Uluslararası durum üzerine

I

DÜNYADA SAVAŞ SONRASI DURUM

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi, uluslararası genel durumda önemli değişikliklere yol açtı. Faşist devletler bloğunun askeri açıdan parçalanması; savaşın karakteri itibariyle antifaşist bir kurtuluş savaşı olduğu gerçeği ve faşist saldırganlara karşı kazanılan zaferde Sovyetler Birliği’nin belirleyici rolü oynaması, sosyalist sistemle kapitalist sistem arasındaki güç dengesini derinden sosyalist sistem lehine değiştirdi.

Bu değişikliklerin özü nerede yatmaktadır?

İkinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı ana sonuç, kapitalizmin en militarist ve en saldırgan iki ülkesi olan Almanya ve Japonya’nın askeri yenilgisi gerçeğiydi. Bütün dünyadaki gerici emperyalist unsurlar, özellikle de İngiltere, ABD ve Fransa; Japonya ve Almanya’ya karşı büyük ümitler besliyorlardı. Özellikle Hitler Almanyası, öncelikle Sovyetler Birliği’ne karşı onu yok etmese bile zayıflatacak ve etkisiz hale getirecek bir güç olarak görülüyordu. İkinci olarak, başta Almanya olmak üzere Hitler saldırganlığının hedefi olarak seçilen bütün ülkelerdeki devrimci işçi hareketini ve demokratik hareketi parçalayacak ve kapitalizmin genel durumunu sağlamlaştıracak uygun bir güç olarak görülmekteydi. Bu, Münih Politikası olarak adlandırılan “barış getirme” ve faşist saldırganlığı teşvik etme politikasının temel nedenlerinden birisiydi. Bu politika, savaş öncesinde egemen olan İngiltere, Fransa ve ABD gibi emperyalist çevreler tarafından taviz vermeden uygulandı.

Ancak İngiliz, Fransız ve Amerikan emperyalistlerinin Nazilere karşı besledikleri umutlar boşa çıktı. Nazilerin, Münih Politikası taraftarlarının tahmin ettiklerinden daha zayıf, Sovyetler Birliği’nin ve barışsever halkların ise daha güçlü olduğu ortaya çıktı, ikinci Dünya Savaşı’nın sonucu, savaş yanlısı uluslararası faşist gericiliğin parçalanması ve uzun bir süre için devre dışı bırakılması oldu.

Böylece kapitalist dünya sistemi, bir bütün olarak ele alındığında bir kayıp daha vermiş oldu. Nasıl ki Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli sonucu olarak yekvücut emperyalist cephe delindi, Rusya, kapitalist dünya sisteminden ayrıldı ve SSCB’de sosyalist düzenin zafer kazanmasıyla kapitalizm, dünya ekonomisini tümüyle kapsayan sistem olmaktan çıktı ise, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda da faşizm parçalandı, kapitalizmin dünyadaki konumu zayıfladı ve antifaşist hareketin güçlenmesiyle birlikte bir dizi Orta ve Güneydoğu Avrupa ülkesi emperyalist sistemden ayrıldı. Bu ülkelerde yeni demokratik halk rejimleri kuruldu. Anayurt savaşının büyük örneğini ortaya koyan Sovyetler Birliği ve Sovyet ordusunun kurtuluş eseri, özgürlük tutkunu halkların yığınsal hareketiyle faşist işgalcilere ve bunların işbirlikçilerine karşı verilen ulusal kurtuluş mücadelesinde birleştiler. Bu mücadele süresince, etkin kapitalistler, toprak sahipleri, üst derece memurlar, monarşi yanlısı subaylar gibi bir dizi faşizm yanlısı ve Hitler işbirlikçisi, ulusal çıkarlara ihanet edenler olarak deşifre edildi. Alman faşist köleliğinden kurtuluş, Tuna ülkelerinde aynı zamanda Alman faşizmiyle uzlaşarak işbirliği yapan burjuvazinin üst katmanı ve toprak sahiplerinin iktidardan uzaklaştırılmalarına ve Hitler yanlısı egemenlere karşı mücadelede kendisini kanıtlayan yeni halk güçlerinin iktidara gelmesine yol açtı. Bu ülkelerde, işçi, köylü ve ilerici aydınların temsilcileri iktidara geldi. İşçi sınıfı her yerde en büyük kahramanlık ve anti-faşist mücadelede sınırsız tutarlılık ve uzlaşmazlık gösterdiği için işçi sınıfının itibarı ve etkisi büyük ölçüde arttı.

Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya, Polonya, Çekoslovakya, Macaristan ve Arnavutluk’ta geniş halk yığınlarına dayanan yeni demokratik iktidarlar, kısa sürede, burjuva demokrasisinin yapamayacağı reformlar gerçekleştirdi. Tarım reformuyla toprak köylülere verilerek toprak sahipleri sınıfı tasfiye edildi. Büyük sanayinin ve bankaların ulusallaştırılması, yanı sıra Almanlarla işbirliği yapan hainlerin mülklerine el konulması, tekelci sermayenin bu ülkelerdeki konumlarını temelden sarstı ve kitleleri emperyalist kölelikten kurtardı. Aynı zamanda genel devlet halk mülkiyetinin temeli atıldı; iktidarın halka, büyük sanayinin, ulaşımın ve bankaların devlete ait olduğu ve emekçi halk sınıflarının işçi sınıfıyla birlikte iktidarda olduğu yeni bir devlet tipi, halk demokrasisi yaratıldı. Sonuç olarak bu ülkelerin halkları sadece emperyalizmin pençelerinden kurtulmakla kalmayıp, sosyalist gelişmeye giden yola geçiş için temeli attılar.

SSCB’nin uluslararası önemi ve itibarı, savaş sonrasında son derece arttı. SSCB; Almanya ve Japonya’nın askeri olarak parçalanmasında önder güçtü. Dünyanın bütün ilerici, demokratik güçleri Sovyetler Birliği etrafında birleştiler. Sosyalist devlet, zorlu savaş deneyini kazandı, güçlü düşmana karşı verilen ölüm-kalım savaşından galip olarak çıktı. SSCB zayıflatılamadı, tam tersine, daha da güçlendi.

Kapitalist dünyanın çehresi de önemli ölçüde değişti. Büyük güç olarak adlandırılan altı emperyalist devletten (Almanya, Japonya, İngiltere, ABD, Fransa, İtalya) üçü, askeri yenilgi sonucu devre dışı kaldı (Almanya, Japonya, İtalya). Böylece geriye sadece iki “büyük” emperyalist devlet -Birleşik Devletler ve İngiltere- kaldı. Ancak bunlardan birinin, yani İngiltere’nin konumunun sarsılmış olduğu ortaya çıktı. İngiliz emperyalizmi savaş sırasında askeri ve politik olarak zayıflamıştı. İngiltere’nin Avrupa’da Alman saldırganlığı karşısında aciz kaldığı görülmüştü. İngiltere Asya’da ise, en büyük emperyalist güçlerden biri olarak sömürgelerini kendi gücüyle elinde tutamayacak durumdaydı. İngiltere, gıda maddeleriyle hammaddelerini sağladığı ve sanayi üretiminin büyük bir bölümünü alan sömürgeleriyle ilişkisi geçici olarak kesintiye uğradığı için, gıda ve sanayi ürünlerini temin ettiği ABD’ye, savaş ekonomisi açısından bağımlı hale geldi ve mali ve ekonomik bağımlılık savaş sonrası yıllarda daha da arttı. Savaşın bitiminden sonra İngiltere bazı sömürgelerini yeniden geri aldı; ancak savaş sırasında, daha önceleri İngiliz sermayesinin etki alanı olan bu bölgelerde (Arapların yaşadığı bölgeler, Güneydoğu Asya) etkisini genişletme olanağı bulan ABD’nin bu sömürgeler üzerindeki büyük etkisiyle karşılaştı. Amerika’nın etkisi, Britanya Kraliyeti’nin egemenliğindeki ülkelerde de arttı ve bir dönemler İngiltere’nin Güney Amerika’da oynadığı rol, önemli ve gittikçe artan ölçülerde ABD tarafından üstlenildi.

İkinci Dünya Savaşı’nın sonucu olarak sömürge sisteminin krizinin derinleşmesi, sömürgelerde ve bağımlı ülkelerde ulusal bağımsızlık hareketlerinin güçlü atılımlar kat etmesinde ifadesini buldu. Böylece, kapitalist sistem, beslendiği bölgelerde yeni bir tehditle karşı karşıya kalmıştı. Sömürge halklar, artık eskisi gibi yaşamak istemiyor. Sömürgeci ülkelerin egemen sınıflan, sömürgelerini artık eskisi gibi yönetemiyorlar. Ulusal kurtuluş hareketlerini silah zoruyla bastırma çabaları, sömürge halkların gittikçe güçlenen silahlı direnişleriyle karşı karşıya kalıyor ve Hollanda-Endonezya veya Fransa-Vietnam örneklerinde görüldüğü gibi uzun süren sömürge savaşlarına yol açıyor.

Tek tek ülkelerde kapitalizmin eşitsiz gelişiminin bir ürünü olan savaş, bu eşitsizliğin daha da artmasına yol açtı. Bütün kapitalist ülkeler arasında sadece ABD, savaştan zayıflamadan, tam tersine, ekonomik ve askeri açıdan önemli ölçülerde güçlenerek çıktı. Amerikalı kapitalistler, savaşta kendilerini iyice zenginleştirdiler. Buna ek olarak Amerikan halkının baskı, hava saldırıları gibi savaş zorluklarını çekmek zorunda kalmaması ve ABD’nin sonucunun artık belli olduğu son aşamasında savaşa girmiş olması, insan kaybının görece düşük olmasına neden oldu. Savaş, ABD için her şeyden önce sanayi üretiminin gelişmesine ve özellikle Avrupa’ya yapılan ihracatın artmasına yol açan bir etkendi.

Savaşın bitmesi, ABD’yi bir dizi yeni sorunla karşı karşıya bıraktı. Kapitalist tekeller, kârlarını o güne kadar ulaştıkları düzeyde tutma çabasındaydılar. Bu yüzden üretimi savaş dönemindekinin altına düşürmemeyi hedefliyorlardı. Ancak bunun için ABD’nin, savaş sırasında ürünlerini alan her pazarı elinde tutması ve birçok devletin alım gücü savaş nedeniyle düştüğü için yeni pazarlar edinmesi gerekiyordu. Bu ülkelerin ABD’ye ekonomik ve mali bağımlılığı da arttı. Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’na yapılan yatırımların dışında, ABD’nin dış kredileri 19 milyar dolar oldu. ABD’nin asıl rakipleri olan Almanya ve Japonya, dünya pazarından silindiler ve bu, ABD’ye yeni ve çok büyük olanaklar sundu.

Amerikan emperyalizminin etkisi en geniş gerici çevreleri, savaş öncesinde izolasyoncu bir politika izleyip Asya ve Avrupa’ya aktif müdahaleden uzak dururken, Wall Street’in beyleri savaş sonrası ortaya çıkan koşullarda yeni bir politikaya yöneldiler. Yeni bir program oluşturarak, Amerika’nın bütün askeri ve ekonomik gücünü sadece savaş sırasında elde edilen dış konumları korumak ve sağlamlaştırmak için değil, en geniş ölçüde yayılarak Almanya, Japonya ve İtalya’nın dünya pazarındaki yerini doldurmak amacıyla kullanmayı hedeflediler. Diğer kapitalist ülkelerin ekonomik gücündeki can yakan zayıflama, bu ülkelerin Amerikan kontrolü altına alınmasını kolaylaştırarak, ABD’ye savaş sonrasında ortaya çıkan ekonomik zorluklardan spekülatif tarzda yararlanma, özellikle de bu zorluklarla boğuşan İngiltere’nin bu konumunu kullanma olanağını sundu. ABD, açıktan saldırgan ve yayılmacı olan yeni bir çizgi izleyeceğini ilan etti.

ABD’nin bu yeni ve açıktan yayılmacı çizgisi, Amerikan emperyalizminin dünyaya egemen olmasını hedefliyor. ABD’nin en büyük iki rakibi olan Almanya ve Japonya’nın saf dışı kalması ve ortakları İngiltere ile Fransa’nın güç kaybetmesi nedeniyle elde ettiği dünya pazarlarında tekel olma konumunu sağlamlaştırmak için izlenen bu yeni çizgi; askeri, ekonomik ve politik önlemler içeren kapsamlı bir program öngörüyor. Bu program; yayılmayı hedeflediği bütün ülkelerde ABD’nin ekonomik ve politik egemenliğini kurmasını, bu ülkeleri ABD’nin uydusu konumuna geriletmeyi ve Amerikan sermayesinin bu ülkelerde hedeflediği sömürünün önünde engel oluşturabilecek işçi hareketini ve demokrasi hareketini ortadan kaldıracak rejimler tesis etmeyi hedefliyor. ABD bu yeni çizgiyi sadece askeri düşmanlarına ve bağımsız devletlere karşı değil, gittikçe artan ölçülerde savaş döneminde müttefiki olan devletlere karşı da uygulamaya çalışıyor.

Burada, ABD’nin hem müttefiki, hem de kapitalist rakibi olan İngiltere’nin içerisinde bulunduğu ekonomik zorluklardan yararlanmaya özellikle dikkat ettiği görülüyor. Amerika’nın yeni yayılmacı çizgisine göre İngiltere’nin, savaş yıllarındaki ekonomik zorlukları nedeniyle ABD’ye karşı ortaya çıkan ekonomik bağımlılığı azaltılmayacak; tam tersine, sömürgeleri üzerindeki denetimini yavaş yavaş devralmak ve etki alanlarından geri püskürterek uydu devlet konumuna getirmek için üzerindeki baskı artırılacak.

ABD’nin yeni politikası böylece, ABD’nin tekel konumunu sağlamlaştırmayı ve kapitalist ortaklarını kendi altında ve kendisine bağımlı konuma getirmeyi hedeflemektedir.

Ancak ABD’nin dünya egemenliğini ele geçirme çabalarının karşısında, enternasyonal etkisi artmakta olan anti-emperyalist ve anti-faşist hareketin siperi olarak SSCB durmaktadır; yeni demokrasinin iktidara geldiği ve Amerikan-İngiliz emperyalizminden kendisini kurtaran ülkeler, bu çabanın karşısında bir engel oluşturmaktadırlar; kendilerini ezenlerin egemenlik kurması için yeni bir savaşa girmek istemeyen Amerikalı işçiler de dahil olmak üzere bütün ülkelerin işçileri, bu çabaların karşısında engel oluşturmaktadırlar. Bu yüzden ABD’nin yeni yayılmacı ve gerici bir çizgi izleyen politikası, SSCB ile mücadeleyi, yeni demokrasinin olduğu ülkeleri bütün ülkelerdeki işçi hareketini, ABD’deki işçi hareketini ve bütün dünyadaki antiemperyalist özgürlük savaşlarını hedeflemektedir.

Sosyalizmin SSCB’de kazandığı başarılardan, yeni demokrasinin olduğu ülkelerde elde edilen başarılardan ve savaştan sonra dünyanın bütün ülkelerinde işçi hareketinin ve demokratik hareketin yükselmesinden huzursuz olan Amerikan gericileri, kapitalist sistemi komünizmden “koruma” görevini üstlenme eğilimini taşıyorlar.

ABD’nin bu açıktan yayılmacı programı, son derece güçlü bir şekilde, zamanında dünya egemenliğini ele geçirme iddiasıyla ortaya çıkan, ancak sefil bir şekilde başarısızlığa uğrayan faşist saldırganların maceracı programını hatırlatıyor.

Nazilerin, en başta kendi halkı olmak üzere bütün halkları baskı altına almak ve köleleştirmek için giriştikleri yağmacı saldırı hazırlıklarını anti-komünizm maskesiyle gizlemeleri gibi, ABD’de iktidarda olan çevreler de bugün yayılmacı politikalarını ve hatta kendisinden zayıf olan emperyalist rakibi İngiltere’nin hayati çıkarlarına karşı başlattıkları saldırıları, sözüm ona savunmacı anti-komünist görev olarak lanse ediyorlar. Hararetli silahlanma yarışına, yeni askeri üslerin inşasına ve Amerikan Silahlı Kuvvetleri için dünyanın dört bir köşesinde yaratılan istila alanlarına gerekçe olarak, ikiyüzlü bir şekilde, sadece onların hayallerinde var olan, Sovyet askeri tehdidine karşı “savunma” zorunluluğu gösteriliyor. Yıldırma, rüşvet, şantaj gibi araçlarla çalışan Amerikan diplomasisi, başta İngiltere olmak üzere diğer kapitalist ülkeleri, Amerika’nın Batı Almanya, Avusturya, İtalya, Yunanistan, Türkiye, Mısır, İran, Afganistan, Çin, Japonya vb. ülkelerde konumlanmasına onay vermeye zorluyor.

Amerikan emperyalistleri kendilerini, SSCB, yeni demokrasinin olduğu ülkeler, bütün ülkelerdeki işçi hareketi ve demokratik hareket karşısında duran asıl güç ve tüm dünyadaki gerici, antidemokratik güçlerin direnme noktası olarak görüyorlar ve daha savaşın bittiği ilk günden SSCB ve dünya demokrasisine düşman bir cepheyi kurmak ve Hitler döneminde işbirlikçilik yapan, savaştan sonra ise yeni bir görev arayan halk düşmanı gerici güçleri teşvik etmek üzere işbaşına geçtiler.

Gözü dönmüş emperyalist politikacılar dengelerini yitirdiler ve Churchill’i örnek alarak, SSCB’ye karşı önleyici bir savaş başlatılması için planlar hazırlamaya koyuldular; açıktan Sovyet halkına karşı nükleer silahların kullanılmasını talep etmeye başladılar. Yeni bir savaşın çığırtkanları, SSCB’yi olası bir saldırgan olarak kötüleyip, kendilerini ise Çin ve Hindistan’ın dostları ve güçsüzlere “yardım” etme görevini üstlenmiş komünist tehlikeden “kurtarıcılar” şeklinde göstererek sadece SSCB’ye değil, başta Çin ve Hindistan olmak üzere bütün diğer ülkelere de gözdağı vermeye çalışıyorlar. Bu yolla hem Çin’in, hem de Hindistan’ın emperyalizme bağımlı ve hem politik, hem de ekonomik açıdan köle kalmaya devam etmesi sağlanmaktadır.

 

II

SAVAŞTAN SONRA POLİTİK GÜÇLERİN YENİDEN GRUPLAŞMASI VE BİR YANDA EMPERYALİST VE ANTİ-DEMOKRATİK, DİĞER YANDA ANTİ-EMPERYALİST VE DEMOKRATİK İKİ BLOKUN OLUŞMASI

Savaşın sonucu olarak uluslararası durumda ve tek tek ülkelerin durumunda ortaya çıkan değişiklikler, dünyanın politik tablosunu değiştirdi. Politik güçlerin yeniden gruplaşması gündeme geldi. Savaşın bitmesinden bu yana geçen zaman arttığı ölçüde, savaş sonrasının dünyasında etkin olan politik güçlerin iki ana bloğa ayrıldığı gerçeği de belirginleşiyor: Bir yanda emperyalist ve antidemokratik, diğer yanda antiemperyalist ve demokratik blok. Emperyalist bloğun önder gücü ABD’dir. İngiltere ve Fransa, ABD ile birlikte hareket etmektedir ve İngiltere’de Attlee-Bevin önderliğindeki Labour (işçi) Partisi’nin Fransa’da sosyalist Ramadier Hükümeti’nin iktidarda olması da, her iki ülkenin önemli sorunlarda ABD’nin uydusu olarak onun dümen suyunda gitmelerini engellememektedir. Emperyalist blok bunun ötesinde Belçika ve Hollanda gibi sömürgeci devletlerle, gerici, antidemokratik yönetimlerin olduğu Türkiye ve Yunanistan gibi ülkeler, ayrıca Çin ve Yakındoğu ve Güney Amerika’daki ABD’ye ekonomik ve politik olarak bağımlı diğer ülkeler tarafından desteklenmektedir.

Emperyalist bloğun ana amacı, emperyalizmin sağlamlaştırılması, yeni bir emperyalist savaşın hazırlanması, sosyalizm ve demokrasiye karşı mücadele ve gerici, antidemokratik ve faşizm yanlısı rejim ve hareketlerin genel olarak desteklenmesidir.

Emperyalist blok, bu görevi yerine getirmek için bütün ülkelerdeki gerici ve antidemokratik güçlere dayanmaya ve dün askeri açıdan düşmanı olanlara, geçmişte askeri müttefiki olanlara karşı verdikleri rekabet ve çatışmalarda destek sunmaya hazırdır.

Anti-emperyalist ve antifaşist güçler ise, diğer bloğu oluşturmaktadır. Bu bloğun temeli SSCB ve yeni demokrasinin olduğu ülkelerdir. Ona; Romanya, Macaristan ve Finlandiya gibi emperyalizme sırt çevirmiş ve demokratik gelişmenin yolunda sapmadan yürüyenler de dâhildir. Endonezya ve Vietnam da anti-emperyalist bloğa katılmaktadır; Hindistan, Mısır ve Suriye de sempatiyle bakmaktadır. Anti-emperyalist blok, bütün ülkelerdeki işçi hareketine, demokratik harekete, komünist kardeş partilere, sömürge ve bağımlı ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketinin savaşçılarına ve her ülkede bulunan bütün ilerici, demokratik güçlerin yardımına dayanmaktadır. Bu bloğun amacı yeni savaşların çıkması tehlikesine ve emperyalist yayılmacılığa karşı, demokrasinin sağlamlaştırılması ve faşizmin kalıntılarının kazınması için mücadeledir.

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi, barışsever halkların önüne, faşizmin yenilgiye uğratılması üzerinde yükselen demokratik barışın sürekli güvence altına alınması görevini koymaktadır. Savaş sonrası döneminin bu ana görevinin yerine getirilmesinde Sovyetler Birliği’ne ve onun dış politikasına önder rolü düşmektedir. Bu sosyalist Sovyet devletinin, her türlü saldırgan ve sömürücü ivmeyi kendisine yabancı bulan ve çıkarını komünist toplumun inşası için en uygun koşulları yaratmakta bulan özünde yatmaktadır. Bu koşullardan birisi, halklar arasında barışın olmasıdır. Kalıcı bir barış için çaba gösteren bütün ilerici insanlığın bu özlemi, kapitalizmin bir sonucu olan savaşlardan çıkar beklemesi mümkün olmayan ve yeni ve daha yüksek bir toplumsal sistemin taşıyıcısı olan Sovyetler Birliği’nin dış politikasında yansımaktadır. Sovyetler Birliği, bütün halkların özgürlüğü ve bağımsızlığından yana sadık bir öncü savaşçı olarak ulusal, ırkçı ve sömürgeci baskının her türlüsünün karşısındadır. İkinci Dünya Savaşı sonucunda, kapitalizmin ve sosyalizmin dünyaları arasındaki genel güç dengesi değişti ve Sovyet devletinin dış politikasının önemi artarak dış politik eylemlerinin boyutları genişledi.

Anti-emperyalist ve anti-faşist bloğun bütün güçleri, adil ve demokratik barışın güvence altına alınması görevi üzerinde yoğunlaştılar. Bu temelde SSCB ile demokratik ülkeler arasında, her dış politik sorun hakkında süren dostluk ilişkileri ve işbirliği güçlenerek gelişti. Başta yeni demokrasinin bulunduğu ülkeler (Yugoslavya, Polonya, Çekoslovakya ve Arnavutluk) olmak üzere faşizme karşı verilen kurtuluş savaşında büyük rol oynayan bu ülkeler, ayrıca Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve belli Ölçülerde Finlandiya olmak üzere anti-faşist cepheye katılan diğer ülkeler, savaş sonrası dönemde barış, demokrasi, özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinde güvenilir savaşçılar olarak kendilerini kanıtladılar ve ABD ile İngiltere’nin bu ülkelerdeki gelişmeyi geri döndürme ve onları yeniden emperyalist boyunduruk altına sokma çabalarına karşı direndiler.

Demokratik bloğun başarıları ve artan uluslararası prestiji, emperyalistlerin hoşuna gitmiyordu. Daha İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere ve ABD’de sürekli müttefik güçlerin koordineli birlikteliğini baltalamak, savaşı uzatarak SSCB’nin kan kaybından yok olmasını sağlamak ve faşist saldırganları tamamen yok olmaktan kurtarmak isteyen gerici güçlerin eylemleri sürekli arttı. Churchill önderliğindeki Anglo-Sakson emperyalistlerin, Münih Politikası’nın yeni, değişen koşullar altında devamı anlamına gelen ikinci cephe sabotajı, bu eğilimin ifadesiydi. Ancak savaş sürdüğü müddetçe, İngiltere ve ABD’deki gerici çevreler Sovyetler Birliği’ne ve demokratik ülkelere açıktan karşı çıkmaya cesaret edemiyorlardı. Çünkü halk yığınlarının Sovyetler Birliği’ne ve demokratik ülkelere sempati duyduklarını biliyorlardı. Ancak bu durum, daha savaşın bitiminden önceki son aylarda değişmeye başladı. Amerikan-İngiliz emperyalistleri, Temmuz 1945’te gerçekleşen Berlin Konferansında Sovyetler Birliği’nin ve demokratik ülkelerin haklı çıkarlarını gözetmeye yanaşmadıklarını gösterdiler.

Sovyetler Birliği’nin son iki yılda izlediği dış politika, savaş sonrası dönemde barışın demokratik ilkelerinin tavizsiz bir şekilde gerçekleştirilmesi politikasıdır. Anti-emperyalist bloktaki ülkeler, bir nebze bile sapmadıkları bu ilkelerin sadık ve tutarlı takipçileri olduklarını gösterdiler. Bu yüzden demokratik ülkelerin izledikleri dış politikaya yükledikleri ana görev, demokratik barışı sürekli kılmak, faşizmin kalıntılarını tasfiye etmek, faşist-emperyalist saldırganlığın yeniden canlanmasını engellemek, halkların eşitliği ilkesini uygulamak ve bağımsızlığını korumak ve silahlanmanın sınırlandırılması ve kitle imha silahlarının yasaklanması için mücadele etmekti. Sovyet diplomasisi ile demokratik ülkelerin diplomasisi, savaş yıllarında barışın kurulmasına ilişkin varılan prensip kararlarına karşı, çıkan, bunun yerine genel barışı bozmayı, faşist unsurları korumayı ve diğer ülkelerdeki demokrasiyi bozmayı hedefleyen bir çizgi izleyen Anglo-Amerikan diplomasinin direnişiyle karşılaştı.

