3 kasım seçimi ve bloğun bugünü

3 Kasım 2002 seçimi Türkiye tarihinin en ilginç seçimi oldu.
Burjuva siyaset arenasındaki çürümenin derinliği ile, sistemin halka verecek bir şeyinin kalmamışlığından da kaynaklanan, artan yoksulluk ve işsizlik birleşince halkın öfkesi sermaye güçleri ve onların partileri için bir kabusa dönüştü. Öfkenin büyüklüğü öldürücü bir tokada evrilerek sistemin temsilcisi olan parlamentodaki, iktidar muhalefet demeden tüm partilerin ensesinde patladı. Bir önceki seçimin parlamentoya taşıdığı beş partinin beşi de barajın altına itildi.
Aslında 1990’ların başından bugüne bakıldığında olup bitende bir olağanüstülük görülmez. 1990’da tek başına iktidarda olan ANAP’ın iktidardan düşmesinden sonra, geçen 11 yıl içinde, DYP, SHP, FP, DSP, MHP gibi son 50 yılın en köklü partileri önce yükselip birinci parti durumuna geldiler ama sadece bir seçim dönemi sonunda alaşağı oldular; ve sonunda her biri barajın altına sürüklendi. Dolayısıyla bu seçimlerde olup bitenler içinde; ANAP’ın zaten çökmüş bir parti olduğu biliniyordu ve son yükselen partiler olarak DSP ve MHP’nin iktidarda yıpranmasının çok anlaşılmaz bir yanı yoktur. Bu yüzden de olsa olsa, muhalefette olan SP ve DYP’nin eriyip gitmesi açıklanmaya ihtiyaç gösterir. Bunun nedeni de, bir yandan muhalefet adı altında caka satanların da IMF programını benimsemeleri, halka karşı olan hükümetin her ciddi girişimine çanak tutmalarıdır. İkinci neden ise; bu partilerin hepsinin birden, halk tarafından, son 50 yıl içinde baskının, zulmün, yoksulluğun ve sefaletin sorumlusu olarak görülmesidir.
Yoksa, ne birinci parti olup, seçmenlerin sadece yüzde 25’inin oyunu alıp, milletvekillerinin yüzde 66’sını alan AKP’nin ne de ikinci parti CHP’nin halktan oy almasını gerektirecek hiç eylemi olmamıştır. Sadece halkın bir bölümünü, olup bitende sorumluluklarının olmadığına, kendilerinin “yeni”, en azından “yenilenmiş” olduklarına inandırmışlardır. Bu yüzden de iktidara gelen partilerin halkın oylarını almak için olumlu anlamda politikalar geliştirip ciddi bir mücadeleyle iktidarı “hak ettiklerini” söylemek mümkün değildir.
Ancak son 10 yılın, bir düzen partisinin gidip ötekinin gelmesi olarak görünen tablonun bugün için en önemli sonucu, halkın artık; daha önce hangi partiye oy verdiği veya hangi partili olarak tanındığı, önceden oy verdiği partinin milliyetçi mi, sağcı mı, solcu mu, liberal mi, demokrat mı gibi adlandırıldığını çok umursamadan oy kullandığının öneminin kalmadığıdır. Başka bir söyleyişle halk, partilerin ne dediğinden, kendisini nasıl tanımladığından çok ne yaptığına, halka ne verdiğine bakmaya başlamıştır. Bu yüzden de; son 10 yıl içinde milyonlarca yetişkin insan, o partiden bu partiye 7-8 parti denemiştir. Hiçbir partiye de birden çok şans (son 10-12 yıl içindeki seçimlerde hiçbir parti iki kez birinci parti olarak çıkamamıştır) tanımamıştır.
Nitekim AKP’nin büyük bir çoğunlukla iktidara gelmesi karşısında, kimi sol çevrelerden gelen, “Hadi bakalım, halktan yana diye AKP’yi başa getirdiniz. Şimdi çekin cezanızı” yollu “sol” siteme AKP’ye oy veren sıradan emekçilerin, “Eğer AKP de öncekiler gibi bizi aldatırsa, onu da alaşağı ederiz” biçiminde özgüven yansıtan yanıtı, hiç kuşkusuz ki, önümüzdeki dönemde halk yığınlarının en önem verilmesi gereken tutumudur.
Kuşkusuz ki bu durum, halk yığınlarının siyasi partiler karşısında, kafalarını, gözlerini yararak, 50 yıl içinde vardıkları bilincin, kendi taleplerini savunmaya koyulmalarının ifadesidir. Eğer benzetmek gerekirse, feodalizmden kapitalizme geçen toplumlarda köylülerin derebeyin baskısından kurtularak kendi iradelerine göre davranmaya başlaması gibi, halkın oylarının özgürleşmesidir. Çünkü Türkiye halkı, son 50 yıl içinde oylarını bağladığı partilerle anlaşmasını bozmuş, bundan sonra artık eskisi gibi, baba-dede partilerine oy vermeyeceğini ilan etmiş, oyunu kendi istediği gibi kullanmaya başladığının işaretini vermiştir.

HALKIN ARAYIŞINA SEÇENEK OLUŞTURAMAYAN SİYASET DIŞINA İTİLDİ
Burada düzen partilerinin birer birer ve toplu olarak emekçilere ihanet etmesi, onlar karşısında inanılırlıklarını yitirmeleri vardır. Dolayısıyla, her seçim döneminde birkaç partinin birden yıpranması, sonunda neredeyse düzenin “ana partilerinin” tümden reddedilmesi bunun bir işaretidir. Ancak bu önemli olumluluğun yanı sıra; sermayenin güç odaklarının kendi siyasal sistemini yenileyeyim derken kendi partilerinin direnciyle karşılanması karşısında giriştiği siyasetin tümden karalanması, halkın sadece düzen partilerine değil, emekçi sınıf partilerine de aynı kuşkuyla bakmalarının getirdiği de bir gerçektir. Dolayısıyla ortaya çıkan, halkın düzen partilerine öfkesi ve onlardan kopup bir arayış içine girmesinin avantajının gerçek olması, emekçilerin kendi sınıf çıkarları doğrultusunda kendi partilerinin saflarına katılmaları ve orada mücadele etmelerinin öyle kolay olmayacağı, o partiyi, bu partiyi denedikten sonra kendiliğinden “doğru partiyi” bulacağı sonucu çıkarılamaz. Tersine; eğer emekçi sınıfların partisi kendisini bir seçenek olarak koyacak bir çalışma ve tutum sergileyemezse, emekçilerin burjuva siyasetinden nefreti ve bu partilerden uzaklaşması, halkın medya gücüyle yönlendirilmesi, seçilmiş olmayan kurumların (asker ve sivil bürokrasi, medya grupları, halkla iletişim alanında, hizmet alanında faaliyet gösteren tekellerin) etkisi ve yönlendirmesine bağlanması, halkın bütünüyle siyaset dışına çıkarak, çözülerek siyaset alanını bütünüyle sermayenin güç odaklarına terk etmesi gibi bir tehlikeyi de barındırmaktadır.
Dolayısıyla, emek hareketi ve sınıf partisi, halka yönelik faaliyetlerini, bu gerçeği; halkın düzen partilerinden koptuğu ve bir arayış içinde olduğu ama henüz kendi partisiyle buluşmadığı gerçeğini; göz önüne alarak belirlemek durumundadır. Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nun oluşması ve bloğun halkın küçümsenmeyecek bir kesimi tarafından olumlu karşılanması, seçimden sonra bloğun devam etmesi için Türk-Kürt, her milliyetten ileri işçi ve emekçi kesimlerden gelen “bloğun devam etmesi” isteğinin nedeni de halk yığınlarındaki bu arayışın getirdiği bir bilinçlenmeye karşılık gelmektedir. ÖDP, TKP, İP gibi kendisini solcu, devrimci, demokrat sayan siyasi partilerin ve öteki devrimci, solcu bilinen siyasi çevrelerin, tıpkı barajın altına itilen düzen partileri gibi siyasetin dışına düşmesinin, umutsuzluğa sürüklenmelerinin, abesle iştigal seçim değerlendirmeleri yapmalarının nedeni, blok halkın önüne somut ve gerçek bir seçenek olarak çıkarken onların bloğun dışında, dolayısıyla da, niyetlerinden bağımsız olarak da olsa, sermaye güçleriyle aynı safa düşmüş olmalarıdır.
Bu yüzdendir ki, Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nun seçimlere girmesi, bu seçimin en önemli özelliklerinden birisi olmuştur. Blok, halkın sermaye partilerine karşı giriştiği arayışa bir seçenek olarak ortaya çıkmış; barış içinde, demokratik, IMF sultasının olmadığı, halkın refah içinde yaşadığı bir Türkiye için halka bir seçenek sunmuştur. Ama aşağıda da değineceğimiz nedenlerle kendisini yeterince anlatamadığı için de, sayısal bakımdan küçümsenemeyecek, ama barajı aşarak, gerici barikatları, barajları parçalayacak bir güç birikimi sağlayamamıştır.
Daha önce de çeşitli birliklerle seçimlere girilmiştir. Ama hiçbir seçimde birlik, bu ölçüde anlamlı olmamış, hiçbir bloktan, hiçbir birlikten Kürt ve Türk emekçiler, en azından onların ileri kesimleri bu kadar çok şey beklememiştir. Ki bugün bloğa yönelik, zaman zaman da haksız bir noktaya varan eleştirilerin arkasında ondan umulan bu yüksek beklentiye yanıt verememesinin olduğunu kabul etmek gerekir.
Bugün eleştiriler ya da bloğun bundan sonra nasıl ilerleyeceğine ilişkin yeni önerilerin çeşidi ve boyutu ne olursa olsun; blok, Kürt ve Türk emekçilerin kardeşleşme isteğini ifade etme fırsatı tanıdığı kadar, sınıf çıkarları bakımından bu iki ayrı kesimin birbirleriyle sınıf kardeşliği, aynı sosyal kategoriler arasındaki yakınlığı sağlamanın yolunu göstermiştir. Dahası, kısa seçim süresinde ayrı ayrı partilerden kişilerin ve ayrı partilerin temsil ettiği kesimlerde kaynaşma, birlikte olmaktan duydukları hoşnutluk, aslında birleşmek ve egemen güçlere karşı ortak mücadele etmek duygusunun dışavurumu olarak gerçekleşmiştir.
Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu, tüm egemen sınıf partileri karşısında bir seçenek konumu kazandığı için, en azılı blok düşmanları bile bloğun kendisine karşı çıkamamışlar, onu sosyal demokrat-liberal bir hatta çekmeye çalışmışlar, kuruluşuna dair bahaneler uydurmuşlardır. Seçimden sonra ise; bloğa en karşı olanlar bile onun içinde bir biçimde yer almak için manevralara girişmişlerdir. Bu gelişmeler bile kendi başına bloğun kazandığı pozisyonun önemini ve duyulan ihtiyacın derinliğini göstermektedir. Ve şunu güvenle söyleyebiliriz ki; bugün bloğu oluşturan partiler böyle bir blok artık yok dese bile, bloğun gerektirdiği çalışmalar ve birlikler yeniden oluşarak ortaya çıkan boşluğu dolduracaktır. Ama elbette daha sancılı ilişkiler ve yeni sorunları da aşmak zorunda kalarak.

EMEK, BARIŞ VE DEMOKRASİ BLOKU’NUN SEÇİM ÇALIŞMASININ ZAAFLARI
Evet, halk güçleri 3 Kasım 2002 seçimine Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu ile katıldı. Blok, seçim sürecinin son aşamasında kurulabildi ve yaklaşık bir aylık, son derece yüksek tempolu bir seçim çalışması yürüttü. Görkemli mitingler yapıldı; bloğu temsil eden konvoylar ülkeyi bir baştan bir başa dolaştı; ilk kez Türk-Kürt kardeşliği böylesi somut bir platformla tüm halka çağrı yaptı; her yerde “Türkler ve Kürtlerin kardeşleşmesi” tartışmasını açtı. Düşmanlarını titreten bir tutum takındı. Ama bütün bu önemli göstergelere karşın; halkın temsilcilerinin Meclis’e taşınmasında başarısız kalındı. Bunun için sürece geç müdahale eden adaylardan seçim konuşmalarına kadar pek çok gerçek neden sayılabilirse de; bu çalışmanın blok olarak çalışmanın önemini göstermesi kadar, bir seçimin kazanılması için vazgeçilmez kimi dersleri öğrettiği de bir gerçektir. Bu yüzden, burada, bloğun çalışmasının eleştirisiyle seçim çalışmasının eleştirisi birleşmektedir.
Bloğun çalışmadaki zayıflıklarını şöyle sıralayabiliriz:
1- Bildirge avantajını kullanamama: Bloğu oluşturan partilerin çıkardığı seçim bildirgesi üç ana ayak üstünde yükselmişti.
a) IMF saldırısını püskürtmek, açlık ve yoksulluğun yenilmesi için mücadele,
b) Türkiye’nin demokratikleştirilmesi, Kürt ve Türk her milliyettin dil ve hak eşitliğinin sağlanması, seçilmiş kurumların atanmışlar karşısında üstünlüğünü sağlayan bir demokratikleşme,
c) Irak’a bir Amerikan saldırısına karşı olma, Amerika’nın bölgedeki politikalarına karşı bölge halklarının kardeşliğini savunma…
Bu bildirge, bloğu bütün diğer partilerden ayırıyordu. Ancak; bloğun bu bildirgeyi tutarlı bir biçimde savunduğu, elindeki her araçla halkı bu üç temel üstünde birleştirerek alanlara çekme konusunda başarılı olduğu söylenemez. Çünkü blok, oluşur oluşmaz, neyin nasıl yapılacağını bile konuşup belirleme imkânı bulamadan “Bu seçimi kazanmalıyız; kazanalım!” diyerek meydanlara çıktı ve öylece gitti. Böylece “bildirge” bir “süs”, “tarihsel bir belge” olarak kaldı. Oysa sadece IMF karşıtlığı ve yoksulluğu yenme üstüne kimi laf yığınları bile, halk indinde hiç bir tarihsel ya da güncel “namı olmayan” Genç Parti’ye yüzde 7 oy kazandırdı ki; bu oyları blok dışında hiçbir parti kazanamazdı. Eğer ki blok, IMF’ye ve IMF’cilere karşı halk öfkesinin tokadı olacağını, yoksulluğu yenmek için kararlı bir tutum alacağını halka anlatabilmiş olsaydı; yine savaşa karşı olmanın ve Türkiye’nin AB normlarını aşan gerçekten demokratik bir ülke yapılmasının gereği anlatılabilseydi, sadece Kürtler değil, demokrasi ihtiyacını, kardeşliğin gereğini ve bunların kendi yaşamındaki etkisini derînden hisseden Türk emekçilerinden, Alevilerden azımsanmayacak bir kesim de, ne olduğu belirsizliğin üstünden politika yapan AKP’de ve CHP’de değil de blokla aynı safta birleşebilirdi. Ne var ki; ne mitinglerde ne TV konuşmalarında seçim bildirgesi iyi değerlendirilemedi, tereddütlü davranma, her kafadan ayrı sesin çıkmasına kadar varan farklılık, her alana yansıdı. IMF ve savaş karşıtlığı, demokrasi gibi en temel konularda, diğer partilerden ayrışan, net bir hat ortaya konamadı.
2) Halkın yoksulluk ve açlıkla ilgili başlıca talepleri geçiştirildi: İş, ekmek, eğitim ve sağlığa ilişkin talepler sadece sayılıp geçildi ve emekçilerde, diğer partilerden farklı bir ortaya koyuş ve bu talepler karşısında bir kararlılık sergilenemeyince; sonuçta tüm diğer partilerin de yaptığı gibi blok da, halkın sıkıntılarını alt alta sıralayıp yoksulluk edebiyatı yapan, ama bunları seçimden sonra unutacak bir siyasi mihrak görüntüsünü aşamadı. Onun içindir ki, birçok yerde partililer; “Peki sizin de ötekiler gibi Meclis’e gidince söylediklerinizin tersini yapmayacağınızın garantisi nedir?” sorusuyla sıkça karşılaştılar. Ve bu şüphenin giderilmesini sağlayacak kanıtlar göstermede sıkıntı çektiler. Çünkü bu talepler çok yakıcı, bloğun, nasıl çözeceğini zor olmayan biçimde göstereceği taleplerdi. Ama bloğun bu talepleri ötekilerden (genel ekonomik ve siyasi taleplerden) ayırarak üstünde özel olarak durduğunu söyleyemeyiz. Ama AKP’nin özellikle halk içindeki çalışmasında, bu en yakıcı talepler üstünde özellikle durarak, halkı yanına çektiği de bir gerçektir.
3) Kürt-Türk kardeşliğinin önemi: Batı’da emekçiler arasında Kürt-Türk kardeşliği tartışması açıldı; ama birer birer işyerlerinde, somut bir çalışma yapıldığı, bunun üstüne giden, işyerlerinde, alanlarda bu tartışmayı sürdüren bir ajitasyon yürütüldüğü söylenemez. Bu yüzden de bloğun kimliği genel olarak “Kürt bloğu” olarak yansıdı. Bu öyle kolayca çözümlenir bir sorun değildir elbette ve daha uzun bir zaman da sürecektir. Ne var ki; seçimin yarattığı ortam ve sorunun gerici, ırkçı çevreler tarafından istismara açık olması, başlatılan tartışmanın cesaretle ve ara vermeden sürdürülmesini gerektiriyordu. Böyle bir kararlı tutum yerine daha çok genel yanıtlarla yetinme, “yavaş tükürüğün sakala zarar vermesi” gibi, birçok yerde emekçiler arasında yeni tartışmalar çıkarmanın ötesine geçmedi. Yapılması gereken ise, ısrarlı ve yüksek perdeden bu görüşlerin savunulması ve tartışmanın seçimden sonra da sürdürüleceği bilinciyle bu tartışma üstünden yeni bir mihrak oluşturmaktı. Ancak şu da bir gerçektir ki; tartışmanın geçmişte olduğundan farklı (kuşkusuz işçiler, emekçiler arasında Türk-Kürt kardeşliği fikrinin tartışılması yeni değil. Ama bu sefer oy verme çağrısıyla birleşip “somut bir taraf olma”yla gündeme gelmesiyle tartışmanın platformu değişmiştir) biçiminde gündeme gelmiştir. Ve bundan sonrası için de bu tartışmanın kararlı bir biçimde sürdürülmesi gereği de daha açık olarak ortaya çıkmıştır.
4) İşyerlerinde “seçim komiteleri” sorunu: İşyerlerini seçim alanına çevirme fikri ve imkânı bloğa tüm diğer siyasi mihraklar karşısında kesin bir üstünlük sağlayacak ayrıcalıktı. Ancak, işyeri çalışmalarındaki atalet ve mütereddit tutum, seçimlerde kendisini çok daha derinden duyurdu. Çünkü süre kısaydı ve bu kısa sürede çok somut, işçiye, emekçiye seçimde bir tutum alma öğrenilecekti. Ne var ki, bu alanda çok az yerde adım atıldı ve atılan adımlar da, o kadar kaygılı ve başka nedenlerle sınırlanmıştı ki, çok az yerde bu “ayrıcalık” kullanılabildi. Ve bu alanlar zayıf ve etkisiz bir çalışma alanı olarak kaldılar. Bu çalışmanın zayıflığı ile bağlantılı olarak blokla birlikte davranabilecek, çalışmaya daha militan bir biçimde katılabilecek sendikacı, işyeri temsilcisi gibi bloğun destekçisi olan kesimler de işyerinin, hizmet birimlerinin seçim alanı olarak kullanılmamasının sonucu olarak da (başka nedenleri de olabilir) seçim çalışmalarına gerektiği düzeyde katkı yapma konusunda geri kaldılar. Çünkü, en azından günde 8-10 saatleri işyerinde ve seçim çalışması bakımından çok verimli olmayan bir ortamda geçti.
5) Kendi kendine ajitasyon ağırlık kazandı: Bilinen ve çoğu zaten DEHAP’a oy verecek olan kişilere giderek, tabiri caizse; vakit öldürmek genel bir tutumdu. Kürtlerin Kürtlere, Türklerin Türklere giderek DEHAP’a oy vermesi için çalışma önceden kabul edilmiş, tartışılmaz bir gerçek gibiydi. Bu yüzden de; bilinen ve şu ya da bu vesileyle (Newroz, 1 Mayıs, işçi mitingi, savaş karşıtı gösteri vs.) karşı karşıya gelinen çevrelerde yürütülen bir seçim çalışması olduğu, bu sınırların nadiren ve ancak seçimin son 10 gününde aşılabildiği söylenebilir. Örneğin; AKP ve GP’nin çalışmasıyla DEHAP için çalışanların karşı karşıya gelmesi ancak seçime iyice yaklaşılan günlerde olmuştur. Bu yüzden de anketlerde AKP ve GP için verilen rakamlar abartılı, “kasıtlı” bulunmuş, “Yok canım AKP abartılıyor, GP hiç yok; yüzde 1 bile alamaz” denilmiştir. Bu durum aynı zamanda kendi gücümüzün abartılmasının da vesilesi olmuştur. Öyle ya; sağı solu hep kendisiyle aynı partiye oy verecek erkek ve kadınlarla dolu ve başka partilerden kimseye rastlamayan bir kişi; “tamam, bu seçimi götürdük” demez de, ne der? Açılışlara, mitinglere katılımla alınan oy arasında görünen çelişki de aslında bu “fasit çember” içinde kalmayla, bu çemberin dışına çıkamayan bir çalışma yapmakla yakından bağlantılıdır.
6) Adayların niteliği ve aday oldukları bölgelere uygunluğu tartışmalıydı: Düzen partilerinin adaylarıyla her bakımdan baş edebilme konusunda yetersiz ve halkın gözünde “evet Meclis’te bizim hakkımızı hakkıyla savunur” diyemeyeceği adayların sayısı az değildi. Bu, pek çok bölgede bir sorun yaratmıştı. Bunun ötesinde il dışından atamaların çokluğu ve Türk kökenli halkın yoğun oturduğu illerde adayların yerel olmaması (elbette bazı adaylar, ulusal çapta tanınmış kişiler ya da partinin merkezi ihtiyaçları bakımından bazı adaylar yerel kökenli olmayabilir) daha doğrusu yerel adayların sıra ve sayı bakımından listede gerekli ağırlığı taşımaması seçim çalışmasının bir başka handikapı olarak ortaya çıktı. Bu hem yerel çevreleri küstüren hem de halkın sonuçta kendini temsil edeceği kişiyi yeterince tanımıyor olmasından kaynaklanan yaygın bir sorun olarak ortaya çıktı ve seçim sonuçlarını da olumsuz etkiledi.
7) ‘Baskın seçime uğrama’ mazereti: Bloğu oluşturan partiler açısından bakıldığında ne fikri olarak ne de örgütsel olarak bir seçime hazır olunmadığı, tersine ancak seçim kararı alındıktan sonra; “ne yapacağız” sorusunun gündeme alındığı gözlenmiştir. Bu yüzden de “değerlendirmelerde”, handikaplardan söz ederken, kimi düzen partilerinin deyimiyle, “baskın seçim” mazeret olarak öne sürülmüştür. Oysa sisteme karşı mücadele ettiğini öne süren partiler her tür baskına, saldırıya ve hileye karşı hazır olan bir çalışma tarzını benimsemek zorundadırlar. Kaldı ki; sınıflar mücadelesinin tarihi, işçi, emekçi partilerinin böyle bir kesintisiz çalışma olmadan başarıya ulaşamayacağını da göstermektedir. Bu yüzdendir ki, “baskın seçim” bir mazerettir; ama özrün kabahatten büyük olduğunu gösteren bir mazerettir! Seçim dahil her mücadeleye hazır bir parti ve blok olmadan, sermaye güçlerini yenilgiye uğratma, onlar karşısında başarı kazanma nasıl mümkün olabilir?
8) Seçimin genelliği ile sorunların yerelliği çelişkisi: Seçim geneldi; ama seçimde oy kullananların sorunları “yerel”di. Onun içindir ki vatandaş, işsizlikten, yoksulluktan söz ederken genel olarak ülkenin değil kendi yoksulluğundan söz etmektedir; kendisinin ve yakın çevresindekilerin işsiz kalmasından dem vurmaktadır. Bu yüzden de adaylar; yerel sorunları iyi bilir, halkın ne istediğini doğru anlarsa onlarla bir iletişim kurabilirdi. Ama bloğun adayları ve partilerin kimi iller dışında yerel sorunları genel seçim malzemesi haline getirerek değerlendirdikleri söylenemez. Tersine, her yerde en genel sorunları, IMF’yi, savaşı, demokrasinin sorunlarını sıralamakla yetinmişlerdir. Oysa, yerel sorunlardan kalkarak genele giden (özelden genele bir ajitasyon) bir ajitasyon imkânı pek değerlendirilememiştir. Oysa seçimler bunun için çok önemli bir fırsat sunmaktadır. Vatandaşın kendi sorunlarının aslında tüm ülkenin, tüm halkın sorunlarının bir parçası olduğu da ancak böyle anlatılabilirdi. Ve elbette halk, “vekaleti”ni vereceği kişinin bilgisini ve ilgisini de buradan sınar; onun kendisinin sorunlarını ne ölçüde anlayıp hissettiğini bilmesi gerekir. Ve bunun seçimde destek alınmada çok önemli olduğunu seçim çalışması yürütmüş her partili de hissetmiştir.
9) Yerel sorunlara sahip çıkan bir yerel parti örgütü zorunluluğu: Seçim süreci boyunca yokluğu en çok hissedilen şey, yığınlar içinde az çok kök salmış parti yerel örgütlerinin yokluğuydu denilebilir. Çünkü; son tahlilde halkla yüz yüze gelen, partilerin yerel örgütleriydi ve bu yerel örgütlerin halk içinde edindiği itibar, otorite, oy verme konusunda dahil her alanda birinci dereceden etkili olmuştur. Görülmüştür ki; halkın oylarını ancak kendi çalışmalarında halkla iç içe geçen ve halk içinde saygınlık kazanmış örgütler alabilirdi. AKP’nin başarısının sırrının da burada olduğu görülmektedir. Bir bütün olarak bakıldığında, AKP’nin başarısı; en tabandan başlayıp yukarı doğru (köy, mahalle, belde, ilçe, il) yerel örgütlerin sistematik bir biçimde çalışmasına bağlı olmuştur. Bu yüzden de, sağda solda çok gürültü çıkarmamasına ve çoğu yerde yakından bakmayınca belli olmamasına karşın çok ciddi bir yerel çalışmayla AKP birinci parti olmuştur. (GP de tam tersine hiçbir örgütü olmadığı halde, salt sistemli ve sürekli ajitasyonla kendince büyük başarı sağlamıştır. Ama aynı zamanda yerel örgütlere sahip olmadan yüzde 7’nin aşılamayacağının da örneğini sunmuştur.) Yani; işçi sınıfının o temel tarihsel deneyiminin ifadesi olan; “birim esasına göre örgütlenme ve sistemli ve sürekli bir ajitasyon” formülasyonunun bu seçimlerde iki ayrı yönü (içeriğinden söz etmiyoruz) iki ayrı parti tarafından hayata geçirilerek yeniden doğrulanmıştır. İşçi sınıfı partisi ve sınıfın dünya görüşünden esinlenen partiler de bu temel kriteri; birim esasına göre örgütlenen ve sistemli bir aydınlatma faaliyeti yapan parti (EMEP’in programı ve tüzüğü aynen böyle, “birimlerde örgütlenmiş ve sistemli ajitasyon yapan bir parti”yi tarif eder. Ama ne yazık ki EMEP de en az HADEP kadar bu sorunu yaşamıştır) oldukları ölçüde yenilmez olacaklardır. Dolayısıyla seçim faaliyeti böylesi temel bir eksikliği herkesin yüzüne çarptığı gibi, başarının tek yolunu da göstermiştir. Halk yığınları içinde kök salıp otorite olan yerel parti örgütleri ve halkın sistemli bir biçimde aydınlanmasını esas alan bir parti: Aksi halde bu özellikleri taşımayan bir emekçi partisinin (bloğun) seçim dönemleri gidip gürültülü bir çalışma yapmasıyla belirli bir sınırın ötesine geçilemeyeceği görülmüştür. Herhalde, 3 Kasım 2002 Seçimi’nin öğrettiği en önemli ve unutulmaması gereken ders budur.
10) Popülizm, eksik ve yanlışların üstünü örttü: Seçim boyunca, değişik vesilelerle ve çalışmanın doğasıyla ilgisi olup olmamasına bakılmaksızın kadınlara, emekçilere ve Kürtlere hamasi övgüler yapıldı. Açılışlar, mitingler ve konvoylar, her çalışmadan çok ve gereğinden fazla zaman ve enerjiye mal oldu. Ve her popülizm gibi burada da amaç ile araç arasındaki bağ koptu; araç amaç haline geldi. Örneğin kadın, emekçi ve Kürtlerle bağlantılı olarak; bu kesimlerin ezilmesi üstüne, onların bu ezilme karşısındaki sabır ve metanetleri üstüne uzun konuşmalar, tartışmalar yapıldı; ama bu ezilmişliğin aşılması için yapılması gerekene çok değinilmedi. Ya da çoğu zaman laf oraya gelemeden toplantılar “bitmek” durumunda kaldı. Bu da, özellikle batı illerinde “DEHAP Kürt partisi” iddiasını güçlendirdi. Oysa bütün anlatım, bir yanıyla zaten o yaşantının sahiplerine yapıldığı için, doğru bir aydınlatma, gerçek bir yararı da olmadı. Yine benzer bir biçimde mitinglere, konvoylara bir seçim çalışmasında olması gerekenden fazla önem verildi. Pek çok enerji ve imkân bu amaçla harcandı. Çoğu zaman da bir mitingin kalabalık olması, bir konvoyun yeterince uzun olması her şeyden önemli olarak algılanıp ona göre davranıldı. Ancak bütün bu alanlarda seçimde beklenen oy gelmedi. Demek ki; elbette konvoylar uzun, mitingler kalabalık olmalı; ama tek başına kalabalık olmak ya da uzun konvoy olması başarının kendisi olmuyormuş. Bu yüzden de amacı hiç gözden kaçırmamak, aracı abartmamak gerekiyormuş. Söz konusu secimse, kendi taraftarlarınla gürültülü kalabalıklar toplamak, halkın değişik kesimleri üstünde de bir miktar etki yaratır, ama halkı kazanmak için diğer çalışma yöntemlerine, aydınlatma faaliyetine, emekçiler içinde uzun çalışmalara ihtiyaç olduğunu unutmamak gerektiğini görmek gerekir.

