ibni sina’nın daniş-name’si: tacik halkının önemli bir felsefi eseri*

Ebu Ali İbni Sina, bir diğer adıyla Avicenna (980-1037), Doğu kültürünün en önemli isimlerinden biridir. Büyük bir filozof, hekim, doğa bilimcisi, matematikçi, şair, dil bilgini ve döneminin gerçek bir ansiklopedistidir o. İbni Sina’nın Doğu’da yaygın olarak bilinen eserleri artık Avrupa’da da tanınıyor. Eserleri üzerinde geniş araştırmalar yapılmış olmasına rağmen, bugüne kadar ne Rusça ne de başka bir dilde İbni Sina’nın ansiklopedik eserleri konusunda, ana dilinde yazdığı ve Daniş-Name (Bilgi Kitabı), Daniş-Moye (Madde Bilgisi), Hikmeti-Alai (Alai Felsefesi) adlarıyla bilinen eserleri konusunda hiçbir çalışma bulunmamaktadır.
Bu kitap Dari dilinde yazılmıştır. Bu dil, eski Taciklerin 9. ve 10. yüzyılda kullandığı ve günümüz Tacik dilinden farklı bir dildir.
Daniş-Name iki ciltten oluşur; birinci ciltte mantık ve metafiziğe, ikinci ciltte ise fizik, matematik, astronomi ve müziğe yer verilmiştir. Daniş-Name 1891’de Haydarabad’da Firuz yayınevi tarafından yayımlanmıştı. 1937-38’de ise İranlı alim Horasanlı Ahmed, Daniş-Name’nin birçok elyazması örneğini toplamış ve Tahran’da Daniş-Name-i Alai adıyla yayımlamıştı.
Daniş-Name’nin analizine geçmeden önce İbni Sina’nın felsefesinden söz etmek uygun olacaktır. İbni Sina, dünyanın oluşumunun kesin bir sürecin sonucu olduğuna ve asıl şeklini bazı evrim aşamalarından geçerek aldığına inanıyordu. İlahi varlıktan yayılma yoluyla ortaya çıkmıştır; özünde maddidir ve Tanrı’nın kendisinden daha az ebedi değildir. İbni Sina düşüncesinde Tanrı soyuttur ve tam oluşmamıştır. Dünyanın başlangıcı ilahi iradenin sonucu değil, kaçınılmaz bir gereklilik sonucudur; dolayısıyla dünya da mutlak ilke ya da tanrısal varlık kadar ebedidir.
Müslüman din adamları İbni Sina’nın görüşlerini sindiremezdi; çünkü  maddi dünyanın ebediliği düşüncesi, dünyanın ilahi bir güç tarafından yaratılmış olduğuna dair dini öğretiyle çelişiyordu. Başta Gazali (1059-1111) olmak üzere, 11. yüzyıl sonu ile 12. yüzyıl başlarındaki gerici filozoflar İbni Sina’nın görüşlerine şiddetle karşı çıkmış ve dönemin yöneticileri tarafından desteklenmişlerdir. Günümüze ulaşan bilgilere göre, 1160 yılında Halife’nin emri üzerine Bağdat’ta bir kütüphaneye el konmuş ve İbni Sina’nın oradaki ansiklopedisi herkesin gözü önünde yakılmıştır.
İbni Sina, çağının özgün bir düşünürüdür. Burjuva felsefe geleneği, yanlış bir şekilde İbni Sina’yı yalnızca bir yorumcu ve Aristocu fikirleri Yakın Doğu’da yayan kişi olarak görmektedir. Örneğin Regel bu görüştedir.
Daniş-Name’den yola çıkarak İbni Sina’nın bağımsız ve özgün düşüncesi hakkında net bir fikre varabiliriz.

II
İbni Sina bilimleri sınıflandırmak için bir formül ortaya koydu. Ona göre bütün bilimler, insan davranışı alanına kılavuzluk edecek fikirleri beslemek üzere pratik alan ve bilgi edinmek amacıyla araştırmanın sürdürüldüğü teorik alan olarak ikiye ayrılıyordu.
Pratik bilimleri ise kendi arasında üçe ayırıyordu: Kent yönetimi bilimi; kişinin kendi işlerini idare etmesini sağlayan ve erkeğin evi, karısı, çocukları ve mülküyle ilgili hareketlerini düzenleyen bilim; ve insanın kendisine dair bilim.
Teorik bilimleri de kendi içinde yüksek bilim, orta bilim ve fizik olarak ayırıyordu. Bunların her birini saf ya da temel grup ile uygulamalı ya da ikincil grup bilimler olarak da bir ayrıma tabi tutuyordu.
Örneğin İbni Sina saf fiziği maddenin, biçimin, hareketin bilimi, dünyayı oluşturan birincil cisimlerin bilimi, elementlerin ve onların hareketinin bilimi, yıldızların etkisi ve meteorolojinin, minerallerin maddelerin, bitkilerin, hayvanların, ruhun ve onun insanda ve hayvanlarda ortaya çıkan özelliklerinin oluşumu ve ortadan kalkmasının bilimi olarak adlandırıyor. Uygulamalı fizik ise tıp, astroloji, fizyonomi, rüya yorumları, simya ve büyü alanlarını içermektedir.
