I
DÜNYADA SAVAŞ SONRASI DURUM
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi, uluslararası genel durumda önemli değişikliklere yol açtı. Faşist devletler bloğunun askeri açıdan parçalanması; savaşın karakteri itibariyle antifaşist bir kurtuluş savaşı olduğu gerçeği ve faşist saldırganlara karşı kazanılan zaferde Sovyetler Birliği’nin belirleyici rolü oynaması, sosyalist sistemle kapitalist sistem arasındaki güç dengesini derinden sosyalist sistem lehine değiştirdi.
Bu değişikliklerin özü nerede yatmaktadır?
İkinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı ana sonuç, kapitalizmin en militarist ve en saldırgan iki ülkesi olan Almanya ve Japonya’nın askeri yenilgisi gerçeğiydi. Bütün dünyadaki gerici emperyalist unsurlar, özellikle de İngiltere, ABD ve Fransa; Japonya ve Almanya’ya karşı büyük ümitler besliyorlardı. Özellikle Hitler Almanyası, öncelikle Sovyetler Birliği’ne karşı onu yok etmese bile zayıflatacak ve etkisiz hale getirecek bir güç olarak görülüyordu. İkinci olarak, başta Almanya olmak üzere Hitler saldırganlığının hedefi olarak seçilen bütün ülkelerdeki devrimci işçi hareketini ve demokratik hareketi parçalayacak ve kapitalizmin genel durumunu sağlamlaştıracak uygun bir güç olarak görülmekteydi. Bu, Münih Politikası olarak adlandırılan “barış getirme” ve faşist saldırganlığı teşvik etme politikasının temel nedenlerinden birisiydi. Bu politika, savaş öncesinde egemen olan İngiltere, Fransa ve ABD gibi emperyalist çevreler tarafından taviz vermeden uygulandı.
Ancak İngiliz, Fransız ve Amerikan emperyalistlerinin Nazilere karşı besledikleri umutlar boşa çıktı. Nazilerin, Münih Politikası taraftarlarının tahmin ettiklerinden daha zayıf, Sovyetler Birliği’nin ve barışsever halkların ise daha güçlü olduğu ortaya çıktı, ikinci Dünya Savaşı’nın sonucu, savaş yanlısı uluslararası faşist gericiliğin parçalanması ve uzun bir süre için devre dışı bırakılması oldu.
Böylece kapitalist dünya sistemi, bir bütün olarak ele alındığında bir kayıp daha vermiş oldu. Nasıl ki Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli sonucu olarak yekvücut emperyalist cephe delindi, Rusya, kapitalist dünya sisteminden ayrıldı ve SSCB’de sosyalist düzenin zafer kazanmasıyla kapitalizm, dünya ekonomisini tümüyle kapsayan sistem olmaktan çıktı ise, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda da faşizm parçalandı, kapitalizmin dünyadaki konumu zayıfladı ve antifaşist hareketin güçlenmesiyle birlikte bir dizi Orta ve Güneydoğu Avrupa ülkesi emperyalist sistemden ayrıldı. Bu ülkelerde yeni demokratik halk rejimleri kuruldu. Anayurt savaşının büyük örneğini ortaya koyan Sovyetler Birliği ve Sovyet ordusunun kurtuluş eseri, özgürlük tutkunu halkların yığınsal hareketiyle faşist işgalcilere ve bunların işbirlikçilerine karşı verilen ulusal kurtuluş mücadelesinde birleştiler. Bu mücadele süresince, etkin kapitalistler, toprak sahipleri, üst derece memurlar, monarşi yanlısı subaylar gibi bir dizi faşizm yanlısı ve Hitler işbirlikçisi, ulusal çıkarlara ihanet edenler olarak deşifre edildi. Alman faşist köleliğinden kurtuluş, Tuna ülkelerinde aynı zamanda Alman faşizmiyle uzlaşarak işbirliği yapan burjuvazinin üst katmanı ve toprak sahiplerinin iktidardan uzaklaştırılmalarına ve Hitler yanlısı egemenlere karşı mücadelede kendisini kanıtlayan yeni halk güçlerinin iktidara gelmesine yol açtı. Bu ülkelerde, işçi, köylü ve ilerici aydınların temsilcileri iktidara geldi. İşçi sınıfı her yerde en büyük kahramanlık ve anti-faşist mücadelede sınırsız tutarlılık ve uzlaşmazlık gösterdiği için işçi sınıfının itibarı ve etkisi büyük ölçüde arttı.
Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya, Polonya, Çekoslovakya, Macaristan ve Arnavutluk’ta geniş halk yığınlarına dayanan yeni demokratik iktidarlar, kısa sürede, burjuva demokrasisinin yapamayacağı reformlar gerçekleştirdi. Tarım reformuyla toprak köylülere verilerek toprak sahipleri sınıfı tasfiye edildi. Büyük sanayinin ve bankaların ulusallaştırılması, yanı sıra Almanlarla işbirliği yapan hainlerin mülklerine el konulması, tekelci sermayenin bu ülkelerdeki konumlarını temelden sarstı ve kitleleri emperyalist kölelikten kurtardı. Aynı zamanda genel devlet halk mülkiyetinin temeli atıldı; iktidarın halka, büyük sanayinin, ulaşımın ve bankaların devlete ait olduğu ve emekçi halk sınıflarının işçi sınıfıyla birlikte iktidarda olduğu yeni bir devlet tipi, halk demokrasisi yaratıldı. Sonuç olarak bu ülkelerin halkları sadece emperyalizmin pençelerinden kurtulmakla kalmayıp, sosyalist gelişmeye giden yola geçiş için temeli attılar.
SSCB’nin uluslararası önemi ve itibarı, savaş sonrasında son derece arttı. SSCB; Almanya ve Japonya’nın askeri olarak parçalanmasında önder güçtü. Dünyanın bütün ilerici, demokratik güçleri Sovyetler Birliği etrafında birleştiler. Sosyalist devlet, zorlu savaş deneyini kazandı, güçlü düşmana karşı verilen ölüm-kalım savaşından galip olarak çıktı. SSCB zayıflatılamadı, tam tersine, daha da güçlendi.
Kapitalist dünyanın çehresi de önemli ölçüde değişti. Büyük güç olarak adlandırılan altı emperyalist devletten (Almanya, Japonya, İngiltere, ABD, Fransa, İtalya) üçü, askeri yenilgi sonucu devre dışı kaldı (Almanya, Japonya, İtalya). Böylece geriye sadece iki “büyük” emperyalist devlet -Birleşik Devletler ve İngiltere- kaldı. Ancak bunlardan birinin, yani İngiltere’nin konumunun sarsılmış olduğu ortaya çıktı. İngiliz emperyalizmi savaş sırasında askeri ve politik olarak zayıflamıştı. İngiltere’nin Avrupa’da Alman saldırganlığı karşısında aciz kaldığı görülmüştü. İngiltere Asya’da ise, en büyük emperyalist güçlerden biri olarak sömürgelerini kendi gücüyle elinde tutamayacak durumdaydı. İngiltere, gıda maddeleriyle hammaddelerini sağladığı ve sanayi üretiminin büyük bir bölümünü alan sömürgeleriyle ilişkisi geçici olarak kesintiye uğradığı için, gıda ve sanayi ürünlerini temin ettiği ABD’ye, savaş ekonomisi açısından bağımlı hale geldi ve mali ve ekonomik bağımlılık savaş sonrası yıllarda daha da arttı. Savaşın bitiminden sonra İngiltere bazı sömürgelerini yeniden geri aldı; ancak savaş sırasında, daha önceleri İngiliz sermayesinin etki alanı olan bu bölgelerde (Arapların yaşadığı bölgeler, Güneydoğu Asya) etkisini genişletme olanağı bulan ABD’nin bu sömürgeler üzerindeki büyük etkisiyle karşılaştı. Amerika’nın etkisi, Britanya Kraliyeti’nin egemenliğindeki ülkelerde de arttı ve bir dönemler İngiltere’nin Güney Amerika’da oynadığı rol, önemli ve gittikçe artan ölçülerde ABD tarafından üstlenildi.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonucu olarak sömürge sisteminin krizinin derinleşmesi, sömürgelerde ve bağımlı ülkelerde ulusal bağımsızlık hareketlerinin güçlü atılımlar kat etmesinde ifadesini buldu. Böylece, kapitalist sistem, beslendiği bölgelerde yeni bir tehditle karşı karşıya kalmıştı. Sömürge halklar, artık eskisi gibi yaşamak istemiyor. Sömürgeci ülkelerin egemen sınıflan, sömürgelerini artık eskisi gibi yönetemiyorlar. Ulusal kurtuluş hareketlerini silah zoruyla bastırma çabaları, sömürge halkların gittikçe güçlenen silahlı direnişleriyle karşı karşıya kalıyor ve Hollanda-Endonezya veya Fransa-Vietnam örneklerinde görüldüğü gibi uzun süren sömürge savaşlarına yol açıyor.