SSCB’nin ve demokratik ülkelerin ortaklaşa gerçekleştirdikleri diplomatik çalışmaların en önemlilerinden birisi, silahlanmanın sınırlandırılması ve atom bombasının yasaklanması sorununda görülmüştür.

Sovyetler Birliği’nin girişimleriyle, Birleşmiş Milletler Örgütü’ne, silahlanmanın sınırlandırılması ve atom enerjisinin savaş amacıyla üretilmesi ve kullanılmasını yasaklamanın acil görev olarak belirlenmesi konularında öneri getirildi. Sovyetler Birliği’nin bu önerisi, ABD ve İngiltere’nin şiddetli direnişiyle karşılaştı. Emperyalist çevreler, pratikte etkili sonuçlara yol açacak bir kararın alınmasını engellemek ya da geciktirmek için olmadık çabalara başvurdular, çok sayıda engel çıkarmaya çalıştılar. Birleşmiş Milletler Örgütü’nün kurullarında çalışmalar sürdüren Sovyet ve demokratik ülkelerin delegelerinin faaliyetlerine, uluslararası işbirliğinin demokratik temellere oturtulması ve emperyalist komplocuların barışa ve halkların güvenliğine karşı düzenlediği entrikaların açığa çıkarılması için verdikleri sistematik, sürekli ve ısrarlı mücadele damgasını vurmuştur.

Bu, özellikle Yunanistan’ın kuzey sınırındaki durumun görüşüldüğü oturum örneğinde açık bir şekilde görülmektedir. Sovyetler Birliği ve Polonya bu olayda, Yunanistan’a karşı saldırgan tavır takınmak şeklindeki gerçekdışı suçlamaya maruz kalan ve emperyalistlerin kendilerine karşı Güvenlik Konseyi’ni devreye sokmaya çalıştığı Yugoslavya, Bulgaristan ve Arnavutluk için ısrarla mücadele etti.

Sovyet dış politikası, iki sistemin -kapitalizmin ve sosyalizmin- uzun bir süte yan yana varolacakları gerçeğinden hareket ediyor. Bu tespitten şu sonuç çıkar: Karşılıklılık ilkesinin korunduğu ve varılan anlaşmalardan doğan yükümlülüklere uyulduğu koşullarda, SSCB ile diğer sistemlere ait ülkeler arasında işbirliğinin olanakları vardır. Bilindiği üzere, SSCB, anlaşmalardan doğan yükümlülüklere sürekli sadık kalmıştır ve kalacaktır. Sovyetler Birliği, işbirliği yapmaktan yana istek ve arzusunu göstermiştir.

ABD ve İngiltere ise, Birleşmiş Milletler Örgütü’nde buna tamamen karşı bir politika izliyor. Bu ülkeler, daha önce varılan anlaşmalardan doğan yükümlülüklerden geri çekilmek ve halkların işbirliğini değil, onları birbirine karşı kışkırtmayı, halkların demokratik hak ve çıkarlarını zedelemeyi ve SSCB’yi tecrit etmeyi hedefleyen yeni bir politikayı uygulamak için her yolu deniyor.

Sovyetler Birliği, kendisiyle işbirliği yapma arzusunu gösteren bütün ülkelerle, vefalı ve iyi komşuluk ilişkileri sürdürme çizgisini izlemekte kararlıdır. Samimi dostu ve müttefiki olan ülkelere karşı her zaman sadık bir dost olan Sovyetler Birliği, bugün de bu dostluk ye ittifakı sürdürmektedir ve gelecekte de sürdürecektir. Sovyet dış politikası, bu ülkelere yapılan dostane yardımı daha da geliştirmeyi hedeflemektedir.

Barış davasını temsil eden Sovyet dış politikası, yenilen halklardan öç alma prensibini reddeder.

Bilindiği üzere SSCB, barıştan yana, askersizleştirilmiş ve demokratik olan birleşik bir Almanya’dan yanadır. Almanya’ya karşı izlenen Sovyet politikasının formülasyonunda Stalin Yoldaş, “Sovyetler’in Almanya sorununda izlediği politikanın kısacası bu ülkenin askersizleştirilmesi ve demokratikleştirilmesi” olduğuna dikkat çekmiş, “Almanya’nın askersizleştirilmesi ve demokratikleştirilmesi, sağlam ve sürekli bir barışın kurulması için en önemli koşullardan birisidir” demiştir. Ancak Sovyet devletinin Almanya’ya karşı izlediği bu politika, ABD ve İngiltere’deki emperyalist çevrelerin hırçın direnişiyle karşılaşmaktadır.

Dışişleri Bakanları Konseyi’nin Mart ve Nisan 1947’de Moskova’da yaptığı toplantı, ABD, Fransa ve İngiltere’nin sadece Almanya’nın askersizleştirilmesi ve demokratikleştirilmesini sabote etmekle yetinmeyip birleşik bir devlet olarak tasfiyesini, parçalanmasını ve barış sorununu ayrı bir konu olarak çözmeyi amaçladıklarını göstermiştir.

Bu politika şimdi, Amerika’nın, Roosevelt’in izlediği politikayı terk etmesi ve yeni savaş maceralarını hazırlayan yeni bir çizgi izlemesi nedeniyle ortaya çıkan yeni koşullar altında gerçekleştirilecektir.

 

III

AMERİKA’NIN AVRUPA’YI KÖLELEŞTİRME PLANI

Amerikan emperyalizmi, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra saldırgan, açıktan yayılmacı bir çizgiye yöneldi ve bu, ABD’nin hem dış, hem de iç politikasında ifadesini buldu. ABD’deki emekçilerin temel haklarına karşı sürdürülen saldırılara, bütün dünyada gerici ve antidemokratik güçlerin desteklenmesi, Almanya’nın askersizleştirilmesi ve demokratikleştirilmesini hedefleyen Podam Kararları’nın çiğnenmesi, Japon gericilerine verilen iltimaslar, askeri hazırlıkların genişletilmesi ve atom bombalarının artırılması eşlik etti.

ABD’nin savaştan görece fazla zarar görmemiş olmasına rağmen, Amerikalıların ezici çoğunluğu savaşın tekrarlanmasını ve buna bağlı olarak yeni kurbanların ve kısıtlamaların gündeme gelmesini istemiyor. Bu durum, tekelci sermayeyi ve onun ABD’de hükümette bulunan uşaklarını, ülke içinde saldırgan ve yayılmacı çizgiye karşı oluşan muhalefeti dağıtmak ve serbestçe bu tehlikeli politikanın devamını sağlayabilmek için olağandışı araçları devreye sokmaya yöneltiyor.

Ancak kapitalist tekellere dayanan Amerikalı hükümet çevrelerinin komünizme karşı ilan ettikleri bu sefer, kaçınılmaz olarak Amerikalı emekçilerin yaşam hak ve çıkarlarına saldırılmasını, ülkenin iç politik yaşamının faşistleştirilmesine ve insanlara karşı nefret duygularıyla dolu en vahşi “teori” ve düşüncelerin yaygınlaştırılmasını zorunlu kılıyor. Amerikalı yayılma yanlısı çevreler, üçüncü” dünya savaşına ilişkin hayallerini gerçekleştirmek için ülke içinde bu maceracı politikaya karşı gelişebilecek olası bir muhalefeti baştan boğmak istiyor. Bunun için politik ve kültürel açıdan geri olan sade Amerikalı yığınları şovenizm ve militarizm zehiriyle ağuluyor ve küçük burjuvaları sinema, radyo, kilise ve basın yoluyla yaydığı Sovyet düşmanı ve anti-komünist propaganda aracılığıyla “budalalaştırmaya” çalışıyor. Amerikan gericiliğinin sahnelediği yayılmacı dış politika, aynı anda birçok yönde çalışmaları öngörüyor:

1- Askeri-stratejik önlemler;

2- Ekonomik yayılma;

3- ideolojik mücadele.

Askeri-stratejik planların gelecek saldırılarda gerçekleştirilmesi, İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru devasa ölçülerde büyüyen Amerikan savaş sanayisinin azami ölçüde değerlendirilmesi çabalarıyla bağlantılıdır. Amerikan emperyalizmi, tavizsiz bir şekilde ülkenin militarize edilmesi politikası izlemektedir. ABD’nin ordu ve donanma için yaptığı yıllık harcamalar, 11 milyar doları aşmaktadır. 1947/48 yıllarında silahlı kuvvetler için yapılan harcamalar, bütçenin yüzde 35’i olmuş, diğer bir deyişle 1937/38’e oranla 11 katına çıkmıştır.

ABD ordusu, İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıllarda kapitalist ülkeler arasında 17. sırada iken, bugün ilk sıradadır. Amerikalı stratejistler atom bombaları biriktirmekle yetinmeyip, çekinmeden bakteriyolojik silahlar geliştirme hazırlığında olduklarını açıklıyorlar.

ABD’nin askeri-stratejik planında, barış dönemlerinde çok sayıda üs ve yığınak bölgesi yaratmak yer alıyor. ABD’den çok uzaktaki bu noktalardan Sovyetler Birliği ve demokratik ülkelerdeki hedeflere karşı saldırılar gerçekleştirilmesi öngörülüyor. Bugün Alaska, Japonya, İtalya, Güney Kore, Çin, Mısır, İran, Türkiye, Yunanistan, Avusturya ve Batı Almanya’da Amerikan Hava ve Deniz Kuvvetleri’nin üsleri var ya da kurulma aşamasında. Kuzey kutbunu askeri bir saldırı için kullanmak üzere yapılan çalışmalar, hararetli bir şekilde sürüyor.

Savaş çoktan bitmiş olmasına rağmen İngiltere ve ABD arasında kurulan askeri ittifak ve her iki ülkenin ordularının ortak genelkurmayı, varlığını hâlâ sürdürüyor. ABD, silahların standartlaştırılması sözleşmelerinin ardına sığınarak, başta İngiltere ve Kanada olmak üzere diğer ülkelerin ordu ve silahlarını kendi denetimi altına aldı. Batı yarımkürenin ortak savunması adı altında Latin Amerika ülkeleri, ABD’nin savaş ve yayılma planlarındaki eylem bölgesi haline getiriliyor. ABD hükümeti, Türk ordusunun modernleştirilmesini teşvik etmeyi kendi görevi olarak gördüğünü resmen açıkladı. Gerici Kuomintang ordusu, Amerikalı danışmanlarca eğitilerek Amerikan savaş araçlarıyla donatılıyor. Askeri çete, ABD’de aktif politik güç haline geliyor ve büyük oranda, ülke politikasını saldırgan militarist çizgiyi hakim kılan devlet adamlarını ve diplomatları belirliyor.

ABD’nin ekonomik yayılmacılığı, stratejik planın uygulanmasında önemli bir parçadır. Amerikan emperyalizmi, Avrupa ülkelerinin savaş sonrası zorluklarından, özellikle savaşta büyük zarar gören müttefik güçlerin hammadde, yakıt ve gıda darboğazlarından bir tefeci gibi yararlanmayı ve böylece bu ülkelere köleleştirici yardımını dayatmayı hedefliyor. Gelecek ekonomik krizi öngören ABD, yeni sermaye yatırımları ve ürün satışları için tekelleşme alanı bulmakta acele ediyor. ABD’nin ekonomik “yardımı” esas olarak, Avrupa’nın Amerikan sermayesi tarafından köleleştirilmesi hedefini güdüyor. Şu ya da bu ülkenin ekonomik durumunun güçleştiği oranda Amerikan tekellerinin dayattığı koşullar da ağırlaşıyor.

Ancak ekonomik denetim, politik yönden Amerikan emperyalizmine tabi kılmayı da beraberinde getiriyor. Bu şekilde Amerikan ürünleri için yeni pazarlar yaratmakla, Avrupa’daki yeni demokratik ülkelere karşı mücadelede kullanılması planlanan yeni yığınak bölgelerinin kurulması birbirini tamamlayan iki unsur oluyor. Amerikan tekelleri herhangi bir ülkeyi açlıktan ya da çökmekten “kurtarırlarsa”, hemen her türlü bağımlılığını elinden alma şartını da öne sürüyor. Amerikan “yardımı”, hemen her seferinde otomatik olarak bu “yardımı” alan ülkenin politik çizgisinde de değişikliklere yol açıyor: Bu ülkelerde, Washington’dan gelen emirler doğrultusunda, iç ve dış politikada ABD’nin planlarını uygulamaya hazır olan kişi ve partiler iktidara geliyor (Fransa, İtalya vb.de olduğu gibi).

ABD’nin dünya egemenliğini ele geçirme çabaları ve izlediği antidemokratik çizgi, son olarak ideolojik mücadeleyi de kapsıyor. Amerikan stratejik planındaki ideolojik bölüme yüklenen ana görev; Sovyetler Birliği ve yeni demokrasinin sözüm ona saldırgan olduğuna dair karalama kampanyalarıyla kamuoyu üzerinde şantajı genişletmek, Anglo-Sakson bloğa kendini savunmak zorunda olan taraf rolünü biçmek ve yeni bir savaşın hazırlıklarının getirdiği sorumluluktan kurtarmaktır. Sovyetler Birliği’nin popülaritesi, ikinci Dünya Savaşı yıllarında olağanüstü arttı. Sovyetler Birliği, emperyalizme karşı verdiği fedakar ve kahramanca savaş ile bütün ülkelerdeki emekçilerin sevgi ve saygısını kazandı. Sovyet toplumunun birliğinden doğan, sarsılmaz ekonomik ve politik güç, tüm dünyanın gözleri önüne serildi. ABD ve İngiliz emperyalistleri, sosyalizmin bütün dünyadaki işçi ve emekçiler üzerinde yarattığı bu silinmesi mümkün olmayan izlenimleri ortadan kaldırmak için her yolu denediler. Savaş çığırtkanları bu yüzden;-askerlerini Sovyetler Birliği’ne saldırtmadan önce uzun süreli bir- ideolojik mücadelenin gerekli olduğunun bilincinde.

SSCB’ye karşı sürdürülen ideolojik mücadelede Amerikan emperyalistleri Sovyetler Birliği’ni anti-demokratik ve totaliter; ABD, İngiltere ve diğer kapitalist dünyayı ise demokratik olarak gösterirken, politik konulardaki bilgisizliklerini ve cehaletlerini açığa vuruyorlar. İdeolojik mücadelenin bu platformu -sözde burjuva demokrasisinin savunulması ve komünizmin totaliter olduğu iddiası- kapitalist toprak sahiplerinden kulaklarına emperyalist efendileri tarafından SSCB’ye karşı fısıldanan her türlü karalamayı gönüllüce yineleyen sağcı sosyalistlerin önderlerine kadar, işçi sınıfının bütün düşmanlarını birleştiriyor. Bu alçakça propagandanın merkezinde, bir gerçek demokraside çok partili sistemin ve örgütlü muhalefetin olması gerektiği şeklindeki iddialar yer alıyor. Bu noktadan hareket eden İngiliz İşçi Partililer, komünizme karşı mücadelede hiçbir zorluktan kaçınmayarak işi, SSCB’de uzlaşmaz sınıflar olduğu ve bu sınıflara denk düşen partiler arasında bir mücadelenin yürüdüğü noktasına kadar vardırıyorlar. Onlar, politik cahiller olarak, SSCB’de uzun süredir kapitalistlerin ve toprak ağalarının, uzlaşmaz sınıfların ve birçok partinin olmadığını bilemiyorlar. Yürekten bağlandıkları sözde sosyalist partilerin birer emperyalist şubesinin SSCB’de de, olmasını canı gönülden arzuluyorlar. Ama teessüfle belirtelim ki; tarih bu sömürücü partileri silip süpürdü.

İngiliz İşçi Partililer ve burjuva demokrasisinin diğer avukatları Sovyet rejimini karalamaktan geri durmazken, aynı zamanda Yunanistan’da ve Türkiye’de faşist azınlığın halk üzerinde kurduğu kanlı diktatörlüğün gayet normal olduğu görüşündeler. Burjuva ülkelerdeki biçimsel demokrasinin kendi normlarına karşı gerçekleştirilen sayısız ihlallere bile gözlerini kapıyorlar ve ABD’deki ulusal baskıyı, ırkçı zulmü, yolsuzlukları ve demokratik hakların gaspını suskunlukla geçiştiriyorlar.

Avrupa’nın köleleştirilmesi planlarına eşlik eden ideolojik “kampanyanın” yönlerinden birisi de, ulusal egemenlik ilkesine yöneltilen saldırı ve egemenlik haklarına karşı “dünya hükümeti” düşüncesini çıkararak halklara yapılan egemenlik haklarından vazgeçme çağrısıdır. Bu kampanyanın özünü, fazla gizlemeye gerek duymadan halkların egemenlik haklarını zedeleyen Amerikan emperyalizminin dizginsiz yayılmacılığını güzel gösterme çabaları oluşturuyor. ABD, insanlığın genel yasalarının savunucusu, onun ilerlemesine karşı çıkanlar ise tarihe karışmış “bencil” milliyetçiliğin temsilcileri olarak gösteriliyor. Burjuva-aydın hayalperestler ve pasifistler tarafından benimsenen “dünya hükümeti” düşüncesi, sadece Amerikan emperyalizminin saldırılarına karşı bağımsızlığını savunan halklar üzerinde baskı oluşturmak ve onları ideolojik açıdan silahsızlandırmak için kullanılmıyor. Bu düşünce, aynı zamanda özellikle küçük ya da büyük bütün halkların gerçek eşitliği ilkesini yılmadan ve taviz vermeden savunan Sovyetler Birliği’ne karşı kullanılan bir parola haline getiriliyor.

Günümüz koşullarında ABD, İngiltere gibi emperyalist ülkeler ve onlara yakınlık duyan diğer devletler, ulusal bağımsızlığın ve halkların kendi kaderini tayin hakkının tehlikeli düşmanları olmuşlar; SSCB ve yeni demokrasinin olduğu ülkeler ise, eşitliğin ve halkların kendi kaderini tayin hakkının savunulmasında güvenilir dayanak haline gelmişlerdir.

Amerikan emperyalizmi tarafından hazırlanan ideolojik planın gerçekleştirilmesinde Bullit gibi askeri-politik gözlemcilerin, Green gibi sarı sendika önderlerinin, kapitalizmin ısrarlı savunucusu Blum gibi Fransız sosyalistlerinin, onu izleyen Alman sosyal demokrat Schumacher ve İngiliz İşçi Partisi önderi Bevin gibilerinin birlikte çalışmaları son derece anlamlıdır.

ABD’nin yayılma çabaları somut ifadesini günümüz koşullarında Truman Doktrini’ ve ‘Marshall Planı’nda bulmaktadır. Her iki belge de, biçimde farklılık arz etseler de, Amerika’nın Avrupa’yı köleleştirme isteğini ortaya koyan aynı politikanın ifadesidir.

‘Truman Doktrini’nin Avrupa’ya ilişkin başlıca görüşleri şunlardır:

1-Doğu Akdeniz bölgesinde Amerikan egemenliğini yerleştirmek amacıyla bu bölgede Amerikan üslerinin kurulması;

2- Balkanlardaki yeni demokrasiye karşı Amerikan emperyalizminin burçları olarak Yunanistan ve Türkiye’deki gerici rejimlerin açıktan desteklenmesi (Yunanistan ve Türkiye’ye askeri ve teknik yardımda bulunma, kredi verme);

3- Yeni demokrasinin bulunduğu ülkeler üzerindeki baskının; totaliter olmakla ve yayılmacı amaçlar gütmekle suçlamak, içişlerine karışmak, demokratik temellerine saldırmak, bu ülkelerdeki devlet düşmanı ve antidemokratik unsurları açıktan desteklemek, bu ülkelerle ekonomik ilişkileri koparmak ve böylece ekonomisini baltalayan ve sanayileşmesini engelleyen ekonomik zorluklar yaratmak yoluyla artırılması.

Halklara karşı gerici rejimlere yardımda bulunmayı kendisine görev edinen ‘Truman Doktrini’, çok açık saldırgan bir karaktere sahipti. Bu belgenin yayınlanması, her şeye alışmış olan Amerikan kapitalist çevrelerin bir kısmında bile şaşkınlıkla karşılandı. ABD ve diğer ülkelerdeki kamuoyunun ilerici unsurları kararlı bir şekilde Truman’ın konuşmasının açık emperyalist özünü protesto ettiler.

‘Truman Doktrini’nin bu şekilde karşılanması, aynı yayılmacı politikanın daha iyi gizlenmiş bir şekilde uygulanması anlamına gelen ‘Marshall Planı’nı gerekli kıldı.

‘Marshall Planı’nın bilinçli bir şekilde seçilen anlaşılmaz formülasyonlarında yatan öz şudur: Yükümlülükleri nedeniyle ABD’ye bağlanmış devletlerden bir blok oluşturmak, bu devletlere ekonomik ve daha ileride politik bağımsızlıklarından vazgeçmelerine karşılık olarak kredi vermek. Bu noktada, Batı Almanya’daki sanayi bölgelerinin Amerikan tekellerinin denetiminde inşa edilmesi, ‘Marshall Planı’nın temelini oluşturdu.

Amerikalı politikacıların toplantılarda ve konuşmalarında söyledikleri gibi, ‘Marshall Planı’nın amacı, ilk planda Almanya’ya karşı savaşta Amerika’nın müttefiki olan ve savaşta yoksullaşmış galip ülkelere yardım değil; tersine, Alman kapitalistlerine yardım etmekti. Bunun nedeni, Avrupa ve Almanya’nın ihtiyacı için gerçekleştirilen kömür ve çelik üretiminin temel kaynaklarını ABD’nin denetimi altına sokmak ve kömür ve çelik ihtiyacı duyan devletleri ekonomik güç olarak yeniden güçlü kılınmak istenen Almanya’ya bağlı kılmak arzusuydu.

‘Marshall Planı’, İngiltere ve Fransa’yı tamamen ikinci dereceden güçler konumuna getirmeyi hedeflediği halde, Attlee başkanlığındaki İngiliz işçi Partisi Hükümeti ve Fransa’daki sosyalist Ramadier Hükümeti bu plana cankurtaran simidi gibi sarıldılar. ABD’nin 1946 yılında İngiltere’ye verdiği 3 milyar 750 milyon dolarlık krediyi büyük ölçüde tükettiği bilinmektedir. Ayrıca, bu kredinin köleleştirici koşullarının İngiltere’nin elini kolunu bağladığı da biliniyor, İngiliz İşçi Partisi Hükümeti, boğazını sıkan Amerika’ya maddi bağımlılığa girdikten sonra, tek çıkar yolu yeni kredilerde görüyordu. Bu yüzden ‘Marshall Planı’nı ve buna bağlı -olarak yeni kredileri, ortaya çıkan ekonomik çıkmazdan kurtuluş yolu olarak görmekteydi. İngiliz politikacılar ayrıca, ABD’ye borçlanmış Batı Avrupa ülkelerinden oluşan bir bloğun yaratılmasından yararlanarak bu blokta, daha zayıf ülkelerin sırtından zenginleşmeyi amaçlayan Amerika’nın birinci dereceden uşağı olma rolünü oynamayı hesaplıyordu. İngiliz burjuvazisi, ‘Marshall Planı’nı kullanarak ve Amerikan tekellerinin denetimine girip ona hizmetler sunarak, özellikle Balkanlar-Tuna bölgesi başta olmak üzere, bazı ülkelerde yitirdiği konumunu yeniden kazanmayı umut ediyordu.

Mayıs 1947’de ABD’nin Fransa’ya verdiği kredi, komünistlerin hükümetten uzaklaştırılması koşuluna bağlanmıştı. Böylece egemenliğini büyük ölçüde ABD’ye kaptıran Fransa da ‘Marshall Planı’ girişimcileri arasına alınarak, Amerikan önerilerini ‘daha objektif göstermek için yeni bir kılıf uydurmak istendi.

İngiliz ve Fransız hükümetleri, Washington’dan gelen emirler doğrultusunda Sovyetler Birliği’ne Marshall’ın önerilerinin değerlendirilmesine katılması önerisi götürdüler. Bu yolla, önerilerin Sovyet düşmanı karakteri gizlenmek isteniyordu. Ancak SSCB’nin, Marshall tarafından belirtilen koşulların dayatılmasıyla sunulan bir Amerikan yardımı önerisine karşı çıkacağı daha baştan görülebildiği için, SSCB’nin, “Avrupa’nın ekonomik olarak yeniden kurulması isteği taşımadığı ve bu sorumluluktan kaçtığı” izlenimini yaratmayı hesaplıyorlardı. Böylece gereken yardıma ihtiyaç duyan Avrupa ülkeleri SSCB’ye karşı kışkırtılacaktı. SSCB’nin görüşmelere katılması durumunda ise, Doğu ve Güneydoğu Avrupa ülkelerini, “Avrupa ekonomisini ABD’nin yardımıyla “yeniden yapılandırmak” tuzağına düşürmek kolaylaşacaktı. Truman planı, bu ülkeleri sondajlamak, yemlemek ve dolar “yardımıyla” elini-kolunu bağlamak hedefini gözetiyor.

‘Marshall Planı’ bu durumda Amerikan programının en önemli hedeflerinden birisini üstlenerek, yeni demokrasinin bulunduğu ülkelerde emperyalizmin iktidarını yeniden kurmak için katkıda bulunacak ve bu ülkelerin Sovyetler Birliği ile sıkı ekonomik ve politik ilişkilerini koparmaya zorlamak yönünde işlev görecekti.

