3 Kasım 2002 seçimi Türkiye tarihinin en ilginç seçimi oldu.
Burjuva siyaset arenasındaki çürümenin derinliği ile, sistemin halka verecek bir şeyinin kalmamışlığından da kaynaklanan, artan yoksulluk ve işsizlik birleşince halkın öfkesi sermaye güçleri ve onların partileri için bir kabusa dönüştü. Öfkenin büyüklüğü öldürücü bir tokada evrilerek sistemin temsilcisi olan parlamentodaki, iktidar muhalefet demeden tüm partilerin ensesinde patladı. Bir önceki seçimin parlamentoya taşıdığı beş partinin beşi de barajın altına itildi.
Aslında 1990’ların başından bugüne bakıldığında olup bitende bir olağanüstülük görülmez. 1990’da tek başına iktidarda olan ANAP’ın iktidardan düşmesinden sonra, geçen 11 yıl içinde, DYP, SHP, FP, DSP, MHP gibi son 50 yılın en köklü partileri önce yükselip birinci parti durumuna geldiler ama sadece bir seçim dönemi sonunda alaşağı oldular; ve sonunda her biri barajın altına sürüklendi. Dolayısıyla bu seçimlerde olup bitenler içinde; ANAP’ın zaten çökmüş bir parti olduğu biliniyordu ve son yükselen partiler olarak DSP ve MHP’nin iktidarda yıpranmasının çok anlaşılmaz bir yanı yoktur. Bu yüzden de olsa olsa, muhalefette olan SP ve DYP’nin eriyip gitmesi açıklanmaya ihtiyaç gösterir. Bunun nedeni de, bir yandan muhalefet adı altında caka satanların da IMF programını benimsemeleri, halka karşı olan hükümetin her ciddi girişimine çanak tutmalarıdır. İkinci neden ise; bu partilerin hepsinin birden, halk tarafından, son 50 yıl içinde baskının, zulmün, yoksulluğun ve sefaletin sorumlusu olarak görülmesidir.
Yoksa, ne birinci parti olup, seçmenlerin sadece yüzde 25’inin oyunu alıp, milletvekillerinin yüzde 66’sını alan AKP’nin ne de ikinci parti CHP’nin halktan oy almasını gerektirecek hiç eylemi olmamıştır. Sadece halkın bir bölümünü, olup bitende sorumluluklarının olmadığına, kendilerinin “yeni”, en azından “yenilenmiş” olduklarına inandırmışlardır. Bu yüzden de iktidara gelen partilerin halkın oylarını almak için olumlu anlamda politikalar geliştirip ciddi bir mücadeleyle iktidarı “hak ettiklerini” söylemek mümkün değildir.
Ancak son 10 yılın, bir düzen partisinin gidip ötekinin gelmesi olarak görünen tablonun bugün için en önemli sonucu, halkın artık; daha önce hangi partiye oy verdiği veya hangi partili olarak tanındığı, önceden oy verdiği partinin milliyetçi mi, sağcı mı, solcu mu, liberal mi, demokrat mı gibi adlandırıldığını çok umursamadan oy kullandığının öneminin kalmadığıdır. Başka bir söyleyişle halk, partilerin ne dediğinden, kendisini nasıl tanımladığından çok ne yaptığına, halka ne verdiğine bakmaya başlamıştır. Bu yüzden de; son 10 yıl içinde milyonlarca yetişkin insan, o partiden bu partiye 7-8 parti denemiştir. Hiçbir partiye de birden çok şans (son 10-12 yıl içindeki seçimlerde hiçbir parti iki kez birinci parti olarak çıkamamıştır) tanımamıştır.
Nitekim AKP’nin büyük bir çoğunlukla iktidara gelmesi karşısında, kimi sol çevrelerden gelen, “Hadi bakalım, halktan yana diye AKP’yi başa getirdiniz. Şimdi çekin cezanızı” yollu “sol” siteme AKP’ye oy veren sıradan emekçilerin, “Eğer AKP de öncekiler gibi bizi aldatırsa, onu da alaşağı ederiz” biçiminde özgüven yansıtan yanıtı, hiç kuşkusuz ki, önümüzdeki dönemde halk yığınlarının en önem verilmesi gereken tutumudur.
Kuşkusuz ki bu durum, halk yığınlarının siyasi partiler karşısında, kafalarını, gözlerini yararak, 50 yıl içinde vardıkları bilincin, kendi taleplerini savunmaya koyulmalarının ifadesidir. Eğer benzetmek gerekirse, feodalizmden kapitalizme geçen toplumlarda köylülerin derebeyin baskısından kurtularak kendi iradelerine göre davranmaya başlaması gibi, halkın oylarının özgürleşmesidir. Çünkü Türkiye halkı, son 50 yıl içinde oylarını bağladığı partilerle anlaşmasını bozmuş, bundan sonra artık eskisi gibi, baba-dede partilerine oy vermeyeceğini ilan etmiş, oyunu kendi istediği gibi kullanmaya başladığının işaretini vermiştir.