Tek tek ülkelerde kapitalizmin eşitsiz gelişiminin bir ürünü olan savaş, bu eşitsizliğin daha da artmasına yol açtı. Bütün kapitalist ülkeler arasında sadece ABD, savaştan zayıflamadan, tam tersine, ekonomik ve askeri açıdan önemli ölçülerde güçlenerek çıktı. Amerikalı kapitalistler, savaşta kendilerini iyice zenginleştirdiler. Buna ek olarak Amerikan halkının baskı, hava saldırıları gibi savaş zorluklarını çekmek zorunda kalmaması ve ABD’nin sonucunun artık belli olduğu son aşamasında savaşa girmiş olması, insan kaybının görece düşük olmasına neden oldu. Savaş, ABD için her şeyden önce sanayi üretiminin gelişmesine ve özellikle Avrupa’ya yapılan ihracatın artmasına yol açan bir etkendi.
Savaşın bitmesi, ABD’yi bir dizi yeni sorunla karşı karşıya bıraktı. Kapitalist tekeller, kârlarını o güne kadar ulaştıkları düzeyde tutma çabasındaydılar. Bu yüzden üretimi savaş dönemindekinin altına düşürmemeyi hedefliyorlardı. Ancak bunun için ABD’nin, savaş sırasında ürünlerini alan her pazarı elinde tutması ve birçok devletin alım gücü savaş nedeniyle düştüğü için yeni pazarlar edinmesi gerekiyordu. Bu ülkelerin ABD’ye ekonomik ve mali bağımlılığı da arttı. Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’na yapılan yatırımların dışında, ABD’nin dış kredileri 19 milyar dolar oldu. ABD’nin asıl rakipleri olan Almanya ve Japonya, dünya pazarından silindiler ve bu, ABD’ye yeni ve çok büyük olanaklar sundu.
Amerikan emperyalizminin etkisi en geniş gerici çevreleri, savaş öncesinde izolasyoncu bir politika izleyip Asya ve Avrupa’ya aktif müdahaleden uzak dururken, Wall Street’in beyleri savaş sonrası ortaya çıkan koşullarda yeni bir politikaya yöneldiler. Yeni bir program oluşturarak, Amerika’nın bütün askeri ve ekonomik gücünü sadece savaş sırasında elde edilen dış konumları korumak ve sağlamlaştırmak için değil, en geniş ölçüde yayılarak Almanya, Japonya ve İtalya’nın dünya pazarındaki yerini doldurmak amacıyla kullanmayı hedeflediler. Diğer kapitalist ülkelerin ekonomik gücündeki can yakan zayıflama, bu ülkelerin Amerikan kontrolü altına alınmasını kolaylaştırarak, ABD’ye savaş sonrasında ortaya çıkan ekonomik zorluklardan spekülatif tarzda yararlanma, özellikle de bu zorluklarla boğuşan İngiltere’nin bu konumunu kullanma olanağını sundu. ABD, açıktan saldırgan ve yayılmacı olan yeni bir çizgi izleyeceğini ilan etti.
ABD’nin bu yeni ve açıktan yayılmacı çizgisi, Amerikan emperyalizminin dünyaya egemen olmasını hedefliyor. ABD’nin en büyük iki rakibi olan Almanya ve Japonya’nın saf dışı kalması ve ortakları İngiltere ile Fransa’nın güç kaybetmesi nedeniyle elde ettiği dünya pazarlarında tekel olma konumunu sağlamlaştırmak için izlenen bu yeni çizgi; askeri, ekonomik ve politik önlemler içeren kapsamlı bir program öngörüyor. Bu program; yayılmayı hedeflediği bütün ülkelerde ABD’nin ekonomik ve politik egemenliğini kurmasını, bu ülkeleri ABD’nin uydusu konumuna geriletmeyi ve Amerikan sermayesinin bu ülkelerde hedeflediği sömürünün önünde engel oluşturabilecek işçi hareketini ve demokrasi hareketini ortadan kaldıracak rejimler tesis etmeyi hedefliyor. ABD bu yeni çizgiyi sadece askeri düşmanlarına ve bağımsız devletlere karşı değil, gittikçe artan ölçülerde savaş döneminde müttefiki olan devletlere karşı da uygulamaya çalışıyor.
Burada, ABD’nin hem müttefiki, hem de kapitalist rakibi olan İngiltere’nin içerisinde bulunduğu ekonomik zorluklardan yararlanmaya özellikle dikkat ettiği görülüyor. Amerika’nın yeni yayılmacı çizgisine göre İngiltere’nin, savaş yıllarındaki ekonomik zorlukları nedeniyle ABD’ye karşı ortaya çıkan ekonomik bağımlılığı azaltılmayacak; tam tersine, sömürgeleri üzerindeki denetimini yavaş yavaş devralmak ve etki alanlarından geri püskürterek uydu devlet konumuna getirmek için üzerindeki baskı artırılacak.
ABD’nin yeni politikası böylece, ABD’nin tekel konumunu sağlamlaştırmayı ve kapitalist ortaklarını kendi altında ve kendisine bağımlı konuma getirmeyi hedeflemektedir.
Ancak ABD’nin dünya egemenliğini ele geçirme çabalarının karşısında, enternasyonal etkisi artmakta olan anti-emperyalist ve anti-faşist hareketin siperi olarak SSCB durmaktadır; yeni demokrasinin iktidara geldiği ve Amerikan-İngiliz emperyalizminden kendisini kurtaran ülkeler, bu çabanın karşısında bir engel oluşturmaktadırlar; kendilerini ezenlerin egemenlik kurması için yeni bir savaşa girmek istemeyen Amerikalı işçiler de dahil olmak üzere bütün ülkelerin işçileri, bu çabaların karşısında engel oluşturmaktadırlar. Bu yüzden ABD’nin yeni yayılmacı ve gerici bir çizgi izleyen politikası, SSCB ile mücadeleyi, yeni demokrasinin olduğu ülkeleri bütün ülkelerdeki işçi hareketini, ABD’deki işçi hareketini ve bütün dünyadaki antiemperyalist özgürlük savaşlarını hedeflemektedir.
Sosyalizmin SSCB’de kazandığı başarılardan, yeni demokrasinin olduğu ülkelerde elde edilen başarılardan ve savaştan sonra dünyanın bütün ülkelerinde işçi hareketinin ve demokratik hareketin yükselmesinden huzursuz olan Amerikan gericileri, kapitalist sistemi komünizmden “koruma” görevini üstlenme eğilimini taşıyorlar.
ABD’nin bu açıktan yayılmacı programı, son derece güçlü bir şekilde, zamanında dünya egemenliğini ele geçirme iddiasıyla ortaya çıkan, ancak sefil bir şekilde başarısızlığa uğrayan faşist saldırganların maceracı programını hatırlatıyor.
Nazilerin, en başta kendi halkı olmak üzere bütün halkları baskı altına almak ve köleleştirmek için giriştikleri yağmacı saldırı hazırlıklarını anti-komünizm maskesiyle gizlemeleri gibi, ABD’de iktidarda olan çevreler de bugün yayılmacı politikalarını ve hatta kendisinden zayıf olan emperyalist rakibi İngiltere’nin hayati çıkarlarına karşı başlattıkları saldırıları, sözüm ona savunmacı anti-komünist görev olarak lanse ediyorlar. Hararetli silahlanma yarışına, yeni askeri üslerin inşasına ve Amerikan Silahlı Kuvvetleri için dünyanın dört bir köşesinde yaratılan istila alanlarına gerekçe olarak, ikiyüzlü bir şekilde, sadece onların hayallerinde var olan, Sovyet askeri tehdidine karşı “savunma” zorunluluğu gösteriliyor. Yıldırma, rüşvet, şantaj gibi araçlarla çalışan Amerikan diplomasisi, başta İngiltere olmak üzere diğer kapitalist ülkeleri, Amerika’nın Batı Almanya, Avusturya, İtalya, Yunanistan, Türkiye, Mısır, İran, Afganistan, Çin, Japonya vb. ülkelerde konumlanmasına onay vermeye zorluyor.
Amerikan emperyalistleri kendilerini, SSCB, yeni demokrasinin olduğu ülkeler, bütün ülkelerdeki işçi hareketi ve demokratik hareket karşısında duran asıl güç ve tüm dünyadaki gerici, antidemokratik güçlerin direnme noktası olarak görüyorlar ve daha savaşın bittiği ilk günden SSCB ve dünya demokrasisine düşman bir cepheyi kurmak ve Hitler döneminde işbirlikçilik yapan, savaştan sonra ise yeni bir görev arayan halk düşmanı gerici güçleri teşvik etmek üzere işbaşına geçtiler.
Gözü dönmüş emperyalist politikacılar dengelerini yitirdiler ve Churchill’i örnek alarak, SSCB’ye karşı önleyici bir savaş başlatılması için planlar hazırlamaya koyuldular; açıktan Sovyet halkına karşı nükleer silahların kullanılmasını talep etmeye başladılar. Yeni bir savaşın çığırtkanları, SSCB’yi olası bir saldırgan olarak kötüleyip, kendilerini ise Çin ve Hindistan’ın dostları ve güçsüzlere “yardım” etme görevini üstlenmiş komünist tehlikeden “kurtarıcılar” şeklinde göstererek sadece SSCB’ye değil, başta Çin ve Hindistan olmak üzere bütün diğer ülkelere de gözdağı vermeye çalışıyorlar. Bu yolla hem Çin’in, hem de Hindistan’ın emperyalizme bağımlı ve hem politik, hem de ekonomik açıdan köle kalmaya devam etmesi sağlanmaktadır.
