şekilde sınanmış bir araca sahip. Genel hukukun bize tanınmamaya kalkıldığı gün, “Sozialdemokrat” yeniden yayınlanır. Böyle bir ihtimal için yedekte tutulan eski mekanizma, yeniden işlemeye başlayacak; hem de iyileştirilmiş, büyümüş ve yeni yağlanmış bir şekilde. Ve bir şey kesin: Alman İmparatorluğu ikinci defa buna on iki yıl boyunca dayanamaz.

‘İç Güvenlik Paketi’ ve bir tarihsel deneyim

İç ve dış politikaların iflası, ekonomiyi ayakta tutan dayanakların kapasitelerini çoktan doldurması ve alarm vermesi; Gezi, Soma, Kobanê, iş cinayetleri, kadın katliamı, giderek artan ve her yerde patlak veren grevler ve fiili işçi direnişleri, çığ gibi büyüyen işsizlik, hükmedenlerin hoyratlığı karşısında dört bir yandan sıkışmışlık duygusuyla halkın ani patlamaları… Tüm bunlar, iktidarını, yolsuzluk ve sömürü rantını korumak isteyen ama bunu kaybedeceği bilgisine sahip olan AKP’yi duvara dayadı. Hükümetin artık mevcut yasal sınırlar içinde kalarak iktidarını koruyamayacağı açıktı. Haliyle kendini güvenceye alacak, bu sırada da halka yönelik saldırılarını yasal meşruluk kisvesine büründürecek yeni yasalara ihtiyacı vardı. Ve karşımıza “İç Güvenlik Paketi” ile çıkageldi.
Geçtiğimiz haftalarda tüm tepkilere ve engelleme çabalarına rağmen, 6-8 Ekim Kobanê eylemlerini bahane ederek gündeme getirilen, silah kullanmak da dahil olmak üzere, polise verilen yetkilerin genişletilmesini amaçlayan İç Güvenlik Paketi’nin en tehlikeli 67 maddesi Meclis’te kabul edildi. Geriye kalan ve görüşülmeyen 65 madde İçişleri Komisyonu’na geri çekildi. Ne var ki paketin, polis ve valilerin yetkilerinin genişletilmesini içeren ve doğrudan toplumsal muhalefeti hedef alan 67 maddenin geçmesi AKP iktidarı için kâfiydi.
Temel hak ve özgürlükler açısından en sıkıntılı maddeler olan söz konusu 67 madde ile valilerin hem savcı hem de yargıç olarak görevlendirilmesinin önü açılıyor. 1991 yılında çıkarılan “Terörle Mücadele Yasası” ile polise ateş etme yetkisi verilmiş ve yapılan itirazlar sonucunda Anayasa Mahkemesi, insan haklarına aykırı bularak bu yetkiyi iptal etmişti. AKP Hükümetinin 2. döneminde, 2007 yılında, Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nda yapılan değişiklikle polise yeniden silah kullanma yetkisi verilmişti. Bugünkü paketle, polise verilen silah kullanma yetkisinin sınırları genişletiliyor.

KALICI SIKIYÖNETİM PAKETİ

Yasalaşması halinde herhangi bir etkinlikte havai fişek, bilye, sapan, kesici aletler ya da molotof benzeri maddeler varsa, polis doğrudan silah kullanarak duraksamadan ateş edebilecek. Çünkü geçen maddeler sayesinde kademeli müdahale zorunluluğu kaldırılıyor.
Polis ev veya iş yerlerinde ifade alabilecek, mahkeme kararı ya da savcılık emri olmadan ince arama yapabilecek. Evlerde ya da iş yerlerinde artık karakol kurabilecek. Kabul edilen maddelerle polise koruma ve uzaklaştırma yetkisi de veriliyor. İstemediği insanları belli alanlara ya da semtlere sokmayacak. Anlayacağımız, Gezi Parkı ve Taksim’de başta olmak üzere fiilen yaptığını, bu paketle yasalaştırmış olacak.
İnsan hakları savunucusu avukat Ercan Kanar’ın yorumladığı gibi; “Bu yasa geçer ve resmi gazetede onaylanırsa tam bir felaket. Paket, kalıcı bir sıkıyönetimi getiriyor. Ancak paket mevcut haliyle Anayasa’nın 23 maddesini, AİHM Sözleşmesi’nin ise 11 maddesini ihlal ediyor. 12 Eylül faşist askeri darbenin Anayasası’nda bile savaş ve isyan döneminde hürriyetlerin özüne dokunulmaz maddesi vardır. Bu paket ise hürriyetlerin özünü ortadan kaldırıyor, bu coğrafyada yaşayan herkes için büyük bir tehdit oluşturuyor.”
Anlayacağımız, aksi kuvvetle muhtemel olsa da, AKP iktidarı varlığını Haziran genel seçimleri sonucunda yine de koruyabilir ise; Anayasa Mahkemesi sürecinde belirli bir geri dönüş ve değişiklikler gündeme gelse dahi, tamamen iptal edilmesi talebiyle yasaya karşı mücadele uzun soluklu olacak.
Sınıf mücadelesi tarihi, gericiliğin ve baskı rejimlerinin saldırı yasalarına karşı ve onlara rağmen verilen mücadele örnekleriyle doludur. Egemen güçler kendilerini baskı altında hisseder hissetmez tarih boyunca benzer önlemlere başvurdu. Kapitalizm çağında da özünde burjuva diktatörlükten başka bir şey olmayan her renk ve tondan burjuva demokrasilerinde de toplumsal hak ve özgürlükler, egemen sınıfların çıkarları ve sınıflar mücadelesinin güç dengelerindeki değişimler doğrultusunda ya hoyratça sınırlandırılmışlar ya da genişletilmişlerdir.
Bu yazıda bakmak istediğimiz, yaratılan bu baskı ve korku imparatorluklarına karşı mücadelenin en parlak örneklerinden biri. Alman işçi sınıfının ve onun partisinin “Sosyalistler Yasası”na karşı ve olağanüstü hal uygulamalarına rağmen 1878-1890 yıllarında verdiği 12 yıllık uzun soluklu, ama içinden güçlenerek çıktığı, zaferle sonuçlanan mücadelesini hatırlamak, birçok bakımdan öğretici olabilir.

