ekonomik göstergeler ışığında akp’nin büyüme miti ve gerçekler

Uzun yıllardır hiç olmadığı kadar ekonomiye dair söylemlerin ön plana çıktığı bir seçim süreci yaşıyoruz. Elbette, bu söylemlerin gelirin yeniden dağılımına dönük (asgari ücret, emekli maaşları, sosyal amaçlı transfer harcamaları gibi) vaatlerle sınırlı kaldığı, eşitsiz bölüşümün ardındaki asli dinamiklerin sorgulandığı alternatif ekonomi po­litikalarının tartışılmadığı da bir gerçek.

Bu seçimde ekonominin ön plana çıkma­sı başlıca iki nedenden kaynaklanıyor. İlki, AKP’nin siyasi performansı ile ekonomik büyüme arasındaki güçlü ilişki. İkincisi ise, 2002’den bu yana (kısa aralıklarla sekteye uğramakla birlikte) ABD’de uygulanan geniş­lemeci para politikasının yarattığı “gelişmekte olan ülkeler”e dönük fon akışından fazlasıyla faydalanan AKP’nin ekonomi yönetiminin rüz­garın terse dönmesiyle birlikte çıkmaza sürük­leniyor olması.

Bu yazıda iktidara yakın çevreler tarafından sıkça vurgulanan “ekonomik başarı”nın daya­naklarını sorgulamakla birlikte, AKP’nin iktidarı süresince yaşanan ekonomik dönüşümü de fark­lı boyutları ile ele almaya çalışacağız. Öncelikle, işe, AKP dönemi ekonomik büyüme ortalaması­nı tarihsel ve uluslararası perspektiften inceleye­rek başlayalım.

Tarihsel olarak, Cumhuriyet ekonomisinin büyüme ortalamasına onar yıllık periyotlarla baktığımızda, AKP öncesi dönemin ortalama­sının yüzde 4.82 olduğunu, AKP dönemi orta­lamasının ise yüzde 4.8 ile bu ortalamanın az da olsa gerisinde kaldığını görüyoruz. AKP’nin ekonomik açıdan başarılı olduğu yönündeki algının temel nedeni olarak ise, önceki on yılda (1993-2002) ortalama yüzde 3.1 büyü­me ile Cumhuriyet döneminin en başarısız performansının yaşanması öne çıkıyor. Daha ilginci, ekonomik başarılarıyla anılan ANAP ve DP hükümetlerinin büyüme performansla­rının da benzer bir özellik taşıması. Her iki dönemin de performans olarak 1924-1933 ve 1963-1972 dönemlerinin belirgin bir şekilde altında kalmasına rağmen başarılı olarak algılanmasında bir önceki on yılda yaşanan düşük büyümenin rol oynadığı göze çarpıyor. 1973-1982 ve 1943-1952 dönemleri, 90’lı yılla­rın ardından en düşük ekonomik büyümenin yaşandığı on yıllık periyotlar.

AKP’nin büyüme ortalamasına uluslara­rası perspektiften baktığımızda da, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki genişlemeci para po­litikasının etkisiyle, “merkez” ülkelerindeki duraklamanın aksine “çevre” ülkelerinde hızlı bir genişlemenin yaşandığı göze çarpıyor. Dünya ekonomisinin büyüme ortalamasının yüzde 4 olduğu 2003-2014 döneminde, “ge­lişmekte olan ülkeler”in (GOÜ) büyüme or­talamasının yüzde 6.3 ile Türkiye’nin olduk­ça üzerinde olduğu dikkati çekiyor. Büyüme oranları, Asya GOÜ ülkelerinde yüzde 8.3’e kadar tırmanırken, ardından sırasıyla Afrika ve Ortadoğu geliyor. 2001 Krizini bizden çok daha ağır bir şekilde yaşayan Arjantin eko­nomisi ile yapılan karşılaştırmanın sonuçları da oldukça çarpıcı. Aynı dönemde yüzde 5.5 gibi yüksek bir büyüme hızına kavuşan Ar­jantin’de karı-koca Kirchner’lerin 2003 yılın­dan bu yana iktidarlarını koruyabilmelerinde ekonomik performansın önemli rol oynadığı bir gerçek.

Özetlersek, AKP iktidarının ekonomik per­formansını gerek tarihsel gerekse de uluslara­rası perspektifle incelediğimizde bir ekonomik başarıdan bahsetmenin mümkün olmadığı net bir şekilde ortaya çıkıyor. Bir diğer önem­li tespit ise, ABD başta olmak üzere, “merkez ülkeleri”nde yükselen faiz oranları ile yüksek dış borç/GSYH oranlarına sahip GOÜ’lerin eko­nomik performansları arasındaki ters ilişki. 1980, 1994, 2000-2001 ve 2008 Krizlerinde ABD faiz oranlarındaki yükselişin Türkiye gibi ülkele­ri oldukça sert vurduğu görülüyor. Hatırlanacağı gibi, 1980’lerin başında yüksek enflasyonla mü­cadele amacıyla dönemin Fed Bbaşkanı Volc­ker faizleri sert bir şekle yükseltmişti. “Volcker şoku” olarak da anılan bu parasal sıkılaştırma politikası, Latin Amerika başta olmak üzere, dış borç yükü yüksek ülkeleri krize sürüklemişti. Uluslararası borç krizi sonrasında borçlu ülke­lere IMF eliyle neoliberal dönüşüm politikaları dayatılmış ve otoriter rejimler eliyle uygulama­ya konulmuştu. 12 Eylül darbesi sonrası kurulan askeri dikta rejimi bu tarihlerdeki küresel dö­nüşümün en çarpıcı örneklerinden biriydi. 1994 yılında ise, tasarruf kredi birlikleri’nin (Savings and Loan Associations) içine girdiği krizi aşmak amacıyla yıl süresince faizleri yüzde 3 seviye­sinde tutan Fed, faizleri yavaş yavaş yükselte­rek, para politikasını sıkılaştırmaya yönelmişti. ABD’de yükselen faizler, Meksika’da “Tekila Kri­zi” olarak anılan sürece yol açmakla kalmamış, Türkiye’nin de içinde bulunduğu pek çok ülke­de peş peşe devalüasyonlara, ağırlaşan dış borç yüküne ve istikrarsızlığa neden olmuştu. Ben­zer şekilde 1997, 1998 yılında yükselen faizler, GOÜ’lerde, Asya Krizi ve Rusya Krizi, 2000-2001 döneminde ise Arjantin ve Türkiye ile anılan krizlere neden olmuştu.

Bu krizlerin hemen hepsinde Türkiye ekono­misinin ağır bir darbe alması ise dikkatlerden kaçmamalı. Hatta daha gerilere, 1873 yılındaki Büyük Depresyon’a baktığımızda, gelişmiş ka­pitalist ülkelerde para arzının ciddi bir şekilde daralmasının ve yükselen faizlerin, Osmanlı gibi, dış borç yükü ağırlaşan ekonomileri birbiri ar­dına iflasa sürüklediğini görmemiz mümkün. Düyun-u Umumiye de bu koşullar altında ortaya çıkmıştı. Bugün de durum çok farklı değil. Küre­sel bir dalganın sırtında yükselen Türkiye ekono­misinin, trendin yön değiştirmesi ile birlikte, sert bir şekilde yavaşlayacağını öngörebiliriz.

TÜRKİYE EKONOMİSİNDE BÜYÜMENİN DİNAMİKLERİ

AKP döneminde Türkiye ekonomisinde bü­yümenin dinamiklerine baktığımızda, iç tüketim çekişli bir büyüme modeli göze çarpıyor. 1987-1997 arasında, özel sektör ve kamu yatırımları­nın toplamını gösteren gayri safi sabit sermaye oluşumunun GSYH içindeki payı ortalama yüzde 24.5 dolaylarında seyretmekteydi. 1997 yılından sonra gerilemeye başlayan bu oran, 2001 Krizin­de yüzde 15.9’a kadar düşmüştü. 2003-2014 dö­neminde ise, yüzde 20 ile kriz dönemine (1999-2001) göre toparlanmakla birlikte, 1998 yılındaki seviyesine dahi bir daha ulaşamaması, bu duru­mun giderek yapısal bir sorun haline geldiğini gösteriyor. Aynı dönemde özel kesim tüketim harcamalarının GSYH içindeki payının yüzde 70’lerin üzerine tırmanması ise, aynı meselenin bir diğer yüzü.

Tüketim oranındaki artışın asli dinamiği ise, hanehalkı borcundaki eşi benzeri görülmemiş yükseliş oldu. 2002 yılında yüzde 2 seviyesinde olan hanehalkı borç stoğu, 2015 yılı itibariyle yüzde 19’lara kadar yükseldi. Hanehalkı borç stoğundaki sert yükseliş trendi üzerine son dö­nemde BDDK tarafından kredi kartı limitlerinin ve taksit sayılarının sınırlandırılması gibi uygu­lamalara gidilmesine rağmen, mevcut tablo ban­kacılık kesimi açısından büyük riskler barındı­rıyor.

Bir ülkenin yatırımlarının finansmanı açısın­dan başlıca kaynak iç tasarruflardır. Tasarruf oranı düşük ülkeler ise, dış alemin tasarruflarını çekmek yoluyla yatırımlarının finansmanına yö­nelirler. 2002 yılında, halihazırda yüzde 17.3 gibi oldukça düşük bir seviyede olan tasarruf oranı, özellikle 2009 sonrasında daha da bozularak, 2013 yılında yüzde 12.6’ya kadar geriledi. 2014 Uluslararası karşılaştırmalara baktığımızda ise, bu oranın OECD ortalaması olan yüzde 62 seviye­sinin oldukça üzerinde olması dikkat çekiyor. Yine son dönemde hızlı büyüme oranları ile dikkat çe­ken “gelişmekte olan” Asya ülkelerinde gayri safi sermaye oluşumunun GSYH içindeki payının belir­gin bir şekilde yüksek, özel tüketim harcamalarının payının ise düşük olduğunu belirmekte fayda var.

Tüketim oranındaki artışın asli dinamiği ise, hanehalkı borcundaki eşi benzeri görülmemiş yükseliş oldu. 2002 yılında yüzde 2 seviyesinde olan hanehalkı borç stoğu, 2015 yılı itibariyle yüzde 19’lara kadar yükseldi. Hanehalkı borç stoğundaki sert yükseliş trendi üzerine son dö­nemde BDDK tarafından kredi kartı limitlerinin ve taksit sayılarının sınırlandırılması gibi uygu­lamalara gidilmesine rağmen, mevcut tablo ban­kacılık kesimi açısından büyük riskler barındı­rıyor.

Bir ülkenin yatırımlarının finansmanı açısın­dan başlıca kaynak iç tasarruflardır. Tasarruf oranı düşük ülkeler ise, dış alemin tasarruflarını çekmek yoluyla yatırımlarının finansmanına yö­nelirler. 2002 yılında, halihazırda yüzde 17.3 gibi oldukça düşük bir seviyede olan tasarruf oranı, özellikle 2009 sonrasında daha da bozularak, 2013 yılında yüzde 12.6’ya kadar geriledi. 2014 yılında ise, yüzde 14 seviyesine ulaştı. Buna kar­şılık, 2014 yılı GOÜ ortalaması yüzde 33, Asya ülkelerinde ise yüzde 43 gibi oldukça yüksek düzeylerde. Türkiye’nin yüksek tüketim-düşük tasarruf oranına dayalı büyüme modeli, yabancı sermaye girişlerine bağımlılığını arttırdığı gibi, sermaye akımının yön değiştirmesi ihtimaline dönük kırılganlığını da arttırıyor.

AKP iktidarı süresince ülke ekonomisinin yumuşak karnı, ön plana çıkarılan, şimdiye kadar sunduğumuz verilerle bağlantılı bir diğer gösterge ise, cari açık oranı. Uluslara­rası bir çerçeveden baktığımızda, cari açığın GSYİH’ye oranının son derece yüksek oldu­ğu göze çarpmakta. Genel olarak literatür­de yüzde 5’in üzerinde bir cari açık oranı riskli ve sürdürülemez kabul edilir. Türkiye ekonomisi, 2005’den bu yana, sadece krizin en şiddetli seyrettiği 2009 yılı istisna olmak üzere, sürekli yüzde 5’in üzerinde açık ver­di. 2011 yılında ise, cari açık oranı yüzde 10 seviyesine tırmanarak tarihi zirvesine ulaştı. Bu tarihten sonra, ekonomik büyümenin de hız kesmesiyle birlikte, cari açık daralmaya başladı. Ne var ki, 2014 yılı sonu itibariyle, halen, yüzde 5.7 gibi yüksek bir seviyede seyretmekte. Bu durum, Türkiye’nin cari açık sorunun giderek kronikleşmekte olduğunun en açık göstergesi.

Şu bir gerçek ki, Türkiye ekonomisinin sü­rüklendiği mevcut büyüme modelinin “sıcak para” girişleri olmadığı takdirde sürdürülebilme­si olanaksız. Bu bağımlılık öylesine bir hal aldı ki, ekonominin geçtiğimiz yıl olduğu gibi yüzde 2.9 gibi ortalamanın epey altında bir büyüme hı­zına ulaşması için dahi, GSYH’nın yüzde 5.7’si dolayında bir fon ihtiyacı doğuyor. Bu durumun sadece enerji bağımlılığı ile açıklanmaya çalışıl­ması da büyük ölçüde iktidarın manipülasyonu. Bugün Türkiye tarım ve hayvancılıkta dahi dış ticaret açığı veren bir ülke.

2002-2014 döneminde cari açığın uluslarara­sı görünümüne baktığımızda, iki önemli detay göze çarpıyor. İlki, genişlemeci para politikala­rının uygulandığı bu dönemde, GOÜ’lerin ge­nelinde cari fazlanın daraldığı ya da cari açığın genişlediği görülüyor. İkincisi ise, bu dönemde Türkiye, diğer GOÜ’lerden negatif bir şekilde ay­rışıyor. 2014 yıllında GOÜ’ler ortalama yüzde 0.8 dolayında bir cari fazla verdiler. Bu oran 2002 yılında yüzde 1.3 seviyesinde idi. Yabancı fon girişlerine bağımlılıkları ile karakterize edilen “kırılgan beşli”nin (Türkiye, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika ve Endonezya) diğer üyeleri ve Ar­jantin ile yapılan karşılaştırmalarda ise, ekono­mide büyümenin sert bir şekilde yavaşlamasına rağmen, Türkiye’nin halen en yüksek cari açık oranına sahip olduğu görülmekte.

AKP iktidarı süresince yurtdışı “sıcak para” girişlerine bağımlı olarak sürdürülen büyümenin doğrudan sonucu olarak dış borç stoğunda sert bir yükseliş yaşandı. 2002 yılı sonunda 130 milyar dolar seviye­sinde olan brüt dış borç stoğu, 2014 yılı so­nunda 400 milyar dolar seviyesinin üzerine tırmandı. Bu süreçte, özellikle özel kesim dış borç stoğundaki sert yükseliş büyük rol oynadı. Ülke gruplarına göre yaptığımız uluslararası karşılaştırma, Türkiye’nin, do­lar bolluğunun yaşandığı bu dönemi avan­taja çevirmekte fazlasıyla yetersiz kaldığı­nı ortaya koyuyor. 2003-2014 döneminde, GOÜ’lerin genel olarak yüksek büyüme hızı, ucuz dolar ve faiz yükünün gerilemesi­nin etkisiyle dış borç oranlarının da belirgin bir şekilde gerilediği göze çarpıyor. Genel manzaranın aksine, Türkiye’nın dış borç oranı ise, gerilemediği gibi, GOÜ ortalama­sının neredeyse iki katı gibi oldukça yüksek bir oranda seyrediyor. Bu tablo, uluslarara­sı fon hareketlerinin yön değiştirmesi, faiz­lerin yükselmesi ve ekonominin hız kesmesi ile birlikte ciddi bir kriz potansiyeli barın­dırdığı gibi, Türkiye’nin “kırılgan ekonomi­ler” arasında başı çekmesinin de başlıca nedenlerinden biri olarak dikkat çekiyor.

BÜYÜMEDEN EMEĞİN PAYINA DÜŞEN

Bilindiği gibi, sandık sonuçları üzerinde her dönem belirleyici rol oynayan başlıca ekonomik etmen, işsizlik. Bu açıdan, 2000’li yılların pek par­lak geçmediğini baştan söylemek lazım. Ağır bir ekonomik kriz ile başlayan dönem ve sonrasın­da yaşanan ekonomik büyümeye rağmen işsizlik oranlarında aynı oranda bir toparlanma görülme­di. “İstihdam yaratmayan büyüme” tartışmaları­nın da sıklaştığı 2002-2007 döneminde, ortalama yüzde 6.8 gibi yüksek bir büyüme hızı yakalan­masına rağmen, işsizlik, yıllık bazda, yüzde 10.8 seviyesinden ancak yüzde 10.2 seviyelerine gerile­tilebildi. Bu tarihten sonra ise, yükselişe geçerek, 2009 yılında yüzde 14 seviyelerine kadar tırmandı. Ekonomik kriz sonrasında uygulanan genişlemeci politikalarla birlikte işsizlik AKP döneminde ilk kez yüzde 9 seviyelerine gerilerken, 2013 yılından iti­baren tekrar yükselişe geçerek, 2015 yılında yüzde 11.2 seviyelerine ulaştı. Kısacası, AKP iktidarı aldığı dönemden daha yüksek bir işsizlik oranı ile önü­müzdeki genel seçimlere girecek.

Burada AKP’nin büyüme stratejisinin temel eksenini oluşturan nüfus politikasına da değin­meden geçmek olmaz. Siyasi iktidar en başından beri yüksek nüfus artışı, ucuz emek yoluyla ülke­ye sermaye çekmek yönündeki çabasını ifade etti. Bu durum, bölüşüm ilişkilerine de elbette yansıdı. 1999-2002 yılları arasında, ücretlerin GSYH’dan al­dığı pay, keskin bir şekilde yüzde 52’lerden yüzde 43 seviyesine kadar gerilemişti. AKP döneminde de bu gerileme sürdü ve yüzde 32 seviyesine ulaştı. Uluslararası karşılaştırmalara baktığımızda ise, AB ortalamasının yüzde 56 dolayında olduğunu, Gü­ney Kore, Japonya gibi Asya ülkelerinde yüzde 60 dolayında seyrederken, Meksika’da ise yüzde 37 seviyelerinde kaldığını görüyoruz.

Tarihsel olarak, reel net ele geçen ücretlerin seyrine baktığımızda ise, işçi sınıfı açısından ol­dukça çarpıcı bir tablo ortaya çıkıyor. 1994’den bu yana, kamudaki işçi ücretlerinde reel olarak yüzde 13 dolayında bir gerileme yaşanırken, özel kesimde ise, reel ücretlerin ancak 2013 yılında 1994 seviyesini yakaladığı görülüyor.

Çalışma koşulları açısından yapılan karşılaş­tırmalarda, Türkiye işçi sınıfının ne denli ağır bir emek sömürüsü ile karşı karşıya olduğu daha da netleşiyor. OECD verilerine bakıldığında, Tür­kiye’nin, haftalık ortalama çalışma saatlerinin uzunluğu açısından, yaklaşık 48 saat ile ilk sı­rayı aldığı göze çarpıyor. Bu açıdan, Türkiye’nin, çalışma koşullarının ağırlığı ile bilinen Şili ve Meksika gibi Latin Amerika ülkelerini geride bı­rakması da yine çarpıcı bir istatistik.

Genel olarak değerlendirdiğimizde, AKP dö­neminde giderek kronik bir hal alan işsizlik ile birlikte emeğin milli gelirden aldığı payın da kes­kin bir şekilde gerilediği görülmekte. Bu süreçte, yüksek büyüme ile birlikte vergi gelirinin artışı ve uluslararası piyasalardaki olumlu iklim saye­sinde kamu borç yükünün gerilemesi, kamunun sosyal transfer harcamalarına daha fazla pay ayı­rabilmesinin de olanaklarını sağlamıştır. Böylece, işsizlik ve yoksulluğun pençesindeki geniş bir halk kesiminin siyasi iktidarın sağladığı nakdi ve ayni yardımlarla gündelik yaşamını sürdürebildi­ği bir tablo ortaya çıkmıştır. Diğer bir deyişle, bö­lüşüm ilişkileri sermaye lehine yeniden düzenle­nirken, artan kâr oranlarının bir bölümü vergiler ve transfer harcamaları yoluyla yoksul kesimlere transfer edilerek, siyasi iktidarın yoksul halk ke­simleri üzerindeki kontrol ve denetimi sağlam­laştırılmıştır. Bu stratejinin, bölüşüm ilişkilerinin böylesine bozulduğu bir ortamda siyasi iktidarın devamlılığı açısından ne denli önem taşıdığı or­tadadır. Ne var ki, önümüzdeki döneme dönük uluslararası piyasalardaki likidite bolluğunun sona ereceği, ülkeye dönük fon girişlerinin hız keseceği ve ekonomik büyümenin yavaşlayacağı yönündeki öngörüler, bu politikanın sürdürülebi­lirliği konusunda da kuşkuları arttırmaktadır.

2015 1 mayıs’ı ne öğretti? 2016 1 mayıs’ını şanına layık kutlamak için mücadeleye!

İşçi sınıfının Uluslararası Birlik Dayanışma ve Mücadele Günü olan 1 Mayıs, işçi sınıfının bu en büyük bayramı, bütün dünyada, önceki yıl­larla kıyaslandığında, daha coşkulu gösterilerle kutlandı.

Uluslararası sermaye güçlerinin sınıfın kaza­nımlarına yönelik saldırıları ve çalışma koşul­larının sistemli bir biçimde ağırlaştırılması, sö­mürünün en modern ve en vahşi yöntemlerinin kullanılmaktan çekinilmemesi gibi sınıfa yönelik saldırıların sistematik biçimde sürdürüldüğü ko­şullarda 2015 1 Mayıs’ı elbette bu saldırılara bir yanıt olacak kadar güçlü ve kitlesel değildi. Ama aynı zamanda, 1 Mayıs vesilesiyle, mücadelenin ezilemediği, tersine her an sermayenin sadırları­na karşı büyük mücadelelere yol açabileceğinin ipuçları da görüldü.

Basına yansıdığı kadarıyla, dünyadaki 1 Ma­yıs kutlamaların en yaygın yapıldığı iki ülke Rus­ya Federasyonu ve Türkiye oldu.

Elbette her ülkede mücadeleci sendikacılar, sınıfın ileri kesimi, sınıftan yana çevreler ve sı­nıf partileri 1 Mayıs’ın ülkelerinde ne ölçüde de­ğerlerine uygun ve 1 Mayıs’ın geleneğine olumlu katkı yapan bir biçimde kutlandığını tartışacak, gerekli sonuçları çıkaracaktır.

Bu tartışma ülkemizde de yapılacak (yapılı­yor), 1 Mayıs’ın en yaygın kutlandığı ülkelerden biri olarak olumlulukları ve olumsuzluklarıyla gerekli dersler çıkarılacaktır. Hele Türkiye işçi sınıfının kitlesinin son çeyrek yüzyılda üç kattan fazla büyüdüğü ve sınıfın çok büyük bir kitlesinin genç ve kendi tarihinden koparılmış koşullarda oluştuğu, dolaysıyla bu genç kuşak işçilerin sını­fın mücadele tarihiyle, Türkiye işçi sınıfının son yarım yüzyıllık mücadelesiyle bağlarının zayıflı­ğı dikkate alındığında, 1 Mayıs tartışmasının işçi sınıfımız için, başka pek çok ülkeye göre daha da önemli olacağını söyleyebiliriz. Dahası, son yıllarda, sendikaların geleneksel olarak 1 Mayıs’ı “törensel” bir kutlamaya, sınıfın geçmişine dair nostaljik bir güne indirgeme çabaları ile çeşitli sol gurupların 1 Mayıs’ı kendi sembollerini öne çıkardığı bir “devrimci şov”a, “grup gösterisi”ne dönüştürme girişimleri arasında “istismar” ça­balarının sürdüğü dikkate alındığında, 1 Mayıs’ın anlamını yeniden yeniden ele almanın önemi çok daha anlaşılır olmaktadır. Nitekim, bu tartış­malar ülkemizde yeni de değildir ve 25 yıla yakın bir zamandan beri, 1 Mayıs’ın anlam ve önemine uygun kutlanması üstünden sürdürülen bu tar­tışmalar; sınıf partisi, ileri işçi kesimleri, sınıftan, mücadeleden yana sendikacılar ile “sınıf dışı” kesimler (çeşitli sol çevreler ve sendikal bürok­rasi) arasında devam edegelmektedir. Bu yüzden de, gerek bugüne kadarki 1 Mayıs kutlamaların­dan çıkarılan dersler, gerekse bundan sonraki 1 Mayıs kutlamalarının nasıl yapılması gerektiği tartışması bugün de önemini korumaktadır.

DÜNDEN BUGÜNE 1 MAYIS KUTLAMALARI

Türkiye’de 1 Mayıs kutlamaları ve bu kutla­malar üstünden yapılan tartışmalar 1970’lere dayanmaktadır; sınıf mücadelesi, işçi sınıfı sos­yalizmi ile her tür burjuva-küçük burjuva sosya­lizmi arasındaki mücadele ile iç içe geçmiş tar­tışmalar olarak biçimlenmiştir.

1976’da ilk büyük kitlesel kutlama ve 1977’deki 37 kişinin hayatını kaybettiği katliamla da birleşerek 1 Mayıs, “1 Mayıs nasıl bir mücade­le günüdür?”,”Nasıl kutlanmalıdır?” gibi sorular ve bu sorulara verilen yanıtlar etrafında Türkiye gündemine oturmuştur.

1980 12 Eylül sonrasındaki yasaklı yıllarda, belki devrimcilerin bulunduğu cezaevleri ve kü­çük işçi çevreleri içinde “kapalı alanda” kutla­nan 1 Mayıs, 1990’ların ilk yıllarından itibaren “açık alanda” kutlanmaya başlanabilmiştir.

’87 Bahar Eylemleri’nin öne çıkardığı müca­deleci sendikacıların ve ileri işçi kuşağının girişi­miyle 1 Mayıs yeniden, ama yasadışı koşullarda kutlanmaya başlamıştır ki; 1 Mayıs’ın geleneği ve ruhuna en uygun kutlamaların bu yıllardaki kutlamalar olduğunu söyleyebiliriz. Ki, 1 Mayıs’ın yeniden yasal ve konfederasyonlar tarafından kutlanmaya başlanması da bu girişimlerin üs­tünden olmuştur.

DİSK’in yeniden kurulmasına paralel olarak, 1 Mayıs’ın hangi konfederasyon, hangi sendika­lar tarafından kutlanıp kutlanmayacağı tartışma­sı da başlamıştır, diyebiliriz.

O günkü DİSK yöneticileri ve sınıf mücadele­sini DİSK’in fraksiyoncu yaklaşımı içinde öğre­nen sendikacılar ve solcu çevrelere göre 1 Ma­yıs’ın patenti DİSK’tedir ve bunu kutlama hak­kına sahip olan da DİSK ve onunu izin verdiği sendikal çevreler, emek çevreleridir!

Yine kimi “devrimci 1 Mayısçılar”a göre ise, 1 Mayıs’ı kutlama hakkı “devrimcilerde”dir ve ancak onların izin verdiği çevreler ve gruplar 1 Mayıs’ı kutlamalıdır! Örneğin Türk-İş ve onu gibi “gerici sendikalar 1 Mayıs’ı kutlayamazlar, kutla­malara katılamazlar”!

Kuşkusuz bu işçi sınıfının mücadele tarihi bilgisinden ve sınıf mücadelesi bilincinden yok­sun akım ve odakların; 1 Mayıs’ların kutlanması ile işçi sınıfı, onun sınıf olma mücadelesi ara­sındaki ilişki, 1 Mayıs kutlamalarındaki amacın 1 Mayıs’ın değerlerinin sınıfın en geri kesimleri içinde bile yayılması olduğu,… gibi gerçekleri umursamayan tutumları, kutlamaların hazırlan­masından gerçekleştirilmesine kadar hep sorun olmuştur. Ama, bugün bu işçi sınıfına yabancı görüş ve yaklaşımlar, kimi sendika yöneticileri düzeyinde ve kimi sol çevrelerde yaşamaya de­vam etse de, artık en azından pratikte bunlar “marjinal düzeyde”dir.

1996 yılındaki İstanbul-Kadıköy’de yapılan ve Türkiye tarihinin en kitlesel 1 Mayıs gösteri­lerinden biri olan kutlama; bir yandan konfe­derasyonların ortak kutlamasının önemini gös­termişse de, “her konfederasyonun kendi 1 Ma­yıs’ını kutlaması” etrafındaki tartışmalara son vermemiştir. Tersine, yıllar ilerleyip sendikalar ve konfederasyonlar güç kaybettikçe, “ayrı kut­lama” ve “tek merkezde kutlama” eğilimi gibi, bu eğilimler etrafındaki tartışmalar da yoğunlaş­mıştır. Ama öte yandan da, özellikle sendikala­rın tabanında, şubelerinde “ortak kutlama” ve “yaygın kutlama“ eğilimi de güçlenmiş, giderek sendika ve konfederasyon merkezlerine rağmen daha çok yerel ortak kutlamalar yaygınlaşmış­tır. Son yıllarda ise, kendilerini “en solcu” sayan bazı siyasi çevreler dışında, 1 Mayıs’ın her yerde yerel sendika ve emek örgütleri şubeleri ile ile­rici demokrat çevrelerin oluşturduğu platformlar tarafından kutlanması tutumu genel kabul gö­ren bir tutum olmuştur. Ancak “ortak kutlama­lar” içinde kimi sol çevrelerin imkan bulurlarsa kendi tutum ve ilkelerini dayatma girişimleri ve “sendika fetişizmi”nin yol açtğı bölücülük ham­lelerinin yarattığı zorluklar tamamen aşılabilmiş değilse de, artık bunlar, “Taksim merkez”li tar­tışmalar dışında (ki, bu da Taksim tartışmasının tamamen kendisine has özelliğinden gelmekte­dir), esası belirleyen tutumlar olmaktan çıkmış­tır ve “marjinal” tutum düzeyindedirler.

Dahası, son yıllarda konfederasyonların, “Taksimcilik” etrafındaki tartışmaları (“Her yer Taksim” yerine “Tek yer Taksim” şiarını esas almaları) kendilerine dayanak yaparak, “ortak 1 Mayıs kutlaması” disiplininden kendilerini aza­de sayarak, her konfederasyonun başka bir ilde “kendi törenini yapan” bir yola girmeleri sürse de, bunlar da, esası belirleyen yönelişler olarak değer kazanmamaktadır.