II
SAVAŞTAN SONRA POLİTİK GÜÇLERİN YENİDEN GRUPLAŞMASI VE BİR YANDA EMPERYALİST VE ANTİ-DEMOKRATİK, DİĞER YANDA ANTİ-EMPERYALİST VE DEMOKRATİK İKİ BLOKUN OLUŞMASI
Savaşın sonucu olarak uluslararası durumda ve tek tek ülkelerin durumunda ortaya çıkan değişiklikler, dünyanın politik tablosunu değiştirdi. Politik güçlerin yeniden gruplaşması gündeme geldi. Savaşın bitmesinden bu yana geçen zaman arttığı ölçüde, savaş sonrasının dünyasında etkin olan politik güçlerin iki ana bloğa ayrıldığı gerçeği de belirginleşiyor: Bir yanda emperyalist ve antidemokratik, diğer yanda antiemperyalist ve demokratik blok. Emperyalist bloğun önder gücü ABD’dir. İngiltere ve Fransa, ABD ile birlikte hareket etmektedir ve İngiltere’de Attlee-Bevin önderliğindeki Labour (işçi) Partisi’nin Fransa’da sosyalist Ramadier Hükümeti’nin iktidarda olması da, her iki ülkenin önemli sorunlarda ABD’nin uydusu olarak onun dümen suyunda gitmelerini engellememektedir. Emperyalist blok bunun ötesinde Belçika ve Hollanda gibi sömürgeci devletlerle, gerici, antidemokratik yönetimlerin olduğu Türkiye ve Yunanistan gibi ülkeler, ayrıca Çin ve Yakındoğu ve Güney Amerika’daki ABD’ye ekonomik ve politik olarak bağımlı diğer ülkeler tarafından desteklenmektedir.
Emperyalist bloğun ana amacı, emperyalizmin sağlamlaştırılması, yeni bir emperyalist savaşın hazırlanması, sosyalizm ve demokrasiye karşı mücadele ve gerici, antidemokratik ve faşizm yanlısı rejim ve hareketlerin genel olarak desteklenmesidir.
Emperyalist blok, bu görevi yerine getirmek için bütün ülkelerdeki gerici ve antidemokratik güçlere dayanmaya ve dün askeri açıdan düşmanı olanlara, geçmişte askeri müttefiki olanlara karşı verdikleri rekabet ve çatışmalarda destek sunmaya hazırdır.
Anti-emperyalist ve antifaşist güçler ise, diğer bloğu oluşturmaktadır. Bu bloğun temeli SSCB ve yeni demokrasinin olduğu ülkelerdir. Ona; Romanya, Macaristan ve Finlandiya gibi emperyalizme sırt çevirmiş ve demokratik gelişmenin yolunda sapmadan yürüyenler de dâhildir. Endonezya ve Vietnam da anti-emperyalist bloğa katılmaktadır; Hindistan, Mısır ve Suriye de sempatiyle bakmaktadır. Anti-emperyalist blok, bütün ülkelerdeki işçi hareketine, demokratik harekete, komünist kardeş partilere, sömürge ve bağımlı ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketinin savaşçılarına ve her ülkede bulunan bütün ilerici, demokratik güçlerin yardımına dayanmaktadır. Bu bloğun amacı yeni savaşların çıkması tehlikesine ve emperyalist yayılmacılığa karşı, demokrasinin sağlamlaştırılması ve faşizmin kalıntılarının kazınması için mücadeledir.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi, barışsever halkların önüne, faşizmin yenilgiye uğratılması üzerinde yükselen demokratik barışın sürekli güvence altına alınması görevini koymaktadır. Savaş sonrası döneminin bu ana görevinin yerine getirilmesinde Sovyetler Birliği’ne ve onun dış politikasına önder rolü düşmektedir. Bu sosyalist Sovyet devletinin, her türlü saldırgan ve sömürücü ivmeyi kendisine yabancı bulan ve çıkarını komünist toplumun inşası için en uygun koşulları yaratmakta bulan özünde yatmaktadır. Bu koşullardan birisi, halklar arasında barışın olmasıdır. Kalıcı bir barış için çaba gösteren bütün ilerici insanlığın bu özlemi, kapitalizmin bir sonucu olan savaşlardan çıkar beklemesi mümkün olmayan ve yeni ve daha yüksek bir toplumsal sistemin taşıyıcısı olan Sovyetler Birliği’nin dış politikasında yansımaktadır. Sovyetler Birliği, bütün halkların özgürlüğü ve bağımsızlığından yana sadık bir öncü savaşçı olarak ulusal, ırkçı ve sömürgeci baskının her türlüsünün karşısındadır. İkinci Dünya Savaşı sonucunda, kapitalizmin ve sosyalizmin dünyaları arasındaki genel güç dengesi değişti ve Sovyet devletinin dış politikasının önemi artarak dış politik eylemlerinin boyutları genişledi.
Anti-emperyalist ve anti-faşist bloğun bütün güçleri, adil ve demokratik barışın güvence altına alınması görevi üzerinde yoğunlaştılar. Bu temelde SSCB ile demokratik ülkeler arasında, her dış politik sorun hakkında süren dostluk ilişkileri ve işbirliği güçlenerek gelişti. Başta yeni demokrasinin bulunduğu ülkeler (Yugoslavya, Polonya, Çekoslovakya ve Arnavutluk) olmak üzere faşizme karşı verilen kurtuluş savaşında büyük rol oynayan bu ülkeler, ayrıca Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve belli Ölçülerde Finlandiya olmak üzere anti-faşist cepheye katılan diğer ülkeler, savaş sonrası dönemde barış, demokrasi, özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinde güvenilir savaşçılar olarak kendilerini kanıtladılar ve ABD ile İngiltere’nin bu ülkelerdeki gelişmeyi geri döndürme ve onları yeniden emperyalist boyunduruk altına sokma çabalarına karşı direndiler.
Demokratik bloğun başarıları ve artan uluslararası prestiji, emperyalistlerin hoşuna gitmiyordu. Daha İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere ve ABD’de sürekli müttefik güçlerin koordineli birlikteliğini baltalamak, savaşı uzatarak SSCB’nin kan kaybından yok olmasını sağlamak ve faşist saldırganları tamamen yok olmaktan kurtarmak isteyen gerici güçlerin eylemleri sürekli arttı. Churchill önderliğindeki Anglo-Sakson emperyalistlerin, Münih Politikası’nın yeni, değişen koşullar altında devamı anlamına gelen ikinci cephe sabotajı, bu eğilimin ifadesiydi. Ancak savaş sürdüğü müddetçe, İngiltere ve ABD’deki gerici çevreler Sovyetler Birliği’ne ve demokratik ülkelere açıktan karşı çıkmaya cesaret edemiyorlardı. Çünkü halk yığınlarının Sovyetler Birliği’ne ve demokratik ülkelere sempati duyduklarını biliyorlardı. Ancak bu durum, daha savaşın bitiminden önceki son aylarda değişmeye başladı. Amerikan-İngiliz emperyalistleri, Temmuz 1945’te gerçekleşen Berlin Konferansında Sovyetler Birliği’nin ve demokratik ülkelerin haklı çıkarlarını gözetmeye yanaşmadıklarını gösterdiler.
Sovyetler Birliği’nin son iki yılda izlediği dış politika, savaş sonrası dönemde barışın demokratik ilkelerinin tavizsiz bir şekilde gerçekleştirilmesi politikasıdır. Anti-emperyalist bloktaki ülkeler, bir nebze bile sapmadıkları bu ilkelerin sadık ve tutarlı takipçileri olduklarını gösterdiler. Bu yüzden demokratik ülkelerin izledikleri dış politikaya yükledikleri ana görev, demokratik barışı sürekli kılmak, faşizmin kalıntılarını tasfiye etmek, faşist-emperyalist saldırganlığın yeniden canlanmasını engellemek, halkların eşitliği ilkesini uygulamak ve bağımsızlığını korumak ve silahlanmanın sınırlandırılması ve kitle imha silahlarının yasaklanması için mücadele etmekti. Sovyet diplomasisi ile demokratik ülkelerin diplomasisi, savaş yıllarında barışın kurulmasına ilişkin varılan prensip kararlarına karşı, çıkan, bunun yerine genel barışı bozmayı, faşist unsurları korumayı ve diğer ülkelerdeki demokrasiyi bozmayı hedefleyen bir çizgi izleyen Anglo-Amerikan diplomasinin direnişiyle karşılaştı.
SSCB’nin ve demokratik ülkelerin ortaklaşa gerçekleştirdikleri diplomatik çalışmaların en önemlilerinden birisi, silahlanmanın sınırlandırılması ve atom bombasının yasaklanması sorununda görülmüştür.