“SOSYALİSTLER YASASI “ NASIL DOĞDU?
Mayıs 1875’te Gotha’da iki büyük Alman işçi partisinin –“Eisenachçılar ve Lassallecılar”– Almanya Sosyalist İşçi Partisi adı altında birleşme kongresi gerçekleşmişti. Böylelikle, Almanya’da burjuva ve büyük toprak sahipleri partilerinin etki alanının dışında, proleterlerin çıkarlarını açıkça savunan ulusal çaptaki ilk parti doğmuştu. Artık, muhafazakârların, sağ partinin, ulusalcı liberallerin, liberallerin, Alman İlerleme Partisi’nin, Alman Halk Partisi’nin ve (Katolik) Merkez’in yanı sıra, faaliyetine başlarken Reichstag’ta  hâlihazırda 9 milletvekili bulunan (1874) ve sayısı 12’ye çıkan (1877) ulusal boyutta bir örgüt vardı. Genel oyların yaklaşık yüzde 10’una sahip olarak işçi partisi, egemen güçlerin ve çevrelerin hesaba katmak zorunda olduğu politik bir nicelik oluşturuyordu.
Bismarck yönetimindeki Alman Hükümeti bu tarihte, Almanya’yı bir ulus devlet haline getiren 1871’deki Reich birleşimiyle yaşanan ekonomik ve siyasal yükseliş döneminin ardından, Alman sanayi kapitalizminin ilk büyük sosyoekonomik kriziyle karşı karşıyaydı. Büyük toprak sahiplerinin, banka ve sanayi sermayesinin, zanaat ve ticaret küçük burjuvazisinin ve de proletaryanın gerçek ekonomik çıkarları şimdiye dek Alman imparatorluğunun yabancısı olduğu bir açıklıkla gün yüzüne çıkmıştı.
Sosyalist ve işçi hareketinin güçlenmesi karşısında huzuru kaçan egemen sınıflar, 1875 sonbaharında Reichstag’ta, ceza yasasında yapılan bir yenilenmeye bağlı olarak yeni bir 130. madde taslağı sundu. Bu yasa önergesi, Reichstag’ta açıkça vurgulandığı gibi salt sosyal demokrat harekete yönelikti. Paragraf, “sınıf düşmanlığına kışkırtmayı” ve “evlilik, aile ya da mülkiyet kurumlarına” aleni saldırıları hapisle cezalandırmayı öngörüyordu. Teklif o zamanlar henüz oy birliğiyle reddedilmişti. Yalnızca iki yıl sonra aynı öneri, bu kez burjuva İlerleme Partisi Milletvekili Hänel tarafından sunuldu.
1877’de 12 milletvekilini parlamentoya sokan sosyal demokrat seçmenlerin oy sayısı 1874’e nazaran, 135 bin 791 yükselmişti. Yani toplamda neredeyse yarım milyon oy elde edilmişti. Oy kullanma hakkına sahip seçmen sayısı 1877 yılında 9 milyon civarındaydı ve yaklaşık 5,5 milyon seçmen sandık başına gitmişti. Neredeyse dörtte birlik oranındaki bu artış, özellikle büyük kentlerden gelmişti. Bu kentlerde işçiler ve küçük esnafla atölye sahipleri 1873’te başlayan ve 1878’e dek süren ekonomik krizin yıkıcı sonuçlarından özellikle olumsuz etkilenmişti. Buna bir de fiyatlarda hızlı bir yükselişe neden olan dolaylı vergilerdeki artış ekleniyordu.
Vergi artışı Bismarck’ın devlet politikasının bir sonucuydu. Bismarck yasal düzenlemeler yoluyla “jünkerlerin”  alt katmanlarının aleyhine politik bir sınıf uzlaşması sağlamayı başardı. Ağır krizin sonuçları büyük burjuvazi ve büyük toprak sahipleri için koruyucu gümrük vergilerinin sağlanmasıyla hafifletildi: Demir vergisi karşılığında tahıl, iplik vergisi karşılığında hayvan vs. Ancak bu kaçınılmaz olarak geçim maliyetinde bir yükselişe neden oldu. Buna işsizlik eklendi. Halkın alt tabakalarında, özellikle de sanayi kentlerinde hoşnutsuzluk yayılmaya başladı. Tüm kriz dönemlerinde olduğu gibi suç oranları hızla yükseldi. Hükümete sık sık, şu ya da bu kentte halk arasında yaşanan ve yer yer sokak çatışmalarına varan öfke patlamaları rapor ediliyordu.
Emniyet müdürlüğü, 1874’ten itibaren düzenli olarak, beklenen ya da planlanan kitlesel işçi atmalar hakkında raporlar topluyordu. İşten atmalar 1877’de sıçramalı bir şekilde yükseldiğinde, basına, izin almadan işten atma ve yeniden işe alım haberlerini yayınlamasını yasakladı. Aynı yıl Berlin’de toplam 39 bin evsiz gözaltına alındı ve büyük bir kısmı sınır dışı edildi.
1877/78’de sosyal çatışmaların keskinleşmesi, halkın içinde –imparatorluğun kalbi Berlin’de de– mayalanan şeyin ne olduğuna dair belirsizlik, hükümeti endişelendiriyordu. Huzurunu kaçıran, özellikle, sosyal demokrasinin sayısal artışının yanı sıra gözle görülür hale gelen örgütlü gücüydü.
Mart 1878’de Genel Alman Birliği’ne bağlı Matbaacılar Derneği’nin henüz genç yöneticisi ve Berlin işçi hareketinin örgütçülerinden olan August Heinsch veremden öldüğünde sosyal demokrasi, 10 Mart’ta Heinsch için bir kitle gösterisi niteliğinde büyük bir cenaze töreni düzenledi. Cenaze günü kızıl karanfiller ve başkaca kızıl sembollerle (polis bayrak taşınmasını, hatta dürülü bayrakların getirilmesini yasaklamıştı) yaklaşık 100 bin kişilik bir kalabalık Berlin’in doğu bölgesinin sokaklarında yürüyüşe geçti. Birçok evin penceresinden matem bayrakları sarkıtılmıştı. Burjuva “Magdeburger Zeitung” [Magdeburg Gazetesi] cenazeye katılan kalabalıktan, “alaylar, bölükler, tugaylar, daha da fazlası; bunlar, koca koca ordu birlikleri” diye söz ediyordu.
Üstünden daha yedi hafta geçmişti ki benzer bir olay yaşandı. Paul Dentler, “Berliner Freie Presse” [Berlin Özgür Basını] gazetesinin editörü, gözaltındayken hayatını kaybetti. Bu cenaze de bir kitle gösterisine dönüştü. Almanya açısından, halkın alt tabakalarının bu yeni türdeki eylem birliği ve kamusal alanda alenen sergilenen örgütlü tutum ve özgüven, Bismarck ve onun memurlar aygıtı için kabul edilebilirlik sınırını aşmıştı. Onlar açısından yeni bir 1848’in doğuşuna engel olmak artık elzemdi.
Başka muhafazakârlar da bunu aynen böyle görüyordu. Ağustos 1877’de Saksonya’daki Prusya elçisi, oradaki hükümetin kültür bakanının yaptığı bir açıklamayı Berlin’e rapor ediyordu: “Sosyal demokrat hareketin başarıyla engellenmesi için, Reich anayasasınca bu akımın yasaklanmasının dışında bir yol yoktur… 1. Sosyal demokrasi yasaklanmıştır. 2. Bu akımın üyesi olan hapsi boylar.”
1877’nin sonunda, fabrika işçilerinin kitlesel olarak örgütlenmesi henüz gerçekleşmemişse de sendikaların var olduğu iş kollarındaki yaklaşık 2 milyon işçiden 50 bini örgütlü durumdaydı. Kimi sanayi merkezlerinde ise bu örgütlenme düzeyi belirgin olarak daha yüksekti. Sosyal demokrasi bu örgütleri, “modern işçi hareketi içerisinde önemli ve değerli bir faktör” olarak selamlıyordu.
Keza büyük burjuvazi ve onun partilerinde, örgütlü işçi hareketine yönelik olağanüstü bir yasa çıkarılması isteği büyüyordu. Onların huzurunu özellikle kaçıran, puro işçilerinin, matbaacıların ve terzilerin kurduğu türden bölgeler üstü sendikalardı.
1878 yılının başında ekonominin ağır ağır yeniden yükselişe geçtiğinin işaretleri belirmeye başlamıştı. Bu konjonktürel gelişimin sürmesi için burjuvazinin, işletmelerde “huzur ve düzene” ihtiyacı vardı. Bu nedenle yasal önlemlerin alınmasını zorunlu görüyordu. Sendikal hareketin hızlı büyümesi durdurulamayacaksa da en azından frenlenmeliydi. Gümrük politikasındaki ekonomik uzlaşmadan sonra burjuva partileri de artık “Sosyalistler sorununda” muhafazakârlarla politik bir uzlaşmaya varmaya hazırdı.
Şubat ayının başında, içişleri bakanı yardımcısı, Prusya İçişleri Bakanlığı’ndaki bir toplantıda “Mevcut dernek ve basın yasasının, sosyal demokrasinin devrimci çabalarını kamu çıkarına uygun bir şekilde engellemeye yetmediğini” saptıyordu. Sosyalist ve işçi hareketine baskı yoluyla bir son verme konusundaki uzlaşma niyeti, Alman Kaiserine düzenlenen peş peşe iki suikastin “uygun” fırsatı sağlamasıyla reel politika haline geldi.
11 Mayıs 1878 günü, 23 yaşındaki sıhhi tesisatçı Max Hödel, üstü açık faytonla “Unter den Linden” caddesinden geçen Kaiser I. Wilhelm’e birkaç kez ateş etti. Tabancasının namlusu eğriydi ve Kaiser bu saldırıdan yara almadan kurtuldu. Hödel, politik olarak tutarsız biriydi. Sosyal demokrasiden ihraç edilmişti, zaman zaman ulusalcı liberaller için faaliyet yürütürken Saray Vaizi Stoecker’in Sosyal-Hıristiyan partisi üyesiydi ama kendisini anarşist olarak tanımlıyordu.
“Suikast”ten yalnızca beş saat sonra Bismarck, müsteşarı von Bülow’a çektiği telgrafta şunu öneriyordu: “Suikasti sosyalistlere ya da onların basınına karşı bir yasa tasarısı çıkarma vesilesi yapmak gerekmez mi?” Bu şaibeli olaydan 14 gün sonra Reichstag, Bismarck’ın sunduğu bir olağanüstü hal yasasını görüştü; ne var ki çoğunluk oyunu alamadı.
Bir ay sonra, 81 yaşındaki Kaiser, gerçek bir suikast sonucu ağır yaralandı. Yine sosyalistlerle ilişki içinde bulunmayan Dr. Nobiling adında bir şahsın düzenlediği bu ikinci suikast, Bismarck’a daha kararlı hareket etme olanağı sundu ve Reichstag’ı dağıttı. Terör ve baskı ortamında geçen yeni Reichstag seçimleri, muhafazakârlara eskisinden çok daha fazla oy getirdi.
Ağustos ayı ortalarında hükümet basını, “Sosyalistler Yasası”nın yeni taslağını yayınladı. Bu taslak Alman eyaletlerinde polis merkezlerine, yardımlaşma sandıkları dâhil olmak üzere işçi derneklerini ve birliklerini kapatma, yasaklama ve “kamu barışını” ve mevcut devlet ve toplum düzeninin temellerini “tehdit” eden tüm yayınları toplatma hakkı tanıyordu. Tüm sosyal demokrat örgütlerin toplantıları, parti amaçları doğrultusunda her türlü para toplama faaliyetleri yasaklanmak isteniyordu. Yerel yönetimlere, asgari bir yıllık sürelerle sıkıyönetim ilan etme hakkı veriliyordu. Bu da basın, toplantılar, dernekler vb. üzerinde ağır polis denetiminin getirilmesi anlamına geliyordu. Her şeyden önce polise, “kamu güvenliğini ve düzenini” tehdit edebileceklerinden şüphelendikleri kişileri sınır dışı etme hakkı tanınacaktı. Yasanın geçerlilik süresi konusunda herhangi bir sınır öngörülmemişti.
Yasa üzerinde yürütülen tartışmalar sırasında gericiler, yasanın işçi düşmanı içeriğinin üstünü örtmeye çalışıyor ve yalnızca anti-sosyalist niteliğini ön plana çıkarmaya çalışıyorlardı. Bismarck demagojik bir şekilde şunları söylüyordu: “Daha ilk oturumda, işçilerin durumunun iyileştirilmesine yönelik her çabayı; yani işçilerin durumunun iyileşmesini, işçilere sanayinin getirilerinden daha yüksek bir pay tanınmasını ve çalışma saatlerinin olanaklar ölçüsünde kısaltılmasını amaçlayan bir derneği de destekleyeceğimi ifade etmiştim.”  Ulusalcı liberallerin lideri Bennigsen de bu minvalde bir konuşma yaptı. Ancak kısa sürede, bu söylenenlerin, sabun köpüğünden ibaret olduğu görüldü.
19 Ekim 1878’de Reichstag uzun tartışmaların ardından Bismarck’ın sunduğu “sosyal demokrasinin toplum için tehlike oluşturan faaliyetlerine karşı yasa tasarısı”nı onayladı.