HALKIN ARAYIŞINA SEÇENEK OLUŞTURAMAYAN SİYASET DIŞINA İTİLDİ
Burada düzen partilerinin birer birer ve toplu olarak emekçilere ihanet etmesi, onlar karşısında inanılırlıklarını yitirmeleri vardır. Dolayısıyla, her seçim döneminde birkaç partinin birden yıpranması, sonunda neredeyse düzenin “ana partilerinin” tümden reddedilmesi bunun bir işaretidir. Ancak bu önemli olumluluğun yanı sıra; sermayenin güç odaklarının kendi siyasal sistemini yenileyeyim derken kendi partilerinin direnciyle karşılanması karşısında giriştiği siyasetin tümden karalanması, halkın sadece düzen partilerine değil, emekçi sınıf partilerine de aynı kuşkuyla bakmalarının getirdiği de bir gerçektir. Dolayısıyla ortaya çıkan, halkın düzen partilerine öfkesi ve onlardan kopup bir arayış içine girmesinin avantajının gerçek olması, emekçilerin kendi sınıf çıkarları doğrultusunda kendi partilerinin saflarına katılmaları ve orada mücadele etmelerinin öyle kolay olmayacağı, o partiyi, bu partiyi denedikten sonra kendiliğinden “doğru partiyi” bulacağı sonucu çıkarılamaz. Tersine; eğer emekçi sınıfların partisi kendisini bir seçenek olarak koyacak bir çalışma ve tutum sergileyemezse, emekçilerin burjuva siyasetinden nefreti ve bu partilerden uzaklaşması, halkın medya gücüyle yönlendirilmesi, seçilmiş olmayan kurumların (asker ve sivil bürokrasi, medya grupları, halkla iletişim alanında, hizmet alanında faaliyet gösteren tekellerin) etkisi ve yönlendirmesine bağlanması, halkın bütünüyle siyaset dışına çıkarak, çözülerek siyaset alanını bütünüyle sermayenin güç odaklarına terk etmesi gibi bir tehlikeyi de barındırmaktadır.
Dolayısıyla, emek hareketi ve sınıf partisi, halka yönelik faaliyetlerini, bu gerçeği; halkın düzen partilerinden koptuğu ve bir arayış içinde olduğu ama henüz kendi partisiyle buluşmadığı gerçeğini; göz önüne alarak belirlemek durumundadır. Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nun oluşması ve bloğun halkın küçümsenmeyecek bir kesimi tarafından olumlu karşılanması, seçimden sonra bloğun devam etmesi için Türk-Kürt, her milliyetten ileri işçi ve emekçi kesimlerden gelen “bloğun devam etmesi” isteğinin nedeni de halk yığınlarındaki bu arayışın getirdiği bir bilinçlenmeye karşılık gelmektedir. ÖDP, TKP, İP gibi kendisini solcu, devrimci, demokrat sayan siyasi partilerin ve öteki devrimci, solcu bilinen siyasi çevrelerin, tıpkı barajın altına itilen düzen partileri gibi siyasetin dışına düşmesinin, umutsuzluğa sürüklenmelerinin, abesle iştigal seçim değerlendirmeleri yapmalarının nedeni, blok halkın önüne somut ve gerçek bir seçenek olarak çıkarken onların bloğun dışında, dolayısıyla da, niyetlerinden bağımsız olarak da olsa, sermaye güçleriyle aynı safa düşmüş olmalarıdır.
Bu yüzdendir ki, Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nun seçimlere girmesi, bu seçimin en önemli özelliklerinden birisi olmuştur. Blok, halkın sermaye partilerine karşı giriştiği arayışa bir seçenek olarak ortaya çıkmış; barış içinde, demokratik, IMF sultasının olmadığı, halkın refah içinde yaşadığı bir Türkiye için halka bir seçenek sunmuştur. Ama aşağıda da değineceğimiz nedenlerle kendisini yeterince anlatamadığı için de, sayısal bakımdan küçümsenemeyecek, ama barajı aşarak, gerici barikatları, barajları parçalayacak bir güç birikimi sağlayamamıştır.
Daha önce de çeşitli birliklerle seçimlere girilmiştir. Ama hiçbir seçimde birlik, bu ölçüde anlamlı olmamış, hiçbir bloktan, hiçbir birlikten Kürt ve Türk emekçiler, en azından onların ileri kesimleri bu kadar çok şey beklememiştir. Ki bugün bloğa yönelik, zaman zaman da haksız bir noktaya varan eleştirilerin arkasında ondan umulan bu yüksek beklentiye yanıt verememesinin olduğunu kabul etmek gerekir.
Bugün eleştiriler ya da bloğun bundan sonra nasıl ilerleyeceğine ilişkin yeni önerilerin çeşidi ve boyutu ne olursa olsun; blok, Kürt ve Türk emekçilerin kardeşleşme isteğini ifade etme fırsatı tanıdığı kadar, sınıf çıkarları bakımından bu iki ayrı kesimin birbirleriyle sınıf kardeşliği, aynı sosyal kategoriler arasındaki yakınlığı sağlamanın yolunu göstermiştir. Dahası, kısa seçim süresinde ayrı ayrı partilerden kişilerin ve ayrı partilerin temsil ettiği kesimlerde kaynaşma, birlikte olmaktan duydukları hoşnutluk, aslında birleşmek ve egemen güçlere karşı ortak mücadele etmek duygusunun dışavurumu olarak gerçekleşmiştir.
Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu, tüm egemen sınıf partileri karşısında bir seçenek konumu kazandığı için, en azılı blok düşmanları bile bloğun kendisine karşı çıkamamışlar, onu sosyal demokrat-liberal bir hatta çekmeye çalışmışlar, kuruluşuna dair bahaneler uydurmuşlardır. Seçimden sonra ise; bloğa en karşı olanlar bile onun içinde bir biçimde yer almak için manevralara girişmişlerdir. Bu gelişmeler bile kendi başına bloğun kazandığı pozisyonun önemini ve duyulan ihtiyacın derinliğini göstermektedir. Ve şunu güvenle söyleyebiliriz ki; bugün bloğu oluşturan partiler böyle bir blok artık yok dese bile, bloğun gerektirdiği çalışmalar ve birlikler yeniden oluşarak ortaya çıkan boşluğu dolduracaktır. Ama elbette daha sancılı ilişkiler ve yeni sorunları da aşmak zorunda kalarak.