Fransız ve İngiliz hükümetleriyle birlikte Paris’te, Marshall’ın önerilerinin değerlendirildiği görüşmelere katılan SSCB temsilcileri, Paris’te bütün Avrupa’yı kapsayacak bir ekonomik program hazırlama görevinin gerçekdışı olduğunu ve bu önerilerin, Avrupa ülkelerinin içişlerine müdahale girişimi ve egemenliklerinin ellerinden alınması tehlikesiyle karşı karşıya bırakacak, Fransa ve İngiltere önderliğinde yeni bir Avrupa örgütü kurma çabası olduğunu açığa çıkardılar. ‘Marshall Planı’nın, uluslararası işbirliğinin ilkeleriyle çeliştiğini, Avrupa’nın parçalanması, bir dizi Avrupa ülkesinin Amerikan kapitalizminin boyunduruğu altına girmesi tehlikesini taşıdığını ve ‘yardımın’ esas olarak müttefiklerden önce, kendilerine, ‘Marshall Planı’ uyarınca özel bir rol biçilen Alman tekellerine sunulmak istendiğini gösterdiler.

Sovyetler Birliği’nin bu açık tutumu ile Amerikan emperyalistlerinin ve onların İngiliz-Fransız uşaklarının maskesi düşürüldü.

Bütün Avrupa’yı kapsayacak bir ekonomik program, öneri sahiplerini utandıracak bir şekilde başarısızlığa uğradı. Dokuz Avrupa ülkesi bu programa katılmayı reddetti. Ayrıca görüşmelere katılmaya hazır olduğunu ve planın uygulanmasına önerilerle katkıda bulunmaya hazır olduğunu açıklayan diğer ülkeler de, ‘Marshall Planı’nı onaylarken fazla coşku sergilemedi. Çünkü SSCB’nin, bu planın gerçek bir yardımdan çok uzak olduğu yönündeki öngörülerinin doğru olduğu kısa sürede belli oldu. Öte yandan Amerikan hükümetinin de, Marshall’ın verdiği sözleri yerine getirmekte pek fazla aceleci davranmadığı da görüldü. Amerikan Kongre üyeleri, Kongre’nin Avrupa ülkelerine verilecek krediler konusunu en erken 1948 yılında ele alabileceğini resmen kabul ettiler.

Böylece ‘Marshall Planı’nın Paris’te imzalanan ‘Gerçekleştirme Şeması’na onay veren Fransa, İngiltere ve diğer Batı Avrupa ülkelerinin Amerikan şantajının kurbanı oldukları ortaya çıktı.

Ancak Amerika’nın himayesinde bir Batı Bloğu oluşturma çabaları bugün de sürüyor.

Burada, Amerika’nın arzuladığı şekildeki bir Batı Bloğu’nun ABD’ye bağımlı İngiltere ve Fransa gibi devletler tarafından bile reddedileceğini belirtmek gerekir. Avrupa’da komünizme ve demokrasiye, kafa tutacak ölçüde palazlandırılmış bir Alman emperyalizmi perspektifi, ne İngiltere ne de Fransa için çekici olabilir. İşte bu noktada, İngiltere-ABD-Fransa Bloğu’nun temel iç çelişkilerinden birisi gün ışığına çıkıyor. Açıkça görülen o ki; Amerikan tekellerine ve uluslararası gericiliğe göre Franco ya da Yunan faşistleri, ABD için SSCB’ye ve yeni demokrasinin bulunduğu ülkelere karşı bir siper olma görevini üstlenemeyecektir. Bu yüzden Avrupa’daki demokratik güçlere karşı mücadelede güvence olarak gördükleri yeniden inşa edilmiş kapitalist bir Almanya’ya büyük ümitler besliyorlar. Her ne kadar ikisi de kendilerini, hizmete hazır uşaklar olarak kanıtladıysa da, ABD’ye göre güvenilmeyecek ‘yarı komünistler’ olan İngiliz İşçi Partililerin ve Fransız sosyalistlerinin bu görevi üstlenemeyeceğine inanılıyor.

Bu yüzden Almanya sorunu, özellikle de savaş sanayisi için potansiyel bir baz oluşturan Ruhr Havzası sorunu, SSCB düşmanı uluslararası blok için en önemli uluslararası politik sorunu ifade etmekte ve ABD, İngiltere ve Fransa arasında tartışma konusu olmaktadır.

Amerikan emperyalistlerinin bu konuda sergiledikleri iştah, İngiltere ve Fransa’da huzursuzluğa yol açmaktadır. ABD, yanlış anlaşılmaya yer vermeyecek bir açıklıkla Ruhr Havzası’nı İngilizlerin elinden almak istediğini göstermiştir. Amerikan emperyalistleri bunun ötesinde üç işgal bölgesinin birleşmesini ve Batı Almanya’nın Amerika denetiminde ayrılmasını talep ediyor. ABD ayrıca, Ruhr Havzası’ndaki kapitalist işletmelerin kendi denetiminde kalmasını isteyerek çelik üretiminin artırılmasını talep ediyor. Marshall’ın, Avrupa ekonomisinin inşası için sözünü verdiği krediler, Washington’da esas olarak Alman kapitalistlerine verilecek yardım olarak algılanıyor.

Churchill Planı’nda Batı Bloğu, İngilizlerin politikasında bir araç olması hedeflenen Avrupa Birleşik Devletleri şeklinde öngörülüyordu. Oysa Amerika bunun tam tersine, İngiltere de dâhil olmak üzere, Avrupa devletlerinin egemenliğini yok eden kendisine bağlı bir il, ABD’nin ’49. Eyaleti’ olarak gördükleri bir eyalet oluşturmak istiyor. Amerikan emperyalizmi, İngiltere ve Fransa’ya karşı giderek daha kaba ve küstahça davranıyor. Bu ülkeler arasında Almanya’daki üretim düzeyini belirleme konusunda yapılan ve Potsdam Sözleşmesi’nin keyfi bir ihlali olan ikili ve üçlü görüşmeler, aynı zamanda açıkça ABD’nin diğer iki ülkenin çıkarlarını göz ardı ettiğini gösteriyor. İngiltere ve özel olarak da Fransa, Amerika’nın dayatmalarına kulak vermek ve boyun eğmek zorunda. Amerikan diplomasisinin Paris ve Londra’daki tavırları, bugün Amerikalı temsilcilerin Yunanistan’da çekinmeden bakanları kendi kafalarına göre atadıkları ya da görevden aldıkları ve fatihler gibi davrandıkları dönemi hatırlatıyor. Aslına bakılacak olursa, bu planların Avrupa halklarının çıkarlarını ve Avrupa’nın ABD tarafından köleleştirilmesini hedef aldığı görülüyor.

‘Marshall Planı’, Avrupa’daki demokratik ülkelerin sanayileşmesine ve dolayısıyla bağımsızlıklarının ve egemenliklerinin temeline karşıdır. Nasıl o dönem Dawes Planı’na karşı olan güçler çok daha zayıf olmasına rağmen bu plan başarısızlığa uğradıysa, bugün de savaş sonrası Avrupa’sında bu planların uygulanması mümkün olmayacaktır. Kaldı ki bugün, Sovyetler Birliği bir kenarda tutulsa bile, Avrupa’nın köleleştirilmesi planlarını, istedikten ve kararlı olduktan sonra boşa çıkartabilecek güçler yeterince mevcuttur. Bu, Avrupa halklarının direnme isteğiyle bağlantılı bir sorundur. Olayın SSCB’yi ilgilendiren yönüne gelince: SSCB, tüm güçlerini bu planın gerçekleşmesini engellemek için kullanacaktır.

Anti-emperyalist ülkelerde ‘Marshall Planı’na ilişkin yapılan değerlendirmeler, gelişmeler tarafından da tümüyle doğrulanmıştır. Demokratik ülkelerin oluşturduğu blok, ‘Marshall Planı’na tüm Avrupa halklarının bağımsızlık ve egemenliğini koruyan, şantaj ve yıldırma çabalarına boyun eğmeyen ve dolar diplomasisinin manevralarına kanmayan önemli bir güç olarak karşı durmuştur.

Sovyet hükümeti hiçbir zaman, dış kredilerin, özel olarak da ABD’den alınacak kredilerin ekonominin yeniden yapılandırılmasına ivme kazandıracak bir araç olarak kullanılmasına karşı çıkmadı. Ancak Sovyetler Birliği her zaman, dış kredilerin koşullarının kredi alan ülkeleri, ekonomik ve politik açıdan kredi veren ülkelerin kölesi haline getirecek tarzda belirlenmesine karşı olmuştur. Bu politik duruş noktasından hareketle, Sovyetler Birliği devamlı dış kredilerin bir ülkenin ekonomisinin yeniden yapılandırılmasının ana araç olarak kullanılmayacağı düşüncesini savunmuştur. Ekonomik yeniden yapılanması için gerekli en önemli ve belirleyici koşul, her ülkenin kendi iç güç ve kaynaklarını değerlendirmesi ve kendi sanayisini yaratmasıdır. Bir ülkenin bağımsızlığı ancak bu temelde, krediyi politik ve ekonomik bağımlılığın aracı olarak kullanma eğilimi taşıyan yabancı sermayenin saldırılarına karşı savunulabilir. İşte Avrupa’daki ülkelerin sanayileşmesini engellemeyi ve dolayısıyla bağımsızlıklarının altını oymayı hedefleyen ‘Marshall Planı’ ile tam da bu amaçlanmaktadır.

Sovyetler Birliği bıkmadan, devletlerarasındaki ekonomik ve politik ilişkilerde hak eşitliğinin korunması ve tarafların karşılıklı olarak birbirlerinin egemenlik haklarına saygı göstermesi ilkesini savunmuştur. Sovyet dış politikası ve özellikle Sovyetler Birliği’nin dış ülkelerle olan ekonomik ilişkileri, hak eşitliği ve taraflara yararlılığının korunması ilkesi üzerinde sürmektedir. SSCB ile varılan anlaşmalar, her iki tarafın da yararını gözeten ve her zaman tarafların bağımsızlığına ve ulusal egemenliğine saldırılar içermeyen sözleşmeler olmuştur. SSCB ile diğer devletler arasında imzalanan sözleşmelerin bu temel özelliği, ABD’nin gerçekleştirdiği ve hazırlamakta olduğu adil ve eşit olmayan sözleşmelerin ışığında iyice ortaya çıkmaktadır. Eşitsizlik öngören sözleşmeler, Sovyet dış ticaret politikasına yabancıdır. Bunun ötesinde SSCB’nin diğer ülkelerle sürdürdüğü ekonomik ilişkilerdeki gelişmeler, devletler arasındaki ilişkilerin hangi temelde yükselmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Kısa bir süre önce SSCB ile Polonya, Yugoslavya, Çekoslovakya, Macaristan, Bulgaristan ve Finlandiya arasında imzalanan sözleşmeleri hatırlatmak bu bağlamda yeterlidir. Bu sözleşmelerde SSCB, Avrupa’nın hangi yoldan içinde bulunduğu ekonomik zorluklardan kurtulabileceğini göstermiştir. Böylesi bir sözleşmeye imza atma olanağını, İşçi Partisi hükümeti SSCB ile imzalamaya hazır hale getirilmiş sözleşmeden dış baskılar sonucu vazgeçmeseydi, İngiltere de bulacaktı.

Amerika’nın Avrupa ülkelerini köleleştirmeyi hedefleyen planlarının açığa çıkarılması, SSCB’nin ve yeni demokrasinin bulunduğu diğer ülkelerin dış politikasının bir başarısıdır.

Burada, Amerika’nın kendisinin de bir ekonomik kriz tehdidiyle karşı karşıya bulunduğu da göz önünde bulundurulmalıdır. Marshall’ın sergilediği resmi cömertliğin önemli nedenleri vardır. Eğer Avrupa ülkeleri Amerika’dan kredi alamazlarsa, Amerikan ürünlerine olan talepleri gerileyecek ve bu da ABD’de yaklaşmakta olan ekonomik krizin hızlanmasına ve derinleşmesine yol açacaktır. Bu yüzden eğer Avrupa’daki ülkeler ABD kredilerinin köleleştirici koşullarına karşı gerekli olan direnişi yeterli süre gösterebilirse, ABD’yi geri adım atmaya zorlayabilir.

 

IV

DEMOKRATİK, ANTİFAŞİST VE BARIŞSEVER UNSURLARIN YENİ SAVAŞ VE SALDIRI PLANLARINA KARŞI MÜCADELEDE BİRLEŞTİRİLMESİNDE KOMÜNİST PARTİLERE DÜŞEN GÖREVLER

 

Komintern’in dağıtılması, işçi hareketindeki gelişmelerin yeni tarihsel ilişkiler sonucu ortaya çıkardığı ihtiyaçlara denk düşüyordu ve olumlu bir rol oynadı. Komintern’in dağıtılması, komünizmin ve işçi hareketinin karşıtları tarafından ileri sürülen, Moskova’nın diğer devletlerin içişlerine karıştığı ve komünist partilerin kendi halklarının çıkarları doğrultusunda değil, dışarıdan gelen emirler doğrultusunda hareket ettiği iddialarına kesin olarak son verdi.

Komintern, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra; komünist partilerin henüz güçsüz olduğu, değişik ülkelerin işçi sınıflarının arasında ilişkilerin olmadığı ve komünist partilerin, işçi hareketinin genel kabul gören önderlerinden yoksun bulunduğu bir dönemde kurulmuştu. Komintern’in başarıları; değişik ülkelerin emekçileri arasında ilişkiler kurup sağlamlaştırmasında, işçi hareketinin teorik sorunlarını savaş sonrası gelişmelerin ortaya çıkardığı ilişkilerin ışığında çözmesinde, komünist düşüncenin propagandası ve ajitasyonu için geçerli olan genel normları belirlemesinde ve işçi hareketinin önderlerinin yetiştirilmesini kolaylaştırmasında yatmaktadır. Böylece genç komünist partilerin, işçilerin kitlesel partisi haline dönüştürülmesi için gerekli koşullar yaratıldı. Ancak genç komünist partilerin işçilerin kitlesel partisi haline dönüştürülmesiyle birlikte, bu partilerin bir tek merkezden yönetilmesi de olanaksız, amaca uymaz hale geldi. Bunun sonucunda, başta komünist partilerin gelişmesini teşvik eden bir etken olan Komintern’in, bu gelişmesinin önünde bir engel haline gelmesi tehlikesi baş gösterdi. Komünist partilerin gelişimindeki yeni aşama, partiler arasındaki ilişkilerde yeni biçimlere geçilmesini gerekli kılıyordu. Bu durum, Komintern’in dağıtılması ve partiler arasındaki ilişkilerde yeni biçimlerin yaratılması zorunluluğunu dayattı.

Komintern’in dağıtılmasından bu yana geçen dört yılda komünist partiler önemli ölçülerde sağlamlaşarak hemen hemen bütün Avrupa ve Asya ülkelerinde etkilerini artırdılar. Komünist partilerin etkisi sadece Doğu Avrupa’da değil; tersine, Avrupa’da faşizmin egemen olduğu bütün ülkelerde ve Alman faşistleri tarafından işgal edilen ülkelerde (Fransa, Belçika, Hollanda, Norveç, Danimarka, Finlandiya vd.) arttı. Komünist partilerin etkisi, özellikle yeni demokrasiyle yönetilen ve komünist partilerin en etkili olduğu ülkelerde de son derece arttı.

Ancak komünist partilerin bugün içinde bulunduğu durumun zararları da var. Bazı yoldaşlar, Komintern’in dağıtılmasını, kardeş komünist partiler arasındaki ilişkilerin tasfiye edilmesi olarak algıladılar. Tecrübeler komünist partilerin bu şekilde birbirlerinden tecrit edilmelerinin hatalı, zararlı ve aslında kendi doğalarına ters olduğunu göstermiştir. Komünist hareket, ulusal çerçevede gelişti, ancak aynı zamanda değişik ülkelerdeki partilerin ortak görev ve çıkarlarının olduğunu da görmek gerekiyor. Ortaya, oldukça garip bir tablo çıkıyor: Komünistler, Komintern’in sözüm ona bütün ülkelerden komünistlere Moskova’nın çizgisini dayatmaya hizmet ettiği iddialarını göz önünde tutarak toplantılar yapmaktan ve hatta ortak çıkarlarıyla ilgili sorunları görüşmek için bile toplanmaktan vazgeçerken, bu iddiaları kanıtlamak için kırk takla atan sosyalistler, bugün yeniden enternasyonallerini kurdular. Bilim adamları, kooperatif uzmanları, sendikacılar, gençler ve üniversite öğrencileri gibi değişik çevrelerin temsilcileri, uluslararası ilişkilerini sürdürmeyi, deney aktarmayı ve çalışmalarında ortaya çıkan sorunlar hakkında görüşmeyi gayet doğal bulup enternasyonal konferans ve görüşmeler gerçekleştirirken; komünistler, birbirleriyle dost olan ülkelerde bile, dostluk ilişkileri kurmaktan çekiniyor. Bu durumun sürmesinin, kardeş partilerin çalışmalarının gelişmesi açısından son derece zararlı sonuçlara yol açacağından kuşku duyulmamalıdır. Tek tek partilerin birbirlerine danışma ve çalışmalarını gönüllülük temelinde koordine etme ihtiyacı, bugün özellikle acil olarak kendisini dayatmaktadır; çünkü bu tecrit durumunun sürmesi, karşılıklı olarak birbirlerini anlamalarını zorlaştıracak ve yanlış anlaşılmalara yol açacaktır.

Sosyalist partilerin önderliklerinin büyük bölümü (özellikle de İngiliz İşçi Partisi ve Fransız sosyalistleri) ABD’li emperyalist çevrelerin ajanları olarak görev yaptıkları için, bugün komünistlere özel tarihsel bir görev düşmektedir: Amerikan emperyalizminin Avrupa’yı köleleştirme planlarına karşı gösterilen direnişin önderliğine geçmek ve Amerikan emperyalistlerinin bütün uşaklarını kendi ülkelerinde cesaretle deşifre etmek. Komünistler aynı zamanda, anayurtlarının alçaltılmasına, yabancı sermaye tarafından köleleştirilmesine karşı ve ulusal egemenlikleri için mücadeleye hazır olan, gerçek anlamda yurtsever unsurları desteklemek zorundadır. Komünistler, bütün anti-faşist ve özgürlük-sever unsurları, Amerika’nın Avrupa’yı köleleştirmeyi hedefleyen yeni yayılmacı planlarına karşı verilen mücadeleye kazanmada önder rol oynamak zorundadır.

Emperyalistlerin yeni bir savaş başlatma arzusuyla, bu savaşı örgütlemeleri arasında oldukça büyük bir fark vardır. Dünya halkları savaş istemiyor. Barıştan yana olan güçler, o kadar önemli ve büyüktür ki; eğer bu güçler barışın savunulmasında sarsılmaz ve sağlam dururlarsa, saldırganların planları fiyaskoyla sonuçlanacaktır. Unutulmamalıdır ki; emperyalist ajanların, savaş tehlikesi olduğuna dair yaygaralarının bir tek amacı vardır: Zaaf taşıyanları ve yalpalayanları yıldırarak, şantaj yoluyla saldırganlara taviz vermelerini sağlamak.

İşçi sınıfı için bugün asıl tehlike, kendi güçlerini küçümsemesinde ve düşmanın güçlerini abartmasında yatmaktadır. Nasıl Münih Politikası, Hitler saldırganlığının önünü açtıysa, ABD’nin ve emperyalist bloğun yeni çizgisine karşı verilecek tavizler de aynı şekilde saldırganlığı daha da küstahlaştıracak ve önünü açacaktır. Komünist partiler bu yüzden, emperyalist saldırganlık ve yayılma planlarına karşı süren direniş eylemlerinin her alanda -devletsel, politik, ekonomik ve ideolojik- en önünde olmalı, bütünleşmeli, çabalarını ortak bir anti-emperyalist ve demokratik platform temelinde birleştirmeli ve bütün demokratik ve yurtsever halk güçlerini etrafında toplamalıdır.

Fransa, İtalya, İngiltere ve diğer ülkelerdeki kardeş komünist partilere de özel bir görev düşmektedir. Ülkelerinin ulusal bağımsızlık ve egemenliğini savunmada bayrağı ele almak zorundadırlar. Komünist partiler bu konumlarından geri adım atmaz, yıldırma ve şantajlara boyun eğmez, cesaretle sürekli halk demokrasisini, ulusal egemenliği ve ülkelerinin özgürlüğünü savunur, ülkelerinin ekonomik ve politik açıdan kökleştirilmesi çabalarına karşı namus ve ulusal bağımsızlık davasını savunmaya hazır olan bütün güçleri kendi etraflarında birleştirmeyi başarırlarsa; hiçbir güç, Avrupa’yı köleleştirme planlarını gerçekleştiremeyecektir.

 

Haziran 1997

“Batı Avrupa felsefesi tarihi” kitabı hakkında

-24 temmuz 1947-
(G. F. Alexandrov’un “Batı Avrupa Felsefe Tarihi” adlı ders kitabının yayınlanması Sovyetler Birliği’nde geniş bir tartışmaya yol açtı. 24 Haziran 1947’de bu kitabın eleştirisinin yapıldığı bir konferans toplandı; Jdanov’un konuşması bu konferansta yapılmıştır.)

Yoldaşlar! Aleksandrov yoldaşın kitabı üzerine yürütülen tartışmanın kapsamı, yalnızca kitapla sınırlı kalmamıştır. Tartışma, felsefe cephesindeki genel sorunları da ortaya koyarak, enine boyuna yapılmıştır. Bilimsel ve felsefi çalışmalardaki sorunlar hakkındaki bu tartışma, bir bakımdan çok yönlü bir konferans havasına dönüşmüştür. Bu elbette çok doğaldır. Bu alandaki ilk Marksist ders kitabı olan felsefe tarihinin hazırlanması, bilimsel ve politik anlam taşıyan çok önemli bir görevi yerine getirmiştir. Bundan dolayı Merkez Komitesi’nin şimdiki tartışmayı başlatarak, bu konuyla yakından ilgilenmesi tesadüf değildir.
İyi bir felsefe tarihi ders kitabının hazırlanması; aydınlarımızı, kadrolarımızı ve gençliğimizi yeni güçlü ideolojik silahlarla donatmak ve aynı zamanda Marksist-Leninist felsefenin geliştirilmesi yönünde ileriye doğru büyük bir adım atmak demektir. Burada, ders kitabına neden büyük bir titizlik gösterildiği ve tartışmanın yaygınlaşmasının ne kadar yararlı olduğu, herhalde anlaşılmaktadır. Ders kitabının değerlendirilmesiyle yetinilmeyeceğinden, felsefe çalışmalarının geniş sorunları üzerinde de durulacağından, bu tartışmadan çıkan sonuçlar hiç şüphesiz çok faydalı olacaktır.
İzin verirseniz her iki konuya da değinmek istiyorum. Tartışmayı özetlemek niyetinde değilim -aslında bu, kitabın yazarının görevidir- ben sadece tartışmayı açmak istiyorum.
Baskin yoldaşın bize daha önceden yaptığı uyarılara rağmen, birtakım alıntılar yapacağımdan, sizlerden daha şimdiden özür dilemek istiyorum. Tabii ki onun gibi eski deniz kurdu bir felsefecinin, denizcilerin tabiriyle “dürbünsüz”, göz tahminiyle deniz ve okyanusları yarıp geçmesi oldukça kolay (Gülüşmeler). Ama benim gibi, ilk defa kötü ve fırtınalı bir havada felsefe gemisinin sallanan güvertesine çıkan acemi felsefeci bir tayfaya, yolunu kaybetmemesi için belli başlı yerlerden alıntılar yapmasına izin verilecektir herhalde (Gülüşmeler ve alkış).
Ders kitabı hakkında tuttuğum notlara geçiyorum.