GERİCİLİK SALDIRIYOR
Üç gün sonra “Sosyalistler Yasası” yürürlükteydi. Yasanın 1. maddesi şunları söylüyordu: “Sosyal demokrat, sosyalist ya da komünist emellerle mevcut devlet ve toplum düzenini yıkmak amacındaki dernekler yasaklanacaktır. Aynı şey, mevcut devlet ve toplum düzeninin yıkılmasına yönelik sosyal demokrat, sosyalist ya da komünist emelleri, toplumsal barışı, özellikle de toplumsal sınıfların barışçı uyumunu tehlikeye atan bir biçimde yürüttüğü anlaşılan dernekler için de geçerlidir. Her türden birlik derneklerle bir tutulacaktır.”
Önceleri yasanın süresi iki buçuk yıl ile sınırlandırılmıştı ama daha sonraki süreçte bu süre uzatıldı ve 1890 yılına dek yürürlükte kaldı; yani tam 12 yıl boyunca. Yasanın amacı, işçi partisini proletaryadan izole etmek ve onu yok etmekti. Ancak yasanın hedefinde yalnızca sosyalistler değil, tüm işçi sınıfı ve onun tüm sınıf örgütlenmeleri vardı.
Gericilik saldırıya geçti. Birkaç hafta içinde polis, 17 sendika örgütünü ve yaklaşık 62 yerel derneği lağvetti.  “Offenbach Tagesblatt” ve “Fränkische Tagespost” dışındaki tüm parti gazetelerini yasakladı. Aynı şey sendika basınının da başına geldi. Tek istisnayı Matbaacılar Birliği’nin yayın organı “Korrespondent” oluşturdu. Bu aynı zamanda faaliyetine devam etmesine de izin verilen tek sendikaydı. Diğer tüm sendikalar –Hirsch-Duncker sendikaları hariç– yasaklandı. Kısa süre içinde tüm işçi derneklerinin faaliyetleri sonlandırıldı. Bunların arasında eğitim, müzik ve jimnastik dernekleri de vardı. Birkaç büyük kentte, örneğin Berlin, Hamburg, Leipzig ve Stettin’de “küçük sıkıyönetim” ilan edildi. Polis sosyal demokratları yakalıyor ve sınır dışı ediyordu. Burjuvazi, sosyal demokrasinin artık ipinin çekildiğini ve bir daha asla ayağa kalkamayacağını düşünerek bayram ediyordu.
Bu yasa, Alman sosyal demokrasisini en zayıf noktasından, henüz sağlamlık kazanamamış parti örgütünden vurmuştu. Alman sosyal demokrasisinin liderleri başlangıçta yasa karşısında son derece büyük bir kafa karışıklığı içindeydi. Yasanın kabul edileceğinden artık hiçbir şüphenin kalmadığı eylül ayında sosyal demokrat Reichstag milletvekilleri, Parti yönetimiyle olağanüstü yasanın etkilerine karşı alınacak önlemleri tartışmak üzere Hamburg’a gittiler. Yönetimin çoğunluğu öyle bir çaresizlik duygusuna kapılmıştı ki partinin feshini önermek dışında bir çözüm göremedi. Buna uygun olarak aldığı kararla, 21 Ekim’de “Vorwärts” [İleri] gazetesinde, partinin feshini ilan etti. Bu yolla yasaklamanın önüne geçilmek istenmişti. İşçi hareketinin geleceğine dair derin teslimiyet duygusuna kapılmış parti yönetimi, neredeyse tüm parti gazetelerinde, şu andan itibaren artık merkezi bir örgütün bulunmadığını, planlı örgütlenme devrinin geçtiğini, aidat toplanmasının durdurulduğunu, kısacası tüm üyeliklerin feshedildiğini bildiriyordu. Parti yönetimi tüm parti üyelerini, polis merkezlerine bu kararı ilettikleri konusunda bilgilendiriyordu. Dahası, yönetimin açıklaması, tüm yerel parti örgütlerine kendilerini derhal feshetme yönünde bir çağrıda bulunuyordu ve şu muğlâk ifadeyle sonuçlanıyordu: “Sıkıntılı zamanda da taktikte birlik, daha iyi bir geleceğin teminatıdır”  Açıklamada illegal bir parti merkezinin oluşturulacağından söz edilmiyordu. Bu, parti yönetiminin çoğunluğunun, gericiliğe karşı mücadeleye hazırlıklı olmadığının ve herhangi bir direniş göstermeden silah bıraktığının ifadesiydi.
Ancak çok geçmeden August Bebel’in yönetiminde Leipzig’te fiilen partinin Merkez Komitesi görevlerini yürüten bir Yardımlaşma Komitesi kuruldu. Bu komite, olağanüstü hal yasasına karşı mücadelenin öncüsü oldu.