EMEK, BARIŞ VE DEMOKRASİ BLOKU’NUN SEÇİM ÇALIŞMASININ ZAAFLARI
Evet, halk güçleri 3 Kasım 2002 seçimine Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu ile katıldı. Blok, seçim sürecinin son aşamasında kurulabildi ve yaklaşık bir aylık, son derece yüksek tempolu bir seçim çalışması yürüttü. Görkemli mitingler yapıldı; bloğu temsil eden konvoylar ülkeyi bir baştan bir başa dolaştı; ilk kez Türk-Kürt kardeşliği böylesi somut bir platformla tüm halka çağrı yaptı; her yerde “Türkler ve Kürtlerin kardeşleşmesi” tartışmasını açtı. Düşmanlarını titreten bir tutum takındı. Ama bütün bu önemli göstergelere karşın; halkın temsilcilerinin Meclis’e taşınmasında başarısız kalındı. Bunun için sürece geç müdahale eden adaylardan seçim konuşmalarına kadar pek çok gerçek neden sayılabilirse de; bu çalışmanın blok olarak çalışmanın önemini göstermesi kadar, bir seçimin kazanılması için vazgeçilmez kimi dersleri öğrettiği de bir gerçektir. Bu yüzden, burada, bloğun çalışmasının eleştirisiyle seçim çalışmasının eleştirisi birleşmektedir.
Bloğun çalışmadaki zayıflıklarını şöyle sıralayabiliriz:
1- Bildirge avantajını kullanamama: Bloğu oluşturan partilerin çıkardığı seçim bildirgesi üç ana ayak üstünde yükselmişti.
a) IMF saldırısını püskürtmek, açlık ve yoksulluğun yenilmesi için mücadele,
b) Türkiye’nin demokratikleştirilmesi, Kürt ve Türk her milliyettin dil ve hak eşitliğinin sağlanması, seçilmiş kurumların atanmışlar karşısında üstünlüğünü sağlayan bir demokratikleşme,
c) Irak’a bir Amerikan saldırısına karşı olma, Amerika’nın bölgedeki politikalarına karşı bölge halklarının kardeşliğini savunma…
Bu bildirge, bloğu bütün diğer partilerden ayırıyordu. Ancak; bloğun bu bildirgeyi tutarlı bir biçimde savunduğu, elindeki her araçla halkı bu üç temel üstünde birleştirerek alanlara çekme konusunda başarılı olduğu söylenemez. Çünkü blok, oluşur oluşmaz, neyin nasıl yapılacağını bile konuşup belirleme imkânı bulamadan “Bu seçimi kazanmalıyız; kazanalım!” diyerek meydanlara çıktı ve öylece gitti. Böylece “bildirge” bir “süs”, “tarihsel bir belge” olarak kaldı. Oysa sadece IMF karşıtlığı ve yoksulluğu yenme üstüne kimi laf yığınları bile, halk indinde hiç bir tarihsel ya da güncel “namı olmayan” Genç Parti’ye yüzde 7 oy kazandırdı ki; bu oyları blok dışında hiçbir parti kazanamazdı. Eğer ki blok, IMF’ye ve IMF’cilere karşı halk öfkesinin tokadı olacağını, yoksulluğu yenmek için kararlı bir tutum alacağını halka anlatabilmiş olsaydı; yine savaşa karşı olmanın ve Türkiye’nin AB normlarını aşan gerçekten demokratik bir ülke yapılmasının gereği anlatılabilseydi, sadece Kürtler değil, demokrasi ihtiyacını, kardeşliğin gereğini ve bunların kendi yaşamındaki etkisini derînden hisseden Türk emekçilerinden, Alevilerden azımsanmayacak bir kesim de, ne olduğu belirsizliğin üstünden politika yapan AKP’de ve CHP’de değil de blokla aynı safta birleşebilirdi. Ne var ki; ne mitinglerde ne TV konuşmalarında seçim bildirgesi iyi değerlendirilemedi, tereddütlü davranma, her kafadan ayrı sesin çıkmasına kadar varan farklılık, her alana yansıdı. IMF ve savaş karşıtlığı, demokrasi gibi en temel konularda, diğer partilerden ayrışan, net bir hat ortaya konamadı.
2) Halkın yoksulluk ve açlıkla ilgili başlıca talepleri geçiştirildi: İş, ekmek, eğitim ve sağlığa ilişkin talepler sadece sayılıp geçildi ve emekçilerde, diğer partilerden farklı bir ortaya koyuş ve bu talepler karşısında bir kararlılık sergilenemeyince; sonuçta tüm diğer partilerin de yaptığı gibi blok da, halkın sıkıntılarını alt alta sıralayıp yoksulluk edebiyatı yapan, ama bunları seçimden sonra unutacak bir siyasi mihrak görüntüsünü aşamadı. Onun içindir ki, birçok yerde partililer; “Peki sizin de ötekiler gibi Meclis’e gidince söylediklerinizin tersini yapmayacağınızın garantisi nedir?” sorusuyla sıkça karşılaştılar. Ve bu şüphenin giderilmesini sağlayacak kanıtlar göstermede sıkıntı çektiler. Çünkü bu talepler çok yakıcı, bloğun, nasıl çözeceğini zor olmayan biçimde göstereceği taleplerdi. Ama bloğun bu talepleri ötekilerden (genel ekonomik ve siyasi taleplerden) ayırarak üstünde özel olarak durduğunu söyleyemeyiz. Ama AKP’nin özellikle halk içindeki çalışmasında, bu en yakıcı talepler üstünde özellikle durarak, halkı yanına çektiği de bir gerçektir.