1 Mayıs ve onun değerlerine yabancı odaklar­dan gelen yöneticiler tarafından yönetilen Türk-İş, Hak-İş, Memur Sen, Kamu Sen,… gibi konfede­rasyonlar ve onlara bağlı çoğu sendikanın”ortak kutlama disiplini”nden kopmalarının (buna fır­sat bulmalarının demek de mümkün) bir nedeni de, elbette, KESK, DİSK, TMMOB ve TTB’nin bir “kutsal 1 Mayıs kutlama bloğu” oluşturup, diğer sendika ve konfederasyonlar için çekici değil iti­ci bir pozisyona geçmiş olmalarıdır.

Şunu söyleyebiliriz ki, son yıllarda özellikle “İstanbul 1 Mayıs tartışmaları”, konfederasyon­lar ve sendikalar düzeyinde ayrışmayı teşvik edi­ci olduğu gibi, bütün Türkiye sathındaki 1 Mayıs kutlamalarında da olumsuz ve dikkat dağıtıcı bir etken olmuştur.

AKP Hükümeti sendikaların ve emek örgüt­lerinin bu zaafını kullanarak, “Taksim yasağı” üstünden tüm ülkedeki 1 Mayıs kutlamalarını yarımlaştırmayı başarmaktadır.

EMEK PARTİSİ VE 1 MAYIS MÜCADELESİ

2015 1 Mayıs’ında Türkiye’de 1 Mayıs kutla­ması bir haftaya yayıldı; dahası Türkiye’nin her yanında kimi sendika ve siyasi çevrelerinden ge­len sınırlama girişimlerine karşın yüzden fazla merkezde 1 Mayıs kutlanırken, büyük kentlerde de geçmiş yıllara göre daha çok yerde “yerel kut­lamalar” yapıldı.

Bu yaygın kutlamalara, bir günde gelinmedi. Tersine yukarda belirtildiği gibi; bu kutlamalara;

Bütün Türkiye’nin bir tek merkezde, en fazla birkaç bölge merkezinde 1 Mayıs kutlamasın­dan,

1 Mayıs’ın devrimcilerin kutladığı, en “ileri” durumda devrimci sendikacıların kutladığı bir gün olduğu tartışmalarından,

1 Mayıs’ın bir alanda toplananların kutladığı bir gün olduğu tutumlarından,

Sendikaların 1 Mayıs’ı ortak kutlamaktan çe­kindiği ve ortaklaşmamak için gerekçeler uy­durduğu günlerden gelindi.

Evet, bugün de bazı kentlerde farklı sendi­kaların yöneticileri tarafından, “Kim sözcü olacak?”, “Kim temsilen konuşacak?”, “Kim önde yürüyecek?”,… gibi basit ve çocukça denecek ama masum olmayan gerekçelerle 1 Mayıs’ın bölündüğü, konfederasyonların her birinin başka bir ili merkez ilan ettiği (ki, eğer “Taksim” tartışması İstanbul’da ortak 1 Mayıs kutlamasını tıkamasaydı, DİSK ve KESK dışındaki konfederasyonlar 1 Mayıs’ı böyle kolayca bölemezlerdi) tablo bugün de 1996 yılındaki İstanbul-Kadıköy’de yapılan ve Türkiye tarihinin en kitlesel 1 Mayıs gösteri­lerinden biri olan kutlama; bir yandan konfe­derasyonların ortak kutlamasının önemini gös­termişse de, “her konfederasyonun kendi 1 Ma­yıs’ını kutlaması” etrafındaki tartışmalara son vermemiştir. Tersine, yıllar ilerleyip sendikalar ve konfederasyonlar güç kaybettikçe, “ayrı kut­lama” ve “tek merkezde kutlama” eğilimi gibi, bu eğilimler etrafındaki tartışmalar da yoğunlaş­mıştır. Ama öte yandan da, özellikle sendikala­rın tabanında, şubelerinde “ortak kutlama” ve “yaygın kutlama“ eğilimi de güçlenmiş, giderek sendika ve konfederasyon merkezlerine rağmen daha çok yerel ortak kutlamalar yaygınlaşmış­tır. Son yıllarda ise, kendilerini “en solcu” sayan bazı siyasi çevreler dışında, 1 Mayıs’ın her yerde yerel sendika ve emek örgütleri şubeleri ile ile­rici demokrat çevrelerin oluşturduğu platformlar tarafından kutlanması tutumu genel kabul gö­ren bir tutum olmuştur. Ancak “ortak kutlama­lar” içinde kimi sol çevrelerin imkan bulurlarsa kendi tutum ve ilkelerini dayatma girişimleri ve “sendika fetişizmi”nin yol açtğı bölücülük ham­lelerinin yarattığı zorluklar tamamen aşılabilmiş değilse de, artık bunlar, “Taksim merkez”li tar­tışmalar dışında (ki, bu da Taksim tartışmasının tamamen kendisine has özelliğinden gelmekte­dir), esası belirleyen tutumlar olmaktan çıkmış­tır ve “marjinal” tutum düzeyindedirler.

Dahası, son yıllarda konfederasyonların, “Taksimcilik” etrafındaki tartışmaları (“Her yer Taksim” yerine “Tek yer Taksim” şiarını esas almaları) kendilerine dayanak yaparak, “ortak 1 Mayıs kutlaması” disiplininden kendilerini aza­de sayarak, her konfederasyonun başka bir ilde “kendi törenini yapan” bir yola girmeleri sürse de, bunlar da, esası belirleyen yönelişler olarak değer kazanmamaktadır.

1 Mayıs ve onun değerlerine yabancı odaklar­dan gelen yöneticiler tarafından yönetilen Türk-İş, Hak-İş, Memur Sen, Kamu Sen,… gibi konfede­rasyonlar ve onlara bağlı çoğu sendikanın”ortak kutlama disiplini”nden kopmalarının (buna fır­sat bulmalarının demek de mümkün) bir nedeni de, elbette, KESK, DİSK, TMMOB ve TTB’nin bir “kutsal 1 Mayıs kutlama bloğu” oluşturup, diğer sendika ve konfederasyonlar için çekici değil iti­ci bir pozisyona geçmiş olmalarıdır.

Şunu söyleyebiliriz ki, son yıllarda özellikle “İstanbul 1 Mayıs tartışmaları”, konfederasyon­lar ve sendikalar düzeyinde ayrışmayı teşvik edi­ci olduğu gibi, bütün Türkiye sathındaki 1 Mayıs kutlamalarında da olumsuz ve dikkat dağıtıcı bir etken olmuştur.

AKP Hükümeti sendikaların ve emek örgüt­lerinin bu zaafını kullanarak, “Taksim yasağı” üstünden tüm ülkedeki 1 Mayıs kutlamalarını yarımlaştırmayı başarmaktadır.

EMEK PARTİSİ VE 1 MAYIS MÜCADELESİ

2015 1 Mayıs’ında Türkiye’de 1 Mayıs kutla­ması bir haftaya yayıldı; dahası Türkiye’nin her yanında kimi sendika ve siyasi çevrelerinden ge­len sınırlama girişimlerine karşın yüzden fazla merkezde 1 Mayıs kutlanırken, büyük kentlerde de geçmiş yıllara göre daha çok yerde “yerel kut­lamalar” yapıldı.

Bu yaygın kutlamalara, bir günde gelinmedi. Tersine yukarda belirtildiği gibi; bu kutlamalara;

Bütün Türkiye’nin bir tek merkezde, en fazla birkaç bölge merkezinde 1 Mayıs kutlamasın­dan,

1 Mayıs’ın devrimcilerin kutladığı, en “ileri” durumda devrimci sendikacıların kutladığı bir gün olduğu tartışmalarından,

1 Mayıs’ın bir alanda toplananların kutladığı bir gün olduğu tutumlarından,

Sendikaların 1 Mayıs’ı ortak kutlamaktan çe­kindiği ve ortaklaşmamak için gerekçeler uy­durduğu günlerden gelindi.

Evet, bugün de bazı kentlerde farklı sendi­kaların yöneticileri tarafından, “Kim sözcü olacak?”, “Kim temsilen konuşacak?”, “Kim önde yürüyecek?”,… gibi basit ve çocukça denecek ama masum olmayan gerekçelerle 1 Mayıs’ın bölündüğü, konfederasyonların her birinin başka bir ili merkez ilan ettiği (ki, eğer “Taksim” tartışması İstanbul’da ortak 1 Mayıs kutlamasını tıkamasaydı, DİSK ve KESK dışındaki konfederasyonlar 1 Mayıs’ı böyle kolayca bölemezlerdi) tablo bugün de sürmektedir, ama bu “ayrı kutlamalar”ın ar­tık 1 Mayıs’ı bölmeyi başardığı söylenemez. Tersine bunlar, 1 Mayıs’tan, 1 Mayıs’ın kendi­lerine yüklediği sorumluluklardan kaçarak, 1 Mayıs’tan kendilerini “bölmüş”, “dışlamış” olmaktadırlar.

Örneğin 1 Mayıs 2015’te Türk-İş Zonguldak’ı, Hak-İş de Konya’yı merkez yapmıştır, ama bun­ların 1 Mayıs kutlamalarında bir eksiklik yarattı­ğı söylenemez. Tersine; bürokrat yöneticilerin 1 Mayıs’ın kendilerine yüklediği sorumluluklardan kaçtıkları için “bölücü” davrandıklarını artık 1 Mayıs kutlamalarına ilgi gösteren işçiler ve 1 Ma­yıs’ı kutlamak isteyen emek çevreleri bilmekte­dir. Dolayısıyla artık sendikal bürokrasinin çeşit­li fraksiyonları ile 25 yıl boyunca sürdürülen tar­tışma ile bugün Zonguldak ve Konya’ya kaçma tartışmasının 1 Mayıs’ın kutlanmasıyla bağlantısı sadece şeklendir.

Son yıllarda giderek artarak kutlamaların Edirne’den Van’a, Samsun’dan Adana’ya tüm ülke sathına yayılması, kutlanabilen her yerde 1 Mayıs’ın kutlanması, yukarıdaki özetten de anla­şılacağı gibi, bir anda ve kendiliğinde olmamış, tersine Emek Partisi’nin çeyrek yüz yıla yakın bir zaman içinde, her platformda “Her yer 1 Mayıs alanı” şiarı ile sürdürdüğü çok yönlü bir müca­dele ile olmuştur.

1 Mayıs kutlamaları etrafındaki tartışmalara daha yakından bakarsak, Emek Partisi’nin, bu süreç boyunca taktiğinin içeriğini şu esaslara bağlayarak savunduğunu görürüz:

1. 1 Mayıs, İşçi sınıfının Uluslararası Birlik Da­yanışma ve Mücadele Günü’dür. Burada, “mücadele”nin yanında asıl olan “işçi sınıfı” vurgusudur.

2. 2. Enternasyonal’in 1889 Kongresi’nde “sınıfın uluslararası işçi bayramı” olarak kabul edil­mesinden beri, 1 Mayıs sendikalar tarafından kutlanmaktadır. Sınıf partileri de dahil bütün diğer sınıf yanlısı örgütlerce, 1 Mayıs’ın değer­lerinin işçiler arasında yayılması ve görkemli gösterilerle kutlanması için sendikalara yar­dımcı olma tutumu benimsenmiştir. Bugün sınıf partisi ve tüm diğer emekten yana oldu­ğunu söyleyen siyasi odaklar ve çeşitli türden emek örgütleri için de böyle olması gerekir. Dahası, sendikaların, bir yandan bürokratik yöneticileri tarafından önemli ölçüde 1 Mayıs değerlerinden uzaklaştırılmış olması, öte yan­dan da işçiler içindeki itibar erozyonu dikkate alındığında, bunun daha çok böyle olması ge­rekir.

3. 1 Mayıs alanları “sol siyasi” çevreler tarafın­dan bir rekabet alanı olarak görülmemeli, ter­sine sınıfla dayanıştıklarını gösterdikleri bir toplu güç gösterisi alanı olarak değerlendiril­melidir.

4. 1 Mayıs’ın, geleneksel olarak sınıfın sömü­rüden kurtuluş merkezli uluslararası talep­lerinin yanı sıra her ülkede de işçi sınıfı ve emekçilerin en acil taleplerinin öne çıktığı bir mücadele günü olarak kutlanması gelenektir. Onun için Emek Partisi;

a. 1 Mayıs gösterilerinin, işçi sınıfının birliği, dayanışması ve mücadelesinin önemine dair sınıf değerlerinin öne çıkarıldığı sloganların, pankart vb. materyallerin yaygınlaştırıldığı gösteriler olması ve bu değerlerin önem ve anlamlarının sınıf içinde 1 Mayıs’tan sonra da konuşulup tartılacağı bir zemin oluşturulma­sı için,

b. 1 Mayıs’ta, sınıfın en acil taleplerinin en geniş kesimlerce benimsenip haykırılması, sermaye ve hükümetlerine karşı 1 Mayıs gös­terilerinin, sınıfın “sıkılmış yumruğu” olarak yükselmesi, bunu için gerekli “gösteriye” dö­nük afişler, pankartlar yapılması, çeşitli gös­teri türleri geliştirilmesini savunmuştur.

5. 1 Mayıs’ın kimi sendika merkezleri tarafından “salonda”, “kırda” kutlanması, “nostaljik bir törene” indirgenmesi, kimi siyasi çevrelerce “Devrimci 1 Mayıs” adı altında daraltılıp “nos­taljik bir sol gösteri”ye dönüştürülmesi giri­şimlerine karşı durulmuştur. Ve çeyrek yüzyıl boyunca, 1 Mayıs’ı “sınıf dışı değerler günü­ne” dönüştürme girişimlerine karşı mücadele ederken, Emek Partisi, 1 Mayıs kutlamalarının alanları olarak işyerlerini, hizmet birimlerini, sanayi havzalarını, emekçi semtleri ve kentle­rin cadde ve meydanlarını göstermeye özen göstermiştir.

6. 1 Mayıs’ın tek ya da birkaç merkezde bir gösteriye indirgenmesine karşı şiddetle karşı durmuş, “1 Mayıs’ın kutlanabildiği her yerde kutlanması” için mücadele etmiştir. Kısacası bugün eğer yüzden fazla merkezde ve pek çok emekçi semtinde, sanayi havzasında 1 Mayıs kutlanıyorsa, bunda EMEP’in bu çaba­ları belirleyici olmuştur.

7. 1 Mayıs’ı, 1 Mayıs kutlamalarının sembol mey­danı olarak “Taksim’de kutlamak” elbette ki, Türkiye işçi sınıfının en doğal hakkıdır. An­cak “Taksim tartışması” çerçevesinde, sınıfın ihtiyaçları, örgütlenme ve mücadele düzeyi gibi en önemli gerçekleri görmezden gelerek, kendi duygularıyla ihtiyaçlarını sınıfın çıkar­larının önüne kayan “sol” siyasi çevreler ve onlara boyun eğen sendika ve emek örgütü yöneticilerinin bu tutumlarına karşı, EMEP, kesintisiz bir mücadele yürütmüştür. Eğer Taksim’e çıkılacaksa; bunun, bütün bir yıl içinde işyerleri ve hizmet birimlerinden baş­layarak örgütlenen ve Taksim’i fetheden bu mücadele olması gerektiğine dikkat çeken EMEP, “Taksim çağrısı”nın, yıl boyunca sa­dece “1 Mayıs’ı bu yıl da Taksim’de kutlaya­cağız” sayıklamasını aşan, 1 Mayıs günüyse “şurda şurda toplanıp Taksim’e çıkacağız”,… gibi basit formülasyonlara indirgemeyen bir mücadele örgütlemeyi zorunlu kıldığını, aksi halde “Taksim’de 1 Mayıs kutlama” iddiasının basit bir “Taksimcilik” ve kutlamayı değil ama “1 Mayıs’ı kutlamamayı ilke edinmek” olduğu­nu her platformda savunmuştur.

Geçen süre içinde elbette EMEP’in bu “1 Mayıs taktiği” işçi sınıfımızın uyanan kesimleri, mücadeleci sendikacılar, emek örgütü yönetici­leri ve kimi siyasi çevreler tarafında da benim­senmiş, bu alanda ileri doğru atılan adımlar da ancak bu taktik tutumun yaygınlaşmasıyla mümkün olmuştur.

Bugün gelinen yerde, artık “tek veya birkaç merkezde 1 Mayıs kutlanması”nı savunan, 1 Ma­yıs’ı bir “sol siyasi gösteri” olarak düzenlemek isteyen çevreler, “Taksimci 1 Mayıs anlayışı”nın taraftarları,… hala bu “sınıf dışı” tutumları sa­vunuyor olsalar da, uyanan işçi kesimleri, sınıf­tan yana sendikacılar ve emek mücadelesinin işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi, 1 Mayıs’ın da bu mücadelenin görünen bir yönünden iba­ret olduğunu fark eden ilerici, demokrat, aydın çevreler içinde bu anlayışların itibarının kaldığı söylenemez.

Bu arada “Taksimcilik”le 1 Mayıs’ı “Taksim kültü”ne kilitleyip kurban eden çevreler ve onla­ra boyun eğen sendikacılar, emek örgütü yöneti­cileri, hala İstanbul’da 1 Mayıs kutlanmamasında “etkin” bir role sahip olmaya devam etmektedir. Ama 2015 1 Mayıs’ında gelinen yer ve koca sen­dikaların ve emek örgütü yöneticilerinin düştük­leri acz, gelecek yıl artık aynı tablonun yenilen­memesi için yeterince öğretici olmuştur.1

1 Mayıs’ı “nostaljik tören”e indirgeyen Türk-İş ve Hak-İş Konfederasyonlarıyla pek çok sendika merkezi türünden sendikal çevreler ise, yukarıda belirtildiği gibi, artık, işi, kendilerinin nutuk atıp 1 Mayıs’ı baştan savdıkları illere kaçmaya kadar vardırmışlardır. Ama artık onların bu girişimleri 1 Mayıs kutlaması” olarak değerlendirilemez ve işçiler arasında da öyle tartışılmıyor zaten. Sa­dece sendikal bürokrasinin eleştirisi söz konusu olduğunda, bürokrasinin hain rolünün bir ifade­si olarak bu “kutlamalar” gündeme gelmektedir.

Bütün bu engellemelere karşın, son yıllarda 1 Mayıs’lar, pek çok merkezde, çeşitli konfede­rasyonlardan (çoğu zaman sendika merkezleri­nin engelleme girişimlerine karşın) yerel sendika şubelerine kadar, emek ve meslek örgütleri ile emekten yana parti ve çevreler tarafından ortak kutlamalar olarak geçekleşmektedir. Bazı illerde (bazen şu bazen bu ilde) iki ayrı 1 Mayıs kutlan­dığına tanık olsak da, bunlar yerel kimi sorun­larla ilgili olup gidişatın ve gelinen aşamanın asıl eğilimini yansıtmamaktadır.

1 MAYIS TAKTİĞİNİ YENİLEME İHTİYACI

İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik Dayanışma ve Mücadele Günü olan 1 Mayıs’ın kutlanmasın­da, yukarıdaki tartışmalar ışığında bugün; “Bu­gün gelinen aşama ve 1 Mayıs’ın kutlanma biçi­mi, mücadelenin ihtiyacına yanıt veren bir biçim midir; daha çok yerde, daha yaygın 1 Mayıs kut­layarak ilerlersek, bize düşeni yapmış olur mu­yuz?” sorularına yanıt vermek gerekmektedir.

Şu çok açıktır ki, bugün gelinen yerde, 1 Mayıs’ın, her yerde “yaygın” olarak kutlanması önemlidir, ama mücadelenin ihtiyaçları, işçilerin örgütlenme düzeyi, 1 Mayıs değerlerinin işçiler arasındaki yayılmasının önemi gibi nedenler dik­kate alındığında; bugün gelinen yerin aşılması gerektiği de apaçıktır. Başka bir söyleyişle, “daha yaygın 1 Mayıslar kutlamak, bugün 100 yerdeyse yarın 120,…150 yerde kutlamak, artık 1 Mayıs’la­rın kutlanmasında daha ileri aşama sayılamaz.

Aslına bakılırsa, Emek Partisi’nin taktiği­nin içeriğinde, “yaygın 1 Mayıs’lar ve “üretim ve hizmet birimlerinde kutlama”, işçi sınıfının ana gövdesi içinde 1 Mayıs değerlerinin yaygın­laştırılmasına yönelik bir çalışmanın yanında, kutlamaların da, doğrudan işçi yığınlarına en yakın mekanların (sokak, cadde ve meydanla­rın) değerlendirilmesiyle yapılması belirleyici bir önemdedir. Ama son yıllarda, 1 Mayıs’ı birkaç merkezde yapılan bir “gösteri” olarak kutlama eğilimine karşı mücadele içinde “daha çok mey­danda 1 Mayıs kutlaması” öne çıkaken, taktiğin özü geriye düşmüştür.

Kısacası; Emek Partisi’nin 1 Mayıs taktiğinin görünür yanı “Her yer 1 Mayıs alanı” şiarıyla ifa­de edilen yaygın 1 Mayıs kutlamalarının çoğaltıl­masıdır. Bunun yanında, işletmelerde ve yerel­lerde işçi ve emekçilerin doğrudan kutlama için çalışmalara da katılmasıyla yapılan etkinlikler ise, genellikle 1 Mayıs’a katılmak için “hazırlık çalışmaları” olarak ele alınmıştır.

Bugün artık, elbette daha yaygın 1 Mayıs kut­lamalarını da teşvik ederek, ama daha çok işçi ve emekçilerin doğrudan 1 Mayıs’ı kutladıkları, işyerleri ve hizmet birimlerinde, emekçi semt­lerinde 1 Mayıs’ın değerlerinin yaygınlaştırıl­ması ve işçilerin en acil talepleri etrafında bir ajitasyonla birleştirilen çalışmaların üstünden 1 Mayıs’ın kutlanması, materyallerin bu amaca hizmet edecek bir içerikte çıkarılması, çalışmala­rın sosyal-kültürel etkinliklerle de desteklenerek zenginleştirilmesi, sınıfın devrimci taktiğinin öne çıkan yanı olmak durumundadır.

Nitekim, 2015 1 Mayıs’ında 1 Mayıs çalışma­ları içinde, özellikle EMEP’in az çok etkin çalış­masının olduğu alanlarda 1 Mayıs’ın kutlanması içinde iki önemli yöneliş ortaya çıktı.

Bunlardan birincisi, çeşitli emekçi semtlerin­de “yerel kutlamalar”ın yapılmasıdır. Ki, bunlar, geçmişten farklı olarak, yereldeki çevrelerce, işçi ve emekçiler bir meydana çağrılmadan ve her hangi bir prosedüre tabi olmadan, çıkıp, 1 Mayıs ve onun değerlerinin üstünden bir ajitasyonun yapılmasıdır. İstanbul, İzmir, Ankara gibi merke­zi alana gitme zorluklarının olduğu illerde, özel­likle de İstanbul’da “Taksimci” eğilime karşı bir yanıt da olmak üzere, bu tür etkinlikler çoğaldı; daha çok da bu etkinlikler 1 Mayıs’tan önceki günlerde, “hazırlık etkinliği” gibi yapıldı.

2015 1 Mayıs’ında ortaya çıkan ikinci yöneliş ise, son iki yıldan beri talepleri için çeşitli di­renişlerden fiili greve kadar yerel düzeyde ama “işkolu”nu kapsayan eylemler yapabilen İstan­bul Nakış işçilerinin 1 Mayıs kutlamasıydı.

Nakış işçileri; Yeni Bosna-Bağcılar sınırın­dan başlayarak, Emek Partisi’nin çağrı yaptığı Şirinevler Meydanı’na kadar onlarca fabrika ve atölye önünde durup, ajitasyon konuşmaları yaparak, 1 Mayıs olmasına rağmen çalışmaya zorlanan işçilere hakların anlatıp oları 1 Mayıs’ı kutlamak için dışarı çağırarak, 10-12 kilometrelik yol boyunca sokak ve caddelerde on binlerce ki­şiye taleplerini ve 1 Mayıs değerlerini haykırarak, gerçek bir 1 Mayıs kutlaması örneği sunmuşlar­dır. Ve Şirinevler’den sonra da, orada kendilerini bekleyen emekçilerle de birleşip E-5’i kapatarak İncirli’ye kadar yürüyen işçiler, yakın tarihimizin en gerçek 1 Mayıs kutlamasını yapmışlardır.

Bu iki yöneliş, bundan sonra 1 Mayıs’ın nasıl kutlanması gerektiğini göstermektedir.

Sınıflar mücadelesinin tarihi bize göstermek­tedir ki, sınıfın mücadele biçimleri mücadelenin içinden çıkar; sınıf partisi, bu ipuçlarını ve ipuç­larının arkasındaki gerçekleri dikkate alarak, bu­ralardan hareketle mücadelenin mükemmelleş­mesi için çalışır. Bu açıdan bakıldığında, 1 Mayıs kutlamalarındaki iki yöneliş; bize 1 Mayıs’ın;

1. Yerel kutlamalar biçiminde gerçekleştirilmesi ve bu biçimin gereklerine uygun bir çalışma tarzının egemen olması gerektiğini göster­mektedir. Bu, bu çalışmanın yapıldığı alanda, bir yandan 1 Mayıs değerlerinin yaygınlaşma­sını sağlayan araçların en geniş işçi ve halk kesimlerine ulaşması için çalışılırken, aynı zamanda o alandaki işletmelerde çalışan işçi ve emekçilerin acil talepeleri üstünden yoğun bir ajitasyonu zorunlu kılar.

2. 1 Mayıs gösterisinin hazırlanışı ise, tıpkı İstan­bul Nakış İşçilerinin yaptığı gibi, işletmeler­den kalkan ve civardaki işletmeler, atölyeler ve emekçi semtlerindeki işçi ve emekçilerin 1 Mayıs’a çağırılması ve elbette sadece çağır­makla da kalınmayıp, alana nasıl gidileceğini “yürüyerek”, “gösteri yaparak”.. vb. araçlarla gösterip gidişi örgütlemeyi kapsamalıdır. Na­kış işçileri bunun bir örneğini sunmuşlardır.

Toplam açısından bakıldığında, 2015 1 Ma­yıs’ında İstanbul Nakış İşçilerinin eylemi olarak ortaya çıkan biçimin, İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in, Bursa’nın,… başlıca emekçi semtleri ve sanayi havzalarında yapılmesının hiçbir engeli­nin olmadığı ortadır. Örneğin Bağıcılar, Bahçe­lievler, Güngören,… gibi ilçelerin semtlerinden 10-20 koldan Şirinevler Meydanı’na gelinebilece­ği gibi, her yerel merkezde de, nakış işçilerinin örneğinde olduğu gibi, birçok koldan gelinip bir­leşilebilir. Ve “Taksim yasağı” oyunu da, bu bi­çimiyle, yerel alanlardan ilerlenerek, bozulabilir.

1 Mayıs büyük kentlerde böyle örgütlene­bileceği gibi, orta büyüklükteki ve küçük kent­lerde de, kent meydanlarına, işçi ve emekçi­ler emekçi semtleriyle sanayi havzalarından… yürüyerek, bu yürüyüşlerin “gösteri” niteliği yükseltilerek yapılmasıyla bütün kentin 1 Ma­yıs alanına dönüşmesi sağlanarak örgütlenip, 1 Mayıs’ın sermaye güçlerine karşı işçi sınıfı ve emekçilerin “sıkılmış yumruğu” olarak kaldı­rıldığı bir mücadele günü olarak biçimlenmesi mümkün olabilir.

****

Renault’un başını çektiği metal işçilerin dire­nişiyle birlikte aslında işçilerin kendi talepleri et­rafında ne kadar kolay birleştikleri, artık herkes­ce ve bu arada, 1 Mayıs’ta, onlar “gerici” diye, Türk Metal üyesi işçilerin kortejiyle aynı tarafta yürümekten imtina eden “solcu”larca da görül­müştür. En azından bu büyük direniş vesilesiyle görüldüğünü umalım!

Dolayısıyla, işçi sınıfının sınıf karakterinin ifadesi olarak 1 Mayıs’ın bayrağına yazılan “en­ternasyonalizm, birlik, dayanışma ve mücadele” değerlerinin ne işçi sınıfının tarihine ait ve ne de idealize edilmiş soyut propaganda konuları olduğunu, ama tersine, gayet canlı, az çok ciddi mücadelenin gündeme geldiği her yerde bu de­ğerlerin yeniden işçilerin kollarında yükseldiğini gördük!

Metal işçilerinin mücadelesi örneğinde, sa­dece bir ay önceki metal işçisi ile bugünkü me­tal işçisinin duygu ve düşünceleri arasındaki fark bile; 1 Mayıs değerleriyle işçi sınıfının sınıf karakteri, mücadelesiyle sınıfın bu karakteri ara­sındaki illşki, 1 Mayıs’ın işçi sınıfı için anlamı ve önemi,… konularında Emek Partisi’nin 1 Mayıs’a yaklaşımı (1 Mayıs taktiği demekte bir sakınca yok) ile 1 Mayıs’ı bir “sol gösteri” ya da “nostal­jik törene” dönüştürenlerin izledikleri hat arasın­daki karşıtlığı ortaya koymaya yeter.

2015 1 Mayıs’ında öne çıkan yönelişleri ge­liştirerek ve mücadelenin yarattığı imkanları daha dalaysız biçimde değerlendirerek 2016 1 Mayıs’ını layıkıyla kutlamak için bugün artık imkanlar son derece genişlemiştir. Ama bu im­kanların varlığı, kendiliğinden gerçekleşeceği anlamına gelmemektedir. Bu yüzden de Emek Partisi ve 1 Mayıs’ın layıkıyla kutlanması için mücadele eden ileri işçilere, kamu emekçilerine, mücadeleci sendikacılara her platformda görev düştüğü gibi, doğrudan işçi ve emekçiler arasın­da her tür “göstericilik” ve “yasak savmacılık”la mücadele ertelenemez bir görev olmaya devam etmektedir.