Temel matematiğe giren dört bilim vardır: Aritmetik, geometri, astronomi ve müzik. Bunların tümüne ikincil matematikte karşılık gelen uygulamalı bilimler vardır. Örneğin aritmetiğin tamamlayanı altmışlı Hint hesabı ve cebirdir; geometrininki yüzey ölçümü, mekanik, ağırlığın çekiş gücü, terazi ve ağırlık düzeneğinin, ölçekli aygıtların, optik aygıtların ve aynaların inşasıdır. Astronominin bütünleyeni astronomik ve coğrafi tabloların çizimi iken, müziğinki enstrümanların yapımıdır, vs. vs.
İbni Sina’nın bilim sınıflandırması esas olarak materyalisttir. Aristoteles’in yaptığı sınıflandırmadan farklıdır ve öncellerinin tecrübelerini özümseyip yararlandığı gibi, kendi gözlemleriyle onları eleştirme ve aşma kapasitesine de sahip olduğunu göstermiştir. Ancak İbni Sina, mutlak varlığın bilimi olarak “birincil bilim”in önemini abartması ve aynı varlığı inceleyen diğer bilimlerin karşısına koyması nedeniyle idealizme kaymıştır. Uygulamalı teoloji alanına vahiy ve mükâfatı, tercih ve lanetlemeyi, mezarın ötesinde hayatı dahil etmesi, İbni Sina’nın şeylerin dünyasından ayrı olarak düşünce dünyasının da varlığını kabul ettiğini gösterir.
Bilindiği gibi Aristoteles, “teorik bilimler”in varlığı incelediğine ve aralarındaki farkın her bilimin inceleme niteliğine bağlı olduğuna inanıyordu. Aristoteles’e göre, “birinci felsefe”, “hareketsiz şeyler”in bilimidir. “Hareket eden ama yok olmayan” şeyler matematiğin, “yok olan şeyler” ise fiziğin inceleme alanına girer. Yukarıda gördüğümüz gibi bilimlerin sınıflandırılması konusunda İbni Sina’nın görüşleri Aristoteles ile aynı değildir ve fizik alanında Aristoteles’in öğretisine katkıda bulunmuştur.

III
İbni Sina dış dünyanın gerçekliğini kabul ediyordu. “Varlığın sınırı yoktur; benzeri yoktur… Varlıktan daha kapsayıcı başka bir şey yoktur; ondan daha iyi bir şey bilinmediği için dış hatları da yoktur… her şey ondan sonra gelir”  der. İbni Sina’nın varlığın nesnelliğini ne kadar sık vurguladığı görülecektir. Varlığın bizden bağımsız olarak var olması konusundan söz ederken İbni Sina onun içeriğine de değinir. “Varlık, tabiatı gereği töz ve rastlantı olarak ayrılır.”  “…Tözün temeli rastlantı değildir”  sözleriyle tözün birincil önemini vurgular. Tözü dört ögeye ayırır: içinde ateşten öz barındıran ve esası oluşturan madde; ateşten gerçek ve içkin ateş olarak biçim; karışık unsur, örneğin ateşten cisimler; ve dördüncüsü de bedenden ayrı olarak ruh.
Aristoteles gibi İbni Sina da varlığın tüm kategorilerinin öneminin tözden kaynaklandığına (Aristoteles buna töz demiştir), diğer kategorilerin elzem olmadığına, geçici olduğuna inanır. Daniş-Name’de tözün nesnelliğini göstermeye çalıştı ve doğanın özünü oluşturduğu için tözün varlığının kaynağının kendisinde aranması gerektiğini vurguladı.
Aristoteles, bildiğimiz gibi, biçimi ayrı olarak ele aldı ve materyalist bir “ilk öz” yorumunu bırakarak yalnızca biçimi mantıklı tanıma açık gördü. İbni Sina ise biçime öncelik vermek yerine “yapıcı özü” tözün temeli olarak koyar.
Bütün cisimler maddeden oluşur: “…madde olmadan hiçbir soyut cismani biçim olamaz.”  Daha sonra aynı düşünceyi geliştirir: “… cismani biçim maddenin kendisinde saklıdır ve cisim  bu biçim ile bu maddeden oluşur.”
Bütün bunlar İbni Sina’nın (en azından Daniş-Name’yi yazdığında) neo-Platoncu öğretinin destekçisi değil muahlifi olduğunu gösteriyor. Ne yazık ki, Sovyet yazınında bile İbni Sina’nın Aristoteles felsefesini Plato’nunki ile uzlaştırmaya çalıştığına dair yanlış bir düşünce hakimdir.  Burjuva oryantalistleri İbni Sina’nın idealist eğilimlerini vurgulamaya, hatta onun felsefesinde mistik temayüller aramaya kalkışır. Böylece Djemil Saliba, İbni Sina’nın kurduğu bütün düşünce sisteminin “dünyanın üzerine boşaltılan mistik bir güç” ile kaplı olduğu sonucuna varıyor ve şunları söylüyor: “İbni Sina’nın sisteminin temelinde mistiklik yatar aslında… Bu öğreti mistik rasyonalizm ya da daha doğrusu, Oryantal kaynaklı mistik unsurların eklendiği neo-Platonculuktur.”