İŞÇİ SINIFI PARTİSİ TOPARLANIYOR
Gerici saldırı dalgası karşısında Alman proleterlerinin silah bırakmaya hiç niyeti olmadığını, 18 Temmuz 1879’da yapılan Wroclaw (Breslau)  seçimleri gösterdi. Şiddetli polis baskısına rağmen sosyal demokrat aday seçimden zaferle çıktı. Hükümet ve gericilik neye uğradığını şaşırmıştı. Ağustos 1879’da, o dönemki koşullara göre, Hamburg işçilerinin muazzam bir gösterisi gerçekleşti. Aralık 1879’da parti, Magdeburg’daki seçimlerde bir zafer kazanırken, Mayıs 1880’de on binlerce işçi Braunschweig’ta yürüdü. Ne var ki bunlar henüz birbirinden kopuk, ortak bir önderliğe sahip olmayan eylemlerdi.
Sosyal demokratlar ancak yavaş yavaş parti faaliyetini yeni koşullar altında yeniden canlandırmanın, iletişim ağını yeniden kurmanın, ajitasyonu geliştirmenin ve mali dayanakları sağlamlaştırmanın biçimlerini keşfetmeye başladılar. Başlangıçta dört bir yana dağılmış üyelerini bir araya toplama işini, başta Leipzig’teki merkez komite olmak üzere, yardımlaşma komiteleri üstlendi. Bu komiteler sınır dışı edilenlere yardım ediyor, aynı zamanda seçim bölgelerindeki bağlantıları ve başka kentlerdeki tehlike altında bulunmayan yoldaşlarla irtibatı sağlıyorlardı.
Sosyalistler yasasının ikinci yılında Bebel, “Sosyalistler Yasası bizleri eski örgütümüzü dönüştürmek zorunda bıraktı. Biz de kendimizi koşullara göre uyarladık. Orada bu şekilde, burada şu şekilde; şartlar nasıl gerektirdiyse öyle. Bir yerde örgüt daha çok gevşek bir yapıya sahipken, başka bir yerde daha merkezi bir yapıda; duruma göre.”
1880’de yapılan Wyden Kongresi ve 1882 yılında Zürih’teki Ağustos Konferansının ardından, iç örgütlenmenin kuralları kısmen standartlaştırılabildi. Sosyalistler yasasının son yıllarında imparatorluğun çeşitli bölgelerinde seçim dernekleri, halkçı seçimler için dernekler, belediye ve mahalle seçim dernekleri ve de çeşitli komiteler, sosyal demokrasinin neredeyse legal politik örgütleri olarak etkin olabildiler. Julius Motteler’in yönetimindeki “Kızıl Sahra Postası” parti gazetesi “Sozialdemokrat”ın Zürih’ten, 1888’den itibaren de Londra’dan Almanya’ya dağıtımı güvence altına alınmıştı.
Sosyal demokratlar, kişisel çevrelerinden gizli faaliyetleri için yararlanmayı bildiklerini ortaya koydular. Bu ilişkilerin işe yaramadığı, yasanın olası ya da gerçekleşen sonuçlarının baskısı altında dostlukların bozulduğu yerde, yeni biçimler devreye giriyordu. Karşılıklı dayanışma ve güvene dayalı ilişkiler, yabancı ve akraba olmayan insanlara kadar uzanabiliyordu. “Ana dayanaklarımız o dönemde yalnızca kişisel dostluklar ve tanışıklıklardı. Bunlar da sık sık çökebiliyordu. Kimi ürkek dost kapıyı yüzümüze çarpıyordu… Sonra yine tüm ailesini davamız için kazanan, ne zaman yardıma ihtiyaç varsa fedakârlıklarda bulunan, çıkar yol bulan dostlar vardı.”
Partinin örgütlenme yapısı, yerellerde birliği sağlama biçimleri ve de parti gazetesi “Sozialdemokrat”ın ülke çapındaki dağıtımı, sürekli olarak hep yeniden işçilerin yaşam şartlarına uydurulmak durumunda kalıyordu. Bunun nedeni, tuzaklarla dolu yasanın kendisi değildi sadece, örgütçüleri yaratıcılık göstermek zorunda bırakan aynı zamanda işçinin günlük yaşamıydı da. “Konut ve kent değişiklikleri, işten atılma, ölümler, ev aramaları, posta yasağı ve daha birçok durum sürekli olarak adres değiştirmeyi zorunlu kılıyordu. Tehlikeye girmiş adreslere gönderilerin yolda olduğu her yöne doğru, güvenlik önlemleri almak ve her türden düzenlemeler yapmak gerekiyordu. Hararetli bir faaliyetin ortasındayken birdenbire ülkenin her köşesine yolculuklar yapma zorunluluğu doğuyordu.”
Özellikle politik olarak aktif işçileri en çok yetkili makamların sınır dışı etme pratiği etkiliyordu. Ancak politik hareket bundan da faydalanmayı bildi. “Partinin kendisi, sınır dışı etmeler nedeniyle en ufak bir zarar görmedi. Tam tersine, eskiden, sosyalizmin ilkeleri doğrultusunda faaliyet yürütmek üzere maaşlı ajitatörler ülkenin dört bir yanına gönderilmek zorunda kılınırken, şimdi bunların yerini, sınır dışı edilmiş işçiler fazlasıyla dolduruyordu.”  İmparatorluk şansölyesi Bismarck, bu nedenle ciddi ciddi ve alenen sosyal demokratların Almanya’dan da sınır dışı ve sürgün edilmelerini planlıyordu.
Bu, aynı zamanda işçilerin direniş biçimlerinde büyük bir çeşitlilik geliştirdikleri bir dönemdi. Ustaca tasarlanmış tuzaklarla ajanlar teşhir ediliyor ve isimleri parti basınında yayınlanıyordu. Parti kongreleri başka “tabelalar” altında gerçekleştiriliyordu. Örneğin Wyden kongresi, “İsviçre’deki Alman hasta, gezgin ve yaşlılarla dayanışma sandığı derneklerinin genel kurul toplantısı” adı altında gerçekleştirilmişti.
Bu dönemde işçi hareketinin sembolleri, özellikle de kızıl bayrak, öylesine yüksek bir siyasi önem değeri kazandı ki, yaşı ilerlemiş işçiler bile, sırf bayrağı ortaya çıkarıp göstererek ya da hatta ve hatta yükseklere asarak adeta gençlik taşkınlığı içinde polise meydan okumaya yöneliyordu.
Örgütlü işçiler oldukça basit yöntemlerle, üst makamların “yukarıdan” sıkıştırmasıyla takip ve gözetime yöneltilmiş sinirli polislerin önlemlerini aşabiliyorlardı. 18 Mart 1882’de, 1848 Berlin’deki devrimci mücadelelerin yıl dönümünde, “Friedrichshain’deki mezar ziyareti, burjuva basının bizzat itiraf ettiği üzere gerçek bir kavim göçüne benziyordu… ‘Öğle olduğunda’ deniyordu, ‘kortejler dipdibe derin bir suskunlukla mezarlığın yollarında ağır ağır ilerliyorlardı.’ Kızıl kurdelalı çelenklere elbette polis müsaade etmedi, bunun yerine ‘isimsiz’ bir mezarın üstüne konan defne yapraklarından yapılmış bir çelengin tam ortasına herkesin büyük ilgisini çeken kan kırmızısı bir lale oturtulmuştu.”
Örgütlü işçiler, büyük bir kahramanlık ve yaratıcılık ortaya koydular. Sosyalistler yasası sırasında, zanaatçı kalfa dernekleri geleneğine dayanarak sayısız yerel mesleki birlikler, dernekler doğdu. Alman sosyal demokrasisi, yasanın sınırlayıcı hükümlerini atlatmak için iki yönteme başvurdu. Bir yandan yürürlükte olan 1869 seçim yasası gereğince, seçim birliklerinin kurulması ve seçim toplantılarının düzenlenmesine izin veriliyordu. Böylelikle sosyal demokrat seçim dernekleri bu dönem boyunca parti örgütünün legal biçimlerini oluşturdular. Diğer yandan da tek tek, her yerel derneğin “mutemet” (kendisine inanılıp güvenilen kimse) olarak adlandırılan bir yöneticisi bulunuyordu. Bu mutemetler, üyeler ve parti yönetimi arasındaki dolaysız bağı oluşturuyordu.
Sosyal demokratların toplantıları sık sık bu ‘paravan’ örgütlerde gerçekleştiriliyordu. Kiel’deki “Klimperkasten Derneği”  –1884’te Schleswig eyaletinin tamamında yasaklandı– gibi gevşek birlikler bile, Partinin önceleri varlığını sürdürme ve yeniden inşası için, sonraları bağlılığın ve ajitasyon faaliyetinin sürdürülmesi için bir tür örgütsel çerçeve işlevi görüyordu. Eğlence, spor, müzik, eğitim, tiyatro vb. dernekler, çoğunlukla işçilerin, artan boş zamanlarını kendi benzerleriyle anlamlı bir şekilde geçirmek ihtiyacı üzerinden doğuyordu.
Sosyal demokratlar, tek tük önceden planlayarak böyle paravan örgütler kuruyorlardı; ama bu örgütler de yalnızca işçilerin boş zaman ihtiyaçlarını karşıladığı için etkili olabiliyordu. Sosyal demokrasi bu boş zaman dernekleri içinde ve onlarla birlikte başarılı politik bir faaliyet yürütebiliyordu; çünkü bu örgütler işçi mahallelerinde kök salıyor, işçilerin günlük yaşamına dahil oluyor ve örgütlü işçilerin günlük yaşamının bir parçasını oluşturuyordu. Dernek yasasının, legal yöntemlerle, yani ajanlar olmaksızın bu derneklerde olup bitenler hakkında haberdar olma yönünde polise sunduğu olanaklar pek kısıtlıydı. Buna rağmen 1878-1888 yılları arasında 101 eğitim, müzik, spor ve eğlence derneği yasaklandı.
“Yaşı geçkin yoldaşlar, böylesi ciddiyetsiz ve apolitik örgütlenmelere kuşkuyla bakıyorlardı. Ben… büyük bir hevesle bir tiyatro kulübüne katıldım. Amacı partiye özellikle nakit para olanakları sağlamaktı. Ayrıca genç, yaşam dolu insanlar olarak kadın ve erkek üyelerine önemli oranda eğlenme imkânı sunuyordu. Ve bu, derneği hiç de aşağı görmeme neden olmadı, çünkü ben yaşamdan kimi oldukça rahatlatıcı, neşeli yönlerini kazanmaya başlamıştım. Bu nedenle zevkli olanı yararlı olanla birleştirmeye çalıştım. Tiyatro kulübümüzde gönlümce mim yapıyor, dans ediyor ve eğleniyordum, bu sırada da bunu yaparak partinin çıkarına hizmet ettiğimden emindim ve bundan hoşnutluk duyuyordum.”

OLAĞANÜSTÜ HAL YASASI KOŞULLARINDA SAĞ VE ‘SOL’ EĞİLİMLERLE MÜCADELE
Sosyal demokrasinin önderlerinin büyük bir hünerle kitlelerin her devrimci inisiyatifini yalnızca desteklemekle kalmayıp aynı zamanda da olabildiğince enerjik bir şekilde yardımcı olmasının elzem olduğu bir dönemde partide, devrimci ilkelerden tamamen vazgeçilmesini ve mevcut legal koşullara uyum sağlanmasını isteyen bir çizgi ortaya çıkmıştı. Bu görüşler en açık biçimde, “Sosyal Bilimler ve Sosyal Politika Yıllığı”nda yayınlanan (Zürih) “Almanya’daki sosyalist harekete geriye dönük bakışlar” isimli makalede ifade buldu. Yazarları –Höchberg, Schramm ve Bernstein– makalenin altına imzaları yerine üç tane yıldız koymuşlardı. Makale, devrimci taktiğe karşı sert saldırılarda bulunuyor, sınıf mücadelesinin terkini ve partinin illegal örgütlenmelerinin feshini talep ediyordu. Ama her şeyden önce partiyi, işçilerin çıkarları için “tek yanlı” mücadele etmekle suçluyordu. 
Engels bu konuda, Schramm, Höchberg ve Bernstein, “tümüyle adi birer burjuva olarak üçü de kendilerini barışçıl filantroplar yerine koyan bir makale üretmişler” diye yazmıştı.
A. Bebel, W. Liebknecht, B. Bracke vb.’e yönelik bir mektupta Marx ve Engels “Üç Zürihlinin manifestosu”nu ayrıntılı bir eleştirel analize tabi tuttular. “Üç Zürihli” diye saptıyordu bilimsel sosyalizmin kurucuları, uzlaşma ve uyum politikası izlenmesini, hükümet ve burjuvaziye karşı mücadeleden vazgeçilmesini, eğitimli ve mülk sahibi sınıflar arasından çok sayıda sempatizanın partiye dâhil edilmesini istiyorlar. Parti faaliyetinin “köhnemiş toplum düzeninine yeni dayanaklar oluşturan, böylelikle de nihai felaketi belki de yavaş yavaş, adım adım ve olabildiğince barışçıl bir çözülme sürecine dönüştürebilecek olan yamavari küçük burjuva reformların” elde edilmesine yöneltilmesini talep ediyorlar.
Almanya’daki parti ve işçi hareketi için bir diğer tehlikeyi de “sol” akım oluşturuyordu. Bu akımın sözcüsü Johann Most idi. “Solcular” teröre başvurma çağırısı yapıyor, Reichstag seçimlerine katılmaktan ve Reichstag kürsüsünden ajitasyon amacıyla faydalanılmasından vazgeçilmesini talep ediyorlardı. Anarşist unsurların yayın organı Most’un Londra’da çıkardığı “Freiheit” [özgürlük] gazetesiydi. Gazete monarklara ve gericilere yönelik küfür salvoları yayınlıyordu. Most, el yapımı bomba ve patlayıcı tarifleri basıyor, “eylem yoluyla propaganda” olarak adlandırdığı ve “Parlamentodaki gevezeliklerin” yerine geçirilmesini istediği terör politikasını savunuyordu.
Bebel’in anılarında Most hakkında şunları okuyoruz: “1883 Sonbaharından itibaren gözünü tam anlamıyla kan bürümüştü. Kışkırtıyor ve suikastların düzenlenmesi için tahrik ediyordu; yandaşları böyle bir eylem gerçekleştirdiklerinde sevinç nidaları atıyor ve suikastçıları insanlığın kurtarıcıları olarak nitelendiriyordu.”  “Freiheit”ın yazı kuruluna ve muhabirleri arasına bu gazetenin partiye verdiği zararı daha da büyüten polis muhbirleri sızdı. Sorge’a yazdığı bir mektupta Marx, Most’un gazetesinin “devrimci bir içeriğe sahip olmadığını, yalnızca boş devrim söylemlerinden oluştuğunu” söylüyordu.
Marx ve Engels, partinin taktik çizgisini ve yönetimini yeniden doğru rotaya girmesini sağlayabildiler. Bunun en önemli göstergesi, Ağustos 1880’de İsviçre’deki eski Wyden Şatosu’nda illegal toplanan partinin olağan kongresiydi. Kongre, partinin ajitasyon faaliyetini olağanüstü yasayı dikkate almaksızın ve ona rağmen güçlendirme taktiğini onayladı. Sosyal demokrat Reichstag fraksiyonu, parti yönetimi işlevini üstlenmekle görevlendirildi. “Sozialdemokrat” partinin resmi organı olarak kabul edildi.
Kongre, 1881 Reichstag seçimlerine katılmayı ve seçim ajitasyonunu olabilecek en enerjik şekilde geliştirmeyi karar altına aldı. “Solcular”ın liderleri Most ve Hasselmann partiden ihraç edildi.
Kongre, Gotha programı üzerinde önemli bir düzeltme gerçekleştirdi. Programın ikinci maddesinde yer alan, partinin hedeflerini bütün “yasal araçlara” başvurmak yoluyla gerçekleştireceğini belirten cümleden, “yasal” sözcüğü çıkarıldı.