3) Kürt-Türk kardeşliğinin önemi: Batı’da emekçiler arasında Kürt-Türk kardeşliği tartışması açıldı; ama birer birer işyerlerinde, somut bir çalışma yapıldığı, bunun üstüne giden, işyerlerinde, alanlarda bu tartışmayı sürdüren bir ajitasyon yürütüldüğü söylenemez. Bu yüzden de bloğun kimliği genel olarak “Kürt bloğu” olarak yansıdı. Bu öyle kolayca çözümlenir bir sorun değildir elbette ve daha uzun bir zaman da sürecektir. Ne var ki; seçimin yarattığı ortam ve sorunun gerici, ırkçı çevreler tarafından istismara açık olması, başlatılan tartışmanın cesaretle ve ara vermeden sürdürülmesini gerektiriyordu. Böyle bir kararlı tutum yerine daha çok genel yanıtlarla yetinme, “yavaş tükürüğün sakala zarar vermesi” gibi, birçok yerde emekçiler arasında yeni tartışmalar çıkarmanın ötesine geçmedi. Yapılması gereken ise, ısrarlı ve yüksek perdeden bu görüşlerin savunulması ve tartışmanın seçimden sonra da sürdürüleceği bilinciyle bu tartışma üstünden yeni bir mihrak oluşturmaktı. Ancak şu da bir gerçektir ki; tartışmanın geçmişte olduğundan farklı (kuşkusuz işçiler, emekçiler arasında Türk-Kürt kardeşliği fikrinin tartışılması yeni değil. Ama bu sefer oy verme çağrısıyla birleşip “somut bir taraf olma”yla gündeme gelmesiyle tartışmanın platformu değişmiştir) biçiminde gündeme gelmiştir. Ve bundan sonrası için de bu tartışmanın kararlı bir biçimde sürdürülmesi gereği de daha açık olarak ortaya çıkmıştır.
4) İşyerlerinde “seçim komiteleri” sorunu: İşyerlerini seçim alanına çevirme fikri ve imkânı bloğa tüm diğer siyasi mihraklar karşısında kesin bir üstünlük sağlayacak ayrıcalıktı. Ancak, işyeri çalışmalarındaki atalet ve mütereddit tutum, seçimlerde kendisini çok daha derinden duyurdu. Çünkü süre kısaydı ve bu kısa sürede çok somut, işçiye, emekçiye seçimde bir tutum alma öğrenilecekti. Ne var ki, bu alanda çok az yerde adım atıldı ve atılan adımlar da, o kadar kaygılı ve başka nedenlerle sınırlanmıştı ki, çok az yerde bu “ayrıcalık” kullanılabildi. Ve bu alanlar zayıf ve etkisiz bir çalışma alanı olarak kaldılar. Bu çalışmanın zayıflığı ile bağlantılı olarak blokla birlikte davranabilecek, çalışmaya daha militan bir biçimde katılabilecek sendikacı, işyeri temsilcisi gibi bloğun destekçisi olan kesimler de işyerinin, hizmet birimlerinin seçim alanı olarak kullanılmamasının sonucu olarak da (başka nedenleri de olabilir) seçim çalışmalarına gerektiği düzeyde katkı yapma konusunda geri kaldılar. Çünkü, en azından günde 8-10 saatleri işyerinde ve seçim çalışması bakımından çok verimli olmayan bir ortamda geçti.
5) Kendi kendine ajitasyon ağırlık kazandı: Bilinen ve çoğu zaten DEHAP’a oy verecek olan kişilere giderek, tabiri caizse; vakit öldürmek genel bir tutumdu. Kürtlerin Kürtlere, Türklerin Türklere giderek DEHAP’a oy vermesi için çalışma önceden kabul edilmiş, tartışılmaz bir gerçek gibiydi. Bu yüzden de; bilinen ve şu ya da bu vesileyle (Newroz, 1 Mayıs, işçi mitingi, savaş karşıtı gösteri vs.) karşı karşıya gelinen çevrelerde yürütülen bir seçim çalışması olduğu, bu sınırların nadiren ve ancak seçimin son 10 gününde aşılabildiği söylenebilir. Örneğin; AKP ve GP’nin çalışmasıyla DEHAP için çalışanların karşı karşıya gelmesi ancak seçime iyice yaklaşılan günlerde olmuştur. Bu yüzden de anketlerde AKP ve GP için verilen rakamlar abartılı, “kasıtlı” bulunmuş, “Yok canım AKP abartılıyor, GP hiç yok; yüzde 1 bile alamaz” denilmiştir. Bu durum aynı zamanda kendi gücümüzün abartılmasının da vesilesi olmuştur. Öyle ya; sağı solu hep kendisiyle aynı partiye oy verecek erkek ve kadınlarla dolu ve başka partilerden kimseye rastlamayan bir kişi; “tamam, bu seçimi götürdük” demez de, ne der? Açılışlara, mitinglere katılımla alınan oy arasında görünen çelişki de aslında bu “fasit çember” içinde kalmayla, bu çemberin dışına çıkamayan bir çalışma yapmakla yakından bağlantılıdır.
6) Adayların niteliği ve aday oldukları bölgelere uygunluğu tartışmalıydı: Düzen partilerinin adaylarıyla her bakımdan baş edebilme konusunda yetersiz ve halkın gözünde “evet Meclis’te bizim hakkımızı hakkıyla savunur” diyemeyeceği adayların sayısı az değildi. Bu, pek çok bölgede bir sorun yaratmıştı. Bunun ötesinde il dışından atamaların çokluğu ve Türk kökenli halkın yoğun oturduğu illerde adayların yerel olmaması (elbette bazı adaylar, ulusal çapta tanınmış kişiler ya da partinin merkezi ihtiyaçları bakımından bazı adaylar yerel kökenli olmayabilir) daha doğrusu yerel adayların sıra ve sayı bakımından listede gerekli ağırlığı taşımaması seçim çalışmasının bir başka handikapı olarak ortaya çıktı. Bu hem yerel çevreleri küstüren hem de halkın sonuçta kendini temsil edeceği kişiyi yeterince tanımıyor olmasından kaynaklanan yaygın bir sorun olarak ortaya çıktı ve seçim sonuçlarını da olumsuz etkiledi.