BLOK NASIL SÜRECEK?
Bütün bu zaaflarına ve yanlışlarına karşın blok, kuşkusuz ki, Kürt ve Türk emekçilerinin ileri kesimleri tarafından büyük bir heyecanla karşılandı ve seçimlerden sonra da bütün bu çevrelerden; “Bloğun devam etmesi” istekleri geldi. Ancak bloğun nasıl devam edeceği, nasıl genişleyip daha büyük yığınları kucaklayacağı konusunda farklı görüşlerin olduğu da bir gerçek.
Daha önce bloğa burun kıvıran kimi siyasi odaklardan gelen, “Blok dağılsın biz de içinde yer aldıktan sonra yeniden kurulsun” gibi, “abesle iştigal” istekler bir yana bırakılırsa, bloğun devam etmesi, genişlemesi için “sol blok olarak genişlemesi” tartışılmaktadır. Hatta bloktan söz ederken “sol blok” diye niteleyenler de az değildir.
Ama, “sol blok” yani, “solcuların bloğumun günümüz koşullarında kitlesellik olarak hiçbir anlamı yoktur. Tersine, “sol” takısı mevcut bloğu bile olağanüstü daraltır. Çünkü 3 Kasım seçiminde bloğa oy verenlerin önemli bir kesimi bile “sol” takısı almış bloğa oy vermekte tereddüt edeceklerdir.
Öte yandan bloğun genişlemesi için sosyal demokrasiye doğru açılması savunulmakta, örneğin bir parti bütünlüğü oluşturmakta zorlanan sosyal demokrat siyasi çevrelerin bloğa alınarak genişlenebileceği öne sürülmektedir. Ama bu çevrelerin getirdiğinden fazla götüreceği, daha da önemlisi bloğu sosyal demokrat bir platforma çekmek için özel çaba harcayacakları, dolayısıyla blokta iç çatışmalar yaratacakları düşünüldüğünde sosyal demokrasiye açılarak bloğu genişletmek fikri de çok akılcı görünmemektedir.
Şu bir gerçek ki, Türkiye’nin koşulları, Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’na, emek ve demokrasi güçlerini örgütleyip harekete geçiren bir merkez, iki partili Meclis’e karşı da halk muhalefetinin merkezi olma yükümlülüğünü dayatmış bulunmaktadır. Bloğun genişlemesinin nasıl ve hangi katmanları bloğa katarak olabileceğini de bu görev belirler. Bu yüzden de “bloğun nasıl genişleyeceği” sorusuna; şu şu çevreleri bloğa katarak değil ama amacına uygun bloğun tariflenmesinden sonra, böyle bir “bloğa katılmak isteyen herkesin katılması” ilkesi benimsenmek durumundadır. Nesnel ölçü budur. Dolayısıyla bu katılım tarzı, bloğa katılmak isteyen her grubun, her çevrenin yeni “pazarlıklar” yapmasını, kaprislerle sorun çıkarmasını da ortadan kaldıran sağlıklı bir yoldur.
Peki günümüz koşullarında; halk muhalefetinin merkezi, halk güçlerinin sermaye güçleri karşısında örgütlenme ve mücadele merkezi olarak bloğun üstünde yükseleceği siyasi platform nasıl olmalıdır?
Bu sorunun yanıtı, böyle bir seçim dönemi yaşandıktan sonra artık nispeten daha basittir. Çünkü seçimden önceki koşullar bugün esas olarak değişmediğine göre, bloğun hedefleri de değişmemiştir. Ama bu platformun belki biraz daha ayrıntıda tarif edilmesi, zamana yayılacak bir mücadeleye göre biçimlendirilmesi gerekecektir.
Bloğun programına ilişkin ana maddeleri şöyle sıralayabiliriz:
1) IMF’nin, iç ve dış sermaye güçlerinin emekçileri, halka yönelttiği saldırının püskürtülmesi, hortumculardan hesap sorulması, emeğin haklarının savunulması, işçinin, emekçinin daha iyi çalışma ve yaşama koşulları; işsizliğin, açlığın, yoksulluğun yenilmesi, parasız sağlık ve eğitim hakkı, herkese sosyal güvenlik sağlanması, tarım ve sanayinin ayağa kaldırılması, bölgeler arasındaki eşitsizliklerin ortadan kaldırılması için Doğu ve Güneydoğu’ya yatırım önceliği için mücadele,
2) Irak’a bir Amerikan müdahalesine karşı çıkma; Türkiye’nin üslerinin kullanılmasının önlenmesi, Çekiç Güç’ün Türkiye’de üslenmesine son verilmesi, ABD ve Türkiye’nin Irak’ta ve Kuzey Irak’ta nasıl bir rejim kurulacağına müdahalesine hayır demek ve ulusların kaderlerini tayin hakkına saygı gösterilmesini istemek, bölge halklarıyla dostluk ve kardeşliği savunmak için mücadele,
3) Demokrasinin geliştirilmesi; seçilmiş kurumların egemenliği ve seçilmemiş, bürokratik kurum ve kuruluşların seçilmiş kurumlar üstündeki her tür üstünlüğüne son veren; halkların eşit haklarını esas alan, 12 Eylül Anayasası’nın tümden iptal edilmesi, 125, 146, 168, 169, 159 gibi ceza yasasının anti-demokratik maddelerinin kaldırılması yanı sıra; sendika yasalarından basın yasasına, toplu-gösteri yasasından RTÜK, YÖK vb. yasalara kadar çeşitli yasalardaki anti-demokratik maddelerin ayıklanması, esaslı bir siyasi af yasasıyla tüm siyasi mahkûmların salıverilmesi, en geniş demokrasinin egemen olduğu bir Türkiye için mücadele olmalıdır.
Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu denildiğinde işte böyle bir bloktan söz ediyoruz. Dolayısıyla onun genişlemesinden söz ederken de; onun bu platform üstünde genişlemesinden, bu amaçlarını gerçekleştirecek bir kitleselliğe ve dinamizme kavuşmasının, emek ve demokrasi güçlerinin birleşmesinin yolunun açılmasından söz ediyoruz.
Bloğa katılmak isteyen çeşitli siyasi çevreler için de kriter, bu hedefleri benimseme ve onun için mücadele etmek istemesidir ve burada, bu amaçları benimseyip mücadele etmek isteyen hiç kimse için bir sınır olmamalıdır. Dolayısıyla blok, böyle bir platformu kabul eden çeşitli siyasi çevrelere, meslek örgütlerine, sendikalara, konfederasyonlara, çeşitli demokrasi yanlısı örgütlenmelere açık olmalıdır.
Başka bir söyleyişle; seçimler ve ülkedeki gelişmeler bloğu; halk güçlerinin bir halk iktidarına doğru yürüyüşünü hazırlama, onları örgütleyip harekete geçirme; sermaye cephesi karşısında halk güçlerinin cephesini oluşturma göreviyle karşı karşıya getirmiştir. Bugünün asli işi budur ve blok da kendisini böyle bir görevle yükümlendirip bunun gereğini yerine getiren bir pratik çalışmayı hayata geçirdiği ölçüde kendisinden bekleneni gerçekleştirebilecektir.

BLOĞUN GELİŞMESİ BİR SÜREÇTİR VE GENİŞLEME DE MÜCADELE İÇİNDE OLACAKTIR
“Blok nasıl gelişecektir; nasıl genişleyecektir?” sorunun yanıtı bir kez gereği gibi verildikten sonra, sorun çözülmüş gibi görünebilir. Daha doğrusu blok tartışması yapanların bir bölümü, sorunu, böyle masa başında, sorunun mantıksal çözümlenmesinden ibaret görüyorlar. Oysa aslında sorun bloğun “inşa edilmesi” sorunudur.
Burada “inşa” sözcüğü bilerek kullanılmıştır. Çünkü gerçekten de blok, her gün yeniden inşa edilen, her ciddi mücadele içinde yeni güçlerin katılmasıyla yeniden kurulan bir organizasyon olmadan ilerleyemez.
Çünkü blokta amaç, bloğa katılan örgütlerin taraftarlarının toplamından ibaret bir örgüt ortaya çıkarmak değildir. Tersine, bu örgütlerin ilişkilerini başlangıç, bir dayanak noktası alarak milyonlarca emekçinin örgütlenip seferber edilmesidir. Ve en başta da, sendikalar ve öteki emek örgütlerinin, hayatın her alanında sürdürülen mücadele içinde bloğa katılmasını sağlamaktır.
Bunu yapmanın ilk koşulu ise; emek ve demokrasi mücadelesi alanında gelişen her ciddi konunun blok tarafından, emekçilerin mücadelesinin ilerletilmesinde bir dayanak olarak değerlendirilmesidir. Ancak bu mücadeleler içinde bloğun saygınlığının artması, bir otorite olması mümkün olabilecektir.
Örneğin bugün olduğu gibi, “savaşa karşı bir kampanya” varsa, blok ve onu oluşturan parti ve siyasi çevreler, tüm gücüyle bu mücadele içinde yer alarak, bu mücadelenin bir ucundan tutan sendikalar ve yığın örgütleriyle ortak iş yaparak onların güvenini kazanmalı, savaşa karşı mücadelenin omurgasını bloğun oluşturduğu, bloğa katılınca daha güçlü olunacağı bu kampanyaya katılan tüm kişi ve kuruluşlarca görülmelidir ki bloğun genişleme imkânı olsun. Ya da halk, emekçi yığınlar bu mücadele içinde bloğun gayretlerini görmelidir ki, yarın seçimde de “savaşa karşı” olduğunu iddia eden parti ve çevreler haddini bilmeli, “savaşa karşı mücadele” denilince vatandaşın aklına “blok” gelmelidir. Ya da örneğin 1475 Sayılı Yasa’nın esnek çalışma yasasına dönüştürülmesi mücadelesinde blok ve bloğu oluşturan siyasi çevreler, kitle örgütleri aktif bir biçimde yer alıp işçi mücadelesini tüm emekçi sınıfların mücadelesine dönüştüren bir taktiği hayata geçirerek herkese, bloğun mücadele içindeki rolünü gösterebilirse; ancak o zaman geniş işçi yığınlarından, sendikalardan bloğa bir yöneliş olacak, blok hakkında gerici çevrelerin icat ettiği olumsuz nitelemeler etkisiz hale gelecek, yaratılan önyargıların yıkılması kolaylaşacaktır. Elbette bu demokrasi mücadelesi ve onun bir bileşeni olarak Kürt-Türk hak eşitliği, diller arasındaki eşitsizliklerin kaldırılması gibi konularda da blok, en önde yer alıp, demokrasi sorununun AB’ye uyumun bir şantaj vesilesi, demokrasiyi de AB’cilerin şekilsel demokratlığından çıkararak basit emekçinin hayatında önemini anlatabildiği ölçüde halkın bilinci de gelişecektir. Blok da, bu mücadele içinde halk tarafından demokrasi mücadelesinin de merkezi görülmeye başlayacaktır. Dolayısıyla da her ciddi mücadelede bloğa yeni güçler katılacak, bir başka mücadelede bazı çevreler belki bloğun ve mücadelenin dışına düşecek, ama her başarılı mücadelede blok maddi ve manevi bakımdan güçlenerek çıkacak; emek ve demokrasi mücadelesinin temel bir organizasyonu, giderek içinde siyasi çevrelerden öte sendikaların ve öteki yığın örgütlerinin de yer aldığı gerçek bir halk cephesi olma yolunda ilerleyecektir.
Bu yüzdendir ki; sonunu “sol blok” ya da, kimi siyasi çevrelerin katılımıyla sınırlayan blok anlayışları, mücadeleyi geri çekici ve blok ve onun uyandırdığı mücadele isteğine yanıt veremeyen bir çizgiye gerilemek anlamına gelmektedir.
Ve elbette ki; bloğun çalışması; sadece yukarıdan alman kararlarla, en üst ya da orta düzeyde görüşmelerle değil, bloğu oluşturan parti ve çevrelerin yığınların içindeki örgütlerin faaliyetleriyle gerçekleşeceğine göre, çalışmalar, birlikler, bloklaşmalar da her şeyden önce buralara yansımak durumundadır. Yukarıda sözü edilen çalışmaların başarısının da tek garantisi, doğrudan yığınlar içindeki bu çalışmanın birleşmesidir.
Bloklaşmanın çalışmaya yansımasının önündeki başlıca alanları şöyle sıralayabiliriz.
1) Gençlik içindeki çalışma: Gerek üniversiteler gerekse semtlerdeki işsiz gençler ve fabrikalar ve atölyelerdeki genç işçiler arasındaki çalışmada, güncel talepleri üstünden bir çalışma için güçler birleştirilmeli, bu alandaki örgütlenmenin ve mücadelenin “yakın hedefleri” belirlenerek bir çalışma başlatılmalıdır. Örneğin üniversitelerde tüm öğrencileri kapsayan bir gençlik örgütü için ÖTK’lar, kollar, kulüpler ve tüm öteki örgüt biçimleri üstünden ortak hareket edilerek bir güç merkezi oluşturulabilir. Yine büyük kent merkezlerindeki emekçi gençlik yığınları ve işsizler için daha özel talepler üstünden bir mücadele ile semtlerdeki imkânların değerlendirilmesi bloğun semtlerdeki çalışmaları bakımından en önemli iki dayanaktan birisini (öteki kadın çalışması) olacaktır.
2) Kadın çalışması: Bloklaşmanın hemen başlatılabileceği alanlardan birisi olarak ortaya çıkmaktadır. Pek çok yerde dernek ve öteki türden örgütlerin oluşturulması için sınırsız imkânlar vardır
3) Sendikal çalışma: Sendikaların içinde bulunduğu durum onların yeniden kurulmasını, üye sayısının artırılmasını, en az onun kadar da sendikal bürokrasinin sendikalardan tasfiyesini de zorlamaktadır. Bu çerçevede işyerlerinden başlayacak ciddi bir çalışma ile sendikalarda aşağından yukarı yenilenmenin yanı sıra Organize Sanayi Bölgeleri OSB’ler başta olmak üzere genç işçi yığınlarının örgütlenmesi de bloğun doğrudan gündemine girmek durumundadır. Bunun başlaması için de geniş olanaklar vardır.
4) Köylülük içinde: Bu alanda bir yandan sendikalaşma istekleri yayılırken öte yanda da geleneksel düzen partilerinden hızlı bir kopuş yaşanmaktadır. Son seçimler sırasındaki çalışmalar içinde de bu alanın blok güçleri için en açık alanlardan birisi olduğu görülmüştür.

Kuşkusuz ki, bu alanlar sadece birer örnektir. Hayatın her alanında çöken ve çözülen egemen sistemin dişlileri arasına sürüklenmiş emekçi kesimler, açlığın, yoksulluğun ve gelecek güvencesizliğinin tehdidi altındadırlar. Büyük sıkıntılar içinde ve kendileri için kurtuluş yolu aramaktadırlar. Bu yolun gösterilmesi, bu yoldan yürünürse kurtulabileceğinin anlatılması da bugünkü durumda blok diye ifade ettiğimiz güç odağına, blok içinde yer alan partiler düşmektedir. Elbette ki; milyonlarca emekçinin Kürt ve Türk milliyetinden halkın bu beklentisini boşa çıkarmaya kimsenin hakkı yoktur, olmamalıdır.
Yaşananlar; halkın iktidara yürümesi yolunu açma sorumluğunu, bu amaçla Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nun geliştirilip yaşatılması ve tüm halkı seferber eden bir merkez olarak inşa edilmesi sorumluluğunu ve onurunu Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nu oluşturan siyasi partilere yüklemiştir.
Özgürlük Dünyası, bu sorumluluğun bilinciyle hareket edecektir.

Gençlik ve siyasal örgütler

12 Eylül’den bu yana gençliğin siyasete katılımının düşük olduğu, çokça söylenen ve kabul edilen bir olgu. Zaten, artık iyice belirgin biçimde ortada olan bir gerçek, 12 Eylül’ün en büyük amaçlarından ve sonuçlarından birinin bu olduğudur. Oysa gençliği kazanmanın geleceği kazanmanın güvencesi olduğunu bilen her siyasi akım, gençliğin desteğini arkasına almaya her zaman çalıştığı gibi, bugün de sağcısı, “solcusu”, dincisi bütün düzen partileri ile gençliği emek ve demokrasiden yana bir mücadeleye kazanmak isteyen bütün akımlar, gençliğin siyasi bir konum kazanmasına çalışıyor.
Egemen sınıflar, önce baskı altına alarak, sonra da siyaseti “kirli” bir iş olarak göstererek, gençliğin aktif olarak politikanın içinde yer almaktan kaçınmasını sağladılar. Burjuva politikasının kirli bir iş olduğu doğrudur ve burjuva politikasının sürdürülebilmesi için küçük bir azınlığın siyasileşmesi, geri kalan çoğunluğun ise, onlara güvenmek ve destek vermekten ibaret bir “siyasi hayatı” olması yeterlidir. Gençliğin kendi bağımsız hareketini yaratarak geleceğine ve ülkenin kaderine müdahale etmeye girişmesi ve kaçınılmaz olarak da yeniyi ve geleceği temsil eden işçi sınıfının saflarında bir politik konum edinmesi ise, “siyaset” ve “gençlik” kavramlarının burjuvazi için “tehlikeli” bileşimini oluşturur.
Gençliğin siyasi katılımının düşük olmasından sorumlu olanların, bundan rahatsız oluyor gibi yapmaları, “genç” ve gençliğe şirin görünmeye çalışmaları paradoksunun altında yatan neden, kısaca budur.
Egemen sınıflar cephesinde durum böyle olmasına karşın, gençlerin elbette siyasetle ilişkileri vardır; çeşitli partilere, örgütlere üye olmaya ve en aktif olarak da sosyalizm akımının temsilcisi olarak bilinen örgütlerde çalışma yürütmeye varana dek, bir katılımın öznesidirler. Bu yazıda, günümüzde, ülkedeki siyasi parti ve örgütlerin gençliğe dönük politikaları ve gençlerin, özellikle de politikayla en içli dışlı kesimi olan üniversiteli gençlerin politikanın yürütülüşünde oynadıkları rol incelenmeye çalışılacak.
Düzen partileri ve gençlik içinde en etkili olarak görülenleri olan CHP ve AKP de, birkaç yıl öncesine kadar olduğundan farklı olarak, artık, gençliğin partilerine bağlı, görece bağımsız örgütlere sahip olmalarına katlanamaz hale geldiler. Bunun yerine, gençlerden edilgen bir “destek” almayı amaçlayan politikalar yürütüyorlar.
Bunun yanında, gençliğin, kendi ilerici demokratik çıkarlarını hayata geçirmek üzere kurduğu ve yer aldığı kimi örgütler, bu yazıda, özellikle gençlik ve halk hareketinin dışındaki etmenler tarafından belirlenen politik ortam içinde değerlendirilmeye çalışılacak. Anti-emperyalist, kitlesel bir gençlik hareketinin yaratılmasını ve bunun devrimci işçi sınıfı hareketine bağlanmasını kendine başlıca görev edinen Emek Gençliği’nin politik platformunun yanında, harekete zarar veren başlıca akımlar olarak Atatürkçü Düşünce Kulüpleri Federasyonu (ADKF), TKP ve otonomcu/küreselleşme karşıtı eğilimlere yer verilecek.

DÜZEN PARTİLERİNDE “GENÇLİK” MODASI
Geride bıraktığımız seçim döneminin bir özelliği de, düzen partilerinin gençlik söylemini en yoğun olarak kullandıkları dönem olmasıydı. Hem yitirdikleri güveni yeniden kazanmak için vitrinlerinde genç yüzleri bulundurma kaygısıyla, hem de ilk kez seçime katılacak birkaç milyon yeni oydan büyük bir pay kapmak amacıyla, “gençlik”, dillerinden düşmedi. Erbakan’ın, Kutan’ın başını çektiği Milli Görüş’ten ayrılan “gençlerin” partisi olarak ortaya çıktı AKP. Ülkeyi yönetmekten aciz yaşlı ve hasta bir adamın partisinden ayrılan Hüsamettin Özkan ve İsmail Cem ekibi de, yeni bir partiye yelken açtılar. Kemal Derviş, Amerika deneyiminin de katkısıyla, ülkenin gençlik ihtiyacını tespit etti. Çatık kaslarıyla bol vaatler dağıtan işadamı Cem Uzan, kendisinden ve servetinden ibaret partisine Genç Parti adını taktı, “gençlere yol verilmesini” istemeye başladı. Burjuva politika sahnesi bir gençlik iksiri içmişti de, gençliğin bu furyada yeri neydi?
Burada sayılan ve sayılmayan tüm sermaye partileri, bilindiği gibi aynı IMF programının savunucusudur. Gençliğin gelecek güvencesini tümden yok eden ve işsizliğe, eğitimsizliğe mahkûm edenler de bunlardan başkası değildir. Daha fazla yoksulluk ve ölüm pahasına, kardeş bir halka karşı ABD’nin açacağı savaşta rol almak ve gençleri savaşa sürmek, hepsinin hayallerini süslemektedir. Gençliğin karşısına geçip ona verecek bir şeyleri varmış gibi konuşmaları ise, yüzsüzlükten başka bir şeyle açıklanamaz.
Gençlik içinde herhalde en fazla etkisi olan partiler, kendilerini yenilemenin gereklerini en iyi yerine getiren ve ülkenin içine sürüklendiği batağın sorumluluğundan en uzak durmayı başaranlar AKP, CHP ve GP oldular.
CHP’nin, gençliğin özellikle kentli öğrenci kesimleri üstünde güçlü bir etkisi olduğu biliniyor. Bunun belli başlı birkaç nedeni olduğu söylenebilir. Her şeyden önce, ülkenin kurucusu olan ve bugün de kendi adıyla anılan, ilerici bilinen bir fikirler dizisi bulunan tarihi kişilik olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün etkisini saymak gerekir. CHP, yalnız Mustafa Kemal tarafından kurulmuş olmakla değil, Atatürk yaşasa uygulayacağı tahmin edilen politikaların savunucusu olduğu için, böyle bir saygınlığa sahiptir. Bir diğer önemli neden, gençliğin çoğunluğunun, batıcı bir modernleşmeden yana olmaları, Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinin gelişmiş ülkeler olarak Türkiye için de başarılı örnekler olduğunu düşünmeleri, hatta oralara gidip yaşamak idealine sahip olmalarıdır. Birkaç yıl önceye kadar ANAP’ın oynadığı role soyunan ve Kemal Derviş’i ithal eden CHP, Batı uygarlığına yakın görünmek, onunla ilişkilerini iyi tutmak gibi özelliklerin temsilcisi olarak görülüyor. Dünyanın kanını emen emperyalist ülkelerin şirin, örnek ve iyi niyetli ülkeler olarak algılanmalarının altında yatan, geçen iki yüzyıl boyunca sahne oldukları demokrasi mücadelesinin sonuçlan ve daha da ilginci politikayla, ekonomiyle doğrudan ilgisi olmayan “aydın” olma ölçütleri oluyor. Bu algılayışa zemin hazırlayan en önemli etken ise, eğitim sisteminin “ilerici”, “Atatürkçü” niteliğidir. Bunun da, bugünkü politik konumlanışta CHP yandaşlığında vücut bulmasından daha doğal bir şey olamaz.
Örneğin, Avrupa Birliği gündeme geldiğinde de, AB’ye girmekle ya da ABD’yle ekonomik ilişkileri geliştirmekle dolaylı da olsa bir ilgisi olmayan her Aziz Nesinlik olay, “Biz bu kafayla AB’ye zor gireriz” türünden karşı çıkışlara konu olur. Oysa Batı ülkeleriyle yakınlaşmanın, “Avrupalı” ya da “Batılı” olmamıza, toplumsal hayatımızın onlar gibi “aydın”, demokratik bir biçime bürünmesine en ufak bir yararı yıllardır olmadı ve olmadığı artık kolayca görülebilir hale geldi. Bugüne kadar geçen on yıllar da, ne Türkiye’de, ne de Batı’yla en sıkı ilişkileri geliştiren Asya, Afrika, Güney Amerika ülkelerinde, sömürülmenin halka aydınlık getirdiği görülmemiştir. CHP’nin (Derviş’in) ve diğer Batıcı partilerin iktidarları da, kısa vadeli dönemler olarak Batı uygarlığına yakınlaşma adımlarına sahne olmadı, tersine bütçeden eğitime ayrılan payın giderek düştüğü dönemler oldular.
AKP ve GP’nin ise, desteği daha çok kır kökenli, geleneklere bağlı kesimlerden aldığı biliniyor. Söylemleri açısından da, örgütlenme tarzları açısından da birbirine pek benzemeyen bu partiler arasında bir başka benzerlik olarak da, “yiğitlik”, “delikanlılık” temalarının öne çıkması ve ilgi çekmesi gösterilebilir. Ancak, bunların yiğitlikleri, “köprüyü geçene kadardır”. Erdoğan için, halkın karşısında mazlumu oynamak kolaydır, ama ABD’ye gidip orada görüşmeler yapmaya, iktidara gelirse Amerikancılıktan ödün vermeyeceğini kanıtlamaya çalışarak icazet almaya gelince, yiğitlik sökmez. Uzan için meydanlarda atıp tutmak kolaydır ama kendi servetinin hesabını vermekte zorlanır, davalarla uğraşırken, vaatlerini yerine getirmek için kaynağı nereden bulacağını söylemeye gelince, yiğitlik sökmez.
Bu partilerin son dönemde hazırladıkları somut belgeler olarak seçim bildirgelerine bir göz atıldığında da, gençliğe bir şey vermekten aciz oldukları açıkça görülüyor. Daha fazla yoksulluk ve işsizlik demek olan IMF programını ödün vermezcesine sahiplenmeleri bir yana, gençliğe parasız, bilimsel, demokratik bir eğitim ve güvenli bir gelecek sağlamaya ilişkin bir niyete rastlamak da mümkün değildir. AKP, açıkça, “Eğitimin her alanında özel teşebbüs desteklenecek ve özel teşebbüsün eğitimdeki payı artırılacaktır” derken, DYP iyice ileri gidip, “Mali değeri çok yüksek ama eğitim için uygun olmayan okullar satılacak veya özelleştirilecektir” diye ilan edebiliyor. CHP, eğitimin parasızlığını ilk ve ortaöğrenimle sınırlıyor ve elbette düzen partilerinin hiçbiri YÖK’ü kaldırmayı, ÖSS’yi, AOBP’yi kaldırmayı, anadilde eğitimin bir an önce hayata geçirilmesini vaat bile edemiyor.
Gençlerin en çok destek verdiği partiler olarak bunlar görülürken, bu partilerin gençler arasında, üniversitelerde örgütlerinin, çalışma yürüten üyelerinin, taraftarlarının bulunduğu söylenemez. Aslında, birkaç yıl öncesine kadar sermaye partilerinin gençlik kolları, bir dereceye kadar kendine özgü politika tarzları, örgütlenme yöntemleri, görece bağımsız işleyişleri ile gençlik karakteri olan örgütler olarak ortaya çıkıyorlardı. Artık, CHP’li gençler, AKP’li gençler vb. “genç” olmayı bir kenara bırakarak “partili” oluyorlar. Düzen partileri, egemen sınıfların içine sürüklendikleri yönetememe krizinin bir sonucu olarak, kendileri için uzun vadeli planlar yapma şanslarını yitirerek, gençleri geleceğin parti kadroları olarak yetiştirmek için dahi örgütler kurmaktan kaçınmak zorunda kalıyorlar. Gençliğe yalnız verecekleri açısından değil, vaat edecekleri açısından bile sıkıntı yaşayan ve giderek aynılaşan IMF partileri, bu anlamda, gençlikten çoktan vazgeçmişlerdir de.