Sovyetler Birliği’nin girişimleriyle, Birleşmiş Milletler Örgütü’ne, silahlanmanın sınırlandırılması ve atom enerjisinin savaş amacıyla üretilmesi ve kullanılmasını yasaklamanın acil görev olarak belirlenmesi konularında öneri getirildi. Sovyetler Birliği’nin bu önerisi, ABD ve İngiltere’nin şiddetli direnişiyle karşılaştı. Emperyalist çevreler, pratikte etkili sonuçlara yol açacak bir kararın alınmasını engellemek ya da geciktirmek için olmadık çabalara başvurdular, çok sayıda engel çıkarmaya çalıştılar. Birleşmiş Milletler Örgütü’nün kurullarında çalışmalar sürdüren Sovyet ve demokratik ülkelerin delegelerinin faaliyetlerine, uluslararası işbirliğinin demokratik temellere oturtulması ve emperyalist komplocuların barışa ve halkların güvenliğine karşı düzenlediği entrikaların açığa çıkarılması için verdikleri sistematik, sürekli ve ısrarlı mücadele damgasını vurmuştur.
Bu, özellikle Yunanistan’ın kuzey sınırındaki durumun görüşüldüğü oturum örneğinde açık bir şekilde görülmektedir. Sovyetler Birliği ve Polonya bu olayda, Yunanistan’a karşı saldırgan tavır takınmak şeklindeki gerçekdışı suçlamaya maruz kalan ve emperyalistlerin kendilerine karşı Güvenlik Konseyi’ni devreye sokmaya çalıştığı Yugoslavya, Bulgaristan ve Arnavutluk için ısrarla mücadele etti.
Sovyet dış politikası, iki sistemin -kapitalizmin ve sosyalizmin- uzun bir süte yan yana varolacakları gerçeğinden hareket ediyor. Bu tespitten şu sonuç çıkar: Karşılıklılık ilkesinin korunduğu ve varılan anlaşmalardan doğan yükümlülüklere uyulduğu koşullarda, SSCB ile diğer sistemlere ait ülkeler arasında işbirliğinin olanakları vardır. Bilindiği üzere, SSCB, anlaşmalardan doğan yükümlülüklere sürekli sadık kalmıştır ve kalacaktır. Sovyetler Birliği, işbirliği yapmaktan yana istek ve arzusunu göstermiştir.
ABD ve İngiltere ise, Birleşmiş Milletler Örgütü’nde buna tamamen karşı bir politika izliyor. Bu ülkeler, daha önce varılan anlaşmalardan doğan yükümlülüklerden geri çekilmek ve halkların işbirliğini değil, onları birbirine karşı kışkırtmayı, halkların demokratik hak ve çıkarlarını zedelemeyi ve SSCB’yi tecrit etmeyi hedefleyen yeni bir politikayı uygulamak için her yolu deniyor.
Sovyetler Birliği, kendisiyle işbirliği yapma arzusunu gösteren bütün ülkelerle, vefalı ve iyi komşuluk ilişkileri sürdürme çizgisini izlemekte kararlıdır. Samimi dostu ve müttefiki olan ülkelere karşı her zaman sadık bir dost olan Sovyetler Birliği, bugün de bu dostluk ye ittifakı sürdürmektedir ve gelecekte de sürdürecektir. Sovyet dış politikası, bu ülkelere yapılan dostane yardımı daha da geliştirmeyi hedeflemektedir.
Barış davasını temsil eden Sovyet dış politikası, yenilen halklardan öç alma prensibini reddeder.
Bilindiği üzere SSCB, barıştan yana, askersizleştirilmiş ve demokratik olan birleşik bir Almanya’dan yanadır. Almanya’ya karşı izlenen Sovyet politikasının formülasyonunda Stalin Yoldaş, “Sovyetler’in Almanya sorununda izlediği politikanın kısacası bu ülkenin askersizleştirilmesi ve demokratikleştirilmesi” olduğuna dikkat çekmiş, “Almanya’nın askersizleştirilmesi ve demokratikleştirilmesi, sağlam ve sürekli bir barışın kurulması için en önemli koşullardan birisidir” demiştir. Ancak Sovyet devletinin Almanya’ya karşı izlediği bu politika, ABD ve İngiltere’deki emperyalist çevrelerin hırçın direnişiyle karşılaşmaktadır.
Dışişleri Bakanları Konseyi’nin Mart ve Nisan 1947’de Moskova’da yaptığı toplantı, ABD, Fransa ve İngiltere’nin sadece Almanya’nın askersizleştirilmesi ve demokratikleştirilmesini sabote etmekle yetinmeyip birleşik bir devlet olarak tasfiyesini, parçalanmasını ve barış sorununu ayrı bir konu olarak çözmeyi amaçladıklarını göstermiştir.
Bu politika şimdi, Amerika’nın, Roosevelt’in izlediği politikayı terk etmesi ve yeni savaş maceralarını hazırlayan yeni bir çizgi izlemesi nedeniyle ortaya çıkan yeni koşullar altında gerçekleştirilecektir.
III
AMERİKA’NIN AVRUPA’YI KÖLELEŞTİRME PLANI
Amerikan emperyalizmi, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra saldırgan, açıktan yayılmacı bir çizgiye yöneldi ve bu, ABD’nin hem dış, hem de iç politikasında ifadesini buldu. ABD’deki emekçilerin temel haklarına karşı sürdürülen saldırılara, bütün dünyada gerici ve antidemokratik güçlerin desteklenmesi, Almanya’nın askersizleştirilmesi ve demokratikleştirilmesini hedefleyen Podam Kararları’nın çiğnenmesi, Japon gericilerine verilen iltimaslar, askeri hazırlıkların genişletilmesi ve atom bombalarının artırılması eşlik etti.
ABD’nin savaştan görece fazla zarar görmemiş olmasına rağmen, Amerikalıların ezici çoğunluğu savaşın tekrarlanmasını ve buna bağlı olarak yeni kurbanların ve kısıtlamaların gündeme gelmesini istemiyor. Bu durum, tekelci sermayeyi ve onun ABD’de hükümette bulunan uşaklarını, ülke içinde saldırgan ve yayılmacı çizgiye karşı oluşan muhalefeti dağıtmak ve serbestçe bu tehlikeli politikanın devamını sağlayabilmek için olağandışı araçları devreye sokmaya yöneltiyor.
Ancak kapitalist tekellere dayanan Amerikalı hükümet çevrelerinin komünizme karşı ilan ettikleri bu sefer, kaçınılmaz olarak Amerikalı emekçilerin yaşam hak ve çıkarlarına saldırılmasını, ülkenin iç politik yaşamının faşistleştirilmesine ve insanlara karşı nefret duygularıyla dolu en vahşi “teori” ve düşüncelerin yaygınlaştırılmasını zorunlu kılıyor. Amerikalı yayılma yanlısı çevreler, üçüncü” dünya savaşına ilişkin hayallerini gerçekleştirmek için ülke içinde bu maceracı politikaya karşı gelişebilecek olası bir muhalefeti baştan boğmak istiyor. Bunun için politik ve kültürel açıdan geri olan sade Amerikalı yığınları şovenizm ve militarizm zehiriyle ağuluyor ve küçük burjuvaları sinema, radyo, kilise ve basın yoluyla yaydığı Sovyet düşmanı ve anti-komünist propaganda aracılığıyla “budalalaştırmaya” çalışıyor. Amerikan gericiliğinin sahnelediği yayılmacı dış politika, aynı anda birçok yönde çalışmaları öngörüyor:
1- Askeri-stratejik önlemler;
2- Ekonomik yayılma;
3- ideolojik mücadele.
Askeri-stratejik planların gelecek saldırılarda gerçekleştirilmesi, İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru devasa ölçülerde büyüyen Amerikan savaş sanayisinin azami ölçüde değerlendirilmesi çabalarıyla bağlantılıdır. Amerikan emperyalizmi, tavizsiz bir şekilde ülkenin militarize edilmesi politikası izlemektedir. ABD’nin ordu ve donanma için yaptığı yıllık harcamalar, 11 milyar doları aşmaktadır. 1947/48 yıllarında silahlı kuvvetler için yapılan harcamalar, bütçenin yüzde 35’i olmuş, diğer bir deyişle 1937/38’e oranla 11 katına çıkmıştır.
ABD ordusu, İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıllarda kapitalist ülkeler arasında 17. sırada iken, bugün ilk sıradadır. Amerikalı stratejistler atom bombaları biriktirmekle yetinmeyip, çekinmeden bakteriyolojik silahlar geliştirme hazırlığında olduklarını açıklıyorlar.
ABD’nin askeri-stratejik planında, barış dönemlerinde çok sayıda üs ve yığınak bölgesi yaratmak yer alıyor. ABD’den çok uzaktaki bu noktalardan Sovyetler Birliği ve demokratik ülkelerdeki hedeflere karşı saldırılar gerçekleştirilmesi öngörülüyor. Bugün Alaska, Japonya, İtalya, Güney Kore, Çin, Mısır, İran, Türkiye, Yunanistan, Avusturya ve Batı Almanya’da Amerikan Hava ve Deniz Kuvvetleri’nin üsleri var ya da kurulma aşamasında. Kuzey kutbunu askeri bir saldırı için kullanmak üzere yapılan çalışmalar, hararetli bir şekilde sürüyor.