7) ‘Baskın seçime uğrama’ mazereti: Bloğu oluşturan partiler açısından bakıldığında ne fikri olarak ne de örgütsel olarak bir seçime hazır olunmadığı, tersine ancak seçim kararı alındıktan sonra; “ne yapacağız” sorusunun gündeme alındığı gözlenmiştir. Bu yüzden de “değerlendirmelerde”, handikaplardan söz ederken, kimi düzen partilerinin deyimiyle, “baskın seçim” mazeret olarak öne sürülmüştür. Oysa sisteme karşı mücadele ettiğini öne süren partiler her tür baskına, saldırıya ve hileye karşı hazır olan bir çalışma tarzını benimsemek zorundadırlar. Kaldı ki; sınıflar mücadelesinin tarihi, işçi, emekçi partilerinin böyle bir kesintisiz çalışma olmadan başarıya ulaşamayacağını da göstermektedir. Bu yüzdendir ki, “baskın seçim” bir mazerettir; ama özrün kabahatten büyük olduğunu gösteren bir mazerettir! Seçim dahil her mücadeleye hazır bir parti ve blok olmadan, sermaye güçlerini yenilgiye uğratma, onlar karşısında başarı kazanma nasıl mümkün olabilir?
8) Seçimin genelliği ile sorunların yerelliği çelişkisi: Seçim geneldi; ama seçimde oy kullananların sorunları “yerel”di. Onun içindir ki vatandaş, işsizlikten, yoksulluktan söz ederken genel olarak ülkenin değil kendi yoksulluğundan söz etmektedir; kendisinin ve yakın çevresindekilerin işsiz kalmasından dem vurmaktadır. Bu yüzden de adaylar; yerel sorunları iyi bilir, halkın ne istediğini doğru anlarsa onlarla bir iletişim kurabilirdi. Ama bloğun adayları ve partilerin kimi iller dışında yerel sorunları genel seçim malzemesi haline getirerek değerlendirdikleri söylenemez. Tersine, her yerde en genel sorunları, IMF’yi, savaşı, demokrasinin sorunlarını sıralamakla yetinmişlerdir. Oysa, yerel sorunlardan kalkarak genele giden (özelden genele bir ajitasyon) bir ajitasyon imkânı pek değerlendirilememiştir. Oysa seçimler bunun için çok önemli bir fırsat sunmaktadır. Vatandaşın kendi sorunlarının aslında tüm ülkenin, tüm halkın sorunlarının bir parçası olduğu da ancak böyle anlatılabilirdi. Ve elbette halk, “vekaleti”ni vereceği kişinin bilgisini ve ilgisini de buradan sınar; onun kendisinin sorunlarını ne ölçüde anlayıp hissettiğini bilmesi gerekir. Ve bunun seçimde destek alınmada çok önemli olduğunu seçim çalışması yürütmüş her partili de hissetmiştir.
9) Yerel sorunlara sahip çıkan bir yerel parti örgütü zorunluluğu: Seçim süreci boyunca yokluğu en çok hissedilen şey, yığınlar içinde az çok kök salmış parti yerel örgütlerinin yokluğuydu denilebilir. Çünkü; son tahlilde halkla yüz yüze gelen, partilerin yerel örgütleriydi ve bu yerel örgütlerin halk içinde edindiği itibar, otorite, oy verme konusunda dahil her alanda birinci dereceden etkili olmuştur. Görülmüştür ki; halkın oylarını ancak kendi çalışmalarında halkla iç içe geçen ve halk içinde saygınlık kazanmış örgütler alabilirdi. AKP’nin başarısının sırrının da burada olduğu görülmektedir. Bir bütün olarak bakıldığında, AKP’nin başarısı; en tabandan başlayıp yukarı doğru (köy, mahalle, belde, ilçe, il) yerel örgütlerin sistematik bir biçimde çalışmasına bağlı olmuştur. Bu yüzden de, sağda solda çok gürültü çıkarmamasına ve çoğu yerde yakından bakmayınca belli olmamasına karşın çok ciddi bir yerel çalışmayla AKP birinci parti olmuştur. (GP de tam tersine hiçbir örgütü olmadığı halde, salt sistemli ve sürekli ajitasyonla kendince büyük başarı sağlamıştır. Ama aynı zamanda yerel örgütlere sahip olmadan yüzde 7’nin aşılamayacağının da örneğini sunmuştur.) Yani; işçi sınıfının o temel tarihsel deneyiminin ifadesi olan; “birim esasına göre örgütlenme ve sistemli ve sürekli bir ajitasyon” formülasyonunun bu seçimlerde iki ayrı yönü (içeriğinden söz etmiyoruz) iki ayrı parti tarafından hayata geçirilerek yeniden doğrulanmıştır. İşçi sınıfı partisi ve sınıfın dünya görüşünden esinlenen partiler de bu temel kriteri; birim esasına göre örgütlenen ve sistemli bir aydınlatma faaliyeti yapan parti (EMEP’in programı ve tüzüğü aynen böyle, “birimlerde örgütlenmiş ve sistemli ajitasyon yapan bir parti”yi tarif eder. Ama ne yazık ki EMEP de en az HADEP kadar bu sorunu yaşamıştır) oldukları ölçüde yenilmez olacaklardır. Dolayısıyla seçim faaliyeti böylesi temel bir eksikliği herkesin yüzüne çarptığı gibi, başarının tek yolunu da göstermiştir. Halk yığınları içinde kök salıp otorite olan yerel parti örgütleri ve halkın sistemli bir biçimde aydınlanmasını esas alan bir parti: Aksi halde bu özellikleri taşımayan bir emekçi partisinin (bloğun) seçim dönemleri gidip gürültülü bir çalışma yapmasıyla belirli bir sınırın ötesine geçilemeyeceği görülmüştür. Herhalde, 3 Kasım 2002 Seçimi’nin öğrettiği en önemli ve unutulmaması gereken ders budur.