Bir ideoloji olarak iktisat

Geçtiğimiz aylarda Cumhurbaşkanı Erdo­ğan’ın Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı ile faiz politikası üzerine yürüttüğü açık polemik sırasında azımsanamayacak sayıda iktisatçının, “bilimsel gerekçelerle” Merkez Bankası yöne­timinin yanında yer alması, yerleşik iktisadın hegemonik gücünün en güncel kanıtı olarak kar­şımıza çıktı. Sonradan tatlıya bağlanan bu tartış­mada, Erdoğan’ın otoriter yaklaşımına duyulan tepkinin, birçok eleştirel iktisatçıyı Merkez Ban­kası’nın “bağımsızlığı”nı savunmaya yönelttiğini gözlemledik. Söz konusu tartışmada Erdoğan’ın tavrının demagojik olduğu gerçeği bir yana, Mer­kez Bankası yönetiminin yasalarca kendisine ta­nınmış “politika bağımsızlığı”nı öne sürerek faiz indirimine yanaşmamasının temel nedeni, fiyat istikrarını temel hedef olarak benimseyen pa­rasalcı makro iktisadi yaklaşımı tartışmasız bir doğru olarak kabul etmesiydi.1 1980’lerden iti­baren egemen hale gelen bu makro iktisadi yak­laşım, temelde mali sermayenin giderek genişle yen uluslararası spekülatif yatırımlarının enflas­yon nedeniyle değersizleşmesinin önüne geçmek ve işsizlik ve enflasyonu alternatifleri arasında enflasyonu temel sorun olarak saptayarak işçi sınıfının işsizlik yoluyla disipline edilmesi için formüle edilmiştir. Bu yaklaşım, 1980’lerden iti­baren küresel ölçekte hayata geçirilen neoliberal politikaların en önemli ayaklarından birisidir. Bu süreçte Merkez Bankalarının, büyüme ve işsiz­lik gibi sorunlar yerine enflasyonla mücadeleyi önceleyen politikaları uygularken hükümetler­den bağımsız [ve elbette uluslararası finans ka­pitale bağımlı] hareket etmeleri yasal güvence altına alınmıştır. Türkiye’de Merkez Bankası’nın bağımsızlığı ile ilgili düzenlemeler, Türkiye’nin büyük finansal krizler yaşadığı 1994 ve 2001 yıl­larında IMF gözetiminde oluşturulmuştur.

Yakın dönemdeki bu tartışmada akılda ka­lan bir diğer ilginç ayrıntı ise, Erdoğan’a karşı Merkez Bankası yönetimi savunan ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan hak­kında CHP’nin ekonomiden sorumlu başkan yardımcısı Doç.Dr. Selin Sayek Böke’nin yaptığı açıklamalardı. Böke, Babacan’a şu sözlerle des­tek verdi:

“2007’ye kadar kendisine verilmiş olan prog­ramı iyi uygulayarak çok doğru bir şey yaptı. 2008’den itibaren, ‘Hadi siz kendi reform pa­ketinizi yazın’ dendiğinde maalesef aynı gücü göstermedi. Daha sessiz ve daha geride durarak piyasaları sakinleştiren yaklaşımı kıymetli, ama onun esas yükümlülüğü Türkiye’nin ihtiyaç duy­duğu reformların yapılmasını sağlamak.”2

CHP’nin Tansu Çiller’i diye lanse edilen ve kendisinin de bundan rahatsız olmadığı anlaşılan Böke’nin söz ettiği program, 2001 krizi sonrasın­da IMF gözetiminde Kemal Derviş’in parlamento­yu “15 günde 15 yasa” dayatmasıyla esir alarak çıkardığı “yapısal reform” yasalarını içeren neo­liberal saldırı programı. Tarımı ve köylülüğü çö­küşe sürükleyen, Türkiye’yi güvencesiz ucuz işçi cenneti haline getiren, her yıl binlerce işçinin ölü­müyle sonuçlanan iş kazalarının, taşeron çalış­manın olağanlaştığı bir çalışma düzeni oluşturan milyonlarca insanı sosyal yardıma muhtaç eden, eğitim sağlık ve sosyal güvenliği piyasalaştıran ve tarihin en büyük özelleştirmelerini hayata geçi­ren bu program, CHP sözcüsü tarafından iktisat biliminin gereği olarak savunuluyor.

Bu yazıda, iktisat biliminin kapitalizmin sü­rekliliğini sağlamak için oynadığı rolü açıklığa kavuşturmaya çalışacağız. Bu çerçevede, ikti­sadın belli bir toplumsal sınıfın çıkarlarını ifa­de eden görüşleri nasıl evrensel yasalar olarak formüle ettiğini ve kapitalizmin konjonktürel gereklerini nasıl yegane bilimsel doğrular ola­rak savunduğunu, tarihsel gelişimi çerçevesinde tartışacağız.

***

İktisadın sömürü ve eşitsizlik üzerine kurulu mevcut dünyaya bakışı, 18. yüzyıl Fransız Aydın­lanmasının önde gelen düşünürlerinden Voltai­re’in Candide romanındaki Dr. Pangloss’u akla getiriyor.3 Voltaire, mevcut dünyadan daha iyi bir dünyanın mümkün olmadığını, dünyada ya­şanan acıların kaçınılmaz bir zorunluluk olduğu nu savunan Leibniz’in felsefesini eleştirmek için kaleme aldığı bu romanda hayali bir yolculuğu anlatır. Bu yolculuğa katılan saf ve iyimser genç Candide’e, Leibniz felsefesini temsil eden Dr. Pangloss ve sağduyulu filozof Martin eşlik eder. Yolculuk boyunca sayısız felaketle karşılaşan üç­lüden Dr. Pangloss, karşılaştıkları her felakette, diğerlerine her şeyde iyi bir taraf olduğu ve olay­ların başka türlü olamayacağını söyler.

Dr. Pangloss’un mevcut dünyanın olabilir dünyaların en iyisi olduğunu telkin eden felse­fesinin, modern sosyal bilimlerin inceleme nes­nesi ile kurduğu ilişkinin mükemmel bir tasvirini verdiğini söyleyebiliriz. Pozitivizmin etkisi altın­da şekillenen yerleşik sosyal bilim pratiği, doğa bilimlerinin araştırma mantığını toplumsal alana taşıyarak, toplumu bir mekanizma olarak ince­ler, böylece toplumdaki eşitsiz güç ilişkilerini doğallaştırarak değer yargılarından bağımsız saf bir bilim yapılabileceğini iddia eder4. Neoklasik ya da marjinalist denilen iktisat anlayışının ege­men olduğu yerleşik akademik iktisat, sosyal bi­limlerde pozitivizmin etkisinin kendisini en kaba biçimiyle gösterdiği alandır.5 Yaklaşık bir buçuk asır önce pozitivizminin etkisi altında oluşturul­muş sözde bilimsel bir teorik çerçeveye dayanan bu iktisat ekolü, o günden bugüne öngörüleri gerçek yaşam tarafından defalarca yanlışlanma­sına, içsel tutarsızlığını çarpıcı bir şekilde ortaya koyan sayısız eleştiriye rağmen iktisadi incele­melere temel oluşturmaya, üniversite eğitimine egemen olmaya devam etmektedir.

Neoklasik iktisat, bir dizi gerçek dışı varsa­yım temelinde oluşturduğu teorik model aracılı­ğı ile, “piyasa ekonomisi”nin insan doğasına en uygun sistem olduğunu ileri sürmekte, toplumsal eşitsizlik, sömürü, yabancılaşma, ekolojik yıkım, azgelişmişlik, savaşlar vb. sayısız sorunun siste­min işleyişinden değil, devletin sistemin işleyişi­ne engel olan dışsal müdahalelerinden, rasyonel olmayan insan davranışlarından kaynaklandığı­nı savunmaktadır. Bu yönüyle bu ekol, mevcut toplumsal ilişkileri meşrulaştıran güçlü bir ide­olojidir ve egemen ideolojinin en önemli kurucu öğelerinden birisidir.

İktisadın ideolojik gücü, her şeyden önce her çağın egemen fikirlerinin o çağın maddi egemen gücü olan sınıfının fikirleri olması gerçeğinden kaynaklanır. “Egemen düşünceler, …düşünceler halinde kavranan egemen maddi ilişkilerden yani o bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerden başka bir şey değildir. Bu düşünceler egemen sınıfın düşünürleri tarafından sistemleştirilir. Başka bir deyişle, “egemen sınıfın bilinçli üye­leri, egemen konumların sağladığı olanaklarla, kendi çağlarının düşünce üretimini ve bu düşün­celerin yayılmasını düzenlerler”. Egemen sınıfın çıkarlarını, “geçerli yegane rasyonel düşünceler” olarak sunarlar.6

İdeolojinin gücü yalnızca egemen sınıfın gü­cünden kaynaklanmaz. İdeoloji kaynağını ger­çekliğin kendisinin tersyüz edilmiş olarak görün­mesinden alır. Aşağıda daha ayrıntılı tartışılacağı gibi, kapitalist gerçeklik, ilk bakışta kendisini bir metalar yığını ve onların değişim etkinliği ola­rak gösterir. Yerleşik akademik iktisat, görünüş­le gerçek arasındaki farkı dikkate almadan, bu tersyüz edilmiş gerçekliği, gerçeğin kendisi ola­rak görür. Marx’ın yüzeysel [vulgar] politik eko­nomi adını verdiği yaklaşımın izinden giderek “burjuva üretim ilişkileri içinde sıkışıp kalmış, burjuva üretimini sürdüren” kişilerin piyasada­ki davranışlarına ilişkin “fikirlerini doktriner bir şekilde yorumlamaktan, sistemleştirmekten ve savunmaktan başka bir şey yapmaz”7 Örneğin yerleşik akademik iktisadın kurucularından Alf­red Marshall, 1890 yılında yayınlanan İktisadın İlkeleri adlı eserinde bu eğilimi şu sözlerle açığa vurur: “Politik ekonomi ya da iktisat gündelik iş hayatı içindeki insanın incelenmesidir. Bireysel ve toplumsal eylemin refahın maddi gereklerinin elde edilmesi ve kullanılmasıyla en yakından bağlantılı bölümünü araştırır.” Bir başka akade­mik iktisatçı, Lionel Robbins, 1932 yılında yazdı­ğı bir kitapta kullandığı iktisat tanımıyla daha da ileri gider ve bütün insan deneyimini piyasadaki davranışlara indirger; “İktisat, alternatif kulla­nım alanlarına sahip kıt kaynaklar ile amaçlar arasındaki ilişki olarak insan davranışlarını ince­leyen bilimdir.” Bu tanımlardan anlaşıldığı gibi, yerleşik iktisat, bütün insan davranışlarını, 19. yüzyıldaki İngiliz işadamının piyasadaki davra­nışları ile özdeşleştirerek, kapitalizmin çelişkisiz bir şekilde kendisini yeniden üretmesini sağlaya­cak toplumsal ilişkilerin ve buna dayanak oluş­turacak bireysel davranışların oluşturulmasına hizmet eden bir bilim pratiği sergilemektedir.

Kapitalizmin görünüş öğelerini sistemleştiren bu sözde bilimi icra eden profesyonel iktisatçıla­rın bu ideolojinin taşıyıcı olması, yalnızca ters­yüz edilmiş gerçekliğin sistemleştirilmesi ve ras­yonel biçim olarak kavranmasından kaynaklan­maz. Akademik iktisat örgütlü bir güçtür. İktisat içindeki araştırma gündemleri ve kuramsal yak­laşımlar, geleneğin seçkin temsilcileri tarafından Nobel ödülleri vb. mekanizmalarla belirlenmek­te; bu ödüller, büyük ölçüde kapitalizmin dö­nemsel ihtiyaçlarına uygun araştırmalara imza “burjuva üretim ilişkileri içinde sıkışıp kalmış, burjuva üretimini sürdüren” kişilerin piyasada­ki davranışlarına ilişkin “fikirlerini doktriner bir şekilde yorumlamaktan, sistemleştirmekten ve savunmaktan başka bir şey yapmaz”7 Örneğin yerleşik akademik iktisadın kurucularından Alf­red Marshall, 1890 yılında yayınlanan İktisadın İlkeleri adlı eserinde bu eğilimi şu sözlerle açığa vurur: “Politik ekonomi ya da iktisat gündelik iş hayatı içindeki insanın incelenmesidir. Bireysel ve toplumsal eylemin refahın maddi gereklerinin elde edilmesi ve kullanılmasıyla en yakından bağlantılı bölümünü araştırır.” Bir başka akade­mik iktisatçı, Lionel Robbins, 1932 yılında yazdı­ğı bir kitapta kullandığı iktisat tanımıyla daha da ileri gider ve bütün insan deneyimini piyasadaki davranışlara indirger; “İktisat, alternatif kulla­nım alanlarına sahip kıt kaynaklar ile amaçlar arasındaki ilişki olarak insan davranışlarını ince­leyen bilimdir.” Bu tanımlardan anlaşıldığı gibi, yerleşik iktisat, bütün insan davranışlarını, 19. yüzyıldaki İngiliz işadamının piyasadaki davra­nışları ile özdeşleştirerek, kapitalizmin çelişkisiz bir şekilde kendisini yeniden üretmesini sağlaya­cak toplumsal ilişkilerin ve buna dayanak oluş­turacak bireysel davranışların oluşturulmasına hizmet eden bir bilim pratiği sergilemektedir.

Kapitalizmin görünüş öğelerini sistemleştiren bu sözde bilimi icra eden profesyonel iktisatçıla­rın bu ideolojinin taşıyıcı olması, yalnızca ters­yüz edilmiş gerçekliğin sistemleştirilmesi ve ras­yonel biçim olarak kavranmasından kaynaklan­maz. Akademik iktisat örgütlü bir güçtür. İktisat içindeki araştırma gündemleri ve kuramsal yak­laşımlar, geleneğin seçkin temsilcileri tarafından Nobel ödülleri vb. mekanizmalarla belirlenmek­te; bu ödüller, büyük ölçüde kapitalizmin dö­nemsel ihtiyaçlarına uygun araştırmalara imza atan iktisatçılara verilmektedir. Üniversitelerde okutulan iktisat derslerinin içeriğini ise, ABD’nin seçkin üniversitelerinde çalışan, aynı zamanda yönetici sıfatıyla IMF ve Dünya Bankası gibi em­peryalist kuruluşların politikalarını tasarlayan, Goldman Sachs gibi mali sermayenin önde gelen kuruluşlarında danışmanlık yapan iktisatçılar belirlemektedir. Buradan iktisadın, emperyaliz­min doğrudan müdahalesi ile egemen hale gel­diği sonucu çıkarılmamalıdır. Yerleşik akademik iktisat, bir ideolojik aygıt olarak üniversitelerin kendine özgü işleyiş mekanizmaları sayesinde, hegemonik bir güç haline gelir ve profesyonel iktisatçıların çoğunun bilinçli ya da bilinçsizce uluslar arası kapitalizmin çıkarlarıyla uyumlu bir şekilde çalışmasını sağlar. Buradaki kritik öğe, akademinin iç örgütlenmesi ve geleneklerinin, belirli araştırma alanları ya da belirli perspektif­leri kendi üyelerine dayatmasına olanak tanıma­sıdır. Birçok iktisatçı, iktisat öğretiminin eleştirel yaklaşımları dışlayan katı müfredatının rahle­sinden geçtikten sonra öğrendiklerini iktisadi meseleleri anlamaya dönük alternatifsiz bir yak­laşım olarak içselleştirir. Yoğun ve teknik yönü baskın bir öğrenim sürecinden sonra, alternatif /eleştirel bir yaklaşıma yönelmenin entelektüel maliyeti, böyle eğilimleri olan birçok kişi üzerin­de caydırıcı bir rol oynar. Yani bu kişiler kendi kendini kandırmayı tercih ederler.

Öte yandan akademik camianın geçerli ka­bul ettiği araştırma alanlarının ve bu alanlardaki egemen yaklaşımların dışına çıkmaya yeltenen iktisatçıların ve iktisat öğrencilerinin karşısına sayısız engeller çıkarılır. Zaten kapitalizmin işle­yişinin ürettiği rasyonel (hesap kitapçı) ve birey­ci insan davranışını benimseyen birçok iktisatçı daha kolay derece alınabilecek, daha kolay ya­yın yapılabilecek moda konuları ve yaklaşımları tercih eder. Örneğin kapitalizmin son 30 yılına damgasını vuran spekülatif sermaye hareketleri üzerine, teorik çerçevesini önde gelen ABD’li ik­tisatçıların ve IMF gibi emperyalist kuruluşların belirlediği birbirinin kopyası binlerce çalışma / tez yazılmıştır. İktisadın hegemonik gücü daha çok bu “rasyonel tercihler”den kaynaklanır. Akademi, ortaçağlardaki gibi farklı düşünceleri cezalandırmaz, caydırır; örgütlü gücü sayesinde, akademik yükselme ve dikkate alınma vaadiyle kendi dili içinden konuşmaya ikna eder. Bugün, emekçilerin yaşam koşullarına duyarlı birçok ik­tisatçı, çoğu kez farkında olmadan bu hegemo­nik dilin içinden konuşmakta, gerçekçi olmak adına iktisadın belirlediği sınırlar içindeki araş­tırma konularına ve yöntemlerine odaklanarak mevcut hegemonyayı yeniden üretmektedir.

İzleyen başlıklarla, iktisadın bir ideoloji ola­rak oynadığı rolü açıklığa kavuşturmak üzere, gelişiminin temel dönüm noktalarını ele alaca­ğız. Günümüzün yerleşik akademik iktisadı ka­pitalizmin tekelci aşamasında ortaya çıkmıştır. Ancak, entelektüel açıdan kökleri Antik Yunan’a kadar izlenebilen bir inceleme alanıdır. Bu tür bir inceleme, kendisini ebedi ve doğal gerçek­lerin rasyonel ifadesi olarak gören iktisadın bu iddiasının geçerli olmadığını ortaya koymak ba­kımından da yararlı olacaktır.

I. KAPİTALİZMDEN ÖNCE: PARA KAZANMA SANATINA KARŞIT OLARAK OİKONOMİA

Bağımsız bir bilgi alanı olarak iktisadın do­ğuşu, ekonomi alanının siyasal – dinsel alandan bağımsızlaşmış bir alan olarak belirdiği kapita­lizmin doğuşu ile örtüşür. Kapitalizm öncesi sı­nıflı toplumlarda iktisadi meseleler üzerine ge­liştirilen düşünceler, kapitalizm öncesi dünyanın yönetim meselelerini ahlaki ve dinsel temelde tartışan metinlerde ele alınmıştır. Kapitalizm ön­cesi dünyada ekonomik ilişkiler, siyasi ve dinsel tahakküm ilişkileri içinde gömülüdür. Toplumsal gelişmenin bu aşamasında; askeri, idari ve dinsel gücü elinde bulunduranlar, bu güçlere dayana­rak doğrudan üreticinin artı ürününe zor yoluyla el koyarlar. Artı ürüne ekonomi dışı yollarla el koyma süreci, doğrudan üreticinin, kişisel olarak yönetici sınıfa bağımlı olmasını beraberinde geti­rir. Bu bağımlılık, doğrudan üreticinin doğrudan mülk edinilmesi [kölecilik] biçiminde olabileceği gibi, daha yaygın olarak, zor yoluyla bir dizi yü­kümlülüğe tabi kılınması biçiminde gerçekleşir. Kapitalizm öncesi dünyada doğrudan üreti­cinin yönetici sınıfa bağımlı hale gelişi zaman­la kurumsallaşmış, sömürü ilişkileri gelenek ve dinin meşrulaştırıcı gücüne dayanarak sürdü­rülmüştür. Yönetici sınıf, Tanrı’nın ya da tanrı­ların yeryüzündeki temsilcisi olma, kahraman­lık, soyluluk, adalet dağıtma vb. kutsal ögelerle egemenliğini meşrulaştırır. Öte yandan, egemen sınıfların artı ürüne üretimin koşullarını de­ğiştirmeden zor yoluyla el koyması, doğrudan üreticilere, üretimin koşulları ve üretim araçları üzerinde belli bir kontrol olanağı sağlar. Köylü ve zanaatkâr, üretimi, kendi üretim araçlarını kulla­narak gerçekleştirir. Ancak kişisel bağımlılıktan ötürü, yönetici sınıfa, artı ürünü ve artı emeğini (angarya) sunmak zorundadır.

Kapitalizm öncesi dünyada, toplumsal üre­tim kullanım değeri temelinde örgütlenir. Kulla­nım değeri insanının doğa üzerindeki değiştirici etkinliğinin en önemli yönünü oluşturan üretim faaliyeti sonucunda elde edilen ürünün [eski Türkçe:mamül, ing. product] ihtiyaçları giderme özelliğine işaret eder. Bir ekmeğin açlığı gider­me özelliği onun kullanım değerini ifade eder. Kullanım değeri, ürünün niteliği ile ilgilidir, yani niteliksel bir kavramdır.

Buna karşılık, ürün üreticinin ihtiyacının öte­sinde üretilip başka ürünlerle değiştirilmek ya da para kazanmak üzere pazara çıktığında, ih­tiyaçları giderme özelliğini ifade eden kullanım değerine yeni bir değer biçimi eklenir. Buna, değişim değeri denilir. Değişim değeri, kullanım değerinin üzerine bir fiyat etiketinin takılmasıyla ortaya çıkar. Fiyat etiketi taşıyan ürüne, kulla­nım değeri için üretilmiş olan üründen farkını ortaya koymak üzere, meta [Arapça, çoğulu emtia, ing. commodity] denilir. Metanın alameti farikası, kullanım değerine ek olarak, değişim değerine sahip olmasıdır. Bu yönüyle, kullanım değeri niteliksel bir kavram iken değişim değeri nicelikseldir.

Kullanım değerinin egemen olduğu toplum­larda üretimin temel amacı, temel ihtiyaçların giderilmesidir. Üretici güçlerin sınırlı gelişimi ko­şullarında, beslenme, barınma, ısınma, giyinme vb. temel ihtiyaçlar, doğrudan üreticiler tarafın­dan ev ekonomisi içinde çözüme kavuşturulur. Üretim sürecinde elde edilen ürünün bir bölü­mü ise, vergi, rant vb. adı altında yönetici sınıfa aktarılır. Bu toplumlarda, piyasa, toplumsal ya­şamda oldukça sınırlı bir rol oynar. Egemen sını­fın lüks ihtiyacı için seferber edilen uzak mesafe ticaret dışında, piyasa çoğunlukla kullanım de­ğerlerinin değiştirilmesine dayalı meta dolaşımı bağlamında söz konusudur. Burada doğrudan üretici pazara, kâr elde etmek üzere değil, satın almak için satmak üzere çıkar. Sözgelimi kasa­bada ayda bir kurulan pazara giden bir çoban, elindeki hayvanı et ihtiyacı olan birisine satıp, elde ettiği para ile çiftçiden kendi ihtiyacı olan ekmeklik buğdayı satın alır. Bu dolaşım Meta-Para-Meta formülüyle ifade edilir.

Kapitalizm öncesi dünyada, lüks mallar dı­şında, şarap, zeytinyağı, sabun, tuz, kereste vb. kimi ürünlerin uzak mesafe ticaretinde uzmanla­şan toplumlara da rastlanır. Örneğin Fenikeliler, Antik Yunan şehir devletleri, Arap-İslam İmpara­torluğu, dönemlerine göre gelişkin bir dış ticaret ağı kurmuştur. Benzer bir şekilde kapitalizmin doğuş sürecinde feodal İspanyol ve Portekiz ve Hollandalı tüccarlar yaygın bir deniz aşırı ticaret ağı oluşturmuştur. Buralarda ticaret, çoğunlukla devletin ve devlet gücüne yaslanan aristokrasi­nin ve tüccarların imtiyazlar ve tekelci düzenle­melerle yürüttüğü tekelci bir faaliyettir. Rekabet, birikim gibi kapitalizme özgü ilkelere tabi değil­dir, bu nedenle mevcut üretim biçimi üzerinde dönüştürücü bir rol oynamaz.

Kapitalizm öncesi dünyada iktisadi mesele­ler, yönetim, ahlak ve din vb. toplumsal sorunla­rı kapsayan bir üst bilim olarak felsefenin içinde, kullanım değerine dayalı toplumsal yapının mu­hafaza edilmesi kaygısıyla ele alınmıştır. Bu kay­gı ekonomi kavramının kökeninde açıkça görü­lür. Ekonomi kavramı, Yunanca oikonomia’dan gelir. Yunanca ev halkı anlamına gelen oikos ve idare anlamına gelen nomos sözcüklerinin birleşmesinden oluşan oikonomia, ev halkının idaresi anlamına gelir.8 Kavramın içeriğini ilk kez tartışmaya açan Aristoteles, oikonomia’nın içeriğini, ticaret ve tefecilik gibi para kazanmaya yönelik faaliyetlerden dikkatli bir şekilde ayırır. Bu faaliyetler için, Thales’in önerdiği, para ka­zanma sanatı anlamına gelen krematistik kav­ramını kullanır. Aristoteles’e göre, köleci Yunan kentinin temel birimi olan ve köleler, kadınlar ile çocuklardan oluşan hanenin, erkek aile rei­si tarafından idaresi anlamına gelen oikonomia doğal bir faaliyeti ifade eder. Buna karşılık, para kazanma sanatı olan krematistik, toplumsal dü­zen üzerinde ve bizzat bu işlerle uğraşanlar üze­rinde yozlaştırıcı etkiler doğuran doğal olmayan bir faaliyettir.

Aristoteles’in oikonomia-krematistik ayrımın­dan hareketle para kazanma sanatını toplumsal düzeni bozucu, yozlaştırıcı bir faaliyet olarak mahkum etmesinin temel nedeni, kapitalizm ön­cesi toplum biçimlerinin ekonomik değil siyasal-dinsel kaynaklı mülkiyete dayalı sömürü ilişkile­ri üzerinde yükselmesidir. Tek tanrılı dinlerdeki faiz yasağı, adil fiyat saplantısı vb. para kazan­ma sanatına dair faaliyetlere konulan sınırlar, temelde, aristokratik toplumun kalıtsal nitelikli hiyerarşik ilişkilerine parasal gücün sızmasını engellemeyi amaçlar. Aynı anlayış, İncil’de “De­venin iğne deliğinden geçmesi, zenginin Tanrı Egemenliği’ne girmesinden daha kolaydır” (Mar­kos, 10:25) ifadesinde yankısı bulur. Ortaçağ Skolastiğinin temel metinleri ve Klasik dönem İslam düşünürleri aynı bakış açısını benimser.

II. KAPİTALİZMİN ÇOCUKLUĞU VE GENÇLİĞİ: OİKONOMİA’DAN POLİTİK EKONOMİYE

15. yüzyıldan itibaren, Batı Avrupa feodaliz­minin iç krizinin şiddetlendirdiği sınıf mücade­leleri, kapitalizmin doğuşuyla sonuçlanacak ta­rihsel gelişmeleri harekete geçirdi. Kapitalizmin doğuşu ile egemenliğini ilan edişi arasında uzun bir tarihsel geçiş süreci yaşandı. Batı Avrupa’da feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinin temel özelliği, kapitalist üretim biçiminin tanımlayıcı özelliği olan ilişkilerin adım adım yerleşmesiydi. Bu ilişkilerin en önemli ayağı, doğrudan üreti­cileri üretim araçlarından kopararak, üretimin koşullarını ve üretim araçlarının mülkiyetini ele geçiren yeni bir sınıfın, burjuvazinin doğuşu ve hayatta kalmak için emek gücünü piyasada satmak dışında bir seçeneği olmayan geniş bir mülksüz emekçiler yığınının ortaya çıkmasıydı. Kapitalizmin oluşumu için:

“..Birbirlerinden tamamıyla farklı iki meta sahibi karşı karşıya gelmeli ve bunlar arasında ilişki kurulmalıdır; bir yanda, sahip bulundukları değerler toplamını başkalarının emek güçlerini satın alarak artırmaya can atan para, üretim ve geçim aracı sahipleri, öte yanda, kendi emek güçlerini satan ve dolayısıyla emek satıcısı olan özgür işçiler yer almalıdır. İşçiler iki anlamda öz­gür olmalıdır; köleler, serfler vb. gibi, doğrudan doğruya üretim araçları arasında yer almamalı, ama bağımsız çalışan çiftçiler vb. gibi de üre­tim araçları kendilerine ait olmamalıdır; bu gibi şeylerden yoksun, serbest ve boş kimseler olma­lıdırlar. Meta piyasasındaki bu kutuplaşma ile birlikte kapitalist üretimin temel koşulları yerine gelmiş olur. Sermaye ilişkisi, işçilerle, emeğin gerçekleşme koşullarını oluşturan mülkiyetin, birbirlerinden ayrılmış olmasını gerektirir. Kapi­talist üretim, kendi ayakları üzerinde durabile­cek hale gelir gelmez, bu ayrılmayı korumakla kalmaz, bunu giderek büyüyen bir ölçekte yeni­den üretir.”9

Kapitalizmi tanımlayan en önemli özellik, toplumsal ilişkilerin değişim değeri temelinde örgütlenmesidir. Kapitalizmin doğuşunu izleyen dönemde, kapitalizm öncesi üretim ilişkileri önemi ve ağırlığı azalsa da, uzun bir süre var­lığını sürdürmeye devam etmiştir. Bu süreçte, eski egemen sınıflar, kapitalist gelişmenin feo­dal egemenlik biçimi üzerinde yarattığı tehdide karşı mutlak monarşiler etrafında bir araya gele­rek, feodal sömürüyü merkezi devlet eliyle sür­dürmeye yöneldiler. Birbiri ile rekabet halindeki mutlak monarşiler, yeni ekonomik ve politik koşullarda egemenlik inşası için ateşli silahlarla donatılmış güçlü daimi ordular ve merkezi dev­letin işlerinin yürütülmesi için kalıcı bürokratik organlar oluşturmak zorunluluğu ile karşı kar­şıya geldi. Bu durum, mutlak monarşilerin, gelir kaynağı olarak, gelişen uluslararası ticarete ve sömürgecilikten elde edilecek gelir olanaklarına odaklanmalarına yol açtı. Bu çerçevede Krallık beratlarıyla kurulmuş tekelci dış ticaret şirketleri oluşturdular.

Kapitalist gelişmenin bu erken aşamasında, Antik Yunan’dan bu yana iktisadi meseleleri ta­nımlamak için kullanılan oikonomia kavramın­dan hareketle, yeni koşullara uygun bir kavram olarak ekonomi politik ya da doğru tanımıyla politik ekonomi kavramı üretildi. Bu kavram, genellikle sanıldığının aksine, ekonomi ve poli­tikanın sentezi ya da iktisadi meselelerin politik dolayımlarını değil, doğrudan doğruya devlet idaresini ifade etmekteydi. Yunanca devlet an­lamına gelen “polis” kelimesinden gelen politik, Kralın mülkü ya da evi olarak görülen ülkenin, bu geniş evin reisi olarak Kral tarafından idare edilmesinin bilimi anlamında kullanıldı. Adam Smith, Milletlerin Zenginliği eserinde politik eko­nomiyi bu çerçevede şöyle tanımlar:

Devlet adamlarının ya da yasa koyucuların biliminin bir alt dalı olan politik ekonominin iki temel amacı vardır: Birincisi halk için bol gelir ya da geçim olanağı sağlamak ya da daha doğru­su halkın kendisi için gelir ya da geçim kaynağı yaratmasına yardımcı olmak; ikincisi ise devlete ya da Commonwealth’a kamu hizmetlerini sağ­lamak için yeterli gelir sağlamak. [yani] politik ekonomi, hem halkın hem de devletin zenginleş­mesini sağlar.