SOSYALİSTLER YASASI DÖNEMİNDE SOSYAL DEMOKRASİNİN BAŞARILARI
1881 sonbaharında Reichstag seçimleri gerçekleştirildi. Alman sosyal demokrat parti bu sınavdan yüz akıyla çıktı. Seçimler, partinin kendine ait matbaasının olmadığı, bu nedenle de el ilanları, bildiriler çıkarabilecek ya da sosyal demokrat adaylar için oy pusulaları basacak durumda olmadığı bir dönemde gerçekleştirilmişti. Hükümet birçok kentte “küçük sıkıyönetim” ilan etmişti. Bu da sınırdışı edilenlerin sayısının yükselmesine neden olmuştu. Buna rağmen parti seçimlerde üç yüz binden fazla oyu kendisinde birleştirmeyi başardı. Bu inkâr edilemez bir başarıydı. Seçim sonuçları parti üyelerine umut ve özgüven aşılamıştı.
Kısa bir süre içerisinde parti merkez organı “Sozialdemokrat”ın düzenli bir şekilde yayınlanmasını sağlayabildi. 1879’dan itibaren gazete İsviçre’de, 1888-1890 yıllarında da İngiltere’de basıldı.  Birinci sayının yayınlanışdan üç ay sonra “Sozialdemokrat” Stuttgart, Köln ve Burgestädt’te de yayınlandı. Baskı sayısı hızla 3 600’den 10 000’e yükseldi. Gazete dünyanın dört bir yanında dağıtılıyordu. 1886 yılında ona Zürih’te, Kopenhagen’de, Londra’da, Bükreş’te, New York’ta, Buenos Aires’te ve başka kentlerde abone olmak mümkündü.
“Sozialdemokrat”, sosyal demokrasinin Bonapartizmin Prusya versiyonuna karşı yürüttüğü mücadelenin en önemli sorunlarını aydınlatıyor ve Marksizmin ilkelerini propaganda ediyordu. Lassallecılığa, sağ ve sol oportünizme karşı, proleter ideolojinin kirlenmemesi için çetin bir savaş veriyordu. “Devlet sosyalizmi” ve militarizme karşı makaleler, gazetede önemli bir yer tutuyordu. Almanya İmparatorluğu’ndaki sınıf mücadelesinin en önemli gelişmelerini ele alıyordu.  Bu literatür ve çok sayıda bildiri zengin deneyimlere sahip bir parti üyesi olan Julius Motteler yönetimindeki “Kızıl Sahra Postası” aracılığıyla Almanya’ya ulaştırılıyordu.
Sosyal demokratlar gizli çalışma sanatını öğrenmişler ve ardı arkası kesilmeyen takiplerden sıyrılmakta ustalaşmışlardı. Sosyal demokratların ormanlarda, tarlalarda, taş ocaklarında vb. düzenledikleri toplantılar büyük bir rol oynuyordu. Parti, polisin takiplerine rağmen kongrelerini düzenli olarak gerçekleştirdi. 29 Mart – 2 Nisan 1883 tarihlerinde Kopenhagen Kongresi toplandı. Bu kongrede, sağ oportünistlerle devrimci kanat arasında şiddetli tartışmalar yaşandı. Bebel’in önderliği altındaki Marksistler kesin bir başarı elde ettiler. Sağ kanadın direnişine rağmen Kongre, Reichstag seçimleri için yalnızca partinin devrimci ilkelerini tereddütsüz benimseyen ve savunan adaylar çıkarmayı karar altına aldı.  Bu kararın ardından sosyal demokrat vekillerin parlamenter faaliyetleri etkinlik kazandı. Reichstag’taki, eyalet meclislerindeki ve belediye meclislerindeki temsilcileri, bu legal kürsülerden, sosyal demokrat görüşleri yaymak, hükümetin icraatlarını eleştirmek ve emekçilerin politik eğitimi için yoğun olarak faydalandılar.
Kısa bir süre sonra yeni başarılar kaydedilebildi. 1884 yılında sosyal demokratlar Reichstag’ta 24 koltuk kazandılar. 550 bin seçmen parti lehine oy vermişti. Oy sayısı 1881 yılına göre neredeyse 250 binlik bir artış göstermişti.
Sendikal harekette de önemli başarılar elde edildi. Tüm yasaklamalara rağmen sendikalar, çeşitli legal örgütlenmeler; yardımlaşma ve hasta sandıkları, eğitim dernekleri vs. vs. görünümü altında faaliyetlerini sürdürdüler. Olağanüstü yasa yürürlüğe girdiği yıl sendikalar 50 bin üyeye sahipti. 1885 yılında bu sayı 80 bine ve 1891’de yaklaşık 278 bine yükselmişti. Sosyalist ve sendikal gazetelere abone olanların sayısı 1878’de 160 bin iken, 1890’da 250 bine ulaşmıştı.
Sosyal demokratların önderlik ettiği grev hareketleri ülke çapında büyüdü.
İşçi hareketindeki önemli bir gelişme, 1885 yılında yaşanan demirciler greviydi. Grevin merkezi Berlin’di, burada tek tek derneklerin merkezi örgütü olarak Demirciler Federasyonu kuruldu. Federasyon işverenlere yönelik ekonomik talepler formüle etmiş ve grevi örgütlemişti. İşçiler birliklerini korudular ve meslektaşlarının dayanışması sayesinde zafer kazandılar. Berlinli demirciler Hamburg, Hannover, Leipzig ve Dresden’den önemli miktarda para yardımı aldılar. Parisli demirciler 500 frank gönderdi. Demircilerin grevi, işçi mücadelesinin yeni bir aşamasının –yerel bir hareketin hızla ülke çapındaki bir harekete dönüştüğü– başlangıcını oluşturdu. Demirciler Federasyonu güçlendi ve büyüdü. Leipzig, Eberfeld, Elbing, Lübeck, Hamburg-Altona, Hannover, Wroclaw (Breslau) ve başka kentlerdeki yerel işkolu dernekleri federasyona katıldı. 
İşçi sınıfının en büyük eylemlerinden biri, 1889’da Ruhr bölgesinde 90 bin maden işçisinin iş bırakmasıydı. Grevciler ücret artışı ve iş gününün 8 saatle sınırlandırılmasını talep ediyorlardı. Grevi Saksonya, Saar ve Yukarı Silezya bölgelerinin maden işçileri destekliyordu. Polisle kanlı çatışmalar yaşandı.
1889’da toplam 134 bin işçi greve çıktı. 1 Ocak 1889’dan 30 Nisan 1890’a dek Almanya’da yaklaşık 400 bin işçinin katıldığı 110 grev yaşandı.
İşçi kitleleri arasında devrimci ruh güçleniyordu. Artık hükümete karşı politik gösteriler gündemdeydi. Olağanüstü hal yasasının 10. yıl dönümünde Berlin’in birçok evinden kızıl bayraklar sarkıtıldı. Alman sosyal demokrasisinin uluslararası itibarı önemli oranda arttı.
Artık egemen sınıflar için bile, baskıların amacına ulaşmadığı açıktı. Hükümet, işçilere tavizler vererek onları sosyal yasama alanının sınırları içinde tutarak sınıf mücadelesinden uzak tutmaya çalışıyordu. 1878 yılında çocuk işçiliğini sınırlayan bir yasa kabul edildi. 1883 yılında Reichstag hastalık sigortasıyla ilgili bir yasa kabul etti ve bunu kaza sigortasıyla ilgili bir yasa takip etti. Ancak bu yasalarda ciddi boşluklar vardı. Bu yasalara göre örneğin primlerin üçte ikisi işçiler tarafından ödenirken yalnızca üçte birlik bölümünü işveren ödüyordu. Kaza sigortasıyla ilgili yasa, yalnızca çalışma yetisinin tam kaybı halinde sigorta miktarının ödenmesini öngörüyordu.
20 Şubat 1890’da yeniden Reichstag seçimleri yapıldı. Bu seçimler sosyal demokrasinin tam bir zafer geçidine dönüştü. Sosyal demokrat adaylar neredeyse 1,5 milyon oy aldı. Ki bu, tüm oyların yüzde 20’siydi (1887’deki oylara göre 665 binlik bir artış). Parti 35 koltuk kazandı. Bu başarının olağanüstü bir önemi vardı. Seçim sonucu Sosyalistler Yasasının fiyaskosunun ilanıydı. Egemen çevrelerde, baskıcı yöntemleri nedeniyle “Demir Şansölye” olarak anılan Bismarck’ın “işçi politikası”na ve sosyal demokrasiye karşı mücadele yöntemlerine ilişkin hoşnutsuzluk büyüyordu. Grev hareketinin yayılması, sosyal demokratların seçimlerde kaydettiği başarılar ve büyük burjuvazinin politikaların değiştirilmesi talebi sonuçta “demir şansölye”yi koltuğundan etti. Bismarck Mart 1890’da görevden çekildi. Sosyalistlere yönelik olağanüstü hal yasası yürürlükten kaldırıldı.
Alman sosyal demokrasisinin tarihindeki bu kahramanca dönem, mücadelesinin Sosyalistler Yasası yıllarındaki kesiti, legal ve illegal olanaklardan ustaca yararlanmanın, işçi hareketine rehberlik etmenin çeşitli biçim ve yöntemlerini başarıyla birleştirmenin örneklerini sergiliyor. Parti bu dönemde çelikleşti, örgütsel ve ideolojik olarak güçlendi ve yalnızca Almanya’nın sınıf bilinçli işçileri arasında değil, birçok ülkenin proleterleri ve devrimci önderleri arasında da büyük bir saygınlık kazandı.
İki işçi partisinin 1875’teki birleşmesinden ve 1878-1890 yılları arasındaki Sosyalistler Yasası nedeniyle yaşanan fiili illegalite dönemini atlattıktan sonra Almanya Sosyal Demokrat Partisi, 1891 Erfurt Programı ile birlikte Marksist bir anlayış benimsedi. Birinci Dünya Savaşı’na kadar milyonları kapsayan bir örgüt haline gelişti.