GENÇLİĞİN ANTİ-EMPERYALİST/SOSYALİST MÜCADELE ÖRGÜTLERİ
Elbette gençliğin siyasetle ilişkisi, düzen partilerini desteklemekten, onlara üye olmaktan ibaret değildir. Ülkenin geleceği üstüne söz söylemek için, çeşitli bilinç düzeylerinde politikleşmiş gençlerin kurdukları, çalışmalarını yürüttükleri ilerici, devrimci, düzen karşıtı örgütler vardır. En başta, yeniyi yaratacak ve geleceği kuracak sınıf olan işçi sınıfı önderliğinde verilen mücadelenin en dinamik unsuru olarak gençliği birleştirmek perspektifiyle hareket eden Emek Gençliği’ni saymak gerekir. Ülkemiz gençlik hareketi tarihinin en ileri ve en örgütlü dönemini oluşturan, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB)’den başlayarak işçi sınıfı partisinin kurulmasına giden yolu kapsayan son otuz beş yıllık süreç, bir yanıyla Emek Gençliği’nin sahip olduğu en somut tarihsel birikimi ifade eder.
Geleceği ve ülkenin geleceği üstüne söz sahibi olmak için harekete geçen bir bağımsız gençlik hareketinin yaratılması ve onun partisi önderliğindeki işçi sınıfı hareketine bağlanmasının sağlanması, emeğin gençliğinin örgütünün çalışmasının konusunu oluşturuyor. Bu doğrultuda, bugün üniversitelerde ÖTK’larda ifadesini bulan gençliğin akademik kitle örgütlerinin yaratılması ve güçlendirilmesi etkinliğinin en ileri ve diri güçleri de, Emek Gençliği’nde toplanmıştır. Gençliğin gündelik hayatına ve sorunlarına bağlanan, gençliğe, oradan yükselen hareketi demokrasi ve sosyalizm mücadelesine çevirme yönünde bir bilinç kazandırma ve örgütlenme adımlarını ortaya koyan bu hat, bugüne kadarki pratiğiyle başarıya giden yol olduğunu göstermiştir. Bununla birlikte, henüz kitlesel bir gençlik hareketinin en ileri unsurlarını kapsamaktan uzaktır ve kimi zaman, bağımsızlıktan, sosyalizmden yana gençler için kendisinden daha fazla öne çıkan çekim merkezleri olduğunu söylemek mümkündür.

ÜNİVERSİTEDEKİ 28 ŞUBATÇILAR
Gençlik hareketi, yıllardır aşağı yukarı birbirine benzer sorunlar yaşarken, ilginç bir biçimde, gençlik içindeki etkin politik ortamın, birkaç yıl öncesine göre oldukça farklı olduğu söylenebilir. Gençlik hareketinin gerilediği bir dönemde ortaya çıkan kimi etmenlerin, politikleşmeyi güdülemede ve ortamı belirlemede sahip oldukları etki, bu farkı anlaşılır kılmaktadır. Bu etmenler arasında, 28 Şubat müdahalesinin üniversitelerdeki dengeleri alt üst eden etkisini ve küreselleşme süreciyle, küreselleşme karşıtı hareketlerin üniversitelerdeki politik ortama yansımalarını saymak gerekir.
Üniversitelerin son yıllarının en özgün ve göze çarpan, “devrimcilik” sözünü de en sık kullanan oluşumu, herhalde, ADKF’dir. Üniversitelerdeki Atatürkçü Düşünce Kulüpleri’nin toplamından oluşan bu federasyon, emperyalizm karşıtı, bağımsızlıkçı bir söylem kullanarak, azımsanmayacak bir dikkat ve ilgi odağı olmayı kısa sürede başarmıştır. En sık kullandıkları referans kaynakları olan Kuvayı Milliye hareketi ile ’68’lerin Deniz Gezmiş önderliğindeki anti-emperyalist gençlik hareketi, bu oluşumun, biraz da “bağımsızlık taraftarlarının doğal örgütü” gibi bir izlenim yaratmasına olanak vermiştir. Ancak, üniversitede temsil ettikleri noktanın bu politik duruş olduğu söylenemez.
ADKF, Türkiye devrimci hareketinin 40 yıllık şaibeli bir unsurunu oluşturan İşçi Partisi çevresinden, gençlik örgütü başkanının “MİT ajanı” olduğu suçlamasıyla atılmasının ardından ayrılan gençler tarafından, birkaç yıl önce kurulan bir örgüt. Bu gençler, iki yıl önce, ellerinde bulunan ve 28 Şubat’tan sonra üniversitenin yeniden yapılandırılmasında etkin bir rol oynamaya soyunan Atatürkçü Düşünce Kulüpleri’ni, akademik olmak yerine politik bir örgüt olarak hareket edecek Atatürkçü Düşünce Kulüpleri Federasyonu (ADKF) çatısı altında bir araya getirdi. Vural Savaş, Yekta Güngör Özden, Erol Manisalı gibi Kemalistleri de yanlarına alarak “İleri” adında bir dergi çıkaran bu çevre, üniversite yönetimleriyle işbirliği halinde kampuslarda etkisini artırmaya başladı. ADKF’liler, “Atatürkçülük”, milliyetçilik, 28 Şubatçılık gibi vasıflarının yanında, Deniz Gezmiş’li afişler asmaktan, “devrimciliği” dillerinden düşürmemekten geri durmadılar. Sözgelimi, geçen yıl İstanbul Üniversitesi’nde düzenledikleri Che Guevera anmasında, “Tuna nehri akmam diyor” marşını söyleyebildiler!
Denizler’in mirasını sahiplenen bu çevre, halkların kardeşliğini, enternasyonalizmi inkâr edip milliyetçi olduklarını açıkça ilan ediyor, Marksist teoriyi “gözden geçirirken” içine ırkçı fikirler serpiştirmeye çalışıyor, emek-sermaye çelişkisinin yerini, sömürgecilerle ezilen halklar arasındaki çelişkinin aldığını iddia ediyorlar. Üniversitelerin demokratikleşmesi mücadelesinin açıkça karşısında yer alıyor, öğrencileri tektipleştirmeye yönelik kışla baskısını savunup, bunu meşru göstermek için çaba harcıyorlar. Dolayısıyla, bir ayağını idare işbirlikçiliğinin ve şovenizmin, diğer ayağını devrimcilik demagojisinin oluşturduğu bir ideolojik formasyon ile ADKF’yi tanımlamak, anlamlı olur. Federasyon, bu halk düşmanı fikirlerini teorize ettikçe, düzen yanlısı niteliklerini giderek daha açıkça ortaya koyuyor ve şovenizme savruluyor. Samimi bağımsızlıkçı gençleri yanılgıya düşürmeyi ise, git gide daha da tehlike kazanan bir biçimde sürdürüyorlar.

‘KOMÜNİST BİR ÖĞRENCİ’ NE YAPAR?
Söylemi ve politikası hiç benzememekle birlikte, kullandığı yöntemler ve kendini gençlik hareketi dışında var etmek gibi özellikler bakımından ADKF ile benzeşmek talihsizliğine düşen bir örgüt de TKP’dir. Elbette, burada tartışma konusu edilen, TKP’nin devrim ve sosyalizm konusundaki samimiyeti ya da devletten ve düzenden bağımsızlığı değil, ancak, gençlik hareketini ve gençlik içindeki, üniversitedeki sosyalizm imgesini, prestijini tahrip edici etkisidir.
Esas olarak kendine üniversiteleri üs olarak seçen ve hemen hemen bütün kadro çalışmasını kampuslarla sınırlayan bir hareket olan TKP (eski adıyla SİP), önceleri, öğrenci gençlik hareketiyle ilişki halinde olan bir oluşumdu. Son birkaç yılda ise, kendi gündemini kendi yaratmak, hatta çevresinde olup bitenle ilgilenmeksizin “burnunun dikine” bir “sosyalizm propagandası”na gömülmek, TKP’nin politikasında belirleyici oldu. 28 Şubatın üniversitelerdeki en somut karşı karşıya gelişi yaratan uygulaması olan kılık kıyafet yönetmeliği değişiklikleri ve bunlara paralel olarak süren eylemler döneminde SİP, bir varlık gösteremedi; hatta kılık kıyafet genelgesini utangaçça destekledi. Üniversiteler, laiklik-şeriatçılık gibi yapay bir eksende bir bölünmeye ve askerin yanında saf tutmaya zorlanıp, özerklik ve demokrasi tümüyle ayaklar altına alınırken, bunu bir tektipleştirme çabası olarak niteleyen öğrenciler (elbette, sanıldığı gibi yalnız türbanlılar değil), eyleme geçmişti. TKP ise, özellikle eylemlerin yarattığı hava soğuduktan sonra, “yobazlığa” karşı mücadele ettiğini ilan edip, kılık kıyafet yönetmeliğinin ve üniversiteye yapılan müdahalenin protesto edildiği eylemleri gericilikle suçlayan bir kampanya başlattı.
Bir diğer kampanya, ünlü, “Nâzım Hikmet’in vatandaşlığı” kampanyasıdır. Aylar boyunca, tüm yurtta Nâzım Hikmet’e vatandaşlığın iade edilmesi için yüz binlerce imza toplandı. ODTÜ’deki McDonald’s şubesinin kapatılması da yine aylarca, yalnız ODTÜ’de değil, ülkenin diğer üniversitelerindeki yüzlerce gencin biricik gündemi ve propaganda konusu oldu. Tabii, yine tüm yurttaki üniversite öğrencileri, Komünist Parti’nin açılması, kapatılması, “muhtıra” vermesi, sonra da TKP adının alınması sırasında, bütün işleri bu gündemleri okula taşımak olan TKP’liler tarafından tutum almaya zorlandı.
Bütün bunların olduğu dönem ise, üniversitelerde bütün gündelik hayat ve diğer ayrıntılar bir yana, örneğin, Öğrenci Temsilcilikleri Konseyleri’nin kuruluyor, fen edebiyat fakülteleri öğrencilerinin formasyon hakları ellerinden alınıyor, üniversiteye giriş sisteminin daha da adaletsiz hale getiriliyor, üniversiteleri tümüyle piyasanın kucağına itmeye çalışan YÖK yasa tasarısının meclis gündemine getiriliyor ve öğrencilerin tüm bu gelişmelere karşı kendi yararlarına bir müdahale için tüm ülke çapında harekete geçiyor oldukları dönemdir. Peki, üniversitede, bütün bunlara sessiz kalmakla mı komünist olunur?
Belki de, tüm kampus boyunca kendi hayatıyla bağlantısını kuramadığı TKP afişlerinden başı dönen birçok öğrenci, böyle olduğunu sanıyor. TKP’lilerin bütün bu faaliyetlerinin, üniversite öğrencilerinin büyük çoğunluğuna, tam da bu bağlantıyı kuramamaları nedeniyle yalnızca rahatsızlık verdiği ortadadır. Komünizm hakkında zaten yeterince yanlış fikir sahibi olan her ortalama genç, komünizmin üniversite öğrenciliğiyle de hiçbir bağlantısı olmadığına inanacaktır ve inanmaktadır, bu durumda böyle olmaması da beklenemez. TKP’nin “komünistliği” de, bırakın, bir komünist partiden bekleneceği gibi, gençlik hareketini yükseltmek ve onu işçi hareketiyle bağını kurmayı, bu harekete ve bağa zarar vermeye yarıyor.

KÜRESELLEŞME KARŞITLIĞI VE OTONOMCULUK
Emperyalist ülkelerin ve uluslararası finans kuruluşlarının toplantıları önünde yapılan protesto hareketleriyle tüm dünyanın gündemine giren “küreselleşme karşıtı” hareket, üniversitelerde de kendine bir etkinlik alanı buldu. Aslında, uzunca bir süredir gençlik hareketi üzerinde olumsuz etkilerde bulunan “otonomculuk” denen eğilime varlığını sürdürmek için yeni bir alan açtı. Otonomculuk, ’95-’96 harç eylemlerinin ortaya çıkardığı Koordinasyon deneyimiyle, en güçlü politik örneğini vermişti. O günden bu yana da, temel olarak, adın da ifade ettiği gibi, merkezi olmayan bir yapıya dayanan bir örgütlenme öneren cephe vb. çevreler, anarşistler, Troçkistler, ÖDP’nin Gençlik İnisiyatifleri, birçok kulübü kendine üs seçen çeşitli yapılar ve bütün bunları hem fikir hem yöntem olarak kapsayan ve bunlar dışında da kimi dergilerin çevrelerinde varlık gösteren küreselleşme karşıtları, benzer tarzların sürdürücüsü oldular.
Bu eğilimin yapmaya çalıştığı, merkezsiz bir yapı içinde, üyelerinin belli görevler ve sorumluluklar üstlenmedikleri bir çevre örgütlenmesi yaratmaktır. Bunun, kapsayıcılığı ve etkisiyle benimsenen, özlenen bir örnek olarak Koordinasyon’un kısa sürede ortadan kalkışına da neden olduğu söylenebilecek zararlı sonuçları, açıkça ortadadır. Koordinasyon ve GÖC için bir dönem, “Sizde eylem kararlarını kim alıyor?” sorusu, “Kara Murat hanginiz?” sorusuna benzetilerek espri konusu yapılıyor, çünkü hemen her üye, ya bu kararları kendisinin aldığını sanıyor, ya da kimin nasıl karar verdiğini bilmiyordu! Yönetsel organları olmayan bu yapıların, inisiyatifi elinde bulunduran birkaç kişiye tabi hareketi, elbette ancak eylemlerin en sıcak olduğu kısa süre için geçerli olabildi. Anti-demokratik bulunan “hiyerarşi”ye karşı ortaya atılan tarzın, gerçekte demokratik olmakla bir ilgisinin olmadığı anlaşıldı. Daralmaya başladıkça da, giderek hiç de kapsayıcı olmayan birer “tarikat”a benzediler, bu benzetme, kulüplere gömülerek siyaset yapan çevreler için de geçerlidir.
Küreselleşme karşıtı hareketler ve eylemlerin de en çok bu kesimleri heyecanlandırması, rastlantı değildir. Çünkü bu eğilim, otonomcu bir tarzı öne çıkarır ve kendisini önerdikleri değil, karşı çıktıkları üzerinden tanımlamayı tercih eder. “Müzmin muhalif” bir ruh hali, bugün kuşkusuz kendisini en iyi küreselleşme karşıtı gösterilerde var ederken, üniversitenin rahat, liberal ortamına da bu şekilde uyum sağlıyor. Sorumluluk ilişkisinin bir kenara bırakılması, bu uyum sağlamanın ve örgütlenmekten korkutulan birçok gence ilk bakışta çekici gelme isteğinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor, başarısızlığa mahkûm bir girişimin ana ilkesi haline geliyor. Lümpen eğilimleri kışkırtmakla bir yere varılamıyor ve neden başarısız olunduğu üzerine bitmez, tükenmez tartışmalar başlıyor. Küreselleşme karşıtlığının üniversitede beklendiği kadar ya da yurtdışında olduğu gibi bir karşılık bulmamasının bir nedeni de, bu belirsiz yolun bir yere çıkmayacağının, son beş altı yılın en çok tartışılan deneyimlerinden biriyle görülmüş olmasıdır.

SONUÇ
Bu tablo, üniversiteli gençlik hareketinin durgun bir dönem yaşadığı günümüze ait. Gençliğe gelecek için bir umut sunmaktan hayli uzak olan bütün bu partiler, örgütler, hareketin yaşadığı sorunların kısmen hem nedeni, hem de sonucudurlar. Gerçekte önerdiği örgütlenme tarzı ve politik platformuyla gençliğin özlem ve umutlarını gerçekleşmesini sağlayacak tek örgüt olan Emek Gençliği, henüz, gençlik içindeki bu politik ortamı alt üst eden bir müdahalede bulunduğu da ne yazık ki henüz söylenemez.
Üniversitelerdeki varlığını, gençliğin üniversiteyi halk için bilim üreten kurumlar olmasını eksen alarak, ülkenin geleceğine emek ve demokrasi açısından bir etkide bulunması mücadelesine dayandıran örgüt, bu sayede üniversitede ideolojik mevziler yaratmaktadır. Gündelik hayat ve bunun içinden çıkan başlıca sorunların çözümü için mücadele; en geniş gençlik yığınlarının harekete geçmesi, mücadele etmeyi öğrenmesi ve bağımsız bir gençlik hareketinin bileşeni olma özelliğini kazanabilmeleri için, Emek Gençliği’nin günlük çalışmasının asli unsurunu oluşturuyor. Akademinin bu en yüzeydeki sorunlarından en yüksek ideolojik tartışmalar ve bunlar doğrultusunda üniversite hayatına müdahale etmenin araçları olan ÖTK’lar ve kulüpler, devrimci politik örgütün kazanmaya ve kurumsallaşmaya ihtiyacı olan birliklerdir.

“Konsept” değişiklikleri, anti-emperyalizm ve devrimcilik

Bir yılı aşkın bir zamandan beri “şeriat” ve “irtica” ile yatılıp kalkılıyor.
Başlangıçta, “askerin takıntısı” gibi piyasaya sürülen “irtica” ve “şeriat” kavramları, giderek, MGK’nın asker kanadının öncülüğünde, ekonomik ve siyasal sistemin yenilenmesinin manivelası olarak kullanılmaya başlandı.
Şablonculukla malul ve artık modası geçmiş bir çevre olduğuna inanan, bu yüzden de büyük bir hayal kırıklığı içindeki sözde Atatürkçü çevreler, askerin “çıkışı”yla birlikte yeni bir umutla ortaya afaldılar. Yeni Dünya Düzencileri karşısında teslim olan aydın çevreler, solda, sosyalizmde aradığını bulamayanlar; askerin şemsiyesi altında kendilerine dokunulmazlık edinmeye yönelip devrimcilik oynamaya soyundular. Süngünün temizlediği alanda politika yapmanın kolaylığı ile askerlere, askerlerin bile aklından geçmeyen ileri iddialar ve görevler yüklemeye koyuldular. Dahası, askeri müdahaleye teorik ve siyasal gerekçeler uydurarak asker müdahalesine, mantıksal ve siyasal bir meşruiyet kazandırma görevini üstlendiler. Öyle ki; askerin “şeriata karşı giriştiği cihadı” milat kabul ettiler ve gelişmeleri, “karanlık kuvvetlere karşı cumhuriyet ordusunun başkaldırısı”; “Cumhuriyet Devrimi Programı’nın yeniden ilan edilmesi” olarak değerlendirdiler. Hızını alamayanlar, askerlerin şeriata bayrak açmakla, ABD emperyalizminin Ortadoğu planlarını bozduğunu; artık TSK’nın sistemin, düzenin değil “devrimin ordusu” olduğunu ilan ettiler.
Örneğin, askerlerle ve askeri müdahalelerle tarihi yakınlığa sahip İlhan Selçuk, “ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra durum değişti. ‘Soğuk savaş’ başladı. Türkiye’de Amerikancı görüş ağır basınca, kırk yıl boyunca süregelen karşı devrimin ağırlığı demokrasiye de fırsat tanımadı. 12 Eylül 1980’den sonra öyle bir noktaya gelindi ki Sovyetler yıkılmasaydı Türkiye’de ‘Aydınlanma Devrimi’ belli ki karşı-devrimin karanlığında boğulacaktı… Devletin ‘Nato Gladio’sundan ve ‘Türk-İslam sentezinden kurtulması, demokrasi için birinci koşuldur; … 28 Şubat MGK toplantısı bu yolda tarihsel bir dönemeci vurguluyor.” (Cumhuriyet, 25 Mart’98)
“… Devlet derini de olsa sığı da olsa, artık değişiyor. Neden? Çünkü soğuk savaş bitti. Vaktiyle ‘komünizm canavarı’ ile uğraşan ‘derin devlet’ bu kez ‘irtica canavarı’nın en büyük tehlike olduğunu ayrımsadı. O irtica canavarı ki komünizm canavarına karşı vaktiyle devlet eliyle beslenip büyütülmüştü; şimdi mürteci, herkese Dr. Frankeştayn’ın laboratuarından kaçıp ortalığa çıkmış gibi geliyor.” (Cumhuriyet, 3 Nisan ’98)
Kendisi daha çok bir bilim ve kültür adamı, bir aydın olarak tanınan Emre Kongar, gelişmeleri dünyadaki “değişimle” açıklayarak; İlhan Selçuk’la aynı sözcükleri kullanarak şunları yazabildi: “Sovyetler çöktü. Soğuk savaş bitti. Devir değişti. Yani bugünkü kavga, askerlerle siviller arasında değil, 1970’li ve 1980’li yıllardaki asker-sivil ittifakı ile oluşturulan ‘dinci-çeteci’ devlet modeline karşı ‘demokratik hukuk devleti modelini’ savunan örgütlerin mücadelesidir.” (Cumhuriyet, 30 Mart ’98)
Yine Cumhuriyet’in ezeli köşe yazarlarından ve askerin nabzını ve tarafını tutmakta tutarlı Ahmet Taner Kışlalı ise; 1960’lardaki “cuntacılığın teorisi”ne dönerek gelişmeleri şöyle açıklıyor: “Asker 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün askeri olmaktan çıkmış…  yeniden 27 May ıs’ın askeri olmuş… Cumhuriyetin temel değerlerini benimsemiş olan sivil ve asker aydınlar yeniden aynı cephede buluşmuşlar… (Bunun) Neresi kötü?” (Cumhuriyet, 29 Mart ’98)
12 Mart ve 12 Eylül’ün mağduru Server Tanilli de, Cumhuriyetteki köşesinde askerlerin girişimlerine destek veriyor: “Çok istenirdi ki önce partiler uyansın ve bu gidişe ‘dur’ desinler. Ama böylesi bir uyanış olmadı. Asıl girişim, bir süredir ordudan geliyor; açık seçik görülen bu. Duruma bakıp kaygılananlar var. Ancak, ne Cumhuriyetimiz ‘Muz Cumhuriyeti’ ne de ordumuz böyle bir cumhuriyetin ordusudur. ‘Cumhuriyetin değerleri’ siviller kadar ordunundur da. ’50’lerden beri sürüp gelen karşı devrimin işgal ettiği mevzileri yeniden ele geçirme hareketi başlamıştır.” (Cumhuriyet, 27 Mart ’98)
Biraz kımıltı olan her yere külahını atıp yardakçılık yapmayı politik kariyer edinmiş Doğu Perinçek, askerin “şeriata karşı mücadele” çıkışında ezeli ittifakını bulmuş olmanın sarhoşluğu ile mesnetsiz atıyor. Askerin her açıklamasında, anti-Amerikan, devrimci, cumhuriyetçi yönler keşfedip, askerlerin devrimciliğine dair sayfalar dolusu methiyeler dizerek, “iktidara” yürüyor: “Artık Cumhuriyet Devrimi kuvvetleri ayağa kalkmıştır. Yeni bir döneme girdik. Bunu anlamak ve bilince çıkarmak her şeyden önemlidir.”(25 Mayıs ’97 Basın toplantısı) “Türkiye’de artık Devrimci Cumhuriyet Programını uygulayacak bir iktidarın ordusu vardır. Ordusu olmayan ‘iktidarlar’, bugün de görüldüğü üzere zaten iktidar değildir… Şeriatçıların ordusu yoktur; iktidar olamazlar… Artık bizim ordumuz vardır…” (10 Mayıs ’97, Basın açıklaması)
“1937 yılında Anayasa’nın 2. maddesine devletin nitelikleri olarak yazılan Altı Ok, bugün de Türkiye Devrimi’nin programıdır… İçine girdiğimiz Devrimci Cumhuriyet sürecinde hiçbir güç Altı Ok’un karşısında duramaz. (Doğu Perinçek, Sol Güçbirliği, Sol iktidar, Mart ’98)
Türk-İş, DİSK, TİSK, TESK, TOBB’dan oluşan “beşli” sözde sivil inisiyatif, Atatürkçü Düşünce Dernekleri (ADD), CHP gibi partiler ve örgütler de aynı platformda hareket ediyorlar. Bunlara göre de “Askerin şeriata karşı mücadele platformu” gerçekten şeriatçıları devletten temizlemeye ve püskürtmeye yöneliktir. “Devrimci cumhuriyet yasalarının yürürlüğe sokulmasından başka bir strateji ve amaca sahip değillerdir.     İçeride ve dışarıda olup bitenlerin bu askeri müdahaleyle bir ilişkisi yoktur. Tersine, ordu; durup dururken birden, “cumhuriyet”in, bir irtica tehdidiyle karşı karşıya geldiğini görmüş; bu yüzden de “Şeriata karşı mücadele bayrağı açmış”tır. Özellikle de, ordu bu girişimiyle, Türkiye’yi NATO’nun, ABD’nin sürüklediği “ılımlı İslam” ve “şeriat” batağından kurtarmak istemektedir. Bu yüzden bütün devrimci, ilerici güçler ordunun girişimine destek verip, demokratik, sosyal hukuk devletinin korunmasına yardımcı olmalıdır. Aksi halde modern cumhuriyet, ortaçağ karanlığına sürüklenecektir. Ordunun müdahalesine karşı çıkanlar ise; dönekler, Amerikan mandacıları, irticanın müttefikleridir vs. vs.