17. Yüzyıldan 18. Yüzyıl ortalarına kadar, po­litik ekonomi başlığı altında, daha ziyade, döne­min iktisadi ortamına uygun olarak dış ticaret sorunları ele alındı. Bu dönemin literatürü, ik­tisadi düşüncede merkantilizm başlığı altında değerlendirilir. Merkantilist literatür, zenginliğin kaynağını üretim sürecinde değil dolaşım süre­cinde görmüş, özel olarak dolaşımın uluslararası ticaret kısmına ve buradan elde edilecek parasal zenginliğe odaklanmıştır. Daha sonraki kuşak­tan iktisatçılar, bu durumu bir kuramsal yanıl­gı olarak yorumlamıştır. Oysa sorun, kuramsal eksiklikten değil, meta üretiminin ekonominin bütününde egemen hale gelmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Marx, “parasal sistem” diye adlandırdığı bu ekolün yandaşlarının “modern dünyanın ilk sözcüleri” olduğunu vurgular. Ona göre, bunlar, sermayenin toplumda giderek bü­yüyen gücüne, ticari sermaye biçimi altında zen­ginliği değerli madenlerle özdeşleştirerek yanıt vermiştir. Marx’a göre, bunlar, burjuva ekonomi politiğin gelişiminin yönünü önceden tasarlayan “değeri bilinmemiş peygamberlerdi. Nitekim 17. Yüzyılın bilim devriminin yarattığı entelektüel ortamın sağladığı itkiyle, parasal sistemin tem­silcileri arasında iktisadi sorunların bilimsel bir temelde ele alınması yolunda önemli adımlar atılmıştır. Sözgelimi, emek-değer kuramını ilk olarak formüle eden bir düşünür olması nede­niyle Marx’ın bilimsel politik ekonominin baş­langıcı olarak gördüğü Sir William Petty, parasal okulun bir temsilcisidir.

17. yüzyıldan itibaren politik ekonominin bi­limsel niteliği iki eksen üzerinde gelişti. Birincisi, piyasadaki fiyatlar sisteminin ve bölüşümün dü­zenleyici ilkesi olarak emek değer teorisi; diğeri ise, iktisadi yeniden üretimin koşullarının araş­tırılması. Bu iki eksen, bilimsel politik ekono­minin daha sonraki gelişiminin bir yol haritası özelliği taşır. İktisadi sorunların bilimsel bir te­melde ele alınması, nesnel koşullardan bağımsız saf bir bilimsel çaba olarak değil, bir yandan ka­pitalist gelişmenin ortaya çıkardığı yeni sorun­ları anlamaya çalışırken, diğer yandan bu geliş­melere yön vermeye çalışan bir etkinlik olarak gelişmiştir. Bu çabalar sonucunda ortaya çıkan etkinlikler, Marx tarafından klasik politik ekono­mi adı verilen bilimsel literatürü doğurmuştur.

Marx, klasik politik ekonominin 17. yüzyılda İn­giltere’de William Petty ile Fransa’da Pierre Bo­isguilbert ile başladığını, 19. yüzyıl başlarında yine bu ülkelerde David Ricardo ve Sismondi ile sona erdiğini söylemiştir. Marx’ın bilimsel politik ekonominin sınır çizgilerini ortaya koyarken dik­kate aldığı temel ölçütler, emek-değer teorisi ve iktisadi yeniden üretimin bilimsel ele alınışıdır. Klasik politik ekonomide emek-değer kuramı, ağırlıklı olarak İngiltere’de geliştirilirken, iktisadi yeniden üretime ilişkin kuramsal yenilikler esas olarak Fransız düşünürlerce hayata geçirilmiştir.

Klasik politik ekonomi geleneği iktisadi haya­tı, kapitalist toplumun üç temel sınıfını oluşturan kapitalistler, işçi sınıfı ve toprak sahipleri arasın­daki ilişkiler temelinde kavrar. Bu üç sınıfın sı­rasıyla kâr, ücret ve rant biçimindeki gelirlerinin nasıl belirlendiğini ve bunlar arasındaki ilişkileri açıklamaya çalışır. Ancak bunu açıklamaya çalı­şırken, Ricardo örneğinde olduğu gibi, “sınıf çı­karlarının, ücret ile kârın, kâr ile toprak rantının karşıtlığını safça toplumsal bir doğa yasası ka­bul ederek, bu karşıtlığı, bilinçli bir şekilde, araş­tırmalarının hareket noktası haline getirir.10

Marx’a göre, klasik politik ekonominin bi­limsel başarıları, büyük ölçüde burjuvazinin fe­odalizme ve feodalizmin kalıntısı sınıflara karşı verdiği iktidar mücadelesi sırasında, toplumun bütün sınıflarının çıkarlarını sahiplenen ilerici ve eleştirel konumundan kaynaklanır. Özellikle 18. Yüzyıl Aydınlanma düşüncesi, dinsel dogma­tik düşüncelerin, geleneğin ve kişisel bağımlılık ilişkilerinin egemen olduğu Ortaçağ dünyasına karşı, üretici güçlerin gelişmesini sağlayarak toplumun maddi gönencini ve entelektüel geli­şimini artıran, bireysel özgürlüğü destekleyen ve sözleşme ilişkileri uyarınca yasal eşitliği güvence altına alan piyasa toplumunu ve onun ilişkileri­ni, insanlığın ilerlemesinin ve uygarlığın temel koşulu olarak görmüştür. Bu bakış açısı, piyasa ilişkilerinin ebedileştirilmesine, piyasa kurum­larının karşı konulmaz doğal düzenin rasyonel biçimi olarak kavranmasına yol açtı. Böylece kapitalizm öncesi bütün tarih, piyasanın doğal düzenine doğru bir ilerleme olarak görüldü ve burjuva toplumunun yasaları insanın üretici etkinliğini düzenleyen ezeli ve ebedi yasalar olarak formüle edildi. Bu çerçevede piyasa iliş­kilerinin rekabetçi yapısının yarattığı bireycilik ve rekabetçilik, insan doğasıyla ilişkilendirildi. 18 yüzyıl başlarında “en büyük sayının en bü­yük mutluluğu” formülüyle ifade edilen ve daha sonradan Jeremy Bentham tarafından geliştirilen faydacı doktrin doğrultusunda, insan davranış­larının, “hazza yönelme-acıdan kaçınma” ilkesi çerçevesinde anlaşılabileceği ileri sürüldü.

Bir bütün olarak klasik politik ekonomi gele­neği, kapitalizme özgü kurumlar ve ilişkileri bir doğa yasası olarak görmesi nedeniyle, kapitaliz­mi tanımlayan başlıca kurumsal özellikleri bi­linçli bir şekilde görmezden geldi. Bu bakış açısı temelinde, sermaye, kapitalist sınıfa kâr getiren ve doğrudan üreticileri kendi gelişimine tabi kı­lan bir toplumsal ilişki olarak değil, evrensel ola­rak geçerli genel bir üretim sürecini gerçekleştir­meye yarayan alet ve makineler olarak görüldü. Benzer bir şekilde, üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti, evrensel bir mülkiyet tanımı al­tında, bütün farklı mülkiyet biçimlerini kapsaya­cak bir içerikte ele alındı. Bu çerçeve, örneğin bir köylü ekonomisinde küçük üreticinin ailesiy­ le birlikte işlediği toprak üzerindeki mülkiyeti ya da bir avcı toplumunda avcının kullandığı ok ve yay, kapitalist mülkiyetle özdeş olarak ele alındı. Kapitalizmin görünüş özelliklerinden hareketle inşa edilen bu mülkiyet kavrayışı, kapitalizmin meşrulaştırılmasında önemli bir rol oynadı.

Klasik politik ekonomi geleneği, kapitalist üretim biçiminin ayırt edici özelliklerini ebedi­leştirerek analiz dışına itilince, kaçınılmaz bir şekilde, temel analiz birimi olarak mübadele ya da değiş tokuş ilişkilerine yöneldi. Bu bakış açı­sı, kapitalizmin meşrulaştırılması bakımından oldukça işlevseldi. Çünkü değiş tokuş alanı, öz­gür ve eşit bireyler arasındaki gönüllü, karşılıklı yararı gözeten bir etkinlikti. Bu alanda kalındığı sürece, “eşitliğe dayalı” sonuçlar üretmek kaçı­nılmazdı. Marx, değiş tokuş alanının ürettiği eşit­lik ve özgürlük yanılsamasını şu sözlerle açıklar:

“Sınırları içinde emek gücü alım satımının gerçekleştiği dolaşım veya meta mübadele­si alanı, gerçekten de, insanın doğuştan sahip bulunduğu hakların tam bir cennetiydi. Bura­da tek sözü geçen, Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham’dır. Özgürlük! Çünkü, bir metanın, örneğin emek gücünün, alıcıları da satıcıları da yalnızca kendi özgür iradelerine bağlıdır. Arala­rındaki sözleşmeyi özgür ve hukukça eşit kişiler olarak yaparlar. Sözleşme, içinde iradelerine or­tak bir hukuki ifade verdikleri bir sonuçtur. Eşit­lik! Çünkü, birbirleriyle yalnızca meta sahipleri olarak ilişki kurarlar ve aralarında eş değerde olan şeyleri değiştirirler. Mülkiyet! Çünkü, her biri yalnızca kendisinin olan şey üzerinde ta­sarrufta bulunur. Bentham! Çünkü, her ikisi de yalnızca kendi gemisini kurtarmaya çalışır. Bun­ları bir araya getiren ve aralarında ilişki kuran biricik güç, onların bencillikleri, özel kazançları ve kişisel çıkarlarıdır. Ve böylece, herkes kendi çıkarını kolladığından ve kimse başkaları için bir şey yapmadığından, şeylerin önceden kurulmuş uyumunun sonucu olarak ya da her şeye gücü yeten bir Tanrı inayetinin himayesi altında, her­kes, yalnızca, onlara karşılıklı avantaj sağlayan, herkes için yararlı, ortak çıkarlara uygun işler yapar.”11

“Eşitlik” ve “özgürlük” yanılsamasını üreten değişim alanını terk ettiğimiz anda, aynı kişiler farklı kişiliklerle kendini ortaya koyacaktır:

“Bir zamanların para sahibi şimdi kapitalist olarak önden gidiyor, emek gücü sahibi de onun işçisi olarak arkasından yürüyor; birinde anlam yüklü bir bıyık altından gülümseme ve iş yapma hevesi, diğerinde, kendi derisini pazara getirip de bunu yüzdürmekten başka bir şey bekleme­sine imkân olmayan bir kimsenin çekingenlik ve tutukluğu.”12

Klasik politik ekonomi geleneği, burjuva top­lumsal ilişkilerini evrensel olarak geçerli ilan et­mesine karşın, 1830’lara kadar, eski toplumsal yapıya karşı verdiği mücadele içinde burjuva toplumundaki gerçek üretim ilişkilerini araştıran bir ekonomi bilimi inşa etti. Klasik politik ekono­minin Adam Smith ve David Ricardo gibi kurucu düşünürleri üretici güçlerin gelişmesini ilerleme­nin temel koşulu olarak görmüş ve bütün analiz­lerini, burjuvazinin dar çıkarlarını meşrulaştırma endişesi taşımadan, üretici güçlerin gelişmesi endişesi çerçevesinde kaleme almıştı. Bu tutum, onların, burjuva toplumun ilişkilerini bilimsel bir nesnellik içinde ele almalarını sağladı. Örneğin Ricardo’nun makineleşmenin işçi sınıfının ça­lışan nüfus için bir fazla nüfus ve yoksullaşma tehdidi yarattığını teslim etmesi, Marx’a göre, onun “dürüstlüğünün kanıtı”ydı.13 Marx’a göre, Ricardo, kişilere, partilere ya da sınıflara hatta burjuvazinin kendisine sadakati önemsemeden üretici güçlerin gelişmesine o denli tereddütsüz­ce bağlıydı ki, eğer burjuvazi bu amaçla çatış­maya düşerse, “ona karşı da, başka zamanlarda proletaryaya ve aristokrasiye karşı olduğu kadar acımasızdı.”14

Klasik politik ekonominin sınırlı bilimsel nes­nelliği, burjuvazinin Batı Avrupa’da geleneksel aristokrasiye karşı iktidar mücadelesi başarıya ulaştığı ölçüde gerileme eğilimine girdi. Üretici güçlerin gelişimine safça bağlılık yerini egemen sınıf olarak örgütlenen burjuvazinin dar çıkar­larının meşrulaştırılması kaygısına bıraktı. Ri­cardo’nun 1823’deki ölümünü izleyen dönemde ortaya çıkan politik ekonomi literatürü, giderek bilimsellikten uzaklaşarak, kapitalist sınıfın dar, günlük çıkarlarının savunulmasına yöneldi ve özürcü ve yüzeysel bir akıma dönüştü. Marx bu dönemi şu sözlerle açıklar:

“Fransa ve İngiltere’de burjuvazi, siyasi ik­tidarı ele geçirmişti. O zamandan sonra, sınıf mücadelesi, hem pratikte hem de teoride, gide­rek daha açık ve tehdit edici biçimler aldı. Sınıf mücadelesi bilimsel burjuva ekonomisinin ölüm çanını çalıyordu. Şimdi artık şu ya da bu teo­remin doğru olup olmadığı değil, fakat sermaye için yararlı mı yoksa zararlı mı, işini kolaylaştı­rıcı mı yoksa zorlaştırıcı mı, yasalara uygun mu aykırı mı olduğu tartışılıyordu. Çıkar sağlamaya dönük olmayan araştırmaların yerini para kar­şılığı yapılan seyirlik dövüşler, tarafsız bilimsel incelemelerin yerini özürcülüğün (Apologetik) vicdan azabı ve kötü niyeti almıştı.”15

Marx’ın betimlediği bu sürecin temelleri 19. yüzyıl başlarına kadar götürülebilir. Ricar­do’dan önce, Fransa’da J. B. Say, İngiltere’de Thomas Malthus gibi düşünürler Smith’in de­ğerin emek tarafından yaratıldığı yönündeki görüşünü eleştirerek, sermaye ve doğanın da değer yarattığını savunmuş, bu görüşünü te­mellendirmek için üretimin faydayı artıran bir süreç olduğunu ileri sürmüştü. Ricardo’dan sonra gelen John Ramsay McCulloch, Nassau Senior, John Stuart Mill gibi yazarlar, Ricar­do’nun değer çözümlemesindeki eksiklikleri, sübjektif bir değer çözümlemesine yönelmenin gerekçesi olarak kullandılar. Örneğin Ricar­do’nun ölümünü izleyen dönemde, onun sadık bir izleyicisi olarak öne çıkan McCulloch, Ri­cardo’nun reel maliyetler (emek değer) ile üc­retler, ücretlerle piyasa değerleri arasında bir özdeşlik olduğu yönündeki görüşünü savun­mak adına, emek değer kuramına psikolojik unsurları da eklemişti. Böylece, reel maliyetin, belli bir malın üretiminden dolayı katlanılması gereken zahmet ve eziyeti de içine alan psikolo­jik, sübjektif bir kavram haline gelmesinin önü açıldı. Ancak bu konuda asıl adımı atan İngiliz iktisatçı Nassau Senior oldu. Oxford Üniversi­tesinde Politik Ekonomi profesörü olan Senior, 1836 yılında fabrikalardaki çalışma koşullarını düzenlemek için çıkarılan Fabrika Yasası’na (Factory Act) ve giderek yükselen 10 saatlik işgünü taleplerine karşı çıkan Manchesterli sanayicilerin danışmanı olarak sahneye çıktı. Senior, kârı, sermayenin zenginliğini hemen tüketmek yerine yatırıma yönelterek katlandı­ğı fedakarlığın bir karşılığı olarak ele aldı. Ve bu karşılığa “feragat” adını verdi. Böylece kâr, tıpkı ücret gibi, bir reel maliyet kategorisi hali­ne geliyordu. Senior’un feragat kavramı, mar­jinalist iktisatta alternatif maliyet ya da fırsat maliyeti olarak ifade edilen kavrama benzer

bir içeriğe sahiptir. Ve kapitalistin kâr biçimin­de el koyduğu artığın, sermayesini başka bir kullanım alanına yatırmayarak yapmış olduğu fedakarlığın ödülü olarak, bir maliyet unsuru olmaktadır. Böylece, reel maliyet, emek ve feragatın toplamından meydana gelmekte, pa­rasal maliyet ise, ücret ve kâr toplamına, bu da fiyata eşit olmaktadır. Dolayısıyla sistemde herhangi bir artık söz konusu olmadığı gibi, Ricardo’nun emek değer kuramından mantık­sal olarak çıkarsanabilecek sömürü kavramı da ortadan kalkmaktadır. Sonuç olarak, bu kuramdan, marjinalizme geçmek için atılacak yalnızca bir adım kalmaktadır: Söz konusu yaklaşıma matematiksel bir kesinlik getirmek.

III. SERBEST REKABETÇİ KAPİTALİZMDEN TEKELCİ KAPİTALİZME, POLİTİK EKONOMİDEN İKTİSADA

Ricardo sonrasında klasik politik ekonomi yüzeysel ve özürcü bir bilime dönüşmesine kar­şın, son tahlilde farklı toplumsal sınıflar ve onla­rın gelir kategorileri ekseninde tanımlanmış bir iktisadi /toplumsal çerçeveye dayanıyordu. Sınıf yapıları ve sınıf gelirlerini eksen alan bir teorik model, kâr ve rant gibi mülk gelirlerini meşru­laştırmak için ne denli akıl almaz teorik manev­ralar yapılırsa yapılsın, iktisadi tartışmaları sınıf mücadelesinin dolaysız hedefi haline getiriyor­du. Klasik politik ekonominin dayandığı teorik model, kapitalizmin serbest rekabet temelinde geliştiği sanayi kapitalizminin ihtiyaçları çerçe­vesinde oluşturulmuştu. Bu modelin emek değer teorisini eksen almasının nedeni, iktisadi artığın önemli bir bölümüne el koyan aristokrasiye kar­şı iktidar mücadelesi veren burjuvazinin, serma­ye sahipliğinden kaynaklanan kârının, üretim sürecine doğrudan nezaret ederken sarf ettiği emeğin karşılığı olarak algılanmasıydı. Emek de­ğer teorisi, sanayi devrimi öncesinde geçerli üre­tim örgütlenmesi olan manüfaktür döneminde oluşturulmuştu. Manüfaktür patronu ve sanayi devriminin ilk döneminin fabrikatörleri üretim sürecinde yönetici olarak doğrudan yer alıyor­lardı. Dolayısıyla emek değer teorisi, mantıksal sonuçları bakımından herhangi bir rahatsızlık yaratmıyordu.

Ancak 1830’lardan başlayarak sermayenin yapısı önemli bir dönüşüme uğradı. Özellikle 1850’lerden sonra sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme eğilimi dev anonim şirketler ve güç­lü finans kapital gruplarının egemen olduğu yeni bir iktisadi ortam yarattı. Üretimin artan toplum­sallaşmasının ifadesi olan dev şirketler, profes­yonel yöneticiler eliyle, rasyonel yönetim ilkeleri çerçevesinde yönetilmeye başladı. Bu gelişmeler kapitalizmin serbest rekabetçi aşamadan tekelci kapitalizme geçişinin ifadesiydi. Bu yeni koşullar­da kapitalistin geliri, geçmişte topraklı aristokrasi­nin rant gelirine benzer bir görünüm aldı. İşlerini profesyonel yöneticilere bırakıp çalışmadan ya­şayan, aristokrasiye özgü gösterişli yaşam tarzını taklit eden, hayatını hisse senedi, tahviller üzerine spekülasyon yaparak geçiren kapitalist sınıfın kâ­rının, bugünkü, tüketimden feragat, üretim süreci­nin organizasyonunda rol alma vb. argümanlarla savunulması mümkün değildi.

Aynı tarihsel süreçte Fransa’da sınıf müca­delelerine karşı toplumsal sorunların doğa ya­salarına benzer bir şekilde ele alınmasını salık veren ve modern devletin idari ve sosyal işlev­lerini yerine getirecek pratik bilgi üretim süreç­lerine odaklanan pozitivizmin artan etkisi, ikti­sadın aynı çerçevede dönüştürülmesi yolundaki girişimlere hız kazandırdı. Yukarıda değinilen tarihsel dönüşümler ve yükselen pozitivizmin egemen olduğu düşünsel ortamın etkisiyle poli­tik ekonominin yeni bir temelde ele alınması için koşullar olgunlaşmıştı.

İktisadın sınıf mücadelesinin terimlerinden arındırılması arayışıyla bağlantılı olarak, 1870’li yıllarda, İngiltere, Avusturya ve Lozan’da, sırasıy­la William Stanley Jevons, Carl Menger ve Leon Walras’ın neredeyse eşzamanlı olarak yayınla­dığı eserler, o döneme değin politik ekonomi adıyla anılan bilim dalının, yöntem, kapsam ve içeriğinde kökten bir kopuşa işaret ediyordu. Bu düşünürlerin ortak noktası, analiz yöntemi ola­rak, marjinal fayda kavramından hareket etme­leriydi. Bu nedenle oluşturdukları iktisadi kura­ma marjinalizm denildi. Bu okul, klasik politik ekonominin emek değer teorisi ve objektif ma­liyeti esas alan çerçevesini tümüyle terk ederek, değerin subjektif bir öge olan kullanım değerine göre tanımlandığı yeni bir iktisadi anlayışın te­melini attı. Bu çerçevede tutarlı bir teorik model oluşturabilmek üzere marjinal fayda analizini geliştirdi. Bu analizi matematiksel bir araç olan diferansiyel kalkülüsü kullanarak gerçekleştirdi.

Marjinalizmin kurucularından W.S. Jevons, il­ginç ama manidar bir tarihsel rastlantıyla elyaz­malarını Paris Komünü’nün yenilgiye uğradığı gün matbaaya teslim ettiği The Theory of Poli­tical Economy adlı eserinde şunları söylüyordu:

“Bu çalışmada Ekonomiyi Haz ve acının kal­külüsü olarak inceledim. Geçmişteki görüşler­den neredeyse tümüyle bağımsız olarak, bana göre bilimin nihai olarak alması gereken biçimi ortaya koymaya çalıştım.

“… Bu eserde ortaya konulan teori fayda ve öz-çıkarın mekaniği olarak tanımlanabilir.

“… Açıktır ki İktisat (Economics), eğer tam manasıyla bir bilim olacaksa, matematiksel bir bilim olmalıdır.”

İktisadın kapsam ve yönteminde yaşanan bu dönüşüm, söz konusu bilim dalının adında da bir değişimi beraberinde getirdi. Politik ekonomi yerine iktisat [economics] terimi kullanılmaya başlandı. Politik ekonomi adlandırması, içeriği konusunda yaklaşım farklılıkları olmasına kar­şın, toplumsal sınıf gerçeğini temel alıyordu. Economics adlandırması ise, bunun yerine, bi­rer haz makinası olarak tasarlanan ve rasyonel oldukları varsayılan bireylerin çıkarlarını maksi­mize etmeye çalışmalarını temel alan bir “özel çıkar mekaniği”ni iktisadi incelemenin temeli olarak görüyordu.

Marjinalist iktisat ya da bu akımı benimse­yenlerin deyimiyle modern iktisat, ortaya çıkı­şında, kendisini farklı toplumsal tasarımlar ara­sında kayıtsız ya da nötr bir bilim olarak sundu. Bu okulun öncü isimlerinden Leon Walras’ın temel eseri, Saf İktisadın Ögeleri başlığını taşı­maktadır. Marjinalist iktisatçılar, çözümlemele­rinde mekanik biliminden devraldıkları kavram­ları kullanarak, matematiksel kesinliğe dayalı evrensel bir iktisadi çözümlemenin inşa edile­bileceğini ileri sürdüler. Evrensel olarak geçerli bir mekanik bilim inşa edebilmek için, üretim ve değişim sürecinde insanlar arasında kurulan ilişkilerin, kurumların analizin dışına itilmesi ge­rekiyordu. Marjinalizmin kurucuları, bu ögeleri normatif alana ait ilan ederek, fayda ve özel çı­kar ilkesi temelinde, metaların mübadelesi sü­recinin çözümlenmesine dayalı pozitif (müspet) iktisadı oluşturduklarını iddia ettiler. Böylece, insan doğasına ilişkin faydacı varsayımlara da­yalı mübadele çözümlemesini, 19. yüzyılın kaba pozitivizminin araçlarını kullanarak evrensel ve doğal gerçeklere dönüştürdüler.

Marjinalistlere göre, iktisadın amacı ekono­mideki kaynakların etkin tahsisini sağlamaktır. Bu amaca yakından bakıldığında, en özet haliy­le, etkin kaynak tahsisi sorununun, rasyonel ve kazancının azamileştirme peşindeki tekil karar birimlerinin, kendi çıkarları doğrultusundaki bağımsız davranışlarının sonucunda çözüme kavuşturulduğu görülür. Modeldeki en önemli varsayım, piyasa mekanizmasını işleyişi önünde hiçbir engelin bulunmamasıdır. Mülkiyet güven­cesi, girişim özgürlüğü veri koşulları oluşturur. Bunlara modeli tanımlayan tam rekabet [türdeş bir mal üreten çok sayıda firma ve bu malı talep eden çok sayıda alıcı, rekabet sonucu oluşmuş veri fiyat üzerinden gerçekleşen piyasa mübade­lesi] ve tam bilgi gibi gerçekçi olmayan bir dizi varsayım eşlik eder. Bu varsayımlar temelinde ekonomide, tüketime ve üretime yönelik karar­ları alan iki temel karar birimi tanımlanır; Tüke­tim kararını veren birim olarak HANEHALKLARI, üretim kararını alan birimler olarak FİRMALAR.

Modelde hanehalkları, firmalar tarafından üretilen mal ve hizmetleri talep eder. Bu mal ve hizmetlere yönelik talep, insanlarla metalar arasındaki psikolojik bir ilişki sonucunda şe­killenir. Hanehalkı belirli bir gelir kısıtı altında faydasını azamileştirecek bir mal ve hizmetleri bileşimini talep eder. Bu azamileştirme etkinliği bir seçim sürecidir. Tüketiciler metalar ve onla­rın kendilerine sağlayacağı fayda düzeyleri hak­kında ansiklopedik bilgiye sahiptir. Tüketicilerin kendilerine en yüksek faydayı sağlayan mal bile­şimini, malların son biriminin kendilerine sağla­yacağı faydanın fiyatlara oranını eşitleyerek elde ederler. Buradan tüketicinin bireysel talep eğrisi elde edilir. Bütün tüketicilerin talep eğrileri top­lulaştırılarak toplam talep eğrisi elde edilir. Tü­keticilerin metaları talep edebilmek için gerekli satın alma gücünün kaynağı, sahip oldukları işgücü, sermaye ve doğal kaynakların firmalara satışından elde ettikleri gelirdir. Dikkat edilirse, burada tüketici olarak, işçi de, kapitalist de aynı konumdadır. Her biri mülkiyetine sahip olduğu şeyi satar: İşçi emek gücünü, kapitalist serma­yesini. Herkes mülk sahibidir ve eşittir. Model aracılığıyla sınıflar, iktisadi hayattan kovulur ve sınıfsız topluma geçilir!

Marjinalist analizde, üretimden sorumlu so­yut karar birimi olan firmalar, tıpkı hanehalkı sektörü gibi belli kısıtlar altında azamileştirme yapar. Firmalar hanehalkı sektöründen satın al­dıkları üretim faktörlerini, en etkin bir şekilde kullanarak, kârlarını azamileştirmeye çalışırlar. Burada üretim, her türlü toplumsal ve kurumsal özelliğinden soyutlanmış, girdilerle çıktılar ara­sındaki teknik bir ilişki olarak kurgulanmıştır. Piyasa rekabetçi olduğu için firmalar piyasa fi­yatını veri almak zorunda olduğundan, kârı aza­mileştirmenin yolu maliyeti asgariye indirmektir. Firmalar, üretimin teknik koşullarının bilgisi çer­çevesinde davranarak arz eğrisini oluştururlar. Bireysel firmaların arz eğrileri toplulaştırılarak bütüncül arz eğrisi elde edilir. Yinelersek, mo­delde hanehalkları ve firmaların davranışları öz­deştir. Her iki karar birimi de belli kısıtlar altında azami kazanç [fayda ve kâr] elde edecek rasyo­nel bir seçim sürecini hayata geçirmektedir.

Hanehalkı ve firmaların rasyonel seçimleri sonucunda elde edilen arz ve talep eğrileri, ilgi­li malın piyasada hangi miktarda üretilip hangi fiyattan satılacağını belirler. Teknik olarak arz ve talep eğrilerinin kesiştiği noktada denge fiyat miktar bileşimi saptanmış olur. Burada belli bir mal için ortaya konulan mekanizma, ekonomi­deki bütün metalar için geçerlidir.

Marjinalist analizde, yalnızca nihai tüketim mallarının değil, emek gücünün ve sermayenin fiyatı da aynı davranışsal prosedür aracılığıyla saptanır. Üretim sürecinin teknik ifadesi olan üretim fonksiyonunda, emek ve sermayenin marjinal fiziksel katkılarının hesaplanması yo­luyla ücret ve kâr oranları belirlenmektedir. Mar­jinalist bölüşüm kuramına göre, her bir üretim faktörü, nihai ürüne fiziksel katkısının karşılığını almaktadır. Burada, emek faktörü fiilen üretim sürecinde yer alırken, geçmiş emeğin ürünü olan sermayenin yalnızca üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet nedeniyle pay aldığı görmezden gelinmekte, sermayenin payı, sermayenin verim­liliğinin sonucu olarak haklılaştırılmaktadır. Esa­sen, marjinalist bölüşüm kuramı içsel açıdan da tutarsız bir kuramdır. 1960’lı yıllarda Cambridge Sermaye Tartışması adı verilen ünlü tartışmada, bu tutarsızlık, bir grup eleştirel iktisatçı tarafın­dan açık bir şekilde ortaya konulmuş, ancak yerleşik iktisat geleneği, bu tartışma hiç yaşan­mamış gibi aynı kurama bağlı kalmaya devam etmiştir.

Görüldüğü gibi, marjinalist iktisatta, meta­larla insanlar arasındaki psikolojik ilişki olarak tüketim ve bir teknik süreç olarak üretim karar­ları, rasyonel bir seçim süreci sonunda iktisadi meseleyi çözüme kavuşturmaktadır. Marjinaliz­min iktisatta egemen hale gelmesiyle birlikte, bu dar çerçeve geniş bir iktisadi sorunlar alanına uygulanmış, günümüze kadar uzanan iktisat lite­ratürü oluşmuştur. 1870’lerden günümüze, teori, 1929 krizi sonrası Keynes’in gerçekleştirdiği gibi, kimi dönüm noktalarında önemli revizyonlara uğramış olsa da, bu teorinin omurgasında her­hangi bir değişiklik olmamıştır. Tersine, piyasa tahakkümünün tüm insanlığı tarihte eşi benze­ri görülmemiş düzeyde kuşattığı son dönemde, rasyonel seçim kuramı olarak, bütün insan de­neyimini kucaklayan bir genel bilime dönüştü­rülmeye çalışılmaktadır. Son dönemin popüler bir ders kitabında benimsenen iktisat tanımı bu eğilimi ifade etmektedir: Sonuç olarak, iktisadın örgütlü gücü ka­pitalizmin yeniden üretilmesinde önemli bir rol oynamaktadır. İktisat, özellikle 20. yüz­yılın ikinci yarısından itibaren giderek artan ölçüde profesyonel iktisatçıların bile takip et­mekte matematiksel yöntemlere dayanmaya başlamıştır. Mesleğin önde gelen temsilcileri tarafından bile eleştirilen ve iktisat öğrenci­lerinin temel şikayet noktasını oluşturan bu eğilim, gerçekçi olmayan varsayımlar teme­linde, kapitalist gerçekliği çelişkisiz, uyumlu ve adil bir şekilde resmetmeye yaramaktadır.