Kaynaklar:

August Bebel; Aus meinem Leben [Yaşamımdan Anılar], Berlin 1961.
Horst Groschopp; Proletarische Organisation als Kulturprozess [Kültür süreci olarak proleter örgütlenme]. Yayımlanmamış kitap çalışması. http://www.horst-groschopp.de/sites/default/files/Arbeiterorganisation%20als%20Kulturprozess%20[1988-1990,%202002].pdf
L.I. Subok (sorumlu editör), B.A. Aisin, V.M. Dalin, G.G. Kuranov, M.I. Mihailov, A.L. Narotniçski, J.I. Rubinstein, V.M. Turok;  Die Geschichte der zweiten Internationale [İkinci Enternasyonal Tarihi], cilt 1, Akademie der Wissenschaften der UdSSR, Institut für Geschichte der UdSSR [SSCB Bilimler Akademisi, SSCB Tarih Enstitüsü]; Verlag Progress Moskau 1983, sf. 71-82.
Marx-Engels Werke [Eserler]; cilt 19 ve 34.

Mülkiyetin (ve sermayenin) türkleştirilmesi

Mülkiyetin Türkleştirilmesi, temelde Türk milliyetçiliği ekonomi politiğinin esas amaçlarından biridir. Ekonomi politik olarak hedef, milleten Türk ve dinen (Sünni) Müslüman olmayan ‘öteki’nin demografik ve ekonomik yapıdan tasfiyesidir. Böylesi bir ekonomi politiğin sonucundadır ki, 1914’te Osmanlı’nın resmi sayımına göre, bugünkü TC sınırları içinde toplam nüfusta yüzde 20’ye yaklaşan Hıristiyan ve Musevi’nin payı  bir asır sonrasında tahminen binde 1’lere geriledi. Sonunda binlerce yıllık geçmişi olan ve bu toprağın kadim halkı Hıristiyanlar, Anadolu’dan temizlendi. Ekonomik cephede de, mülkiyet ve sermayenin transferi sonunda Hıristiyanlar ve Museviler, ekonomiden silindi.

Ekonomiyi Türkleştirmenin üç unsuru vardı. Bunun birincisi, mülkiyetin (ve sermayenin) Türkleştirilmesidir. İkincisi, istihdamın ve üçüncüsü de dilin Türkleştirilmesidir. Bu üç unsuru gerçekleştirmeye yönelik politikalar 1915 yılında temellendirildi ve 1920’ler de bunun üzerine bina edildi. Öylesine temel bir program belirlendi ki, İttihat ve Terakki’den AKP’ye aynı program uygulanageldi. Böylesi bir program sürekliliğinden dolayıdır, bugün Kürt ve Alevi sorunu çözülmüş ve Ermenilerin asırlık adalet talebi karşılanmış değildir.
Şunu da hatırlatmak isterim ki, bugün AKP iktidarının Kürt sorunu çözmek gerekçesiyle taraf olduğu sürecin gelişimi, 1908 Devrimi sonrasında 1915’lere kadar İttihat ve Terakki hükümetiyle Ermeni partileri arasında ilişkiye benzemektedir. 1908-1915 dönemi Ermeni partileri İttihatçılarla birlikte seçime girdiği halde, Ermeni taleplerinin çözümü hep ertelenmiştir.
İttihatçı hükümet politikalarının vardığı sonuç, Ermeni soykırımı olmuştur.
Bu süreçte mülkiyetin ve sermayenin Türleştirilmesi, Osmanlı-Almanya ittifak antlaşması gereği olarak, bir nevi Almanya’nın fiili işgali altında gerçekleştirilmiştir. Antlaşmadaki imza karşılığında Osmanlı askerini Alman generaline  ve maliyesini de Alman markına  teslim etmiştir. 
Maliye Nazırı Cavit, harbin finansmanını Almanya’dan aldığı borçla karşıladığını açıkladı. 1914-Mart 1918 döneminde harp masrafı 225 milyon lira olup, bunun finansmanında Almanya’dan alınan dış borç 199 milyon lirayı aşıyor.
Alman Tuğgeneral Bronzart von Chellendraffe, Osmanlı Genelkurmay Başkanı oldu. Dünyada böyle bir örnek var mıdır?
Alman ve Osmanlı orduları o denli iç içedir ki, Alman subay bile kod ismiyle cepheye gönderildi. Kafkas Cephesinde Teşkilat-ı Mahsusa komutanlarından biri de İbrahim adıyla bilinen Alman Yüzbaşı Stange’dir. 
Almanya’nın oluşturduğu bu fiili durumun sonucundadır ki, Bulgaristan’ın Osmanlı-Almanya safında savaşa katılması karşılığında Meriç batısındaki Osmanlı toprağı Dimetoka vilayeti Bulgaristan’a hibe edilmiştir. 
İttihatçı iktidar, batıda Bulgaristan’a Osmanlı toprağını bağışlarken, şarkta toprak alacak diye Ermenilerin can ve mal güvenliğini yok etmiştir. Can güvenliği 27 Mayıs 1915 tarihli Sürgün Kanunu’yla  ve mal güvenliği de 26 Eylül 1915 tarihli Tasfiye Kanunu’yla  imha edilmiştir. Aslında bu iki kanun 1915’te dâhili harbin temel iki kanunudur.
Dâhili harp politikasının sonucunda Ermenilerin yaşadığı şudur:
1- Ermeni toprağından/yurdundan sürülmüştür.
2- Ermenin maddi yaşam/üretim varlığına devlet el koymuştur.
3- Ermenin kültürel/tarihi varlığı yok edilmiştir.
Bu üç sonuç, Ermeni soykırımın en özlü anlatımıdır.
Dâhili harbin tek kurbanı Ermeniler değildir, ama yaşadığı her yerden sürülen tek millettir. Ermeniler kadar olmasa da kitlesel sürgünü yaşayan bir diğer millet de Rumlar’dır. Diğer milletten sürülen insanlar da İttihatçı hükümetin mağduru olmuştur.

TÜRKLEŞTİRME MEVZUATI
Mülkiyetin Türkleştirilmesine, 1915’teki dâhili harp koşullarında başlanmış ve sürdürülmüştür. Sürülenin geride kalan ve Müslüman-Türk’e transferi sağlanan mülke emvâli metruke denilmiştir. Aslında ‘sahipsiz mal’ denilen emvâli metruke, 1915’te ve sonrasında sürülen insanların ‘sahipsiz bıraktırılan malına’ denilmiştir.
Bu, mülkiyeti Türkleştirmenin birinci maddesidir.
İkinci madde, bu mülkün yağmasıdır.
Üçüncü madde de, mülkü yağmalayana tapulandırılmasıdır.
Bu anlamda mülkiyetin Türkleştirilmesinin emvâli metruke mevzuatı1915’te dâhili harp koşullarında oluşturuldu.
Mülkiyeti Türkleştirmenin yani emvâli metruke mevzuatının temel kanunu: 26 Eylül 1915 tarihli Tasfiye Kanunudur. Diğer iki mevzuatı ise: 30 Mayıs 1915 tarihli İttihatçı hükümet kararı ve 10 Haziran 1915 tarihli talimatnamedir.  
26 Eylül 1915 tarihli Tasfiye Kanunu’nun tam adı:
13 Eylül 1331 (26 Eylül 1915) tarihli 14 Mayıs 1331 (27 Mayıs 1915) Tarihli Kanunu Muvakkat Mucibince Âher (başka) Mahallere Nakledilen Eşhasın Emvâl (malları), Düyun (borçları) ve Matlubatı (alacağı) Metrûkesi Hakkında Kanunu Muvakkat.
Can ve mal güvenliğini imha eden yani dâhili harbin temel iki kanunu birer geçici kanundur; Meclis’te hiç görüşülmedi. İttihat ve Terakki, 1000’i aşkın geçici kanunla  hükümet eylemiştir.
11 maddelik Tasfiye Kanunu’nun temel özelliği:
1- Sürülen her bir kişinin mülküne devlet adına el kondu.
2- Mülkiyetin Müslümsan-Türk’e transferinin sistemi oluşturuldu.
3- Tüm işlemleri Tasfiye Komisyonu’nun yapması öngörüldü.
Bu sistem 8 Ocak 1920’ye kadar uygulandı. Osmanlı hükümetinin 8 Ocak 1920 tarihli kararnamesiyle  Tasfiye Kanunu yürürlükten kaldırıldı. Fakat 9 Eylül 1922’de İzmir işgalden kurtarıldıktan 5 gün sonra 14 Eylül 1922’de TBMM kararıyla, 8 Ocak 1920 tarihli kararname yürürlükten kaldırıldı  ve İttahatçı gasp modeline dönüşün kapısı aralandı.
Birkaç ay sonra da gerekli kanuni düzenleme yapıldı. 15 Nisan 1923 tarih ve 333 sayılı kanunla İttinatçı Tasfiye Kanunu yeniden düzenlendi ve bu kanun 8 Kasım 1988’e kadar yürürlükte kaldı. 
333 no’lu kanun, mülkiyetin Türkleştirilmesinde 1915’ten 1923’e devamlılığın en temel kanunudur. 333 no’lu kanunla devletin el koyacağı mal ve mülk kapsamı genişletildi: Sürülene ek olarak, kaybolanın, mahallinden ayrılanın ve uzaklaşanın, ecnebi memlekete ve İstanbul’a gidenin geride kalanın malına, mülküne de devlet el koydu.
1915 sonrasında olduğu gibi 1923’ten itibaren devletin el koyduğu mal ve mülk dağıtıldı, satıldı ve hibe edildi. 1920’li yılların sonuna doğru ilgili kanuni düzenlemeyle de bu mülkler yeni sahiplerine tapulandırıldı  ve böylece eski tapu kayıtları yok sayıldı. Kanuni olarak mülkiyete devletin el koymasından yağmaya ve tapulandırmaya kadar tüm işlem tamamlandı.