10) Popülizm, eksik ve yanlışların üstünü örttü: Seçim boyunca, değişik vesilelerle ve çalışmanın doğasıyla ilgisi olup olmamasına bakılmaksızın kadınlara, emekçilere ve Kürtlere hamasi övgüler yapıldı. Açılışlar, mitingler ve konvoylar, her çalışmadan çok ve gereğinden fazla zaman ve enerjiye mal oldu. Ve her popülizm gibi burada da amaç ile araç arasındaki bağ koptu; araç amaç haline geldi. Örneğin kadın, emekçi ve Kürtlerle bağlantılı olarak; bu kesimlerin ezilmesi üstüne, onların bu ezilme karşısındaki sabır ve metanetleri üstüne uzun konuşmalar, tartışmalar yapıldı; ama bu ezilmişliğin aşılması için yapılması gerekene çok değinilmedi. Ya da çoğu zaman laf oraya gelemeden toplantılar “bitmek” durumunda kaldı. Bu da, özellikle batı illerinde “DEHAP Kürt partisi” iddiasını güçlendirdi. Oysa bütün anlatım, bir yanıyla zaten o yaşantının sahiplerine yapıldığı için, doğru bir aydınlatma, gerçek bir yararı da olmadı. Yine benzer bir biçimde mitinglere, konvoylara bir seçim çalışmasında olması gerekenden fazla önem verildi. Pek çok enerji ve imkân bu amaçla harcandı. Çoğu zaman da bir mitingin kalabalık olması, bir konvoyun yeterince uzun olması her şeyden önemli olarak algılanıp ona göre davranıldı. Ancak bütün bu alanlarda seçimde beklenen oy gelmedi. Demek ki; elbette konvoylar uzun, mitingler kalabalık olmalı; ama tek başına kalabalık olmak ya da uzun konvoy olması başarının kendisi olmuyormuş. Bu yüzden de amacı hiç gözden kaçırmamak, aracı abartmamak gerekiyormuş. Söz konusu secimse, kendi taraftarlarınla gürültülü kalabalıklar toplamak, halkın değişik kesimleri üstünde de bir miktar etki yaratır, ama halkı kazanmak için diğer çalışma yöntemlerine, aydınlatma faaliyetine, emekçiler içinde uzun çalışmalara ihtiyaç olduğunu unutmamak gerektiğini görmek gerekir.
BLOK NASIL SÜRECEK?
Bütün bu zaaflarına ve yanlışlarına karşın blok, kuşkusuz ki, Kürt ve Türk emekçilerinin ileri kesimleri tarafından büyük bir heyecanla karşılandı ve seçimlerden sonra da bütün bu çevrelerden; “Bloğun devam etmesi” istekleri geldi. Ancak bloğun nasıl devam edeceği, nasıl genişleyip daha büyük yığınları kucaklayacağı konusunda farklı görüşlerin olduğu da bir gerçek.
Daha önce bloğa burun kıvıran kimi siyasi odaklardan gelen, “Blok dağılsın biz de içinde yer aldıktan sonra yeniden kurulsun” gibi, “abesle iştigal” istekler bir yana bırakılırsa, bloğun devam etmesi, genişlemesi için “sol blok olarak genişlemesi” tartışılmaktadır. Hatta bloktan söz ederken “sol blok” diye niteleyenler de az değildir.
Ama, “sol blok” yani, “solcuların bloğumun günümüz koşullarında kitlesellik olarak hiçbir anlamı yoktur. Tersine, “sol” takısı mevcut bloğu bile olağanüstü daraltır. Çünkü 3 Kasım seçiminde bloğa oy verenlerin önemli bir kesimi bile “sol” takısı almış bloğa oy vermekte tereddüt edeceklerdir.
Öte yandan bloğun genişlemesi için sosyal demokrasiye doğru açılması savunulmakta, örneğin bir parti bütünlüğü oluşturmakta zorlanan sosyal demokrat siyasi çevrelerin bloğa alınarak genişlenebileceği öne sürülmektedir. Ama bu çevrelerin getirdiğinden fazla götüreceği, daha da önemlisi bloğu sosyal demokrat bir platforma çekmek için özel çaba harcayacakları, dolayısıyla blokta iç çatışmalar yaratacakları düşünüldüğünde sosyal demokrasiye açılarak bloğu genişletmek fikri de çok akılcı görünmemektedir.
Şu bir gerçek ki, Türkiye’nin koşulları, Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’na, emek ve demokrasi güçlerini örgütleyip harekete geçiren bir merkez, iki partili Meclis’e karşı da halk muhalefetinin merkezi olma yükümlülüğünü dayatmış bulunmaktadır. Bloğun genişlemesinin nasıl ve hangi katmanları bloğa katarak olabileceğini de bu görev belirler. Bu yüzden de “bloğun nasıl genişleyeceği” sorusuna; şu şu çevreleri bloğa katarak değil ama amacına uygun bloğun tariflenmesinden sonra, böyle bir “bloğa katılmak isteyen herkesin katılması” ilkesi benimsenmek durumundadır. Nesnel ölçü budur. Dolayısıyla bu katılım tarzı, bloğa katılmak isteyen her grubun, her çevrenin yeni “pazarlıklar” yapmasını, kaprislerle sorun çıkarmasını da ortadan kaldıran sağlıklı bir yoldur.
Peki günümüz koşullarında; halk muhalefetinin merkezi, halk güçlerinin sermaye güçleri karşısında örgütlenme ve mücadele merkezi olarak bloğun üstünde yükseleceği siyasi platform nasıl olmalıdır?
Bu sorunun yanıtı, böyle bir seçim dönemi yaşandıktan sonra artık nispeten daha basittir. Çünkü seçimden önceki koşullar bugün esas olarak değişmediğine göre, bloğun hedefleri de değişmemiştir. Ama bu platformun belki biraz daha ayrıntıda tarif edilmesi, zamana yayılacak bir mücadeleye göre biçimlendirilmesi gerekecektir.