Savaş çoktan bitmiş olmasına rağmen İngiltere ve ABD arasında kurulan askeri ittifak ve her iki ülkenin ordularının ortak genelkurmayı, varlığını hâlâ sürdürüyor. ABD, silahların standartlaştırılması sözleşmelerinin ardına sığınarak, başta İngiltere ve Kanada olmak üzere diğer ülkelerin ordu ve silahlarını kendi denetimi altına aldı. Batı yarımkürenin ortak savunması adı altında Latin Amerika ülkeleri, ABD’nin savaş ve yayılma planlarındaki eylem bölgesi haline getiriliyor. ABD hükümeti, Türk ordusunun modernleştirilmesini teşvik etmeyi kendi görevi olarak gördüğünü resmen açıkladı. Gerici Kuomintang ordusu, Amerikalı danışmanlarca eğitilerek Amerikan savaş araçlarıyla donatılıyor. Askeri çete, ABD’de aktif politik güç haline geliyor ve büyük oranda, ülke politikasını saldırgan militarist çizgiyi hakim kılan devlet adamlarını ve diplomatları belirliyor.
ABD’nin ekonomik yayılmacılığı, stratejik planın uygulanmasında önemli bir parçadır. Amerikan emperyalizmi, Avrupa ülkelerinin savaş sonrası zorluklarından, özellikle savaşta büyük zarar gören müttefik güçlerin hammadde, yakıt ve gıda darboğazlarından bir tefeci gibi yararlanmayı ve böylece bu ülkelere köleleştirici yardımını dayatmayı hedefliyor. Gelecek ekonomik krizi öngören ABD, yeni sermaye yatırımları ve ürün satışları için tekelleşme alanı bulmakta acele ediyor. ABD’nin ekonomik “yardımı” esas olarak, Avrupa’nın Amerikan sermayesi tarafından köleleştirilmesi hedefini güdüyor. Şu ya da bu ülkenin ekonomik durumunun güçleştiği oranda Amerikan tekellerinin dayattığı koşullar da ağırlaşıyor.
Ancak ekonomik denetim, politik yönden Amerikan emperyalizmine tabi kılmayı da beraberinde getiriyor. Bu şekilde Amerikan ürünleri için yeni pazarlar yaratmakla, Avrupa’daki yeni demokratik ülkelere karşı mücadelede kullanılması planlanan yeni yığınak bölgelerinin kurulması birbirini tamamlayan iki unsur oluyor. Amerikan tekelleri herhangi bir ülkeyi açlıktan ya da çökmekten “kurtarırlarsa”, hemen her türlü bağımlılığını elinden alma şartını da öne sürüyor. Amerikan “yardımı”, hemen her seferinde otomatik olarak bu “yardımı” alan ülkenin politik çizgisinde de değişikliklere yol açıyor: Bu ülkelerde, Washington’dan gelen emirler doğrultusunda, iç ve dış politikada ABD’nin planlarını uygulamaya hazır olan kişi ve partiler iktidara geliyor (Fransa, İtalya vb.de olduğu gibi).
ABD’nin dünya egemenliğini ele geçirme çabaları ve izlediği antidemokratik çizgi, son olarak ideolojik mücadeleyi de kapsıyor. Amerikan stratejik planındaki ideolojik bölüme yüklenen ana görev; Sovyetler Birliği ve yeni demokrasinin sözüm ona saldırgan olduğuna dair karalama kampanyalarıyla kamuoyu üzerinde şantajı genişletmek, Anglo-Sakson bloğa kendini savunmak zorunda olan taraf rolünü biçmek ve yeni bir savaşın hazırlıklarının getirdiği sorumluluktan kurtarmaktır. Sovyetler Birliği’nin popülaritesi, ikinci Dünya Savaşı yıllarında olağanüstü arttı. Sovyetler Birliği, emperyalizme karşı verdiği fedakar ve kahramanca savaş ile bütün ülkelerdeki emekçilerin sevgi ve saygısını kazandı. Sovyet toplumunun birliğinden doğan, sarsılmaz ekonomik ve politik güç, tüm dünyanın gözleri önüne serildi. ABD ve İngiliz emperyalistleri, sosyalizmin bütün dünyadaki işçi ve emekçiler üzerinde yarattığı bu silinmesi mümkün olmayan izlenimleri ortadan kaldırmak için her yolu denediler. Savaş çığırtkanları bu yüzden;-askerlerini Sovyetler Birliği’ne saldırtmadan önce uzun süreli bir- ideolojik mücadelenin gerekli olduğunun bilincinde.
SSCB’ye karşı sürdürülen ideolojik mücadelede Amerikan emperyalistleri Sovyetler Birliği’ni anti-demokratik ve totaliter; ABD, İngiltere ve diğer kapitalist dünyayı ise demokratik olarak gösterirken, politik konulardaki bilgisizliklerini ve cehaletlerini açığa vuruyorlar. İdeolojik mücadelenin bu platformu -sözde burjuva demokrasisinin savunulması ve komünizmin totaliter olduğu iddiası- kapitalist toprak sahiplerinden kulaklarına emperyalist efendileri tarafından SSCB’ye karşı fısıldanan her türlü karalamayı gönüllüce yineleyen sağcı sosyalistlerin önderlerine kadar, işçi sınıfının bütün düşmanlarını birleştiriyor. Bu alçakça propagandanın merkezinde, bir gerçek demokraside çok partili sistemin ve örgütlü muhalefetin olması gerektiği şeklindeki iddialar yer alıyor. Bu noktadan hareket eden İngiliz İşçi Partililer, komünizme karşı mücadelede hiçbir zorluktan kaçınmayarak işi, SSCB’de uzlaşmaz sınıflar olduğu ve bu sınıflara denk düşen partiler arasında bir mücadelenin yürüdüğü noktasına kadar vardırıyorlar. Onlar, politik cahiller olarak, SSCB’de uzun süredir kapitalistlerin ve toprak ağalarının, uzlaşmaz sınıfların ve birçok partinin olmadığını bilemiyorlar. Yürekten bağlandıkları sözde sosyalist partilerin birer emperyalist şubesinin SSCB’de de, olmasını canı gönülden arzuluyorlar. Ama teessüfle belirtelim ki; tarih bu sömürücü partileri silip süpürdü.
İngiliz İşçi Partililer ve burjuva demokrasisinin diğer avukatları Sovyet rejimini karalamaktan geri durmazken, aynı zamanda Yunanistan’da ve Türkiye’de faşist azınlığın halk üzerinde kurduğu kanlı diktatörlüğün gayet normal olduğu görüşündeler. Burjuva ülkelerdeki biçimsel demokrasinin kendi normlarına karşı gerçekleştirilen sayısız ihlallere bile gözlerini kapıyorlar ve ABD’deki ulusal baskıyı, ırkçı zulmü, yolsuzlukları ve demokratik hakların gaspını suskunlukla geçiştiriyorlar.
Avrupa’nın köleleştirilmesi planlarına eşlik eden ideolojik “kampanyanın” yönlerinden birisi de, ulusal egemenlik ilkesine yöneltilen saldırı ve egemenlik haklarına karşı “dünya hükümeti” düşüncesini çıkararak halklara yapılan egemenlik haklarından vazgeçme çağrısıdır. Bu kampanyanın özünü, fazla gizlemeye gerek duymadan halkların egemenlik haklarını zedeleyen Amerikan emperyalizminin dizginsiz yayılmacılığını güzel gösterme çabaları oluşturuyor. ABD, insanlığın genel yasalarının savunucusu, onun ilerlemesine karşı çıkanlar ise tarihe karışmış “bencil” milliyetçiliğin temsilcileri olarak gösteriliyor. Burjuva-aydın hayalperestler ve pasifistler tarafından benimsenen “dünya hükümeti” düşüncesi, sadece Amerikan emperyalizminin saldırılarına karşı bağımsızlığını savunan halklar üzerinde baskı oluşturmak ve onları ideolojik açıdan silahsızlandırmak için kullanılmıyor. Bu düşünce, aynı zamanda özellikle küçük ya da büyük bütün halkların gerçek eşitliği ilkesini yılmadan ve taviz vermeden savunan Sovyetler Birliği’ne karşı kullanılan bir parola haline getiriliyor.
Günümüz koşullarında ABD, İngiltere gibi emperyalist ülkeler ve onlara yakınlık duyan diğer devletler, ulusal bağımsızlığın ve halkların kendi kaderini tayin hakkının tehlikeli düşmanları olmuşlar; SSCB ve yeni demokrasinin olduğu ülkeler ise, eşitliğin ve halkların kendi kaderini tayin hakkının savunulmasında güvenilir dayanak haline gelmişlerdir.
Amerikan emperyalizmi tarafından hazırlanan ideolojik planın gerçekleştirilmesinde Bullit gibi askeri-politik gözlemcilerin, Green gibi sarı sendika önderlerinin, kapitalizmin ısrarlı savunucusu Blum gibi Fransız sosyalistlerinin, onu izleyen Alman sosyal demokrat Schumacher ve İngiliz İşçi Partisi önderi Bevin gibilerinin birlikte çalışmaları son derece anlamlıdır.
ABD’nin yayılma çabaları somut ifadesini günümüz koşullarında Truman Doktrini’ ve ‘Marshall Planı’nda bulmaktadır. Her iki belge de, biçimde farklılık arz etseler de, Amerika’nın Avrupa’yı köleleştirme isteğini ortaya koyan aynı politikanın ifadesidir.