I
ALEKSANDROV YOLDAŞIN KİTABINDAKİ EKSİKLİKLER
Bence, her şeyden önemlisi bir felsefe tarihi ders kitabından önce şu aşağıdaki izlenimleri elde edinmemiz gerekir:
1) Ders kitabında felsefe tarihinin bilimin bir dalı olarak belirtilmesi gerekir.
2) Ders kitabının, diyalektik ve tarihi materyalizmin elde ettiği çağdaş başarıların temelinde bilimsel bir kaynak olması gerekir.
3) Felsefe tarihinin anlatılması skolastik değil, doğrudan doğruya çağdaşlığa yönelik felsefeyi daha da geliştirici, geleceği aydınlatarak tayin edici, yaratıcı ve etkili olması gerekir.
4) İleri sürülen olgusal veriler tamamen denenmiş ve sağlam olmalıdır.
5) Anlatım biçimi açık, net ve ikna edici olmalıdır.
Bence bu ders kitabı yukarıda açıkladığım koşulları yerine getirememektedir.
Önce bilim konusunu ele alalım.
Kivenko yoldaş, Aleksandrov yoldaşın kitabının, ayrıntılı genel tanımlar ve her ayrı tanımın konunun sadece farklı yönlerini aydınlatması ve ayrı ayrı anlam taşıyan oldukça fazla açıklamalar içermesine rağmen, bilimin konusuna yönelik tam ve açık genel bir tanımlama vermediğine işaret etmektedir. Bu yorum tamamen doğru. Bir bilim dalı olarak felsefe tarihinin konusu da tam açık değildir. 14. sayfada yapılan tanım eksiktir. Sanki esas tanım gibi 22. sayfada güzel ifade edilen tanımlama da aslında doğru değil. Yazarın “felsefe tarihi, insan bilgisinin insanı çevreleyen dünya hakkında geleceğe doğru gelişmesidir”, tanımıyla aynı fikirde isek o zaman, felsefe tarihinin konusu genelde bilim tarihi konusuna tamamen uymaktadır. Ama bu durumda felsefenin kendisi de, daha önce Marksizm’in reddettiği gibi bilimler bilimi görünümündedir.
Yazarın, felsefe tarihi aynı zamanda birçok modern düşüncelerin oluşumu ve gelişim tarihidir fikri ise yanlış ve belirsizdir; çünkü bu durumda “çağdaş” anlayış ile “bilimsel” anlayış özdeşleşmektedir, tabii ki bu da hatalıdır. Felsefe tarihini tanımlarken Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in felsefe bilimi tanımlarından yola çıkmak gerekir.
“Marx, Hegel felsefesinin bu devrimci yönünü kavrayarak geliştirdi. Diyalektik materyalizmin ‘diğer bilimlerin üstünde olan bir felsefeye ihtiyacı yoktur’, ilk felsefeden, formel mantık ve diyalektik olan ‘düşünme ve düşünme yasalarının öğretisi’ kalmıştır. Marx’ın, Hegel’le uyuşan diyalektik anlayışı, bilgisizlikten anlamaya geçişi, yani kavramının gelişimi ve doğuşunu inceleyerek, onu genelleştiren, kendi konusunu da tarihsel gören kavrama teorisinin gneseoloji olarak adlandırılmasıdır.” (V. İ. Lenin, Toplu Eserleri, Cilt XVI-II. Sayfa 11)
Demek ki felsefe bilim tarihi, bilimsel materyalist dünya görüşü ile yasalarının ortaya çıkışı ve gelişimi tarihidir. Mademki materyalizm, idealist eğilimlere karşı mücadele ederek serpildi ve gelişti ise, aynı şekilde felsefe tarihi de materyalizmin idealizmle mücadele tarihidir.
Ders kitabının, diyalektik ve tarihi materyalizmin elde ettiği çağdaş başarılarından faydalanması konusundaki bilimselliğine gelince, ders kitabında bu anlamda birçok ciddi hatalar bulunmaktadır.
Yazar, felsefe tarihini, felsefi düşünce ve sistemlerin bir gelişim süreci, yani çok sayıda artan değişimler sırasında meydana gelen gelişmelerin ahenk içindeki evrimi şeklinde betimlemektedir. Marksizm’in daha önceki ilerici öğretilerden, özellikle Fransız materyalistleri, İngiliz ekonomi-politik ve Hegel’in idealist okulunun öğretilerinden gelişen basit bir devamı olduğu izlenimi elde edilmektedir.
Yazar, 475. sayfada, Marx-Engels öncesi felsefe teorilerinin büyük bulguları içermelerine rağmen, hepsinin yine de sonuçta tamamıyla mantıklı ve bilimsel olmadıklarından bahsetmektedir. Böylesine bir tanımla Marksizm’i, bütün hükümlerinde tamamıyla birbirini takip eden ve bilimsel öğretilerden oluşan Marksizm’den önceki felsefi sistemlerden ayırmaktadır. Demek ki Marksizm’in, Marksizm’den önceki felsefe öğretilerinde tek farkı: Bu felsefelerin tamamıyla birbirini takip ettikleri, bilimsel olmadıkları ve yanılmalarıdır.
Gördüğünüz gibi buradaki sorun yalnızca bir nicelik değişmesidir. Ama bu metafizik bir anlayıştır. Marksizm’in doğuşu gerçek bir bulgu ve felsefede devrimdi. Tabii ki her bulgu, her sıçrama, yeni bir duruma her geçiş ve kesitte olduğu gibi, bu bulgu da birçok değişimin ilk birikimleri, yani Marx-Engels’in bulgusundan önceki felsefedeki gelişmelerin sonuçları olmadan gerçekleşemezdi. Yazar, Marx ile Engels’in nitelik olarak daha önceki bütün ilerici felsefe sistemlerinden farklı yeni bir felsefe kurduklarını açıkça anlamazlıktan gelmektedir. Marksizm’in ve Marksist felsefenin geçmişteki tüm felsefelere göre, felsefeyi bilime dönüştürerek, devrim yaptığı herkesçe bilinmektedir. Daha önceki felsefe sistemleriyle karşılaştırıldığında, yazarın, Marksizm’de yeni ve devrimci bulguların ortaya çıktığını dikkate almayarak, Marksizm’i, Marksizm öncesi felsefenin gelişimiyle birleştirmesi doğrusu çok ilginçtir. Marx ile Engels bile bulgularının eski felsefenin sonu olduğunu ifade etmişlerdir.
“Hegel’in sistemi, felsefede son, hatta bir eksiksiz biçim ve bilimler üstü bir bilim olarak düşünüldü. Onunla beraber tüm felsefe yıkıma uğradı. Sadece düşüncenin diyalektik tarzı ile tüm dünyadaki doğuş ve oluşumun sürekli akışında bulunan, sonsuza dek hareket eden, değişimlerin tüm doğal, tarihi ve aydın dünyasının kavrayışı geride kaldı. Farklı her alanda meydana gelen değişimlerin bu sonsuz sürecinde yeni hareket kanunları keşfetmek için yalnız felsefenin değil, bütün bilimlerin yeni talepler ileri sürmesi gerekiyordu. Bu da, Hegel felsefesini devam ettirenlere kalan mirastır.” (F. Engels, Anti-Dühring,1945, s. 23–24)
Yazar, felsefenin gelişimindeki somut ve tarihsel süreçleri herhalde anlamamaktadır.
Kitabın asıl hatası, yalnız tarihsel süreçteki görüşler ile değişik felsefi meseleleri değil, belli bir konuya ait meseleler gerçeğini görmezden gelmesidir, felsefenin kendi konusu sürekli bir değişimde olup, tamamen insan bilgisinin diyalektik doğasına uyarak, her gerçek diyalekte açık olmalıdır.
Aleksandrov yoldaş, kitabının 24. sayfasında Eski Yunan felsefesini anlatırken şunları yazmaktadır: “Felsefe, köleci eski Yunan toplumunda bağımsız bir bilgi olarak doğdu”. Aleksandrov yoldaş sözlerine şöyle devam etmektedir: “Farklı bir bilgi alanı olarak M. Ö. 6. yüzyılda ortaya çıkan felsefe giderek yaygınlık alanını genişletti.”
Eski Yunan felsefesini, ayrışmış bir bilgi dalı olarak görebilir miyiz? Tabii ki hayır. Yunanlıların felsefi görüşleri, doğa bilimleriyle ve politik görüşlerle o derece sık ve birbirine karışmıştı ki, daha sonraları doğan bilimlerin bölüm ve sınıflandırılmasını Yunan felsefesine aktaramayız, buna hakkımız da yok. Aslında, Yunanlılar yalnızca felsefi görüşleri kapsayan bölünmez tek bir bilim bilirlerdi. Demokrit, Epikur ve Aristoteles’i ele alalım, bunların hepsi Engels’in “En eski Yunan filozofları aynı zamanda doğa bilimleri uzmanıydılar” nitelemesine aynı ölçüde uymaktadırlar. (F. Engels, Doğanın Diyalektiği, K. Marx ve F Engels, Toplu Eserleri, XIV. Cilt Sayfa 498)
Felsefenin kendine özgü niteliği, doğa ve toplum hakkında bilimsel bilgilerin gelişmesiyle pozitif bilimlerin birbiri ardına felsefeden ayrılmasından ibarettir. Yani, felsefenin alanı pozitif bilimlerin gelişmesi hesabına sürekli daraldı (bu sürecin bugüne kadar sonuçlanmadığını belirtmek isterim). Doğa ve toplum bilimlerinin felsefenin himayesinden kurtuluşu, hem doğa hem de toplumsal bilimler ve felsefenin kendisi için ilerici bir gelişmedir.
Son düzeyde hakiki bir gerçeği anlama iddiasında olan geçmişteki felsefe sistemlerinin yaratıcılığı, doğa bilimlerinin gelişmesine yardımcı olamadığı gibi, onları kendi şemasına dâhil ederek, bilimler üstü olmaya çalıştı, gerçek yaşamla bağdaşmayan sonuçları ve sistemin isteklerini canlı insan bilincine zorla kabul ettirdi. Böylece felsefe, çeşitli gerçek, sonuç, varsayım ve fantezilerin üst üste yığılıp kaldığı bir müzeye dönüştü. Felsefe, gezme ve seyir işine hizmet edebilseydi, o zaman dünyayı pratik etkileme ve kavramada bir araç durumunda işe yaramazdı.
Hegel’in kurmaya çalıştığı felsefe yapısının sistemi, böyle bir kuşağın son sistemi idi. Hegel’in kurmaya çalıştığı bu yapı, bütün çelişkileri çözeceğini hesap ederek, diğer bilimleri kategorilerinin şemasına sıkıştırıp, hepsini kendine dâhil etti, fakat bunları yaparken anlaşılır ve uygulanabilir yöntemler kullanmadı, bu yüzden de diyalektik ve bilinen diğer metotların bile içinden çıkamayacağı bir çelişkiye düşüldü.
Ama, Engels “Felsefeden bütün çelişkileri çözmesini talep etmenin, bir filozofun tüm insanlığın, ileriye yönelik gelişiminde sadece yerine getirilmesi gerekenleri yapmasını istemek demek olduğunu bir kere anladık, -kelimenin başka anlamıyla felsefenin de sonunun geldiğini anladık” demektedir. “Böyle bir yolla her insan için gerekli olan ve daha ulaşılamayan ‘hakiki gerçeği’ bir kenara bırakıp, pozitif bilimleri ve sonuçlarını diyalektik metotların yardımıyla birleştirerek, bizim için gerekli, erişilebilir ve birbirleriyle bağıntılı gerçekleri izlemeye yönetelim.” (F. Engels, Ludvig Feuerbach. K. Marx ve F. Engels, Toplu Eserler, Cilt XIV. Sayfa 640) Marx ve Engels’in bulguları, dünyanın evrensel açıklaması iddiasındaki daha önceki felsefenin sonunun geldiğini göstermektedir.
Yazarın belirsiz ifadeleri, Marx ve Engels’in felsefedeki dahice bulgularının büyük ve devrimci anlamını bulandırmaktadır; çünkü o, Marx’i daha önceki filozoflarla aynı kategoriye koyarak, bunu vurgulamakta ve Marx’la birlikte, ilk defa bilim olan felsefe tarihinde, gerçekten de yeni bir dönemin başladığını gösteremiyor.
Ders kitabındaki bu hatanın sık sık tekrarlanmasından dolayı, sanki bir felsefe okulunun diğeri tarafından derece derece değiştirilmesi gibi felsefe tarihine yönelik Marksizm dışı bir yorum yapılmaktadır. Proletaryanın bilimsel dünya görüşü olarak ortaya çıkan Marksizm’le, felsefe tarihindeki eski dönem sona ermiştir. Felsefe eskiden, kendi başına yaşayanların bir uğraşısı ve sayıları pek de fazla olmayan filozof ve öğrencilerden oluşan felsefe okullarının malıydı. O zamanki filozoflar yaşamdan ve halktan kopuk, kendi âleminde bir yaşam sürerlerdi.
Marksizm böyle bir felsefe okulu değildir. Tam aksine Marksizm, bir zamanlar seçkin soylu takımının malı olan eski felsefenin kaldırılmasıdır. Marksizm, felsefenin gerçekten de, kapitalizmden kurtuluş mücadelesi veren proletarya kitlelerinin eline geçen ve felsefeyi bilimsel silah durumuna getiren felsefe tarihindeki yeni bir dönemin başlangıcıdır.
Önceki felsefi sistemlerden farklı olan Marksist felsefe, diğer bilimlerin üstünde bir bilim değil, bilimsel bir araştırma aracıdır. Marksist felsefe, bütün doğa ve toplumsal bilimleri işleyen ve bilimlerin gelişim sürecinde elde edilen verilerle zenginleşen bir yöntemdir. Bu anlamda, Marksist felsefe daha önceki bütün felsefelerin tam ve kesin bir şekilde yadsınmasıdır. Ama Engels’in belirttiği gibi yadsımak yalnızca “hayır” demek anlamına gelmemelidir. Yadsıma sürekliliği içererek, insan düşünce tarihindeki bütün öncü ve ilerici fikirlerin yeni ve en yüksek düzeyde sentezi, onların birleştirilmesi, yutulması ve eleştirel düzeltilmesi demektir.
Yani felsefe tarihi, Marksist diyalektik yöntem var oldukça, bu yöntemin doğuşunu hazırlayan gelişmelerin tarihini kendine dâhil ederek, onun doğuşuna neden olan şartları göstermek zorundadır. Aleksandrov’un kitabında mantık ve diyalektiğin tarihi verilmemiş, insan pratiğinin yansıması olan mantık kategorilerinin gelişim süreci de gösterilmemiştir. Kitabın önsözünde belirtilen, Lenin’in, “insan düşün tarihinde diyalektik mantığın her kategorisinin asıl nokta olarak okunması gerekmektedir” sözü havada kalmaktadır.
Ders kitabında felsefe tarihinin, yalnızca Marksist felsefenin doğuş tarihi olan 1848’e kadar gösterilmesi haksızlıktır. Felsefe tarihinde son 100 yıla değinmeyen ders kitabı tabii ki ders kitabı sayılamaz. Yazarın bu dönemi insafsızca ele almayışını anlamak mümkün değildir. Ne önsözde, ne de başka bir yerde bu konuya yönelik bir açıklama yapılmıştır.
Hiçbir gerekçe gösterilmeden, Rus felsefesinin gelişim tarihi bile ders kitabına dâhil edilmemiştir. Bu hatanın ilkesel bir karakter taşıdığını ispat etmeye gerek yok. Yazar, hangi gerekçeye dayanarak Rus felsefesini genel felsefe tarihi dışına itmiştir. Rus felsefesine kayıtsız kalınarak, Rus felsefesinin rolünün göz ardı edilmesi, doğal olarak felsefe tarihinin Bat Avrupa ve Rus felsefe tarihine bölünmesi demektir. Yazar, böyle bir ayrımın niçin yapıldığına dair açıklama bile getirmiyor. Bu, burjuvazinin “Batı” ve “Doğu kültürü” ayrımını belleklerde canlandırarak, Marksizm’i yerel bir Batı akımı gibi görmektir. Yazar, sadece 6. sayfanın başında büyük bir hamaratlıkla tam çelişkili bir tavır takınarak, Rus felsefesindeki klasiklerin eski felsefe sistemleri hakkında sunduğu o etkili eleştirileri dikkatle öğrenmeden ve kullanmadan, Bat Avrupa ülkelerindeki felsefi düşüncelerin gelişim sürecine ilişkin bilimsel görüşe sahip olunamayacağında direnmektedir. Bu doğru ilkeyi, acaba yazar ders kitabında neden uygulamadı? Böylesine bir tavır hiç anlaşılmamakta ve bu, felsefe tarihinin 1848 yılına kadar anlatılmasında keyfi bir başlangıç olarak kalmakta ve kötü bir izlenim bırakmaktadır.
Daha önce konuşan yoldaşlar, haklı olarak Doğu felsefe tarihinin anlatımındaki noksanlığa dikkat çektiler.
Ders kitabında bu konuya ilişkin temelde bir düzeltmenin yapılması gerektiği herhalde anlaşılmaktadır.
Bazı yoldaşlar, yazarın, konunun araştırılmasına yönelik yöntem ve görevlerini belirtmesi için kitabın önsözünde ilkelerini göstermesi gerektiğine, fakat güya yazarın sözlerini doğru şekilde yerine getirmediğine işaret ettiler. Mademki giriş yanlış ve iler tutar bir tarafı yok, bence bu eleştiri yersiz. Ben, felsefe tarihinin konusunun yanlış ve belirsiz tanımlanmasından bahsetmiştim. Fakat yalnız bununla kalınmıyor. Girişte ve diğer bölümlerde teorik hatalar bulunmakta. Bazı yoldaşlar felsefe tarihinin Marksist-Leninist temelde açıklanması sırasında Çernişevski, Dobrolyubov ve Lomonossov’dan yapılan alıntıların süs gibi kaldığını dile getirdiler, tabii ki adı geçen yazarların doğrudan doğruya bu meseleyle bir ilgisi yoktur. Fakat asıl sorun, yalnız bu değil. Adı geçen bu büyük Rus bilim adamları ve filozoflarının yapıtlarından alıntılar başarısız yapılmış. Bu alıntılardan oluşan teorik önermeler Marksist bakışa göre doğru değil, hatta zararlı olduklarını bile ifade etmek isterim. Bununla birlikte bu alıntıların yazarlarını karalamak niyetinde de değilim. Bu alıntılar keyfi olarak seçilmiş ve yazarın işlediği konuyla hiç de ilgisi yoktur. Yazar, değişik felsefe sistemlerinin kurucularının birbirlerine zıt olmalarına rağmen, yine de birbirleriyle ilişkili olduklarını göstermek için Çernişevski’den alıntı yapmıştır.
İzin verirseniz, Çernişevski’den yapılan alıntıyı aktarayım:
“Bilimsel emeği devam ettirenler, kendi eserlerine ilk kaynak olan, öncüllerinin emeğine başkaldırıdan Aristoteles Platon’a düşmanca baktı, Sokrates Sofistlere hiç göz açtırmadı, hepsinin de öncelleri vardı. Günümüzde bile buna benzer birçok örnek bulunmaktadır. Ama bazen da sevindirici olaylarla karşılaşıyoruz; yeni bir sistemin kurucuları, kendi görüşlerinin öncüllerinin düşüncesiyle açık bir ilişkide olduğunu anlayarak, alçak gönüllülükle kendilerini onların öğrencileri olarak görürler. Öncüllerinin düşüncelerindeki eksiklikleri ortaya çıkararak, yine de görüşlerinin gelişiminde bu bilgilerin yardımcı olduklarını ifade ederler. Örneğin, Spinoz’un Dekart’a bu şekilde bir davranışı vardı. Modern bilimlerin kurucularının şerefine şunu ifade etmek gerekir ki; onlar öncellerine saygılı davranarak, onlara sanki bir oğul sevgisi gösterirler, onlar, öncellerinin dâhiliğinde yüceliği ve kendi görüşlerinin başlangıcı olan öğretilerdeki iyi karakteri kabul ederler:” (Aleksander yoldaşın kitabında 6–7. sayfalar).
Yazar bu alıntıyı kayıtsız olarak yapıyorsa, o zaman bu alıntı, onun kendi görüşünü oluşturmaktadır. Şayet durum böyle ise yazar, Marksizm-Leninizm’e özgü olan felsefede particilik ilkesini gerçekten de reddetmektedir. Marksizm-Leninizm’in her zaman büyük bir ihtiras ve uzlaşmazlıkla mücadele verdiği ve bu büyük mücadelesini yine de materyalizmin bütün düşmanlarıyla sürdüreceği bilinmektedir. Marksist-Leninistler bu savaşta, rakiplerini amansızca eleştirirler. Her kelimesi, rakiplerine karşı bir kılıç niteliğinde olan Lenin’in kitabı ‘Materyalizm ve Ampirio-kritisizm’, Bolşevik mücadelede materyalizmin rakiplerine karşı bir örnektir. Lenin şöyle yazmaktadır:
“Marx ve Engelsin dahilikleri şurada yatmaktadır: Aşağı yukarı 50 yıl gibi uzun bir dönemde materyalizmi geliştirip, felsefede temel bir akıma öncülük ettiler, daha önceleri çözülmüş gneseolojik sorunların tekrarından kaçınıp, materyalizmin, toplumsal bilimlerde nasıl uygulanması gerektiğini gösterdiler. Ve sırasıyla da, süprüntü ve saçmalıklardan oluşan cafcaflı ve yüksekten atıp tutan boş sözleri amansızca açığa vurarak, sayısız denemeler sonucu felsefede ‘yeni’ bir çizgi bulunması ve ‘yeni’ bir akım kazanılması gerektiğini gösterdiler…
“Son olarak, Marx’in ‘Kapitalinde ve diğer eserlerindeki çeşitli felsefî notlara bakınız. Temel gerekçelerin değişmediğini göreceksiniz: Materyalizm uğruna direnme ve her gizemcilik, belirsizlik ve aykırılık görünümündeki idealizme karşı yapılan aşağılayıcı alaylar. Marx’tn tüm felsefi görüşleri bu iki temel zıtlıkta kendini sık sık göstermektedir: Bakış açısı ‘dar’ ve tek ‘yönlü’ profesörlük felsefesi bunlardan kaynaklanan eksikliklerden oluşmaktadır. ” (V. İ Lenin, Toplu Eserler, XIII Cilt, Sayfa 275–276)
Bildiğimiz gibi Lenin rakiplerine karşı acımasızdı. Felsefe akımları arasındaki çelişkileri giderme ve uzlaştırma denemelerinde. Lenin her zaman hep gerici profesörlük felsefesinin oyunlarıyla karşı karşıya kalmıştır Tüm bu olanlardan sonra, Aleksander yoldaş nasıl olur da kitabında, felsefedeki rakiplerine karşı, profesörlük nesnelliğine tam minnettarlık duyarmışçasına, dişsiz bir rakip niteliğinde karşı çıkıyor, oysa Marksizm, idealizm akımının tüm temsilcilerine karşı bu amansız mücadelede doğdu, gelişti ve zafer kazandı. (Alkışlar)
Aleksandrov yoldaş yalnız bununla kalmayarak, ders kitabının bütün içeriğiyle kendi nesnel anlayışını iletmektedir. Aleksandrov yoldaşın, burjuva filozoflarını eleştirmeden, onları göklere çıkarıp, onların üstün yararlıklarını mükâfatlandırması gerçeği tesadüf sayılamaz. Fourier’nin insanlığın gelişmesindeki dört aşama öğretisi örneğine bir bakınız.
“Fourier’nin sosyal felsefedeki büyük başarısı insanlığın gelişimi konusundaki teorisidir.” -diye yazmaktadır Aleksandrov yoldaş- Fouriere’ye göre;
“… Bir toplum gelişiminde dört evre geçirmektedir: 1) Yükselen yıkım, 2) Yükselen uyum, 3) Alçalan uyum, 4) Alçalan yıkım, insanın zayıf düştüğü son safhadan sonra yeryüzündeki tüm yaşam sona ermektedir. Toplumun gelişmesi, insan iradesinden bağımsız gerçekleşerek, bir yıldaki dört mevsim değişimi gibi yüksek safhanın gelişme aşaması da aniden doğar. Fourier bu düşünceden, özgür ve kolektif emeğin egemen olacağı burjuva toplumdaki kaçınılmaz o değişimlere ulaşmaktadır. Gerçi Fourier’nin toplumun gelişim teorisi yalnız dört evreden oluşmaktaydı, ama bu teori o dönemde ileriye doğru atılmış büyük bir adımdı.” (G. F. Aleksandrov, Batı Avrupa Felsefesi Tarihi, Sayfa 353–354)
Burada Marksist bir analizden eser yoktur. Fourier’nin teorisi ne ile mukayese edildiğinde ileriye doğru bir adım atmıştır? Şayet, bu teorinin sihiri, insanlığın gelişimindeki dört evreyi kapsasaydı ve bir de yeryüzündeki tüm yaşamın sona erdiği dördüncü evrenin sonunda alçalan yıkım olsa idi, o zaman yazarın, toplumun gelişim teorisinin yalnız dört evre ile sınırlandığı ve aynı zamanda Fourier’ye olan eleştirisini anlamak gerekirdi, bu arada beşinci evre de insanlık için yalnızca ahiretteki bir yaşam olabilirdi.
Aleksandrov yoldaş nedense, her eski filozof hakkında da sık sık söyleyebilecek iyi sözler bulabiliyor. Bir burjuva filozofu ne kadar ünlü ise, o kadar göklere çıkartılıyor. Tüm bunlar, Aleksandrov yoldaşın herhalde şüpheye düşmeden, her filozofun önce bir meslektaş daha sonra da rakip olarak değerlendirildiği burjuva tarih felsefesinin esiri olduğu sonucunu vermektedir. Bizde böyle bir anlayış yaygınlık kazanırsa, bu kaçınılmaz bir nesnelleştirilmeye, burjuva filozoflarına yaltaklık etmeye ve gösterdikleri üstün hizmetlerden dolayı onları abartmaya yol açacağı gibi, aynı zamanda bu durum bizi mücadeleci saldırı ruhuyla dolu olan felsefemizden vazgeçmeye yönlendirirdi. Bu, materyalizmin temel ilkesinden, yani taraflılık ve partizanlıktan sapmak demek olurdu. Ama Lenin, “materyalizmin, belirli toplumsal grupların bakış açılarına göre oluşan olayların doğrudan doğruya ve açık olarak her değerlendirilmesinde zorunlu kılınan partizanlığı da kapsadığını” bize öğretmedi mi? (V. İ. Lenin, Toplu Eserleri, I. G, s. 276)
Ders kitabında felsefi görüşlerin anlatılışı soyut, nesnel ve tarafsız yapılmaktadır. Kitaptaki felsefe okulları, birbirleriyle mücadele halinde değil de, ardışık ya da birbirinin yanı sıra şeklinde gösterilmektedir. Bu tutum akademisyen ve profesörlük “yöne” doğru bir minnettarlıktır. Herhalde bu tesadüf sayılamaz. Yazar, felsefede partizanlık ilkesini anlatmayı beceremiyor. Yazar felsefede partizanlığa örnek olarak Hegel’in felsefesini göstererek, düşman felsefelerin mücadelesini yine Hegel’in içteki gerici ve ilerici kaynakların mücadelesi şeklinde açıklamaktadır. Böylesine bir ispatın kabul edilmesi sadece nesnel bir eklektizm değil, aynı zamanda Hegel’in abartılmasıdır. Böylece onun felsefesinde gericiden çok ilerici kaynaklar olduğu ispat edilmek istenmektedir. Bu meseleyi bitirmek için şunu da eklemek istiyorum: Aleksandrov tarafından tavsiye edilen, farklı felsefe sistemlerinin değerlendirme yönteminde “üstün yararlıklarının yanı sıra eksiklikleri de var” (Aleksandov’un kitabı, s. 7) ya da “şöyle bir teori bile önemli bir anlam taşımaktadır” gibi son derece belirsiz ifadeler göze çarpmaktadır; bu metafizik ve yetenekli bir yöntem, ama meseleyi karıştırmaktadır. Aleksandrov yoldaşın eski burjuva okullarının akademik bilimsel geleneğine minnettarlık göstererek, materyalizmin, rakipleriyle mücadelede ödün vermeyen temel görüşünü unutması bir türlü açıklık kazanmıyor.
Bir açıklama daha yapmak istiyorum, Felsefe sistemlerinin eleştirel çözümü azimle yapılmalıdır. Daha önce yenilgiye uğrayan ve toprağa gömülen felsefi görüş ve fikirler çok dikkat uyandırmamalıdır. Tam aksine, Marksizm’in şimdiki düşmanları tarafından yararlanılan gerici, felsefi sistem ve düşünceler şiddetle eleştirilmelidir. Buna özellikle, Yeni Kantçılık, teoloji ve agnostisizmin yeni ve eski yayınları ile tanrıyı modern doğalcılığa, sanki çürük ve idealist bir malı süsleyip, yamalayarak tüketim pazarına sürme amacı güden, diğer her türlü kabalığa alet eden, tüm kaçakçı denemeler dâhildir. Bu, günümüzdeki emperyalist felsefe uşaklarının korkmuş patronlarını desteklemek için kullanmaya çalıştıkları bir silah deposu gibidir.
Aynı zamanda kitabın girişi, gerici ve ilerici fikirler ile felsefe sistemlerini anlama açısından yanlış bir yorum içermektedir. Yazar, gerçi, gericilik ve ilericilik, ya da farklı felsefi görüşleri, ya da sistemler arasındaki meselelerin somut-tarihsel çözülmesi gerektiği gibi birtakım şartlar ileri sürmektedir. Ancak Marksizm’in, bugün ilerici olan düşüncelerin farklı somut tarihsel koşullarda gerici düşünceler olabileceği önemli görüşünü bütünüyle göz ardı etmektedir. Yazar, bunu hiçe sayarak, fikirlerin tarih üstü idealist anlayışında gizli bir kavramın yayılması için sinsice bir yol bulmaktadır.
Yazar daha sonra toplumsal yaşamdaki maddi koşulların son kertede felsefi düşünceyi belirlediğini ve felsefi düşüncelerin gelişiminin sadece göreli bir bağımsızlığının olduğu gibi doğru ifadelerde bulunmasına rağmen bilimsel materyalizmin bu temel ilkesini defalarca bozmaktadır. Yazar, farklı felsefe sistemlerinin anlatımı sırasında, bu açıklamayı şu ya da bu felsefenin sosyal-sınıfsal kökeni ile somut tarihinden tamamen ayırmaktadır, örneğin mesele şudur: Sokrat, Demokrit, Spinoz, Leibniz, Feuerbach ve diğerlerinin felsefi görüşlerinin anlatımında tabii ki bilimsellik yok, bu da yazarın, idealist felsefedeki ayırt edici özellik olan, felsefi düşüncelerin gelişimindeki özgünlük ve tarih üstü görüşlere kaçmasına sebebiyet vermektedir. Şu, ya da bu felsefe sisteminin tarihi durumu iyice tespit edilmiş olaylarla organik bir bağının bulunmaması gibi durumlarda, yazarın, bunun analizini yapmaya çalışmasıdır. Önemli organik bir bağ değil, tamamen mekanik ve biçimsel bir bağ kurulmaya çalışılmaktadır. Gerekli dönemlere yönelik felsefi görüşleri açıklayan bölüm ve paragraflarla tarihi durumları anlatan bölüm ve paragraflar belirli paralel yüzeylerde dönüp durmaktadırlar; bir de, temel ile üstyapı arasındaki ilişkilere sebebiyet veren tarihsel verilerin anlatımı özensiz ve başarısız yapılmış. Anlatılanı analiz etmek için gerekli kaynak verilmemekte ve bu, işe yaramaz bir bilgi niteliği taşımaktadır. Örneğin, böylesine bir anlaşılmazlığın üst boyutlara ulaştığı, “XVIII. Yüzyıl Fransa’sı” başlıklı VI. bölümün girişi, XVIII. yüzyıl ile XIX. yüzyılın başındaki Fransız felsefesinin düşünce kaynağını hiç de anlatamamaktadır. Bu fikirlerin etkisi altındaki Fransız filozoflar o dönemle ilgili bağlarını kaybederek, sanki bağımsız bir oluşuma öncelik etmeye başlıyorlar. Ders kitabında anlatılan bu yeri, izin verirseniz sizlere hatırlatmak istiyorum.
“100 yıl içinde ekonomik, politik ve ideolojik alanlarda kökten değişimlere uğrayan Fransa, İngiltere’nin izinden giderek, XVI.-XVII. yüzyıldan itibaren sürekli burjuvazinin gelişimi yolunda ilerlemiştir. Fransa, geri kalmış bir ülke olmasına rağmen feodal geleneğinden kurtulmaya başlamıştı. Zamanın diğer Avrupa devletleri gibi Fransa da kapitalizmin ilkel birikim dönemine girmişti. Toplumsal yaşamın bütün alanlarında yeni bir burjuvazi toplum yapısı şekillenerek, yeni bir ideoloji ve yeni bir kültür oluştu. Bu dönemde Fransa’da Paris, Lion, Marsilya ve Le Havre gibi şehirler çok hızlı bir şekilde gelişmeye başlamış, kuvvetli bir ticaret filosu kurulmuştur. Uluslararası ticaret şirketleri birbiri ardına kurulmakta ve bir dizi sömürgeci askeri araştırmalar organize edilmekte. Ticaret hızla gelişmektedir. 1784–1788 yılları arasında dış ticaret hacmi, 1716–1720 yılları arasındaki ticaret hacmini dörde katlayarak, 1 011, 6 milyon livreye ulaşmıştır. Özellikle Aahenski (1748) ve Paris (1763) anlaşmaları ticaretin canlanmasına çok katkıda bulunmuştur. Özellikle fazla kitap ticareti göze çarpmaktadır.’ Örneğin, 1774 yılında Fransa’da 45 milyon franklık kitap ticareti yapılmıştır, aynı yıl İngiltere’de sadece 12–13 milyon franklık. Avrupa’daki altın rezenesinin aşağı yukarı yarısı Fransa’nın elinde bulunmaktaydı. Ama Fransa yine de bir tarım ülkesi olarak kaldı. Nüfusunun büyük bir bölümü çiftçilikle uğraşıyordu.” (sf. 315–316)
Yukarıda anlatılanlar tabii ki bir analiz değil, sadece birbirleriyle az ilişkili olayların yanında, başka olayları da anlatan bazı olguların peş peşe sıralanışı. Bu anlatılanlardan bir temel alınamayacağı gibi, o zamanki Fransa tarihinde farklı gelişmelerin olduğu Fransız felsefesine ait hiçbir özellik de bulunmamaktadır.
Alman idealist felsefesinin doğuşunun Aleksandrov’un kitabında nasıl anlatıldığına bir bakalım. Aleksandrov yoldaş şunları yazmaktadır:
“Almanya, XVIII. yüzyıl ile XIX. yüzyılın ilk yarısında gerici politik yapıya sahip, geri kalmış bir ülkeydi. Feodal-toprak köleliği ile zanaatçılık-atölyecilik hüküm sürüyordu. Şehir nüfusu XVIII. yüzyılın sonunda % 25’i geçmiyordu, nüfusun sadece % 4’ü zanaatçılıkla uğraşıyordu. Angarya, köylü vergisi, toprak köleliği hukuku ve atölyecilik imtiyazları ortaya çıkan kapitalist ilişkilerin gelişmesine engel oluyordu. Bu dönemde ülkede tamamen politik bir dağınıklık egemendi.”
Aleksandrov yoldaşın kitabında gösterilen Almanya’daki şehir nüfusunun yüzdesi, ona göre bu ülkenin geri kalmışlığı ile devletin toplumsal-politik yapısındaki gericiliğin bir göstergesidir. Ama bu dönemde Fransa’daki şehir nüfusu da % 10’dan az değildi. Fransa, Almanya gibi geri kalmış feodal bir ülke değil, Avrupa’da burjuva devrim hareketinin bir merkeziydi. Yani, şehir nüfusunun yüzdesi fazla bir şey ifade etmemektedir, bu sadece somut birtakım tarihi olaylarla açıklanabilir. Bu, aynı zamanda, bir ideolojinin, şu ya da bu şeklinin gelişimi ve doğuşunun açıklanması konusunda tarihi kaynaklardan başarısız bir şekilde yararlanma örneğidir.
Aleksandrov şunları da yazmaktadır; “Kant, sonra da Fichle ve Hegel kurdukları idealist felsefe sistemlerinde, Alman gerçeğinin dar kafalılığına yol açan dönemin Alman burjuva ideolojisini soyut bir şekilde ifade etmeleri o dönemdeki Alman burjuvazisinin önemli ideolojilerdi.”
Alman idealizminin doğuş nedenlerini anlamanın imkânsız olduğu bu olgulardaki soğuk, kayıtsız ve nesnel açıklamaları, Almanya’nın o anki durumuyla ilgili okuyucuyu heyecanlandıran ve okuyucuya inandırıcı gelen, canlı ve savaşımcı bir üslupla anlatılan Marksist analizle mukayese edelim. İşte, Engels Almanya’daki durumu şöyle karakterize etmektedir: “Bozulmaya başlamış ve soysuzlaşmış bir kitle. Kimse kendini iyi hissetmiyor. Zanaatçılık, ticaret, endüstri ve çiftçilik kıt bir ölçüde yapılıyordu. Köylü, tüccar ve zanaatçılar iki kat daha zulüm görüyordu; hükümet gaddardı ve ticaret kötü bir durumdaydı. Asilzade sınıfı ve prensler emrindekileri eziyorlardı, artan masraflara rağmen fazla gelirden vazgeçmeyeceklerini düşünüyorlardı. Her şey berbattı ve bir hoşnutsuzluk hüküm sürüyordu. Eğitim ve kitlelerin bilgilenmesi için hiçbir imkân yoktu, basın ve düşünce özgürlüğü olmadığı gibi diğer ülkelerle yapılan herhangi önemli bir ticaret bile yoktu; her yerde, bütün halkın alçak, dalkavuk, rezil ve çıkarcı bir ruha sahip olduğu çirkeflik ve egoizm hüküm sürüyordu. Her şey çürümüş, sarsılmış ve hazırlıklar boşa çıkmıştı, olumlu değişimleri ümit etmek artık imkânsızdı, çünkü halkın, köhnemiş kurumların, soysuzlaşmış kalıntılarını silip süpürecek gücü yoktu.” (K. Marx, F. Engels, Eserleri, V. Cilt, S. 6–7)
Engels’in bu açık, net, dokunaklı, derin ve bilimsel ifadelerini Aleksandrov’un anlatımıyla karşılaştırdığınızda, Aleksandrov yoldaşın, Marksizm’in kurucularının hazırlayıp bize bıraktığı bitmez tükenmez zenginlikten ne kadar da kötü yararlandığını göreceksiniz.
Yazar böylece, felsefe tarihinin anlatılmasında materyalist yöntemden faydalanmayı bir kenara bırakıp, kitabın bilimsel özelliğini yok ederek, kitabı, önemli ölçüde tarih dışı olaylardan alman felsefi sistemler ve filozofların yaşamlarının tasvirine dönüştürmektedir. Bu tarihi materyalizmin ilkesini bozmaktadır:
“Bütün tarih yeniden incelenmeli, farklı toplum oluşumlarının var olma koşulları, bunlara karşılık düşen, politik, hukuksal, estetik, felsefi, dinsel vb. görüşleri ortaya çıkarmadan önce birer birer gözden geçirilmelidir. ” (Engels’in Schmit’e 5 Mart 1890 Tarihli Mektubundan, K. Marx ve F. Engels, Seçme Mektuplar, 1947, S. 421 – Türkçesi için bkz. Seçme Mektuplar, K. Marks-F. Engels, Evrensel Basım Yayın, Çev: A. Bilgi, sf.99)
Yazar aynı zamanda, felsefe tarihinin incelenmesindeki amaçları, yetersiz ve belirsiz ifade etmektedir. Yazar hiçbir yerde, bir bilim olarak felsefenin daha da geliştirilmesi, kurallara uygun yeni kanunların başlatılması, pratikte uygulanması, eskilerinin yenileri tarafından değiştirilmesinin felsefenin ve felsefe tarihinin temel görevlerinden biri olduğunu vurgulamamaktadır. Yazar genelde felsefe tarihinin pedagojik-eğitici ve kültürel-sanatsal öneminden yola çıkarak, felsefe tarihinin araştırılmasına tamamen pasif ve kendi âleminde akademisyen bir özellik vermektedir. Bu tabii ki diğer her bilim gibi sürekli gelişerek yetkinleşen, eskilerini bir yana iterek yenilerle zenginleşmesi gerekli olan felsefe bilimindeki Marksist-Leninist tanıma ters düşmektedir.
Yazar konunun ders-sanat yanına dikkat göstererek, bilimin gelişmesindeki sınırları çizmeye kalkışmaktadır; sanki Marksizm-Leninizm artık gelişimini tamamlamış ve öğretimizin geliştirilmesi artık önemli bir görevimiz değilmiş gibi göstermektedir. Böylesine bir görüş Marksizm-Leninizm’in ruhuna aykırıdır, Marksizm’i, bitmiş ve gelişmesinin son sınırına varmış bir öğreti olarak gören metafizik değerlendirmeye yönelmektir, böyle bir görüş, canlı ve keskin felsefe düşüncesinden yalnızca soğutmaya sürükleyebilir.
Doğa bilimlerinin gelişmesindeki sorunları kendi başına aydınlatmak başarısız bir iş olduğu gibi, felsefe tarihini de, bilimselliğe açıktan açığa zarar vereceğinden dolayı doğa bilimlerinde elde edilen başarılar dışında tutarak açıklamak imkânsızdır. Aleksandrov yoldaşın ders kitabı, modern doğa bilimlerinde ulaşılan başarıların güçlü temelinde büyüyen, bilimsel materyalizmin oluşumu ve gelişimine yönelik koşulların gücünü açıklamaktan yoksundur.
Aleksandrov felsefe tarihini anlatırken, onu doğa bilimleri tarihinden çıkarma yoluna gitmektedir. Ders kitabının asıl amacının anlatıldığı önsözünde, yazarın felsefe ile doğa bilimleri arasındaki karşılıklı ilişkiye yönelik hiçbir hatırlatma yapmaması doğrusu çok ilginç. O, doğa bilimlerinden söz etmesi gereken yerde bile susmaktadır. Örneğin 9. sayfada yazar şunları yazmaktadır: “Lenin, eserlerinde, özellikle ‘Materyalizm ve Amprio-kritisizm’de çok yönlü çalışarak, Marksizm’in, toplum konusundaki öğretisini ileriye götürdü.” Aleksandrov yoldaş ‘Materyalizm ve Amprio-kritisizm’den bahsederken bile, doğa bilimlerinin sorunları ve doğa bilimlerinin felsefeyle olan ilişkileri hakkında susma yolunu tercih etmektedir.
Şu ya da bu dönemdeki doğa bilimlerinin seviyesi ile ilgili karakteristik özellik olarak zavallılık, boşluk ve soyutçuluk göze çarpmaktadır. Eski Yunanlıların doğa bilimlerine yönelik de; onların dönemi “doğa hakkındaki bilimin başlangıcıdır” (Sayfa 26) ve “o zamanlar birçok icatlar ve teknik ilerlemeler ortaya çıktığı” için bu döneme geç skolâstik dönemi de (XII-XIII. yüzyıl) denmektedir.” (Sayfa 120)
Yazarın belirsiz ifadeleri saklamaya çalıştığı yerlerde, icatlar arasında birbirini tutmayan bir liste verilmektedir. Doğa bilimleri konularında büyük bir beceriksizlikle şaşırtıcı ve insanı hayretler içinde bırakan hatalar yapılmasına izin verilmiş. Örneğin; Rönesans Dönemi’nde bilimin gelişmesi konusu bakın şöyle tasvir edilmektedir:
“Bilim adamı Herike ünlü hava tulumbasını yaptı ve hava boşluğu hakkında düşüncenin yerini alan, atmosfer basıncının var oluşu ilk önce Magdeburg’da yarımkürelerle denenerek pratik bir yolla ispat edildi. Yüzyıllar boyunca insanlar ‘dünyanın merkezinin’ nerede olduğunu ve gezegenimizin buna dâhil edilip edilmediği konusunu tartışıp durdular. Ama işte, ilk önce Kopernik, daha sonra da Galileo Galilei bilime el atıyor. Galileo Galilei güneşin üzerinde lekelerin varlığını ve bu lekelerde değişimler olduğunu gösteriyor. O, bu ve diğer buluşlardan sonra Kopernik’in güneş sistemimizin helyonsantrik yönü hakkındaki öğretisinin ispatını görüyor. Barometre insanlara hava durumu hakkında önceden bilgi edinmeyi öğretti. Mikroskop küçük organizmaların yaşamı hakkındaki tahminlerle ilgili bir sistemin yerini aldı ve biyolojinin gelişmesinde önemli bir rol oynadı; Kompas bir deneyle Kolombo’ya gezegenimizin yuvarlak yapılı olduğunu ispat etmesine yardımcı oldu.” (Sayfa 135)
Burada, hemen hemen her cümle saçma. Atmosfer basıncı boşluk hakkındaki düşünceyi nasıl değiştirebilir: Atmosferin var oluşu, boşluğun varlığını reddetmiyor mu? Güneşteki lekelerin nasıl bir hareketi Kopernik’in öğretisini doğruladı?
Barometrenin hava hakkında önceden bilgi verme düşüncesi, tamamen bilim dışı bir görüş. İnsanların hava hakkında önceden bilgi almada nasıl hareket edeceklerini henüz öğrenmediklerini, maalesef, meteoroloji bürosu pratiğinden hepimiz bilmekteyiz. (Gülüşmeler)
Mikroskop tahmin etme sisteminin yerini alabilir, ama şu ‘gezegenimizin yuvarlak yapılı olması’ da ne oluyor? Şimdiye kadar, yalnızca bir biçimin yuvarlak bir şekilde olduğu zannedilirdi.
Aleksandrov’un kitabında listeler halinde birer birer anlatılan buna benzer inciler çok.
Yazar, çok ciddi ve ilkesel hatalar yapmaktadır. Ona göre (Sayfa 357) doğa bilimlerinin başarılarından sonra ‘daha XVIII. yüzyılın ikinci yarısında’ diyalektik yöntem geliştirilmişti. Bu, temelde, diyalektik yöntemin organizmada hücre yapısının bulunmasından sonra geliştirildiğine yönelik Engels’in ünlü görüşüyle, enerjinin korunumu ve dönüşümü yasası ile Darvin’in öğretisine zıt düşmektedir. Bütün bu buluşlar XIX. yüzyıla aittir. Yazar hepsini yanlış anlayarak XVIII. yüzyıldaki buluşlara fazla yer ayırmaktadır. Halvani, Laplasa ve Layele’den çok fazla bahsetmektedir, ama buna ek olarak Engels tarafından gösterilen üç büyük buluş konusunda yalnızca aşağıda-kilerle sınırlı kalmaktadır: “Örneğin, Feuerbach hayatta iken hücre öğretisi, enerjinin dönüşümü öğretisi ile Darvin’in doğal seleksiyon yoluyla türlerin evrimi öğretileri ortaya çıkmıştı.” (Sayfa 427)
Kitapta böylesine temel eksiklikler bulunmaktadır. Ayrıntılı ve ikinci dereceden olan yetersizliklerden daha fazla bahsetmek istemiyorum, burada söylediğim teorik ve pratik anlamdaki eleştirilerimi tekrarlamak da istemiyorum.
Sonuç olarak, ders kitabı çok kötü hazırlanmış, kökten düzeltilmesi gerekmektedir. Fakat ders kitabının yeniden düzeltilmesi için, her şeyden önce, filozoflarımız ve yöneticilerimiz arasında yaygın olan bütün yanlış ve karışık düşüncelerin üstesinden gelmek gerekmektedir. Şimdi, felsefe cephemizin durumu konusundaki ikinci meseleye geçmek istiyorum.