AMERİKAN İCAZETLİ ŞERİAT KARŞITLIĞI
İlhan Selçuk’tan D. Perinçek’e, Ahmet Taner Kışlalı’dan Emre Kongar’a kadar kendilerini Kemalist, hatta yerine göre sosyalist ilan eden kimi güçler, “beşli sivil inisiyatif”çiler, büyük patronların sözcüleri; özü ve kapsamı, Türkiye’nin uluslararası sermayeye, emperyalizmin Yeni Dünya Düzeni’ne tamamen bağlanması olan sermayenin yeniden yapılanma operasyonunu, “Devrimci cumhuriyet atılımı” olarak değerlendirip; bütün, ileri, devrimden, demokrasiden, Türkiye’nin bağımsızlığından yana olan güçleri bu askeri müdahalenin arkasında toplanmaya çağırmaktadırlar.
Bütün bu, askerin gündelik politikaya giderek derinleşen müdahalesine destek veren çevreler; kendi tutumlarının haklılığını kanıtlamak için, ABD ve NATO’nun İkinci Dünya Savaşı sonrasında, İslam ülkelerinde “ılımlı İslam”ı destekleyerek, bu ülkelerde İslamı komünizme karşı kullandığını, bu yüzden de bu ülkelerde şeriatın güç kazandığını öne sürüyorlar.
Kuşkusuz, iddianın bu bölümü doğru. ABD ve NATO, 1950’lerden itibaren “Komünizmin yayılmasını önlemek için” İslam ülkelerindeki en gerici güçlerle birleşmiş, şeriatçılık da dâhil her tür dini eğilimi destekleyerek, anti-komünist bir platformda birleştirmiş, Türkiye’den Pakistan’a kadar uzanan hatta komünizmin güneye doğru yayılmasını önleyecek, bir “Yeşil Kuşak” inşa etmeyi amaçlamıştır. Bunda da bir hayli başarılı olmuştur.
Bugün ilericilik adına askeri müdahale şakşakçılığına soyunan hemen herkes, buraya kadar hemfikirdir. Ancak Sovyetler Birliği (SB)’nin yıkılmasından sonraki gelişmeleri açıklarken, Doğu Perinçek ile İlhan Selçuk, A. Taner Kışlalı, Emre Kongar gibi Cumhuriyet gazetesi etrafında toplanan geleneksel “Kemalistler” arasında farklı bir değerlendirme ortaya çıkmaktadır.
Selçuk, Kışlalı, Kongar gibi düşünenlere göre; SB’nin yıkılmasından sonra ABD ve NATO, artık İslam’a ihtiyacı kalmadığı için şeriatçılara desteği kesmiştir. Bu yüzden de Türk ordusu, Amerikan baskısından kurtulduğu için yeniden Kemalist ilkelerine dönme ve şeriatı, 1930’larda olduğu gibi baş düşman ilan etme imkânı yakalamıştır. Eğer SB yıkılmasaydı, Türkiye’nin Cumhuriyet Devrimi, “Şeriatın karanlığında boğulup gitmiş” olacaktı. Allahtan SB yıkılmıştır! Nasıl ki; SB’nin kurulması cumhuriyetin kurulmasına yardımcı olmuşsa, yıkılması da cumhuriyetin ortaçağ karanlığında boğulmasını engellemiştir. Ordu artık 12 Mart ve 12 Eylül’ün ordusu değildir; 27 Mayıs’ın, Kurtuluş Savaşı’nın ordusudur.
Bu yazarlardan yukarıda aktarılan görüşlerden açıkça anlaşıldığı gibi; kendilerine Kemalist diyenler, askerin yeniden kendisine dönmesini, şeriata karşı savaş açmasını, Amerika’nın icazetine bağlamaktadırlar. Yani, “eğer komünizm yıkılmasaydı”; ABD İslam’ı desteklemekten vazgeçmeseydi, ne ordu irticaya karşı savaş açabilir ne de Cumhuriyet Devrimi ilkelerini savunmak mümkün olabilirdi. Tersine, “Cumhuriyet ortaçağ karanlığında yok olup gider”di. İşte bugün, Cumhuriyet gazetesi, ADD ve çeşitli partiler içindeki bu geç kalmış sözde Kemalistlerin yeni cumhuriyet devrimi, “bağımsızlıkçılık” stratejisi, ne yazık ki, bu Amerikan icazetli strateji üstüne oturtulmuştur. Yani, bu keskin şeriat karşıtları ve anti-emperyalistler; bugün şeriata karşı bayrak açmış olmalarını; ABD’nin şeriatçılara destek vermeye artık ihtiyacı kalmadığı için mümkün olduğunu itiraf etmektedirler.
Bu Amerika’dan icazetli şeriat karşıtlarıyla arasından su sızmayan Doğu Perinçek gibilerine göre ise; dün olduğu gibi bugün de İslamcı partiler, tarikatlar, cemaatler ABD tarafından, asli müttefik olarak görülüp desteklenmektedir. Özellikle de Türkiye’de durum böyledir. Bu yüzden de askerlerin müdahalesi, şeriata karşı çıkmaları aynı zamanda Amerikancılığa da karşı; Cumhuriyet Devrimlerine sahip çıkma, Türkiye’nin bağımsızlaştırılması yönünde atılmış son derece önemli adımlardır. Bu temel nedenden dolayı, bugün askerlerin müdahalesine karşı çıkmak Amerikancılıktır, mandacılıktır, vs. vs.
Kuşkusuz, Perinçek asıl gerçeği biliyor ama burada bir gözbağcılık yaparak kendi postal yalayıcılığını gizlemeye çalışıyor. Şöyle ki; İkinci Dünya Savaşı sonrasında İslam ülkelerindeki irticai akımları ABD ve NATO’nun desteklediği; bu akımların her yolla palazlandırılmaya çalışıldığı doğrudur. Ama özellikle SB’nin yıkılmasından sonra, yani ABD’nin bir “Yeşil Kuşak” ihtiyacının kalmamasından sonra, ABD’nin ve diğer emperyalist ülkelerin kendi dönemsel taktiklerinin asli unsuru olarak, bütün İslam ülkelerinde bu akımları destekledikleri tezi ise, doğru değildir.
Elbette ABD ve diğer emperyalist ülkeler, SB’nin yıkılmasından sonra da, çeşitli ülkelerde, işçi sınıfı ve halkı boyunduruk altında tutmak, demokrasi ve sosyalizm yolunda gelişmeleri önlemek üzere, çeşitli dini-politik fraksiyonlarla, partilerle yakınlaşma, bunlardan bazılarını destekleme gibi eylemlerde bulunmuşlardır, bulunmaktadırlar. Örneğin, Afganistan’da ABD, çeşitli dini partilerden en fanatiği olan Taliban’la ilişki kurmuş; Taliban’ın başarı kazanması için çaba da sarf etmiştir. Ya da Türkiye’de Refah’a karşı Fethullah Gülen’i tercih eden bir tutum takınmış; Gülen’e desteğini açıkça ifade etmiştir. Dahası ABD, RP’nin iktidarda olması konusunda kaygıları olsa da, RP’nin kapatılmasını da istememiş, en azından bir zaman sonra “lazım olacağını” düşündüğünden, askerlerin gönlünü hoş tutarken, RP’yi de silip atmamıştır. Ama bu, “Yeşil Kuşak” dönemindeki gibi, İslam ülkelerindeki “İslamcı parti” ya da cemaatleri asıl müttefik görmekten gelen bir ilişki değildir.
Batılı emperyalistler; özellikle de ABD, SB’nin yıkılmasından sonra, Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi şeriatla yönetilen ülkelerdeki eski yakın ilişkilerini sürdürmüştür. Ama Irak, İran, Suriye, Libya gibi “terörist ülkeler” kategorisine soktuğu ülkelere karşı tutumunu daha da sertleştirmiştir.
Bütün bunlardan önemlisi de; ABD’nin ve NATO’nun “savunma konseptleri”, SB’nin yıkılmasından sonra değiştirilmiştir. Bu değişiklikte, cılız da olsa anti-emperyalist, özellikle anti-Amerikan eğilimler taşıyan İslamcı parti ve çevrelere biçilen rol olumlu değil, olumsuzdur.
Söylenenlerin daha iyi anlaşılması için sözü biraz uzatmak pahasına şunlara vurgu yapmak gerekir:
Bilindiği gibi NATO, komünizmin yayılmasını önlemek için kurulmuş anti-komünist bir pakttı. Bu yüzden de komünizme karşı olabilecek bütün imkânları seferber etme amacı güdüyordu. Sonradan SB’nin komünizmle ilgisinin kalmadığı dönemde, yine antikomünist niteliğini korudu; bütün anti-komünist güçleri etrafında toplayarak, komünizme karşı olmasının yanında Sovyet yayılmasını önleme hedefini belirginleştirdi. İslam içindeki gerici, şeriatçı akımlar da antikomünist bir platformda bulunduğu için NATO’nun potansiyel müttefikiydi ve NATO, gerek komünizme gerekse de Sovyet yayılmacılığına karşı, imkân bulduğu her durumda bu akımları destekleyip kendi hizmetine almayı amaçlıyordu. Bu yüzden de “Yeşil Kuşak”, bir ABD-NATO projesi olarak planlanıp uygulamaya sokuldu.
NATO’nun, SB’nin yıkılmasından sonraki yeni konsepti ise, “Terörizme karşı mücadele” olarak tarif edildi. Ve elbette bunların yanı sıra yeni konsept, NATO’nun görev bölgesindeki (NATO’nun görev bölgesi sadece Avrupa değil, artık dünyanın her köşesi olarak esnetildi.) iç ayaklanmaları, iç savaşları vb. kapsayan bir konsept olarak tarif edildi. Somali, Arnavutluk ve Bosna’ya yapılan müdahale bu doğrultudaki müdahalelerdi. Körfez Savaşı yine NATO merkezli bir savaş olarak planlanıp sahneye kondu.
Amerika’nın kendi savunma konsepti de değiştirildi.
SB’nin yıkılması öncesinde ABD’nin savunma konsepti; komünizmin ABD’de yayılmasını önlemeye yönelikti. SB’nin yıkılmasından sonra, bu “konsept” değiştirildi. Ve ABD Savunma Konsepti, iki maddede özetlenebilecek bir yaklaşıma indirgendi. 1) ABD’ye dışardan sızacak terörist grupların faaliyetlerinin önlenmesi, 2) Şehirlerde çıkabilecek ayaklanmaların önlenmesi ve bastırılması.
ABD ve NATO konseptlerinde vurgu yapılan “terörizm”i, basit gündelik dilde kullanılan bir terörizm olarak anlamak yanıltıcı olur. Tersine; buradaki terörizm kavramı; ABD’nin başını çektiği Yeni Dünya Düzeni’nin, “tekellerin globalleşen dünyası”nın önündeki engeller olarak anlamak gerekir. Son 10 yılın uygulamalarından da açıkça görüldüğü gibi, ABD ya da diğer emperyalistler için, bir ülkede yönetimde bulunanların liberal, “sosyalist”, sosyal demokrat, radikal ya da ılımlı dinci olması hiç önemli değildir. Önemli olan, ülkeyi yönetenlerin, serbest piyasa ekonomisini benimsemesi; gümrükleri kaldırıp ülkeyi uluslararası tekellerin yağmasına açmasıdır. Irak’la ABD’nin arasının açılmasının nedeni, propaganda edildiği gibi Saddam’ın zalimliği, komşu ülkeler için tehlikeli bir saldırgan olması değil, Irak’ın petrollerini kendi denetimine almaya kalkmasıdır. ABD’nin, İran yönetimiyle asıl sorunu Mollaların dünya görüşleri değildir. Bugün Mollalar İran’ı uluslararası tekellere açmayı garanti etsin, ABD ertesi gün İran’a yönelik tüm yaptırımları kaldırır. Nitekim çıkarları öyle gerektirdiği için, İran’ı aşırı dincilikle suçlayan ABD, Afganistan’da İran’a göre çok daha fanatik Taliban’la temas kuran tek ülke olmayı göze alabilmiştir.
NATO ülkelerinde komünist işgale karşı kurulan “kontrgerilla örgütlenmesi”nin, emperyalizmi hedefleyen ulusal, demokratik ve sosyalist hareketlere karşı “Kriz Yönetim Merkezleriyle takviye edilmesi, hem emperyalizmin “konsept” değişikliğinin hem de bu konseptin içeriğinin anlaşılması bakımından önemlidir.
Burada hemen söyleyebiliriz ki; Türkiye’de Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’nin kurulması da, NATO ve ABD’nin savunma konseptinin “komünist işgali” asıl tehlike görmekten “terörizm” ve “şehirlerdeki ayaklanmaları” asıl tehlike görmeye geçişle ilgilidir. Artık herkesin bildiği gibi; komünizme karşı mücadele döneminin “iç örgütlenmesi” kontrgerillaydı. NATO; muhtemel komünist ayaklanmalar için bütün NATO ülkelerinde kontrgerilla örgütleri kurdurmuş ve bu örgütler çeşitli provokasyonlar, cinayetler vb. ile gündeme gelmiş; pek çok Avrupa ülkesinde skandal-vari bir biçimde deşifre edilmişti. Türkiye’de ise; bu örgüt halen bir yanıyla çeteler, diğer yandan “Özel Kuvvetler Komutanlığı” olarak faaldir. Ve halen bir yandan ilericilere, devrimcilere, öte yandan Kürt mücadelesine karşı kullanılmaktadır. Ancak, NATO’nun değişen konseptine bağlı olarak da 1995’ten beri önceki dönemden kalma örgütlenme yenilenmekte ve değişik isimler altında kurulan Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi türünden yeni örgütlenmelerle takviye edilmektedir. Türkiye’nin Anayasası ve yasalarında yer almayan Kriz Yönetim Merkezi, NATO’nun konsept değişikliğine bağlı olarak kurulmuştur.
Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’nin kuruluş gerekçesinde kriz hali; “Devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü ile milli hedef ve menfaatlerine yönelik hasmane tutum ve davranışların, Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya hak ve hürriyetlerini ortadan kaldırmaya yönelik şiddet hareketlerinin, tabii afetlerin, tehlikeli ve salgın hastalıkların, büyük yangınların, radyasyon ve hava kirliliği gibi önemli nitelikteki kimyasal ve teknolojik olayların, ağır ekonomik bunalımların ve irtica ve büyük nüfus hareketlerinin ayrı ayrı veya birlikte vuku bulduğu haller” olarak tarif edilmiş ve kriz halinin 5. maddesi, kriz tanımını daha da somutlaştırmıştır (Madde 5-) “Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzeninin, temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet eylemlerine ait ciddi belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları nedeniyle kamu düzeninin bozulması; terör olayları, kanunsuz grev, lokavt ve iş bırakma eylemleri, etnik yapı, din mezhep farklılıklarından kaynaklanan olaylar, ağır ekonomik bunalımlar.”
İstanbul Barosu’nun, Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’nin Anayasa ve yasalara aykırı olduğuna dair Danıştay’a başvurusu ve Danıştay’ın Başbakanlıktan “kuruluş gerekçesinin ne olduğu”na dair sorusuna Başbakanlık’ın, Danıştay’a gönderdiği yanıt aynen şöyledir: “Kriz yönetim sistemi, bugün üyesi bulunduğumuz NATO dâhil, tüm ülkelerde düzenlenmiş ve uygulanmıştır. NATO anlaşması gereğince devletimiz NATO’nun merkezi kriz sistemine dâhil olduğu gibi, ülkesinde de milli kriz yönetim sistemini kurmakla yükümlüdür.”
Kısacası; NATO’nun yeni konsepti, ülkelerdeki iç ayaklanmaları; yaygın grev ve iş bırakmaları ve kuşkusuz bunların yönelebileceği demokrasi ve sosyalizmi önlemeye yöneliktir. Türkiye’deki Kriz Yönetim Merkezi de, bir önceki dönemden kalan ve hâlâ faal olan kontrgerilla örgütlenmelerini takviye etmek üzere, bu amaca uygun olarak kurulmuştur.
Görüldüğü gibi; gerek ABD’nin, gerekse NATO’nun “savunma konseptleri”nin esasında, tüm İslam ülkelerindeki radikal ya da “ılımlı” İslamcı akımları, “Yeşil Kuşak” dönemindeki gibi asıl müttefik görmeye zorlayacak bir ihtiyaç gözükmemektedir. Tersine, İslam ülkeleri; Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi kukla yönetimli ülkeler bir yana bırakılırsa; dünyanın globalleşmesi önündeki engeller, “geri”, “kapalı”, “serbest piyasanın gelişmesine engel ülkelerdir. Dahası; “terörist ülkeler” olarak, Yeni Dünya Düzeni’nin “lanetli ülkeleri”nin başında İran, Irak, Suriye, Libya, Sudan gibi İslam ülkeleri vardır.
Demek ki; Doğu Perinçek’in bugün de ABD’nin, NATO’nun “Yeşil Kuşak” döneminde olduğu gibi “ılımlı İslam”ı desteklemeyi baş görev edindiği tezi, ABD’nin devrim ve komünizme karşı bugünkü taktik yönelimi ve çok sayıda İslam ülkesiyle ilişkileri dikkate alındığında, bir safsatadan ibarettir.
Olup bitenler, Perinçek’in ABD’nin “savunma konsepti”ne uyum için tezler geliştirdiğini gösteriyor. Örneğin 1987’de “Yeşil Kuşak” stratejisi halen geçerliyken, Perinçek RP’yi, türbancıları açıkça destekliyor; türbana karşı çıkanları “kışla yönetir gibi ülke yönetmeye kalkmakla” suçluyor; türbancıları ziyaret edip, “şeref defterine” demokrasi üstüne aforizmalar yazıyordu. Oysa bu dönemde “ılımlı İslam” hâlâ ABD ve NATO için başlıca müttefikti. Ancak ABD’nin konsept değiştirip, İran, Irak, Suriye ve Libya gibi ülkelerle olan ilişkilerinin de bir gereği olarak eskisine göre İslam’ı geriye ittiği koşullarda. Perinçek, şeriata karşı çıkma kahramanlığına soyundu. Dolayısıyla Cumhuriyet gazetesi çevresinin Amerikan icazetli “şeriata karşı savaş” taktiğini Perinçek, Amerikan ve NATO savunma konseptiyle uyumlu bir “şeriat karşıtlığı” olarak sürdürmektedir. Bu yüzden de sağa sola “Amerikan mandacısı” diye saldıran Perinçek’in gerçekte bunu, kendi mandacılığını saklamak için yaptığı açıkça anlaşılıyor.
Bu yazının bundan sonraki bölümünde, Perinçek’in ve arkasında saklandığı güçlerin tam bir Amerikan politikası izlediği daha iyi görülecek.

ORTADOĞU’NUN YENİ DÜZENİ: İSRAİL-TÜRKİYE OMURGA
ABD’nin Ortadoğu’da kurmak istediği yeni düzen göz önüne alındığında, kuklaları bir yana, bugün için ABD’nin gözünde İslamcı akımların “düştüğü” pozisyon daha da anlaşılır olacaktır.
ABD Başkanı George Bush döneminde; henüz SB yıkılmamışken hazırlanan ve Amerikan savunma konseptinin oluşturulmasına temel olduğu bildirilen raporda Ortadoğu ile ilgili şunlar yazıyor:
“Dünyanın bu kilit bölgedeki enerji kaynaklarına bağımlılığı ve bölgedeki ülkelerin çoğuyla güçlü ilişkilerimiz, Amerika Birleşik Devletleri’nin başta gelen çıkarlarını oluşturmaktadır. .. Ortadoğu, Doğu-Batı arasındaki gerginlikler azalsa bile, Amerika’nın stratejik kaygılarının devam ettiği bir bölge olarak canlılığını koruyacaktır. İsrail’in güvenliğinin yanı sıra, petrol nakliyatının serbest şekilde devamını da kapsayan çıkarlarımıza yönelik tehditler çeşitli kaynaklardan geliyor. 1983 ve ’84’te Lübnan, 1986’da Libya ve 1987-1988’de Basra Körfezindeki harekâtlardan oluşan, 1980’lerdeki müdahalelerimiz, Amerika Birleşik Devletleri’nin çıkarlarına yönelik Kremlin’in keyfine terk edilemeyecek tehditlere karşılıktı. Çıkarlarımızı bu bölgede koruma gereği devam edecektir. Bu nedenle Doğu Akdeniz, Basra Körfezi ve Hint Okyanusu’nda denizlerdeki varlığımızı sürdüreceğiz. Belirli aralıklarla tatbikatlar yapacak, donanmamıza ev sahipliği yapan ülkelerden daha fazla destek sağlamaya ve bölgede teçhizat mevzilendirme imkânlarının artırılmasına çalışacağız. Özellikle nükleer, kimyasal ve kitleleri imha gücüne sahip öteki silahların yayılması ve bu silahlarla ilgili uzun menzilli taşıyıcı sistemlerin üretiminin durdurulması yolunda çaba harcama taahhüdü içindeyiz. Terörizmi ve yıkıcı faaliyetleri destekleyen devletlere baskı uygulayacağız, İsrail’in güvenliği için kalıcı taahhütlerimize uygun olarak Filistinlilerin meşru haklarını tatmin edecek şekilde düzenlenecek bir barış sürecini teşvik etmeye devam edeceğiz.” (George Bush Dönemi ABD Milli Güvenlik Stratejisi, aktaran Türk Tarihi Dergisi)
ABD tarafından Körfez Savaşı’ndan hemen önce yapılan bu saptamaların Körfez Savaşı ve onu izleyen yıllardaki Amerikan politikasına yön verdiğini biliyoruz. Dahası, ABD’nin Ortadoğu politikası, Körfez Savaşı sonrasında daha da netleşti. Savaşın hemen sonrasında Amerikan yetkililer; savaşın nedenini, açıkça; “Bölgedeki petrol rezervlerinin ve petrol geçiş yollarının güvenliği” olarak ilan ettiler. Savaş sırasında telaffuz edilen, “Kuveyt, Suudi Arabistan ve Emirlikler’de demokratik parlamentoların kurulması”, “bölgede demokrasinin yerleştirilmesi” vb. gibi gerekçelerin tıpkı, petrole bulanmış balıkçıl (Körfez Savaşı sırasında petrole bulanmış bir balıkçıl ikide bir ekrana getirilip, Saddam’ın denize bıraktığı petrolün nasıl çevre kirlenmesine yol açtığı anlatılmak istendi. Ama sonradan balıkçılın Körfez’de değil Kanada sahillerinde görüntülendiği ortaya çıktı.) gibi salt propaganda amaçlı olduğunu itiraf ettiler.
Körfez Savaşı sonrasında, ABD’nin Ortadoğu stratejisi açısından bölgedeki en önemli gelişmenin Türkiye ile İsrail arasında başlayan, “stratejik mahiyete” sahip “Askeri İşbirliği Anlaşması” olduğunu söylemek, gerçeğin kendisini ifade etmek olacaktır. Çünkü yaklaşık 50 yıldan beri ABD’nin başarmak istediği bir şeydi bu. Ve 1996 yılı sonunda imzalanan “Türkiye-İsrail Savunma ve Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşmalarıyla Amerika’nın 50 yıllık rüyası gerçek oldu. Bu iki temel anlaşma iki ülkenin ticari bakımdan yakınlaşmasını doğurduğu gibi; siyasi bakımdan da ilişkilerini hızlandırdı. Öyle ki; İsrail kurulalı beri ilk kez bir İslam ülkesiyle ortak askeri tatbikat yaptı.
Bölgedeki Amerikan stratejisi için, sorunu bulandıran ayrıntılardan arındırılırsa şunlar söylenebilir: ABD’nin Ortadoğu’daki asıl amacı, petrol rezervlerini denetlemek, petrol yollarının (denizyolu ve petrol ve doğalgaz boru hatları) güvenliğini sağlayan “tek ülke” durumunu korumaktır. Böylece ABD, sadece Ortadoğu değil Kafkasya ve Orta Asya’daki petrol ve doğalgaz yatakları bakımından da ek bir üstünlük elde etmektedir.
ABD’nin bu rolü yerine getirebilmesi için bölgede sağlam dayanaklara ihtiyacı vardır. İşte Türkiye-İsrail askeri işbirliği bu noktada önem kazanmaktadır. Çünkü bölgede ABD ile en sağlam ve kalıcı bağlara sahip iki ülke İsrail ve Türkiye’dir. Bu iki ülke ekonomik ve askeri güç bakımından bütün bölge ülkelerini dengeleyebilecek bir üstünlüğe sahip olduğu gibi, kültürel olarak da Batı ile sağlam bağlara sahiptir. Dolayısıyla bu iki ülkenin Amerikan stratejisi etrafında birleşmiş olması belirleyicidir.’İsrail ve Türkiye’den oluşan omurga sağlam olduğu sürece, bölgedeki diğer ülkelerin inişli çıkışlı, Amerikan yanlılığı ya da karşıtlığı çok önemli olamaz. Çünkü İsrail ile Türkiye’nin stratejik mahiyetteki birliği, bölgede Amerikan çıkarlarının savunulması için istikrarlı bir omurga oluşturacak mahiyettedir. Ve diğer ülkelerin Amerika’ya yakınlıkları, karşı olanların zaafları, bu omurga etrafında güce dönüşebilir.
İsrail’in Amerikancılığında bir sorun yoktu. Çünkü kuruluşundan beri İsrail varlığını ABD’nin şemsiyesi altında yaşamasına borçludur. Türkiye ise; 50 yıldan beri istikrarlı bir biçimde Amerikancı çizgi izlemiştir. Ama Türkiye’nin bir İslam ülkesi olması; birçok bakımdan belirsizlik yaratıyordu. Antiemperyalist demokratik hareketin 12 Mart ve 12 Eylül darbelerine karşın canlı ve oldukça güçlü olması; öte yandan kendisini İslamcı olarak tanımlayan ve görünüşte olsa bile Ban ile arasına mesafe koyan eğilimlerin güç kazanması, ABD’yi gelecek açısından zorlayıcı unsurlardı. Özellikle de İran Devrimi sonrası İslam dünyasında gelişen anti-Amerikan eğilimler, ABD için tehlikeli belirsizlikler taşıyordu. Türkiye-İsrail Askeri İşbirliği Anlaşması, bu koşullarda, ABD için son derece önemliydi.
Türkiye, İsrail’le doğrudan problemlere sahip olan bir ülke değildi. Ama İsrail’in İran ve Arap ülkeleriyle kronik sorunlarının olması; Türkiye’nin de bir İslam ülkesi olarak bu sorunlarda taraf olmak zorunda kalması, Türkiye-İsrail arasındaki herhangi bir yakınlaşmayı önleyecek mahiyetteydi. Öte yandan, 1400 yıldır süren geleneksel Yahudi-İslam çatışması; Müslümanlar tarafından Yahudiliğin lanetli görülmesi, Türkiye ile İsrail arasında ciddi, kalıcı ve resmi yakınlaşmaları engelleyen bir unsurdu. Bu yüzden de hiçbir sivil hükümet, İsrail’le bu ölçüde yakınlığa cesaret edemezdi. Bunu elbette en iyi ABD’li ve İsrailli yöneticiler biliyordu. Bu nedenlerden dolayı Türkiye-İsrail Anlaşması askerler arasında yapıldı.
Herhangi iki ülke arasında süren ilişkilerde olağan olan, önce diplomatların, sonra siyasilerin eğer bir askeri anlaşma yapılacaksa en son da askerlerin katıldığı bir ilişkidir. Türkiye-İsrail Anlaşmasında tam tersi oldu. Önce askerler kendi aralarında (İsrail tarafı için prosedür normal işlemiş olmalı) anlaştı; ve bu anlaşma, içeriği de çok açıklanmadan, hükümete dayatıldı. Nitekim zamanın başbakanı Necmettin Erbakan, anlaşmayı bir hayli salladıktan sonra imzalamak zorunda kaldı. İsrail’e giden Türkiye Genelkurmay Başkanı İ. Hakkı Karadayı, İsrail’de devlet başkanı töreniyle karşılanıp büyük ilgi gördü. Bu ilgi, o sırada Genelkurmayca arası hayli açık olan Refah-yol Hükümeti’ne karşı bir tavır gibiydi de. Sonuçta, hükümetin ayak sürümesine karşın, bugün bile içeriği kamuoyuna açıklanmamış İsrail-Türkiye Savunma işbirliği ve Savunma Sanayi İşbirliği
Anlaşması yürürlüğe girdi.
Refah Partisi, Türkiye’de iktidar olmanın vizesinin ABD’den geçtiğini biliyordu. Bu yüzden de bir iki “seçmene selam” babından şov dışında ABD’nin gönlünü hoş edecek açıklamalar yaptı. Özellikle asker tarafından sıkıştırılınca iki bakanını ABD’ye gönderdi. Devlet Bakanları Abdullah Gül ve Recai Kutan, ABD’yle hükümet arasında yakınlık kurmak için Washington’da günlerce kapı kapı dolaştı. Orta düzeyde Amerikalı memurların kapısında günlerce beklediler, ama ya görüşecek kimseyi bulamadılar ya da baştan savıldı. Aynı günlerde ABD’de bulunan Orgeneral Çevik Bir ise; sanki hükümete inat, büyük itibar gördü. Çevik Bir, Sincan’da sokağa çıkan tankların “hükümete balans ayan” yaptığını Washington’da gazetecilerin önünde söyledi. Amerikan yönetiminin demokrasi duyguları bu açıklamadan asla rencide olmadı. Sadece Çevik Bir’in itibarı arttı. Besbelli ki askerin girişimine ABD onay veriyordu. ABD’nin de açıkça askerlerin arkasında yer aldığının anlaşılmasından sonra Refah-yol’un gidişi hızlandı. Bu, RP’nin kapatılmasına da yeşil ışık yakılmasıydı.
Gerçi ABD, RP’nin kapatılmasından pek hoşnut olmadığını açıkladı. Ama bu, sadece “demokrasi icabı” yapılmış bir açıklama olarak kaldı.
Nisan ayı başında ABD’yi ziyaret edip, Beyaz Saray, Milli Güvenlik Kurulu, Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarının üst düzey yetkilileri ile görüşen Gazeteci M. Ali Birand, Refah Partisi’nin kapatılmasına gelen süreçte ABD’nin tutumunu; Beyaz Saray’daki üst düzey bir yetkilinin ağzından şöyle aktarıyor:
“Dışişleri Bakanlığı ve bazı sivil örgütler, Refah-yol’a zaman kredisi verilmesinden yanaydılar. Ancak, Türkiye’deki laik çevreler ve TSK’nın kaygıları arttıkça, Ankara’dan Washington’a Pentagon kanalıyla mesajlar gelmeye başladı. Refah’ın yarattığı kuşkuları Pentagon, Beyaz Saray ve Milli Güvenlik Konseyi’ne çok etkili şekilde aktardı ve politika değişti.” ( Aktaran M. Ali Birand, Sabah, 15 Nisan 1998)