İktisadın eleştirisinin çıkış noktası, var­sayımlarının gerçekçi olup olmaması, ya da yoğun matematik kullanması değil, bu iktisat anlayışının maddi gerçekliği ele alış biçiminin hangi toplumsal sınıfın çıkarlarına hizmet etti­ğini ortaya çıkarmak olmalıdır. Bu çerçevede, Marx’ın politik ekonomi eleştirisinin yeniden canlanması büyük bir önem taşımaktadır. Politik ekonominin eleştirisi, bugün emekten yana birçok iktisatçının yöneldiği iktisadın gerçekçi bir temelde yeniden inşa edilmesi arayışından ziyade gerçek hayatın eleştirisine, yani kapitalizmin eleştirisine dayanmalıdır.

işçilere kapitalistleşmeyi öneren bir “demokratik sosyalizm” anlayışı ve marksizmi “aşma” tasavvuru!

Özgür Gündem gazetesinde, 2015 1 Mayıs’ı konu edilerek yayımlanan Adil Bayram imzalı bir makalede, işçi sınıfı ve emekçilerin sendikal örgütlenmesinden sosyalizmin teori ve pratiğine; Marksist-Leninist devlet teorisinden burjuva ve proleter demokrasi –halk demokrasisi dahil– an­layışlarına dek, birbirleriyle ilişkili ve fakat her biri spesifik-belirgin özellikleriyle özel bir irde­lenmeyi gerektiren temel öneme sahip konular üzerinden, Marksist kuram ve sosyalizm pratiği saldırı hedefine kondu; sermaye düzeni ve bur­juva sınıf egemenliğini tehdit etmeyen kapita­lizm içi bir “demokrasi” ve “sosyalizm” anlayışı, mutlak doğru olarak bir kez daha ilan edildi.

Söz konusu makalede, HDP’nin “çizgisini ge­liştirmesi” ve “işçi-emekçi vurgusunu daha çok ve güçlü yapması” gerekliliğine dikkat çekilmiş olması, açıktır ki, yerinde bir uyarı olmuştur. Ne var ki, bu olumluluk, ardı sıra gelen ve makalenin esas konusunu oluşturan, ancak herhangi nesnel dayanağı gösterilemeyen spekülatif varsayımlar tarafından sadece gölgelenmiyor; Marksist kura­ma ve sosyalizm pratiğine yöneltilen eleştirilerin mekanik-metafizik karakteri tarafından da boşa çıkarılıyor. HDP’nin seçim bildirgesine yöneltilen eleştiri açısından söylenirse, sorun, eğer çizginin işçi sınıfı ve kent-kır emekçileri/yoksulları ve ezi­lenleri yararına, onların iktisadi sosyal ve politik talepleri ve bu taleplerin bağlandığı acil ve nihai hedefler doğrultusunda netleştirilmesi ise, bu­nun gereği her şeyden önce, sömürü ve baskının kapitalist kaynağına ve onun hem ürünü hem de koruyucu gücü olan burjuva devletine karşı net ve tutarlı bir mücadele hattının izlenmesi; uluslararası sermayeye, emperyalist ve işbirlikçi gericiliğe karşı mücadelede bulanıklığa yer veril­memesidir. Oysa, söz konusu makale yazarının, bu konudaki önermelerinin içerik ve kapsamı, böylesi bir çizginin izlenmesine barikat örecek türdendir.

Yazarın demokrasi ve sosyalizm anlayışını, ayrıntılarına girmeksizin ana özellikleriyle ele alacağız. Ancak, bundan önce belirtmemiz gere­kir ki, A. Bayram’ın makalesinde öne sürdüğü “demokratik”(!) ön takılı anlayış ve eleştirilerin herhangi özgün bir yanı veya özelliği bulunmu­yor. Patenti, Türkiye ve Ortadoğu’daki izleyici­lerinden önce Batı Avrupalı ve Amerikalı (ABD ve Latin Amerika) “postmodern-postmarksist” teorisyenlere ait olan bu görüşlerin, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin tasfiyesi ve bununla da bağlantılı olarak uluslararası işçi hareketinin geriye püskürtülmüş olmasından esinlenip güç aldığı ve son on yıllarda işçi sınıfı ve kent-kır emekçilerinin sermayeye karşı mücadelesinin bölünüp parçalanmasında işlev gördüğü bilini­yor. Özgürlük Dünyası’nın daha önceki birden fazla sayısında sosyalizm dışı bu görüşler irde­lenmiş, kapitalizm içi içerikleri sergilenmişti. Ka­pitalist dünya gerçekliği tarafından geçersizlikle­ri açıklığa çıkarılmış bu görüşleri, bundandır ki, burada sadece, işçi sınıfı ve bütün ezilen halk kitlelerinin mücadelesi ve hareketinin ihtiyaçları bağlamıyla sınırlı bir kapsamda ele almakla ye­tineceğiz. (Umarız ki, bu dostane uyarılar doğru şekilde değerlendirilir.)

“AŞMA”(!) İDDİASINA DAİR BİR ARA NOT

Kurucu teorisyenleri Marx ve Engels olup Lenin’in 20. Yüzyıl dünya kapitalizmi üzerine irdelemeleriyle katkıda bulunarak geliştirdiği Marksist-Leninist kuramın “aşıldığı” yönündeki kurgul iddiaların bizim ülkemiz ve bölgemiz top­raklarında seslendirilmesinden önce, ABD, Latin Amerika, Batı Avrupa gibi ülke ve bölgelerde, Max Weber gibi burjuva liberalleri bir yana bıra­kılırsa, aralarında “Marksist olduğunu” ileri sü­ren kimi sol-liberal teorisyenlerin de bulunduğu “post modern” vaizler tarafından seslendirildiği, hiç değilse, “sol cenahta yer alan”ların büyük çoğunluğu tarafından biliniyor. Marx, Engels ve Lenin’i, tarihsel materyalist ve diyalektik dünya görüşünü; toplumlar tarihi ve üretim sistemleri bağlamında “determinist tarihselci”; “sınıf in­dirgemeci” ve hatta “iradeci ve otoriter” olarak tanımlayıp, aşılması gerektiğini ileri sürerek, kül­türel-çevreci, etnisist ve cinsiyet kimlikçi sözüm ona aşkın yeni tezlerle ortaya çıkanlar içinde, “hakları”nı teslim etmek gerekirse, Frankfurt Okulu teorisyenleri ilk sırada yer alırlar. Ardıl­ları, farklı “ekol” ve isimlerle iki düzine kadar sıralanabilirler. “Batı Marksizmi” teorisyenleri; Nietzsche ve Saussere’den ilham almış Althus­ser, Foucault, Derida, Lacan, Negri, Laclau ve Witgenstein bunlardan bazılarıdır.

Burada ve şimdilik söylenecek olan, “aşma” fikri ve iddiasının, “altı doldurulmak” üzere ortaya konmuş görüşlerin doğruluğu-yanlışlığı saklı tutularak ele alındığında, bilimsel görüş açısından ve bilimsel gelişme yönünden, veri ve kanıtları ortaya konmuş şekilde, önceki görüş ve buluşların ya yanlışlanarak ya da eksiklikleri gösterilerek, daha ileri bir çözüm yöntemi ve gö­rüşünü dile getirdiğidir. Fizik, kimya, biyoloji gibi pozitif bilimler alanında sözü edilebilecek birçok “aşma” sıralanabilir. Newton fiziği ile Enerjinin Korunumu Kanunu ya da Kuantum fiziği arasın­daki devamlılık ve aşma göz önüne getirilebilir, vb. gibi.

Buradaki tartışma alanıyla sınırlı tutularak alındığında, Marx’ın adıyla bilinen kuramın, sa­dece Marx öncesi burjuva iktisatçıları ve burjuva tarihçileriyle sosyologlarının değil ütopik sosya­listlerin ve Hegel gibi bir felsefe “zirvesi”nin gö­rüşlerinin de eleştiriden geçirilerek aşılmasıyla oluşturulduğunu belirtmekle yetinebiliriz. Unut­mamak gerekir ki, doğa ve toplumun bilimsel analizi söz konusu ise eğer, durağanlık, değiş mezlik, mutlak kesinlik kavram ve kategorileri bilimselliğe değil metafizik-mekanik dogmalara işaret ederler. Ve yine bilinir ki, Marksizm dog­malara değil bilimselliğe dayanır; bilimsel bir te­ori olarak, dünyanın değiştirilmesinin yöntemsel bilimi olarak bir eylem kılavuzudur.

Marx’ın kuramının –Engels ve Lenin ile birlik­te– kendinden önceki teorisyenlerin ortaya koy­duklarından ayrışan başlıca özelliği, onların top­lum tarihine ve iktisadi sistemlere ilişkin görüş­lerinin eksiklikleri ve yetersizliklerini karşısında yalnızca daha yetkin, daha bilimsel, daha bütün­lüklü bir teori oluşu değil, toplumsal gelişme ve değişmenin özgün yasalarını, maddi nesnel ka­nıtlarıyla göstermiş olması ve kendinden önce­kilerin kaba materyalist, metafizik dogmalarını mahkum etmesiyle birlikte, onların yakınından bile geçemedikleri artı-değer yasasını bulması ve sınıf mücadelesini sınıfların ortadan kalkma­sına dek süren, sömürüsüz topluma varmaksızın sınıf karşıtlıklarının ortadan kaldırılamayacağını ve üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip bir bölüm insanın (egemen sınıf) diğerleri üzerin­deki hakimiyetine son verilemeyeceğini bilimsel olarak ortaya koymuş olmasıydı.

Buradan çıkarılabilir olan ve çıkarılan en önemli sonuç şuydu: Sosyalizmin maddi top­lumsal temeli ve onu gerçekleştirecek güçler başka bir yerde değil kapitalizmin bağrında doğmakta, onun tarafından kaçınılmaz olarak hazır hale getirilmektedir. Sanayi üretimi ve pro­letaryanın doğup büyümesiyle birlikte, üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti ile üretimin toplumsal niteliği arasındaki çelişki temeli üze­rinde şekillenen proletarya-burjuvazi çelişkisi, proletaryayı, üretim sürecindeki işleviyle bağlı biçimde örgütlü mücadeleye yönelterek sınıf bilinçli ileri kesimlerinin yönetiminde iktidar sa­vaşına sürüyor; ilkel komünal dönemi dışındaki tüm insan(lık) tarihinin gelişme sürecini belirle­diği gibi, sınıf mücadelesi yoluyla, kapitalizmin tasfiyesi, proletaryanın devrimci eylemi ve mü­cadelesiyle gerçekleştiriliyordu. Tüm insanlık tarihi bu mücadelenin basitten karmaşığa iler­lediğini kanıtlamıştır.

Bu durumda, Marksizmi sözüm ona aştığını ileri süren herhangi birine düşen, öncelikli ola­rak Marx’ın bu görüşlerinin; her şeyden önce de artı-değer teorisi ve sınıf mücadelesi yasalarının yanlışlaşmasını kanıtlarıyla göstermesi olmak durumundadır. “Aşma” iddiasıyla ortaya çıkan­lardan hiçbiri bugüne dek böylesine bir “yete­nek” ve başarı göstermiş değiller. Bunun yerine, Marx’ın kuramını ya tek yanlı ve kaba materya­list bir anlayışla ele alarak bütünlüğü ve iç tutar­lılığını bozmaya kalktılar ya da toplumsal-tarih­sel gelişmenin diyalektiğini görmezden gelerek, insanlık tarihinin gelişme sürecinde Marx sonra­sı dönemde gündeme gelen bazı kültürel-ekolo­jist sorunları söz konusu ederek, “Marx bunları görmemişti” (!) türünden uyduruk ve absürt suç­lamalarla sözüm ona aşkın teoriler oluşturmaya koyuldular. A. Bayram’ın makalesinde yer alan kesinlemelerin bu türden bir “aşma” iddiası ve mantığının ürünü olduğu görülüyor.

BİR AŞKIN TEZ OLARAK “DEMOKRATİK SOSYALİZM” NEDİR NE DEĞİLDİR?

Kapitalizm ile sosyalizmin temel önemde­ki farklılıklarının her şeyden önce iktisadi-sosyal temeldeki farklılıklar olması anlaşılır bir durumdur. Kapitalizmi antidemokratik, sosyalizmi demokratik yapan, siyasal alan­daki eşitlik-eşitsizlik, özgürlük-özgürsüzlük­ten önce ve esas olarak toplumsal sınıfların üretim araçlarıyla –bu araçların mülkiyetiy­le– ilişkisi; bu ilişkinin niteliğidir. “Demokra­tik sosyalizm” tezinin bir orijinalitesi, bir öz­günlüğü var mıdır sorusuna yanıt vermeden önce, şu iki temel önemdeki noktaya dikkat çekmekte yarar olacaktır: Kapitalizm ile sos­yalizmin birbirleriyle uzlaşma kabul etmez ni­teliksel farklılığı, ilkinin artı değer üretimine ve emek gücünün kapitalist sömürülmesine dayanan bir ekonomik sistem olmasına karşı­lık, sosyalizmin sömürüyle birlikte sınıf farklı­lıklarının ortadan kaldırılması amacıyla bağlı oluşudur. “Demokrasi” kavramı sosyalizm ile ilişkilendirilerek kullanıldığında, sosyaliz­min bu temel niteliksel özelliği ve özgünlüğü göz ardı edilirse, varılacak yer, liberal burju­va vaizlerin anti sosyalist mevzii olacaktır.

Sosyalizmin demokratik niteliğini belirleyen temel bağlayıcı “ilke”, üretim araçlarının ko­lektif mülkiyete geçirilmesi ile sömürünün tasfiyesidir. Siyasal demokrasiyi ekonomik-sosyal temelinden soyutlayanlar, emek gücü ile sermaye arasındaki ilişkide “özgürlük” ve demokrasi görenlerdir. Kapitalizm, siya­sal alandaki baskı, ayrıcalık ve saldırılardan önce, iktisadi alandaki sömüren-sömürülen ilişkisi tarafından belirlenen antidemokratizm ile maluldür. O, bir azınlık-ayrıcalıklı sınıfın toplumun çoğunluğu üzerindeki hegemonik sistemi olmasıyla antidemokratiktir.

Reel sosyalizm” olarak adlandırdıkları Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist inşanın “çö­zülmesi” ve “tasfiyesi”nden hareketle Mark­sist sosyalizmi anti demokratik ilan ederek “demokratik sosyalizm”e ihtiyaçtan söz eden­ler, sosyalizmin temel niteliksel özelliklerini; toplumun sömürü ve baskıdan kurtuluşunun ve kolektif çıkarlarının ifadesi olarak sosya­lizmin demokratik karakterde olduğunu göz ardı ediyorlar. Bu sığ görüş, diğer yandan, 1990’ların dünya-bölge ve ülke koşulların­da, işçi sınıfı ve ezilen halkların uluslararası alanda kapsamlı saldırılarla geriye püskür­tüldükleri bir dönemde yaygınlaştırılmış ol­masına karşın, “demokratik”-”özgürlükçü”-”güler yüzlü”-”insancıl” ön takılarıyla çok daha önceden gündeme getirilmiş ve fakat inandırıcılık göstermemiştir. Bu sözüm ona teori ve tezlerin, sosyalizmin yenilgiye uğra­tılması ve sömürülüp-ezilen halkların kurtu­luş mücadelelerinin emperyalist ve işbirlikçi gericilikler tarafından bastırılması koşulları­nın ürünü olması; Marksist sosyalizm anla­yışına karşı suçlamaların bu yenilgiden güç alarak şekillenmesi, “gerçekleşen sosyalizmin eksiklikleri”nin sosyalist teorinin “yanlışları” olarak gösterilmesi, eksikliklerin eleştirisi ye­rine kuramın suçlanması; ve yerine de kapita­lizm içi olmakla malul alternatifleri içermesi, liberal burjuva sınırları aşmayan karakterde olduklarını göstermektedir.

A. Bayram’ın “devletsiz demokrasi” ve “dev­letsiz sosyalizm” kurgularına gelecek olursak, bu kurguların neyi içerdiği ya da herhangi geçerliğe sahip olup olmadıkları, buraya kadar söylenen­ler tarafından aslında gösterilmiş bulunuyor. Demokrasi ve sosyalizmin devlet ile ilişkisi, açık olmalıdır ki, iktisadi-sosyal sistem ve koşullar­dan soyutlanarak irdelenemez. Başka biçimde söylenirse, ekonomik-toplumsal sistemler ile onların siyasal üst yapı kurumları birbirleriyle bağlı olmak durumundadırlar. A. Bayram bir ez­beri yineleyerek, “Artık devlet ile sosyalizmin bir arada olabileceğine hiç kimse inanmıyor. Yani devletçi sosyalizm anlayışı tarihe karıştı. Sos­yalizmin özgürlük, farklılıklara dayalı eşitlik ve paylaşım ilkelerinin devlet gibi bir baskı ve zor aracıyla gerçekleşemeyeceği herkesçe anlaşılır oldu.” diye yazıyor.

Bu iddiaların mutlakçı karakteri bir yana, sosyalizm ile bağdaşırlığı yoktur. Kesinlemele­rin metafizik karakteri “herkes” tarafından de­ğilse de, materyalist diyalektik dünya görüşüne sahip olan ve toplumsal yaşam ve sistemlerin tarihsel karakterine ilişkin bilimsel analiz gücü gösterenlerin büyük çoğunluğu tarafından gö­rülebilir. “Artık devlet ile sosyalizmin bir ara­da olabileceğine hiç kimse inanmıyor” iddiası sadece aşırı bir abartıyı ifade etmiyor, bilimsel düşünceye de aykırı düşüyor. “Devletçi sosya­lizm anlayışının tarihe karıştığı” kesinlemesi de, aynı şekilde gerçek dışıdır. Dünyanın bir­çok ülkesinde mücadele eden proleterler ile emekçilerin ileri kesimlerinin ve onların parti ve örgütlerinin teori ve pratiğinin yok sayılması bir yana, bu iddia, proletaryaya, kendi iktidarı altında ve iktidar olarak sosyalizmi inşa etme olanağını, bile isteye, eskinin kapitalistlerine terk etme çağrısı dışında bir şey ifade etmez.

Sosyalizm-devlet ilişkisi ya da sosyalizmde devletin işlevi ve niteliği sorunu, açık olmalıdır ki, sosyalizm öncesi tüm sınıflı ve devletli top­lumsal sistemlerden temel önemde niteliksel farklılıklar gösterir. Proletaryanın devleti, burju­vazinin eski cennetini geri getirmesini bastırmak için zorunlu, ama devletten devletsizliğe geçiş sürecinin geçici bir örgütlenmesi olarak sönüm­lenip yok olmaya mahkûm bir araçtır. Buna aykırı düşen her düşünce, tarihsel gelişmenin günümüze dek ortaya çıkardığı yönetim biçimle­ri ve devlet örgütlenmesi/örgütlenmelerinin an­ lamını flulaştırarak, anarşizan devlet anlayışına varır ki, bunun toplumsal gerçeklikler karşısında herhangi geçerliği yoktur.

Devletin olduğu yerde, evet, baskı vardır ve olacaktır. Marksistler, Marx, Engels, Lenin ve Sta­lin başta olmak üzere, hiçbir yerde, devletin sos­yalizm koşullarında ve sosyalizmi inşa pratiğin­deki işlevini başka biçimde göstermemişlerdir. Bu, ama, kapitalist devlet ile sosyalist devletin niteliksel farklılıklarının göz ardı edilerek, tıpkı burjuva diktatörlüğünün proletarya ve emekçi­ler üzerindeki sömürüyü korucu diktatörlüğün­de olduğu üzere, sosyalist devleti –proletaryanın kendi devletini– halkın üzerindeki bir baskı aracı olarak göstermeye yönelik her türden çarpıtma ve inkâra da set çeker. Yazar, sosyalist devleti, kapitalistlerin zor aygıtıyla benzer biçimde –hal­kın üzerinde– halka karşı baskı ve zor aygıtı ola­rak göstermekte; devletsiz sosyalizm=komünizm aşamasıyla, bu aşamaya varış sürecinde, o aşamaya varabilmek için, Engels’in ve Lenin’in deyişleriyle artık “devlet olmayan devlet”in ge­rekliliğini reddederek, köy-mahalle-semt vb. gibi “özyönetim” modelleriyle sosyalizmin kurulabi­leceği hayali yaymaktadır. Sosyalizmin –önceki pratiğin kanıtladığı üzere– herhangi bir ülkede ya da birden fazla ülkelerde kurulması koşul­larında dahi, ancak merkezi bir örgütlenme ve planlama dahilinde inşa edilebileceği gerçeği, “aşma”cı teorisyenlerin çoğunda olduğu üzere, onların izleyicisi yazarlarda da önemsiz göste­rilmekle kalmamakta; siyasal alandaki eşitlik ve özgürlük gerekçe gösterilerek, atlanmaktadır. Kapitalist devlet ile sosyalist devletin sınıf niteliği atlanarak, bu iki farklı devletin uyguladığı baskı ve zorun hedefindeki kesimlerin kimliği göz ardı edilerek, soyut bir devlet karşıtlığı vazetmek, anarşizan bir anlayışa işaret etmekle kalmaz; işçi sınıfı ve emekçilerin burjuva despotik dik­tatörlüğe karşı mücadelesini de zaafa uğratır ve darbeler.

Sosyalist aşamada, devletin varlığına duyu­lan ihtiyaç, bir ideal değil, zorunluluktur. Sosya­lizmin kendisini silahlandırılmış halk güçlerine dayanarak ve onları devletin her kademesinde örgütlü bir güç halinde koordine ederek kapi­talizmin saldırılarına karşı koruması ihtiyacı tarafından belirlenen geçici bir durumdur. Bu­rada önemli olan, bu yeni devlet örgütlenme­sinin silahlandırılmış halkın her düzeydeki yö­netime doğrudan katılması, görevlendirilenlerin görevlerinden geri alınmaları hakkının dolaysız olarak emekçilerin kendilerinde olması, küçük üretim temeli üzerinde kapitalizmin yeniden üreyip hakim olmasına olanak tanınmaması ve her kademede görevlilerle diğer emekçilerin ya­şam standartları arasında ayrıcalıklara olanak tanınmamasıdır.

Devlet sonal olarak ortadan kalkacak; prole­tarya iktidarı aracıyla komünizme geçilmesi ko­şullarında işlevi son bularak tarihe karışacaktır. Bu zor ve baskı aygıtının kapitalizm koşullarında işçi sınıfı ve emekçilere karşı uygulanması ile devrilmiş ve fakat direnci bin kat artmış eski­nin sömürücü azınlık sınıfına karşı işçi sınıfının devrimci iktidarı olarak uygulanması arasında fark görmeyip, sosyalizmi devletle bağdaşmaz göstermek, proletarya ve emekçileri daha baş­tan silahsız bırakmak olacaktır. Paris Komünü ile bağlantılandırarak, proletarya ve emekçilere “öz savunma” ile yetinmelerini salık veren ya­zar, Komün’ün yenilgiye uğramasında başlıca olarak Merkez Komitesi’nin yetkilerini erken devri, Fransız Ulusal Bankası’na el koymaması ve Versay’ı alt etmek üzere zamanında harekete geçmemesi gibi zaafların rol oynadığını atlamak­tadır. “Demokratik sosyalizm” adına, işçi sınıfı devletinin reddedilmesi ve yerine “parti-toplum” projesinin ikame edilmek istenmesi, oysa, parti yönetimine daraltılmış bir tür devlet anlayışına işaret eder.

Demokratik sosyalizmin tanımlanması en önemli düşünsel devrimlerden birini ifade eder” diye yazabilmek için ise, kişinin ya insan soyu­nun tarihsel ilerleyişinde, doğa ve toplum yasa­larının bilgisiyle düşünsel alanda yol gösterici olmuş büyük deha sahibi bilim insanlarının var­lığından bihaber olması ya da bu tanımlamanın hiçbir orijinalitesi olmamakla birlikte, ona abar­tılı bir önem atfetmek için özel bir çaba göster­meye kendini zorunlu sayması gerekir.

Sosyalizm, evet, devrilmiş ve fakat eski ka­pitalist cennetini geri getirmek için caniyane bir saldırganlıkla ve uluslararası gericiliğin des­teğindeki eski egemen sınıfa karşı amansız bir baskı uygulamak zorundadır. Ne var ki, bundan hareketle, sosyalizmi anti demokratik ilan etmek akla ve bilime ziyan bir sözüm ona demokrasici­lik tasavvur etmektir ki, bunun için, en azından gerçeğe aykırılığı bile isteyerek ya da farkında olmaksızın savunmuş olmak gerekir.

Yazar devam ediyor ve “Demokrasiyi bir devlet biçimi olarak gören anlayışın ne kadar yanlış olduğu artık netçe açığa çıkmıştır. De­mokrasinin devletten kopartılarak esas yeri olan toplumla birleştirilmesi tarihi önemdedir. Böylece sosyalizmin demokrasi aracıyla bir­leştirilmesi ve demokratik sosyalizm tanımlan­ması en önemli düşünsel devrimlerden birini ifade eder” diye yazıyor.

Demokrasi sorununun bu ele alınışında, “hangi demokrasi, kim için kimin demokrasi­si?” sorusu yanıtsızdır. İnsan soyunun tarihsel “serüveni”, ilkel komünal dönemi dışındaki tüm sürecin sınıf farklılıkları ve çıkar çatış­maları üzerinden belirlendiğini; ortaya çıkan siyasal biçimlenmelerin/devlet şekillerinin bu çıkarlara bağlı olarak gerçekleştiğini göster­miştir. Eğer “netçe açığa çıkmıştır” denilecek şeylerden söz edilecekse, bunlardan biri de işte budur. A. Bayram, “herkes için demokra­si” anlayışını günümüze kadar olan toplumsal süreç açısından genel geçerliliğe sahipmiş gibi gösteriyor ve “biz söyledikse doğrudur” mantı­ğıyla, örnek olsun burjuva demokrasisinin bir devlet biçimi olamayacağını vazediyor. İleri sü­rülen bu görüşe göre, demokrasi herkes için eksiksiz bir eşitlik ve özgürlük ifade ettiğinden ve devletin hangi biçimi olursa olsun baskı ve zoru içerdiğinden, bu ikisi bir arada olamazlar! Toplumsal gerçekte ise, herkes için eksiksiz, eşitlik ve özgürlük ifadesi olarak bir demokra­siden ancak sömürü sistemine ve sınıf farklı­lıklarına son verildiği koşullarda söz edilebilir. Sınıflı toplumların tümünde ise, “demokratik devlet” ancak egemen sınıf için demokrasiyi tanımlar. Yazarın başlıca açmazı, bu farklılıkla­rı görmezden gelmesi ya da atlamasıdır.

nite­liği, demokratik olup olmamasını belirler ve “demokratik toplum” kavramlaştırması bu ba­kımdan sorunu bulanıklaştırıcı işlev görür. A. Bayram’ın ikide bir baş vurduğu “toplum”un örneğin tüm sınıfları kucaklayan-kapsayan bir anlamı da olduğuna göre, yazarın bu kavrama baş vururken, belirli bir kesimi mi, yoksa tüm sınıflardan tüm kesimleri mi işaret ettiği belir­sizleşmektedir. “Demokratik toplum” formü­lasyonu bundandır ki, liberal burjuva söyle­miyle karışmakta; burjuva ideolojik argüman­lara bağlanmaktadır. Devletsiz demokrasi –ki “topluluk demokrasisi” olarak tarif ediliyor–, otonom toplulukların komünal yaşam biçim­leri halinde oluşması/oluşabilmesinin maddi toplumsal temeli, kapitalizm koşullarında ka­lındığı sürece yaratılamaz. İşçi ve emekçilere “kendi işletmelerini kurma” yoluyla “kendi­lerini yönetme”yi öneren anlayışın herhangi pratik gerçekliği ve gerçekleşirliği yoktur. Ya kapitalizm tasfiye edilerek toplumsal yaşa­mın bütün alanlarında işçi-emekçi yönetimi gerçekleştirilir ya da rekabet ve sömürü top­lumu olan kapitalizm sınırları içinde, işçi ve emekçiler yönünden ancak istisnai olarak gö­rülebilecek sınıf atlamalarıyla sınırlı; ve sınırlı sayıda birey emekçinin “girişimci”-”işletmeci” olmasından öteye geçmez. Kapitalizm ve bur­juva devletinin karşıya alınmaması durumun­da yaşanacak olan, işçilerle birlikte kent-kır emekçilerinin de giderek artan şekilde mülk­süzleştirilmeleridir çünkü.

iŞLETME KURUN” VE “ÖZ SAVUNMADA KALIN” ÇAĞRISI YA DA HAK ALMA MÜCADELESİNE REDDİYE

Adil Bayram, sosyalizm ve demokrasiye ilişkin “demokratik” ön takılı bu düşüncelerin “eskinin devlet ve iktidara bağlı olan şiddet anlayışı”nın aşılmasını da sağladığını ve bu­nun yerine “öz savunma direnişi”nin geçtiğini belirterek, bunu “Paris Komünü Barikatları” ile ilişkilendiriyor. Devamında da “iktidar ve devlet güçlerinin saldırıları karşışında meşru savunma”dan söz ederek, bu savunmanın “ta­mamen öz savunma kapsamında olması ve o kapsamı aşmaması esastır” vurgusuyla, burju­va devleti ve iktidarının hep yerinde ve hakim konumda kalacağı öngörüyor ve onun saldırıları karşısında savunmayla yetinen ve bunu aşma­mayı önüne koyan bir “mücadele” hattı belir­liyor, işçi sınıfı ve emekçiler adına! Bu tür bir “mücadele”nin iktidar ve devlet “olmamak” ile; “demokratik toplum” konumunda bulunmak ile gerekçelendirildiğini, yukarıdan beri söylenenler üzerinden görmüş olduk. Ancak, açıklama ge­rektirmez biçimde açıktır ki, bu durumdaki bir mücadele ile kapitalizm sınırları dışına çıkan bir “aşma” söz konusu bile olamayacaktır.