ERMENİ VE RUM SERMAYEDARA TASFİYE
Mülkiyetin Türkleştirilmesi, elbette sermayenin Türkleştirilmesidir. 1915 ve sonrasında sermayenin Türkleştirilmesi farklı bir içeriktedir. Çünkü yaşanan, 1915’teki egemen sınıfın sermaye yapısında klikler arasındaki rekabet sonucunda bazılarının tasfiyesi değildir.
Devletteki konumunu arkasına alan Türk burjuvazisi (yani sermayedarı), aslında sermaye birikimini, 1915’teki dâhili harp ve sonrasında milleten Türk ve dinen (Sünni) Müslüman olmayanın sermayesini transferiyle temellendirmiştir.
Diğer bir deyişle Türk burjuvazisi, Osmanlının çok milletli ve çok dinli halkına karşı aynı safta bulunduğu ve birlikte olduğu Ermeni, Rum ve diğer milletten sermayedarının birikimine el koymuştur. Yani komprador burjuvazinin Türk ve (Sünni) Müslüman olanı, Rum ve Ermeni ile diğerlerinin sermaye birikimini devlet zoruyla transfer etmiştir.
Bunun içindir ki, bugünkü finans kapital oligarşisi, sermaye transferinin temellendirildiği 1915-1930 döneminin Müslüman-Türk ticaret sermayedarıdır. Bu durum, 1924’teki araştırmayla netleşmiştir. İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası’nın 1924’te yaptığı araştırmada, ekonomide gayrimüslimlerin hâkimiyeti, harbin yarattığı ortamda Türklerin iktisada yöneldiği tespiti yapılmıştır.
Odanın 50’inci yılı nedeniyle 1932’de hazırlanan kitapta da, odanın kurulduğu 1880’lerle ilgili ekonominin sektörel analizinde ortaya çıkan sonuç şöyle aktarılmıştır: 31 sektörün 4’ünde Türk, 27’sinde gayri Türk hâkimdir. Değerlendirmede de, “bütün sanayi, iktisadi ve mali faaliyet gayri Türklerin inhisarı altına girmiştir” denilmiştir.
1914-1915’lere gelindiğinde, Müslüman-Türk’ün ekonomik ağırlığı pek de değişmemiştir. Osmanlı sanayisinin sermaye dağılımı şöyle: Müslüman-Türk yüzde 15, Rum Ortodokslar yüzde 50, Ermeniler yüzde 20, Yahudiler yüzde 5 ve yabancılar yüzde 10.
Bir başka kaynak da, bu sonucu destekler bilgi içermektedir.
1912 yılı itibariyle iç ticaretle ilgili 18.063 işyerinin yüzde 85’i ve 6.507 imalathanenin yüzde 89’u gayrimüslimlere aitti ve 5264 serbest meslek sahibinin yüzde 86’sı gayrimüslimdi.  Diğer bir deyişle, iç ticaretle ilgili işyerlerinin yüzde 15’i, imalathanelerin yüzde 11’i ve serbest meslek sahibinin yüzde 14’ü Müslüman-Türk’tü.
1914-1915’ler itibarıyla, ekonomik yapılanımla ilgili üç farklı kaynağın ortaya koyduğu sonuç, birbirini destekler düzeyde olup, Müslüman-Türk’ün payı biraz aşağı-yukarı sapmayla yüzde 15 civarındadır.
1915’teki dâhili harp politikasıyla Müslüman-Türk payında hızlı artış sağlandığını öngörmek için kâhin olmaya gerek yok; çünkü milleten Türk ve dinen (Sünni) Müslüman olmayan öteki nüfus hızla eritildi.
1915-1919 döneminde tüm Ermeniler yerinden yurdun sürüldü, 1914-1919’da sürülen ve 1923’deki mübadeleyle tüm Rumlar Anadolu’dan temizlendi ve İstanbul’dakilerin bir kısmının tasfiye edilmesinin sonucundadır ki, Osmanlı’nın resmi sayımına göre bugünkü TC sınırları içinde Hıristiyan ve Musevilerin 1914’de yüzde 20’ye yaklaşan nüfus payı, 1927’deki nüfus sayımına göre yüzde 2,8’e  geriledi. Nüfustaki bu erimenin sonucunda ve 1930’lardaki devletçi politikayla Müslüman-Türk’e getirilen özel ayrıcalığın da etkisiyle, toplam sanayi sermayesinde Müslüman-Türk sermayedarın payı, yüzde 15’lerden tahminen yüzde 80’leri aştı. Böylece egemen sermayedar sınıfta Müslüman-Türk kimliği hâkim bir nitelik kazandı.
Gayri Türk’ün sadece sermayedarı değil, emekçisi de tasfiye edildi. Ermeni ve Rum yani gayri Türk işçilerin tasfiyesi Büyük Millet Meclisi kürsüsünde  dile getirildi ve gereğinin yapıldığına dikkat çekildi.

TÜRK’E TRANSFERİN KANUNLARI
1920’den sonrasında Bakanlar Kurulu kararıyla, Rum ve Ermeniler’e ait emvâli metrûkeden olan ev, han, bağ, bahçe, arsa, arazi, tarla ve fabrika vatandaşın Müslüman-Türk olanına, muhacire, memurlara, askeriyeye, İttihatçı ailelere, sefaretlere, çeşitli kurumlara, sermayedara ve ticaret odalarına ya dağıtıldı veya satıldı veyahut da bağışlandı.
Emvâli metrûkeden gayrimenkullerin Müslümanlar’a, muhacirlere, sermayedarlara, devletin memuruna, Türk Ocakları’na ve devletin diğer kurumlarına, İttihatçı ailelere verilmesi, dağıtılması ve satılması, ilgili kanun ve talimatnamelere göre gerçekleştirildi.
Bu kanunlardan belirleyebildiklerim aşağıdadır:
1- 13 Mart 1340 (1924) tarih ve 441 no’lu ve 15 Nisan 1341 (1925) tarih ve 622 no’lu kanunlarla, emlaki tahrip edilmiş ve muhtaç olana, metrûk gayrimenkulün dağıtılması ve satılması öngörüldü. 
2- Mübadele nedeniyle geleceklere gayrimenkul dağıtımı, 16 Nisan 1340 (1924) tarihli 488 no’lu Mübadeleye Tabii Ahaliye Verilecek Emvâli Gayrimenkule Hakkında Kanun’la sağlandı. 
3- Bir kısım gayrimenkuller İl Özel İdaresine devredildi. 18 Nisan 1341 (1925) tarih ve 154 no’lu 1341 senesi Muvazenei Umumiye [1925 yılı Bütçe] Kanunu, 23. maddesi V fıkrası  şöyle:
“Mübadeleye gayri tâbi [Ermeni] eşhası hükmiyeden metruk bilcümle emvâli gayri menkule kâffei hukuk ve vecaibile bulundukları vilâyetlerin idarei hususiyelerine devredilir.”
4- 22 Şubat 1926 tarih ve 748 no’lu kanunla, emvâli metrûkenin Türk sermaye birikimini güçlendirmek açısından ticaret ve sanayi odalarıyla borsalara ve ayrıca belediyelere satışı kabul edildi. 
5-13 Mart 1926 tarihli ve 781 no’lu kanunla, ismi verildiği biçimiyle Ermeniler ve Rumlar’dan metrûk gayrimenkulün 1915 yılı kayıtlı değerinden satılması öngörüldü. 
6- 31 Mayıs 1926 tarih ve 882 no’lu kanunla, ifade edildiği gibi Ermeniler’den kalan metrûk emvâlin, öldürülen ve idam edilen kimi İttihatçıların ve mutasarrıfın ailesine verilmesi sağlandı. 
7- 16 Haziran 1927 tarih ve 1080 no’lu kanunla, metrûk binaların Türk Ocakları, Mualimler Birliği ve Himayei Etfal gibi kamu yararına hizmet eden kurumlara satılması veya kiralanması kabul edildi. 
Bu kanunların sağladığı mevzuatla devletin ilgili kurumu ve kurumları, sermayedardan ahaliye mülkiyet transferini gerçekleştirdi. Mülkiyetin transferiyle ilgili Cumhuriyet’te Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi (1920-1930), Emvâl-i Metrûkenin Tasfiyesi-II kitabımdaki ilgili bölümün bazı kısmını  özetleyerek aktarıyorum:
+ Müslümanlara meskenle, bağ ile arazi satımı ve toprak dağıtımı ve Ege’de bağların kiralanması sağlandı.
+ Muhacirler de benzer politikalardan yararlandı.
+ Ermeni mülkü verilmesine sağlayan 882 no’lu kanundan sonra alınan Bakanlar Kurulu kararıyla ismi belirlenen 12 İttihatçı aileye Ermeniler’den kalan mülklerden verildi.
+ Devletin bürokratına emvâli metrûkeden ev verildiği gibi maaş ödemesi de bu tip gayrimenkullerle yapıldı.
+ Devletin pek çok kurumuna emvâli metrukeden gayrimenkuller dağıtıldı. Muallimler Birliği, Türk Ocağı’nın pek şubesi birçok vilayette bina sahibi oldu.
+ Sermayedara transferler: Bakanlar Kurulu kararıyla emvâli metrukeden, Ziraat Bankası’na Ankara’da arsa, Adana Pamuk Borsası’na bina, Tütüncüler Bankası’na tarla ve mağaza, Elazığ’da kurulacak kamu şirketine metrûk fabrika, Malatya Teşebbüsat-ı Sınaiyye Türk Anonim Şirketi’ne 80 arsa, Ergani Bakır Türk Anonim Şirketi’ne arsa ve su değirmeni, Samsun’da Çakıroğlu Arif’e arsa ve bina, İzmir Borsası’na bina, Ticaret odalarına bina ve Ereğli’de Kömür Ocağına verilmesi sağlandı.
+ İzmir Ticaret Odası Meclis Kararı: İzmir Ticaret Odasının Meclis kararıyla birçok şirketin emvâli metruke kefaleti onaylandı. Emvâli metruke kefaleti, şirketin sermayesinden sayılması ve buna göre tüccar sınıfının belirlenmesi amacıyla, şirket tarafından odaya sunulan ve şirketin emvâli metrukesinin bulunduğunu gösteren evraktır.
Tüm bunlar, mülkiyet transferinin ne denli yaygın olarak gerçekleştirildiğini ortaya koymaktadır.