ANTİ-EMPERYALİZMİN VE İLERİCİLİĞİN KISTASI NEDİR?
Askerin artık 12 Mart ve 12 Eylül’ün askeri olmadığını iddia eden “Kemalist” çevreler; askerlerin şeriatçılara yüklenmesine tek dayanak olarak Türkiye’nin Mili Savunma Konsepti’nde şeriat tehlikesinin birinci sıraya yükseltilmesini gösteriyorlar. Mademki artık askerler, şeriatçıların arkasındaki desteği kaldırmışlar, hatta şeriata karşı kılıç çekmişlerdir; öyleyse yeniden o milli kurtuluş yıllarının, Cumhuriyet Devrimi’nin askerleri olmuşlardır! CHP, ADD, Cumhuriyet gazetesi çevresi gibi geleneksel Atatürkçüler, bu noktada dururken, D. Perinçek avanesi daha ileri giderek; ordunun devrimin ordusu olduğunu, bu yüzden sağcıların artık iktidar olamayacağını, ancak solun iktidar olabileceğini öne sürerek; devrimin programını bile yayınladı: “Devrimin programı altı ok”tur; Perinçek ve adamlarına göre.
Peki, öyleyse, devrimcilik, solculuk nedir?
Elbette ki; soyut planda, her zaman geçerli genel bir devrim ve devimcilik tanımı yapılabilir, ama yaşamda devrimci olmak, sadece genel tanıma uyuyor görünmekle sınırlı olamaz.
Örneğin Türkiye’de ABD’nin laikliğin karşısında olması, ya da laik olmayan şeriatçıları desteklemesi demek, bırakalım başka şeyleri, Türkiye-İsrail Anlaşmasını riske etmesi demektir. D. Perinçek’in Türkiye’de ABD’nin şeriatçıları destekliyor zırvasına inanılırsa, ABD, Türkiye-İsrail Anlaşmasına karşıdır demek gerekecektir.
Ama bugün dünyadaki durum, ABD başta olmak üzere emperyalizmin stratejisi, hiç de böyle değildir. Tersine ABD ve batılı emperyalistlerin İslam ülkelerindeki laik düzenlerle bir çatışması yoktur. Onları bütün geri ve az gelişmiş ülkelerde rahatsız eden, bu ülkelerdeki globalizmi önleyen eğilimler; gümrük duvarları; KİT’ler, bu ülkelerin var olduğu kadarıyla ulusal sanayileri, tarımlarıdır. Ortadoğu’da bu genel stratejiye, petrol rezervlerinin elde tutulması ve petrol geçiş yollarının güvenliği sorunu eklenmektedir. Bu yüzden de bugün ilericiliğin, antiemperyalist olmanın kıstası; ne laik olmak, ne de şeriata savaş açmış olmaktır. Bugün ilericiliğin kıstası; dünyayı bir avuç uluslararası tekelin talan alanı haline getirmeyi amaçlayan emperyalizmin Yeni Dünya Düzeni’ne, globalizme; özelleştirmeye, esnek çalışmaya; sendikasızlaştırmaya karşı çıkmaktır. Emperyalizmin ve globalleştirmeci saldırganlığının ülke içindeki temel dayanağını oluşturan işbirlikçi tekelci burjuvazinin egemen olduğu mevcut düzene, onun antidemokratik, faşist siyasal örgütlenmesine karşı çıkmaktır. Engelleyici başlıca gücün askerler olduğu demokrasiyi ve politik özgürlükleri istemektir. Bugün askerin gündelik politikaya müdahalesinde, laiklik savunusunda, modernizm taslamasında emperyalizmin ana amaçlarıyla çatışan hiçbir şey olmadığı gibi, tersine 28 Şubat bildirisinin bir maddesi de “özelleştirmeye hız verilmesidir. Bunun da ötesinde askerlerin holdingi OYAK; enerji, Telekom ve POAŞ özelleştirmelerinden pay almak için kollan sıvamışta Hele ilericilik, antiemperyalistlik tartışması Türkiye’de ise; ilericiliğin ilk koşulu, Ortadoğu’da emperyalizmin planlarını bozan bir tutum benimsemektir. Olup biten ise tam tersidir. Bugün askerin politikaya müdahale edip politik gidişata yön verir bir pozisyona geçmesinin nedeni; tam da ABD’nin planlarına istikrar kazandırmak içindir. Çünkü bölgede emperyalizmin istikrarının temeli İsrail-Türkiye Askeri İttifakıdır ki; bu ittifak yukarıda da belirtildiği gibi askerlerin eseridir. Dahası askerler, egemen sınıfların uluslararası kapitalizme entegre olma girişimlerinin istikrarının da temel unsuru olarak rol almışlar; burjuva partileri arasındaki çatışmayı bastırmanın da etkin gücü olmuşlardır. “Laik demokratik düzenin korunması” bu asli görevlerinin yerine getirilmesinde bir bahane olarak kullanılmıştır. Eğer askerler, “RP, Türkiye-İsrail Anlaşmasında güvenilmez bir partidir, bu yüzden Refah iktidardan gidecek” deselerdi, buna kimseyi ikna edemezlerdi. Ama “Laiklik elden gidiyor” diyerek ilerici, demokrat muhalefeti bölüp yedekleyerek bir taşla iki kuş vurmuşlardır. Anti-emperyalistlik, ilericilik, anti-Siyonistlik konusunda bugüne kadar öne çıkan politik ve aydın çevreleri kendi peşlerine takmış; böylece antiemperyalist, anti-Amerikan, anti-Siyonist mücadele güçlerini parçalamışlardır.
Kendisine Kemalist diyenler, Cumhuriyet gazetesi çevresi, D. Perinçek; her vesile ile özelleştirmeye karşı olduğunu söylüyorlar; İsrail’le işbirliğine karşı çıktıklarını söylüyorlar; yerine göre emperyalizme, Yeni Dünya Düzeni’ne yüksek perdeden “kahrolsun” diyorlar. Ama kalkıp bütün bu “kahrolsun” dedikleri şeyleri “yaşatacak” olan ve bu politikaların bel kemiği olan askerleri Cumhuriyet Devrimleri’nin koruyucusu, ulusal kurtuluşçu, devrimci, antiemperyalist, bağımsızlıkçı ilan ediyorlar. Yani lafta anti-emperyalist, devrimci; pratikte ise emperyalizmin politikalarının uygulayıcılarının baş destekçiliğine soyunuyorlar. Şimdi bunların özelleştirmeye karşı oluşlarına, anti-emperyalistliklerine, anti-Siyonistliklerine, solculuklarına, devrimciliklerine nasıl inanılabilir?
Kuşkusuz RP ve çeşitli türden tarikat çevrelerinin anti-Siyonistliklerinin, yerine göre İslam adına Amerika’ya karşı çıkar görünmelerinin demokratik, ilerici, anti-emperyalist muhtevası yoktur. Bu yüzdendir ki onlar, özelleştirmeye karşı çıkmıyor, tam tersine destek veriyorlar; uluslararası tekellerin Türkiye’yi yağmalamasına, emperyalizmin Ortadoğu’da üslenmesine ses çıkarmıyorlar. Bir anlamıyla sorunu bir İslam-Yahudi, İslam-Hıristiyan çatışması olarak gördüklerinden, daha doğrusu çıkarları ve uluslararası tekellerle ilişkileri nedeniyle böyle görmeleri gerektiğinden karşı olduklarına lafta karşı olmaktan öte bir tavır benimseyemiyorlar. Ve emperyalizmin (işbirlikçi sermaye ile birlikte) beslediği bir siyasal akım olarak, tekelci efendileri tarafından geçici de olsa geriye çekildiklerinde, tamamen kendi durumlarına ilişkin olarak lafını etmelerinin ötesinde ne demokrasi ne de özgürlük davasıyla bir ilişkileri vardır. Karakterleri demokrasi düşmanlığıyla yoğrulmuştur.
Son 50 yılın gelişmeleri göstermiştir ki; Türkiye’de ABD’nin pratik politikalarının aşıl dayanağı askerler olmuştur. Zaman zaman şu parti, zaman zaman bu parti Amerikancılıkta perva tanımamıştır. Ama zamanı gelince ve artık o parti kendisinden bekleneni yapamaz duruma gelince ABD tarafından feda edilmiştir. 1960’larda Demokrat Parti, 12 Mart’ta AP, 12 Eylül’de bütün düzen partileri, bölgede ABD’nin çıkarları uğruna feda edilmiş; askerle ittifak ise kesintisiz sürebilmiştir. 27 Mayıs’tan ABD’nin haberi vardır ve önlemek için ABD herhangi bir çaba harcamamıştır. 12 Mart ABD’nin desteğinde gerçekleşmiştir. 12 Eylül ise; zamanın ABD Başkanı’nın ifadesiyle “Bizim çocuklar tarafından yapılmış”tır. (Şimdi siyasal İslam’ın geriye itilmesi de, feda edici benzer bir gelişmedir.)
Sabah Gazetesi Yazan M. Ali Birand’ın son Washington ziyaretinde, Beyaz Saray yetkilisi, ABD’nin TSK konusundaki görüşlerini şöyle aktarıyor: “Washington için Türkiye’de Türk Silahlı Kuvvetleri’nin önüne hiçbir şey geçemez. Amerika, Refah ‘ı korumak pahasına ne TSK ile ilişkilerini bozar, ne de Türkiye ile ilişkilerini tehlikeye sokar. Türk kamuoyunun anlamadığı da budur. Washington TSK’ya sivil hükümetlerden daha fazla inanır ve güvenir. Daha ciddi bulur. Önemli sorunları da askerlerle daha kolay halledeceğine inanır. Bundan dolayı Refah ‘a bir noktaya kadar -o da değişimlerin etkisiyle- göz yumuldu. TSK tutumunu sertleştirince Clinton yönetimi de tutum değiştirdi.” (Sabah, 15 Nisan 1998)
Bir askeri yetkili ise Türkiye’deki askerler için düşüncelerini M. Ali Birand’a şöyle aktarıyor: “Türk ve Amerikan askeri birbirini tanır. Bir bölümü okuldan, bir bölümü Washington veya Ankara’daki görev sırasındaki tanışıklıktan kaynaklanır. Yani Washington’da Deniz Baykal tanınmaz, ancak Çevik Bir tanınır. Asıl önemli yanı, Washington, Türk Genelkurmayının verdiği söze daha çok güvenir. Zira Türk Genelkurmayı boş yere söz vermez.”
Görüldüğü gibi ABD için askerin yeri tamamen “başka”dır. Onlar ABD’nin kadim müttefikidir. Dinci ya da laik düzen partileri, şu ya da bu örgütler, çeşitli tarikat çevreleri örneğin Fethullah Gülen Cemaati (ve hatta ne denli geri çekilmiş olursa olsun Erbakan ve benzerleri); ABD için elbette çıkarları için kullanılacak imkânlardır ve bunları zaman zaman ya da yeri geldiğinde kullanmak için değerlendirecektir. Ama Türkiye ve bölgenin özellikleri, onun için askerleri ayrı bir yere koymayı gerektirecek durumdadır.

BAZI SONUÇLAR
Yukarıda söylenenleri şöyle toparlayabiliriz:
1) Askerin gündelik politikaya müdahalesinin antiemperyalist, demokratik, devrimci, ilerici bir yönü yoktur. Tam tersine; müdahalenin amacı, bu çürümüş sistemi ayakta tutmak, onun tahrip olan yönlerini restore edip emperyalizmin globalleşen dünyasına Türkiye’nin adaptasyonu için engelleri ortadan kaldırmak, demokratik Türkiye’nin ve sosyalizmin önünü kesmektir. “Laik demokratik düzeni savunmak”, “Atatürk devrimlerini korumak” iddiası, asıl amacı saklayan bir perde görevi görmek üzere öne çıkarılmaktadır. MGK tarafından yapılan ve şeriatı “bölücülük”le birlikte “birinci tehlike” durumuna getiren “konsept değişikliği”, aslında “Türkiye’nin savunma konsepti” ile NATO’nun, ABD’nin savunma konsepti arasında uyum sağlamaya yöneliktir.
2) Bugünün dünyasında laisizmi savunmanın emperyalizmin amaçlarıyla çelişmediği ortadadır. Tersine, emperyalizm için şeriatçılık ve onun değişik versiyonları, belirli ülkeler açısından bugün için emperyalizmin başlıca müttefiki olma özelliğini yitirmiştir. Bir avuç tekelin dünyayı talan etmesi demek olan globalizm ve Ortadoğu’daki Türkiye-İsrail Anlaşması, ABD ve emperyalistler için hayati öneme sahiptir. En azından İran ve Libya’ya yaklaşımlarıyla bu politikalarla çelişecek eğilimler taşıyan şeriatçıların Türkiye’de iktidar olması Amerika tarafından istenmemiştir. Bu yüzden de şeriatçılığa karşı çıkan emperyalizme de karşı çıkar demek, emperyalizme hizmet için bilinçli bir çarpıtma değilse, aşırı saflıktır. RP (FP), BBP, değişik şeriatçı kesimler, yerine göre Türkiye-İsrail Anlaşmasına, ABD’nin çeşitli politikalarına karşı çıkar görünüyorlar. Ama karşı çıkış temelleri demokratik, anti-emperyalist bir muhteva taşımıyor. Tam tersine 1400 yıl öncenin ilkeleriyle oyalanıyorlar. Halkın en geri duygularına hitap ederek, emekçilerin yollarını karartıyorlar. Bu yüzden de bir yandan emperyalizme karşı olduklarını söylerken, öte yandan emperyalizmin dünya egemenliğinin aracı olan özelleştirmeye, esnek çalışmaya, globalizme karşı çıkmıyor, çıkamıyorlar. Bunlara karşı çıkmanın gereksindiği iç gericiliğe karşı çıkmak ve demokrasi yanlısı olmak ise, şeriatçılar açısından tamamen lükstür. Tersine gerici ve demokrasi karşıtı konumdadırlar.
3) Bugün anti-emperyalist, bağımsızlıkçı, devrimci, ilerici olmanın ilk koşulu, globalizme, Yeni Dünya Düzeni’ne, bunların uygulamadaki görüntüleri olan özelleştirmeye, esnek çalışmaya, taşeronlaştırmaya, sendikasızlaştırmaya karşı çıkmaktır. Türkiye ve emperyalizmin Ortadoğu politikaları açısından emperyalizmin Ortadoğu planlarına karşı çıkmak, Türkiye-İsrail Askeri İşbirliği’ne karşı olmak; bu politikayı destekleyenlere karşı mücadele etmektir. Bu anlaşılmadıkça, ilerici anti-emperyalist güçlerin, demokrasi güçlerinin birleştirilmesi mümkün olamaz.
4) Bugün Türkiye’deki emperyalizmin ve ABD’nin temel dayanağı olan askerlerin gündelik politikaya müdahalesini savunmak, emperyalizmin müttefikliğidir. Bu temel konuda emperyalizme destek verdikten sonra, “Ben emperyalizme karşıyım, özelleştirmeye karşıyım, Türkiye-İsrail Anlaşması’na karşıyım” demek, bunu diyenleri ne anti-emperyalist ne de ilerici yapar; sadece ikiyüzlü şarlatanlar ya da aşırı saflar yapar. Bu yüzden de bugün askerin açtığı alanda ilericilik, anti-emperyalistlik taslayanlar, emekçi yığınların kafasını karıştırmaktan, anti-emperyalist ve demokrasi mücadelesini arkadan hançerlemekten öte bir rol oynamıyorlar. Çünkü askerler; yedeklerine aldıkları “siviller”in bu asıl işlevlerini yerine getirdikten sonra, lafta keskin sözlerle emperyalizme karşı çıkmanın bir sakıncasını görmeyecek kadar politika biliyorlar. Perinçek, Cumhuriyet gazetesi çevresi, ADD, CHP gibi partiler ve örgütler, keskin laisizm savunuculuğu arkasında, bugün ilerici, demokratik, anti-emperyalist güçleri bölen, askerin “Özel Harp Taktiğinin bir aleti rolünü üstlenmiş bulunuyorlar.

Haziran 1998

Talepler üstünden mücadele mi, masa başı çözümler mi?

Talepler üstünden yürütülecek bir mücadele mi, yoksa “masa başı” çözümlerin emekçilere empoze edilmesi mi tartışması, sınıf partisi ile çeşitli türden “sol”, “sosyalist” partiler arasında bir ayrım olmaya devam ediyor. Ancak bu ayrım sadece teorik bir ayrım değil, aynı zamanda pratik mücadeleye yaklaşım bakımından da giderek derinleşiyor. Özellikle, özelleştirmeye karşı mücadelede bu ayrım çok daha yakıcı bir karakter kazanmış bulunuyor. “Somutluk” adına “masa başında” “özelleştirmeye alternatif” geliştirdiğini iddia eden ÖDP ve İP gibi partiler, tam da işçilerin, kamu emekçilerini, sendika ve bilim çevrelerini de etkileyip “Özelleştirmeye Hayır” sloganı etrafında peşlerine taktıkları koşullarda; “özelleştirme değil özerkleştirme”, “özelleştirme değil kamulaştırma” gibi çıkışlarla işçiler, emekçiler arasında ve bilim çevrelerinde 1990’lı yıllar boyunca mücadeleyi saptıran görüşlerini, yeniden gündeme getirerek, emekçiler arasında, bilim çevrelerinde kargaşa yaratacak bir tutumu benimsemiş bulunuyorlar.
Bu tutumun, düzen partilerinin politika tarzı ve sorunu düzen içi çözümlere mahkûm eden reformcu bir tutum olduğu ortadadır. Şöyle ki;
Düzen partilerinin halk yığınları karşısındaki tutumu bir yanıyla halk dalkavukluğu, bir yanıyla da halkın aklının hiçbir şeye yetmediği, kendi başına bir şey yapamayacağı biçimindedir. Bu yüzden de halkın karşısına çıkan düzen partileri, halkı övüp göklere çıkarıyor. Kimine göre “köylü milletin efendisi”, kimine göre, “halk iradenin gerçek sahibi”, kimine göre, “halk isterse odunu bile milletvekili yapar” vs.
Halkı böylesine öven bu partiler, iş, parlamentoya gitmeye gelince birden keskin bir “U dönüşü” yapıyor ve “oyunuzu bana verin size yol, su, elektrik getireyim”, “siz beni seçin ben de sizi çektiğiniz sıkıntılardan kurtarayım” safhasına geçiyorlar.
Düzen partileri ve liderleri, seçim meydanlarında, hele muhalefetteyse, halkın bütün istek ve özlemlerinin savunucusu kesilirler. Bu partilerin bir başka özelliği de seçimden sonra bütün söylediklerini unutmalarıdır. Bir de iktidara gelmişlerse; artık bütünüyle “devlet partisi”, “devlet adamı” olup çıkarlar. Seçim meydanlarındaki vaatlerini unutur, ülke ve devletin çıkarları uğruna emekçilerin, halkın taleplerini önemsiz, hatta savunulmasını tehlikeli gören bir tutumu benimserler.
Sonuçta oylarıyla birilerini Meclis’e gönderen, bazı partileri iktidara getiren işçiler, emekçiler; yine kendi talepleriyle baş başa kalıp, eğer az çok örgütlüyseler, o talepler için grevler, gösteriler, direnişler, mitingler yapmaya devam ederler. Ama yığınlar örgütsüzse; bir dahaki seçimde o parti olmadı bu partiye, o kişi ihanet etti öyleyse bu kişiye oy verip “kurtuluş” umutlarını sürdürmeye çalışırlar. Tabii ki; hâlâ denemedikleri bir düzen partisi kalmışsa!
Burjuva düzen partilerinin bu vaatçi, “oyunuzu bana verin ben de siz kurtarayım” tarzı, ilerici, devrimci, “sosyalist” çevre ve partileri de etkilemiş, bu parti ve çevreler bütün işçi sınıfı ve halk kavramı üstüne, devrim ve sosyalizm üstüne edebiyat parçalamalarına karşın, iş, çalışma tarzı ve talepler üstünden mücadele yürütmeye gelince aynı tarzı benimsemişlerdir. Kendilerine sosyalist, işçi, emekçi partisi sıfatı yakıştıran bu partiler, halka dönüp, bir yandan kendilerine destek verir ve partileri iktidara getirirlerse emekçileri çektikleri sıkıntılardan kurtaracaklarını, hatta kendi iktidarlarının işçilerin emekçilerin iktidarı olacağını iddia etmektedirler. Ama sadece bununla da kalmayıp; işçilerin, emekçilerin taleplerini düzen içi formüller haline getirerek, “reformlar uğruna mücadele” gibi saçma bir formülasyonla işçi sınıfının, emekçilerin taleplerini, bu talepler üzerinden yürütülen mücadeleyi iğdiş edip düzen içi hale getirmeye çalışmaktadırlar.