Bu ifadeler tarihsel gerçeklere ters düşüyor. İbni Sina, Aristoteles’de gördüğümüz şekliyle bir “temel itici güç”ün varlığını kabul etmemiş, zaman ve hareket arasındaki karşılıklı ilişkiyi materyalist bir tarzda ele almıştır. “Zaman ancak hareket halinde algılanabilir. Hareketin olmadığı yerde zaman da yoktur” der İbni Sina, El Nedjat’ta.  Ayrıca zamanı, çeşitli devinimlerin ölçüsü olarak tanımlar.
Bilindiği gibi, Aristoteles, doğada içkin bir devinim varsayımını kurcalamış, fakat sonra “hareket etmeyen itici güç” adını verdiği tanrısal varlığın hareketin kaynağı olduğu sonucuna varıp bu varsayımı reddetmişti. Doğada içkin bir devinim, potansiyel durumda var olan hareket hipotezini öne süren İbni Sina ise hareketin kaynağı sorununu sadece cisimlerin dış etkisine veya şu ya da bu nesnenin hareketine indirgemiyordu. “Hareketten kasıt, cismin içinde mevcut olan bir eğilimden başlayıp durum değiştirdiği andaki durumudur; bu, olasılıktan gerçekliğe geçiştir ve sürekli bir şekilde meydana gelir, sadece bir tek etkiyle değil” der, İbni Sina.
İbni Sina’nın teolojik söylemlerinin burada ayrıntılı olarak ele alınmasını gerektiren bir durum yok; felsefe tarihi açısından bunlar büyük bir önem arzetmiyor. Ancak İbni Sina’nın öğretisinin ilginç olan yanı şudur: O, hem dinin hem de insan aklına dayanan bir felsefenin bağımsız olarak var olabilmesinin mümkün olduğunu düşünmektedir. İbni Sina düşüncesinde Tanrı basit, tek ve mükemmeldir; o saf akıldır, kendisini bilir ve bundan dünyaya dair bilgi ortaya çıkar. Bu düşünceyi geliştiren İbni Sina şunları söyler: Aynı nedenin birden fazla etki yaratması imkânsızdır. Böylece çoğulluğu “ana neden”i devreye sokarak açıklar. Bunun kesinlikle basit olmadığını söyler; özünde biçimsel ve dış unsurları içerir; bu dış unsurlar “ikinci neden” ile ruhları ve katmanları oluşturan potansiyel unsuru yaratır. Yayılma (emanasyon) yalnızca bir bilgi aracı değil, aynı zamanda iradenin bir eylemidir; çünkü “zorunlu varlık”, yani Tanrı, her şeyin kendisinden yayılmasına rıza gösterir. Her katmanı hareket ettiren bir ruh vardır ve o katmanı iyiyi aramaya yönelten bu ruhtur. İbni Sina’ya göre, insan ruhu ölümsüzdür, tıpkı “zorunlu varlık” gibi.
İbni Sina’nın görüşleri panteizme (tümtanrıcılığa) yakın değildir. O daima Tanrıyı dünyadan ayırır ve her şeyden yalıtarak, özünden tüm olumlu özellikleri dışlayarak salt varoluşu bırakır.
Özetleyecek olursak, İbni Sina’nın tutarlı bir materyalist olmadığını söyleyebiliriz. Onun öğretisi çelişkilerle doludur. “Zorunlu varlık” kavramını ondan doğan “ana neden” ile öne çıkarıp doğayı arka plana iterek İbni Sina bütün felsefi sistemine damgasını vuran idealizmi kabullenmiş olur. İbni Sina’nın teolojiye ve Şeriata karşı kayıtsız kaldığını farz edebiliriz. Tarihi belgelerden yola çıkarak, İran’daki feodal aristokrasinin Araplar gelmeden önce imtiyazlı konumda olduklarını ve bu yüzden Arap istilacılarına ve onların dini olan İslama karşı inatçı bir savaş verdiklerini biliyoruz. İslam yayılıp İran’da kök salınca İranlı feodal aristokrasinin İslama karşı savaşının yerini İslam içindeki mezheplerin gizli savaşı aldı.
Bu, İslam içi mezheplerin, İran aristokrasisinin Araplara karşı mücadelesinin nihai biçimi ve ürünü olduğu konusunda kesin yargıya varmak değildir. İslam içi bazı mezheplerin köylülüğün ve zanaatkârların Arap tımarcılara ve beylere karşı mücadelesini yansıttığı bilinen bir gerçektir. Feodalizme karşı mücadele teması, İbni Sina’nın babasının da üyesi olduğu İsmaili hareketinde yansımasını buldu.