‘Truman Doktrini’nin Avrupa’ya ilişkin başlıca görüşleri şunlardır:
1-Doğu Akdeniz bölgesinde Amerikan egemenliğini yerleştirmek amacıyla bu bölgede Amerikan üslerinin kurulması;
2- Balkanlardaki yeni demokrasiye karşı Amerikan emperyalizminin burçları olarak Yunanistan ve Türkiye’deki gerici rejimlerin açıktan desteklenmesi (Yunanistan ve Türkiye’ye askeri ve teknik yardımda bulunma, kredi verme);
3- Yeni demokrasinin bulunduğu ülkeler üzerindeki baskının; totaliter olmakla ve yayılmacı amaçlar gütmekle suçlamak, içişlerine karışmak, demokratik temellerine saldırmak, bu ülkelerdeki devlet düşmanı ve antidemokratik unsurları açıktan desteklemek, bu ülkelerle ekonomik ilişkileri koparmak ve böylece ekonomisini baltalayan ve sanayileşmesini engelleyen ekonomik zorluklar yaratmak yoluyla artırılması.
Halklara karşı gerici rejimlere yardımda bulunmayı kendisine görev edinen ‘Truman Doktrini’, çok açık saldırgan bir karaktere sahipti. Bu belgenin yayınlanması, her şeye alışmış olan Amerikan kapitalist çevrelerin bir kısmında bile şaşkınlıkla karşılandı. ABD ve diğer ülkelerdeki kamuoyunun ilerici unsurları kararlı bir şekilde Truman’ın konuşmasının açık emperyalist özünü protesto ettiler.
‘Truman Doktrini’nin bu şekilde karşılanması, aynı yayılmacı politikanın daha iyi gizlenmiş bir şekilde uygulanması anlamına gelen ‘Marshall Planı’nı gerekli kıldı.
‘Marshall Planı’nın bilinçli bir şekilde seçilen anlaşılmaz formülasyonlarında yatan öz şudur: Yükümlülükleri nedeniyle ABD’ye bağlanmış devletlerden bir blok oluşturmak, bu devletlere ekonomik ve daha ileride politik bağımsızlıklarından vazgeçmelerine karşılık olarak kredi vermek. Bu noktada, Batı Almanya’daki sanayi bölgelerinin Amerikan tekellerinin denetiminde inşa edilmesi, ‘Marshall Planı’nın temelini oluşturdu.
Amerikalı politikacıların toplantılarda ve konuşmalarında söyledikleri gibi, ‘Marshall Planı’nın amacı, ilk planda Almanya’ya karşı savaşta Amerika’nın müttefiki olan ve savaşta yoksullaşmış galip ülkelere yardım değil; tersine, Alman kapitalistlerine yardım etmekti. Bunun nedeni, Avrupa ve Almanya’nın ihtiyacı için gerçekleştirilen kömür ve çelik üretiminin temel kaynaklarını ABD’nin denetimi altına sokmak ve kömür ve çelik ihtiyacı duyan devletleri ekonomik güç olarak yeniden güçlü kılınmak istenen Almanya’ya bağlı kılmak arzusuydu.
‘Marshall Planı’, İngiltere ve Fransa’yı tamamen ikinci dereceden güçler konumuna getirmeyi hedeflediği halde, Attlee başkanlığındaki İngiliz işçi Partisi Hükümeti ve Fransa’daki sosyalist Ramadier Hükümeti bu plana cankurtaran simidi gibi sarıldılar. ABD’nin 1946 yılında İngiltere’ye verdiği 3 milyar 750 milyon dolarlık krediyi büyük ölçüde tükettiği bilinmektedir. Ayrıca, bu kredinin köleleştirici koşullarının İngiltere’nin elini kolunu bağladığı da biliniyor, İngiliz İşçi Partisi Hükümeti, boğazını sıkan Amerika’ya maddi bağımlılığa girdikten sonra, tek çıkar yolu yeni kredilerde görüyordu. Bu yüzden ‘Marshall Planı’nı ve buna bağlı -olarak yeni kredileri, ortaya çıkan ekonomik çıkmazdan kurtuluş yolu olarak görmekteydi. İngiliz politikacılar ayrıca, ABD’ye borçlanmış Batı Avrupa ülkelerinden oluşan bir bloğun yaratılmasından yararlanarak bu blokta, daha zayıf ülkelerin sırtından zenginleşmeyi amaçlayan Amerika’nın birinci dereceden uşağı olma rolünü oynamayı hesaplıyordu. İngiliz burjuvazisi, ‘Marshall Planı’nı kullanarak ve Amerikan tekellerinin denetimine girip ona hizmetler sunarak, özellikle Balkanlar-Tuna bölgesi başta olmak üzere, bazı ülkelerde yitirdiği konumunu yeniden kazanmayı umut ediyordu.
Mayıs 1947’de ABD’nin Fransa’ya verdiği kredi, komünistlerin hükümetten uzaklaştırılması koşuluna bağlanmıştı. Böylece egemenliğini büyük ölçüde ABD’ye kaptıran Fransa da ‘Marshall Planı’ girişimcileri arasına alınarak, Amerikan önerilerini ‘daha objektif göstermek için yeni bir kılıf uydurmak istendi.
İngiliz ve Fransız hükümetleri, Washington’dan gelen emirler doğrultusunda Sovyetler Birliği’ne Marshall’ın önerilerinin değerlendirilmesine katılması önerisi götürdüler. Bu yolla, önerilerin Sovyet düşmanı karakteri gizlenmek isteniyordu. Ancak SSCB’nin, Marshall tarafından belirtilen koşulların dayatılmasıyla sunulan bir Amerikan yardımı önerisine karşı çıkacağı daha baştan görülebildiği için, SSCB’nin, “Avrupa’nın ekonomik olarak yeniden kurulması isteği taşımadığı ve bu sorumluluktan kaçtığı” izlenimini yaratmayı hesaplıyorlardı. Böylece gereken yardıma ihtiyaç duyan Avrupa ülkeleri SSCB’ye karşı kışkırtılacaktı. SSCB’nin görüşmelere katılması durumunda ise, Doğu ve Güneydoğu Avrupa ülkelerini, “Avrupa ekonomisini ABD’nin yardımıyla “yeniden yapılandırmak” tuzağına düşürmek kolaylaşacaktı. Truman planı, bu ülkeleri sondajlamak, yemlemek ve dolar “yardımıyla” elini-kolunu bağlamak hedefini gözetiyor.
‘Marshall Planı’ bu durumda Amerikan programının en önemli hedeflerinden birisini üstlenerek, yeni demokrasinin bulunduğu ülkelerde emperyalizmin iktidarını yeniden kurmak için katkıda bulunacak ve bu ülkelerin Sovyetler Birliği ile sıkı ekonomik ve politik ilişkilerini koparmaya zorlamak yönünde işlev görecekti.
Fransız ve İngiliz hükümetleriyle birlikte Paris’te, Marshall’ın önerilerinin değerlendirildiği görüşmelere katılan SSCB temsilcileri, Paris’te bütün Avrupa’yı kapsayacak bir ekonomik program hazırlama görevinin gerçekdışı olduğunu ve bu önerilerin, Avrupa ülkelerinin içişlerine müdahale girişimi ve egemenliklerinin ellerinden alınması tehlikesiyle karşı karşıya bırakacak, Fransa ve İngiltere önderliğinde yeni bir Avrupa örgütü kurma çabası olduğunu açığa çıkardılar. ‘Marshall Planı’nın, uluslararası işbirliğinin ilkeleriyle çeliştiğini, Avrupa’nın parçalanması, bir dizi Avrupa ülkesinin Amerikan kapitalizminin boyunduruğu altına girmesi tehlikesini taşıdığını ve ‘yardımın’ esas olarak müttefiklerden önce, kendilerine, ‘Marshall Planı’ uyarınca özel bir rol biçilen Alman tekellerine sunulmak istendiğini gösterdiler.
Sovyetler Birliği’nin bu açık tutumu ile Amerikan emperyalistlerinin ve onların İngiliz-Fransız uşaklarının maskesi düşürüldü.
Bütün Avrupa’yı kapsayacak bir ekonomik program, öneri sahiplerini utandıracak bir şekilde başarısızlığa uğradı. Dokuz Avrupa ülkesi bu programa katılmayı reddetti. Ayrıca görüşmelere katılmaya hazır olduğunu ve planın uygulanmasına önerilerle katkıda bulunmaya hazır olduğunu açıklayan diğer ülkeler de, ‘Marshall Planı’nı onaylarken fazla coşku sergilemedi. Çünkü SSCB’nin, bu planın gerçek bir yardımdan çok uzak olduğu yönündeki öngörülerinin doğru olduğu kısa sürede belli oldu. Öte yandan Amerikan hükümetinin de, Marshall’ın verdiği sözleri yerine getirmekte pek fazla aceleci davranmadığı da görüldü. Amerikan Kongre üyeleri, Kongre’nin Avrupa ülkelerine verilecek krediler konusunu en erken 1948 yılında ele alabileceğini resmen kabul ettiler.
Böylece ‘Marshall Planı’nın Paris’te imzalanan ‘Gerçekleştirme Şeması’na onay veren Fransa, İngiltere ve diğer Batı Avrupa ülkelerinin Amerikan şantajının kurbanı oldukları ortaya çıktı.
Ancak Amerika’nın himayesinde bir Batı Bloğu oluşturma çabaları bugün de sürüyor.