TALEPLER ÜSTÜNDEN MÜCADELE VE VAAT SİYASETİ
Bir partinin sistem içi mi, yoksa” sisteme karşı mücadele içinde mi olduğunun başlıca göstergelerinden birisi de talepleri ele alış tarzlarıdır.
İşçi sınıfı ve emekçi sınıfların mücadelesi, talepler üzerinde yükselir. Bir talebi kazanmak isteyen emekçiler, amaçlarına varmak için kendi aralarında birleşir ve değişik eylem biçimleriyle harekete geçerler. Bu mücadele; kimi zaman bir yenilgiyle sonuçlanır, kimi zaman talebin kısmen elde edilmesi mümkün olur, kimi zaman da talep, eğer sistem içinde kazanılması mümkün bir talepse bütünüyle gerçekleşebilir.
İşçi sınıfının ve diğer emekçilerin uğruna mücadeleye atıldığı taleplerin bazıları, “hemen kazanılabilir talepler”dir, Örneğin; toplusözleşmelerde öne sürülen taleplerin büyük çoğunluğu, taban fiyatları, maaş zamları vb. talepler bu kategoriye dâhil taleplerdir. Bazı talepler ise, sistem içinde en azından teorik bakımdan gerçekleşebilir taleplerdir. Örneğin; işçilerin dayanışma grevi, siyasi grev, genel grev hakkı, özelleştirmenin durdurulması, DGM’lerin kaldırılması, OHAL’in kaldırılarak bölgedeki koşulların normalleştirilmesi, işsizlik sigortasının çıkarılması, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesinin önlenmesi, kamu emekçilerinin grevli toplusözleşmeli sendikal hakkının tanınması gibi talepler bu türden taleplerdir. Eğer emekçiler, demokratik güçler, yeterince güçlü bir biçimde mücadeleye atılmışsa, bu talepler kazanılabilir hale gelirler. Ancak, emekçiler yeterince örgütlü ve birleşmiş değillerse, bu türden talepler sistem içinde gerçekleşemeyebilir ve ancak bir toplumsal devrim günlerinin talebi olarak rol oynamaya devam ederler. Örneğin sistem yıkılmadığı halde OHAL kaldırılabilir, DGM’ler kaldırılabilir ya da işçilerin genel grev hakkı, siyasi grev hakkı tanınmak zorunda kalınabilir. Kimi talepler ise, sistem içinde gerçekleşemez taleplerdir. “Bağımsız, Demokratik Türkiye”, “Sosyalist Türkiye” talepleri bu türden taleplerdir.
Gündelik taleplerde işçiler ve emekçilerin istemleri somuttur. Örneğin bir toplusözleşmede işçiler; şu kadar ücret zammı istiyoruz; çalışma koşullarımızın şöyle düzeltilmesini istiyoruz; disiplin kurulunda işçilerin temsilcilerinin çoğunlukta olmasını istiyoruz; işçi sağlığına ilişkin şu önlemlerin alınmasını istiyoruz… gibi istemlerini çok net bir biçimde formüle eder ve bunları elde etmek için de grev, direniş, gösteri vb. yollara başvururlar. Yani bu türden talepler çerçevesindeki mücadelede, patronların dayatmalarına hayır diyen işçiler ve emekçiler kendi “alternatiflerini” de net bir biçimde ifade ederler, edebilirler.
Sistem içinde gerçekleşmesi teorik olarak bile mümkün olmayan talepler için de durum nispeten açıktır: Bugünkü çürümüş, emekçilerin örgütlenme ve siyaset yapma imkânlarını yok eden, ülkeyi emperyalizmin kölesi haline getiren egemen sınıfların diktatörlüğüne hayır; emekçilerin bağımsız demokratik Türkiye’sini istiyoruz, ya da sömürücü kapitalist sisteme hayır, sosyalizm istiyoruz der ve bugünkü sistemin yerine koyacağı sistemi de açıkça tarif eder. Bu talepler için de işçilerin, emekçilerin “alternatifi” nettir. Örneğin bu durum, EMEP’in programında açıkça ifade edilmiş; bugünkü sistemin yerine nasıl bir sistemin geçmesi gerektiği, işçi sınıfının sömürüden kurtulması mücadelesinde, nasıl bir Türkiye’nin (Bu, bağımsız demokratik Türkiye’dir.) zorunlu bir geçiş aşaması olduğu açıkça tarif edilmiştir.
Sistem içinde teorik olarak gerçekleşebilir ama pratikte gerçekleşmesinin hangi ölçüde ve hangi biçimler altında olacağı burjuvazi ile işçi sınıfının, hatta bütün halkın karşı karşıya gelmesi ve karşılıklı mücadelenin belirlediği talepler, devrimci parti ile her türden reformculuk arasındaki başlıca ayrımlardan birisidir. Bu taleplerden bazıları, örneğin 8 saatlik işgününün her yerde uygulanması, genel grev hakkının yasallaştırılması gibi taleplerde, bugünkü uygulamanın karşısına açıkça, bugün yaygın söyleyişle bir alternatif hemen konulabilir. DGM’lerin kaldırılması, MGK’nın kaldırılması talebi, açıkça DGM’siz bir yargı düzeni, MGK’sız bir siyasi düzen istemektir. Ya da genel grev hakkı talebinde olduğu gibi, bugün grev yasasında genel grevi yasaklayan maddenin kaldırılması talebidir. Yine kamu emekçilerinin 10 yıllık mücadelelerinde açıkça ifade edildiği gibi, bir yasa ile grevli toplusözleşmeli sendika hakkının tanınmasıdır. Ama bu kategorideki bazı talepler için bu kadar basitçe “alternatifler” getirilemez. Örneğin, “özelleştirmeye hayır” diyenlere, bugün kimi “devrimci” ve “sosyalist” çevreler soruyor: “Peki, ‘özelleştirmeye hayır’ da, yerine ne getiriyorsun?” Yanıt olarak da ya “bugünkü gibi sürüp gitsin”, ya “kamulaştırma yapılsın”, “ya özerkleşsin”, ya “özyönetim”, ya “KİT’lerde işçi yönetimi” ya da “mülkiyetin (Karabük örneğinde olduğu gibi) çalışan işçilere devri” gibi “somut alternatif” getirilmesini istiyorlar.
Bu “alternatifçi” reformculuk, kimi talepler karşısında ise; birden keskinleşebiliyor. Örneğin bunlar, “MGK kaldırılsın” talebi karşısında, “ne olacak yani, MGK kaldırıldı diye ülkeye demokrasi mi gelecek” diyebiliyorlar.

ÖZELLEŞTİRMENİN ALTERNATİFİ, İŞÇİ DENETİMİ
Son 10 yıl içinde, özelleştirmeye karşı mücadele içinde, “özelleştirmeye karşı alternatifin ne olacağı” sorusu sıkça gündeme geldi. Bir yandan büyük patronların sözcüleri, öte yandan da çeşitli “sol”, “sosyalist” çevreler işçilere aynı soruyu yönelttiler: “Peki, özelleştirmeyelim de ne yapalım?” Bu soru, tuzak soruydu. Ve sendikacılar başta olmak üzere, aydın-demokrat çevreler, “Kemalistler”, kendisini “sosyalist”, “devrimci” diye adlandıran çeşitli siyasi çevre ve “partiler” (İP, ÖDP) bu tuzağa büyük bir hevesle atladılar. Çünkü burjuva partilerinin bir ceplerinde “her konuda kolay çözüm reçetesi taşıma” geleneği bu çevrelerde devam ediyordu. Dahası, “sol” gelenek, cumhuriyet tarihi boyunca sıkıştığı her konuda burjuvazinin yerine “çözüm üretme” misyonunu da yerine getiren bir politika tarzını benimsemişti.
Bütün bunlardan öte; bu çevreler halk adına konuşma, halkın yerine çözüm üretme konusunda burjuva partilerinden hiç de geri kalmayan bir alışkanlığa sahipti. Masa başına oturulur, işçilerin, köylülerin, memurun, esnafın, işportacının, ulusal azınlıkların “talebi nedir” tespit edilir, bunların nasıl çözülebileceği de bir çırpıda belirlenip kalkılır. Sonra da burjuvazinin karşısına geçilir; “o sorun öyle çözülmez, böyle çözülür” deyip “yol gösterme” görevine soyunulur.
Özelleştirmeye karşı mücadele yılları boyunca da bu mekanizma işledi. Özelleştirmeyi dünya ölçüsünde programına alan uluslararası burjuvazinin ve yerli işbirlikçilerinin, onların hükümetinin özelleştirmeyle varmak istedikleri hedeflere bakılmaksızın; burjuvazinin, uluslararası sermaye temsilcilerinin tuzak sorusunun; “peki özelleştirmeyelim de ne yapalım” sorusunun üstüne atlandı. “Kemalist’i”, “sosyal demokratı”, “sendikacısı”, sözde “solcusu”, “sosyalisti”, gelişmelere politik bakmayı epeydir terk etmiş bilim çevreleri; sendikal bürokrasi ve büyük patron örgütleri tarafından masrafları karşılanan lüks mekânlarda “özelleştirmeyelim de ne yapalım?” sorusunu tartışmaya koyuldular. Tartışma büyük bir “ciddiyetle” sürdü. Sanki burjuvazi, onlara gerçekten fikirlerini sormuş gibi, hevesle bütün bildiklerini ortaya döktüler. Bu dönem yaklaşık 5 yıl sürdü. Salonlardan çıktıklarında, kimisi özerkleştirmeyi, kimisi “kamulaştırmayı”, kimisi “sendikalara danışılarak özelleştirme yapılmasını”, kimisi “işçi haklarının korunarak özelleştirmenin yapılmasını” savunuyorlardı. Ama bu kritik 5 yıl boyunca; burjuvazi, yasal ve teknik hazırlıklarını yapmış; Sümerbank, çimento fabrikaları, ORÜS gibi işletmelerde özelleştirmeyi başlatmıştı bile.
Elbette bu salon tartışmaları sadece salonda kalmadı. Salonda konuşulanlar, dergiler, gazeteler, TV kanalları, kitaplar ve benzeri araçlarla işçiler emekçiler arasında yayılarak özelleştirmeye karşı mücadele eden saflarda kafa karışıklığı yaratıldı. Düzen içi bir alternatif öne sürmeden “özelleştirmeye hayır” diyerek özelleştirmeye cepheden karşı çıkanlar; “işçilerin önüne ‘alternatif getirmemekle”, “KİT’lerin bugünkü gibi arpalık olarak kalmasını” savunmakla suçlandı. Hükümet ve büyük patronlar bu kafa karışıklığından yararlanarak, saldırılarını sürdürdü.
Ancak, özelleştirmenin sadece bir mülkiyet değişikliği değil, uluslararası sermayenin ülkeleri köle derekesine düşürmek olduğunun işçiler tarafından anlaşılması ve bunun Yatağan-Yeniköy-Kemerköy santral işçilerinin, “özelleştirme sorunu ülkemizin bağımsızlığı sorunudur” diye yüksek sesle haykırıp yeni bir direniş barikatı kurmasından sonra özelleştirme süreci, yeni bir safhaya girdi. Sendikal çevreler, aydın demokrat çevreler ve bilim çevreleri, ancak işçilerin bu çıkışından sonra, düştükleri tuzağı az çok da olsa fark ederek yeni bir pozisyon aldılar. Sistem içi çözümler tartışmak yerine “özelleştirmeye cepheden hayır” demeye yöneldiler. Ne var ki; sınıf hareketinin seyri, işçilerin ne dediğine bakmayan ÖDP ve İP gibi partiler, kendi “masa başı çözümlerini” yeniden gündeme getirerek özelleştirmeye karşı şalter indirmeye, işyerlerini işgal etmeye hazırlanan işçiler ve kamu emekçilerinin önünü karartan tutumlarını çeşitli platformlarda yinelemeye giriştiler.
ÖDP’ye göre, özelleştirme olmamalı ama “özerkleştirme” yapılmalıdır. İP’e göre ise, özelleştirme yapılmamalı, “kamulaştırılmaya” gidilerek, özel işletmeler de kamulaştırılmalıdır.
Bu “kolay” “alternatifleri üretenler (ya da üretilen tampon görüşleri sahiplenenler) soruyor: Özelleştirme karşısında EMEP’in alternatifi nedir?
Kuşkusuz ki; EMEP’in, sistem içinde, özelleştirmeye karşı masa başında hazırlanmış bir reçetesi yoktur. Ama “EMEP iktidara geldiğinde KİT’leri nasıl organize edecek?” diye soruluyorsa, elbette EMEP’in bu konudaki görüşü açıktır. EMEP, programı gereği bu işletmeleri sosyalist ekonominin ana dayanakları olacak bir biçimde yeniden organize edecektir. Ama sorulan, bu değildir. Sorulan EMEP’in şu anda özelleştirme karşısında bir “alternatif çözüm” getirip getirmediğidir.
Peki; EMEP, işçilerin “özelleştirmeye hayır” diyen tutumunu desteklerken, düzen içi çözüm üretenlerin iddiasında olduğu gibi KİT’lerin bugünkü, “arpalık” konumunun devamından mı yanadır? Elbette değil! Çünkü KİT’ler, özellikle son yıllarda özelleştirmeciler tarafından batırılmakta, özelleştirmeyi kolaylaştırmak için her bakımdan tahrip edilmektedir. Ama bu sorunun en basit yanıdır. Asıl sorun ve EMEP’in özelleştirmeye karşı tutumunu belirleyen, özelleştirmenin uluslararası sermayenin, emperyalizmin dünya egemenliğini pekiştirmenin bir koçbaşı olarak kullanılıyor olması gerçeğidir.
Şöyle ki;
1- Özelleştirme; Türkiye’nin büyük patronları ve hükümetleri tarafından icat edilmiş, ekonomiyi şöyle ya da böyle düzenlemek için başvurulan bir araç değildir.
2- Özelleştirme; sonuçları itibariyle işçi haklarını tahrip etmek, kimi işçileri işsizliğe mahkûm etmekle sınırlı bir operasyon da değildir.
3- Özelleştirme; uluslararası sermayenin dünya ekonomisini yeniden yapılandırmasının en önemli araçlarından birisidir. Başka bir söyleyişle özelleştirme, uluslararası tekeller ve emperyalist ülkelerin dünyayı kendileri için dikensiz gül bahçesi yapmak için giriştiği operasyonun omurgasıdır. Bu yüzden de özelleştirmeye karşı mücadele, özelleştirmeyi engelleyecek emekçi talepleri, örneğin bir toplusözleşmede öne sürülen talepler gibi “gündelik talepler kategorisinden değildir. Tersine, bağımsız Türkiye talebine sıkı sıkıya bağlanmış bir taleptir.
4- Uluslararası sermaye, yerli ortakları ve hükümetleri, özelleştirmeyi tartışmak, özelleştirmenin yerine şu ya da bu tarzda bir çözüme mantıksal bakımdan ikna edildiğinde özelleştirmekten vazgeçmek niyetinde değildir. Evet, bu çevreler “özelleştirme olmasın da ne olsun?” tartışması açmışlardır ama burada tartışma açmaları yeni önerilere açık olduklarından değil, emekçilerin kafasını karıştırmak içindir. Kendilerinin masa başı tartışmalarında verecekleri hiçbir tavizleri yoktur. Elbette hükümetlere, sistem içinde, özelleştirmede geri adım attırmanın imkânı vardır. Ama bu masa başında olacak bir iş değil, işçi ve emekçi yığınlarının özelleştirmeye karşı kuracakları cephenin direnişi karşısında mümkün olacak bir şeydir.
Yukarıdan beri söylenenler nedeniyle özelleştirmeye karşı mücadele, aynı zamanda sisteme karşı bir mücadele olarak ele alındığı ölçüde anlamlı olabilir. Bu yüzden de özelleştirmenin sistem içinde, sözü edilen tarzda her zaman geçerli “alternatifi”nden, hazır bir reçeteden söz etmek sadece reformculuktur. Çünkü özelleştirmeye karşı mücadelenin boyutlarının ne olduğu ile KİT’lerin nasıl bir yapıya kavuşacağı arasında doğrudan bir ilişki vardır. Örneğin bir-iki yıl önce “özelleştirmeye hayır” demenin ötesinde çözüm için çok şey söyleme imkânına sahip değildik. Ama Yatağan işçilerinin başlatıp sonra da diğer bazı termik santraller ve işyerlerinde olduğu gibi işçilerin, sorunu “bağımsızlık sorunu” olarak ele almaları, özelleştirme karşısında işyerlerini işgal edeceklerini, şalter indireceklerini dünya âleme duyurmaları ve kimi işyerlerinde işçiler ve kamu emekçilerinin özelleştirmeye karşı mücadele komiteleri olarak birleşmeleri çok önemli bir gelişme olmuştur. Bu söylenenlere, işçilerin ve kamu emekçilerinin KİT’lerin arpalık olmaktan kurtarılması, teknoloji yenilenmesi, atıl kapasitenin kullanılması için yeni yatırımlar yapılması ve işçi alınması talepleri eklenince; KİT’lerde İŞÇİ DENETİMİ (işçi ve kamu emekçilerinin denetimi) talebi de gündeme gelmiştir.
“İşçi denetimi” bugün özelleştirmeye karşı mücadelenin geldiği aşamada, işçileri, kamu emekçilerini birleştiren, mücadelenin önünü açan bir talep olarak ortaya çıkmaktadır. İşçi istemlerinin, “olmazsa şalter indirip işyerlerini işgal edeceğiz” dedikleri taleplerin gelip dayandığı nokta, KİT’lerde işçi denetimini mümkün kılacak gelişmelerin ipuçlarını vermekteydi. Ama önümüzdeki günlerde mücadele ileri bir atılım gösterip hareket yeni mevziler kazandığı ya da kazanma eğilimine girdiğinde, “işçi denetimi” talebi geri kalabilir. Emekçiler, özelleştirmecileri güçlü bir biçimde geriye ittiği ölçüde de KİT’lerin yapılandırılmasının emekçilerin isteğine yakın bir biçimde gerçekleştirilmesini mümkün kılar. Eğer özelleştirmecilere, sadece özelleştirmeden cayacak kadar geri adım attırılmışsa, KİT’ler bugünkü durumlarına yakın bir organizasyonda kalacaktır; yok, emekçiler burjuvaziyi çok daha gerilere püskürtmüşse, KİT’ler emekçilerin o an kazandıkları pozisyona göre yeniden organize edilebilir. Ya da örneğin özelleştirmeye karşı mücadele genişlemiş, emekçiler iktidara adımlarını atmış bir pozisyona gelmişlerse; işçi denetimi ve yönetimi gibi çözümler geri, gerici çözümler olur ve KİT’lerin sosyalist mülkiyetin ilk biçimleri olarak yeniden organize edilmesi, özelleştirmenin alternatifi olarak gündeme gelebilir…
Kısacası; bugün esas olan, özelleştirmeye karşı olan bütün güçleri birleştirmektir. İşçinin örgütlenme düzeyi ve talepleri kavrayışının seviyesi öne sürülecek çözümle doğrudan bağlantılıdır. Ve burada kriter, öne sürülen “çözüm”ün, işçileri, emekçileri birleştirmede bir araç olup olmayacağı, hareketi toparlayıcı ve ilerletici bir role sahip olup olamadığıdır. Nitekim bugün özerkleştirme ve kamulaştırma “çözümleri”nin, işçilerin, emekçilerin birleşmesine bir katkısı olmayacağı gibi, tersine, özelleştirmeye karşı mücadele eden saflarda kafa karıştırıcı bir rol oynamaktadır. Bu yüzdendir ki, bu tür masa başı çözümler sadece üreticilerinin marifeti olarak kalmamakta, patronlara, hükümetlere de manevra imkânı sağlamaktadır.

TALEPLERİN KENDİ BAŞINA ANLAMI VAR MIDIR?
Düzen içi reformlar için mücadele ile sisteme karşı mücadele arasındaki fark da burada şekillenmektedir. Hiçbir devrimci parti, hiçbir sınıf partisi birtakım reform paketleri uğruna mücadeleyi esas almaz. Tersine, sınıf partisi, sisteme karşı mücadele eder ve kimi reform talepleri bu sisteme karşı mücadelenin yan ürünleri olarak ortaya çıkar. Söz konusu olan, özelleştirmenin engellenmesiyse; burada mücadelenin hedefi, özelleştirmeyi kendi dünya hegemonyasını pekiştirmenin bir aracı olarak kullanan emperyalizmdir. Emekçiler bu saldırıyı püskürttükleri ölçüde, ülkede özelleştirmenin yol açacağı sonuçları ortadan kaldırmanın imkânını elde ederler. Ya da özelleştirmeyi gerçekleştirmeyi amaçlayan büyük patronlar ve hükümetin bu alandaki politikalarına karşı mücadele emperyalizme karşı mücadeleyle birleşmediği ölçüde ciddi anlama sahip olamaz. Nitekim işçilerin, özelleştirmeye karşı çıkmayı ülkenin bağımsızlığı olarak ele almaya başlamalarıyla birlikte, özelleştirme mücadelesi sisteme karşı bir çıkış olmaya yönelmiş, bu da mücadelenin radikalleşmesinin önünü açmıştır. Burada kararlılık ve direniş noktası “özelleştirmeye hayır” sloganıyla ifade edilmektedir. Emekçilerin mücadelesi, özelleştirmecilerin saldırısını püskürttüğü ölçüde özelleştirmeye karşı mücadele de yeni mevziler kazanır; birtakım “çözümlere” varır ama bu, çözümü belirleyen karşılıklı güçlerin çarpışmaları sonucu elde ettikleri mevzilere uygun bir çözümdür. Ve asıl amaca varılıncaya kadar da bu çözümlerden hiçbiri nihai bir çözüm olarak kalamaz. Çünkü özelleştirmecilerin geri adım atmış olması, emekçilerin kimi taleplerini kabul etmiş olması, emekçilerin tüm taleplerini alması anlamına gelemez; çünkü özelleştirme, yukarıda da belirtildiği gibi, uluslararası tekellerin, emperyalistlerin dünya egemenliği amaçlarının önemli bir aracıdır ve uluslararası sermaye püskürtülmeden Türkiye’nin bağımsızlığı yolunda önemli adımlar atılmadan, özelleştirmecilerin kalıcı olarak geri çekilmesi de mümkün olamaz. Dolayısıyla “KİT’lerin ne olacağı”, özelleştirmenin gerçek alternatifinin KİT’lerin burjuva devlet mülkiyetinden kurtarılması ve sosyalizme giden yolda önemli ekonomik kurumlar olarak yeniden organizasyonunun koşulları ancak o zaman doğar. Bu aşamaya kadar bütün “ara çözümler”, mücadelenin daha ileri atılımı için dayanak olan, geçici emek cephesinin gücünün daha ilerisine yetmediği için razı olduğu çözümlerdir.
Benzer kategoriden bir diğer talep de “MGK kaldırılsın” talebidir. Keskin takımı, “MGK kaldırılırsa demokrasi mi gelecek” diyor. Ya da benzer bir biçimde “DGM kalkarsa adil yargı mı olacak” diyorlar. Örneğin burjuvazinin çeşitli fraksiyonları, “artık MGK’ya ihtiyaç kalmadı kaldıralım” diye aralarında anlaşıp MGK’yı (ya da DGM’yi) kaldırırsa elbette bunun, ne ülkenin demokratikleşmesine ne de adaletin adilliğine bir katkısı olamaz. Ama bugün, emekçiler, işçiler, burjuvazinin çözülme içinde olmayan tek kurumu MGK’nın kaldırılması için mücadeleye atılır ve MGK’yı kaldırtacak bir bilinç ve örgütlenme düzeyine ulaşırsa, elbette ki; bu ülkenin demokratikleşmesi açısından dev bir adım olur. Çünkü bu boyutta birleşmiş ve ileri atılan bir emekçi hareketi karşısında, burjuvaziyi MGK’yı kaldırtacak kadar zorlayan bir emekçi hareketi karşısında hiçbir burjuva kurum, burjuva devlet sisteminin diğer kurumları, oldukları gibi kalamazlar. Bu yüzden de MGK’nın kaldırılması talebinin, eğer su katılmamış idealistler değilseniz, Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesinde önemli bir talep olduğunu inkâr edemezsiniz.
Kısacası taleplerin kendi başlarına ifade ettikleri anlam, çoğu zaman yanıltıcıdır. Talepler, ancak diğer taleplerle içsel bağlantısı içinde ele alındıkları, çözümleri bu bağlantılarla birlikte değerlendirildikleri ölçüde anlamlıdır. Gerçek hayatta olan da budur.
Talepler üstünden yürütülen mücadelenin bir diğer işlevi de: emekçilerin kendi talepleri uğruna mücadele içinde eğitilmesi; dünyada olup bitenleri kavraması; örgüt ve bilinç düzeylerinin ilerlemesidir. Örneğin işçilerin, emekçilerin mücadelesi, bugünkü düzeyinde iken, burjuvazi işletmeleri özerkleştirse de, işçilerin yönetimine vermeye kalksa da, bugünkü haliyle bıraksa da sonuç çok değişmeyecek; kısa bir süre sonra özelleştirmeden beklediği sonuçlan elde edebileceği bir pozisyon kazanacaktır. Karabük Demir Çelik Fabrikaları 4 yıl önce işçilere devredildi. İşçiler, “artık bizim fabrikamız oldu” yanılsaması içinde “sıfır zam”la çalıştılar. Ama aradan geçen kısa süre içinde fabrikanın hisse senetlerinin yüzde 60’ının Sabancı Holding tarafından toplandığı ortaya çıktı. Demek ki; işçiler, emekçiler, burjuvazinin politikalarına müdahale eden bir pozisyona geçemedikçe, özerk ya da işçi yönetimindeki KİT’leri bugünkünden bile beter duruma getirip “çözümü” çözümsüzlüğe götürmek için burjuvazinin elinde sayısız olanaklar olmaya devam edecektir.
Eğer bugün burjuvazi ve hükümetleri, bocalıyorsa bunun nedeni masa başı çözümlerinin kafa karıştırmasından değil, “özelleştirmeye hayır”, “sorun bağımsızlık sorunu” diye “şalter indirme “ye hazırlanan, işletmelere sahip çıkan işçilerin, kamu emekçilerinin tutumundan dolayıdır. Bugün görev, emperyalizmin dünya hegemonyasının en önemli araçlarından birisi olan özelleştirmeye karşı, mümkün bütün güçleri birleştirmek, ülkenin bağımsızlığı ile özelleştirmeye karşı mücadelenin ilişkisini aydınlatmak, bunun işçiler ve emekçiler için anlamını yaygınlaştırmak belirleyici bir öneme sahiptir. Emek cephesi, ancak gericiliğin, emperyalizmin özelleştirme saldırısını püskürttüğü, püskürtme yolunda adımlar attığı, mücadelede yeni pozisyonlar kazandığı ölçüde kendi nihai hedefine giden yolda geçici çözümlerin ne olduğunu tartışabilecektir.

Ağustos 1998

Yerel çalışma ve partinin kitleselleşmesi

Seçim çalışmasının ortaya çıkardığı en önemli derslerden birisi de çalışmanın kitleselleşmesi, aynı anlama gelmek üzere “yerelleşmesi” ihtiyacıdır.
Seçim çalışması, iki seçimin bir arada yapılmasının vb.nin doğurduğu kimi güçlükler bir yana, yerel çalışmanın önemini ve bu çalışmanın “genel çalışma” üstünde, kitlelerle bağ kurma üzerinde etkili olduğunu göstermesi nedeniyle son derece öğretici oldu. En azından şu söylenebilir ki; “neden şu kadar değil de bu kadar oy aldığımızın” yanıtı, aslında partinin yerel çalışmada ne kadar mesafe kat etmiş olduğunun ve emekçilerin gündelik hayatına ne ölçüde yön verdiğinin ipuçlarını barındırır. Çünkü “yerel çalışma”, aynı zamanda, bir partinin gerçekten parti gibi davranabilmesi için gerekli yığın ilişkisini, kitle gücünü o partiye sağlayan çalışmadır.
Burada hemen belirtelim ki; yerel çalışma derken, belediyelerin görevi olarak belirlenen sorunlarla sınırlı bir çalışmayı kast etmiyoruz. Başka bir söyleyişle yerel çalışma derken, partinin, belediye hizmetlerinin iyileştirilmesini sağlamak üzere yürütmesi gereken çalışmadan söz etmiyoruz.
Yerel çalışma; partinin politikalarının emekçilere, onların gündelik, olağan yaşamları içinde iletilmesini ve giderek gündelik yaşama derinlemesine nüfuz etmesini amaçlayan çalışmadır. Burada çalışmaya “yerellik” özelliği kazandıran, partinin halkla her günkü ihtiyaçlarını elde etme faaliyeti içinde onlarla yüz yüze gelmesi; partiyi, politikalarını, dünyada olup bitenleri, kentinde mahallesindeki gidişatı, komşusuna, hemşerisine anlatmak; partinin aydınlatma faaliyetini olağan bir iş haline getirmektir. Elbette ki; kimi zaman yerel çelişkiler, kimi zaman partinin dünya ve ülke ile ilgili görüşleri gündeme gelebilir. Nasıl ki bir fabrikadaki ajitasyonumuz sıkça orda olup bitenden kalkarak bir sistem eleştirisine dönüşürse; yerel çalışmada da yerel çelişkileri değerlendiren, yerel imkânları gözeten, onları kullanan bir tarz kendisini hissettirir. Çalışmada yerel çelişkilerden yola çıkılmış olması, çalışmanın da yerelleştiği anlamına gelmez. Ama parti, yerel imkânları kullanabilirse; bu yerel imkânları, ortaya çıkan çelişmelerin emekçiler lehine çözülmesi ve partinin görüşlerinin halka anlatılması için değerlendirebilirse; bu yerelliğin aslında ülke ve dünyadaki genelin bir parçası olduğu gerçeği ortaya konabilirse; ancak o zaman çalışmanın partinin yerel çalışması düzeyine yükseldiği söylenebilir. Yerelleşmiş bir parti çalışmasından söz edilebilir.
Demek ki yerel çalışma; partinin dünya görüşünün, programının, politikalarının emekçi yığınlara gündelik hayatları ve doğal ilişkileri içinde benimsetilmesini sağlayan çalışmadır. Çok açıktır ki; bu çalışmanın esasını, kesintisiz, sistemli bir ajitasyon faaliyeti ile günün yirmi dört saati yığınların içinde olmaktan doğan sayısız ve sınırsız yeni ilişki imkanını değerlendirmek oluşturur.
Burada, “Yerel olan nedir?” sorusu akla gelir. Ülkeye göre il, ile göre ilçe, ilçeye göre belde, beldeye göre mahalle, semt sokak yereldir. Başka bir söyleyişle, partimizin yığınlarla bağlantı kurduğu en dar çalışma alanları bile kendine has özellikler ve dolayısıyla imkânlar sunar. Bu yüzden de; çalışma ne kadar yerelleşirse, parti politikalarının yığınlar içine nüfuz etmesinin imkânları da o kadar dolaysız olur, o kadar artar.