“Babam esaslı bir İsmaili idi. Ağabeyimle sık sık İsmaili bakış açısına göre ‘ruh ve akıl’ konusunu tartışırdı” diyor İbni Sina biyografisinde. İbni Sina’nın Buhara’dan yola çıkıp diğer ülkelerle sıkı ticari ilişkileri olan ve sıkı bir Muhammed takipçisi olmayıp bazı dinsel törenlerle yetinen Mecusilerin kalıntılarının yaşadığı Harezm’e gitmesi; daha sonra Harezm’den İran geleneklerinin takipçisi Kabus ibn-Vişmugir’i ziyaret etmek için Jorjan’a geçmesi ve nihayet Jorjan’dan Şems Addaula ile sürülerek Hamadan’a gitmesi ve orada vezir olması, bütün bunlar bir ölçüde ibni Sina’nın İslam karşıtı eğilimlerini doğrulamaktadır.
İbni Sina’nın materyalist tezleri, eğitimli kesim için Arapça yazdığı eserlerde değil ama ana dili olan Dari dilinde, eski Tacikçe yazdığı eserlerinde özellikle nettir. İslama karşı herhangi bir açık saldırı şiddetle bastırılacaktır. Bu nedenle İbni Sina’nın daha dar bir kesim için ya da İslamcılığa karşı muhalif duran hemşerileri için kaleme aldığı eserlerinde kendisini daha açık ifade ettiğini varsayabiliriz. Ruh Üzerine adlı ünlü risalesinin sonunda şöyle yazar İbni Sina: “En yakın müritlerime talimat vermek için (sırları) açıkladım… Ama dostlarımı ve müritlerimi, benim öğretilerimi kabul edenleri, olgunlaşmamış ve dine karşı isyanda olan insanlara bu öğretileri ifşa etmelerini ya da bu risaleyi onlara okumalarını ya da güvenli olmayan yerlerde saklamalarını yasaklıyorum.”

IV
İbni Sina Müslüman Doğu’nun beden ile tin arasındaki ilişki sorununu ele alan ilk filozoflarından biridir. Bu iki kategorinin belli ölçüde birliğini sağlama yoluyla geleneksel ikici algıyı ortadan kaldırmaya çalıştı. Bu amaçla ara unsur olarak ruhu oluşturdu. Ruh özünde tinle bir olsa da bedene yakındır ve adeta bedenin temel itici gücüdür. İbni Sina bu düşünceyi dile getiren ilk kişidir; ondan önce hiçbir filozofta görülmez bu düşünce. Rüyaların Yorumu adlı eserinde, insan vücudunun organlarına ayrılmış bölümde İbni Sina şöyle der: “İnsanı oluşturan iki öz vardır, beden ve ruh. Ruh açısından beden bütün organlarıyla adeta ruhun çeşitli aktiviteleri için kulllandığı bir araçtır.”  El Nedjat adlı eserinde ise canlı cisimlerin aktivitesinin fiziksellikle ilgili olduğunu ve cismi oluşturan unsurların karışımı içinden ruhun doğal cismin temel bileşeni olduğunu belirtir. İbni Sina’nın bu kadar tutarsız olduğu başka bir nokta yoktur belki de.
İbni Sina’nın öğretisinde ruh üç türü bulunan bir cinstir: bitkisel, hayvansal ve idari (administrative) ya da rasyonal. Ruhun bu üç türünün temel özellikleri bilinçsiz temel bitki gücünden insanın rasyonal aktivitesine doğru bir ilerleme kaydeder. Bu türlerin her birinin kendi  özellikleri vardır. Örneğin, bitkisel ruhun doğma, büyüme ve beslenme özellikleri vardır. İbni Sina’ya göre, hayvan ruhunun temelinde ise temel duyular yatar; duyu verilerini dizginleyen, gruplayan ve doğrudan yorumlayan melekeler de bunların üzerindedir. İdari ya da İbni Sina’nın adlandırdığı şekliyle “nüfuz eden” ruh da üç güce sahiptir: Birincisi, beyinden sinirlere doğru dolaşan tin yoluyla vücudu hareket ettiren temel itici güç; ikincisi, görme, işitme, dokunma, koklama ve tat alma duyularını harekete geçiren genel güç; üçüncüsü ise hayal gücü, hafıza ve düşünceyi içeren akıl gücüdür.
İbni Sina duyuların fonksiyonlarına büyük bir önem atfederek ayrıntılı bir biçimde onları araştırır. Ona göre, gözle görünür cisimler etrafında maddi bir şeffaf vasıta vardır ve ışık bu vasıta üzerinden cismin üzerine düştüğünde cismin görüntüsü yansıma şeklinde gözbebeğine aktarılarak algılanmış olur. Ruh Üzerine adlı kitabının üçüncü tezini bu konuya ayırmıştır. (…)
İbni Sina dördüncü tezini ise Psikoloji’ye, “içsel algı gücü”ne ayırır. Geliştirici (formative) ve entelektüel becerilerin, fikir ve hafıza da dahil, muhakeme gücünü oluşturduğunu belirtir.
Geliştirici beceri fonksiyonu, söz konusu duyu nesnesinin duyu organları üzerindeki etkisinin sona ermesiyle nesnenin duyumsanabilir biçiminin kalıcı hale gelmesiyle oluşur. Dış dünyaya ait nesnelerin eylemi kesintiye uğrayabilir, fakat geçici olarak görme alanından kaybolsa da duyumsanan nesnenin yansıması iz bırakmaya devam eder, algı tarafından sabitlenir ve hafızada kalıcı hale gelir. İbni Sina’ya göre hayal, gerçek nesnenin insan bilincindeki yansımasının sonucudur.