Bloğun programına ilişkin ana maddeleri şöyle sıralayabiliriz:
1) IMF’nin, iç ve dış sermaye güçlerinin emekçileri, halka yönelttiği saldırının püskürtülmesi, hortumculardan hesap sorulması, emeğin haklarının savunulması, işçinin, emekçinin daha iyi çalışma ve yaşama koşulları; işsizliğin, açlığın, yoksulluğun yenilmesi, parasız sağlık ve eğitim hakkı, herkese sosyal güvenlik sağlanması, tarım ve sanayinin ayağa kaldırılması, bölgeler arasındaki eşitsizliklerin ortadan kaldırılması için Doğu ve Güneydoğu’ya yatırım önceliği için mücadele,
2) Irak’a bir Amerikan müdahalesine karşı çıkma; Türkiye’nin üslerinin kullanılmasının önlenmesi, Çekiç Güç’ün Türkiye’de üslenmesine son verilmesi, ABD ve Türkiye’nin Irak’ta ve Kuzey Irak’ta nasıl bir rejim kurulacağına müdahalesine hayır demek ve ulusların kaderlerini tayin hakkına saygı gösterilmesini istemek, bölge halklarıyla dostluk ve kardeşliği savunmak için mücadele,
3) Demokrasinin geliştirilmesi; seçilmiş kurumların egemenliği ve seçilmemiş, bürokratik kurum ve kuruluşların seçilmiş kurumlar üstündeki her tür üstünlüğüne son veren; halkların eşit haklarını esas alan, 12 Eylül Anayasası’nın tümden iptal edilmesi, 125, 146, 168, 169, 159 gibi ceza yasasının anti-demokratik maddelerinin kaldırılması yanı sıra; sendika yasalarından basın yasasına, toplu-gösteri yasasından RTÜK, YÖK vb. yasalara kadar çeşitli yasalardaki anti-demokratik maddelerin ayıklanması, esaslı bir siyasi af yasasıyla tüm siyasi mahkûmların salıverilmesi, en geniş demokrasinin egemen olduğu bir Türkiye için mücadele olmalıdır.
Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu denildiğinde işte böyle bir bloktan söz ediyoruz. Dolayısıyla onun genişlemesinden söz ederken de; onun bu platform üstünde genişlemesinden, bu amaçlarını gerçekleştirecek bir kitleselliğe ve dinamizme kavuşmasının, emek ve demokrasi güçlerinin birleşmesinin yolunun açılmasından söz ediyoruz.
Bloğa katılmak isteyen çeşitli siyasi çevreler için de kriter, bu hedefleri benimseme ve onun için mücadele etmek istemesidir ve burada, bu amaçları benimseyip mücadele etmek isteyen hiç kimse için bir sınır olmamalıdır. Dolayısıyla blok, böyle bir platformu kabul eden çeşitli siyasi çevrelere, meslek örgütlerine, sendikalara, konfederasyonlara, çeşitli demokrasi yanlısı örgütlenmelere açık olmalıdır.
Başka bir söyleyişle; seçimler ve ülkedeki gelişmeler bloğu; halk güçlerinin bir halk iktidarına doğru yürüyüşünü hazırlama, onları örgütleyip harekete geçirme; sermaye cephesi karşısında halk güçlerinin cephesini oluşturma göreviyle karşı karşıya getirmiştir. Bugünün asli işi budur ve blok da kendisini böyle bir görevle yükümlendirip bunun gereğini yerine getiren bir pratik çalışmayı hayata geçirdiği ölçüde kendisinden bekleneni gerçekleştirebilecektir.
BLOĞUN GELİŞMESİ BİR SÜREÇTİR VE GENİŞLEME DE MÜCADELE İÇİNDE OLACAKTIR
“Blok nasıl gelişecektir; nasıl genişleyecektir?” sorunun yanıtı bir kez gereği gibi verildikten sonra, sorun çözülmüş gibi görünebilir. Daha doğrusu blok tartışması yapanların bir bölümü, sorunu, böyle masa başında, sorunun mantıksal çözümlenmesinden ibaret görüyorlar. Oysa aslında sorun bloğun “inşa edilmesi” sorunudur.
Burada “inşa” sözcüğü bilerek kullanılmıştır. Çünkü gerçekten de blok, her gün yeniden inşa edilen, her ciddi mücadele içinde yeni güçlerin katılmasıyla yeniden kurulan bir organizasyon olmadan ilerleyemez.
Çünkü blokta amaç, bloğa katılan örgütlerin taraftarlarının toplamından ibaret bir örgüt ortaya çıkarmak değildir. Tersine, bu örgütlerin ilişkilerini başlangıç, bir dayanak noktası alarak milyonlarca emekçinin örgütlenip seferber edilmesidir. Ve en başta da, sendikalar ve öteki emek örgütlerinin, hayatın her alanında sürdürülen mücadele içinde bloğa katılmasını sağlamaktır.
Bunu yapmanın ilk koşulu ise; emek ve demokrasi mücadelesi alanında gelişen her ciddi konunun blok tarafından, emekçilerin mücadelesinin ilerletilmesinde bir dayanak olarak değerlendirilmesidir. Ancak bu mücadeleler içinde bloğun saygınlığının artması, bir otorite olması mümkün olabilecektir.