İŞÇİ-KİTLE PARTİSİ OLMAK İÇİN
Yukarıda çizilen çerçeveyi de gözeterek, soruna biraz daha yakından bakalım. “Yerel çalışma” alanının kendine has özellikleri derken, çalışmanın amaçlandığı “yer”in nüfus bileşim özellikleri, kültürel yapısı, sanatsal faaliyetler, spor kulüpleri, entelektüel durum, gelenek-görenekler, yerel basın ve yayın organlarından yararlanırlık düzeyi, yerel yönetim hizmetlerinin düzeyi, bölgede yaşayan insanların, milliyet, dil, din, sosyal etkinliklerde yer alış tarzları gibi, o çalışılan “yer”e ilişkin pek çok özellik kast edilir.
Partinin burada yürüteceği çalınmada yer alan partililer; aydınlatma faaliyetinde bütün bu alanlardaki “yer”e has özellikleri dikkate almak zorundadır, Dahası parti örgütleri oluşturulurken, ajitasyon konuları belirlenirken, şu veya bu konuya ilişkin eylem çağrıları yapılırken bu özellikler gözetilmezse; ajitasyon doğru, yığınların nabzını tutan bir ajitasyon olmaz.
İktidar mücadelesi veren her parti, halkın çoğunluğunu siyasi hattına kazanmaya çalışır. Çünkü yeni kurulmuş, yığınların küçük bir bölümünü kazanmış olan bir partinin genişleyebilmesi, çoğunluğu peşinden sürükler hale gelebilmesi için, diğer partilerin etkisi altındaki insanları kazanması, onları o partilerden kopararak kendi çekim alanı içine alması gereklidir. Ancak böylece bir parti “küçük”ken büyür; etkisi “az”ken bütün ülke sathına yayılabilir.
Emeğin Partisi, bir işçi-kitle partisi olmak amacıyla kuruldu. Ve bu da demektir ki; EMEP, kitleselleşmeli; işçilerin, emekçilerin çoğunluğunu kendi çatısı, en azından etki alanı altına toplamalıdır. Aksi halde; ne işçi kitle partisi olabilir ne de böyle bir parti olarak emekçilerin iktidarı ele geçirmesinin aracı olabilir.
Partilerin halk içindeki örgütleniş biçimine bakıldığında (burada sözü edilen parti yerel örgütleridir; ancak sözü edilen yerel örgütler sadece yasal olarak kurulan il, ilçe, belde örgütleri değil, partilerin fiilen bir bölgede faaliyet gösteren yerel örgütlerinin her türüdür) yerel örgütlenmenin önemi çok daha iyi anlaşılır. Çünkü partiler, eninde sonunda halk yığınlarıyla bu temel taban örgütleri aracılığı ile yüz yüze gelmektedir. Elbette “liderlerin” TV konuşmalarının, mitinglerinin, medya aracılığı ile partinin tanıtımının da emekçi yığınları etkilemesi söz konusudur. Ama bu tanıtım tarzlarının, sonucu belirleyici olmadığını 18 Nisan seçimlerinde bir kez daha gördük. Eğer bu tanıtım tarzları belirleyici olsaydı; ÖDP üçüncü parti; MHP ise ancak beşinci parti olurdu. Özellikle son 10 yıldaki seçimler gösterdi ki; yığınları asıl etkileyen partilerin yerel çalışması; emekçilerle parti kadrolarının yüz yüze gelmesi; bu yüz yüze gelişin her gün ve sistemli olmasıdır. Belki DSP örgütlenmesinde Ecevit’in kişiliği belirleyici bir rol oynamıştır; bu da genel kurala uymayan bir durumdur. Ama yine de son tahlilde yerel örgütlerin belirleyici bir role sahip olduğunu söyleyebiliriz.
EMEP gibi bir parti için yerel imkânlardan yararlanma, parti programının yığınlar arasında nüfuz etmesi çok daha önemlidir. Çünkü sistem partileri, şu veya bu ölçüde tekelci medya grupları tarafından tanıtılmakta, bu partiler burjuvazinin iletişim aygıtlarını kullanarak faaliyetlerinden yığınları haberdar edebilmektedirler. Ama sisteme karşı bir parti olan EMEP için durum tamamen farklıdır. Kuruluşundan beri EMEP, burjuva medyası tarafından keskin bir burjuva bilinciyle “suskunlukla boğulmak” istenmiştir.
EMEP’le ilgili haberler verilmek zorunda kalındığında ise çarpıtılmış, hiç olmazsa partinin adı yanlış (örneğin “Emek Partisi” olarak) söylenmiş, sonuçta bırakalım partinin faaliyetini, adının yayılması bile engellenmek istenmiştir. Bu yüzdendir ki; EMEP için yerel çalışma, sadece politikalarının yığınlar içinde yayılması için değil, adının yaygınlaştırılması için bile zorunludur.

DİYARBAKIR-BURSA, ATAKÖY-ŞİRİNEVLER “YERELLİĞİ”
Yeniden “yerel çalışma”nın özelliklerine dönersek, “yerel özellik” denilen şey; bir ilin, bir ilçenin, bir semt ya da işyerinin “kendine has”, onu diğerlerinden ayıran özelliklerdir. Örneğin Diyarbakır’la Bursa; ikisi de ildir; ama birinde yapılacak ajitasyon ötekinden, hem konusu, hem kullanılacak araçları, hem de hangi dilde olursa etkili olacağı ve benzeri gibi sayısız farklılıkla ayrıdır. Kuşkusuz bu illerin çalışmada sunduğu olanaklar da tamamen farklıdır. Birisinde olanak, avantaj olan diğerinde dezavantaj olarak (örneğin Kürt sorununun var olması) karşımıza çıkabilir.
Söylediklerimizi bir örnekle somutlayalım. İstanbul gibi, onlarca ilçe, yüzlerce semt ve mahalleye bölünmüş bir kentte; bunlar bitişik semt ve mahalleler bile olsa, birbiriyle pek çok farklılıklar göstermektedir. Ataköy ile Şirinevler semtlerini sadece bir yol, ünlü E–5 asfaltı ayırır. Ama Ataköy, Avrupa’nın en gelişmiş kentleriyle yarışacak bir gelir düzeyini, kendine has bir nüfus bileşimini, bütün Türkiye’de birkaç yüz bin kişi arasında görülebilecek bir ekonomik ve sosyal ilişkiler düzeyini temsil ederken (tabii Ataköy’de orta ve ortanın altındaki koşullarda yaşam sürdürenler az değildir; ama biz burada Ataköy adının çağrıştırdığı sosyal ilişkiler bütününden söz ediyoruz), Şirinevler, işsizlerin, yoksul tekstil işçilerinin, üç-beş kişinin çalışmasıyla ancak geçinebilen, değişik kentlerden İstanbul’a göç etmiş çeşitli gelir düzeylerinde ve ortalama durumu yoksulluk sınırının altında olan bir emekçi semti görünümündedir. Öyle ki, bu iki semti ayıran E-5’in iki yanında duraklar bile farklı renktedir. Belediyenin bu semtlere tahsis ettiği toplu taşıma araçlarının iç dizaynı ve dış görünüşü de farklıdır. Her ailenin zaten bir iki otomobili olan Ataköy’e eldeki en yeni araçlar verilirken, Şirinevler’e eski otobüsler sefer yapar. Denebilir ki; E–5 iki “farklı dünyayı” ayırır. Hele Şirinevler’den daha da arkalara, sadece birkaç kilometre kuzeye doğru gidildiğinde; yoksulluğun boyutları hızla artıp sokaklara dökülür. Sokaklarda, tek oyuncakları orada burada buldukları pet şişeler, kola kutuları olan bakımsız çocuklar, salaş okullar, 90 kişilik sınıflar, işsiz, “balici” gençler, günde 16 saat çalışmaya zorlanan tekstil işçileri, her türlü sosyal güvenlikten yoksun yaşlı insanlar, emekli işçiler, gecekondular, vb. gibi her adımda yoksulluğun yeniden üretildiği, hatta Ataköy’ü hem bir günah cehennemi hem de hayalindeki cennet olarak gören (Ataköylüler de, E-5’in üstündeki yoksul kalabalığı, İstanbul’a gelip şehri kirleten, kenti suç ve pislik batağına çeken işsiz güçsüz serseriler topluluğu olarak görür) yaşantısıyla hayalleri, oy verdiği parti ile istekleri, gördüğü ile düşündüğü, inandığı ile uyguladığı, yaptığı ile söylediği derin çelişkiler gösteren bir kalabalığa gömülünür. Kahveler, birahaneler, dernek vb. gibi “keyif” için gidilen yerler bile izbeleşir; bakımsızlığın, yoksulluğun izlerini taşıyan mekânlara dönüşür E-5’in kuzeyindeki İstanbul semtleri. Spor bile renk değiştirir. Ataköy’deki yeşil sahaların, tenis kortlarının, kapalı yüzme havuzlarının, envai çeşit alet sunan spor salonlarının yerini; eğer yeterince büyük bir alan bulunabilirse; evlerin ve fabrika arazilerinin arasına sıkışmış, yazın toz, kışın çamura bulanan boyu hiçbir ölçüye uymayan futbol sahaları alır; ya da karanlık kişiler tarafından işletilen “karate” salonları vs.
Kısacası; partimizin E-5’in deniz tarafındaki Ataköy’deki ajitasyonu ile kuzeyindeki semtlerdeki ajitasyonunun ne konuları ne de yararlandıkları olanaklar aynıdır. Dolayısıyla da, partimiz, çalışmasını yerelleştirmek, yerel imkânlar ve çelişmeleri doğru ve yerinde değerlendirmek zorundadır. Bu yüzden çalışmamızı bu açıdan da gözden geçirmek durumundayız.
Tabii ki, her zaman her şey karşımıza “Ataköy-Şirinevler tablosu” kadar siyah-be-yaz olarak çıkmaz. Tersine çoğu zaman pek çok özellik biri ötekinin içine geçmiş olarak bulunur ve bu durumda da partimiz; yerel olanı yakalamak, yerel olanın insanlar üstündeki etkisinden yararlanarak onları aydınlatma, kazanma faaliyetini sürdürmek zorundadır.
Bu defa da biraz daha birbirine yakın özellikler taşıyan iki ilçeyi örnek alalım;
Bursa’nın İnegöl ve Mudanya ilçelerini.
Bursa’nın İnegöl ilçesi, Diyarbakır’ın herhangi bir ilçesiyle ya da İstanbul’un Şirinevler ve Ataköy ilçeleriyle ölçülemeyecek kadar Bursa’nın Mudanya ilçesine benzer.
Ama bu iki ilçede çalışma yapacak parti örgütleri bu iki ilçenin birbirlerinden farklılaşan yönlerini görmek, bu farklılıkların çalışmada kolaylık sağlayanlarını değerlendirmek zorundadırlar. Örneğin İnegöl’de çalışma yapacak parti örgütü; İnegöl’ün bir işçi bölgesi olduğunu, Kürt, Çerkez, Türk ve göçmenler arasındaki nüfus dengesinin getirdiği avantajları ve muhtemel kışkırtmaların getireceği dezavantajları çalışmasında dikkate almak, bu özellikler tarafından belirlenen olguları hesap etmek zorundadır.
Mudanya ilçesinde faaliyet gösterecek parti örgütü; sınıf çelişmeleri çok keskinleşmemiş, az çok varlıklı nüfusun çoğunlukta olduğu, bir işçi grevi, yığın gösterisi tanımamış bir yörede çalışma yaptığını bilmek, çalışmasının ayrıntılarında bu özellikleri hesap etmek zorundadır. Dahası şimdi Öcalan davasının mekânı olarak Mudanya, önceden hesapta olmayacak bir biçimde Kürt düşmanlığının kışkırtıldığı, ama aynı zamanda gündelik sakin yaşamı alabora edilmiş bir ilçe olarak, belki de “Mudanya Mütarekesi’nden beri ilk kez, kamuoyu gündemine böylesine yoğun bir biçimde girmektedir.
Elbette Mudanya’da da birkaç önemli fabrika vardır; parti buralarda çalışmayı (fabrikada çalışan işçilerin de bu ilçenin kendine has özelliklerinden etkilendikleri gerçeği de unutulmamalıdır) en önemli görev olarak önüne koymak durumundadır. Ama içinde çalıştığı nüfus dokusunu dikkate alarak bu işletmelerde çalışacağı; halkın geri kalan kesimlerinin duygu ve düşüncelerini değiştirmek için birtakım yol ve yöntemler geliştireceği, İnegöl’deki parti örgütünün pek hesap etmek zorunda kalmayacağı duyarlılıkları hesaplaması gerekeceği ortadadır.
İki ilçenin tarihsel özellikleri, kimi gelenekleri, nüfusu oluşturan etnik katmanlardan beslenme alışkanlıklarına kadar pek çok fark bu iki ilçedeki parti örgütlerinin çalışmalarının olanaklarını artırıcı ya da sınırlayıcı rol oynar. Dahası iki ilçenin kendi günlük gazeteleri, TV kuruluşları, geleneksel olarak oluşmuş kendilerine has bir entelektüel yaşamları vardır ve bunları halkın aydınlanması için değerlendirmek partinin görevleri arasındadır. Dolayısıyla da her iki ilçede ajitasyon yapan Emeğin Partisi örgütleri aynı ajitasyonu yaparsa; aynı çelişkilerden kalkar, aynı üslubu, aynı araçları kullanırsa, bu; bu ilçe örgütlerinden birinin, belki de ikisinin birlikte yanlış yaptığı anlamına gelir.
Ya Diyarbakır’ın Lice ilçesi ile Bursa’nın İnegöl ilçesi karşılaştırılıra? Bu iki ilçe arasındaki farklara, artık “fark” demek yetmez; “uçurum” demek gerekir. Ve tabii partimizin İnegöl örgütü ile Lice örgütü tamamen farklı araçlar ve olanakları kullanmak durumundadır.
Demek ki; partimizin sadece kırsal alan, kent, işçi sınıfı ya da diğer alanlarda çalışan örgütlerinin çalışmasının kendisine özgü olması yetmez, aynı zamanda bütün parti örgütlerimizin yerel özelliklerden mümkün olduğunca yararlanması gerekir.
Yerel çalışmayı tanımlarken de belirtildiği gibi; çalışmanın yerelleştirilmesi demek, sırf yerel talepler üstünden yürütülen, onlarla sınırlı bir ajitasyon değildir. Tersine daha çok genel taleplerin, genel ajitasyonun da; yerel imkânların yarattığı elverişli koşullardan, araçlardan, yerel dayanaklardan yararlanarak sürdürülmesi demektir. Dolayısıyla parti çalışmasının yerelleşmesi demek; o bölgedeki parti örgütünün yığınlar içine nüfuz etmesi kadar, aynı zamanda çalışmanın götürülmesinde yerel olanakların kullanılmasıdır da. Ve illa bir sınırlama yapacaksak; parti yerel olanakları yerinde ve yeterince kullandığı ölçüde emekçi yığınların içine nüfuz edebilir. Aksi halde çalışma son derece güçleşir; parti, halk tarafından yığınlara dışarıdan seslenen, yabancı bir olgu olarak algılanır ve öyle de kalmak zorunda kalır.
Demek ki; partinin kitlesel bir karaktere bürünmesi ve çalışma alanındaki işçi ve emekçi kesimleri kendi etki alanına çekebilmesi için bu yığınlarla ilişkisini kesintisiz, gündelik hayatın doğallığı ve emekçilerin her günkü hayatlarının unsuru haline gelmiş olan (sendika, kooperatif, kahvehane, kütüphane, okuma odaları, yerel ve etnik dernek ve etkinlikler, spor kulübü etkinlikleri, kültürevi, resmi ve sivil sosyal kurumlar, yerel basın ve yayın kuruluşları, sportif ve kültürel etkinlikler, meslek kursları vb. gibi) yerel imkânları, olanakları kullanarak sürdürmesi gerekir.

Haziran 1999

1 Mayıs’ı, 1 Mayıs sonrasına taşımak

Bu yıl, işçi sınıfının Birlik, Dayanışma ve Mücadele Gününün, işçi sınıfının tek uluslararası (enternasyonal) bayramının 111. yıldönümünü kutluyoruz.
111 yıldan beri dünyanın bütün işçileri, bazen şu bazen bu ülkede somutlaşan, ama tüm dünya işçilerinin duygularını temsil eden gösterilerle, sınıfın idealleriyle günlük taleplerini birleştirip sermayenin ve hükümetlerinin karşısına çıkmaktadırlar.
İşçiler; her 1 Mayıs günü, sanayi kentlerinin varoşlarından kapitalistlerin kâşanelerine ya da yaldızlı vitrinlerine mekânlık yapan kent merkezlerine yürüyerek kapitalist sömürüye olan öfkelerini dile getirmektedirler.
Kapitalist baskı ve sömürüden ebediyen kurtulma düşüncesini paylaşmak, birliklerinden doğan gücü birbirine sıkıca kenetlenen ellerinde hissederek ve son zafer için aralarındaki dayanışma ve mücadele azmini yenileyerek, aynı heyecan ve aynı duygularla, gelecek güzel günlere olan inançlarını 111 yıldır her 1 Mayıs’ta dosta düşmana ilan ediyorlar.
Tarihte, bir ulus, bir halk, bir sınıf için önemli olan olayların (dini, siyasi, sosyal bir olay olabilir) yıldönümleri, en azından o tarihsel olay, o toplum tarafından tümüyle “aşılıp” sadece bir “geçmiş” oluncaya kadar kutlanması geleneği hemen bütün toplumlarda vardır. Bu kutlama günlerini bazıları bölgesel ve ulusal sınırlarla kısıtlı (kurtuluş günleri, ulusal bayramlar vs.) iken bazıları ise bütün bir dinin yayıldığı ülkeleri ve bölgeleri (dini bayramlar, kandiller, yortular vs.), bazıları da bütün dünyayı kapsayan bir genişliğe (yeni yıl kutlamaları, 1 Mayıs, Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü, Paris Komünü’nün Yıldönümü vb.) sahiptir.
Bu kutlamaların önemli bir kısmı, özellikle “resmi kutlama” kategorisine girenler, rutin ve mistik bir içerik kazanmışlar; “her yıl” rutin bir biçimde kutlanmaktadırlar. Bazı kutlamalar ise; her gün yeniden canlanıp anlamlanan bir içerikle kutlanmaya devam etmektedir. İşte 1 Mayıs, az sayıdaki bu ikinci kategoriye dâhil günlerden biridir.

ÜRETİM VE HİZMET BİRİMLERİNDEN ALANLARA!
Ama elbette 1 Mayıs kutlamaları da, her çevrede ve her ülkede farklı biçimler alabilmektedir. 1 Mayıs pek çok çevrede ve ülkede “rutin törenlerle”, mistik bir içerik kazandırılarak kutlanmaktadır. Bu yüzden de; 1 Mayıs için, “kutlama günleri içinde en çok rutinleştirilen ve mistik bir zarfa hapsedilen bir gün olmuştur” dersek önemli bir gerçeği ifade etmiş oluruz. Çünkü sınıflar mücadelesinin az çok durgun bir seyir izlediği dönemlerde ya da işçi hareketi içinde reformculuğun, uzlaşmacılığın egemenliğinin arttığı dönemlerde, “rutinleşen”, geçmiş bir tarihteki kahramanlıkları anlatan bir üslubun egemen olduğu kutlamaların genelleşmesi sıkça görülmüştür. Ama hareketin temposunun yükselmesiyle, “birlik”, “mücadele” ve “dayanışma” kavramlarında ifade bulan içerik, 1 Mayıs’ın temsil ettiği değerler mistik-nostaljik zarfı parçalayarak kutlamalara hakim olmuş, kendi nitelikleri ile yeniden dirilmiştir; bu 111 yıllık tarihin bir özelliğidir. Şöyle ki:
Sınıfın birlik, dayanışma ve mücadele günü olarak 1 Mayıs; bir yandan burjuvazi öte yandan burjuvazinin sınıf içindeki uzantıları, reformcular, sendikal bürokrasi ve çeşitli burjuva unsurlar tarafından bir törene dönüştürülmeye çalışılmış, bugün de bu çalışmalar her araçla ve her vesileyle yeniden gündeme getirilmektedir. Örneğin Türkiye’deki sendikal bürokrasi, hemen her 1 Mayıs öncesinde; “Bu yıl da 1 Mayıs’ı kırlarda kutlayıp kavga değil kardeşlik değerlerini öne çıkarsak daha iyi olmaz mı?”, “Salonda kutlamak daha iyi değil mi; meydanda gürültülü sloganlardan ne anlaşılıyor?” gibi “masum” bir söylemle, nabız yoklar. Çoğu zaman işçilerin homurtuları karşısında bu önerisinden cayıp meydanlara çıksa da; bulduğu ilk fırsatta da salona kapanır. Son 10 yıl içinde bunun pek çok örneği görüldü. Tabii, 1 Mayıs gününü “bahar bayramı” ilan ederek saptırma çabalan, “bahar bayramı” olarak bile kutlanmasının yasaklanması, kanlı provokasyonlarla, tutuklamalarla, ölümlerle ilerledi, 1 Mayıs’ın Türkiye’deki tarihi.
Burjuvazi, 1 Mayıs’la ve elbette simgelediği işçi sınıfının “birlik, mücadele ve dayanışma” değerleriyle uğraşmaya, bu değerleri yok etme çabalarına hiçbir zaman ara vermedi. Bu yüzden de sadece Türkiye gibi ülkelerde değil, bütün kapitalist dünyada sermaye ve hükümetleri, onun güvenlik güçleri; 1 Mayıs’ın yasaklanması ya da çarpık bir içerikle kutlanması için elinden geleni yaptı, yapmaya devam ediyor. Bu yüzden de 1 Mayıslar; işçilerin dikkatinin başka konulara yöneldiği, işçi hareketinin üstündeki burjuva, reformcu etkilerin artmasına paralel olarak kutlamaların birer karnavala dönüşmesi ya da rutin törenlerle oldubittiye getirilmesi taktiği hep gündemde oldu. Sermaye ve doğrudan burjuva çevrelerin müdahalelerinin yetmediği noktada “sol”, sınıf dışı siyasi çevre ve grupların müdahaleleri ile 1 Mayıslar, sınıftan kopuk, “devrimciler”in kutladığı bir güne, “komünistler”in, “sosyalistler”in bayramına dönüştürüldü. Bu tür “sol”, sözde sosyalist gruplar; çoğu zaman 1 Mayıs’ın, sınıfın uluslararası bir dayanışma günü olmasından kalkıp, “baskıdan ve sömürüden kurtuluş” idealini, nihai amaçlarını öne çıkararak, onu sınıfın günlük mücadelesinin dışına çekerek, günlük mücadele taktikleri tarafından “kirletmeden” kutlamak için rutinleştirmişlerdir. Öyle ki; keskin sosyalist kimi siyasi çevrelerin, bir 1 Mayıs’ta bastıkları “klasik” bir bildiriyi, yıllarca dağıttıkları, bunu da kendileri için, eskimeyecek bir bildiri yazacak kadar uzak görüşlülüklerinin bir başarısı olarak övünç kaynağı yaptıkları bir gerçektir. Çünkü bu çevrelere göre 1 Mayıs, sınıfın uzak geleceğe dair “kutsal ideallerinin simgesi”dir ve öylece de kalmalı, her yıl da bu simge özelliği ile kutlanmalıdır. Öyle olunca da; bugün o uzak geleceğin, baskısız ve sömürüşüz dünya idealinin çok gerisinde talepler için mücadele eden işçi sınıfının 1 Mayıs’ı kutlaması elbette beklenemez. Bu yüzden de son 10 yıl içinde çeşitli “sol” gruplar, işçilerin kendi talepleriyle alanları doldurmasını, “reformcu 1 Mayıs kutlaması” olarak ilan ettiler. Kendileri ise “devrimci 1 Mayıs kutlaması” adı altında alanlarda provokatif nitelikli eylemler yapmaya çalıştılar. İşçilerin girdiği alanlara girmeyi bile reddederek, devrimcilik tasladılar. Bu çizgi, son yarım yüzyılda gelişmiş kapitalist ülkelerin yığınlarla bağları kopmuş ya da hiç bağ kuramamış “anarşist”, “otonom” grupları ile kendisini sınıfın yerine geçiren, çoğunluğu sınıf dışı unsurlardan oluşan “sol” çevrelerin çizgisi olarak biçimlenmiştir.
1 Mayıs’ın tipik “rutin” kutlamalarının örneklerinden birisi de Japonya’dır. Her 1 Mayıs’ta Japonya’da 3–4 milyon işçi, sendikaların çağrısıyla bir meydanda toplanıp sendika liderlerinin mesajlarını dinledikten sonra, “bir dini görevi yerine getirmiş olmanın iç huzuru”yla alanı terk etmektedir. Ertesi gün ise kutlamalar sadece haber bültenlerinde rutin haberler bölümünde yer almanın ötesinde bir anlama sahip olamamaktadır.
Türkiye’de ise, 1 Mayıs kutlamalarında, bir zamanlar iş, “İlla da Taksim” diyenlerle, “salonda” kutlamacılar tarafından sınıftan kopuk 1 Mayıs kutlamalarına kadar varmışsa da; Türkiye’de bir yanıyla 1 Mayıs’ın bir “meşruiyet” ve “yasallık” sorununun olması, ama daha çok da sınıfın talepleri ve sınıfın ileri kesimlerinin bu eğilimlere yüz vermeyen bir tutum takınıp alanlarda kutlamada ısrarlı olmaları nedeniyle “İşçi Bayramı”nı işçiden ayrı kutlama girişimleri, hem “saloncular”ın hem de “Taksimci”lerin akamete uğramasıyla sonuçlanmıştır. Nitekim son yıllarda iki taraf da “ısrar”ından vazgeçerek, daha doğrusu ısrarlarını “bir başka bahara bırakmak zorunda kalarak”, alanlara çıkmak, sınıfın talepleriyle 1 Mayıs ideallerinin, birleştiği kutlamalara “katlanmak” zorunda kalmışlardır.
Ancak şu da bir gerçek ki; sendikal bürokrasinin baskısı sonucu işçilerin 1 Mayıs kutlamalarına katılımının giderek düşmesi, öte yandan sınıf partisi başta olmak üzere, çeşitli siyasi çevrelerin, genellikle emekçi semtlerinden kalkıp gelen “kendi kitleleri”yle (partinin yakın çevresi) sınırlı bir katılımı esas alan (işçi katılımının sendikacılar tarafından sağlanması gerektiğini benimseyen yanlış düşünce) tutumları, bir başka türden “mistisizmi”, bir başka türden “rutinliği” 1 Mayıs kutlamalarına bulaştırmış bulunmaktadır. Nitekim sınıf partisi, her yıl biraz daha çok hissedilen bu zaafa işaret ederek, 1 Mayıs 2000 kutlamalarının biçimini, “FABRİKALARDAN, HİZMET KURUMLARINDAN ALANLARA!” sloganıyla ifade ederek, 1 Mayıs’ın kendi anlam ve içeriğine uygun kutlanması için yeni bir adım atmıştır.