II
FELSEFE CEPHEMİZDE DURUM
Eğer Aleksandrov yoldaşın kitabı, felsefe alanında yönetici konumunda çalışanların büyük çoğunluğu arasında saygınlık kazanıp, Stalin Ödülü’nü almaya layık görülerek, iyi bir ders kitabı diye tavsiye edildikten sonra sayısızca övgü alsaydı, o zaman bu, Aleksandrov yoldaşın hatalarının felsefe alanında çalışan diğer yöneticiler tarafından da paylaşıldığı ve felsefe cephemizde ciddi bir başarısızlık olduğu anlamına gelirdi.
Kitabın herhangi bir önemli protestoya yol açmamasından sonra Merkez Komitesi ile Stalin yoldaşın, kitaptaki eksikliklerin ortaya çıkarılması için doğrudan müdahale etmek zorunda kalmaları durumu, Bolşevik eleştiri ve özeleştirinin felsefe cephemizde geniş ölçüde yokluğuna işaret etmektedir. Sanat tartışmaları ile eleştiri ve özeleştirinin olması bilimsel felsefe çalışmalarına zararlı bir etki yapmaz. Felsefenin ürettiklerinin sayı olarak yetersiz, nitelik olarak da zayıf oldukları bilinmektedir. Felsefeye yönelik makale ve monografilerin yazılması çok ender olaylardandır.
Burada bir felsefe dergisinin çıkarılmasının gerekliliğinden çok bahsedildi. Fakat aynı zamanda böyle bir derginin çıkarılmasının gerekli olduğu hakkında bazı şüpheler de bulunmaktadır. Geçmişte “Marksizm’in Bayrağı” adı altında çıkan bir dergiden kaynaklanan üzücü deneyimler hafızalardan hâlâ silinmedi. Bence, günümüzdeki orijinal monografi ve makalelerin yayınlanması imkânlarından yeterince yararlanılmamaktadır.
Burada Svetlov yoldaş, “Bolşevik”in okuyucusunun sosyal karakter taşıyan teorik eserleri anlama düzeyinde olmadığından söz etti. Bence bu tamamen yanlış; bu, okuyucularımızın yüksek düzeyini ve ihtiyaçlarını gereği gibi önemsememekten kaynaklanmaktadır. Bence, bizim felsefemiz hiç de profesyonel filozoflardan oluşan küçük bir grubun malı değil, bütün Sovyet aydınımızın malıdır düşüncesini anlamazlıktan gelen fikirler vardır. Devrim öncesi dönemde, edebi-sanatsal ürünlerin yanı sıra, bilimsel ve hatta felsefi ürünlerin de yayınlandığı ilerici, kalın Rus dergileri geleneğinde hiç de öyle kötüleri yoktu. Diğer felsefe dergilerine kıyasla her koşulda daha büyük bir okuyucu kitlesine sahip olan bizim “Bolşevik” dergimiz özel bir felsefe dergisi niteliğinde ve bizim filozofların yaratıcı çalışmalarını kapsamaktadır, şayet bu böyle olmasaydı, bence, bu bizim felsefe çalışmalarının daralmasına neden olurdu. Sakın beni dergi karşıtı olarak algılamayın lütfen, fakat bence kalın dergilerimizde ve “Bolşevik”te yapılan felsefe çalışmalarındaki kıtlığın, her şeyden önce bu kalın dergilerimiz ve “Bolşevik” aracılığıyla bütün bu yetersizliklerin giderilmesine artık başlamanın gerekli olduğunu anlatmaktadır. Özellikle kaim dergilerde zaman zaman da bilimsel ve toplumsal çıkarların anlatıldığı felsefi makaleler ortaya çıkacaktır.
Bilimler Akademisi, Felsefe Enstitüsü, kürsüler ve benzeri yönetici durumundaki felsefi kurumların konuları da zayıf.
Bence, Felsefe Enstitüsü oldukça ümitsiz bir tablo çizmektedir: Enstitü diğer şehirlerde felsefe alanında çalışanları bir araya getirmiyor ve onlarla karşılıklı ilişkide bulunmuyor, bundan dolayı enstitü birlik ve beraberlik içinde olma özelliğine sahip bir kurum değil artık. Taşralarda bulunan filozoflar kendi kaderlerine bırakılmışlardır, ne yazık ki onlardan yeterince yararlanılmamaktadır. Felsefe ya da tez çalışmalarının konuları çoğunlukla geçmişe yönelik, sakin ve az sorumluluk gerektiren tarihsel konulardır. Örneğin; “Geçmişte ve Günümüzde Kopernik’in Saçmalıkları” gibi konular. (Salonda canlanma) Bu Ortaçağ felsefesinin belli ölçüde canlanmasına yol açmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, burada Hegel hakkında yapılan tartışma çok garip doğrusu. Tartışmaya katılanlar açık olan bir kapıyı zorla açmaya çalıştılar adeta. Hegel hakkındaki mesele çoktan çözülmüştü. Hiçbir temele ve yeni bir belgeye dayanmadan, daha önce üzerinde çalışılıp, gerekli değerlendirilme yapılmasına rağmen, bu konuyu tekrar tartışmaya açmak hiçbir şey getirmedi. Tartışmanın kendisi bile ne yazık ki ortaçağ felsefesi kafasında, tartışmanın fazla verimli olmadığı anlaşılmaktadır, sanki bir zamanlar bazı çevrelerde insanın iki parmakla mı, yoksa üç parmakla mı haç çıkarması gerektiği, ya da Tanrının kendi kaldıramayacağı bir taş yaratıp yaratamayacağı, ya da Meryem Ana bakire miydi yoksa değil miydi gibi sorunların açığa çıkarılması gibi verimsiz olmuştur. (Gülüşmeler) Çağdaşlığın güncel sorunları hakkında çalışmalar yapılmalıdır. Bunların hepsi, düşündüğünüzden daha büyük tehlikelerdir. İçinizden bazılarının bu yetersizliklere alışmış olması daha büyük bir tehlikedir.
Felsefe çalışmalarında ne savaşımcı bir ruh, ne de Bolşevik’çe bir hız hissedilmektedir. Yayınlanan bu ders kitabındaki bazı hatalı durumlar, felsefe cephesindeki tüm öteki geri kalmışlıkla çağrışım yapmaktadır, bundan dolayı bu, tek tek, tesadüfî bir olay değil, bir süreçtir. Gerçeği konuşmak gerekirse, nerede bu cephe? Felsefe cephesi bizim düşündüğümüz anlamda bir cephe değildir. Felsefe cephesinden söz edilince, o zaman akla şu düşünce gelir: Marksist teorinin gerçekleştirilmesi uğruna donatılmış, dışarıda düşman ideolojisi ile ülke içinde bizim Sovyet insanının bilincindeki burjuva ideolojisinden kalma izlere karşı açık bir saldırıya geçen, sosyalist toplumdaki emekçilerin, davamızın kesin zafere ulaşmasında bilime dayanan bir güven ve yolumuzun kurallarına uygun bir bilinçle benimsedikleri yorulmak nedir bilmeden bilimimizi ileri götüren savaşımcı filozofların bir araya geldikleri örgütlü ekip.
Ama felsefe cephemiz böyle gerçek bir cepheye benziyor mu? O, daha çok suyu durgun küçük bir dereyi, ya da savaş alanının çok genlerindeki bir konaklama yerini andırıyor. Savaşa daha girilmemiş, düşmanın büyük bir bölümüyle temasa geçilmemiş, keşif yapılamıyor, silahlar karıncalanmış, rizikoya girmeyen askerler ile korkudan mumyalara dönmüş komutanlar ya eskiden kazanılmış zaferlerle övünüyorlar ya da saldırıya geçmek için güçlerinin yetip yetmeyeceğini, yardıma ihtiyaçları olup olmayacağını ve bilincin yaşamdan geri kaldığı sürece geri kalmışlığın kendini fazla belli etmeyeceğini tartışıp duruyorlar. (Gülüşmeler)
Ama diğer taraftan partimizin, felsefe çalışmalarının gelişmesine sürekli ihtiyacı vardır. Her günü bizim sosyalist yaşam tarzına yaklaştıran tüm hızlı değişimler filozoflarımız tarafından değerlendirilmemekte ve Marksist diyalektiğin bakış açısıyla aydınlatılmamaktadır. Böylelikle felsefe bilimimizin daha da geliştirilmesi güçleşiyor ve felsefi düşüncelerin geliştirilmesi büyük ölçüde profesyonel filozoflar dışında yapılıyor. Buna kesinlikle izin verilmez.
Felsefe cephesinde geri kalmışlığın nedeni tabii ki nesnel koşullarla ilintili değildir. Nesnel koşullar nasıl olur da hiçbir zaman elverişli olmaz, bilimsel analiz ve değerlendirme bekleyen malzemelerin sayısı sürekli sınırsızdır. Geri kalmışlığın nedenini soyut alanlarda aramak gerekir. Aslında MK, ideolojik cephenin diğer alanlarındaki geri kalmışlığı analiz ederek, asıl nedenlerini gün ışığına çıkarmıştır.
MK’nin ideolojik meselelerle ilgili ünlü kararlarını hatırlıyorsunuzdur. Bu kararlar edebiyat ve sanattaki ideolojisizliği ve apolitikliği hedef almakta ve çağdaş konulardan kopmaya karşı çıkmaktadır. Geçmişteki konulardan uzaklaşmaya ve yabancı hayranlığına da karşı olan bu kararlar, Bolşevik Partisi’nin edebiyat ve sanatta da savaşımcı olması düşüncesine dayanmaktadır, ideolojik cephemizde çalışanların birçoğunun MK’nin kararlarından gerekli sonuçları çıkarıp, bu yolda büyük başarılar elde ettikleri zaten bilinmektedir.
Ne var ki filozoflarımız biraz geri kalmışlardır. Onların felsefe çalışmalarında ilkesiz ve ideolojisiz oldukları, modern konulara fazla değer vermedikleri ve burjuva felsefesi önünde dalkavuk ve yaltakçı oldukları gerçeği görülmektedir.  Onlar, ideoloji cephesindeki değişikliklerin onları pek ilgilendirmediğini sanmaktadırlar. Oysa şimdi bu değişiklik tekrar gereklidir.
İdeolojik çalışmaların ön sıralarında felsefe cephesinin olamayacağı görüşünde suçun büyüğü Aleksandrov yoldaşındır. O, çalışmalardaki yetersizlikleri eleştirel bir gözle gün ışığına çıkarma yeteneğine sahip değildir. O, filozofların yaygın, topluca bilgi ve deneyimlerine dayanmadan kendi gücünü açıkça abartmaktadır. O, kendi çalışmasında yeteneklerine haddinden fazla tapan, yakın meslektaşlarının dar çevresine oldukça fazla güvenmektedir (Nidalar: Doğru! Alkışlar). Felsefe alanında yapılan tüm etkinlikler sanki filozofların küçük bir grubunun eline geçmiş, özellikle taşradaki filozofların büyük bir kısmının yönetim çalışmalarına katılımı sağlanamamaktadır.
Böylelikle filozoflar arasındaki karşılıklı ilişkiler bozulmaya başlamıştır.
Anlaşılan felsefe tarihi ile ilgili bir ders kitabının, ya da buna benzer çalışmaların hazırlanması sadece Aleksandrov yoldaş gibi bir insanın omzuna bırakılmamalıydı. Daha baştan diyalektik materyalistlerden, tarihi materyalistlerden, tarihçilerden, doğa bilimcileri ve ekonomistlerden oluşan bir grubun böyle bir çalışmaya katılımı sağlanmalıydı. Aleksandrov yoldaş kitabı hazırlarken bilgili insanlardan oluşan böyle geniş bir çevrenin yardımına başvurmamakla büyük bir yanılgıya düşmüştür. Bu hatayı düzeltmek gerekir. Bizde felsefe konusunda ulaşılan bilgiler tabii ki kolektif olarak bütün Sovyet filozoflarının malıdır. Yazarların büyük bir grubunun ders kitabının hazırlatılmasına katılımını sağlama yöntemi, en yakın zamanda hazır olması beklenen ekonomi politik ders kitabının hazırlanmasında uygulanmaktadır; böyle bir kitabın hazırlanmasına tarihçiler ve filozoflar gibi ekonomistler de dâhil edilmiştir. Yapılan bu gibi çalışmalarda böyle bir yöntem her zaman çok daha güvenlidir. Aslında bunda; ideolojik alanda çalışanların kendi aralarında yetersiz ilişkileri olan farklı ekiplerin güçlerini, bilimsel değeri yüksek olan önemli sorunların çözümünde birleştirmek ve ideolojinin değişik branşlarında çalışanları akordu bozuk bir orkestra durumuna düşmemeleri için ortak harekete geçirebilecek şekilde örgütlemek gibi bir düşünce yatmaktadır. Örgütlü ve birlikte olmak başarılı olmanın büyük garantisidir.
Felsefe cephesinde, yönetici durumunda çalışanlar arasındaki nesnel hatalar nereden kaynaklanmaktadır? Buradaki tartışmada eski kuşak filozofların temsilcileri zamanından önce yaşlanıp, güçleri kalmayan ve mücadelelerindeki kavgacılıklarının yetersizliğini bahane ederek, genç filozofları haklı olarak neden kınadılar? Marksizm-Leninizm’in temelinin yeterince anlaşılamaması ve burjuva ideolojisinin etkisinde kalmaları herhalde bu sorunun tek cevabıdır. Bu, bu alanda çalışanların bazılarının; sosyalist inşa uğruna yapılan deneyimler ve modern doğa bilimlerinden elde edilen başarıların temelinde Marksizm-Leninizm’in sürekli gelişen, daima zenginleşen, canlı ve yaratıcı bir öğreti bulunduğunu hâlâ anlayamamaları demektir. Öğretimizin bu yaşayan devrimci yönünün yeterince değerlendirilememesi felsefe ve felsefenin rolünün küçümsenmesine yol açmamalıdır. Özellikle kavgacı ve militan ruhundaki bu yetersizliği bazı filozofların, pratik yaşamda her gün önlerine çıkan ve cevap verme zorunda kaldıkları çağdaşlıkla ilgili meselelerin çözümü gibi yeni meseleler hakkında güçlerini denemeden korktukları nedeninde aramak gerekmektedir. Sovyet toplumu ile Sovyet devleti teorilerini, çağdaş doğa bilimleri teorisini, etiği ve estetiği cesurca ileri götürmenin zamanı gelmiştir. Bolşeviklere özgü olmayan korkaklığa bir son vermek gerekmektedir. Gelişmede durgunluk varsa, bu felsefemizin cansızlaşarak, onun en değerli özelliklerinden biri olan gelişme gücünün yok edilmesi ve onun ölü, kısır bir dogmaya döndürülmesi demektir.
Bolşevik eleştiri ve özeleştiri konusundaki sorun filozoflarımız için yalnız pratik değil, aynı zamanda son derece teorik bir sorundur.
Diyalektiğin bize öğrettiği gibi eski ve yeni, yok olanla doğan, köhneleşen ve gelişmekte olan arasındaki mücadeleler gelişme sürecinin içsel özelliği ise, Sovyet felsefesi, diyalektiğin bu yasasının, sosyalist toplum koşullarında ve uygulanışındaki özgünlüğü nasıl işlediğini göstermek zorundadır. Sınıflara ayrılmış bir toplumda, bu yasanın bizim Sovyet toplumuna göre daha farklı işlediğini bilmekteyiz. Bilimsel araştırma yapmak için çok geniş imkânlar vardır, bu alanı bizim filozoflardan kimse yeterince değerlendirememektedir. Bu durumu daha önceden fark eden Partimiz, sosyalist toplumdaki çelişkilerin (bu çelişkiler vardır, filozoflar, korktuklarından bu çelişkiler hakkında yazmak istememektedirler) üstesinden gelinmesi ve açığa çıkarılması için sosyalizmin uğruna özel bir formül, yani Sovyet toplumumuzdaki eleştiri ve özeleştiri diye adlandırılan, eski ve yeni, yok olanla doğan arasında bir mücadele şekli geliştirmiştir.
Birbirine rakip sınıfların ortadan kaldırıldığı Sovyet toplumumuzda yeni ile eski arasında mücadele, yani alt seviyeden yüksek seviyeye doğru gelişme, kapitalizmdeki gibi kataklizm ve uzlaşmaz sınıfların mücadelesi şeklinde değil de, Partimizin elindeki büyük silah ve gelişmemizin asıl hareket gücü olan eleştiri ve özeleştiri şeklinde yapılmaktadır. Bu hiç şüphesiz, hareketin yeni bir görünüşü, gelişmenin yeni bir şekli ve yeni diyalektik kurallara uygun hareket etmek demektir.
Marx der ki: Daha önceki filozoflar yalnız dünyayı açıkladılar, ama asıl mesele dünyayı değiştirmektir. Biz eski dünyayı değiştirdik ve yenisini kurduk, ama ne yazık ki, filozoflarımız bu yeni dünyayı yeterince anlatamıyorlar, bu yeni dünyadaki değişimlere pek katlamıyorlar. Burada, yani bu geri kalmışlığın nedenini “teorik” olarak açıklamak gibi birkaç denemeye şahit olduk. Örneğin filozofların, yorumlama safhasında oldukça fazla kaldıklarından, kendi araştırmalarına zamanında geçemediklerinden bahsedildi. Açıklama bu ve hem de şükran dolu, ama inandırıcı değil. Bir filozofun yaratıcı çalışması tabii ki her şeyden üstün tutulmalıdır; bu yorumlanan ve daha doğrusu herkesin anlayacağı bir şekilde getirilen çalışmanın daraltılması gerektiği demek değildir. Halkımızın da bu çalışmaya ihtiyacı vardır.
Kaybolan zamanı telafi etmek için acele etmek gerekiyor. Sorunlar yarını beklemez. Komünizmin ve aynı zamanda sosyalizmin Büyük Anayurt Savaşı’nda kazandığı parlak zafer emperyalistlerin gırtlağına dayanmıştır. Marksizm’e karşı mücadelenin merkezi şimdi Amerika ve İngiltere’ye kaymıştır. En koyu gericilerle diğer gericilerin bütün gücü şimdi Marksizm’e karşı mücadelenin hizmetine geçmiştir. Yobaz ve kara koyu gericilerin canını sıkan Atom-Dolar demokrasisinin hizmetçi burjuva felsefesi tekrar gün ışığına çıkartılmış ve donatılmıştır: Vatikan ve ırkçı bir teori. Azgın milliyetçilik ve köhnemiş idealist felsefe. Satılmış sarı basın ve soysuzlaşmış burjuva sanatı. Ama güçlerinin kâfi gelmediği anlaşılıyor. Marksizm’e karşı sürdürülen “ideolojik” savaşın bayrağı altında şimdi daha çok askeri silâhaltına almaktadırlar. Gangsterler, belalılar, casuslar ve cinayet zanlıları bu mücadeleye iştirak etmektedir. Şu yeni örneğe bir bakın; geçenlerde “İzvestiya”daki bir habere göre redaktörlüğünü varoluşçuluğun temsilcisi Sartre’in yaptığı “Tan Modern” dergisinde, yeni bir ilhamla nakledilen cinayet sanığı yazar Jana Jene’nin “Hırsızın Günlüğü” kitabı şu sözlerle başlamaktadır: ‘”İhanet, Hırsızlık ve Homoseksüellik’ işte tüm bunlar benim ana konularımı oluşturacak. İhanet, hırsızlık ve aşk maceraları gibi zevklerim arasında organik bir bağ bulunmaktadır.” Anlaşılan, yazar işini biliyor. Bu Jana Jene’nin piyesleri haddinden fazla abartılıp Paris sahnelerinde gösterilmekte iken, Jana Jene bin-bir rica ile Amerika’ya davet ediliyor. İşte burjuva kültürünün son sözü.
Faşizme karşı kazandığımız zaferden elde edilen deneyimlerden sonra idealist felsefenin, bütün halkı nasıl bir çıkmaz sokağa götürdüğünü bilmekteyiz. Şimdi o, burjuvazinin yıkılışındaki tüm derinliği, alçaklığı ve çirkefliği yansıtarak her şeyi yeni, kirli ve tiksindirici bir şekilde gözler önüne sermektedir. Felsefede belalı ve cinayet zanlılarının bulunması gerçekten de ölüme ve soysuzlaşmaya yakın olmak demektir. Ne yazık ki, bu güçler hayattalar ve kitlelerin bilincini hâlâ zehirlemekteler.
Modern burjuva bilimi, acımadan foyası meydana çıkarılması gereken yeni gerekçeler gösterilen fideizmi (Tanrıya inanmanın zorunluluğu görüşü -çev. notu) ve yobazlığı donatmaktadır. Örneğin; İngiliz gökbilimcisi Eddington’un, hiçbir şeye dayanmadan, sayıların Pitagoras mistiğine varan ve apokaliptik sayı 666 gibi matematik formüllerden dünyanın asıl sabit değerlerinden çıkan dünyanın fiziksel sabit değerler teorisine bir bakın. Einstein sonrası birçok araştırmacı, diyalektik bilgiler ile mutlak ve birbirine bağıntılı gerçekler arasındaki ilişkileri kavrayamadan, sonsuz evren gibi evrendeki son ve sınırlı hareket kanunlarının araştırma sonuçlarına vararak dünyanın sonsuzluğu ve zamanla da dünyanın boşluğundaki sınırlılık konusunda anlaşmaktadırlar, hatta gökbilimci Miln dünyanın 2 milyar yıl önce kurulduğunu hesap etmektedir. Büyük vatandaş filozof Bacon’un onların bilimlerinin acizliğini doğaya karşı iftiraya döndürdükleri konusundaki sözleri, bu İngiliz bilim adamlarına karşı kullanmak gerekir.
Burjuvazi atom fizikçilerinin laf kalabalığı yapan Rantçıları elektronda “özgür irade” sonucunu elde ederek, maddeyi sadece bir dalgalar bileşimi şeklinde ifade eden denemelere ve başka anlaşılmazlıklara varmaktadırlar.
Modern doğa bilimlerinin sonuçlarını analiz etmek ve genel hükümler vermek zorunda olan filozoflarımız için burada pek büyük bir faaliyet alanı bulunmaktadır, onlar Engels’in, “doğa bilimleri çağını oluşturan her yeni bir buluşla materyalizmin yeni bir görünüş kazanacağı” sözünü hafızalarında tutmalıdırlar. (F. Engels, Ludvig Feuerbach, K. Marx ve F. Engels, Eserleri, XIV. Cilt, sf. 647)
Marksizm’in zafere ulaştığı ülkenin filozofları, soysuzlaşmış ve iğrenç burjuva ideolojisine karşı verilen savaşta başı biz değil de kim çekecek, o ideolojiye ölümcül darbeyi, biz değil de kim vuracak!
Savaşın yıkıntılarından sonra, yeni demokratik devletler ile sömürülen halkların ulusal bağımsızlık hareketleri yayılmıştır. Sosyalizm, halkların yaşamını düzene sokmak için ayağa kalkmıştır. Marksizm’in zafere ulaştığı ülkenin filozofları; yurtdışındaki dost ve kardeşlere yardım edip, onların mücadelesini bilimsel ve sosyalist bilincin ışığıyla biz değil de kim aydınlatacak, onları bilgilendirip, Marksizm’in ideolojik silahıyla donatmayı biz değil de kim yapacak?
Ülkemizde sosyalist ekonomi ve kültür güçlü bir şekilde gelişmektedir. Sosyalist bilincin devamlı artması, bizim de ideolojik çalışmalarımızı daha fazla yapmamızı zorunlu kılmaktadır. İnsanların zihninde burjuva ideolojisinden kalma izlere amansız saldırı hâlâ devam etmektedir. Felsefe cephesinde çalışanlar arasında başı çekerek, yine aynı derecede sosyalizmde ortaya çıkan yeni sorunların çözümünde ve sosyalist inşa sırasında kazanılan önemli deneyimlerden sonuçlar çıkarıp, bilincin Marksist teorisini uygulamayı bizim filozoflarımız değil de kim yapacak!
Bu önemli meseleler hakkında sizlere birkaç soru yöneltmek mümkün mü? Filozoflarımız yeni sorunları omzumuzdan kaldıracak yetenekte mi, felsefe cephaneliğimizde yeterince barut var mı, felsefenin gücü zayıflamadı ya. Bilimin yapıldığı felsefe kadrolarımız kendi öz güçleriyle gelişmelerindeki yetersizlikleri giderecek ve çalışmalarını yeniden yönlendirecek yeteneğe sahipler mi? Bu gibi konularda hemfikir olunmalı. Felsefe tartışmaları bu gücün bulunduğunu, hatta hiç de az olmadığını ve bu gücün tüm eksiklikleri giderecek düzeyde olduğunu göstermiştir. İnsanın daha çok kendi gücüne inanarak, önemli çağdaş problemlerin çözümünde etkin bir mücadele verip, gücünü daha çok denemesi gerekmektedir. Çalışmalarda savaşımcı olmayan ruha son vermeliyiz, eskimiş Âdem’den silkinip, bir zamanlar Marx, Engels ve Lenin’in çalıştığı gibi, hatta Stalin’in hâlâ çalıştığı gibi çalışmaya başlamak gerekmektedir. (Alkışlar)
Yoldaşlar, anımsayacağınız gibi, bir zamanlar Engels, “Marksizm” kitabının baskısının 2–3 bin nüshayla yayınlanmasının politik olaylar konusunda önemli bir anlam taşıdığını sevinerek ifade etmişti. Bizim şimdiki ölçülerimize göre bu sayı o kadar önemli değil, ama Engels’in şu sözü doğru: “Marksist felsefe işçi sınıfı arasında derin bir kök saldı.” Marksist felsefenin halkımızın geniş katmanlarına yayılışına ne demek lazım, felsefe eserlerinin bizde, halkımızda on milyonlarca nüsha ile yayıldığını, acaba Marx ile Engels bilselerdi, ne düşünürlerdi? Bu, Marksizm’in gerçek bir yaratıcılığıdır. Bu, dünyada benzeri olmayan Marx-Engels-Lenin-Stalin’in büyük öğretisinin felsefemizi göklere çıkarttığının çok canlı bir kanıtıdır. Çağımıza, Lenin-Stalin’in çağına, halkımızın ve galip-halkımızın çağına layık olsun, (şiddetli, dinmeyen alkışlar).
(“Voprosı Filosofii” Dergisi, No: 1, 1947)