Geliştirici becerinin ardından, İbni Sina’nın “düşünce gücü” ya da düşünme olarak adlandırdığı entelektüel beceri ortaya çıkar. Ona göre, “düşünce gücü iyi ile kötüyü, muhayyile gücü üzerinde iz bırakan olgunun doğru ile yanlışlığını birbirinden ayırır ve muhayyilenin önerdiği şeyin yararını sınar.”  Daha sonra ise “hafıza gücü” gelir. İbni Sina’ya göre, hafızanın özelliği, bilinçte pekişmeyi ve duyularla algılanan nesneleri birbirinden ayırmayı sağlamasıdır.
İbni Sina’nın söz edilmesi gereken önemli bir düşüncesi de bu zihni işlemler arasındaki ilişki ve bağlantıya dair tezidir. Rüyaların Yorumu kitabında şöyle der: “Hafızanın algıladığı olgular muhayyile tarafından alınarak düşünceye iletilir. Düşüncenin görevi, olguların bıraktığı izlerin doğru olup olmadığını belirlemektir ve ihtiyaç duyduğunda yeniden bakmak üzere onu hafızada bırakır.”
İbni Sina’nın fiziksel süreçlerin düzenlemesini, hayal ve hafızanın düşünceye bağlı olmasını ve düşüncenin kullandığı kontrol gücünü kabul etmesi onun teorisine olağanüstü materyalist bir özellik kazandırır. Ortaçağ’da bilimin ulaştığı gelişme düzeyi elbette onu yukarıda sıraladığımız türden naif materyalist görüşlerden öteye götürmeyecektir. “Fantezi filden daha büyük bir insan şekli yaratabilir ya da aslan kafalı bir insan düşünebilirsiniz.”  İbni Sina’ya göre, hayal gücünde her şeyin temsili mümkündür; ama duyu sadece görünebilir, duyumsanabilir, algılanabilir olguları algılayacaktır.
İbni Sina, aklı, pratik ve teorik olarak ikiye ayırır. Pratik akıl eyleme uygun olan motor yetenekleri içerirken, teorik akıl da algılama becerisi ile karakterize olur. Ayrıca İbni Sina’ya göre akıl, adımlara göre ayarlanmış bir dizi yetilere ayrılmıştır. Her yeti baştan mutlak potansiyel olarak mevcuttur. Örneğin, yazı yazmayı öğrenme olasılığı (possibility) çocukta içkindir. İbni Sina bu yetti “maddi” olarak adlandırır. Daha sonra bu yeti aktif hale gelmek için olgunlaşır, fakat bazı alet ya da bilgi eksikliğinden dolayı aktiflik henüz gerçekleşmemiştir; kalemi olmadığı için yazı yazamayan çocuğun durumu böyledir. İbni Sina bu ikinci yetiyi “olanaklı” olarak adlandırır. Üçüncü ve son yetide ise eyleme geçmek için eksik olan tek şey iradedir. Aklın kendisi de bu üç halin özelliklerini taşır. İlk hali “maddi” akıldır; sadece mutlak öğrenme olasılığına sahiptir; ikinci akıl hali göreceli olarak daha aktiftir; üçüncü hal ya da derece ise tam hazır olmayı içerir; ilk gerçeklere dayanarak “süper mantıklı” biçimlerin her an oluşabileceği andır. Aslında sadece potansiyel olarak aklın en yüksek aşaması olsa da İbni Sina bu aşamayı “eylem halindeki akıl” olarak adlandırır; gerçekliğin biçimini anlama tam da bu aşamada gerçekleşir. Akıl artık “gerçek akıl” olarak adlandırılabilecek hale gelmiştir. İbni Sina aklın bu kapasitesinin daha üstüne ise yalnızca bazı insanların tecrübe ettiği “kutsal akıl” halini yerleştirir.
İbni Sina’nın getirdiği aklın güçlerinin adım adım temayülleri fikri İspanyol filozof Juan Uarte’yi etkilemiş, o da Bacon, Descartes, Spinoza ve diğerlerini etkilemişti. (…)
İbni Sina, ruhun her türlü işleyişinin temelinde duyu algısının yattığına inanıyordu. Ancak ona göre, anlaşılabilir olanı anlamak için algılanilir olanı temin eden rasyonel ruh, algılanabilir olandan giderek uzaklaşır ve doğasına uygun olarak evrensel gerçekliklere yaklaşır. Giderek özüne döner, dolayısıyla, saf akli (mental) muhakeme haline yükselmek için kendisini giderek maddeden kurtarır. Bu tezde İbni Sina doğrudan çelişkili olan iki görüşü birleştirir. Bir taraftan, duyuların aktif rolünü deneysel olarak kabul edip soruna doğru, materyalist bir çözüm getirir; öte yandan ise aklı maddi temelden ayırarak idealizme kayar.