Yazar, makalesinde baştan sona iktidar sorununu ötelemeye; önemsiz ve gereksiz gös­termeye odaklıdır. “Toplum” kavramını, anlam belirsizliği bağlamında öne çıkarmış, “toplum odaklı olma”yı demokrasi ve sosyalizm anlayı­şının odağına yerleştirirken, “toplum”u bütün sınıfları kucaklayan bir “bütün” olarak tasav­vur etmekte; işçi ve emekçileri, devlete karşı mücadele ederek, direnerek hak alma yerine, “öz savunma”da kalarak ve “işletmeler kurup yöneterek” hakim sınıfa ve iktidarına tabi kal­makla yetinmeye çağırmaktadır. Başka türlü söylenirse, yazarın işçi sınıfı ve emekçilere “önerdiği”, “öz savunma”yı “aşmayacak” hak isteme yöntemlerini benimsemesi; örnek ol­sun herhangi saldırı mevziinde olmamasıdır. Kendini kapitalizm ve burjuva devlet tarafın­dan belirlenen sınırlara kapatan bu ideolojik-siyasal düşünceye “önemli düşünsel devrim” elbisesi giydirilmesi ise, en hafifinden boş bir böbürlenmeye işaret eder.

İşçi ve emekçilere önerilenin ne olduğunu, yazarın kendisi şöyle ifade ediyor: “Peki bu ifa­deler ne anlama gelmektedir? Yani demokratik sosyalizm partileri ve onun kadroları devlet kur­mayı ve iktidar olmayı hedefleyen değil, toplu­mu eğitip örgütleyerek demokratik toplumu ge­liştirmeyi hedefleyen parti ve kadrolar olmalıdır. Reel sosyalizmin parti-devlet birliği yerini parti-toplum birliği almalıdır.

Çok açıktır; iktidar hedeflenmeyecektir! Bu böyleyse eğer, yıkılacak bir iktidar da yok de­mektir ya da olmayacaktır. Oysa, uluslararası sermaye ve işbirlikçi burjuvazinin toplumsal yaşama hakim olduğu günümüz koşullarında, en küçük demokratik-ekonomik ve politik ta­lebin elde edilmesi için dahi egemen burju­va iktidarına ve kapitalist burjuvaziye karşı, burjuva sınırlarını aşmayı önüne koyan bir mücadele şarttır. Bu olmaksızın bir hak savu­nusu dahi mümkün olmamaktadır. Parti-top­lum “birliği”nin sağlanması için dahi siyasal partinin yönlendirmesindeki mücadelenin bir iktidar mücadelesi olarak yürütülmesi gerekir.

A. Bayram’ın formülünde, işçi sınıfı ve emekçilere ve onların sendikal-politik örgütle­rine, burjuva iktidarına karşı mücadeleye sınır çekilirken, bu sınır çizme ve “devlet ve iktidar olmama” adına, mevcut sermaye iktidarı ve burjuva gericiliğine tabi olma salık verilmek­tedir. Yazar, işçi ve emekçilerin değişik örgüt­lerine ihtiyaçtan söz ederek, “Peki yeni işçi ve emekçi örgütleri nasıl olacaktır?” sorusunu sormakta ve bu soruya, “Her şeyden önce, grev ve gösteri yaparak devletten hak isteyen değil, kendi işyerini kuran ya da çalıştığı yerin sahibi olan, böylece üretim ve yaşamda kendi kendini yöneten topluluk örgütlenmeleri ger­çekleşecektir. Yani işçi ve emekçilerin kitlesel örgütlenmeleri de devlet ve iktidar odaklı de­ğil, tamamen demokratik toplum odaklı örgüt­lenmeler olacaktır” yanıtı vermektedir.

Olağan durumunda dahi işçi ve emekçile­rin devlet ve iktidarın varlığı ve işleviyle bağlı olmayan herhangi toplumsal sorun ve talebi­nin bulunmadığını düşünmek için insanın sı­nıfların tarihi ve ilişkileri üzerine az-çok bir bilgiye sahip olması yeterlidir. Burjuva devleti, bütün organları-örgütleriyle birlikte, örnek ol­sun Bursa’da Metal işçilerinin giriştikleri hak alma mücadelesinin karşısında yer almışlar­ken, burjuva iktidar ve devletine karşı, hakla­rını koparıp almaları için mücadelenin kaçınıl­mazlığı açık iken; sadece sendika patronlarını ve kapitalistleri değil hükümet ve devlet gü­cünü de karşı alarak direnmeleri zorunluluk gösteriyor iken, onlara, grev ve direniş yap­mayı değil, işyerlerini kurmalarını söylemek, havanda su dövmek gibi bir şey olur! Yazar, kapitalizm koşullarında emek güçlerini sata­rak yaşamlarını ancak sürdürebilir olanlara, istisnaî durumlardaki tekil örnekleri bir yana asla mümkün olmayacak bir şeyi; sınıf değiş­tirmeyi önerirken, gerçeğe ilgisiz ve dışsaldır. Yazarın günümüz kapitalizmi koşullarında, milyonlarca işçinin işsizliğe, on milyonların yoksulluğa mahkum edildiği ve öyle kalmaları için zor ve baskının bin bir türünün dayatıl­dığı toplum gerçekliğinde, ütopistlerin –ör­nek olsun Robert Owen’in– safiyane görüşleri ve girişimleriyle en küçük bir benzerlik bile gösteremeyecek olan bir durumu; bir “kade­rine rıza gösterme” ve hayallerle oyalanmayı önermekte, dahası uygun görmektedir. İşçi ve emekçiler ile örgütlerinin böylesi türden bir “öz savunma” mevziini tutmaları ve “kendi işletmelerini kurarak yönetme” hayaliyle oya­lanmaları, oysa, onların mevcut ilişkilere ve sömürü koşullarına mahkum edilmelerinden başka bir sonuç doğurmayacaktır.

Yazar, burjuva devlet ve kapitalist sömürüye karşı mücadele sorununu ve bunun sendikal ve politik örgütlerinin kapsam ve niteliğini, kapita­lizm içi ve kapitalizmin sınırları aşmayacak bir anlayışla ele alıyor; sınıf ilişkileri ve çelişkilerine, devlet olarak örgütlenmiş egemen sınıfın bu iliş­ki ve çelişkiler bağlamında tuttuğu yere; üretim araçlarının kolektif mülkiyeti ile onların kapita­list özel mülkiyeti arasındaki uzlaşmazlığı gözar­dı ederek, burjuva devletinin denetimi altında, “komünal topluluk ekonomileri” inşaası vaazıyla Marksizme ve sosyalizmin inşası pratiğine saldı­rılar yöneltiyor.

Bu görüşler, sosyalizm bir yana, tutarlı bir de­mokrasi mücadelesi açısından dahi ciddi olarak sorunludurlar. Bu görüşlerin işçi ve emekçilerin saflarında ve onların örgütlerinde göreceği işlev, olsa olsa, hak alma ve sömürü ve baskıya son verme mücadelesini zaafa uğratma olacaktır. Proletarya ve emekçiler, oysa, sömürü ve baskı koşullarında yaşamak istemiyorlarsa eğer, yaza­rın ortaya koyduğu görüşlerin aksine, devlet ve iktidar odaklı bir mücadeleye girişmek; burjuva iktidarına son vererek, kendilerinin sınıf iktida­rını kurmak zorundadırlar. Sermayenin baskı ve sömürüsüne son vermeleri başka türlü mümkün olmayacaktır, çünkü.

 

Güney Afrika, ANC nereden nereye

BUGÜNÜN GÜNEY AFRİKASI

1980’lerin sonu ve 90’ların başında Güney Afrika, dünya üzerinde olumlu haber alınabilen nadir ülkelerden biriydi. Irkçı apartheid rejimi nihayet halkın onlarca yıllık örgütlü mücadele­siyle sonunun geldiğini kabul etmiş, Afrika Ulu­sal Kongresi’yle (ANC) masaya oturmuştu. 27 yıl cezaevinde tutulan ve halkın gözünde efsanevi bir yere oturan Nelson Mandela, 1990’da serbest bırakılmıştı. Demokratik bir Güney Afrika için Batılı emperyalistlerin de desteklediği görüşme­ler başlamış ve nihayet 1994’te ANC’nin katılabi­leceği ve tüm yurttaşların oy kullanabileceği se­çimlerin yapılması kararlaştırılmıştı. Bu, 46 yıllık apartheid rejiminin resmen lağvedilmesi anlamı­na geliyordu. Nitekim ANC, 1994 seçimlerinden yüzde 62 oy oranıyla çıktı ve Nelson Mandela da yeni Güney Afrika’nın ilk devlet başkanı oldu.

Marksist olmasa bile bir ölçüde Marksizm­den etkilenmiş ve onlarca yıl süren mücadele içerisinde çeşitli sınavlardan geçmiş olan “kim­lik” temelli bir halk hareketinin, Güney Afrika gibi kıtanın en önemli ülkelerinden birinde ik­tidara gelmesi kuşkusuz az buz bir şey değildi. Nelson Mandela’nın liderliği de herkese umut aşılayan bir başka gerekçeydi. Ancak aradan ge­çen 20 yılı aşkın süreye rağmen Güney Afrika Cumhuriyeti, halkın yoksulluk, işsizlik, gelir eşit­sizliği gibi en temel problemlerinin ağırlaşarak devam ettiği bir ülke olmaya devam ediyor.

Rakamlarla somutlarsak, Afrika’nın en zengin kaynaklarına sahip ülkelerinden biri olan Güney Afrika Cumhuriyeti’nde nüfusun yüzde 25’i işsiz. Genç işsizlik oranı yüzde 60’ı buluyor. 52 mil­yonluk ülkede 26 milyon kişi yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Yalnızca Johan Rupert ve Nicky Oppenheimer gibi kapitalistlerin malvarlığının toplamı bu 26 milyon kişiden daha fazla! Gini endeksine göre, ülke, gelir eşitsizliği sıralama­sında 0.77’yle zirvede! Evsizlik büyük bir sorun. Ülkede her yıl 500 bin tecavüz vakası yaşanı­yor! Liste acı rakamlarla uzatılabilir, gerçeğin ne olduğuysa değişmeyecektir: ANC iktidarı halkın eşitlik özlemine yanıt vermedi, veremiyor.

Dünyanın en gerici devletlerinden birine kar­şı mücadele verirken önemli soru işaretlerini “devrimden sonraya” bırakan ANC, apartheid rejimini ortadan kaldırdıktan sonra bu soruların yanıtlarının ne olduğunu açıkça ortaya koydu. ‘Ulusal demokratik devrim’ süreci boyunca takı­nılan ‘herkesi kapsayıcı’ tavır, iktidarın ele geçi­rilmesiyle beyaz kapitalistlerle ve kendi bağrın­dan çıkardığı küçük siyah kapitalistlerle sonsuz işbirliğine evrildi. Aynı zamanda ‘ulusal demok­ratik devrim süreci’nin devam ettiği ve bunun bazı hassasiyetler içerdiği şeklindeki propagan­da da devam ettirildi ve yoksul, emekçi taban ‘sı­nıfsız imtiyazsız kitle’ masalıyla uyutuldu. Tıpkı Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrası genç Cumhuriyet Türkiye’sinde olduğu gibi. Zaferle birlikte, hatta daha zafer elde edilmeden başlayarak, “kimlik” temelli ve burjuva önderlikli bütün ulusal, ırkçı­lık karşıtı vb. hareketlerin başına geldiği gibi…

Bugüne gelindiğinde, ülkede gericiliğin, nüfu­sun yaklaşık yüzde 10’unu oluşturan göçmenlere karşı ırkçılığa varacak derecede palazlandığını görüyoruz ki, Güney Afrika’yı yeniden gündemi­mize getiren de bu. 2008’de 62 kişinin canına mal olan yabancı düşmanı saldırıların ardından, Nisan 2015’te, ‘Yabancılar işimize ekmeğimize mani oluyor’ temalı kışkırtmalarla başlatılan sal­dırılar yeniden patlak verdi. 8 Afrikalı göçmen yaşamını yitirirken yüzlerce göçmen de yaşadık­ları yeri terk etmek zorunda kaldı. Durban’da başlayan ve Johannesburg’a yayılan saldırılar, Zulu Kralı Goodwill Zwelithini’nin kışkırtmala­rıyla ortaya çıksa da, bu feodal burjuva gerici odağa ses çıkarmayan, üstüne üstlük yönetici tabakasındaki bazı isimler aracılığıyla benzer söylemleri destekleyen, önlem almayan ANC ik­tidarı da saldırılardan sorumlu.

Elbette fiziksel saldırıların ötesinde bir de halkı böylesi bir gerici kışkırtmaya açık hale ge­tiren ekonomik gerçeklik var ki, ANC asıl bunun sorumlusu.

Peki ANC, iktidarında, kapitalist düzeni ay­nen korumuş sol kökenli ve söylemli ulusal ha­reket olmanın ötesinde nasıl bir deneyim yarat­tı? Hangi koşullar altında ortaya çıktı ve gelişti, ulusal hareketler açısından Güney Afrika’nın öz­günlüğü ve tüm bunların dünyanın geri kalanına söyledikleri neler?

GÜNEY AFRİKA’DA KAPİTALİZMİN GELİŞİMİ VE APARTHEID REJİMİNİ YARATAN KOŞULLAR

İngiltere ve Hollanda (Boerler) tarafından sömürgeleştirilen Güney Afrika, sömürgecilerin kendi aralarındaki savaşların ardından, 1910 yı­lında birleşik bir devlet haline geldi ve 1931’de de Birleşik Krallık’tan bağımsızlığını ilan etti. Bu dö­nem, beyaz azınlığın iki başlıca unsuru İngiliz ve Hollanda kökenlilerin, kapitalizmi güçlendirme ve iktidarı paylaşma süreci olarak, “yerlilere” (Siyah Afrikalılar) yönelik savaşını ortaklaştırma ve savaşı sıcak çatışma harici metotlarla sürdür­me dönemi oldu.

Apartheid rejiminin yürürlüğe girdiği 1948’e kadar nüfusun yüzde 80’ini oluşturan siyah Afri­kalıların mülk edinme vb. hakları son derece kı­sıtlıydı. Beyaz burjuvazinin stratejisi, geç gelişen Güney Afrika kapitalizminin dünya tekelleriyle rekabetini kolaylaştırmak için ‘ucuz emek’ten maksimum artı-değeri elde etmekti. Bunun için de adı köle olmayan kölelere ihtiyaç vardı. Tüm haklarından yoksun bırakılan yerli halk (sö­mürgecilik döneminde getirilen Hint kölelerden kalma yerleşik bir nüfus da bulunmakta), polis devleti şeklinde örgütlenen kapitalizmin ‘zor’ gü­cüyle köleleştirildi. Güney Afrika’nın zengin ma­den yatakları ve tarlalarında kölece çalıştırılan, esasen pek çok temel haktan mahrum olmasıyla köleden pek de farkı olmayan milyonların sırtın­dan elde edilen devasa kârlar, ülke ekonomisi­nin gelişmesini sağladı.

Bu sırada beyazlarla siyahların ortak müca­delesinin engellenmesi için de beyaz emekçile­re belli ekonomik ayrıcalıklar sağlandı. Irkçılık bariyerini atlatabilen beyazların bu ekonomik rüşvetle cezbedilmesi garanti altına alındı. 1910 sonrası kurulan İşçi Partisi, böyle bir partiydi. Aynı partinin sol kanadı, Bolşevik Devrimi son­rası ırkçı ve işçi aristokrasisine bağımlı İşçi Parti­si’nden koparak, 1921’de, Güney Afrika Komünist Partisi’ni kurdu.

1930’lara kadar maden ve tarlalarda yerli ve göçmen Afrikalıların kölece sömürülmesine da­yanan ekonomik yapı, bu tarihten sonra imalat sanayinin gelişmesine tanıklık etti. ’30’ların ikinci yarısı ve 2. Dünya Savaşı’yla birlikte imalat sana­yi patlama yaptı ve beyazların savaş nedeniyle orduya çağrıldığı dönemde siyahlar vasıflı işçiler haline gelerek sanayinin merkezine oturdular.

Savaş döneminde kesintisiz üretime ihtiyaç duyan rejim, bu süreçte gücünün de farkına varmaya başlayan işçi sınıfına karşı ödünler ver­mek zorunda kaldı. Savaş öncesi 14 yılda, çoğun­luğu beyaz emekçilerin gerçekleştirdiği 197 grev kaydedilirken, 1939-1945 arası, çoğunluğu siyah ve göçmen işçilerce yapılan 304 grev yaşandı. Bu dönemde ücretler arttı, sendikalar büyüdü. 1945’te Avrupalı Olmayan Sendikalar Konse­yi’nin 145 bin üyesi vardı.

İşçi sınıfının yükselişi, burjuvazinin gözünü korkuturken, 1933’ten bu yana iktidarı elinde bu­lunduran kapitalist koalisyon Birleşik Parti’yi de çatırdattı. Köle emeğine alışkın patronlar, kârları­nı koruyacak önlemlerin alınmasını istiyordu. Di­ğer yandan sanayi üretimi, daha organize bir işçi sınıfının zorunluluğunu dayatıyordu ve bu, daha yüksek ücretler, sendikal haklar vb. demekti.

Birleşik Parti, siyah işçi sınıfını en makul şekilde susturacak ve sanayi endüstrisinin ge­lişimini de koruyacak önlemler peşinde koşar­ken, işçi sınıfı sayısız grevle gücünü test etmeye başladı. 1946 Ağustos’unda 76 bin maden işçisi greve çıktı. Hükümet greve polis vahşetiyle ya­nıt verdi ve 12 madenci yaşamını yitirdi. Grev, bir hafta içerisinde yenilgiyle sona ererken, hem egemenler hem de ezilenler için yeni bir döne­min başlangıcının habercisi oldu.

Apartheid rejiminin yürürlüğe konulduğu 1948 seçimlerine gidilirken, 1946 katliamına rağmen, işçi sınıfının tam olarak ne seviyede bir şiddetle başının ezileceği konusunda patronlara güven veremeyen Birleşik Parti yerine, hem ka­pitalistlerin hem de ırkçılığın etkisindeki beyaz emekçilerin sözcüsü haline gelen Milliyetçi Parti güçlendi, seçimlerden de zaferle çıktı.

1950’de, dünya ekonomisi hızla büyürken Güney Afrika burjuvazisi rekabetten geri kalma­masını sağlayacak formülü Milliyetçi Parti’nin siyahları, emek güçlerini vahşice sömürmek dışında tamamen dışlayan Apartheid rejiminde bulmuştu.

Güçlü bir işçi hareketinin hükümeti sarsaca­ğını bilen Milliyetçi Parti, Apartheid’ın ötesinde sert önlemler aldı. 1953 ve ’56’daki düzenleme­lerle siyahların greve çıkma, toplu sözleşme yap­ma ve beyazlarla aynı sendikalarda örgütlenme hakları ellerinden alındı.

Güney Afrika ekonomisi 1947-1954 arasında hızla büyürken, 1957’de yapılan bir araştırmaya göre, gerçek ücretlerde 1948’e göre yüzde 20 ila yüzde 40 düşüş yaşanmıştı. Bir başka araştırma­ya göre, 1952’de Johannesburg’daki siyah ailele­rin yüzde 69’u açlık sınırının altında yaşarken, 1957’de bu oran yüzde 87’ye çıkmıştı. Bir başka deyişle, ekonomi büyürken, siyah işçi sınıfı daha da yoksullaştırılmış, örgütlenmesi engellenmiş, hak talepleri ırkçılıkla bastırılmıştı. Burjuvazi is­tediğini elde etmişti. Ve apartheid rejimi (tıpkı Avrupa’da faşizmin yükselişinde olduğu gibi), Milliyetçi Parti’nin ‘aşırılıkçı’, ‘fanatik’, ‘delice’ görüşlerinin yarattığı bir çılgınlığın sonucu değil, sermayenin çıkarları bunu gerektirdiği için hayat bulmuştu.

ANC’NİN GÜÇLENMESİ VE ÇİZGİSİNİ BELİRLEMESİ

1950’lerle birlikte işçi sınıfına yönelik saldırılar yoğunlaştı. Milliyetçi Parti’yle re­kabet halinde olan Birleşik Parti, 1950’de “Komünizmin Bastırılması Yasası” kapsa­mında komünistler için idam cezasını dahi gündeme getirirken, Güney Afrika Komünist Partisi yeraltına çekildi.

Her türden işçi eylemi, sert polis saldı­rılarıyla bastırılıyordu. 1950 1 Mayıs’ında ücretlere zam, oy hakkı ve siyasi baskıların sona ermesi için yürüyen emekçilere yöne­lik saldırıda en az 20 işçi katledildi. Katlia­ma tepki olarak örgütlenen 26 Haziran gre­vi de yoğun katılımla gerçekleşti. 1950’ler, hem baskıların hem de mücadelenin zirveye çıktığı yıllar olarak kaydedildi.

Güney Afrika Komünist Partisi bu dö­nemde saldırılara karşı koyma becerisini yeterince gösteremezken, 1912’de kurulmuş, sömürgecilere karşı yerli halkların birliğini amaçlayan bir örgüt olan ANC bir anda hızla büyümeye başladı.

Apartheid rejimi ve işçi sınıfına yönelik baskılar genç kuşağı radikalleştirirken, gün­delik mücadeleyi genel siyasi mücadeleye bağlayan başarılı eylemleriyle ANC, kendisi­ne bir önderlik arayan dinamik gençliğin ve işçi sınıfının hareketi oldu.

ANC, kısa sürede, birkaç binden yüz bin üyesi olan bir harekete dönüştü ve 3 bin delegeyle toplanan 1955 Kongresi, ülke ge­nelinde işçi sınıfının en büyük kürsülerin­den biri haline geldi. İşçi sınıfı ANC’nin en hareketli tabanını oluştursa da, liderlikte burjuvazinin, ağırlıklı olarak alk kesimleri­nin, küçük burjuvazinin hakimiyeti devam ediyordu ve hareket, 1955’teki meşhur ‘Öz­gürlük Bildirgesi’ne delegelerin yoğun ısra­rına karşın ‘sosyalizm’ taleplerini almadı. Buna karşılık, ücretlere zam, işsizlik yar­dımları, örgütlenme hakkının genişletilmesi, barınma, sağlık, eğitim, ulaşım haklarının geliştirilmesi gibi dönemin önemli, ancak sosyal demokrat olmayı aşmayan talepleri bildirgeye girdi ki, bu açıdan, bugün çeşitli demokrat, sosyal demokrat partilerin seçim bildirgelerine bakarak, Türkiye ile de bir karşılaştırma yapılabilir.

ANC’nin Güney Afrika’nın ekonomik yapı­sında devrimci bir dönüşümün taraftarı ol­madığını 1962’de tutuklanan Nelson Mande­la da Rivonia duruşmalarında açıklayacaktı: “Özgürlük Bildirgesi’nin gerçekleştirilmesi orta sınıf dahil tüm sınıflardan, müreffeh bir Afrikalı nüfus için gerekli olan taze alanları açacaktır. ANC tarihinin hiçbir döneminde ülkenin ekonomik yapısında devrimci bir değişimin taraftarı olmamış, kapitalist top­lumu mahkum etmemiştir.

Bu dönemden günümüze ANC’yle bir­likte hareket eden Güney Afrika Komünist Partisi, hareketin bu tutumunu “orta sınıf siyahları korkutmamak” olarak gerekçelen­dirdi. ANC, bu tarihten itibaren, mücadele­sini Apartheid ve ırkçılık karşıtı bir cephe oluşturmak üzere ördü. Dönemin ANC Genel Sekreteri Walter Sisulu, bu cephe karşısın­da, liberalleri işaret ederek, “Birleşik Parti bile bir seçim yapmak zorunda kalacak. Ya Milliyetçi Parti’ye ve ırkçılara katılacaklar ya da Apartheid’a karşı demokratik güçlerin büyük ailesine” diyordu.

ANC VE GÜNEY AFRİKA KOŞULLARINA DAİR BİR VURGU

Kısacası hareketin tasavvurunda Apartheid’a karşı olan herkesin ANC bayrağı altında hareket ettiği, öncelikleri emekçi sınıfın çıkarlarıyla be­lirlenmeyen, bir başka deyişle “liberal” beyaz patronla siyah işçinin aynı amaç için yan yana olabileceği bir mücadele vardı. Bu tasavvurun Apartheid koşullarına özgü olmadığı 1994 son­rasında kanıtlandı. Tarih, “hassasiyetler” ve “hareketin birliğinin gözetilmesi” ileri sürülerek “geleceğe ötelenen” işçi ve emekçilerin hak ta­lepleriyle birlikte hatta (sınıfların bittiği ve sınıf yaklaşımı ve mücadelesinin gereksizleştiği ya da aşıldığı yönünde görüş ve tezlerle) varlığı ve mü­cadelesinin nerede üstü örtülmüş ve mücadele burjuva perspektifle ele alınıp yürütülmüşse, sö­mürülen yığınların başına her yerde aynı şeyin geldiğine tanıklık etmiştir.

Ancak Güney Afrika ve ANC örneği bakımın­dan durum daha da çarpıcıdır ve söylenecek çok şey vardır. Çünkü; başlıca özgünlük olarak, ANC, bir azınlığın kurtuluş hareketi değildi, ter­sine nüfusun yüzde 80’ini oluşturan çoğunluğun temsilcisiydi. Ve tabii ki nüfusun yüzde 80’ini oluşturan siyah Afrikalıların ezici çoğunluğu, her halk bakımından da geçerli olduğu gibi –işçi ol­masa bile– emekçiydi. Siyahları her türlü haktan mahrum bırakan rejim, bırakalım siyah burjuva­zinin, siyah orta sınıfın dahi gelişmesini engel­lemişti. Başka ülkelerde ulusal hareketler genel­likle “azınlık” hareketleri durumundayken, ANC böyle bir sınıfsal gerçeklik içerisinde yükseldi; ancak dikkate almadığı ve burjuva yaklaşımla almaktan kaytardığı ve örtmeye yöneldiği de bu gerçeklik oldu.

ANC liderliğinin burjuva, küçük burjuva ulu­sal karakteri, 1950’lerde emekçilerin hem ülke hem örgüt içerisinde yaptığı atılımla değiştirile­bilseydi, bugün bambaşka bir deneyimden bah­sediyor olabilirdik.

Elbette böylesi bir ANC, ’80 sonu ve ’90 başlarında burjuvazi ve ABD ile masada anlaşa­rak Apartheid’i yıkması omlağanüstü zor olur; benzeri bir gelişme teorik bakımdan sıfır ihti­mal olmasa bile, rejimi yıkabilmek bir devrimi gerektirirdi. ANC ise, taktiklerini ’60 başlarında Küba ve Çin’in etkisiyle gerilla mücadelesine (kit­le mücadelesinin yanında) vardırdığı dönemde dahi bunu hedeflemedi.

GÜNEY AFRİKA KOMÜNİST PARTİSİ DENEYİMİ, HALK CEPHELERİ İÇİN BİR DERS

İşin aslı, ANC, kendi siyasal-sınıfsal konumla­nışı bakımından en başından itibaren tutarlı bir çizgi izlemiştir. Peki, ’50’lerden bu yana ayrı bir siyasi parti olarak varlığını sürdürse de, ANC’yle hemen hemen hiç ters düşmeyen Güney Afri­ka Komünist Partisi için ne söylenebilir? Bugün dahi Güney Afrika’da “Üçlü İttifak” denilen ANC-GAKP-COSATU (Güney Afrika Sendikalar Kongre­si) varlığını sürdürmektedir ve GAKP, seçimlere ANC çatısı altında girmektedir. GAKP, ayrı bir parti olarak varlığını, “Bağımsız Marksist-Leni­nist partinin olması, işçilerin gücüyle sosyalist Güney Afrika’yı kazanmak ve ulusal kurtuluş ile demokrasi için güncel mücadelenin zaferini sağlamak için gereklidir” şeklinde açıklıyordu. Bugün gelinen aşamadaysa, ‘Halk Cephesi’ de­neyiminin kötü bir örneğiyle karşı karşıya ol­duğumuzu görüyoruz. GAKP, ANC içerisindeki konumlanışında sağ oportünizmin esiri olmuş, cephe içerisinde düştüğü etkisiz pozisyon, onu burjuvazinin yedeğine düşürmüştür. Bugün halen bu durum devam etmektedir ve parti, ANC’nin tüm günahlarına ortak olarak varlığı­nı sürdürmektedir. Kuşkusuz bu, halk cephesi stratejisi bakımından sınanmış Marksist-Leninist ilkelerden tamamen sapılmış olduğunu ve bu ilkelerden sapınca neler olabileceğine dair öngö­rülenlerin harfiyen doğrulandığını ortaya koyan önemli bir örnektir.

ANC’DEN KALAN ACI DERS

ANC, en saygıdeğer halk hareketinin dahi, sınıfsal perspektife sahip olmaması ya da bu perspektifi kaybetmesi, burjuvaziyle işbirliğine yönelmesi ve buradan giderek emperyalizmin güdümüne girmesiyle kısa sürede halk düş­manlığına sürükleneceğinin yaşayan bir kanıtı­dır. Elbette, Apartheid gibi bir gericiliği yıkmak, burjuva demokratik hakların kazanılması ulusal hareketler için azımsanacak başarılar değildir; ancak sınırlarını buraya kadar çizen ve nihai hedefini kapitalizm çerçevesinde kalmak ve bur­juva devlet iktidarını devirmemek olarak belirle­miş hiçbir hareket, kendisini kapitalizmin çürü­müşlüğünden, kapitalizmin yarattığı kaçınılmaz barbarlıktan koruyamaz. Eninde sonunda sürük­lenilecek yer, mücadele edilen ve çerçevesi için­de kalınarak belirli siyasal başarılar elde edilen sistemi aynı karakterle ikame etmektir. Böylesi bir düzende Apartheid rejiminin anılarının can­lanması kaçınılmazdır ve 20 yılı aşkın süredir Güney Afrika’da gördüklerimiz de bunlardır.

Bu sebepten son yıllara damgasını vuran şu 3 örneğin, Apartheid günlerinden hiçbir farkının olmaması şaşırtıcı değildir:

Güney Afrikalı emekçiler haklarını aramaya kalktıklarında, “ulusal birliği bozmak” suç­lamasıyla, gerektiğinde, Marikana’da olduğu gibi katledilirler (2012’de maden işçilerinin grevine saldırıda toplam 47 kişi yaşamını yi­tirdi).

Güney Afrikalı emekçiler, sözde ülkenin ima­jını güçlendirecek 2010 Dünya Kupası gibi organizasyonlara kendi ceplerinden milyar dolarlar ödenirken, “dış dünya yoksulluğu görmesin” diye kentin çeperlerinde oluşturu­lan teneke kentlere sürgüne zorlanırlar (Tene­ke kentlere zorla sürgün, Güney Afrika’da bir Apartheid pratiğidir. Ve 2010’da yaşananlar, bu kez, insanların siyah olduğu için değil, yoksul olduğu için dışlandığı yeni dönemin kusursuz bir fotoğrafıdır).