Burada, Amerika’nın arzuladığı şekildeki bir Batı Bloğu’nun ABD’ye bağımlı İngiltere ve Fransa gibi devletler tarafından bile reddedileceğini belirtmek gerekir. Avrupa’da komünizme ve demokrasiye, kafa tutacak ölçüde palazlandırılmış bir Alman emperyalizmi perspektifi, ne İngiltere ne de Fransa için çekici olabilir. İşte bu noktada, İngiltere-ABD-Fransa Bloğu’nun temel iç çelişkilerinden birisi gün ışığına çıkıyor. Açıkça görülen o ki; Amerikan tekellerine ve uluslararası gericiliğe göre Franco ya da Yunan faşistleri, ABD için SSCB’ye ve yeni demokrasinin bulunduğu ülkelere karşı bir siper olma görevini üstlenemeyecektir. Bu yüzden Avrupa’daki demokratik güçlere karşı mücadelede güvence olarak gördükleri yeniden inşa edilmiş kapitalist bir Almanya’ya büyük ümitler besliyorlar. Her ne kadar ikisi de kendilerini, hizmete hazır uşaklar olarak kanıtladıysa da, ABD’ye göre güvenilmeyecek ‘yarı komünistler’ olan İngiliz İşçi Partililerin ve Fransız sosyalistlerinin bu görevi üstlenemeyeceğine inanılıyor.
Bu yüzden Almanya sorunu, özellikle de savaş sanayisi için potansiyel bir baz oluşturan Ruhr Havzası sorunu, SSCB düşmanı uluslararası blok için en önemli uluslararası politik sorunu ifade etmekte ve ABD, İngiltere ve Fransa arasında tartışma konusu olmaktadır.
Amerikan emperyalistlerinin bu konuda sergiledikleri iştah, İngiltere ve Fransa’da huzursuzluğa yol açmaktadır. ABD, yanlış anlaşılmaya yer vermeyecek bir açıklıkla Ruhr Havzası’nı İngilizlerin elinden almak istediğini göstermiştir. Amerikan emperyalistleri bunun ötesinde üç işgal bölgesinin birleşmesini ve Batı Almanya’nın Amerika denetiminde ayrılmasını talep ediyor. ABD ayrıca, Ruhr Havzası’ndaki kapitalist işletmelerin kendi denetiminde kalmasını isteyerek çelik üretiminin artırılmasını talep ediyor. Marshall’ın, Avrupa ekonomisinin inşası için sözünü verdiği krediler, Washington’da esas olarak Alman kapitalistlerine verilecek yardım olarak algılanıyor.
Churchill Planı’nda Batı Bloğu, İngilizlerin politikasında bir araç olması hedeflenen Avrupa Birleşik Devletleri şeklinde öngörülüyordu. Oysa Amerika bunun tam tersine, İngiltere de dâhil olmak üzere, Avrupa devletlerinin egemenliğini yok eden kendisine bağlı bir il, ABD’nin ’49. Eyaleti’ olarak gördükleri bir eyalet oluşturmak istiyor. Amerikan emperyalizmi, İngiltere ve Fransa’ya karşı giderek daha kaba ve küstahça davranıyor. Bu ülkeler arasında Almanya’daki üretim düzeyini belirleme konusunda yapılan ve Potsdam Sözleşmesi’nin keyfi bir ihlali olan ikili ve üçlü görüşmeler, aynı zamanda açıkça ABD’nin diğer iki ülkenin çıkarlarını göz ardı ettiğini gösteriyor. İngiltere ve özel olarak da Fransa, Amerika’nın dayatmalarına kulak vermek ve boyun eğmek zorunda. Amerikan diplomasisinin Paris ve Londra’daki tavırları, bugün Amerikalı temsilcilerin Yunanistan’da çekinmeden bakanları kendi kafalarına göre atadıkları ya da görevden aldıkları ve fatihler gibi davrandıkları dönemi hatırlatıyor. Aslına bakılacak olursa, bu planların Avrupa halklarının çıkarlarını ve Avrupa’nın ABD tarafından köleleştirilmesini hedef aldığı görülüyor.
‘Marshall Planı’, Avrupa’daki demokratik ülkelerin sanayileşmesine ve dolayısıyla bağımsızlıklarının ve egemenliklerinin temeline karşıdır. Nasıl o dönem Dawes Planı’na karşı olan güçler çok daha zayıf olmasına rağmen bu plan başarısızlığa uğradıysa, bugün de savaş sonrası Avrupa’sında bu planların uygulanması mümkün olmayacaktır. Kaldı ki bugün, Sovyetler Birliği bir kenarda tutulsa bile, Avrupa’nın köleleştirilmesi planlarını, istedikten ve kararlı olduktan sonra boşa çıkartabilecek güçler yeterince mevcuttur. Bu, Avrupa halklarının direnme isteğiyle bağlantılı bir sorundur. Olayın SSCB’yi ilgilendiren yönüne gelince: SSCB, tüm güçlerini bu planın gerçekleşmesini engellemek için kullanacaktır.
Anti-emperyalist ülkelerde ‘Marshall Planı’na ilişkin yapılan değerlendirmeler, gelişmeler tarafından da tümüyle doğrulanmıştır. Demokratik ülkelerin oluşturduğu blok, ‘Marshall Planı’na tüm Avrupa halklarının bağımsızlık ve egemenliğini koruyan, şantaj ve yıldırma çabalarına boyun eğmeyen ve dolar diplomasisinin manevralarına kanmayan önemli bir güç olarak karşı durmuştur.
Sovyet hükümeti hiçbir zaman, dış kredilerin, özel olarak da ABD’den alınacak kredilerin ekonominin yeniden yapılandırılmasına ivme kazandıracak bir araç olarak kullanılmasına karşı çıkmadı. Ancak Sovyetler Birliği her zaman, dış kredilerin koşullarının kredi alan ülkeleri, ekonomik ve politik açıdan kredi veren ülkelerin kölesi haline getirecek tarzda belirlenmesine karşı olmuştur. Bu politik duruş noktasından hareketle, Sovyetler Birliği devamlı dış kredilerin bir ülkenin ekonomisinin yeniden yapılandırılmasının ana araç olarak kullanılmayacağı düşüncesini savunmuştur. Ekonomik yeniden yapılanması için gerekli en önemli ve belirleyici koşul, her ülkenin kendi iç güç ve kaynaklarını değerlendirmesi ve kendi sanayisini yaratmasıdır. Bir ülkenin bağımsızlığı ancak bu temelde, krediyi politik ve ekonomik bağımlılığın aracı olarak kullanma eğilimi taşıyan yabancı sermayenin saldırılarına karşı savunulabilir. İşte Avrupa’daki ülkelerin sanayileşmesini engellemeyi ve dolayısıyla bağımsızlıklarının altını oymayı hedefleyen ‘Marshall Planı’ ile tam da bu amaçlanmaktadır.
Sovyetler Birliği bıkmadan, devletlerarasındaki ekonomik ve politik ilişkilerde hak eşitliğinin korunması ve tarafların karşılıklı olarak birbirlerinin egemenlik haklarına saygı göstermesi ilkesini savunmuştur. Sovyet dış politikası ve özellikle Sovyetler Birliği’nin dış ülkelerle olan ekonomik ilişkileri, hak eşitliği ve taraflara yararlılığının korunması ilkesi üzerinde sürmektedir. SSCB ile varılan anlaşmalar, her iki tarafın da yararını gözeten ve her zaman tarafların bağımsızlığına ve ulusal egemenliğine saldırılar içermeyen sözleşmeler olmuştur. SSCB ile diğer devletler arasında imzalanan sözleşmelerin bu temel özelliği, ABD’nin gerçekleştirdiği ve hazırlamakta olduğu adil ve eşit olmayan sözleşmelerin ışığında iyice ortaya çıkmaktadır. Eşitsizlik öngören sözleşmeler, Sovyet dış ticaret politikasına yabancıdır. Bunun ötesinde SSCB’nin diğer ülkelerle sürdürdüğü ekonomik ilişkilerdeki gelişmeler, devletler arasındaki ilişkilerin hangi temelde yükselmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Kısa bir süre önce SSCB ile Polonya, Yugoslavya, Çekoslovakya, Macaristan, Bulgaristan ve Finlandiya arasında imzalanan sözleşmeleri hatırlatmak bu bağlamda yeterlidir. Bu sözleşmelerde SSCB, Avrupa’nın hangi yoldan içinde bulunduğu ekonomik zorluklardan kurtulabileceğini göstermiştir. Böylesi bir sözleşmeye imza atma olanağını, İşçi Partisi hükümeti SSCB ile imzalamaya hazır hale getirilmiş sözleşmeden dış baskılar sonucu vazgeçmeseydi, İngiltere de bulacaktı.
Amerika’nın Avrupa ülkelerini köleleştirmeyi hedefleyen planlarının açığa çıkarılması, SSCB’nin ve yeni demokrasinin bulunduğu diğer ülkelerin dış politikasının bir başarısıdır.