Ekim 1997

Sovyet sisteminin tükenmez gücü

Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik) Merkez Komitesi Sekreteri Andrey Aleksandroviç Jdanov’un, Moskova İşçi Delegeleri Sovyet’inin, parti temsilcileri, toplumsal örgütler ve Sovyet Ordusu’nun katılımıyla Büyük Ekim Devriminin 29. yıldönümü nedeniyle gerçekleştirilen toplantıya sunduğu son derece önemli saptamalarda bulunan raporu okuyucuların dikkatine sunuyoruz. Türkçesi ilk olarak yayınlanan belge, Olcay Geridönmez tarafından çevrildi.

Yoldaşlar! Sovyetler Birliğinin emekçileri bugün, Sosyalist devrimimizin 29. yıldönümünü kutluyorlar.
Geçen yıl büyük bayramımızı, Alman faşistlerinin, ardından Japon emperyalistlerinin yok edilmesiyle son bulan anavatan savaşının bitiminden kısa bir süre sonra kutlamıştık.
1945 yılı, Sovyet halkının ve özgürlük tutkunu diğer halkların faşizm ve saldırganlık karşısında kazandıkları büyük zaferin yılı olarak tarihe geçti.
1946, savaş sonrası ilk yıldır. Sovyet halkı, faşist saldırganlarla yürütülen ölüm kalım savaşından zaferle çıkaktan ve barışçı çalışmalarına döndükten sonra, bütün gücünü savaşın ağır sonuçlarını ortadan kaldırmaya, sosyalizmin sağlamlaştırılması ve geliştirilmesine yoğunlaştırdı. Bu görevlerin yerine getirilmesi mücadelesinde Sovyet halkı, tıpkı anavatan savaşı sırasında olduğu gibi, ne gücünü esirgedi ne de emeğini vermekten sakındı, ülkenin ve devletin çıkarlarının tüm gereklerini yerine getirdi.
Sovyet halkı, savaş sonrası güçlükleri büyük bir fedakârlıkla ve sosyalist düzenin yıkılmaz iktidarına dayanarak aşıyor, Lenin’in bize gösterdiği, Stalin yoldaşın bize önderlik ettiği yolda başarıyla ilerliyor. (Şiddetli alkışlar)