Güney Afrika’da yaşayan göçmen emekçiler, yerlilerin yoksulluğunun gerekçesi olarak gös­terilerek şeytanlaştırılır ve saldırılara maruz kalırlar. (Onlarca yıl ırkçılıkla mücadele eden insanları, ırkçı tepkiler vermeye ancak kapita­lizmin yarattığı barbarlık itebilir.)

Türkiye’de “işçi sağlığı” kavramı üzerine -2

1980 ÖNCESİNDE İŞÇİ SAĞLIĞI ÇALIŞMALARI

Türkiye’de “İşçi Sağlığı” Kavramı Üzerine ya­pılan kurgunun birinci bölümünde, 1980 askeri faşist darbesine kadar değerlendirilmişti. Birinci bölümün yayınlandığı ve 1980 döneminin işçi sağlığına verdiği zararı yazmaya çalıştığımız gün­lerde işçi sağlığına en fazla zarar veren eli kanlı işçi düşmanı faşist diktatör, “biraz daha yaşama­lı” dediğimiz günlerde bedenen kurtuldu!

Kapitalizmin 1970 sonrasında derinleşen ekonomik krizi ile birlikte yükselen mücadele ve örgütlenme çabalarının sermayenin kaygısı­nı artırdığı dönemde; devlet-sermaye işbirliğiyle “ekonomik istikrar tedbirleri” gündemli 24 0cak kararları “siyasi istikrar” adına 12 Eylül 1980 dar­besi ile uygulamaya konuldu. Amaç ekonomik kriz ile birlikte işçi sınıfının örgütlü yapısından kurtulmaktı. Darbe öncesinde işçi sınıfı korku­su yaşayanlar, darbe sonrasında korkunun esiri oldular; süngü zoruyla grevler kırıldı, sendikalar kapatıldı, sendikalılar cezaevlerine dolduruldu…

Grev ve toplu iş sözleşmeleri engellenirken, sendikalaşmanın önünü kesmek için baş tacı ya­pılan taşeronlaşma hem özel hem de kamu sek­töründe sermayenin can simidi oldu; sendikalar ve sendikalarla ilgili haklar yok edilirken, işyer­lerinde sağlık ve güvenlik önlemlerine de büyük darbe vuruldu. Mevzuatta koruyucu sağlık hizme­ti ile ilgili organizasyonun elliden az işçisi olan iş­yerlerinde zorunlu olmaması, ülkede işyerlerinin yüzde 98’inde işçi sayısının taşeronluk sistemi marifetiyle elli sınırının altına çekilmesini sağla­dı. Sağlıksız ve güvenliksiz çalışma ortamı daha da kötüleştirildi. Taşeronlaşma, daha sonraki dö­nemde esnek çalışmanın da gündeme gelmesiyle; insan emeğinden en fazla yararlanma amacına uygun organize olurken, örgütsüzlüğün ve sağ­lıksızlığın olumsuz koşullarını oluşturarak emeği savunmasız bırakmanın da aracı oldu.

Darbe sonrasından bugüne emek örgütleri­nin etkisizleştirilmesi ve ücretlerin sefalet sınırla­rına indirilmesine paralel olarak; sosyal güvenlik ve sağlık hizmetlerine ulaşımın önündeki engel­ler birbirini sürekli olumsuz etkileyen faktörler haline dönüştü.

DİSK ve TTB örgütlülüğü üzerinden 1980 öncesinde başlatılan işçi sağlığına yönelik ça­lışmalar alanda olumlu etki yaratmış, sendikal örgütlenmede de karşılığını bulmaya başlamış­tı. DİSK, 1979 yılında yayınladığı İşçi Sağlığı İş Güvenliği kitabının (DİSK Yayınları: 31) Önsözü: “İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği sorunu bugün işçi sınıfının mücadele gündemindeki en önemli so­runlardan biridir… DİSK, bu alandaki mücadele­sini Türkiye işçi sınıfının bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin doğrultusunda sür­dürmektedir…” iddiasını koyarak bu yayının tüm sendikalı işyerlerinde “temsilciler ve işçiler için iş kazaları ve meslek hastalıklarına karşı, işçile­rin daha sağlıklı yaşamları için verdikleri müca­delede ‘el kitabı’ olmasını” istemiştir.

Kitapta istatistiklere yer verilirken “Türki­ye’de her gün 5 sigortalı işçi iş cinayetleri so­nucu ölmektedir… bu ölümler iş kazaları adı altında gözlenen iş cinayetleridir” diyor. Bugün de öyle! DİSK o yıllarda durumu “sanayideki iç savaş” olarak yorumlamaktadır. Son 35 yıllık dönemde cinayetler kesintisiz devam etmesine rağmen, resmi ideoloji DİSK de dahil emekten yana bakanların gözünü perdelemiş, o günden bugüne unutturulan “iş cinayetleri” kavramı son zamanlarda -DİSK de dahil- yeniden kulla­nılmaya başlanmıştır. Meslek hastalıklarında da durum aynıdır. 1977’de 392 meslek hastalığı SSK kayıtlarına geçmişken, 2012 yılında SGK kayıtla­rına geçen meslek hastalığı sayısı ne tesadüftür ki 395 olmuştur.

DİSK, “işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunu üre­tim biçiminden ayrı ele alınmaz” tespitini yapa­rak vurguyu daha derin analizlerle sürdürüyor; “işçi sağlığı, işçilerin bedensel, ruhsal ve toplum­sal tam bir iyilik halidir… işyeri sınırları ile dört duvar arasına sokulacak bir sorun değildir… işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunu üretim güçlerinin gelişiminden, üretim ilişkilerinden, özellikle üre­tim araçlarının özel mülkiyetinden, kısacası üre­tim biçimlerinden ayrı ele alınabilecek bir sorun değildir.” Sorunun sadece doktorlar tarafından teknik önlemlerle çözülemeyeceğinin altını çi­zerken “toplumsal-ekonomik boyutlu bir sorun­dur. Siyasal iktidar sorunudur… Kısacası üretim biçimlerinden, üretim biçimlerinin değişiminden ayrı ele alınamayacak bir sorundur” ifadesiyle neden-sonuç ilişkisini kuruyor. Bugün sendikalar ve meslek örgütleri bu ilişkiyi kurmakta zorlanır­ken, resmi ideolojinin gölgesinde sorunun çözü­münü başka bir mecrada arıyorlar.

AZINLIKLARIN KÂRI ÇOĞUNLUĞUN SAĞLIĞI İLE ÇELİŞİR

Uzlaşmaz sınıf çelişkilerine göndermeler yapan DİSK’e göre; iş güvenliği konusunda “iş kazalarında yüzde 80-85 insan faktörü, yüzde 15-20 teknik faktörler sorumludur” veya “iş ka­zalarında yüzde 98 insan faktörü sorumludur” cümleleri ağızlarda sakız olan ve araştırma desteği olmayan sermaye söylemleridir. DİSK kitabında; “Çalışma Bakanlığı’nın iş kazalarının yüzde 80’inin “beşeri faktör”den yani çalışanla­rın dikkatsizliğinden ileri geldiği” ve “iş kazaları ve meslek hastalıklarının çalışma hayatının ka­çınılmaz riskleri, tehlikeleri olduğu” sermaye­darın bazı cüretkâr temsilcilerinin daha da ileri giderek “kaçınılmazlık teorisi” geliştirdiğini be­lirtiyor. “İşyerlerinde kaza olması doğaldır, ka­çınılmazdır, yoksa işyerlerini kapatmak gerekir”

ifadesi bugünün Çalışma Bakanı, Başbakanı ve Cumhurbaşkanı söylemleriyle ne kadar da aynı­laşmış! “İkisinden birini seçeceksiniz: Ya iş kaza­sı ya da işsizlik” söylemi o gün de bugün de hep aynı değil mi?

DİSK, sorunun kişiselleştirilemeyeceğini be­lirterek devam ediyor; “işçi sağlığı ve iş güvenli­ği sorunu yalnız işyerlerinin değil, tüm toplumun sorunu… mülkiyetin ve kâr dürtüsünün egemen olduğu kapitalist düzende işçi sağlığı ve iş gü­venliği sorunu bir genel sağlık sorunu değil “ar­tan maliyetler” sorunu olarak ele alınmaktadır. Özel mülkiyet temeli üzerinde yükselen kapitalist toplumun en temel dürtüsü kâr’dır. Kâr, daha fazla kâr, en fazla kâr…”

Kapitalist sistem, “işçinin ve doğanın en hunharca biçimde sömürülmesi” nedenselliği üzerinden patronun kârını artırmaktır amacıyla “neyin, ne ile, ne kadar üretileceğine karar veren üretim tekniklerini, çalışmanın süresini ve hızını, üretim hacmini” belirlemektedir. Bu anlamda devamında; “İş kazaları ve meslek hastalıklarını önlemeye yönelik her harcama kâr dürtüsü ile çelişebilir. Kapitalistler üretim maliyetlerini dü­şürmek ve kârlarını artırmak için her yolu de­nerler. İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda işçi sınıfının çıkarları ile kapitalist sınıfın çıkarları ka­pitalist topluma ilişkin her sorunda olduğu gibi taban tabana zıttır. Azınlığın kârı çoğunluğunun sağlığı ile her yönden çelişmektedir” sonucuna ulaşılmaktadır.

DİSK, Karl Marx’tan alıntı yaparak; “Benden sonra Tufan her kapitalistin ve bütün kapitalist ulusların parolasıdır. Demek ki, sermaye toplu­mun koyduğu zorunluluklar olmaksızın işçinin sağlığına karşı da, yaşayacağı ömrün uzunluğu­na karşı da vurdumduymazdır. Maddi ve manevi yozlaşmaya, erken ölüme, aşırı çalışma işkencesi konusundaki feryatlara şu karşılığı verir. Bizim kârlarımızı artırdığı için bunlara üzülmek mi gerekir?” tespitlerine yer veriyor. (Kapital, I.cilt, s.293, çeviri; A.Bilgi, Sol Yayınları)”

DİSK’e göre özetle; üretim araçlarının özel mülkiyeti üzerinde yükselen kapitalist sistemde “işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda işçiler ile patronlar arasında çıkar birliği” değil “çatışma” vardır. Mevcut yasa ve yönetmeliklerin bu çatış­mayı önlemeye yeterli olmadığını belirten DİSK bugün için de geçerli olan; “Kapitalist sınıfın kâr dürtüsü ile giriştiği sömürüyü artırıcı yöntemler iş kazalarını ve meslek hastalıklarını artıran, iş­çilerin sağlığını bozan etkenlerin başında gelir. Emeğin yoğunluğunu ve verimliliğini artıran çeşitli çalışma biçimleri fazla çalışma, vardiyalı çalışmalar, işçilerde aşırı yorgunluk ve gerilim yaratır. Zararlı kimyasal maddelerin bulunduğu ortamlarda daha uzun, daha yoğun kalmaları meslek hastalıklarını artırır” tespitlerini yapıyor.

1980 öncesindeki DİSK’in aşağıdaki ifadeleri bugün sendikalar kullanmaktan kaçınsa da du­rum aynıdır: “Yasa ve yönetmeliklerin işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında işverenlere yüklediği her görev işletmelerin masraflarının biraz daha art­ması, iş kazasını azaltacak her yeni makine pat­ron için yeni bir yatırımdır… Patronlar sakatlık, körlük, sağırlık, hastalık, ölüm bahasına elde et­tikleri kârlarını hiçbir nedenle azaltmak istemez­ler. Kapitalist sınıf sağlık sorunu ile ancak sağlık konusunun tatlı bir kâr alanı olarak görüldüğü zaman ilgilenmektedir. Üretim sırasında zehirli olduğu, kansere yol açtığı iddia edilen maddeleri değiştirmek ya da üretimden vazgeçerek patron­lar için kârlarından olmaktır…” Bugün değişen bir şey var mı?

Kapitalizmde sağlık hizmetlerinin tatlı kâr alanı olduğunu vurgulayan DİSK, “Tüm kapita­list ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de koruyu­cu sağlık hizmetleri yerine tedavi edici sağlık hizmetlerine ağırlık verilir… Önce insanların hasta olmasına göz yumacaksın, sonra iyileş­tirme iddiası ile ilaç ve malzeme satarak kâr sağlayacaksın… Kapitalist ülkelerde egemen sınıflar kendi yarattıkları hastalıkları iyileştirir­ken kâr etmeye devam ederler. İş kazaları ve meslek hastalıklarını kaynağında önlemeyecek­sin, bunları geçici önleyecek koruma araçları satarak büyük kârlar sağlayacaksın” derken, kâr dürtüsünün insanların sağlığından önce geldiğini belirtiyor.

Dünyada işçi sınıfının tarihsel mücadele içinde sendikal örgütlü çabaları sonucunda işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında sürekli önlemli haklar kazandığını ve yeni gelişmeler yaşandı­ğını tespit eden DİSK; “Bugün de sendikaların büyük bir çoğunluğu işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunu ile ilgilenmemektedirler. Bu sendikalar ücret zamlarının iş kazası ve meslek hastalıkla­rının artması pahasına elde edildiğini ya görme­mekte ya da görmemezlikten gelmektedirler. İş kazaları ve meslek hastalıklarının nedenlerine inmeden sonuçları ile uğraşmaktadırlar” diyor.

Sorunun ülkenin diğer sorunlarından ayrı ele alınamayacağını ve “İşçi sağlığı ve iş gü­venliği sorunu gerçek anlamda üretimin top­lumsal niteliği ile üretim araçlarının özel mül­kiyeti arasındaki çelişkinin ortadan kalkacağı bir toplumda, yani sosyalist bir toplumda çö­zümlenecektir” görüşünü benimseyen DİSK’e göre; “İşçi sağlığı ve iş güvenliği sorunu siyasi bir sorundur, bir düzen sorunudur… UÇÖ’nun işçi sağlığına ilişkin amacı kapitalist toplumda gerçekleşemez. Sosyalist toplumlarla kapitalist toplumların işçi sağlığı ve iş güvenliğine yak­laşımı taban tabana zıttır. Kapitalizmde temel amaç daha fazla kârdır.” DİSK’in bakışıyla işçi sağlığı ve güvenliği sorunu, “daha fazla kar” dürtüsünün egemen olmadığı, çalışmanın bir zevk olarak ele alındığı, insana en yüksek de­ğerin verildiği bir üretim biçiminde, yani “sos­yalizmle çözülecek”… Ancak, “içinde yaşadığı­mız ekonomik-siyasi koşullarda işçi sağlığı ve iş güvenliği sorununa ilişkin olarak yerine ge­tirilecek önemli görevler vardır… İşçi sınıfı tek kurtuluş yolunun sosyalizm olduğunu bilerek, yarının bugünlerden kurulacağının bilincinde olarak, işçi sağlığı ye iş güvenliği konusunda kararlı bir mücadele verecek ve bu düzende belli hakları koparta koparta alacaktır.”

Sonuç olarak DİSK; mücadeleyi Türkiye işçi sınıfının kazanacağını vurgulayarak “İşçi sağlığı mücadelesi, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelemizin bir parçasıdır” diyor ve bugün de etkili olabilecek çözümler öneri­yor; “İşçi sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin temel ilkelerimizi toplu sözleşmelere koyup gerekti­ğinde yalnızca bu istemler için grev yapmak zorundayız.”

1980 SONRASINDA İŞÇİ SAĞLIĞI ÇALIŞMALARI

12 Eylül Darbesi sonrasında sendika, meslek örgütleri ve derneklerin kapatılmaları, yönetici­lerinin 4 yılı aşkın bir süre tutuklu kalması tüm çalışmaların da durması anlamına geliyordu. TTB 1985’de genel merkezi İstanbul’dan Anka­ra’ya taşınarak faaliyetlerine başladı. DİSK ise yöneticileri beraat etmesine rağmen 12 yıl bo­yunca kapalı kaldı.

1980-85 arası dönemde sendikacılar varlık gösteremedi, ancak bir grup hekim işçi sağlığı çalışmalarını sürdürüyordu. Dr. Nejat Yazıcıoğlu, Dr. Haldun Sirer ve Dr. Metin Benol tarafından 1985 yılında İstanbul’da İşçi Sağlığı Derneği ku­ruldu. Dr. Veli Lök Derneğin İzmir Şubesi kuru­cusu ve Başkanı oldu. Dernek, 120 işçiye 1 yıl de­vam eden 150 saatlik “İşçi Sağlığı Eğitimi” yaptı. Eğitimler Dernek tarafından sertifikalandırıldı. Dernek ayrıca, Sendikal Araştırmalar, Sendikal Platform, Sendikal Eylemin Sorunları, Asgari Üc­ret vb konularda çalışmalar yaptı.

TTB “YETKİLİ MAKAM”

İş Kanunu gereği 1974 yılında onayla­nan İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Tüzüğü’nün 91. maddesi gereğince (6 ay içinde çıkarıl­ması hükme bağlanan, ancak 6 yıl sonra hazırlanan) “İşyeri Hekimlerinin Çalışma Şartları ile Görev ve Yetkileri Hakkında Yö­netmelik” 4 Temmuz 1980 tarihinde kabul edilerek işyeri hekimliği alanını ilk kez dü­zenledi. 1980 öncesi yükselen işçi sağlığı mücadelesi sonucu “darbeye 70 gün kala” Çalışma Bakanlığı’na karşı oluşturulan ba­sınç sonucu Yönetmeliğin Resmi Gazete’de (Sayı 17037) yayınlanması sağlanmıştı. “Sosyal Devlet” ruhunu yansıtan ve ILO ta­rafından “İşyerlerindeki İş Sağlığı Hizmet­lerine İlişkin” 03 Haziran 1959 tarihinde kabul edilen 112 sayılı Tavsiye Kararı dik­kate alınarak TTB aktivistlerinin çabaları ile hazırlanan bu Yönetmelik 1980 darbesi sonrası adeta unutulmuşken yine TTB ta­rafında uygulama alanı buldu.

Bu yönetmeliğin “İşyeri Hekimlerinin Ni­telikleri” tanımlanan 6. maddesinde işyeri hekimi olarak görev alacak olanların sahip olması gereken nitelikler arasında “yetkili bir makam tarafından verilmiş bir işyeri hekimli­ği sertifikasına sahip olmak” hükmünden söz ediliyordu. Çalışma Bakanlığının kış uykusu­na yattığı bu dönemde TTB kendisine “yet­kili makam” sıfatıyla görev vererek; işyerle­rinin tespiti, izlenmesi ve işyeri hekimlerinin atanmaları ile birlikte işyeri hekimlerinin eğitimlerinin düzenlenmesi görevini üstlendi.

TTB İŞÇİ SAĞLIĞI VE İŞYERİ HEKİMLİĞİ ÇALIŞMALARI

TTB, 1985 yılında açıldıktan sonra İstanbul, Ankara ve İzmir tabip odalarında İşçi Sağlığı Komisyonu çalışmaları başlatılmıştı. 1986’da İstanbul Tabip Odasında Genel Sekreter Dr. Nejat Yazıcıoğlu ile birlikte Dr. Metin Benol ve Dr. Haldun Sirer işyeri hekimi sertifika prog­ramıyla ilgili çalışmalara başladılar. 1985 son­rasında geçen 10 yıl içerisinde “işçi sağlığı ve işyeri hekimliği” alanında niteliksel gelişmeler olmuştu. TTB; “işçi sağlığı ve işyeri hekimli­ği” ile ilgili alana ağırlıklı önem verdi ve 1987 yılında 35. Büyük Kongre, “İşyeri Hekimliği Sertifika Programının başlatılmasına ve yasal olarak öngörülen işyeri hekimliği uygulamala­rının yaygınlaştırılıp, desteklenmesi gerektiği­ne” karar verdi.

33 saatlik ilk işyeri hekimliği sertifika kursu 15-27 Şubat 1988’de İstanbul’da gerçekleştirildi. Yönetmelik uygulamalarına karşı TİSK, KİPLAS (Kimya ve Petrol İşverenleri Sendikası) ve düzeni bozulan bazı işyeri hekimleri önce Bakanlıktan iptal talebinde bulundu, sonra Danıştay’a iptal davası açarak TTB uygulamalarından rahatsızlı­ğını ifade etti. Danıştay TTB lehine karar verdi. Bu yönetmelik yine TİSK’in eğitimlerin piyasa­laşması talebi sonrasında Çalışma Bakanlığı’nın kış uykusundan uyanmasıyla 16 Aralık 2003 ta­rihinde yayınlanarak yürürlüğe giren “İşyeri Sağ­lık Birimleri ve İşyeri Hekimlerinin Görevleri ile Çalışma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik” çıkana kadar varlığını korudu. 2003 sonrasında defalarca değiştirilen Yönetmelik eğitimlerin pi­yasa koşullarına uyarlanmasını sağladı (bu ko­nuya tekrar dönülecek).

TTB 1986 yılında işyeri hekimi asgari üc­retini belirleme kararı aldı. 1986 yılında işçi asgari ücreti 29.037 TL iken, TTB işyeri hekim asgari ücretini 60.000 TL olarak belirlemişti. Sonraki yıllarda işyeri hekimi ücretlerindeki artışı realiteyi yansıtmasa da devlet kurumla­rının belirlediği enflasyon oranına göre yapan TTB giderek makasın açıldığını gördü. Örneğin 1986 yılında 2,07 olan işçi-işyeri hekimi asgari ücreti arasındaki farkın 1997 yılında 8,76’ya, 2015 yılında ise 11,06’ya çıktığı hesaplanmak­tadır. Başka bir hesapla; 1986 yılında kamuda çalışan pratisyen hekim ücretinin yaklaşık ya­rısı kadar ücret alan işyeri hekimleri 2015 yılın­da kamuda çalışan hekimlerin yaklaşık 4 katı kadar fazla ücret almaya başladı. İşverenlerin karşı tavırları ile hekimlerin haksız rekabeti bu oranın daha büyük olmasını engellediği de ayrı bir gerçektir. Asıl gerçek ise işçi ücretlerindeki inanılmaz kayıplar ile ilgilidir.

Tabip Odası çalışmaları ile işyeri hekimi istihdam etmeyen işyerleri belirlendi. Umumi Hıfzısıhha Kanunu (m.282) gereğince Cumhuri­yet savcılarına suç duyurusunda bulunulması ve mahkemelerin verdiği hapis ve para cezası ile birlikte işyeri kapatma cezaları 1986 yılın­dan sonra 2000’li yıllara kadar etkili oldu. An­cak suçun “toplum/insan sağlığı ile oynamak” suçundan “görevi ihmal” suçuna dönüştürül­mesiyle birlikte suçun niteliğinin değişmesi sonucu tabip odaları yargı kararları ile devre dışı bırakıldı.

TTB standart tek tip sözleşme ile hekim-işveren arasında yapılan iş akitlerinde tabip odaları taraf ve onay makamı olmuş, bu durum örgütsel destek anlamında hekimlerin özlük haklarını güçlendirmiştir.

Tabip odaları, 1980 Yönetmeliğinin tanıdığı mesleki denetim hakkı çerçevesinde işyeri heki­minden “işyeri durum saptama formu” doldur­masını şart koşarak işyerlerinde sağlık hizmeti standartlarının iyileşmesine katkıda bulunmuştur.

2. ULUSAL İŞÇİ SAĞLIĞI KONGRESİ

TTB tarafından 1978’de düzenlenen I. Ulusal İşçi Sağlığı Kongresi sonuç bildirgesi bir sonraki Kongrenin DİSK, TMMOB, TBB, TÜTED ve diğer meslek odaları ile birlikte hazırlanması kararı almasına rağmen beklenen birliktelik sağlana­madı. TTB tarafından 4-7 Nisan 1988 tarihinde “2. Ulusal İşçi Sağlığı Kongresi” politik içerikten yoksun, teknisist bir anlayışla düzenlendi.

TTB ile DİSK’in 1980 öncesi birlikte­liğinde politik ve teknik ortaklaşma işçi sağlığına sınıf eksenli bakışı bilimsel çiz­gide yönlendirmiş ve sınıftan yana anlamlı çalışmaların programlanmasını sağlamıştı. Üzülerek söylemek gerekir ki DİSK tekrar faaliyete başladığı 1992 sonrasında 12 Eylül darbesi öncesindeki “işçi sağlığı” birikimini yakalamak şöyle dursun o seviyelere hiçbir zaman gelemedi. 1988 Kongresi DİSK’in ol­madığı, TTB’nin de mesleki-teknik bir kong­re programı ile Çalışma Bakanlığı, Türk-İş ve işverenlere daha yakın durduğu ve ana eksenini sınıftan uzaklaştırdığı bir etkinlik olmuştur. Bu anlamda TTB 1988 sonrası dö­nemde “işçi sağlığı” değil “işyeri hekimli ği” alanına yüklenmiş, hekim özlük hakla­rını öncelemiştir. Bu tercih TTB içinde de örgütsel kırılmalara yol açmıştır. Örneğin, 1988’de başlayan İşyeri Hekimliği Kursları için hazırlanan İşyeri Hekimliği Ders Notla­rı 1989 yılında yayınlandığında TTB Merkez Konseyi Sunuş yazısında “Şimdi hedefimiz elde edilen deneyimlerden yararlanarak sü­rekli eğitimle işyeri hekimliğini daha başarı­lı düzeylere taşımaktır. Bu uğurda işçi, işve­ren kuruluşları ve resmi organlarla verimli işbirliğine her zaman açık olduğumuzu bir kez daha yineliyoruz” derken 1980 öncesi TTB’nin sınıf eksenli bakışı yön değiştire­rek devlet-işveren bakışına dönüşmüştür. Bu bakışla eğitim kadrosu oluştururken de benzer bir hassasiyet üzerinden ayrışmalar yaşanmıştır.

AB “UYUM” SÜRECİ

Bu gelişmeler Türkiye’de AB’ye girme arzuları depreşirken, AB Konseyi tarafın­dan hazırlanan “İşde Çalışanların Sağlık ve Güvenliklerini İyileştirmeye Yönelik Tedbir­ler Alınmasına İlişkin” Çerçeve Direktif’in (Yönerge: 12.06.1989 tarih ve 89/391/EEC sayılı) gündeme geldiği döneme rastlamak­tadır. AB “uyum” sürecinde işçi sağlığı ve güvenliği ile ilgili Yönerge tarafların rol ve görevlerine “anlamlı” açılımlar getirdi. Yö­nerge, “üye ülkelerin işçi sağlığı iş güven­liği konusundaki yasal düzenlemeleri hem çok farklı hem geliştirilmeye muhtaçtır” tespitine karşılık her bir ülkede hazırlana­cak ulusal hukukun iç dinamiklerin gücü ölçüsünde oluşturulacağına işaret ederken, Türkiye’de rengi sarıya kayan sendikal ha­reket bu konuda taraf dahi olmadı. Meslek örgütleri ise AB açılımını yerinde buldu. Daha da ötesi “İş Sağlığı ve Güvenliği ve Çalışma Ortamına İlişkin” (1981)155 sayılı ve “İş Sağlığı Hizmetlerine İlişkin” (1985) 161 sayılı ILO Sözleşmeleri Çerçeve Yönerge ile bütünselleştirildi. Bahsedilen uluslarara­sı üç belgenin 2012 yılında yürürlüğe giren (daha sonra tekrar tartışacağımız) 6331 sa­yılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ile uy­gulama alanı bulmasıyla o günden bugüne işyeri hekimliği eğitimlerinin ve işyeri sağ­lık hizmetinin piyasa koşullarında kâr ama­cıyla “dışarıdan” verilmesi sağlandı. Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimi (OSGB) üzerinden hizmetle; ucuz işçilik, esnek çalışma, az profesyonelle çok iş, az sürede çok iş bek­lentisi gerçekleşti. Bu düzenlemelerle işye­ri hekimi ve iş güvenliği uzmanına biçilen rol; işçinin sağlığı değil sistemin güvenliği ile ilgiliydi. İşyeri hekimi ve iş güvenliği uz­manı istihdamı serbest piyasa koşullarında sağlanırken, bireysel olarak istihdamın önü kesiliyordu ve işveren ya da OSGB her du­rumda kazançlıydı.

12 Eylül sonrasında doruğa ulaşan hak ka­yıplarına karşı emek cephesinde 1987 yılından sonra başlayan huzursuzluk mücadelenin yük­selmesini beraberinde getirdi. Beyaz Yürüyüş (23 Ekim1988), maden işçilerinin uzun büyük yürüyü­şü (4-8 Ocak 1991), Ankara’da büyük miting ve yü­rüyüşler (5 Aralık 1992 ve 26 Kasım 1994), Emeğe Saygı mitingi (5 Ağustos 1995) başta olmak üzere eylem ve etkinlikler 1995 yılına kadar sürdü. Dev­let-sermaye öncülüğüyle neoliberal politikalara dönüşüm planları ile birlikte; militarist saldırılar ve faili meçhul cinayetlerle devlet terörünün daha da yoğunlaşması gündeme taşındı.

“İŞÇİ SAĞLIĞI” VE “İŞ SAĞLIĞI” KAVRAMLARININ İDEOLOJİK AYRIŞIMI

Bu dönemde uluslararası ve ulusal planda “işçi sağlığı” eksenli kavramsal dönüşümler ya­şandı. ILO ve DSÖ’nün birlikte oluşturduğu İşçi Sağlığı Ortak Komitesi işçinin sağlığına yönelik koruyucu sağlık hizmetlerinin açılımını 1950 yı­lında şöyle yapmıştı: “Tüm mesleklerdeki işçile­rin fiziksel, ruhsal, sosyal iyilik durumlarını en üst düzeye ulaştırmak ve bu düzeyde sürdürmek; işçilerin çalışma koşulları nedeniyle sağlıklarının bozulmasını önlemek; işçilerin çalıştırılmaları sırasında sağlığa aykırı etmenlerin neden olabi­leceği tehlikelere karşı korumak; işçilerin fizyolo­jik ve psikolojik durumlarına uygun bir çalışma ortamına yerleştirilmesi ve bu durumun korun­ması; özet olarak işin insana insanın işe uyu­munu sağlanmak.” İşçilerin bedensel, psikolojik ve sosyal tam bir iyilik hali olarak “işçi sağlığı” kavramı bugün de kabul edilebilir tanımdır. An­cak İşçi Sağlığı Ortak Komitesi 1995 yılında işçi sağlığı tanımını “geliştirdi” ve işçi sağlığı hizmet­lerinin amaçlarına “İşçilerin sağlığı ve çalışma kapasitesinin iyileştirilmesi… çalışma organizas­yonunun ve çalışma kültürünün işyerinde güven­lik ve sağlığı destekleyici yönde ve dolayısıyla olumlu bir sosyal ortamı ve işin üretkenliğini ar­tıracak sorunsuz bir işleyişi destekleyecek şekil­de geliştirilmesi…” ifadelerini ekledi. Bu değişim­le “verimlilik” işçi sağlığı hizmetinin amaçları arasına alınmıştı. Günümüzde ise verimlilik an­layışı öncelikli amaç haline getirilmiştir. Bu de­ğişimlerin Türkiye’de tartışmaya başlanmasına paralel olarak mevzuat düzenlemeleri gündeme geldi. 2000 yılında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Ka­nun yeniden düzenlenerek Bakanlık bünyesinde “İşçi Sağlığı” adına ne varsa “İş Sağlığı” olarak değiştirildi. Sonraki bölümlerde tartışılacak olan 2003 yılındaki 4857 sayılı İş Kanunu ve 2012 yı­lındaki 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu bu anlayışa uygun olarak düzenlendi.