Bizce “asıl akıl” Plato’nun “fikirler dünyası” ile neredeyse aynıdır. Tam da bu idealist tezden yola çıkarak İbni Sina makul ruhun tinselliğini ve ölümsüzlüğünü dile getiriyor. İbni Sina’ya göre ruhun ölümsüzlüğü onun tinselliğinden kaynaklanır. Rasyonel ruh bedende değildir, bağımsız bir tinsel varlıktır; beden onun için araçtan öte bir şey değildir. El Nedjat’ta İbni Sina ruh ve beden için üç tür bağlılık biçiminden söz eder: var oluşta, ardıllıkta ve öncüllükte eşitlik.
(…)
İbni Sina’nın bunlarla ilgili uzun açıklamaları, ruhun esasında bedene bağlı olmadığını göstermek ve bedenin ölmesiyle ruhun ortadan kalkmadığını kanıtlamak içindir. İbni Sina, ölümün gücünün karmaşık şeyler için geçerli olduğu sonucuna varır. Ona göre, beden doğar doğmaz ruh da oluşur; kontrol edeceği şeyler bedene girmeden önce ruh belli hazırlıklara tabi tutulur. İbni Sina ruh ile beden arasındaki ilişkinin insan beyninde gerçekleştiğini iddia eder. Aklı ruhtan ayırdığı ve insanın düşünme yeteneğini gizemli kıldığı için İbni Sina’nın tutumu idealist rasyonalizme denk düşer.
İbni Sina’nın ruh teorisinin metafizik ve idealist karakteri şu olguda da ortaya çıkar: Ona göre, ruh, bedeni yöneten aktif bir güç, beden ise pasif ve durağandır. O da psiko-fiziksel sorunu Marx öncesi filozoflardan daha fazla çözmemiştir. İbni Sina’nın öğretisinin önemi mistik özelliklerinde değil, dünya görüşünün materyalist unsurlarında yatar. Onun materyalizmi bir bütün olarak doğa bilimlerinde, özellikle de tıpta net olarak kendisini gösterir. O, maddenin sonsuzluğu ilkesini savunmuş, beyin hastalıkları ile diğer organların hastalıkları arasında bağlantı kurmuştur.
Ruh hastalıklarının önlenmesi ve tedavisi konusundaki görüşleri orijinallikleri nedeniyle birçok bilim adamının dikkatini çekti. Duyuların psiko-fizyolojisi ve görüntü sıralamasına ilişkin deneysel yasalar konusunda çalışma yaptı.
İbni Sina psikoloji uygulaması konusunda objektif araştırma yöntemine büyük önem atfetti. Duyguların kalpte, kan damarlarında, solunum organlarında ve bütün organizmada değişikliklere yol açtığını vurguladı. İbni Sina’nın psikoloji alanında bıraktığı miras oldukça ilginçtir; fakat yazık ki hakettiği değeri henüz görmemiştir.
İbni Sina’nın görüşlerinin çelişkili olmasının altında yatan neden, onun, eserlerinde iki dünyanın görüşleri arasındaki, materyalizm ile idealizm arasındaki mücadeleyi yanısıtıyor olması ve onlar arasında gidip gelmesidir. İçinde yaşadığı feodalizm çağının toplumsal çelişkileri onun görüşlerindeki bu tutarsızlığı koşullandırdı. Birçok felsefi sorunu materyalist bir şekilde çözmeye çalıştıysa da felsefesinin temel sorusuna verdiği yanıt idealistçe oldu. Fakat o, hiçbir şekilde burjuva Oryantalistlerinin iddia ettiği gibi gerici ve mistik değildi.
İbni Sina’nın dünya görüşünün tarihsel önemi, onun sadece Oryantal ve Yunan biliminin başarılarını özümsemekle kalmayıp, aynı zamanda onları eleştirmiş ve geliştirmiş olmasında, 10. yüzyıla kadar olan bilimsel etkinlikleri özetleyip, çağının taleplerine uygun olarak ve o çağın yaşamında aktif yerini alarak bir sistem oluşturmasında yatmaktadır.

V
İbni Sina, Doğu’da, Muhammed Peygamberin topraklarında mantık öğretmenidir.  Felsefi eserlerinde bu olgu kendisini hissettirmektedir. Bu onun yönteminde, tarzında, hatta şiirlerinde kendisini göstermekte, mantık tezlerinde de ortaya çıkmaktadır.
Al Nedjat ve Daniş-Name’de İbni Sina mantığın amacını şöyle açıklar. Bütün bilgiler ve her bilim nosyonlara ya da inanca dayanır. Nosyonlar birincil öneme sahiptir ve belirleme ya da onun yerini tutan şeyden elde edilir; oysa kanıt ancak çıkarsama  yoluyla elde edilir. Belirleme ve çıkarsama, bilinenin bilinmeyenden elde edilmesinde yardımcı olan iki araçtır. Fakat İbni Sina okuyucuyu uyarır; bu araçlar doğru olabilir, ya da pek doğru olmayabilir ya da yanıltıcı veya doğruymuş gibi olabilir ve bunun sonucunda o varsayımlara dayanarak varılan sonuçlar da aynı şekilde doğru olabilir, pek de doğru olmayabilir, yanıltıcı olabilir.