Burada, Amerika’nın kendisinin de bir ekonomik kriz tehdidiyle karşı karşıya bulunduğu da göz önünde bulundurulmalıdır. Marshall’ın sergilediği resmi cömertliğin önemli nedenleri vardır. Eğer Avrupa ülkeleri Amerika’dan kredi alamazlarsa, Amerikan ürünlerine olan talepleri gerileyecek ve bu da ABD’de yaklaşmakta olan ekonomik krizin hızlanmasına ve derinleşmesine yol açacaktır. Bu yüzden eğer Avrupa’daki ülkeler ABD kredilerinin köleleştirici koşullarına karşı gerekli olan direnişi yeterli süre gösterebilirse, ABD’yi geri adım atmaya zorlayabilir.
IV
DEMOKRATİK, ANTİFAŞİST VE BARIŞSEVER UNSURLARIN YENİ SAVAŞ VE SALDIRI PLANLARINA KARŞI MÜCADELEDE BİRLEŞTİRİLMESİNDE KOMÜNİST PARTİLERE DÜŞEN GÖREVLER
Komintern’in dağıtılması, işçi hareketindeki gelişmelerin yeni tarihsel ilişkiler sonucu ortaya çıkardığı ihtiyaçlara denk düşüyordu ve olumlu bir rol oynadı. Komintern’in dağıtılması, komünizmin ve işçi hareketinin karşıtları tarafından ileri sürülen, Moskova’nın diğer devletlerin içişlerine karıştığı ve komünist partilerin kendi halklarının çıkarları doğrultusunda değil, dışarıdan gelen emirler doğrultusunda hareket ettiği iddialarına kesin olarak son verdi.
Komintern, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra; komünist partilerin henüz güçsüz olduğu, değişik ülkelerin işçi sınıflarının arasında ilişkilerin olmadığı ve komünist partilerin, işçi hareketinin genel kabul gören önderlerinden yoksun bulunduğu bir dönemde kurulmuştu. Komintern’in başarıları; değişik ülkelerin emekçileri arasında ilişkiler kurup sağlamlaştırmasında, işçi hareketinin teorik sorunlarını savaş sonrası gelişmelerin ortaya çıkardığı ilişkilerin ışığında çözmesinde, komünist düşüncenin propagandası ve ajitasyonu için geçerli olan genel normları belirlemesinde ve işçi hareketinin önderlerinin yetiştirilmesini kolaylaştırmasında yatmaktadır. Böylece genç komünist partilerin, işçilerin kitlesel partisi haline dönüştürülmesi için gerekli koşullar yaratıldı. Ancak genç komünist partilerin işçilerin kitlesel partisi haline dönüştürülmesiyle birlikte, bu partilerin bir tek merkezden yönetilmesi de olanaksız, amaca uymaz hale geldi. Bunun sonucunda, başta komünist partilerin gelişmesini teşvik eden bir etken olan Komintern’in, bu gelişmesinin önünde bir engel haline gelmesi tehlikesi baş gösterdi. Komünist partilerin gelişimindeki yeni aşama, partiler arasındaki ilişkilerde yeni biçimlere geçilmesini gerekli kılıyordu. Bu durum, Komintern’in dağıtılması ve partiler arasındaki ilişkilerde yeni biçimlerin yaratılması zorunluluğunu dayattı.
Komintern’in dağıtılmasından bu yana geçen dört yılda komünist partiler önemli ölçülerde sağlamlaşarak hemen hemen bütün Avrupa ve Asya ülkelerinde etkilerini artırdılar. Komünist partilerin etkisi sadece Doğu Avrupa’da değil; tersine, Avrupa’da faşizmin egemen olduğu bütün ülkelerde ve Alman faşistleri tarafından işgal edilen ülkelerde (Fransa, Belçika, Hollanda, Norveç, Danimarka, Finlandiya vd.) arttı. Komünist partilerin etkisi, özellikle yeni demokrasiyle yönetilen ve komünist partilerin en etkili olduğu ülkelerde de son derece arttı.
Ancak komünist partilerin bugün içinde bulunduğu durumun zararları da var. Bazı yoldaşlar, Komintern’in dağıtılmasını, kardeş komünist partiler arasındaki ilişkilerin tasfiye edilmesi olarak algıladılar. Tecrübeler komünist partilerin bu şekilde birbirlerinden tecrit edilmelerinin hatalı, zararlı ve aslında kendi doğalarına ters olduğunu göstermiştir. Komünist hareket, ulusal çerçevede gelişti, ancak aynı zamanda değişik ülkelerdeki partilerin ortak görev ve çıkarlarının olduğunu da görmek gerekiyor. Ortaya, oldukça garip bir tablo çıkıyor: Komünistler, Komintern’in sözüm ona bütün ülkelerden komünistlere Moskova’nın çizgisini dayatmaya hizmet ettiği iddialarını göz önünde tutarak toplantılar yapmaktan ve hatta ortak çıkarlarıyla ilgili sorunları görüşmek için bile toplanmaktan vazgeçerken, bu iddiaları kanıtlamak için kırk takla atan sosyalistler, bugün yeniden enternasyonallerini kurdular. Bilim adamları, kooperatif uzmanları, sendikacılar, gençler ve üniversite öğrencileri gibi değişik çevrelerin temsilcileri, uluslararası ilişkilerini sürdürmeyi, deney aktarmayı ve çalışmalarında ortaya çıkan sorunlar hakkında görüşmeyi gayet doğal bulup enternasyonal konferans ve görüşmeler gerçekleştirirken; komünistler, birbirleriyle dost olan ülkelerde bile, dostluk ilişkileri kurmaktan çekiniyor. Bu durumun sürmesinin, kardeş partilerin çalışmalarının gelişmesi açısından son derece zararlı sonuçlara yol açacağından kuşku duyulmamalıdır. Tek tek partilerin birbirlerine danışma ve çalışmalarını gönüllülük temelinde koordine etme ihtiyacı, bugün özellikle acil olarak kendisini dayatmaktadır; çünkü bu tecrit durumunun sürmesi, karşılıklı olarak birbirlerini anlamalarını zorlaştıracak ve yanlış anlaşılmalara yol açacaktır.
Sosyalist partilerin önderliklerinin büyük bölümü (özellikle de İngiliz İşçi Partisi ve Fransız sosyalistleri) ABD’li emperyalist çevrelerin ajanları olarak görev yaptıkları için, bugün komünistlere özel tarihsel bir görev düşmektedir: Amerikan emperyalizminin Avrupa’yı köleleştirme planlarına karşı gösterilen direnişin önderliğine geçmek ve Amerikan emperyalistlerinin bütün uşaklarını kendi ülkelerinde cesaretle deşifre etmek. Komünistler aynı zamanda, anayurtlarının alçaltılmasına, yabancı sermaye tarafından köleleştirilmesine karşı ve ulusal egemenlikleri için mücadeleye hazır olan, gerçek anlamda yurtsever unsurları desteklemek zorundadır. Komünistler, bütün anti-faşist ve özgürlük-sever unsurları, Amerika’nın Avrupa’yı köleleştirmeyi hedefleyen yeni yayılmacı planlarına karşı verilen mücadeleye kazanmada önder rol oynamak zorundadır.
Emperyalistlerin yeni bir savaş başlatma arzusuyla, bu savaşı örgütlemeleri arasında oldukça büyük bir fark vardır. Dünya halkları savaş istemiyor. Barıştan yana olan güçler, o kadar önemli ve büyüktür ki; eğer bu güçler barışın savunulmasında sarsılmaz ve sağlam dururlarsa, saldırganların planları fiyaskoyla sonuçlanacaktır. Unutulmamalıdır ki; emperyalist ajanların, savaş tehlikesi olduğuna dair yaygaralarının bir tek amacı vardır: Zaaf taşıyanları ve yalpalayanları yıldırarak, şantaj yoluyla saldırganlara taviz vermelerini sağlamak.
İşçi sınıfı için bugün asıl tehlike, kendi güçlerini küçümsemesinde ve düşmanın güçlerini abartmasında yatmaktadır. Nasıl Münih Politikası, Hitler saldırganlığının önünü açtıysa, ABD’nin ve emperyalist bloğun yeni çizgisine karşı verilecek tavizler de aynı şekilde saldırganlığı daha da küstahlaştıracak ve önünü açacaktır. Komünist partiler bu yüzden, emperyalist saldırganlık ve yayılma planlarına karşı süren direniş eylemlerinin her alanda -devletsel, politik, ekonomik ve ideolojik- en önünde olmalı, bütünleşmeli, çabalarını ortak bir anti-emperyalist ve demokratik platform temelinde birleştirmeli ve bütün demokratik ve yurtsever halk güçlerini etrafında toplamalıdır.
Fransa, İtalya, İngiltere ve diğer ülkelerdeki kardeş komünist partilere de özel bir görev düşmektedir. Ülkelerinin ulusal bağımsızlık ve egemenliğini savunmada bayrağı ele almak zorundadırlar. Komünist partiler bu konumlarından geri adım atmaz, yıldırma ve şantajlara boyun eğmez, cesaretle sürekli halk demokrasisini, ulusal egemenliği ve ülkelerinin özgürlüğünü savunur, ülkelerinin ekonomik ve politik açıdan kökleştirilmesi çabalarına karşı namus ve ulusal bağımsızlık davasını savunmaya hazır olan bütün güçleri kendi etraflarında birleştirmeyi başarırlarsa; hiçbir güç, Avrupa’yı köleleştirme planlarını gerçekleştiremeyecektir.
Haziran 1997