DEVLETÇİ TÜRK BURJUVAZİSİ
Yukarıda yaptığım değerlendirmeyi özetlersem:
1- 1908 Devrimi, milli meseleyi çözme ve Osmanlı’nın çürümüş monarşik iktidarının halka zulmüne son verme yönünde derinleşmeyince kadük kaldı; sadece meşruti monarşiye geçiş sağlandı.
2- 1908-1915 sonunda, dönemin etkin partisi İttihat ve Terakki, ekonomi politiğini milleten Türk ve dinen (Sünni) Müslüman olmayan ’öteki’nin demografik ve ekonomik yapıda tasfiyesi esasında oluşturdu.
3- İttihat ve Terakki Hükümeti Osmanlı-Almanya İttifak Antlaşması’na attığı imzayla, Osmanlı ordusunu Alman subayların yönetmesine ve Osmanlı harp masrafını da Alman markıyla finanse etmesine ‘evet’ demiştir.
4- Osmanlı, yaptığı antlaşmanın sonucu olarak Almanya’nın fiili işgaliyle Birinci Paylaşım Savaşına katıldı, 1914 güzünde.
5- Almanya’nın belirlediği plana göre Kafkas cephesinde Rusya’ya saldıran Osmanlı ordusu, Sarıkamış’ta hezimete uğradı, 1915 başında. Böylece Van ve Erzurum, Rus işgaline açık hale geldi.
6- Sarıkamış yenilgisiyle telaşlanan İttihat ve Terakki Hükümeti, şarkta kimi yerlerde ve Zeytun ile Dörtyol’da başlattığı kısmi Ermeni sürgün politikasını, Ermenilerin olduğu tüm yerde uyguladı, 1915 Mayıs ayından itibaren.
7- Şarkta toprak istediği gerekçesiyle yaşadığı her yerde Ermenileri süren İttihatçı hükümet, Almanya-Osmanlı safında savaşa katılması karşılığında Meriç batısındaki Dimetoka vilayetini Bulgaristan’a hibe etti.
8- 1915’te İttihatçı hükümet, sadece dışarıda değil, dâhilde de milleten Türk ve dinen (Sünni) Müslüman olmayana karşı bir harbin tarafıydı. Dâhili harpte aktif olan Osmanlı devletinin ordusu ile militer güçleri olup, bunların hedefi de başta Ermeniler olmak üzere Anadolu halklarıydı. Dâhili harbin temel iki kanunu: can güvenliğini yok eden 27 Mayıs 1915 tarihli Sürgün Kanunu ve mal güvenliğini yok eden 26 Eylül 1915 tarihli Tasfiye Kanunudur.
Ermeniler özelinde yaşanansa bir soykırımdır.
9- Harici ve dâhili harp ortamında İttihatçı hükümetin ekonominin Türkleştirilmesinde, öncelik verdiği mülkiyetin Türkleştirilmesiydi. Tasfiye Kanunu ile sürdüğü herkesin malına devlet olarak el koydu. Devamında bu mülkler yağmalandı ve ardından da, yeni sahiplerine tapulandırıldı.
10- 15 Nisan 1923 tarih ve 333 no’lu kanunla, Tasfiye Kanunu yeniden düzenlendi ve Türkleştirilecek mülkiyet kapsamı genişletildi. Bu duruma imkân veren kanun 8 Kasım 1988’e kadar yürürlükte kaldı.
11- 1915’ten itibaren Osmanlı ve 1923’lerden itibaren Cumhuriyet idaresinin el koyduğu mülkler, kitlesel yağmanın yanı sıra, hükümet idaresinde dağıtıldı ve satıldı.
Yağmanın kitlesel boyutunun yarattığı perdedir ki, ancak konu 100 yıl sonra bu düzeyde tartışılıyor!
Bu yağmada, her dönemin politikacısı ve devlet kadrosu mutlaka var oldu!
Yağmada 1920’ler veya 1950’lerde politikacı ve devlet kadrosunun varlığı ile yakın dönemde İmroz özelinde yaşanan arasında elbette bir fark vardır.
12- 1915 civarında Osmanlı egemen sınıfı Osmanlı komprador burjuvazisinde milleten Türk ve dinen (Sünni) Müslüman olanların payı, dinen Hıristiyan ve Musevi toplamına kıyasla daha azdı. Komprador burjuvaziyle birlikte yine sanayi ve ticari ilişkide bulunan kesimler dikkate alındığında toplamda, Müslüman-Türk sermayedarın payı aşağı-yukarı sapmayla yüzde 15’ler civarındaydı.
13- Müslüman-Türk sermayedarın, sanayi sermayesinde yüzde 15 olan payı, 1915 sonrasında Hıristiyanlar aleyhine hızla büyüdü.
1915’ten itibaren dâhili harp, aynı zamanda Osmanlının egemen sermayedarı komprador burjuvazisinde, Türk-(Sünni) Müslüman olanın, diğerine karşı kullandığı ve ötekilerden sermaye transferinin yapıldığı yıllardı.
Bu anlamda Türk burjuvazisinin sermaye birikiminin kaynağı, kapitalizm öncesi üretim tarzının egemenler artığından değil, birlikte var olduğu ‘öteki’ yani Ermeni ve Rum ile diğer kompradorlardan sağlandı.
Bu transfer modelinin sonucudur ki, Ermeni soykırımı ve Rum mübadelesi sonrasında Müslüman-Türk sermayedarın kısa sürede birkaç misli artarak, 1930’larda tahminen yüzde 80’i aştı.
14- 1930’ların devletin silahlı gücü dâhil tüm ajanlarının devreye girdi ortamda varlığını güçlendiren Türk-(Sünni) Müslüman ticaret sermayedarı, 2015’lerin finans kapital oligarşisidir.
15- Böyle bir ekonomi politikle var olan Türk burjuvazisinin millisinin, yani milli burjuvazinin konumunu yeniden tartışmak gerekmez mi?
16- Bugün zaman zaman gündeme gelen sanayileşememenin ve marka üretememenin temelinde, 1915’lerde temellendirilen ve sonrasında sürdürülen devletçi bir yağma modeli vardır.
Türk burjuvazisinin devletçi yağmalama tavrı, yapısal bir karakteridir!
Bunun için her iktidar kendi zenginini yarattı. Yakın dönemin Özal’ın zenginleri, Demirel’in zenginleri nerede? Bu gidişle yarın da, “AKP zenginleri nerede?” diye sorulacaktır.
17- 1915’ten 2015’e Ermenilerin (ve her milleten insanın) yaşadığının telafisi mümkün değildir.
Bu dönemde Ermenilerden (ve her milleten insandan) gasp edilen ve yağmalanan mülkün her çeşit tazminiyse mümkündür.
Sonuç olarak: 1920’lerin Türk Kurtuluş Savaşı, sadece Ege’yi Yunan işgalinden ve Anadolu’yu kurtarmanın savaşı değildir. Aynı zamanda dâhilde de Ermeni ve Rum malının Müslüman-Türk’e transferinin sistemini oluşturmanın savaşıdır.
1920’ler başında İngilizlerin esas derdi Mustafa Kemal’in Anadolu’su değil, Lenin’in Bolşevik Rusya’sıydı. Bu ayrımı Churchill’in anlatımlarında  görmek mümkündür.
1915’lerde temellendirilen Türk milliyetçiliği ekonomi politiği, 1915 egemeni İttihat ve Terakki’den, 2015’in egemeni AKP’ye hiç istinasız esas program olarak uygulanmıştır.
Böylesi bir devamlılığın sonucundadır ki, bugün Kürtler demokratik vatandaşlıkla, Aleviler eşit vatandaşlıkla ve Ermeniler adaletle, eşitliği talep etmektedir!

KAYNAKÇA

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