İbni Sina’ya göre mantık, “riayet edildiğinde çıkarsama yanlışlarından koruyan meşru bir kural” sağlar insana.  Mantık, gerçeği ortaya çıkaran, yasalar koyan ve bu yasaları gözeten insanı yanlışlardan alıkoyan spekülatif bir sanattır.
Daniş-Name’de mantık açıklamasına tekil ve genel kavramlarının analiziyle başlar. Kavramları eklentilerine göre özgül ve genel olarak ayırır. Tekil kavramların eklentisi bir nesnedir, örneğin “Zaid” diye bir isim. Genel kavramların eklentisi ise nesneler grubudur.
Aynı eserde, herhangi bir genel kavramın cins ya da tür özelliği gösterdiğini belirtir. Örneğin “cisim” kavramı “hayvan” kavramından daha geneldir, “öz” kavramından ise daha özgüldür, aynı şekilde “hayvan” kavramı  “insan” kavramından daha geneldir. Bu nedenle, İbni Sina’ya göre, daha geniş eklentileri olan bir kavrama cins, onun içinde daha küçük eklentilere sahip olana ise o cinsin türleri denebilir. Daha geniş eklentili kavramlara geniş ya da genel kavramlar da denebilir.
İbni Sina aynı zamanda tanım ile tasvir arasında da titiz bir ayrıma gider. “Tanım, şeylerin gerçek türlerini bilmekle ilgilidir” der.  Şeylerin özünü göstermeli, temel özelliklerini ifade etmelidir. Tanım içeriği bakımından doğal olarak karmaşıktır. (…)
Al Nedjat’ta İbni Sina tanım ve belginin (mark) ortak bir yanı olduğuna, belgisi olmayan şeylerin tanımı da olmayacağına işaret eder. Isharat’ta (Talimatlar Kitabı) bir şeyin karakteristik özellikleri ve rastlantıları (accidents) öğrenildiğinde, onun tasvirinin de öğrenileceğini söyler. En iyi tanım, daha sonra şeyin özünün taslağını çıkarmaya yarayacak şekilde cinsin belirlenmesidir. Tanımda ve tasvirde çeşitli hatalardan kaçınmak gerekir. Bir kavram, kendisi de ancak tanımlanan kavramla anlaşılabilecek başka bir kavram kullanılarak tanımlanmamalıdır. Örneğin “Dünya zamanın akışıdır” dersek bu, dünyanın tanımı olmaz; çünkü dünya ve zaman kavramlarının tanımı belirsizdir. Burada İbni Sina, tanımda, tanımlanacak terimin ve onu tanımlamaya yarayan kavramların ayırt edici ve bağımsız kavramlar olması gerektiğini kastetmektedir.
Ayrıca, bir kavram, kendisi de aynı şekilde tanımsız bırakılmış zıt bir kavramla tanımlanamaz. Örneğin, “Siyah, beyazın karşıtıdır” cümlesinde “siyah” ve “beyaz” kavramları tanımsız kalmıştır.
Tanım net olmalıdır. Bilinmeyen bir şey, daha az bilinen başka bir şey yoluyla anlaşılır kılınamaz. “Ateş, ruha benzeyen bir bedendir” dediğimizde bir tanım yapmış olmayız; bilinmeyen bir kavram yine daha az bilinen bir kavramla tanımlanmıştır.
(…)
İbni Sina, önermelerin analizinde tanım unsurunun önemini vurgulayarak ayrıntılı bir şekilde isim, fiil ve edatın tanımını yapar. Önerme her zaman gerçekliği ele alır; o doğru ya da yanlıştır. Önermeleri üç gruba ayırır. Birinci grupta kategorik önermeler, ikincide farazi bağlaçlar, üçüncüde ise farazi ayırıcı muhakemeler yer alır. İbni Sina’ya göre kategorik muhakemenin özel niteliği iddia ya da inkârdan oluşur.
Bu üç önerme grubuna ek olarak İbni Sina ayrıca evrensel ve özel hükümleri de olumlu ve olumsuzlar olarak ayırır ve dört grup oluşturur: evrensel olumlu, vb.
İbni Sina’ya göre, önermede yüklemin özne ile ilişkisi üç şekilde düşünülebilir: gerekli, mümkün veya “yasak”. Gerçek, yalnızca önermelerdeki kavramların bileşimiyle keşfedilemez; İbni Sina bu türden sözde bilimsel keşif yöntemleriyle alay eder.
İbni Sina orta, basit ve sağlam mukayese teorileri geliştirmiştir. Daniş-Name’de verilen mukayese kuralları Mill, Monto, Vvedensky veya Chelpanov’un eserlerinde de bulunabilir. Demek istediğimiz, bu mantıkçıların İbni Sina’yı kopyaladıkları değil elbette; fakat 18-20. yüzyıllarda mukayesede kullanılan kurallar, Daniş-Name yazarının 11. yüzyıl başlarında belirlediği kurallardan farklı değildir.