I) SAVAŞ SONRASI İLK YIL
Geçen yıl Sovyet ülkemiz, barışçı sosyalist gelişmesine yeniden başladı. Sovyet devleti ekonomisini, barış dönemi koşulları ve görevleri doğrultusunda yeniden düzenlemektedir. Bütün çalışmamız, Stalin yoldaşın Sovyet devletinin acil görevlerine ilişkin verdiği direktifler ışığında yürütülmektedir. “Biz,” demişti Stalin yoldaş, “ulusal ekonominin savaş öncesi düzeyini en yakın gelecekte önemli oranda aşmak, halkın maddi refah düzeyini yükseltmek, Sovyet devletinin askeri ve ekonomik gücünü daha da sağlamlaştırmak için, düşmanın ülkemizde açtığı yaratan en kısa zamanda sarmalı ve ulusal ekonomiyi yeniden savaş öncesi düzeyine ulaştırmalıyız.”
Her birimiz, bu görevlerin kolaylıkla gerçekleştirilemeyeceğini biliyor. Alman faşist saldırganlar, Sovyet ekonomisine çok büyük zararlar vermiştir. Faşist barbarlar, on binlerce fabrika, devlet çiftliği, kolektif çiftlik, Makine ve Traktör İstasyonu’nu yakıp yıktılar. Ülkemizin batısındaki demiryolu ağını tamamıyla tahrip ettiler. Faşistler, koca bölgeleri tümüyle harap ederek buraları çöle çevirdiler, Sovyet insanının yıllar boyu ortaya koyduğu cefakâr emeğinin meyvelerini yok edip milyonlarca Sovyet köylüsünü evsiz bıraktılar.
Vatanımızın tarihinde, şu son savaş kadar çok sayıda insan fidanını İcran, kentlerde, köylerde, sanayide, ulaştırmada ve tarımda böylesi eşi görülmemiş bir kıyım yaratan bir savaş görülmedi. Böyle büyük bir yıkım karşısında kapitalist devletlerin her biri, en büyük ve moderni dahi, onlarca yıl geriye düşer, tali bir güç haline dönüşürdü. Ancak Sovyetler Birliği’nde böyle olmadı.
Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı’ndan güçlü, kudretli bir biçimde çıktı. Kapitalist devletlerden farklı olarak ülkemiz, barışçı yeniden inşaya geçişi, kriz ve sarsıntı geçirmeden gerçekleştirdi. Üstelik İkinci Dünya Savaşı’nın Sovyetler Birliği’ne, Hitler Almanya’sına karşı savaşan öteki tüm ülkelerle; toprakları düşman işgaline uğramayan ve bu nedenle ulusal ekonominin savaş sonrası yeniden inşası görevleriyle karşılaşmayan Birleşik Devletler ve İngiltere gibi ülkelerle ise hiç mi hiç karşılaştırılamayacak kadar büyük bir zarar verdiği bilinmektedir. Ne var ki bu ülkelerde savaş sonrası döneme, ağır ekonomik ve politik krizler eşlik etmektedir.
Savaş döneminden barış dönemine geçiş, kapitalist ülkelerde, pazarın son derece daralmasına, üretimin düşmesine, fabrikaların kapanmasına, işsizliğin artmasına yol açtı. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde sanayi ürünleri toplamı, 1946’da 1943 yılına göre üçte biri aşan bir gerileme gösterirken, işsiz sayısının resmi verilere göre üç milyon sınırını aştığı bilinmektedir.
Savaştan barışa geçişle birlikte Sovyet ordusu mevcudu önemli oranda düşürülmüş, askeri bütçe üçte iki oranında azaltılmış, fabrika ve işletmeler barış üretimine göre düzenlenmiştir; buna karşın, Sovyetler Birliği’nde fabrika ve işletmelerin kapatılması, üretimin düşürülmesi ve işsizlik gibi durumlar yaşanmamıştır.
Sovyet halkı, ekonomik kriz ya da işsiz kalma korkusu duymaksızın güvenle yolunda yürümektedir. Çünkü Sovyetler Birliği’nin ekonomik örgütlenmesi, ne krizler ne de işsizlik tanıyan farklı, daha üstün sosyalist sisteme dayanmaktadır.
Ne var ki bu, savaş sonrası ulusal ekonominin yeniden inşasının, işçilerin, devlet çalışanlarının ve köylülerin ortak dava uğruna fedakârlıklarda bulunmaksızın gerçekleşebileceği anlamına gelmiyor. Savaşın ağır mirasını -yıkım ve tahribat- ortadan kaldırmanın ve ulusal ekonomiyi yeniden inşanın, ancak ciddi fedakârlıklar yaparak olanaklı olduğunu göz önünde bulundurmalıyız. Buna karşın bu fedakârlıklar, kapitalistlerin savaş sonrası toparlanmanın bütün yükünü işçilerin, köylülerin ve memurların sırtına yıktığı kapitalist devrederdeki işçi ve emekçilerin olağanüstü büyük fedakârlıklarıyla karşılaştırılamaz. Kapitalist ülkelerde bu yük her şeyden önce, milyonlarca işçi ve emekçinin işyerlerinden atılarak işsizliğin devasa boyutlara ulaşmasından oluşmaktadır.
Bizde işsizlik sorunu yoktur ve olmayacaktır da. Bu, ülkemiz işçi ve emekçileri için büyük bir rahatlamayı ifade eder. Kalkınma dönemlerini, ekonomik sistemin tamamını temellerine kadar sarsan, yarını belli olmayan emekçilerde sürekli bir endişe yaratan kriz dönemlerinin takip etmesine yol açan kapitalist sisteme özgü üretim anarşisi bizde yoktur. Bizim ekonomik yaşamımız ulusal ekonomik bir plan tarafından yönlendirilmektedir.
Savaştan önceki barışçı inşa döneminde Sovyet devleti, ulusal ekonomimizin sosyalist dönüşümünü bütünlüklü bir plan uyarınca gerçekleştiriyordu. Savaş yıllarında ise ülkemizdeki bütün yardımcı kaynaklar planlı olarak cephenin ihtiyaçları için seferber edildi. Şimdi de Sovyet devleti, aynı biçimde SSCB’nin ulusal ekonomisinin yeniden kurulması ve geliştirilmesi işlerini, yeni beş yıllık plan ışığında örgütlemektedir. Genç sosyalist bir güç olarak SSCB’nin yeniden doğuşunu ve ilerleyişini sağlamak amacındaki yeni beş yıllık plan kapsamında kadın-erkek her Sovyet yurttaşı gücünü, yetenek ve becerisini onurla kullanma alanı bulacaktır. (Şiddetli alkışlar)
Sovyet yurttaşı, bütün halkın ve devletin çıkarlarını her şeyin üstünde tutmayı ilke edinmiştir. Genelin sorunlarını, en özel kişisel sorunu olarak görür. Bu nedenle Sovyet halkı yeni beş yıllık planı, kendi yaşamsal ve acil gereksinimlerine uygun bir mücadele programı olarak algıladı.
Yaratıcı Çalışma
Yaratıcı çalışmanın coşkusu milyonlarca insanı sardı. Beş yıllık planı gerçekleştirmek ve aşmak üzere girişilen sosyalist yarış bütün ülkeye yayıldı. İlerleme arzusu içindeki Sovyet halkı, ulusal ekonominin ve kültürün her dalını daha da geliştirmenin yol ve olanaklarını bulmakladır. Savaşın sınamalarından geçmiş SSCB halklarının sağlamlaşmış ve çelikleşmiş dostluğu, barış dönemindeki kültürün ve ulusal ekonominin atılımı ve gelişimi için güçlü bir dayanaktır.
Stalin Yoldaş, ”Komünist Parti önderliğindeki Sovyet halkı, yeni beş yıllık planı yalnızca yerine getirmek için değil, aşmak için de hiçbir güç ve çabayı esirgemeyecektir,” demişti. Şimdi herkes, önderimizin bu yüreklendirici sözlerinin başarıyla yaşama geçirildiğini görmektedir.
Ulusal ekonomimizin yeniden kuruluşunun ilk sonuçları alınmıştır. Düşmanın yaraladığı ülkemiz yeniden canlanmakta, yıkıntıların arasından binlerce fabrika, maden ocağı, kolektif çiftlik, devlet çiftliği, okul, yüksek okul, bilimsel araştırma enstitüsü yükselmektedir. Savaş öncesi beş yıllık planlar doğrultusunda kurulmuş, şimdi ise, küllerle molozların içinden yeniden yaşama dönmekte olan fabrikaların onarılıp faaliyete geçiş haberleri ülkemizde büyük bir doyum duygusuyla karşılanıyor. Stalingrad’lı ve Harkovlu traktör fabrikaları, Rostov’daki tarım makineleri fabrikası, Aşağı Svir’deki hidroelektrik santrali, Baktık Denizi-Beyaz Deniz kanalı ve daha birçok dev girişim yeniden faaliyete geçmiş bulunuyor. Yeniden inşa edilen Dinyeper Enerji Santralı kısa sürede faaliyete başlayacak. Almanlar tarafından tamamen yıkıma uğratılmış Donetz Havzası, kömür üretimini savaş öncesi düzeye çıkarma yolunda güvenle ilerlemektedir. Faşist düşmanlarca ne büyük bir titizlikle yıkıma uğratıldıklarını ve şanlı adlarının yeniden, Sovyetler Birliğinin faaliyette olan ve adları emek kahramanlıklarıyla öne çıkan fabrika ve işletmelerinin arasında yer almaları için Sovyet halkının vermek zorunda kaldığı olağanüstü çabayı bildiğinden, halkımız, bu işletmelerin yeniden doğuşunu, ölüleri dirilmişçesine büyük bir sevinçle selamlamaktadır.
Bu süreçte bir dizi yeni fabrika da kurulmaktadır. Kurulmakta olan yeni makine ve demir-çelik fabrikalarının bir kısmı üretime geçmiş bulunuyor. Maden işletmeleri, enerji santralleri, demiryolu hatları, tekstil, kimya ve daha birçok sanayi dalında ki fabrikalar üretime başladı. Ulusal ekonominin onarımı ve geliştirilmesi, yeni teknik donanımlar eşliğinde yürütülüyor. Sanayi tüketim mallarının toplam üretimi 1946 yılının ilk dokuz ayında, bir önceki yıla oranla yüzde 19’luk bir artış gösterdi. Demiryollarında, yüklenen günlük ortalama vagon sayısı aynı süre içinde yüzde 12 arttı.
Alman işgaline uğramış bölgelerde tahrip edilmiş köyler, kentler ve kültürel yapıların yeniden inşa çalışmaları geniş kapsamda ele alındı. Ne var ki, yıkımın büyüklüğü ve yeniden inşa çalışmasının kapsamı göz önünde bulundurulduğunda, buralarda atılmış ilk adımlardan söz edebiliyoruz henüz. Stalin yoldaş, .Alman işgalcilerinin harabeye çevirdiği bölgeleri yeniden ayağa kaldırmak için altı-yedi yıl, hatta daha çok zaman gerekeceğine işaret etmektedir.
Ardımızda bıraktığımız yıl, ülkemizin hızlı bir ilerleme için büyük olanaklara sahip olduğunu göstermiştir. Buna karşın, beş yıllık planı uygularken, üstesinden gelmemiz gereken birçok güçlükle karşılaşacağız. Tek başına ulusal ekonominin savaş üretiminden barışçı gelişmeye dönüştürülmesi bile, beraberinde önemli ekonomik, örgütsel ve teknik güçlükler getirmektedir. Bunun yanı sıra devletimizin, salt hali hazırdaki üretim temelinden yararlanmakla yetinemeyeceğini, ayrıca sanayinin üretim temelini olduğu gibi, ulusal ekonominin öteki dallarını da yeniden faaliyete geçirme ve geliştirmeyi de amaçladığını göz önünde bulundurduğumuzda, bu görevin yerine getirilmesinin ne kadar çok malzeme ve para gerektirdiği daha açık bir biçimde ortaya çıkacaktır.
Yeni beş yıllık plan çerçevesinde, yalnızca ulusal ekonomiye yapılacak merkezi sermaye yatırımlarının iki yüz elli milyar Rubleyi aşması öngörülüyor. Bu masrafın karşılanmasını güvence altına almak için ekonomik yönetimin sosyalist yöntemlerim, tutumluluk ve verimlilik sistemine dayanan rejimi güçlendirmemiz ve geliştirmemiz, kötü ekonomik yönetimi, aşırı şişmiş personel istihdamını ve yüksek üretim masraflarını kararlılıkla ortadan kaldırmamız ve ulusal ekonomimizin onarımı ve geliştirilmesi için gerekli olan bütün yardımcı kuvvetlerimizi ve bütün yedek kaynaklarımızı seferber etmemiz gerekmektedir.
Bazı iktisatçılarımız, Lenin ve Stalin’in birçok kez sözünü ettikleri tutumluluk rejiminin, kısa süreli bir kampanya olmadığı, tersine, ekonomi yönetiminin sosyalizme özgü yöntemlerinden biri olduğunu bugüne kadar kavramış değiller. Sovyet halkı bu direktifi daima belleğinde canlı tutmalı ve çalışmasını titizlikle bu doğrultuda yürütmelidir.
Barış dönemine geçiş süreci, karne sisteminin kaldırılmasını ve normal ticarete dönüşü de hedeflemektedir. Büyük bir savaş yürütüldüğünde, onu tek yönlü bir savaş karakterine büründürmek üzere ulusal ekonomiyi altüst etmek zorunda kalındığında, cephedeki orduya düzenli iaşe akışını sağlamak için cephe gerisindeki tüketimin kısıtlanmasını ve fiyat farklılıklarını kabullenmek durumunda kalındığında, karne sistemi belası kaçınılmaz olur. Savaş bitip seferberlik kaldırıldığında, karne sisteminin gerekliliği ortadan kalkar. Bu kez de fiyat farklılıkları belası baş gösterir. Normal bir ticarete, üretimin ve tüketimin her açıdan daha yüksek bir gelişimine ulaşmak için bu belayı ortadan kaldırmak zorunludur. Bir dizi bölgede yaşanan kuraklık ve devletin besin maddesi stoklarındaki erime, karne sisteminin kaldırılmasının 1946’dan 1947’ye ertelenmesini zorunlu kıldı. Yüksek ticari fiyatları aşağı çekmek ve karneye bağlanmış besin maddelerinin aşırı düşük fiyatlarını artırmak, karne sisteminin kaldırılması ve 1947’de tek fiyat uygulamasının ön koşullarını yaratmak için, bir dizi kaçınılmaz geçiş önlemi almak yine bir zorunluluk oldu.
Sovyet hükümeti, karneye bağlanmış gıda maddeleri fiyatlarının zamlanmasının getirdiği güçlükleri göz önünde bulundurdu ve bu nokrada, işçi, devlet çalışanı ve köylülerden büyük fedakârlıklar talep etmek zorunda olduğunu gördü. Çünkü bu tür fedakârlıkla! olmaksızın, savaşın ağır mirasını bertaraf ermek ve temelinden sarsılmış ulusal ekonomiyi onarmak olanaksız olacaktı. Sovyet hükümeti, düşük ya da ortalama bir ücret alan işçi ve emekçilerin kayıplarını gidermek için bir dizi önlem aldı.
Ticaretin geliştirilmesi ve tüketim malları üretiminin arttırılması sorunu, şimdi Sovyet devletinin özel bir önemle eğildiği görevlerinden biridir. Karne sisteminin kaldırılmasına bağlı olarak uygulamaya konuları ortak devlet fiyatlarının tutarlı bir biçimde düşürülmesinin ön koşulunu yaratmak istiyorsak, devlet, kooperatif ve yerel sanayilerin tüketim malları üretimini önemli oranda arttırması bu noktada belirleyici olacaktır. Ticaretin gelişmesi için, kentlerde ve işçi semtlerindeki devlet ticaretinin, yanı sıra kooperatiflerce yürütülen ticareti de geliştirmek yoluyla her türlü yardımcı kaynaktan yararlanmak bundan sonra da bir zorunluluktur. Ticareti ne kadar kapsamlı geliştirirsek, emekçilerin refah düzeyi de o kadar çabuk düzelir, yaşamsal ihtiyaçları karşılanır, reel ücretlerin düzeyi yükselir ve ruble istikrar kazanır. Bu acil görevleri yerine getirmek için, Sovyet ve para organlarımızın, ticari örgütlenmenin ve tüketim maddeleri üretiminin iyileştirilmesine verdikleri önem kesin bir biçimde artmak durumundadır. “Ülkenin ekonomik yaşamının serpilip gelişmesinin ve sanayiyle tarımın, üretimlerini daha da arttırmak doğrultusunda bir teşvik görmelerinin,” diyor Stalin yoldaş, “bir başka önkoşulu daha vardır. Bu da, kent ve kır arasında, ilçeler ve bölgeler arasında, ulusal ekonominin çeşitli dalları arasında gelişmiş bir ticarettir.”
Sanayi işletmeleriyle inşaat projelerimize daha güçlü bir işgücü donanımının sağlanması sorunu yakıcı hale gelmiştir. Para ve malzeme stokları gibi üretim etmenlerine sahip olunabilir, ancak işgücü yetersizse para ve malzeme stoklarından gereken verimlilikte yararlanılamaz ve üretim planı havada kalır. Sovyet devleti, kapitalist devletlerdeki gibi köylü ekonomisinin yıkımı ve kent küçük burjuvazisinin iflas ettirilmesine dayanan işgücü takviye kaynaklarına sahip değildir. Sosyalist sisteme sahip bizim devletimizde işgücünü takviye eden bu tür kaynaklar ortadan kaldırılmıştır. Oysa ulusal ekonominin onarılması ve geliştirilmesi planının uygulanmasının en belirleyici önkoşulu, sanayi, ulaştırma ve inşaat alanlarına işgücü sağlanmasıdır. Bu, devletin büyüyen ulusal ekonomideki işgücü açığını kapatmak üzere yeni yollar aramak durumunda olduğu anlamına gelmektedir.
Henüz savaşa girmemişken Sovyet devleti, bu sorunu, devletin ihtiyaç duyduğu yere gönderdiği, resmi yedek işgüçleri aracılığıyla çözmek yoluna girmişti. Ve savaştan sonra bu sorun, ne kadar da yakıcı hale gelmiştir! Alman saldırıları, Almanlarla çarpışmalar sırasında, Alman işgali ve Sovyet insanlarının zorunlu işçilik yapmak üzere Almanya’ya götürülmesi sonucu Sovyetler Birliği’nin yaklaşık yedi milyon insanını geri getirilemez bir biçimde kaybettiği biliniyor. Bu devasa kayıp, Sovyet toplumundaki emekçilerin en aktif bölümünü hedef almıştır. Bu kaybın yeniden inşa çalışmalarımıza olumsuz bir etki yaptığı açıktır.
Bu sorun, mesleki ve teknik okullarda eğitilmiş işgücü kaynaklarının artırılması, Urallar’da, Sibirya’da ve Uzak Doğu’da, maddi durumlarıma iyileştirilmesi ve barınma sorunlarının çözülmesi temelinde -ki bilindiği gibi bakanlar kurulunun aldığı karar da bunları öngörmektedir- sabit işgücü kontenjanlarının yaratılması, ayrıca işgücü kaynaklarının üretimin gereksinimi doğrultusunda sanayi içerisinde yeniden dağıtımı, yoğun bir emek-gücü gerektiren üretim süreçlerinin hızlı bir dönüşümle mekanikleştirilmesi ve de verimliliğin artırılması yoluyla çözülebilir ve çözülmek zorundadır.
Tarımın görevleri
Tarımın yeniden kurulması ve geliştirilmesi alanında da çözülmesi gereken birçok sorunla karşı karşıyayız. Savaş tarımsal üretim temelini fazlasıyla sarsmış bulunuyor. Büyükbaş hayvanlarla ve çeşitli işlerde çalıştırılan atların sayısında büyük bir düşme yaşandı. Makine ve traktör envanteri düştü. Kolektif çiftliklerde işgücü azaldı. Savaşın neden olduğu güçlüklere, ülkedeki bir dizi bölgede yaşanan kuraklıklara bağlı olarak ortaya çıkan olumsuzluklar eklendi.
Hasadın coğrafi dağılımındaki değişim ve dengesizliği karşısında bu yılki tahıl tedarik planının yerine getirilmesi son derece büyük bir önem taşımaktadır. Altaylar’daki köylü kolektiflerinin inisiyatifiyle birçok bölgedeki köylüler geçtiğimiz haftalarda, tahıl tedarik olanını belirlenen tarihten önce yerine getirme ve aşma yükümlülüğü altına girmişlerdir. Bu olgu ancak Sovyet köylüsünün derin yurtseverliğinin yeni bir ifadesi olarak yorumlanabilir. Parti ve Sovyet organları örgütsel, ideolojik, politik çalışmalarıyla köylülerin devlete karşı yükümlülüklerini yerine getirmelerine yardımcı olmalıdırlar.
Şimdi, tarımda önemli bir atılım söz konusu olduğu için sanayimiz köylere geniş bir destek başlatmak, onları traktörler, biçerdöverler ve diğer tarımsal makine ve yedek parçalarıyla donatmak durumundadır. Ancak sorun bununla bitmiyor. Ayrıca, kolektif çiftliklerin yönetim sorunlarının ciddi şekilde ele alınması ve iyileştirmelere gidilmesi zorunludur. Sen yıllarda bir dizi bölgede, tarımsal üretim kooperatiflerinin statüleri ciddi bir biçimde ihlal edildi ve bu, kolektif çiftlik sisteminin temellerini sarsmıştır. Kolektif çiftliklere ait kamu arazilerine el konulması ve kolektif çittik mülkiyetlerinin zimmete geçirilmesi olaylarının yaygınlık kazandığı saptandı. Kolektif çiftliklerin ortak mülklerini yıkımdan korumak ve kolektif çiftlikler sisteminin temeli olan tarımsal üretim kooperatiflerinin daha güçlendirilmesini sağlayacak önlemler almak durumunda kalındı.
Bu bağlamda SSCB Bakanlar Kurulu ile Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin, kolektif çiftliklerdeki tarımsal üretim kooperatiflerinin statüsünü ihlallerin ortadan kaldırılmasına yönelik önlemler konusunda, Stalin yoldaşın inisiyatifiyle aldığı kararın ne büyük bir öneme sahip olduğu açıktır. Hükümet bünyesinde kolektif çiftlikler sorunlarıyla ilgilenecek bir kurul oluşturuldu. Bu kurulda, tarımsal kooperatiflerin statülerinde bir düzeltine yaratmak, toplumsal kolektif çiftliklerin sistematik bir biçimde yayılmasını, tarımsal üretim kooperatifleri statüsünün korunmasının sıkı bir denetimini sağlamak ve yönetmeliği ihlal etme girişimlerine karşı kolektif mülkleri koruma altına almak doğrultusunda alınacak önlemleri hazırlamak üzere kolektif çiftlik sisteminde doğrudan yer alan işçilerden oluşan büyük bir grup yer almaktadır.
Alınan bu kararların kolektif çiftlik düzeni davası için taşıdığı olağanüstü önemin ayrıca ortaya konulmasına gerek yoktur herhalde. Kolektif çiftlik düzeni sorunlarında Bolşevik çizginin bu tahrifatına ve bu tahrifatın sorumlularına etkili bir darbe vurulmuştur. Toplumsal ilkelerin zayıflatılmasına yol açan ve kolektif çiftliklerde açgözlü, spekülatif unsurların gelişmesine meydan veren kolektif çiftlik yaşamındaki ciddi eksiklikler, kesin bir açıklıkla ortaya konulmuştur. Bakanlar Kurulunun ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin kararı, kolektif çiftliklerde düzeni sağlamak için ve ortak yaşamın sarsılan birçok dayanaklarını yeniden kurmak için tüm dürüst kolektif çiftçilerin eline güçlü bir silah vermiştir. Bu karar, kolektif çiftliklerde büyük bir hoşnutlukla karşılanmıştır. Tek tek nahiyelerde temsilcileri bulunan Kolektif Çiftlikler Sorunları Kurulu bünyesinde, kolektif çiftlikler sisteminin çıkarlarını güvence altına alan güçlü ve belirleyici bir örgüt yaratıldı. Stalin Yoldaşın müdahalesi ve yardımıyla kolektif çiftliklerimizin sağlamlaştırılmasının güçlü bir temele oturtulduğuna ve tam bir başarıyla taçlandığına kuşku yoktur. (Alkışlar)
Sovyet kültür çalışması
Yoldaşlar! Büyük inşa görevlerinin ve ulusal ekonomimizin yeniden onarılmasına ve daha da geliştirilmesine ilişkin planların yerine getirilmesi,, yüksek bir ideolojik düzey ve eğitim, kültür çalışmalarının daha geniş bir kapsama ulaştırılmasını gerektirmektedir. Bilinçli bir Sovyet yurttaşı olmak, partinin ve Sovyet devletinin politikalarını kavramak, bu politikaların gerçekleştirilmesine var güçle katılmak anlamına gelir. Sosyalist bilinç, Sovyet toplumunun gelişmesini hızlandırır, gücünün ve iktidarının kaynaklarını zenginleştirir. Bu nedenle, halkın politik ve kültürel düzeyinin sürekli olarak geliştirilmesi, Sovyet sistemi için yaşamsal bir zorunluluktur. Sovyetler Birliğinin anavatan savaşındaki zaferi, birçok açıdan partinin, gençliğimize sürekli olarak cesaret ve kendi gücüne güven aşılayarak emekçi kitlelerin arasında gerçekleştirdiği eğitim çalışmasının bir meyvesiydi.
Savaş yıllarında, o zamanlar egemen olan koşullar nedeniyle, Sovyet halkının ideolojik ve kültürel ihtiyaçlarını yeterince karşılayacak durumda değildik. İdeolojik ve kültürel gereksinim artmıştır. Bütün bunlar, halkın ve devletin eğitim, kültür, sanat alanındaki gereksinimleri doğrultusunda hizmet vermekle karşı karşıya olan Sovyet aydınlarına büyük bir sorumluluk yüklemektedir.
Parti Merkez Komitesi’nin, kısa bir süre önce, edebiyatımız ve sanatımızda, kabul edilemez bir ideoloji yoksunluğu ve apolitik bir yaklaşım saptadığını biliyorsunuz. Bu ideoloji yoksunluğunun niteliğinin bilincindeyiz. Bunlar, kapitalizmin insan bilincinde bıraktığı, aşılması ve yok edilmesi gereken kalıntılardır. Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin ideolojik ve politik çalışmanın sorunlarına ilişkin aldığı son kararlar, her türden ideolojik bozuşmaya karşı Bolşevik uzlaşmazlığın sağlamlaştırılmasına yöneliktir ve sosyalist kültürümüzün tüm araçlarını -basın, propaganda, ajitasyon, bilim, edebiyat ve sanat- yeni ve daha üstün bir düzeye çıkarmayı amaçlamaktadır.
Genç neslimizin politik eğitimi özellikle büyük bir önem taşır. Sovyet sistemi, gençliğin ideolojik yoksulluk, politikayla uyuşmazlık doğrultusunda eğitilmesine tahammül edemez. Gençlik, zararlı etkilerden korunmalı, eğitim ve öğretimleri Bolşevik ideoloji doğrultusunda gerçekleştirilmelidir. Sosyalizmi inşa edecek yürekli, davamızın zaferine inanan, gözü pek, zorluklar karşısında yılgınlığa düşmeyen ve bütün engelleri aşmaya hazır bir ustalar neslini ancak bu yolla yetiştirebiliriz.
Sovyet devleti bilimin gelişmesine özel bir önem vermektedir. Komünist partinin önümüzdeki döneme ilişkin planlarında Stalin yoldaş, bilimin güçlendirilmesinin olağanüstü önemini vurgulamaktadır. Sovyet hükümetinin, bilim adamlarımızın bilimsel çalışmalarını geliştirmeleri için ve Stalin’in önlerine koyduğu, bilimin yurtdışındaki kazanımlarını yalnızca en yakın gelecekte edinmeyi değil ayrıca aşma görevini yerine, getirmeleri için gerekli koşulları yaratmak üzere ne gibi etkili önlemler aldığı bilinmektedir. Bilimsel araştırma enstitüleri ile bilim çalışanları sayısının şimdiden savaş öncesindeki sayıyı önemli oranda aştığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bilimsel çalışmalar nicelik ve nitelik bakımından sürekli bir yükseliş göstermektedir. Sovyet bilim adamları bundan sonra da yenilikler yolunda yürüyecek ve bilimsel kazanından üretime de kararlılıkla uygulayacaklardır. Ayrıca sosyal bilimlerdeki gelişmişlik düzeyinin doğa bilimleri ve teknik alanlardan geri kalmaması istenmektedir. Bu açıdan Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi’nce şu günlerde kurulmuş bulunan Sosyal Bilimler Akademisi’nin büyük bir rol oynaması bekleniyor. Bu akademi, sosyal bilimler alanında yeni bir bilim adamları neslinin yetiştirilmesi ve geliştirilmesinden sorumludur.
Sovyet aydın tabakasının, halkımızın eğitilmesini üstlenmek, kültürü korumak, halkımıza yeni bir beğeni kazandırmak ve onun yeni ihtiyaçlarını geliştirmek, ahlaki politik bütünlüğünü sağlamlaştırmakla sorumlu grupların görevleri son derece önemli ve değerlidir. Özelde propagandacılarımızın, yazarlarımızın, sanatçılarımızın, öğretmenlerimizin ve bilim adamlarımızın, genelde de Sovyet aydınlarının tümünün görevlerini layıkıyla yerine getireceklerinden kuşku yoktur. (Şiddetli alkışlar)
Yoldaşlar! Halkımızı büyük görevler beklemektedir. Lenin’in öğretisinin savunucuları olan bizler, bu görevlerin başarıyla yerine getirileceğinden kuşku duymamaktayız. SSCB’deki sosyalist kuruluşun tüm deneyimleri Bolşevik Partisinin ve onun önderi Stalin Yoldaş’ın politikası, bütün halkımızın parti politikasını elbirliğiyle desteklemesi bunun kanıtıdır. Kısa bir süre önce bütün dünya, Sovyet halkının Bolşevik Parti politikalarına verdiği desteğe tanık olma fırsatını elde etti. SSCB Üst Sovyet’i seçimlerini kastediyorum. Bu seçimler, bugüne kadar görülmemiş politik bir coşkuyla gerçekleştirildi ve Sovyet demokrasisinin gücünü, ülkemizdeki halkların parçalanmaz bütünlüğü ve dostluğunu gözler önüne serdi.
Bu, tüm Sovyet halkının, benin ve Stalin’in partisinin politikasını desteklediği anlamını taşıyor. Halkımız, Bolşevik Parti politikasını ülkemizin bundan sonraki ilerlemesinin güvencesi olarak görmektedir. Bu, bütün Sovyet yurttaşlarının şanlı partimizin bayrağı altında birleştiği ve onun önderi J.V. Stalin’e sonsuz güven ve büyük bir sevgi duyduğu anlamına gelmektedir. (Şiddetli alkışlar)