Örneğin bugün olduğu gibi, “savaşa karşı bir kampanya” varsa, blok ve onu oluşturan parti ve siyasi çevreler, tüm gücüyle bu mücadele içinde yer alarak, bu mücadelenin bir ucundan tutan sendikalar ve yığın örgütleriyle ortak iş yaparak onların güvenini kazanmalı, savaşa karşı mücadelenin omurgasını bloğun oluşturduğu, bloğa katılınca daha güçlü olunacağı bu kampanyaya katılan tüm kişi ve kuruluşlarca görülmelidir ki bloğun genişleme imkânı olsun. Ya da halk, emekçi yığınlar bu mücadele içinde bloğun gayretlerini görmelidir ki, yarın seçimde de “savaşa karşı” olduğunu iddia eden parti ve çevreler haddini bilmeli, “savaşa karşı mücadele” denilince vatandaşın aklına “blok” gelmelidir. Ya da örneğin 1475 Sayılı Yasa’nın esnek çalışma yasasına dönüştürülmesi mücadelesinde blok ve bloğu oluşturan siyasi çevreler, kitle örgütleri aktif bir biçimde yer alıp işçi mücadelesini tüm emekçi sınıfların mücadelesine dönüştüren bir taktiği hayata geçirerek herkese, bloğun mücadele içindeki rolünü gösterebilirse; ancak o zaman geniş işçi yığınlarından, sendikalardan bloğa bir yöneliş olacak, blok hakkında gerici çevrelerin icat ettiği olumsuz nitelemeler etkisiz hale gelecek, yaratılan önyargıların yıkılması kolaylaşacaktır. Elbette bu demokrasi mücadelesi ve onun bir bileşeni olarak Kürt-Türk hak eşitliği, diller arasındaki eşitsizliklerin kaldırılması gibi konularda da blok, en önde yer alıp, demokrasi sorununun AB’ye uyumun bir şantaj vesilesi, demokrasiyi de AB’cilerin şekilsel demokratlığından çıkararak basit emekçinin hayatında önemini anlatabildiği ölçüde halkın bilinci de gelişecektir. Blok da, bu mücadele içinde halk tarafından demokrasi mücadelesinin de merkezi görülmeye başlayacaktır. Dolayısıyla da her ciddi mücadelede bloğa yeni güçler katılacak, bir başka mücadelede bazı çevreler belki bloğun ve mücadelenin dışına düşecek, ama her başarılı mücadelede blok maddi ve manevi bakımdan güçlenerek çıkacak; emek ve demokrasi mücadelesinin temel bir organizasyonu, giderek içinde siyasi çevrelerden öte sendikaların ve öteki yığın örgütlerinin de yer aldığı gerçek bir halk cephesi olma yolunda ilerleyecektir.
Bu yüzdendir ki; sonunu “sol blok” ya da, kimi siyasi çevrelerin katılımıyla sınırlayan blok anlayışları, mücadeleyi geri çekici ve blok ve onun uyandırdığı mücadele isteğine yanıt veremeyen bir çizgiye gerilemek anlamına gelmektedir.
Ve elbette ki; bloğun çalışması; sadece yukarıdan alman kararlarla, en üst ya da orta düzeyde görüşmelerle değil, bloğu oluşturan parti ve çevrelerin yığınların içindeki örgütlerin faaliyetleriyle gerçekleşeceğine göre, çalışmalar, birlikler, bloklaşmalar da her şeyden önce buralara yansımak durumundadır. Yukarıda sözü edilen çalışmaların başarısının da tek garantisi, doğrudan yığınlar içindeki bu çalışmanın birleşmesidir.
Bloklaşmanın çalışmaya yansımasının önündeki başlıca alanları şöyle sıralayabiliriz.
1) Gençlik içindeki çalışma: Gerek üniversiteler gerekse semtlerdeki işsiz gençler ve fabrikalar ve atölyelerdeki genç işçiler arasındaki çalışmada, güncel talepleri üstünden bir çalışma için güçler birleştirilmeli, bu alandaki örgütlenmenin ve mücadelenin “yakın hedefleri” belirlenerek bir çalışma başlatılmalıdır. Örneğin üniversitelerde tüm öğrencileri kapsayan bir gençlik örgütü için ÖTK’lar, kollar, kulüpler ve tüm öteki örgüt biçimleri üstünden ortak hareket edilerek bir güç merkezi oluşturulabilir. Yine büyük kent merkezlerindeki emekçi gençlik yığınları ve işsizler için daha özel talepler üstünden bir mücadele ile semtlerdeki imkânların değerlendirilmesi bloğun semtlerdeki çalışmaları bakımından en önemli iki dayanaktan birisini (öteki kadın çalışması) olacaktır.
2) Kadın çalışması: Bloklaşmanın hemen başlatılabileceği alanlardan birisi olarak ortaya çıkmaktadır. Pek çok yerde dernek ve öteki türden örgütlerin oluşturulması için sınırsız imkânlar vardır
3) Sendikal çalışma: Sendikaların içinde bulunduğu durum onların yeniden kurulmasını, üye sayısının artırılmasını, en az onun kadar da sendikal bürokrasinin sendikalardan tasfiyesini de zorlamaktadır. Bu çerçevede işyerlerinden başlayacak ciddi bir çalışma ile sendikalarda aşağından yukarı yenilenmenin yanı sıra Organize Sanayi Bölgeleri OSB’ler başta olmak üzere genç işçi yığınlarının örgütlenmesi de bloğun doğrudan gündemine girmek durumundadır. Bunun başlaması için de geniş olanaklar vardır.
4) Köylülük içinde: Bu alanda bir yandan sendikalaşma istekleri yayılırken öte yanda da geleneksel düzen partilerinden hızlı bir kopuş yaşanmaktadır. Son seçimler sırasındaki çalışmalar içinde de bu alanın blok güçleri için en açık alanlardan birisi olduğu görülmüştür.
Kuşkusuz ki, bu alanlar sadece birer örnektir. Hayatın her alanında çöken ve çözülen egemen sistemin dişlileri arasına sürüklenmiş emekçi kesimler, açlığın, yoksulluğun ve gelecek güvencesizliğinin tehdidi altındadırlar. Büyük sıkıntılar içinde ve kendileri için kurtuluş yolu aramaktadırlar. Bu yolun gösterilmesi, bu yoldan yürünürse kurtulabileceğinin anlatılması da bugünkü durumda blok diye ifade ettiğimiz güç odağına, blok içinde yer alan partiler düşmektedir. Elbette ki; milyonlarca emekçinin Kürt ve Türk milliyetinden halkın bu beklentisini boşa çıkarmaya kimsenin hakkı yoktur, olmamalıdır.
Yaşananlar; halkın iktidara yürümesi yolunu açma sorumluğunu, bu amaçla Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nun geliştirilip yaşatılması ve tüm halkı seferber eden bir merkez olarak inşa edilmesi sorumluluğunu ve onurunu Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nu oluşturan siyasi partilere yüklemiştir.
Özgürlük Dünyası, bu sorumluluğun bilinciyle hareket edecektir.