Daniş-Name’de İbni Sina kelimenin tam anlamıyla Aristoteles’in üç tasım (kıyas) figürü öğretisini tekrar etmektedir. 2. yüzyılda dile getirilmeye başlanan dördüncü figürden Daniş-Name’de hiç söz edilmemesi ilginçtir. Kalinos figürünün yapay özelliğinden dolayı İbni Sina’nın buna fazla önem vermediğini tahmin edebiliriz. İbni Sina’ya göre, birinci ve ikinci figürlerin her birinde dörder mod, üçüncü figürde ise altı mod vardır. İbni Sina birinci figürün modlarına büyük önem verir ve Daniş-Name’de tasım figürlerinin indirgenmesinin yollarını gösterir; böylece indirgeme yöntemlerinden birini kendisine maletmiştir. (…)
İlk bakışta İbni Sina’nın tasım teorisi biçimsel görünebilir; fakat yakından incelendiğinde öyle olmadığı görülecektir. Onun öğretisine göre, tasım içerisinde varlığın gerçek bağlantıları genelleştirilmiş olarak tekrar edilmeli, böylece tüm çıkarsama biçimleri, öncüllerinde gerçekliği yansıtmalıdır. Bu bakımdan İbni Sina daha ileri giderek Aristoteles’in çıkarsama teorisini tamamlamış olur.
Mantıkta İbni Sina sadece biçimsel gerçek kriterinin uygulandığı alanları incelemekle kalmaz, aynı zamanda düşünsel gerçeğin maddi kriterinin uygulandığı bilim alanlarında da çalışma yürütür. Tasım önermelerinin gerçekliğinden söz ederken İbni Sina bir çıkarsamanın doğruluk kriterlerinde hangi faktörlerin kullanılabileceğini belirtir. “Olgulara değil fikirlere dayalı önermeleri olan birçok tasım ortaya çıkar” der.
İbni Sina’ya göre çıkarsamanın önkoşulu olan 13 faktör vardır: Birinci ilkeler, duyum, pratik (tecrübe), hakim fikirler, hayali fikirler (yanılsamalar), görünüşteki gerçek, tasvip, aksiyomlar, benzeşimler, harici bilinen şeyler, faraziye, fantezi, ve çıkarsamada meydana gelen önermeler. İbni Sina’ya göre, bu önkoşullardan birinci ilkeler, duyum ve hakim fikirler ispatlayıcı çıkarsamanın temelini oluşturur. Aksiyomlar ve harici bilinen şeyler ise diyalektik çıkarsamının önkoşuludur.  Yanılsama ve benzeşim hatalı, sofist tasımın temelini oluşturur. Tasvip, faraziye ve harici bilinen şeyler belagatlı çıkarsamaların; fantezi ise şiirsel çıkarsamaların temelini oluşturur.
İbni Sina, tasımın bütün türleri arasında, “Biz uygulama amacıyla ve sofistik tasımda hatalardan kaçınmak için yalnızca ispatlayıcı çıkarsama ile ilgileniyoruz” der.

VI
Kendi döneminde Aristoteles’in mantığı bilimsel buluşları geliştirdi; çünkü o Yunanların bilimsel deneyimini genelleştirdi; önce doğru mantıklı düşünme biçimlerini ve yasalarını ortaya koydu ve onların diğer bilgi alanları ile bağlantısını kurdu. İbni Sina, Aristoteles’in öğretisinin ilerici yanlarını tamamiyle benimsedi; felsefenin Avrupa’da teolojinin beslemesi haline geldiği, Organon’un* uygun bir şekilde revize edilmesi yoluyla Aristocu mantığın skolastiğe dönüştürüldüğü, Lenin’in dediği gibi “papaz gericiliğinin, ölen şeyi ebedi kılmak için Aristoteles’te hayati olan şeyi öldürdüğü”  bir dönemde İbni Sina Yunan felsefesinin havarisi oldu.
İbni Sina’nın mantığa büyük katkıları oldu. Aristoteles’in mantık öğretilerini yaydığı sırada ayrıca varoluşun özel niteliklerinden mantıklı biçimler ve bağlantılar çıkarmaya çalıştı. İbni Sina’nın mantık üzerine eserlerinde muhakeme teorisi ve onun biçim dönüşümüne uğraması net bir şekilde ortaya konmuştur. Fakat muhakeme biçimleri ile bunların değerinin bilimsel gelişmelerle sınanması arasındaki tarihsel ve sistematik iç bağlantıları bulmada başarılı olamamıştır. Özet olarak, bunun, Marx öncesi felsefenin üstesinden gelemediği bir görev olduğunu söyleyebiliriz.
İbni Sina’da materyalizm ile idealizmin, ilerici ve gerici akımların çatışmasını net olarak görebiliriz. Onun ortaya koyduğu önemli önermelerin çoğu, bilimin sonraki gelişim çizgisinde ilerletici etkide bulunmuştur.
Bugün, SSCB halklarının felsefe tarihinin yazıldığı bir dönemde, Tacik alimlerin felsefi mirasının incelenmesi, tam da yerinde atılmış bir adımdır. Bu amaçla, okurlarımızı,  Ortaçağ’ın önemli bir filozofunun, felsefenin gelişiminde oynadığı tarihsel rolünü unutamayacağımız bir insanın eseri olan Daniş-Name ile tanıştırmaya çalıştık.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