YENİ DÜNYA DÜZENİNDE“İŞ SAĞLIĞI” AÇILIMI

Mevzuat düzenlemeleri sırasında gündeme getirilen yeni emek rejimlerine göre “işçi sağlı­ğı” anlayışından “iş sağlığı” kavramına geçişte “korumanın kapsamının genişletileceği” üzerine gerekçe üretilirken, aslında genişleyen/esnekle­şen korumanın kapsamı değil, çalışma ortamı/alanıyla ilgiliydi. “İşyeri” tanımı işverenin so­rumlu olduğu alan ile sınırlı iken “işyeri” esnek­leşerek işçinin evine ya da bilinmeyen enformel alanlara kadar uzanmaya başlamıştı. Üretimin giderek esnekleştirilmesinin sınır tanımadığının kanıtı eve iş verme veya evde çalışma olarak ortaya çıkan çalışma biçimiydi. Üretim süreci işverenin korumakla yükümlü olduğu alandan uzaklaşırken, riskler de yeni alanlara doğru transfer oluyordu. İşçinin korunmasının sorum­luluğu işçiye kalırken, üretimin korunmasının sorumluluğu da işverence garanti kapsamında bağıtlanıyordu. Başka bir yaklaşımla gelişecek iş kazası ve meslek hastalıklarının sorumluluğu da işçi tarafından üstlenilmiş oluyordu. Bu tür çalışma biçimlerinde işçi sağlığı ve güvenliği ile ilgili kişisel koruyucudan, işyeri hekimi ve iş gü­venliği hizmetine kadar her türlü maliyetin yükü de işverenin üzerinden kalkıyordu.

Yeni Dünya Düzeninde korunması gereken işçi değil üretim araçlarıydı, bu anlamda “işçi sağlığı” yerine “iş sağlığı” anlayışı tercih edilme­liydi. Nitekim (sonraki bölümlerde tartışacağı­mız gibi) işverenin işçiyi koruma yükümlülüğü işçinin kendisini koruma sorumluluğuna dönüş­türülmüştü; işçi hem kendisini, hem çalışma ar­kadaşlarını, hem de üretim araçlarını korumak zorundaydı, aksi takdirde bedelini ödemekle yükümlüydü.

3.ULUSAL İŞÇİ SAĞLIĞI KONGRESİ

Yeni Dünya Düzeninin inşası için mevzuat oluşturulduğu ve çalışanların örgütsüzleştirile­rek güçsüz bırakıldığı bir dönemde işçi sağlığı ve güvenliği alanına dikkat çeken TTB bu alanda toparlayıcı rol üstlenerek 20-23 Nisan1998 tarih­lerinde Türk-İş, DİSK, KESK ve TMMOB birlikte­liği ile 3.Ulusal İşçi Sağlığı Kongresi’ni düzenle­di. Kongre hazırlık çalışmalarında Hak-İş de yer almasına rağmen Kongre programının ağırlığını kaldıramadığında geri adım atarak düzenleme kurulundan çekildi. Yeni Dünya Düzeni, global­leşme, esnek üretim süreci, toplam kalite yöne­timinin; işçi sağlığı, örgütlenme ve üretim süreç­lerine etkilerinin tartışıldığı Kongre’de; artık yeni bir dönemin başladığı, işçinin sadece emeğinin değil ruhunun da satın alınmak istendiği bir dö­nemin yaşandığı, çalışanların örgütlenmesinin önünde yeni bir engel oluşturan bu sürecin sen­dikalar ve meslek birlikleri tarafından yakından izlenmesi ve işçi sağlığı ve güvenliğine olumsuz etkilerinin gözlenmesi gerektiği sonuçlarına va­rıldı. Kongrenin en önemli sonuçlarından birisi işçi sağlığı alanında özerk bir Enstitü kurulması kararıydı.

Devam edecek

Yaşar Kemal

Romancılığımızın ustası, şiir, öykü, dene­me, röportaj ve düşünce yazılarıyla edebiya­tımızı zenginleştiren evrensel yazarımız Yaşar Kemal’i uzun bir ömrün ardından yitirdik. Cenaze törenine katılan binlerce kişi “Yaşar Kemal Onurumuzdur” sloganını haykırarak, kilometrelerce yürüyüp görkemli bir biçimde son yolculuğuna uğurladı.

Çocukluğundan itibaren bütün düşleri ak bulutlu ve renkliydi, doğayla olan dostluğu ustalık düzeyindeydi; doğadaki bütün otları, çiçekleri, böcekleri, kuşları, pamuk tarlalarını, bostanı, çayırları, ırmakları, dağları, ovaları, kayalıkları, denizi ve gökyüzünü biliyordu. Yaşar Kemal’e göre doğa, yalnız dışarıdan bakılan bir şey değil yaşamın anlamlı bir parçasıdır. Anlattıklarında ve yazdıklarında çocukluğundan itibaren dinlediği, gözlemledi­ği, okuduğu, öğrendiği her şeyden izler var­dı; köylerine gelen dengbejlerden, aşıklardan dinledikleri, büyük bir merakla seyrettikleri ile büyüdü; öğrendi, dinledi, anlattı ve yazdı…

“…Köyde her gece yaşlı köylüler sohbete otururlardı. Ben de onlara gider katılır, susa­rak durmadan onları, bazı günler sabahlara kadar dinlerdim. Türkmenin eski günlerini, büyük aşık Dadaloğlu’nu, Kozanoğlu başkal­dırısını, toprağın verimliliği ya da verimsizliği­ni, Kurtuluş Savaşını anlatırlardı… Benim bir merakım da; bir şeye gözümü dikip günlerce seyretmektir. Örneğin evimize getirilmiş bir kilimi aylarca bıkmadan usanmadan seyrett­tiğimi anımsıyorum. Çocukluğumda demircile­rin ocakları, marangozların uğraşları, arıların karpuz kabuklarını didiklemesi, yılanların se­vişmesi, civcivleri kapmak için köyün üzerine seyirten kartalları günlerce seyrederdim. San­ki dünyayı, hiçbir şey yapmadan seyretmeye gelmiştim…”

Yaşar Kemal, Çukurova’da binlerce yıllık bir antik kentin Anavarza’nın yanı başında, kayalıklarında yüzlerce kartalın uçtuğu, ba­taklıklarında flamingoların, büyüklü küçüklü kuşların, kelebeklerin uçtuğu, Kadirli ve Cey­han’ın tam ortasında, Ceyhan ırmağının kıyı­sındaki bir köyde doğdu. Tarihi değeri gün ışı­ğına çıkartılmamış saklı bir hazine gibi öylece durmakta olan, dünyadaki diğer antik kentler­den farklı bir değer taşıyan Anavarza toprak altında keşfedilmeyi beklerken, Yaşar Kemal bu anıt kentin, Hitit yerleşim merkezi olan Ka­ratepe’de mezar taşlarının, Hitit kabartmala­rının bulunduğu taşların arasında oynayarak büyüdü.

Yaşar Kemal kendini hem ovalı, hem dağlı hem de denizli bir adam olarak tanımlamıştır. “…Çukurova tam bir Akdenizdir. Benim ülkemi Toroslar, yeni doğmuş bir ay gibi çevirmiştir. Önümüz de Akdenizdir. Bu Çukurova toprağı benim kendi ülkem olduğu kadar, benim ro­manlarım için yarattığım bir ülkedir. Roman­larımdaki insanları, otları, böcekleri, çiçekle­ri, atları, kuşları ne biçim yarattımsa, Çukuro­vamın dilini yeniden yoğurarak nasıl bir yazı, roman diline çevirmişsem, kendi Çukurovamı da öylesine yarattım. Yeniden yaratarak bir düşsel ülke kurmaya çalıştım. Çukurova beni ne kadar ilgilendiriyorsa, kurmaya çalıştığım, yaratmaya çalıştığım düşsel Çukurova toprağı beni ondan da daha çok ilgilendiriyor…”

Romanlarında, öykülerinde, yazılarında neden hep Çukurovayı anlattığı sorulduğunda verdiği yanıt, yukarıda alıntılanan paragrafta­ki gerçekliğin yinelenmesi olmuştur. “…Ben mi yalnız Çukurovayı yazdım, öyle mi sanıyorsu­nuz, bakın size söyleyeyim, şu dünya yazarları arasında Çukurovayı yazan tek kişi ben deği­lim ki, Kafka da, Joyce de, Tolstoy da, Dosto­yevski de, Çehov da, Balzac da Stendal da … Herkes herkes Çukurovayı yazdı…”

O Çukurova’da insanlar cehennem sıcağın­da, “Sarı Sıcak”ta, günde 15-16 saat aç-susuz, yaban arısı kadar büyük sivrisineklerin sal­dırısı altında, sıtmadan kırılarak karın toklu­ğuna çalıştırılıyordu. Çukurova’ya makineler, traktörler, harman makinaları, biçerdöverler girmiş, insanlar işsizlikten, topraksızlıktan, parasızlıktan bir lokma ekmeğe muhtaç du­rumda bulunuyordu. Yaşar Kemal bütün bun­ları görerek, çeltik (pirinç) tarlalarında su bekçiliği, traktör şoförlüğü, pamuk çapalama işçiliği, pamuk toplayıcılığı, bostan bekçiliği, batöz ırgatlığı, biçerdöver sürücülüğü, vekil öğretmenlik, tabelacılık, arzuhalcilik gibi iş­lerde çalışarak, Çukurova’daki tarım emekçi­leri ile birlikte yaşadı, gözlemledi, biriktirdi, biriktirdiklerini işleyerek hep düşlediği işi yapmaya başladı: yazmak…

Onlarca romanında anlatmasına karşın bi­tiremediği çocukluğunun bir yanında dinledi­ği düşsel masallar, bir yanında çangal bıyıklı kanlı eşkıyalar, bir yanında at hırsızları, bir yanında büyük destancılar, Karacaoğlanlar, bir yanında Kozanoğlu başkaldırısının şiirini söyleyen en büyük başkaldırı şairi Dadaloğlu vardı. Dadaloğlu’nun şiirinde yalnız başkaldırı yoktu; sıtmadan sivrisinekten, hastalıklardan kırılan Türkmenler vardı. “Hakkımızda devlet vermiş fermanı / Ferman Padişahın dağlar bi­zimdir” diyen Dadaloğlu’nun onurunu taşıdı­ğını söyleyen Yaşar Kemal, ünlü romanı İnce Memed’i bu biriktirdikleri üzerinden yazdı.

Yaşar Kemal anlatıcılığa ve yazmaya ağıt­larla başlamıştır. Yaşar Kemal, henüz Aşık Kemal’ken, yani Toros eteklerinde, Gavurda­ğı’nda, ormanlarda, bataklıklarda, çeltik tar­lalarında, nadaslarda, felhanlarda yayan ya­pıldak, günlerce, haftalarca dolaşıp, Çukurova ağıtlarını toplarken hep yazmayı düşünmüştür.

Çukurova’nın sarı sıcaklarında kilometre­lerce yürüyüp, dağ bayır koşturup, ağıtları, türküleri, koşmaları, destanları, uyaklı uyak­sız söz çeşitlerini, tekerlemeleri, küfürleri top­larken, kafasında hep yazmak vardı. Sürgün geldiği Adana’da gazete yazı işleri müdürlüğü yapan Abidin Dino, Arif Dino ve Güzin Dino, Yaşar Kemal’in bu çabasını canı gönülden des­tekliyor, el veriyorlardı. Yaşar Kemal’e Türkü­ler Müfettişi’adını vermişlerdi.

1943 yılında ilk kitabı, Ağıtlar Adana Halke­vi tarafından yayınlandı. Ağıtlar kitabındaki ilk ağıt Yemen Ağıdı’dır. Yaşar Kemal Ağıtlar kita­bının sonraki baskılarından birinde; derlediği ağıdın ilk dizelerindeki “Gara çadır is mi dutar / Martin tüfek pas mı dutar / Ağlayalım anam bacım/ Elin gızı yas mı dutar” biçimindeki sözlerin derlediği varyantta, “Ağlayalım anam bacım kahpe Osmanlı yas mı tutar” olduğunu ancak kendisinin bu sözleri ilk baskıda “Elin kızı yas mı tutar” olarak yazdığını söyler.

Ağıtlar kitabı, yaşamın ayrıntıları, trajik durumlar, ölümler üstüne, dünya, acılar, se­vinçler üstüne, geçmiş gelecek üstüne, lirik, söyleyiş güzelliğine sahip, dil zenginliği olan, çok etkileyici görüntüleri, insanları, olayları, doğayı anlatan yalın gerçeklerle dolu bir ki­taptır. Yaşar Kemal ilk kitaptan kazandığı pa­rayı yeni folklor derlemeleri için harcar, ancak topladığı söz ürünleri jandarma baskınında yitip gidecektir.

Yaşar Kemal 1946 yılında gittiği İstanbul’da, Fransızlara ait hava gazı şirketinde kontrol memuru olarak çalıştıktan sonra askerliğini yapıp Kadirli’ye döner. Orada komünizm pro­pagandası yaptığı iddiasıyla tutuklanacak, ağır işkencelerden geçirildikten sonra konulduğu cezaevinde bıçaklanacaktır. Tutuklanırken, jan­darma tarafından evi basılmış, derlediği folklor ürünleri ile birlikte yazdığı bir roman ve anlatı notları talan edilerek yok edilmiştir. Gerçekte talan edilen, değişen zaman sürecinde yok ola­bilecek, halkın söz dağarcığının yazıya aktarı­lan hali olmuştur. Yaşar Kemal, bütün yazdık­larında; halktaki bu anlatış, söyleyiş güzelliğini, yaratıcılığı, destansı anlatıyı kendi yaratıcılığıy­la birleştirmeyi başarmıştır.

“…Kendimi bildim bileli hep yazmak iste­dim. Her şey onun üstünde döndü. En büyük düşüm bir bilim adamı olmak, doğu dünyası­nın folklorunu, etnografyasını araştırmaktı. Bu­nun için liseyi,üniversiteyi bitirmek, bir batı dili öğrenmek istiyordum. Okula devam edebileyim diye çok uğraştım ya, buna bir türlü olanak bu­lamadım. Kendimi Çukurova tarlalarında bul­dum. Yaşamımı kazanmak için çok çeşitli işlere girdim çıktım, ama tek amacım yazmaktı. Hep onun için hazırlanıyor, yaşamla, kitapla kendi­mi zenginleştirmeye çalışıyordum…”

Bir yıl kaldığı cezaevinden çıktıktan sonra İstanbul’a gitmek için Ankara’ya uğrayacaktır. Orada Abidin-Güzin Dino’ların evinde Oktay Rifat da vardır. Onlara neler yaşadığını, neler yaptığını, neler yapacağını bir çırpıda anlatır.

Oktay Rifat şaşırır ve sorar:

Kemal, bu dediklerini bir ömürde mi ya­pacaksın?

Yanıtı nettir: “Bir ömürde yapacağım!. İki ömrüm yok ki…”

Oktay Rifat, daha sonraki karşılaşmaların­da da Yaşar Kemal’e hep soracaktır: “Sen bu anlatıklarını bir ömürde mi yazacaksın?..”

Yaşar Kemal, bütün o anlattıklarını, roman konularını, yıllar içinde yeni biriktirdikleri da­hil hepsini bir ömürde yazacaktır.

“… Bütün yaşamım boyunca bir tek düşüm oldu, bundan sonra biraz daha, biraz daha gü­zel yazabilmek. Hikayeden, şiirden, romandan başka şey düşünmedim, diyebilirim. Politik yaşamım bile edebiyat ilişkisinden dolayıyıdı. Dünyayı doğru algılayabilmek, gerçeğe daha derinlemesine inebilmek, anlatımımı gerçekle bütünleştirebilmek…”

Yaşar Kemal’in düşlerini gerçekleştirmek için yaptığı; yaşamla, kitaplarla kendini zen­ginleştirmektir. Adana’da çalıştığı Ramazanoğ­lu Kütüphanesi, tanıştığı, arkadaş-dost olduğu Orhan Kemal, Abidin-Güzin-Arif Dino ve diğer­leri hem okuması gereken kitaplar konusunda onu yönlendiriyorlar, hem de yazdıklarını oku­yup değerlendiriyor, yol gösteriyorlardı. Or­han Kemal’in Adana’daki çevresindeki sosya­listler aydınlanma ve bilinçlenmesinde önemli bir katkı saplıyor, askerliğini yaptığı yerde tanıştığı Mehmet Ali Aybar ile askeri doktor Yusuf Balkan sayesinde iki yıl boyunca Kay­seri Talas’ta kitaplıkta Türk ve dünya edebi­yatının önde gelen yazarlarının kitaplarıyla haşır neşir olmak, bilgilenmek, bilinçlenmek ve kitaplar ve yazarlar üzerine düşünmek, araştırmak anlamak, yazmak…

Bir merakı doğayı yaşamak, gözlemlemek, ikinci merakı ise insanları yaşamak, insanları gözlemlemekti. “Bir de sosyalizmdi en büyük tutkum. İnsanların sömürülmesi, açlığı, çalış­tıkları halde kazanamamaları, beni derinden yaralıyor, insanlığın bu kötü, adaletsiz duru­muna baş kaldıramıyordum… İnsanın eşitliği, ezilmemesi, aşağılanmaması benim için kut­saldı. Bunun için bütün zulümlere, ölümlerle karşı karşıya gelmelere aldırmıyordum….”

Yaşar Kemal dilin büyüsüne, sonsuz gücü­ne inancını yaşamının sonuna kadar yitirmedi. Dilin, bütün insanlığı kurtaracağına inandı. Di­lin bu dünyada bütün politik, ekonomik, top­lumsal her sorunu çözeceğine inandığını ifade etti. “…Dil benim için sonsuz gücü olan, büyük bir evrendi. Dilin gelişerek, insanlığı, evreni­mizi yenileyeceğine, geliştireceğine, güzelleş­tireceğine, evrenler kurup evrenler yıkacağına inanıyorum. Bu yüzden de, söz sanatçılarına, kendim de içinde, büyük sorumluluklar yüklü­yorum, çağımız için…”

Yaşar Kemal kendini, “… ben sosyalist mi­litanım ve Marksistim” diye tanımlar. Kendini hiçbir zaman dar kalıpların içinde hissetmedi­ğini, Marksizmin kurallarını özümsediğini ifade eder. “Marksizmin insan özgürlüğüne, birey ve düşünce özgürlüğüne bir tuzak olduğunu hiç sanmıyorum. Tam aksine, Marksizme bireyin kurtuluşu, insanın özgürleşmesi diye bakıyo­rum. 1844 El Yazması benim için Kapital kadar önemli bir kitaptır… Marksizm bana dünyaya bakmak için açılan en aydınlık kapı oldu. Ya­şamım boyunca bu düşünceyi yaşamla ölçtüm, yanıldığını görmedim…”

Yaşar Kemal, İstanbul Menekşe’de geçen Deniz Küstü romanında, insanın insanı sömür­mediği, çocukların çalıştırılmadığı, çocukların ve kadınların dövülmediği, zulmün, kötülüğün olmadığı, herkesin, herkesin derdine, sevinci­ne ortak olduğu bir ada düşünü anlatır. Genç­lerin kızlı erkekli denize açılıp balık tuttuğu, sevdiğiyle denizin ortasında güneşe karışarak seviştiği, kimsenin onlara bakmadığı, adada dikilen zeytin ağaçlarından herkesin canı is­tediği kadar zeytin yediği, zeytin ağaçlarının kimsenin olmadığı, kimsenin kimseye düşman olmadığı, herkesin emeğinin karşılığını aldığı bir ada düşüdür. “Menekşe düş ülkemiz, Me­nekşe gerçeğimiz, Menekşe’deki adamız ger­çek yaşamımız, diyebilelim mi?” diye sorar. Ki­tap, 12 Eylül Danışma Meclisi’nde “Komünizm propagandası” yaptığı gerekçesiyle ihbara konu olacaktır.

Düşüncelerinden, davranışlarından dolayı bir insanın başına gelebilecek bütün kötü şey­lerin başına geldiğini söyleyen Yaşar Kemal, “İşkence gördüm, aç, işsiz kaldım. Ailemden birçok kişi yoksulluk içinde öldü.” diye anlatır. Yoksulluğun dünyadaki zenginlikle birlikte dü­şünüldüğünde insanlığın yüz karası olduğunu söyleyen Yaşar Kemal, “bir insanın başka bir insanı aşağılaması, bir ülkenin, bir toplumun başka bir toplumu aşağılaması bütün insanlı­ğın aşağılanması değil de nedir?” diye söyle­dikten sonra, inanmış bir Marksist olarak “an­gaje” bir yazar olduğunu söylemiş, bir insanın yaşamı angajeyse, onun yapıtları da başka tür­lü olamaz demiştir.

Yaşar Kemal angaje olduğu düşüncenin ge­reklerini yerine getiren bir edebiyat insanıdır. Yapıtlarında, anlattığı yerlerin, hikayesine me­kan kıldığı çevrelerin ekonomik ve toplumsal yapısını en ince ayrıntısına kadar bildiğini du­yumsatan, okuyucusunu hem roman gerçekli­ğiyle hem de toplumsal bilgi birikimiyle sarıp sarmalayan bir anlatısı vardır. Roman okuyu­cusu kadar, sosyologlar ve araştırmacılar için de anlattıklarıyla geniş bir malzeme sunar. Ya­şar Kemal yapıtlarında toplumsal gerçekliğe, kendi yaşamından ve yaşamına tanık olduğu insanlar ve olaylar üzerinden yaklaşmaktadır. Angaje olduğu sağlam dünya görüşü, süreç içe­risinde kazandığı edebiyat birikimi, okuyucuyu kitaba bağlayan bir romancılık tekniği, Yaşar Kemal’in gücünü ortaya çıkaran olgulardır.

Çalışan insanların yoksulluğuna, çalışmak için, ekmek parasını kazanmak için en ağır koşullarda çalışmaya razı olmasına karşın iş bulamayan işsize, doğanın yok edildiğine ne­redeyse her gün tanık olunan bir dönemde, insanlık değerlerinin çürüdüğüne tanıklık eden bir edebiyatçı, tüm bu olgulara göz yumarak, sırt çevirerek bambaşka şeyler anlatamaz. Yaşar Kemal, insanın en büyük değerinin ya­ratıcılık olduğunu, en büyük korkusunun da insandaki yaratıcılığın yok olması olduğunu söylemiştir. Ancak umutlu bir insan olarak in­sandaki bu yaratıcılığın yok olmayacağını ifa­de etmiştir.

Yaşar Kemal’da korku, önemli bir olgu ola­rak pek çok romanda romanın çatısını oluştu­rur. 1960’lı yıllarda yazdığı halde ölümünden önce yayınlanan Tek Kanatlı Kuş romanında korkuyu anlatmıştır.

“Ben hep korkudan korktum. Korkudan çok korktum. Roman yazdığım zaman içimde bir korku istemezdim. O yüzden bu kitapta da kor­kuyu anlattım. Kayseri’de askerlik yaptığım ka­sabanın üzerinde büyük bir taş vardı ve bütün kasaba bu taşın üzerlerine düşeceğinden kor­kuyor, taşı üzerlerine düşmesin diye demir zin­cirlerle bağlıyorlardı. Madem korkuyorsunuz o zaman çekin gidin diyordum. Seneler senesi bu korkuyu yazmak istedim.”

Yaşar Kemal, Kale Kapısı romanında da korkuyu anlatmıştır. Babası öldürülen çocu­ğun (Mustafa’nın) korkusunu, köylülerin baba­yı öldüren Salman’dan korkusunu, Salman’ın korkusunu, köylülerin devletten, jandarmadan korkusunu…

Yaşar Kemal, 1978 yılında basılan Deniz Küs­tü romanında korkuyu şöyle anlatmıştı:

“…Ama o korkak’ diye bağırdı.

Herkes korkak, dedim. Sen de, ben de…

Sen de, ben de mi..?

Sen de ben de… Hepimiz de…

O kendi içine yumulmuşken, ben de içimden veryansın ettim.

İnsanlar bu kadar korkmasalar, bu kadar za­lim olurlar mı, bu kadar birbirlerine düşmanlık eder, birbirlerinin kuyusunu kazarlar mı, insan öldürürler mi, birbirlerine böylesine kıyar, köle eder sömürürler mi, birbirlerinin sırtına biner­ler mi, aşağılarlar mı, delirirler mi, sevmeyi, sevişmeyi böylesine unuturlar mı, uzattıkları el bu kadar buz gibi olur mu, düşünebilme yeteneklerini böylesine yitirirler mi, bastıkları yeri görmeyecek kadar üstümüzdeki gökten, altımızdaki topraktan, yıldızlardan, sulardan, çiçeklerden, dağ başlarından, ışıktan böylesi­ne bihaber kalırlar mı, sevgisiz, sevisiz, dost­luksuz yürekleri sıcacık, bir sevgili, bir dost yüzü için, bir kuş gibi çırpınarak çırpmadan olur mu?”

Yaşar Kemal de 1952’den 2013’e yazdığı bütün öykü ve romanlarında kendi yaşamın­dan, tanıklıklarından yola çıkarak anlatılarını kurdu.

Çeltik-pirinç tarlalarında sulama bekçili­ği yaptığı günlerin birikiminden yola çıkarak Teneke romanını yazarken, bostan bekçiliği günlerini Hüyükteki Nar Ağacı romanında an­lattı. Sıcakta yanmış, bunalmış, iş bulamamış,aç-susuz köylülere, Bostan’ın çaykarasında so­ğuttuğu serin kavun-karpuzu cömertçe ikram etmiş olduğunu…

Sıcaktan, sivrisinekten, hastalıklardan, salgınlardan, harplerden, devletin, ağaların-beylerin baskısından bunalan Yörüklerin öy­küsünü Binboğalar Efsanesi’nde yazarken, çocukluğunda özgürlüğe düşkünlükten sık sık evden kaçıp üç gün, beş gün, bir hafta evden uzaklaştığını anlatmıştır.

Babasının ölümünden sonraki günleri, köy­lerinin üstünde dönüp duran kartalları, köy­lerindeki evlerdeki yılanları, Yılanı Öldürseler romanında anlattı.

Yaşar Kemal, görkemli nehir romanlar yaz­dı, ilki 1955’te yayınlanan ünlü romanı İnce Memet, Akçasazın Ağaları, Ortadirek, Bir Ada Hikayesi gibi ciltler dolusu romanlar yazdı. Çu­kurova’da köylülerin yaşadığı yoksulluğu ve zulmü, devletin, jandarması, zalimden yana bürokrasisi ile beylerin yanında saf tutmasını, yoksul köylünün başını ezmesini, insanların al­çaltılmasına, ezilmesine, aşağılanmasına karşı başkaldırısını anlattı. İnsan soyunun başkaldır­mayı; yemek içmek, yaşamak, uyumak, çocuk yapmak gibi yaşama biçimi yapmalıdır, diye­rek zulme karşı başkaldırının gerekli ve hak olduğunu yazdı. Üç Anadolu Efsanesi, Binbo­ğalar Efsanesi, Çakırcalı Efe, Ağrı Dağı Efsane­si gibi destansı romanlar yazdı. Çok başarılı bir dille, etkileyici, sürükleyici bir anlatımla düşsel destanlar anlattı.

Röportajları, romancılığının yanında büyük bir gazeteci, röportaj ustası olduğunun kanı­tıdır. Denemeleri, düşünce yazılarıyla da yol gösterici aydınlatıcı, ufuk açıcı oldu.

Kürt Sorunu, Ermeni Sorunu, demokrasi ve özgürlük gibi ülkenin temel sorunlarında, çağı­nın tanığı olmanın yanında sanığı da olmaktan çekinmeyerek cesurca gerçeğin, haklının, maz­lumun yanında, ezilenden, sömürülenden, kı­rımlara uğrayanın, dili, kültürü yasaklananın, tehcir edilenin, öldürülenin, sürgüne gönderi­lenin, devletin sopası başından eksik edilme­yenin yanında safını belirledi.

Yaşar Kemal’in, Van’dan ailesini toplayıp Çukurova’ya göçen babasıyla Kadirli’de İskan Komisyonu Başkanı Arif Bey arasındaki diya­log, Ermeni Soykırımının 100. yılında ortaya çıkan güçlü sesi büyütecek içeriktedir.

Pazarcık Beyi Hurşit Beyin mektubuyla karşısına çıkan Yaşar Kemal’in babasına ilgi gösteren Arif Bey, “Bak Kürdoğlu, sana bir ko­nak veriyorum ki, kasabanın en güzel konağı, sana tarlalar veriyorum ki, kasabanın en be­reketli toprakları… Sana Semailin konağını, talalarını veriyorum.

– İstemem

– Öyleyse niçin geldin bana, bu mektup niye?

– Beni bir yere yerleştir diye

– Yerleştiriyorum işte, Kasabanın en güzel konağı…

– İstemem, çünkü anam dedi ki, yuvasından atılmış kuşun yuvası başka kuşa hayretmez

– Onlar kuş değil, Ermeni

– Kuş

– Ermeni

Bu diyalog sonrasında mektup yırtılacak, çiğ­nenecek ve Yaşar Kemal’in ailesi Kadirli’nin en dağlık köyüne yerleştirilecektir.

Zulmün Artsın diyerek zalime karşı durdu, susmadı, yılmadı, sözünü hep söyledi.

Örgütlü mücadelenin içinde yer aldı. Türki­ye Yazarlar Sendikası’nın kurucusu ve ilk genel başkanı oldu. PEN Yazarlar Derneği’nin ilk ge­nel başkanı oldu. 1960’lı yıllarda TİP’nin Genel Yönetim ve Merkez Yönetim Kurulu üyesi oldu. Radyoda parti sözcüsü olarak konuştu. Mahalle mahalle, kahve kahve dolaşıp Türkiye İşçi Parti­si’ni anlattı, oy istedi.

Uzun bir ömrü oldu. Yazacağı şeyleri yazma­sına yetecek kadar uzun. Sevgili eşi Thilda’ya hasta yatağında söylediği sözlerle bitirelim. “…Biz namuslu bir hayat yaşadık, iyi insanlar ola­rak namuslu bir hayat sürdük…”

Edebiyatımızın evrensel sesi Yaşar Kemal yazdıklarıyla hep yaşayacaktır.

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