II) SOVYETLER BİRLİĞİ VE KALICI BARIŞ İÇİN MÜCADELE
Yoldaşlar! Özgürlük sevdalısı ülkelerin Alman ve Japon saldırganlar karşısında elde ettikleri zafer, barışçı gelişmenin yolunu açmış ve ulusları, savaştan sonraki barışçı inşanın sorunlarını çözmeyi başlayabilecekleri bir ortam hazırlamıştır. Dünyadaki tüm özgürlük tutkunu halkların beklentisi nedir? Halklar, İkinci Dünya Savaşı’nın kendilerinde açtığı yaraları sağaltabilecekleri ve büyük küçük her ulusa bağımsız gelişme olanağı ve her insana varlığını sürdürebilme güvencesi sağlayan sağlam, kalıcı, demokratik bir barış özlemi duymaktadırlar. Hitler Almanya’sına karşı özgürlüklerini, bağımsızlıklarını, barış içinde, yaşam haklarını kanlarıyla savunan “‘sıradan insanların” tutkuyla diledikleri şey budur.
Sovyetler Birliği, savaş yıllarında faşizme karşı kurtuluş mücadelesinin öncülüğünü yürüttüğü gibi, barış için mücadelede de demokratik halkların öncülüğünü yürütmektedir. Sovyetler Birliği’nin uluslararası meselelerdeki politikası açık ve kesindir. Bu politika, halklar arasında sürekli, demokratik bir barış sağlama mücadelesidir ve barışsever ulusların dostça işbirliğinin sağlamlaştırılması politikasıdır.
Geride bıraktığımız yıl, faşizme karşı zafer kazanıldıktan sonra barışsever halkların, savaş sonrası inşa sorunlarını çözmeye başladıkları bir yıldı. Savaştan barışa geçişin kolay bir iş olmadığı ve demokratik bir barışın yaratılması mücadelesinin bir dizi engelle karşılaştığı görüldü.
Demokratik bir barışın yaratılmasına engel olan güçlüklerin kaynağı nedir? Çeşitli devletlerin savaş sonrası inşaya ilişkin birbirinden farklı görüşler taşımasının nedeni nedir?
Faşist bloğa karşı mücadele eden halklar için, İkinci Dünya Savaşı, anti-faşist bir kurtuluş mücadelesi karakteri taşıyordu. Haklı bir anti-faşist savaşın, haklı bir demokratik barışla taçlanması kuşkusuz beklenen bir şeydi. Bütün ülkelerin halklarının yakıcı istemleri ve çabaları bu doğrultudadır. Sürekli, sağlam bir barışın güvence altına alınması, ne saldırganın cezasız kalabildiği ne de kurbanların göz ardı edilebildiği bir barışın sağlanması demektir. Faşizmin kalıntılarının yok edilmesini ve eski düşman ülkelerde demokratik ilkelerin sağlamlaştırılmasını amaçlayan, bu devletlerin bağımsızlığına saygı gösteren ve ekonomik bakımdan köleleştirilmelerine izin vermeyen bir barışın güvence altına alınması demektir. Böyle bir barış, müttefiklerin kurtarma amaçlarına denk düştüğü gibi, faşizm boyunduruğunu üstlerinden atmış, demokratik gelişme yoluna girmiş tüm halkların çıkarlarına da denk düşer.
Sovyetler Birliği’nin böyle bir barışın kurulması için hiçbir çabadan kaçınmadığı çok iyi bilinmektedir. Dış politikacılarımızın Dışişleri Bakanlığı’ndaki uzun erimli, çok yönlü çalışmalarının ve kısa sure önce sonuçlandırılan Paris Barış Konferansı’ndaki uğraşlarının amacı buydu. Genel bir barışa ilişkin bu açık ve somut programın, çok büyük engeller ve anlaşmazlıklarla karşılaşmaksızın uygulanabileceği varsayılıyordu; ne var ki olaylar bu yönde gelişmedi. Tersine, bu barış programı, başlarında İngiltere ile ABD’nin bulunduğu bir dizi ülkedeki gerici unsurların örgütlü direnişiyle karşılaştı. Bunlar (her ne pahasına olursa olsun Anglo-Amerikan politikanın kulvarlarında yüzmeye hazır olduklarını ilan eden belli bazı küçük devletlerden yararlanarak) bütün mantıklarını bir kenara iterek, galip devletlerle Hitler Almanya’sının müttefikleri arasındaki barış sözleşmelerinin hazırlığı için yürütülen ortak çalışmaları bozmaya, engellemeye çalıştılar.
Paris Konferansında barış antlaşmaları taslakları üzerine yürütülen tartışmalarda bu ve bunlara benzer anti-demokratik eğilimler, Triest’in statüsünün belirlenmesi ve Tuna nehrinin uluslararasılaştırılması sorununun görüşüldüğü tartışmalarda özellikle açık bir biçimde ortaya çıktı. Barış sözleşmelerinin hazırlığına bağlı olarak öne sürülen bir dizi ekonomik talep, hiçbir biçimde adalet ilkelerine uymamaktadır. Barış konferansında böylece son derece haksız bir ilke baştacı edildi. Bu, gerçekten de ekonomik olarak güçlü ülkelerin, savaş sırasında büyük zararlar görmüş ve yaralarının sarılmasını uzun bir sürece yaymak zorunda olan küçük ülkeleri köleleştirme isteğini yansıtan “eşit olanaklar” ilkesidir. Paris Konferansı sürecinde, faşizmin artıklarının yok edilmesi ve savaşa katılmış ülkelerin demokratik düzenlerinin istikrarının sağlanması gibi, demokratik barışın olmazsa olmaz ilkelerinden birine önemli bir direniş gösterildi.
Bu koşullar altında, Almanya’nın eski müttefikleri ile yapılan barış sözleşmelerinde yer alan birçok soruna ilişkin tatmin edici kararlar alınamadı. Güçlerin eşit haklara sahip olması ilkesi konferansta, İngiltere ve ABD temsilcileriyle bunlara bağlı ülkelerin temsilcilerinin kendi isteklerini, savaş sonrası sorunların karara bağlanması sırasında kendi bağımsızlık hakları için mücadele eden ülkelere dikte ettirmeye çalışmasıyla ihlal edildi.
Konferans, savaş sonrası politikaya ilişkin iki farklı akımın varlığını ortaya çıkardı. Bu iki âlem, uluslararası işbirliğinin bugün hangi yönde geliştirilmesi gerektiği sorununda özellikle belirgin bir biçimde ortaya çıktı. Yalnızca Sovyetler Birliği’nin izlediği politik çizgi, barışın sağlamlaştırılması ve saldırganlığın önlenmesi için gerekli her şeye sahip olan Birleşmiş Milletler’in yetkili bir uluslararası örgüt olma ilkesinin tam anlamıyla gerçekleştirilmesinden oluşmaktadır. Bu ilkeye temel oluşturan düşünce, bu uluslararası örgütün, Milletler Cemiyeti’nin talihsiz bir kopyası olmaması, tersine barışı ayakta tutabilecek ve yeni bir saldırganlığı önleyebilecek yeteri güce ve etkili bir prestije sahip olmasıdır.
Birlik Ruhuyla
Stalin Yoldaş, böyle bir uluslararası örgütün alacağı önlemlerin ancak, Hitler Almanya’sına karşı yürütülen savaşın ana yükünü omuzlarında taşımış büyük güçlerin gelecekte de birlik ve uzlaşma ruhuyla hareket ettikleri takdirde yeterince etkili olacağına dikkat çekmişti. Sovyetler Birliği’nin, bu ilkelere sadık kalınmasını güvence altına almak yolunda verdiği çabaları burada yeniden hatırlatmaya gerek yoktur. Sovyetler Birliği, sağlam, sürekli ve adil bir demokratik barış davasını, uluslararası işbirliğinin sağlamlaştırılması davasını gün gün, adım adım savundu. O tarihlerde bütün dünya Sovyetler Birliği’nin uluslararası işbirliğine verdiği önemi ve Sovyetler Birliği’nin dış politika alanında attığı her adımın ne ölçüde bu bedele yönelik olduğunu, Stalin Yoldaş’ın, United Press Haber Ajansı müdürü Bay Hugh Baillie’nin sorularına verdiği yanıtlara dayanarak görme olanağını buldu. Uluslararası politika çizgilerinden biri budur.
Diğer çizgi, daha dün yaptıkları açıklamayı geri almaya, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün temelini sarsmaya, yayılmacı ve saldırgan güçler için yol açmaya eğilimli olan gerici güçlerin ve çevrelerin çizgisidir. Bu çizgiyi geliştirenler, şimdi Güvenlik Konseyi’nde görüşülecek sorunların kararlaştırılmasında büyük güçlerin oy birliği ilkesine şiddetle saldırmaktadırlar. Bu ilkeye karşı acımasız bir kampanya açılmış bulunuyor. Bu kampanyanın amacının uluslararası işbirliğini ve Birleşmiş Milletler Örgütü’nün temellerini sarsmaktan ibaret olduğu tamamen açıktır. Uluslararası işbirliğinin normal ilkelerinin, dünya egemenliğini ele geçirmek üzere yayılmacılık ve saldırganlık için elinin kolunun serbest kalmasını isteyen söz konusu emperyalist çevrelerin planlarına uymadığı biliniyor. Ancak ülkemiz halkları kanlarını, dünya hegemonyacılığının yeni adaylarına yol açmak uğruna oluk oluk akıtmadı. Birleşmiş Milletler örgütünün en önemli görevi, dünyayı egemenliğine alma iştahı ve isteğinin karşısında durmaktır.
Kalıcı bir barışın gizli ve açık düşmanları, uluslararası işbirliğini boşa çıkarmayı amaçlayan bu saldırılarını, kindar bir Sovyet karşıtı kampanya eşliğinde yürütmektedirler. Askeri politik gizli ajanlar ve yardımcılarının yoğun olarak sürdürdükleri dizginsiz Sovyet karşıtı “Atom”‘ propagandası, yeni bir savaş tehdidi ve şantajı, yalnızca Churchill ve yandaşları gibi, yeni bir savaşı kışkırtanların yararınadır. Bu Sovyet karşıtı kampanya, savaşın kendileri için kar sağlayan bir girişim anlamı taşıyan, kalıcı demokratik bir barış istemeyen ve dolayısıyla demokratik barışın gerçek öncüsü olan Sovyetler Birliği’ne karşı bir karalama kampanyası açabilmek için öfkelenen en genci emperyalist çevrelerce yönetilmektedir.
Yeni bir savaş propagandasına temel oluşturan hareket noktası da, halkların demokratik çabalarından ürken gerici çevrelerin korkusudur. Demokratik hareketin öncüsü olarak Sovyetler Birliği, bu kampanyanın ana hedefini oluşturmaktadır. Sovyetler Birliği, saldırganlığa ve yayılmacı politikaya karşı, demokrasi için mücadelenin en tutarlı savaşçısı olduğundan, bu doğaldır.
SSCB’ye karşı karalama kampanyasının son dönemlerde özellikle büyük bir kapsama ulaştığını saptamaktan kaçınmak mümkün değil. Bu kampanya, geniş ölçekte yürütülmekte ve demokratik ülkeler halklarının Sovyetler Birliği’ne karşı duydukları güveni, onun artan prestijini sarsmak üzere planlanmıştır. Kuşkusuz, Sovyetler Birliği’ne, rejimine ve yurttaşlarına karşı bir nefretin ısrarla yayılmaya çalışılmasının yeni bir şey olmadığı ve bu türden kışkırtmaların kışkırtıcılar açısından birden çok defalar hüsranla sonuçlandığını anımsamaktan da kaçınılamaz. ABD ve İngiltere gibi ülkelerdeki birçok gazete ve derginin, Sovyetler Birliği’nden gelen her şeyin düşmanlık, kuşku ve tereddütle karşılanmasını ve SSCB’deki yaşam ve koşullar hakkında olabildiğince az gerçeğin sızmasını sağlamaya çalıştıkları bilinmektedir. ABD ve İngiltere’deki birçok gazete sütununu kaplayan Rusya hakkındaki “bilgilerin”, yalan konusunda kapsamlı deneyimlere sahip birçok burjuva politikacısına bile bıkkınlık vermeye başladığı da bilinen bir gerçektir. Rusya hakkında bir şeyler yazmak için şimdilerde, biraz yalan, biraz bilgisizlik biraz da pervasızlık yeterli oluyor.
Olaylar öyle bir hal almıştır ki SSCB hakkındaki doğru bir bilginin yayınlanması istisnai ve sıra dışı olmuştur. Gerçekleri çarpıtmak zorlaştığında ise durum gerçeklerin daha da aleyhine dönmektedir: Gerçekler basitçe suskunlukla geçiştirilmektedir.
Kısa bir süre önce Amerikan gazeteleri bir habere yer verdiler. Habere göre, ABD kamuoyu araştırmaları enstitüsünün yönelttiği, Sovyetler Birliği’nde partisiz insanların seçim hakkına sahip olup olmadığına ilişkin soruyu az sayıdaki denek doğru yanıtlamış. Soruya muhatap olan çoğunluk, ya partisizlerin böyle bir hakka sahip olmadığı ya da bu konuda bir yorum yapamayacağı cevabını vermekteydi. SSCB’de herhangi bir dine bağlı olmanın yasak olup olmadığı sorusuna ise çoğunluğun verdiği yanıt, buna izin verilmediği ya da bu soruya yanıt bulamadığı biçimindeydi. Böylece ortalama bir Amerikalı, SSCB hakkında ya hiç bilgi alamamakta ya da bilgiyi çarpıtılmış, karalanmış biçimiyle almaktadır.
Son zamanlarda, genelde Sovyet insanlarının karakteri, özelde de Rusların ulusal kişilikleri üzerine birçok “araştırma” yayınlandı ve bu türden makalelerin yazarları, Sovyet halkını en olumsuz bir tarzda gösterebilmek için hiçbir çabadan kaçınmadılar. Rusların ne kadar çabuk değiştiklerine ilişkin yazılar yazılıp şaşkınlığa düşülüyor. Kanımız savaş meydanlarında oluk oluk akarken cesaretimiz, mertliğimiz, üstün moralimiz, sınırsız yurtseverliğimiz karşısında hayran olurlardı; şimdi ise, öteki uluslarla işbirliği yapmak istediğimizde, uluslararası meselelere katılım konusunda eşit haklarımıza sahip çıktığımızda ise, tahammülsüz ve kuşkucu bir karaktere sahip olduğumuzu söyleyerek bir karalama ve çarpıtma dalgasıyla üstümüze çullanıyorlar, aşağılamaya ve saldırmaya başlıyorlar. Bize karşı takınılan bu tavır, kendilerini “dünyanın en değerli varlıkları”, uygarlığın “‘yaratıcısı” sayan bu insanların varabildikleri arsızlığın ve kültürsüzlüğün derecesi karşısında, elden, şaşırmaktan başka bir şey gelmiyor. Halklar arasına yeniden nifak ve düşmanlık tohumu ekme yoluna gidenler, bugüne kadar halklara nice acı ve mutsuzluklar getirmiş, ilericilik ve özgürlük güçlerine, gericiliğin, kötülüğün ve şiddetin güçleri karşısında zafer kazandıran şu son savaştan hiçbir ders çıkarmadılar. Bay Wallace birkaç gün önce yaptığı konuşmalardan birinde, “Pravda” da yayınlanan her satır ABD eleştirisine karşılık Amerikan basınında en az bin satır Sovyet karşıtı eleştiriler yayınlanacağını söyledi. Bay Wallace’in bu açıklamasının gerçek duruma uymadığını söylemeye olanak yok doğrusu.
Sürekli barışın düşmanlarınca öyle çok belirsizliğin ve huzursuzluğun taşınmakta olduğu böylesine karmaşık uluslararası bir durum söz konusu olduğu bir sırada, dünyaya Stalin Yoldaşın, barış ve güvenliğe özlem duyan ve Stalin’in her sözünün değerini bilen bütün insanların yüreğini cesaret ve umutla dolduran sakin, güvenli ve bilge sesi, büyük bir yankı bularak yayıldı. (Şiddetli alkışlar) Stalin Yoldaş, yeni bir savaş tehlikesi söylentisini yayanlara, bu kampanyanın şantajcı ve spekülatif özünü açığa çıkararak ve “yeni bir savaş” çıkma tehlikesinin var olmadığını ortaya koyarak gereken yanıtı verdi. Stalin Yoldaş, Sovyetler Birliği’nin “yeni bir savaş” tehlikesi şantajı ya da spekülasyonu aracılığıyla sindirilemeyeceğini böylece göstermiş oldu.
Sovyet anavatanın yeni başarıları üzerine
Büyük devrimimizin 29. yıldönümünü kutlamak üzere bir araya toplandığımız şu anda, New York’ta düzenlenen Birleşmiş Milletler’in genel toplantısında Sovyet devletini temsil eden yoldaşlarımız, uluslararası işbirliği ilkesini ve barış davasını yalpalamaksızın savunmaktadırlar. Sovyetler Birliği’nin barışın güvence altına alınması yolunda Sovyet delegasyonu adına Molotov Yoldaş’ın savaş amaçlı atom enerjisi üretiminin ve kullanımının yasaklanması, silahlanmaya genel bir sınırlama getirilmesi doğrultusundaki önerisi, Sovyetler Birliği’nin barışın güvence altına alınması yolunda bulunduğu yeni dünyadaki ilerici insanların sempatisini ve desteğini sağlayan olağanüstü bir öneridir.
Sovyetler Birliği, dünyanın karşısına hep yeniden gerçek ve sürekli bir demokratik barışın ve gerçek uluslararası işbirliğinin öncüsü olarak çıkmaktadır. Kalıcı, genel bir barışın kurulmasına ve güvence altına alınmasına direniş gösteren güçler her kim olursa olsun, bu mücadelenin başarıyla sonuçlanacağından en ufak kuşkumuz yoktur. Barış için çalışan güçlerin her gün çoğalması ve bunların sağlam bir temele dayanması gerçeği bu güvenimizi güçlendiriyor. Bu güçler, giderek daha iyi örgütlenip güçleneceklerdir.
Sovyetler Birliği, sürekli demokratik bir barış ve ulusların kolektif güvenliği mücadelesinde yalnız değildir. Sovyetler Birliğimin barışsever politikası, yurtdışındaki milyonlarca insanın desteğiyle karşılanmaktadır. “Dünya halkları” diye vurguluyor Stalin yoldaş, “savaş sefaletinin bir kez daha tekrarlanmasını istemiyorlar. Barışın ve güvenliğin sağlamlaştırılması uğruna ısrarla mücadele ediyorlar.”
Eşi benzeri görülmemiş savaşın neden olduğu kayıplar ve yıkımlar, Hitler Almanyası ve emperyalist Japonya karşısında kazanılan zafer, dünyada yeni bir politik durum yarattı, halk kitlelerini sarstı, politik katılımlarını canlandırdı ve bütün ülkelerde demokrasinin gelişmesinde büyük bir itilim kazandırdı. Gericiliğin güçleri, eski konumlarını geri kazanmaya ve halkların demokratik gelişimini engellemeye çalışmalarına karşın zayıflamış, demokrasi güçleri ise artmış, çoğalmıştır. Yugoslavya, Çekoslovakya ve Polonya gibi kardeş Slav ülkelerdeki demokrasinin elde ettiği parlak zaferleri anmak yeterlidir. Hitler’ci faşist boyunduruğa karşı büyük, kutsal mücadele sırasında temelleri atılan, halkların kanlarını akıtarak kazandığı yeni, gerçek bir demokrasi serpilip gelişmektedir. Bu ülkelerin halkları, ülkelerinin kaderlerini kendi ellerine alarak demokratik bir sistem kurdular ve gericiliğin güçlerine, yeni bir savaşın kışkırtıcılarına karşı aktif bir mücadele yürütüyorlar.
Demokrasi, daha dün Almanya’nın müttefikleri olan ülkelerde de -İtalya, Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve Finlandiya- bugüne kadar görülmedik bir gelişme gösteriyor ve halk kitleleri güçlü bir etkinlik gösteriyor. Kısa bir süre önce, savaş sonrası Avrupa’sında demokratik güçlerin sağlamlaşmakta olduğuna işaret eden Bulgaristan’daki anavatan cephesinin önemli bir zaferine tanık olduk. Yanı sıra, İngiltere’de muhafazakârlar seçimi kaybederken İşçi Partisi’nin zafer kazanmasının, aynı şekilde Fransa’da gericiliğin sol blok karşısında yenilgiye uğramasının, bu ülkelerde önemli bir sol dalga yaşandığı anlamına geldiğini unutmamak gerekir. Sömürge ve bağımlı ülkelerdeki halkların da, uluslarının bağımsız gelişimleri uğruna mücadele eden özgürlük ve gelişkin bir demokrasi arzusuna kapıldıkları bilinmektedir. Milyonlarca emekçi, bütün ülkelerde barış davasını savunmak üzere örgütlenmektedirler. İşçilerin uluslararası işbirliği yolunda aktif bir politika yürüten dünya sendikalar birliğinin önemini, sonra Uluslararası Demokrat Kadınlar Birliği ve Demokrat Dünya Gençlik Birliği’nin çalışmalarını kastediyorum. Demokrat ülkeler arasındaki kültürel ilişkiler gelişip sağlamlaşıyor. Demokrasi güçleri büyüyor ve bunlar, barış davasının başarısına bir kanıttır. (Şiddetli alkışlat)
Yoldaşlar! Savaştan sonra geride bıraktığımız ilk yıl, beklendiği gibi son derece zorlu bir yıl oldu. Sovyet devleti, dört yılı aşkın süren acımasız savaşın ağır sonuçlarının üstesinden gelmek zorunda kaldı. Sovyet, halkının çabalarının ilk meyvelerini verdiği rahatlıkla söylenebilir. Barışçı inşa süreci başarılı bir gelişme göstermektedir. Şimdi, ülkemizin sağlam ve güvenli adımlarla hızlı bir yeniden inşa, ekonomi ve kültürün tüm alanlarında savaş sonrası devasa bir gelişme yolunda yürüdüğünü söyleyebiliriz. Diğer ülkelerle ilişkiler açısından Sovyetler Birliği, adil demokratik bir barış için ara vermeksizin sürdürdüğü mücadelesiyle ve küçük halkların çıkarlarının güvenilir savunucusu olarak uluslararası konumunu güçlendirmiş, halklar arasında barışçı, iyi komşuluk ilişkilerinin kurulmasına önemli katkılar sağlamıştır.
Sovyet devletinin otuzuncu yılına giriyoruz. Son yıllarda Sovyet devleti iki kanlı, yıkıcı savaş geçirdi. Bu savaşlar, Sovyet devletinin kurulup var olmayı sürdürdüğü toplam sürenin yaklaşık dörtte birine denk gelmektedir. Savaşın yarattığı yıkımların ortadan kaldırılmasının olağanüstü çabalar gerektirdiği göz önünde bulundurulduğunda, devletimizin bugüne kadar barışçı inşa için ne kadar kısa bir süreyle yetinmek durumunda kaldığını rahatlıkla anlayabiliriz. Bu kısa tarihsel süreçte ülkemiz iki savaştan -müdahalecilere karşı savaş ve İkinci Dünya Savaşı- zaferle çıkmışsa, güçlü bir sosyalist sanayi ve üstün bir gelişime sahip bir tarımı başarıyla kurabilmişse, halk kitlelerinin kültür ve refah düzeyi önemli oranda arttırılmışsa, bu, Sovyet sisteminin tükenmez yaşam gücüne ve halkımızın Büyük Ekim Devrimi’ni gerçekleştirdiği sırada uğruna mücadele ettiği davanın yenilmezliğine işaret eder. (Şiddetli alkışlar)
Yaşasın Sovyet halkı, yaşasın güçlü vatanımız Sosyalist Sovyet Cumhuriyetler Birliği!
Yaşasın Bolşeviklerin şanlı partisi!
Yaşasın Sovyet iktidarı!
Yaşasın, ülkemizdeki komünizmin zaferini tamamlamak için Sovyet vatanımızı yeni başarılara doğru götüren önderimiz Stalin Yoldaş!

(Jdanov’un konuşması, sık sık alkışlarla kesintiye uğradı. Konuşmasını bitirdiğinde Stalin’in onuruna müthiş bir alkış koptu, dinleyiciler ayağa fırlayarak Stalin’i büyük bir coşkuyla alkışladılar)

Kasım 2000

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