HEP KÜLLERİNDEN DOĞMAYI BAŞARMIŞ BİR BAYRAM: 1 MAYIS!
Bir yandan burjuvazi, öte yandan da burjuvazinin işçi sınıfı içindeki uzantılarının “rutin” ve “mistik” bir içeriğe mahkûm etmek için yaptıkları onca manevra ve gayretkeşliğe karşın 1 Mayıs, her seferinde yeniden içine hapsedilmek istendiği duvarları yıkarak, temsil ettiği idealler ve tarihsel misyonu bakımdan hak ettiği pozisyonu kazanmıştır. Çünkü 1 Mayıs, hemen bütün tarihi boyunca, sınıfın en aktüel ama en yakıcı talepleri üstünden yükselmiştir. “Birlik”, “mücadele”, “dayanışma” bu taleplerin elde edilmesinin dayanağı olarak, her yeni adımda yeniden tarif edilerek, sınıfın daha geniş kesimlerine mal edilmesi amaçlanmış, işçi sınıfı enternasyonalizmi, baskısız, sınıfsız ve sömürüşüz bir dünya isteği bu aktüel taleplerin taçlandırılması olarak simgelenmiş, 1 Mayıs etkinlikleri ve gösterilerinde yerini almıştır.
Örneğin daha doğuşundan itibaren 1 Mayıs’ın, 8 saatlik işgünü (önce 10 saatlik işgünü) talebi gibi, bütün gelişmiş kapitalist ülkelerde aktüel ve en temel talepler üstünden yükselmiş olması ve bu taleplerin ülkeden ülkeye değişse de hemen bütün dünyada uzunca bir zaman aktüalitesini korumuş olması, 1 Mayıs’ın hep yeni ve canlı bir bayram olmasında önemli bir etkendir.
20. yüzyılın başından itibaren çeşitlenen ve genelleşen işçi talepleri her ülkedeki işçi mücadelelerini renklendirirken, 1 Mayısların bu taleplerin yaygınlaşmasının aracı olarak değerlendirilmesi, 1 Mayıs’ın, sadece gelişmiş kapitalist ülkelerde değil, sömürge ve yarı sömürge ülkelerde de yaygınlaşmasını getirmiş; aynı zamanda bu süreç, ulusal kurtuluş mücadelelerinin, bağımsızlık ve demokrasi mücadeleleriyle ilgili taleplerin, emperyalizme karşı mücadelelerin taleplerinin de 1 Mayıs’ın aktüel talepleri arasına katılmasının vesilesi olmuştur.
Ve elbette bu süreç, devrimci ve demokrat güçlerle, köylülük ve işçi sınıfı dışındaki emekçi kesimlerle işçi sınıfının birliği açısından bir rol oynamasının yanı sıra, sömürge ve yarı sömürgelerdeki işçi sınıfları ile emperyalist ülkelerin işçileri arasında birliğin sağlanmasının da köprüsü, vesilesi yapmıştır 1 Mayısları ve kutlamaları.
Nitekim 1970’li yıllarda, Türkiye’deki 1 Mayısların, aynı zamanda işçi sınıfı merkezli büyük anti-emperyalist gösteriler ve demokrasi talepleri ile işçi sınıfının güncel taleplerinin ortaklaşa haykırıldığı kutlamalar olarak şekillenmesi, bu kutlamalara yeni bir enerji katmıştır. Son 10 yıldır ise 1 Mayıslar; en azından genel olarak Kürt ve Türk işçilerin birliğinin öne çıktığı, Kürt sorununun çözümünün her milliyetten işçilerin, emekçilerin ortak mücadelesinin eseri olacağı fikrinin işçi ve emekçi yığınlar içinde yaygınlaştığı, işçi sınıfı enternasyonalizminin bu çerçevede yeniden yorumlanıp tartışılmasının vesilesi olmuştur. Bu özellikler aynı zamanda 1 Mayıs’ın bugün kazandığı içeriği ve içeriğin geliştirilmesi gereken yönlerini işaret etmesi bakımından önemlidir. Nitekim sınıf partisi, 1 Mayıs 2000 kutlamalarının “ülke çapında, (kutlamanın yapılabileceği her yerde) özüne ve tarihsel misyonuna uygun olarak yapılması için” yaptığı çağrıda iki noktaya dikkat çekmiştir.
Parti bu çağrısında öncelikle, işçi sınıfının sorunlarının özelleştirme ekseninde ele alınmasına, tüm diğer işçi sorunların (iş güvencesi, esnek çalışma, sendikasızlaştırma, sendikal yasaların demokratikleştirilmesi, IMF bütçesi vb.) özelleştirmeye karşı mücadele ile birleştirilmesi gerektiğine vurgu yapmıştır. Bu talebi 2000 1 Mayısı için öne çıkarırken, sorunun öteki yüzü olan demokratikleşme ile ilgili talepleri de gelinen süreçte, Kürt sorununun çözümü, Kürt ve Türk işçilerin birliği sorunu olarak ele alan yaklaşıma vurgu yaparak, 1 Mayıs vesilesi ile de enternasyonalizm sorununun en yakıcı ve ertelenemez yanının Kürt ve Türk işçilerin birliği, eşit ve kardeşçe bir birlik için taleplerin öne çıkarılması olarak ele almıştır.
Başka bir söyleyişle, 2000 1 Mayısı, işçi sınıfının uluslararası birliğinin simgesi olması özelliğinin görünür bir şekilde ortaya konmasına son derece uygun imkânlar sunmaktadır. Kürt sorununun çözümü konusunda, hem Kürt milliyetçisi çevrelerin iflas ederek sistemle ve gericilikle uzlaşma çizgisine çekilmiş olması, hem de egemen sınıfların 70 yıllık zorlamalarının bir sonuç vermeyeceğinin anlaşılmış olması Türk ve Kürt kökenli işçiler ve emekçiler arasında sorunun çözümü için yeni arayışları güçlendirmiştir. Bu arayışların Kürt milliyetçisi ve Türk liberal burjuva çevreleri tarafından da “demokratik cumhuriyet” çözümü arkasına alınma çabalarına karşın emekçiler arasında; asıl öne çıkan sorunun çözümünün “Türk ve Kürt emekçilerin birliği”nden geçtiği anlayışının daha çok yaygınlaşması (Örneğin 1 Mayıs öncesinde Diyarbakır’daki işçi sendikaları şubelerinin yöneticileri ile Evrensel’de yapılan söyleşiler ve haberler) enternasyonalist dayanışma bakımından son derece önemli bir dayanak olarak ortaya çıkmıştır. Elbette bu durum OHAL’in kaldırılması ve bölgede durumun normalleştirilmesinden, köylerinden kovulanların güven içinde geri dönmesinin sağlanması, sürgünden, baskılardan, savaştan zarar gören köylülere tazminat ödenmesi, bölgede olağanüstü önlemlere son verilmesi, halkın acılarına sahip çıkılması gibi taleplerin gündeme getirilmesi, bu taleplerin Türk kökenli işçiler tarafından sınıfın talepleri arasına alınması, 1 Mayıs’ın, bu taleplerin, sınıfın ve diğer emekçi sınıfların arasında yayılması için vesile yapılmasını önemli kılmaktadır.
Bu aktüel talepler savunulmadan işçi sınıfının 1 Mayıs’ın simgelediği, baskısız, sömürüşüz, sınıfsız bir dünya, insanın insanı sömürmediği bir insanlık toplumu çağrısı laftan ibaret kalacaktır; bu 1 Mayıs’ın anlam ve içeriğini doğru anlayan herkes için tartışılmaz bir gerçektir.
Kısacası; 1 Mayıs 2000’e girerken, öncesindeki gelişmeler, önceki 1 Mayıslar için dikkat çekilen rutinleşme, işçilerin değil “solcuların”, “devrimcilerin” 1 Mayıs’ı yapılma yönündeki eğilimlerini caydıran, tersine 1 Mayıs’ın anlamına uygun bir kitlesellik ve taleplerin öne çıktığı bir gün olarak kutlanma imkânlarının arttığını göstermektedir.
Şöyle ki;
Özelleştirmeden sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesine, ücretlerin düşürülmesinden iş yasalarının değiştirilmesine kadar çok geniş bir alanda süren IMF destekli sermayenin saldırı programı, işçiler ve emekçilerin ileri kesimleri tarafından doğru algılanmaya ve bu algılamaya paralel olarak da tepkiyle karşılanmaya başlanmıştır. Özellikle işçi sınıfının örgütlü kesimleri tepkilerini çeşitli biçimlerde çoğu zaman da sendikal bürokrasinin arkadan hançerlemelerine karşın ifade etmekten geri durmamaktadır. Özelleştirme karşıtı işçi eylemleri, TİS’lerin tıkanmasına tepki gösteren belediye işçileri ve özel sektördeki başlıca işkollarındaki işçilerin tepkileri ve kamu emekçilerinin ücret ve grevli toplusözleşmeli sendikal hak mücadelesiyle birleşmektedir. Eğitim ve sağlık gibi temel hizmetlerin paralı hale getirilme süreci hızla ilerlemekte, halk yığınları her gün daha çok sağlıksızlığa ve eğitimsizliğe mahkûm hale getirilmektedir. Kent ve kır emekçileri sermaye-hükümet-IMF politikalarının hedefi olduklarını derinden hissetmeye başlamış bulunmaktadır. “Tarım reformu”nun köye ilk yansımaları; köylerde “toplu hacizler”, üreticilerin gelirlerinin düşmesi, ürünün elde kalması (patates başta olmak üzere) olmuştur. Bankaların, hükümet ve IMF politikalarının kıskacındaki köylüler, “Biz de bir pankarta taleplerimizi yazıp 1 Mayıs’a katılacağız ama bu sefer de köylü komünist oldu diyecekler” (14 Nisan tarihli Evrensel) diye, hem çelişkilerini hem de kaçınılmaz olarak gidecekleri yönü ifade etmektedirler.

1 MAYIS, ÖNCESİ VE SONRASIYLA BİR BÜTÜNDÜR!
Son aylardaki gelişmelere yakından bakıldığında; başta işçiler olmak üzere bütün emekçi sınıflar; kendi hakları için (Ki bu talepler aslında aynı saldırı merkezine yönelik bir mücadeleyle elde edilebilir olduğundan, aralarında bir cephe olma, oluşturma bilinci de hızla gelişmektedir) alanlara çıkmakta; bu tutumun bir devamı olarak da ülke çapında ve çeşitli sanayi ve hizmet merkezlerinde merkezi ve yerel emek platformları ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu platformlar kendiliğindenliğin ve henüz yeterince siyasallaşmamış olmanın zaaflarını taşısa da; sermayeye karşı mücadele için önemli dayanaklar olarak bir işlev yerine getirebilecekleri de görülmektedir.
İşçi sınıfı hareketi ve aynı düzeyde olmasa da diğer emekçi sınıfların hareketi, talepler ve mücadeleye atılma konuları değişse de kendi içinde bir iç bağlantısı, bu anlamda bir devamlılık gösterir. Bu devamlılık, sadece eylemlerin içsel bağı olarak değil örgüt biçimleri bakımdan da gözlenir. Yani bir mücadele döneminde ortaya çıkan örgüt biçimleri bir başka dönemde az çok biçim değiştirse de devamlılık arz ederler. Örneğin sendika şube platformları, 1989 Bahar Eylemleri sürecinde ortaya çıkmış ama sonraki yıllarda hareketin temposuna göre etkinliği azalıp çoğalsa da, katılım ve işleyişinde değişiklikler olsa da var olmaya devam etmiştir. Ya da özelleştirmeye karşı mücadelenin doğuracağı organlar türünden işçi örgütleri de, örneğin bir TİS döneminde belki önemli biçim ve içerik değiştirerek, ama eski deney ve otoritesini bugüne katarak bir devamlılık gösterirler.
1 Mayıs, kuşkusuz, sınıfın ileri kesimlerini hareketi geçirmesi bakımından çok önemlidir ve ortaya çıkan işçi, emekçi örgütlerinde bir canlanmayı da beraberinde getirmektedir. Nitekim gerek şubeler platformları, gerek emek platformu, gerekse temsilciler düzeyinde ortaya çıkan platformlar ve son aylarda belirtileri ortaya çıkan işyerlerinde, sanayi merkezlerinde ortaya çıkan temsilci kurulları 1 Mayıs’la birlikte bir canlanma içine girmiştir. Dolayısıyla; süreç iyi değerlendirilmeli, 1 Mayıs sadece işçilerin hareketlenmesi ve sermayeye tepkisel bir yanıt olarak değil, aynı zamanda işçi emekçi örgütlerinin yaygınlaşması, yığınlar içine nüfuz etmesi, ortaya çıkan örgüt biçimlerinin meşruiyetinin artırılması ve etkinlik alanının genişletilmesinde de son derece geniş imkânlar sunmaktadır. Ama önemli olan bu imkânın gerçeğe dönüşmesi, özellikle de örgütler arasındaki “devamlılık” bağının iyi gözlenerek, bu örgütlerin 1 Mayıs’tan sonra da TİS’ler, özelleştirmeye karşı mücadele ve iş güvencesi ve diğer talepler için yapılacak mücadelelerde olumlu rol oynaması için bilinçle çalışmak gerekmektedir.
Kısacası; 2000 1 Mayısı öncesinde işçiler ve emekçiler, 1 Mayıs’ta kendi taleplerini haykırabilecek, 1 Mayıs’ın işçiler kendi aralarında olduğu kadar diğer emekçi sınıflarla birliğinin gereğine ve imkânlarına da dikkat çekecek dayanaklara sahip bulunmaktadırlar.
Kuşkusuz 1 Mayıs kutlamalarının yapılacağı son gün, yani 1 Mayıs günü; elbette çok değişik kutlama biçimlerine sahne olacaktır. Sadece işyerinde yemek saatinde bir bildiri okumaktan gün boyu iş durdurup 1 Mayıs alanındaki gösterilere katılmaya kadar değişik biçimler gündeme gelecektir. Ve bunlardan hiçbirisi “kötü” ya da “geri” diye reddedilemez. Tersine doğru olan, her yerde aynı biçimi egemen kılmak değil, her yerde koşullara en uygun ve olabilecek, “en ileri” biçimde eylemler ortaya koymaktır.
Demek ki; 1 Mayıs, temsil ettiği simgeler ve uyandırdığı etki ile sınıf partisinin unsurlarına, sınıftan yana sendikacılara, ileri işçi kesimlerine son derece önemli görevler yüklemektedir. Bu görevler sadece 1 Mayıs’ın görkemiyle, kitleselliği ile sermayeye sınıfın gücünü ve kararlılığını göstermesi ile sınırlı değildir. Tersine, 1 Mayıs’ın ortaya çıkardığı duyarlılığın doğru değerlendirilerek 1 Mayıs’tan sonra da bu gelişmelerin sınıfın, emekçilerin mücadelesine dayanak teşkil etmesidir. Ancak o zaman 1 Mayıs’ı adına layık bir biçimde kutladığımızı söyleyebiliriz.

Mart 2000

Kürt sorunu, GAP ve emperyalizm

Gün geçmiyor ki az çok tarih bilinci olanlara, emperyalizmin bölgedeki amaçlarını az çok fark edenlere “Bu kadar da olmaz ki” dedirten gelişmelere tanık olunmasın!
Bir gün Amerika Büyükelçisi bölgede boy gösteriyor, bölgedeki Kürt siyasi çevrelerince adeta “tuz ve ekmek”le karşılandığı duyuluyor. Ertesi gün Kürt siyasi çevrelerinin bu geziyi, “Kürt sorununun çözümüne verilmiş bir destek” olarak yorumlaması gündemi işgal ediyor. Daha ertesi güne kalmadan yabancı ülkelerin elçilerinin sömürge valisi gibi bölgede dolaşmasına ses çıkaramayan hükümetin ve onun başbakanı ya da bakanlarının, kendisini bölgeye “kurtarıcı” olarak çağıran HADEP’i, “terörden daha tehlikeli bir siyasi bölücülük”le suçlaması gündeme geliyor vs. vs.
Ve elbette bölgenin su, tarım, hayvancılık, enerji ve sanayi potansiyelinin uluslararası pazarlara dökülüp haraç mezat satışı için ortamın oluşturulması ve Kürt sorununun bölgedeki egemen güçlerin çıkarına uygun olarak çözümü de işte böyle, bir yanda cadı kazanlarının kaynatıldığı, öbür yanda Kürt milliyetçiliğinin emperyalizmin politikalarına yedeklendiği, Türk milliyetçiliğinin ABD ve bölgede faaliyet gösteren emperyalist güçlerle uyum için aşırı gayret içinde olduğu koşullarda gerçekleşiyor. Ve elbette GAP ve onun ortaya çıkardığı imkânlar, bölgeyi emperyalistler için ayrıca cazip hale getirirken Kürt sorunu üstünden politika yapanların alacakları tutumların sonuçlarının hemen ortaya çıkmasını da birlikte getirmektedir. Dahası, gelişmelerin böyle bir mecraya girmesi; sorun üstünden saflaşmaları da yenilemekte; emperyalizmle işbirliğine soyunan Kürt siyasi çevrelerinin “masumiyetleri” hızla tartışılır hale gelmektedir.
Bu nedenlerle de Kürt sorununun bugünkü boyutlarını ve sorunun çözümü için ortaya çıkan olanakların ne olduğunu ve bunlardan nasıl yararlanılacağını yeniden gündeme getirmek ve tartışmak; uygun tutum ve pozisyonu almak önem kazanmaktadır.

KÜRT SORUNU DENİLİNCE…
Bütün bir cumhuriyet tarihi boyunca “Kürt sorunu” denilince, Türkiye’yi yönetenlerin değişmez tezi, “Kürt sorunu yoktur, geri kalmışlık sorunu vardır,” olmuştur. Bu tez, kimi zaman Ecevit gibiler tarafından “Kürt sorunu yoktur feodalite sorunu vardır” gibi, “daha bilimsel” bir görünüşle sunulsa da; son tahlilde egemenler, bölgenin tüm sorunları gibi Kürt sorununun da “ekonomik bakımdan bölgenin kalkınmasıyla aşılacağını iddia etmişlerdir.
İşte; temeli 1937 yılında atılan ve aradan geçen 70 yıl içinde henüz meyveleri alınmaya başlayan bir proje olan Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), en azından ’60’lı yıllardan beri “Ha bitti, ha bitecek”, “Bittiğinde bölgenin makûs talihi yenilecek”, “Bittiği zaman burası bir masal ülkesi kadar refah içinde olacak”, “GAP tamamlanınca, Kürt sorunu filan kalmayacak” “umudu” körüklenmiştir. Ve açıkça söylenmese de; hep, GAP’la birlikte, Kürt sorununun da kendiliğinden (varsa) çözüleceği resmi yetkililerce iddia edilmiştir. Onların “sivil sözcüleri” ve burjuva medyası ise GAP’ın Kürt sorununu da çözeceğini her platformda açıkça ilan etmekten ve bunu bir propaganda malzemesi olarak kullanmaktan geri durmamıştır.
Projeye bağlı barajların su tutmaya başlamasıyla birlikte “bölgenin tablosunun değiştiğine dair şovlar” düzenlenerek, medya tarafından abartılı bir propagandayla, “tenis kortlu köyler”, “sörf yapan şalvarlı ihtiyarlar” fotoğraflarıyla oluşturulan “sanal ortam”da, Kürt’ün ve bölgenin “makûs talihi”nin yenildiği abartılı bir biçimde ilan edilmiş ve PKK’nin işletmeleri ve kamu yatırımlarını hedef alan saldırılarına da paralel olarak, “Bölgenin temel sorununun Kürt sorunu değil terör sorunu” olduğu, “geri kalmışlık sorunu”nun yanına eklenmiştir.
Buna karşılık, PKK tarafından 1984’te öne çıkarılan ve giderek hemen bütün Kürt siyasi çevreleri tarafından savunulan tez ise, yöntem ve amaçlar bakımından “aynı madalyonun öteki yüzü” olarak şekillenmiştir. “Kürt sorunu”, çağın ve bölgenin koşullarından olduğu kadar, sosyal ve ekonomik köklerinden de koparılarak, anlamı, içeriği herkese göre değişen ve bu yüzden de kolayca piyasa kavramı haline gelen belirsiz bir “kimlik sorununa” indirgenmiştir. “Ekmek değil kimlik istiyoruz”, yerine göre, “Ekmek değil barış istiyoruz”a indirgenen, emperyalizmin bölgedeki amaçları, bölge ülkelerinin amaçları ve hegemonya mücadelesi, feodalizm, geri kalmışlık, aşiret yapısı vb.den bağımsız bir sorun olarak ele alınan “Kürt sorunu”, Kürt siyasi çevreleri tarafından “resmi tez”in karşısına konmuştur. Böylece “resmi tez” karşısında başka, karşıt bir tablo çiziliyor gibi olunsa da sonuçta “tersten” aynı tablonun gösterilmesi olarak kalmıştır.
Ortak paydası “kimlik tanınması”na indirgenmiş olan Kürt sorunu, aşiret yapısı ve feodal, yarı feodal toprak düzeni üstünde yükselen geleneklerin şekillendirdiği Kürt yoksullarının, emekçilerinin en zaaflı eğilimleri kışkırtılarak yürütülen bu politikanın yürümediği, aradan 15 sene geçtikten sonra görülmüştür. Dahası bölge ve dünyadaki gelişmeler; inanılmaz bir pragmatizm ve sübjektivizmle, Kürt sorununun emperyalist güçler tarafından, üstelik de PKK’nin ve öteki Kürt siyasi çevrelerinin “baskısıyla dayattıkları” biçimde kabul edildiği varsayılarak, zaman zaman ABD, zaman zaman Avrupalı devletler Kürt sorununun çözümleyicisi “Kürtlerin hamisi” olarak kabul edilmiştir.
Ama bugün, ne “Kürt sorunu yoktur, geri kalmışlık sorun vardır; bu sorunu devletimiz alt edecektir” böbürlenmesiyle ortalıkta dolaşanların “resmi tezi”nin, ne de “Kürt sorunu kimlik sorunudur” diyen Kürt siyasi çevrelerinin tezinin bir geçerliliği olmadığı, gerçek temellere dayanmadığı tartışılmaz bir biçimde ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Dahası iki taraf da bugün geldikleri tutumla tezlerinin iflas ettiğini, zımnen de olsa kabul etmiş; çözümü, Amerika Büyükelçisinin himayesinde gelişecek bölge yatırımlarına, İsrail, Avrupalı ve Amerikalı tekellerin bölgeye yapacakları yatırımlara bağlamışlardır. Bu yüzden de devlet tarafı kendi, bakış açısından, “bir çakıl taşını kimseye vermemek için binlerce askerin, sivilin ölümüne göz yumduğu” toprakları, bu topraklardaki sınırsız servetleri yağmalaması için batılı emperyalistleri bölgeye çağırmaktadır. Bölgede dolaşan yabancıların bir sömürge valisi gibi davranmasını sineye çekmektedir. Yine binlerce Kürt gencini “Kürt sorununu çözmek”, “kimliğini kazanmak ve savunmak” için ölüme sürükleyenler; bugün “kültürel haklar”a indirgedikleri “Kürt sorununu ve artık aynı anlamda kullandıkları “bölgenin kalkınması” sorununu, Amerika ve Avrupalı emperyalistlerin bölgedeki çıkarlarına bağlamışlar, OHAL’in kaldırılmasını bile, (aşağıda göreceğiz) onlar istemediği için kaldırılmasını savunur bir hatta gerilemişlerdir.
Elbette ki bu “görüş” köklü bir eleştiri ve özeleştiriyle birlikte gelişmediği, tam tersine uğranılan başarısızlıkların “zafer”, kazanılan büyük başarıların kendilerini ulaştırdığı bir aşama olarak yorumlanması üstünden “yeni bir aşamada” sorunun yeniden değerlendirilmesi olarak ele alındığı için de; aynı platformda ama tersine dönerek; “bölgede işsizlik, geri kalmışlık, yoksulluk ortadan kalksın da nasıl kalkarsa kalksın” denilen bir uca savrulma yaşanmıştır. Yani, sınıfsız zümresiz Kürt toplumu varmış da herkesin çıkarı aynıymış; dolayısıyla izlenen politikalar da tüm Kürtler için “kurtuluş”muş gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.
Ve Kürt siyasi çevrelerinin konularında bir hayli uzmanlaşmış teorisyen ve propagandacılarının, şimdi en önemli yoğunlaşma alanı, emperyalizmin bölgede izlediği politikalara “uyumu”, Yeni Dünya Düzeni’ne, uluslararası sermayenin “küreselleşme” politikalarına adapte olan bir ekonomik-siyasal sistemin parçası olmayı esas alan politikaların halkın da çıkarına olduğunu, hatta sadece Kürtler için değil tüm Türkiye için, tüm bölge için “en hayırlısının olduğunun mantıksal temellerine oturtulmasıdır. Ve bunu başarmak için de her yola başvurulmakta, Makyavelli’ye rahmet okutacak şark usulü bir pragmatizmin en karakteristik örnekleri sunulmaktadır.

KÜRT SİYASİ ÇEVRELERİNİN YÖNELİMİ NETLEŞİYOR
PKK başta olmak üzere hemen tüm Kürt siyasi çevreleri; 1960’h, 70’li yıllardaki “sosyalizm” ve güçlü bir anti-emperyalist rüzgâr altında biçimlenmişlerdir. Bu yüzden de politik tutumlarını ifade ederken, anti-emperyalizm ve anti-kapitalizm, giderek azalan bir dozda da olsa, bir biçimde kendisini açığa vurmuştur ve egemenler bu durumdan yararlanarak, gerici-feodal ideoloji etki altındaki geniş kesimleri kazanmak için; “Bunlar Marksist-Leninist, bunlar komünist” gibi iddiaları sıkça tekrarlamıştır. Kaldı ki PKK ve diğer pek çok siyasi çevre, bu tutumlarını saklamamışlar, en azından genel olarak “sosyalizmi” olumlayan bir tutum almışlardır. Bu nedenle de, zaman zaman şu, zaman zaman öteki emperyaliste övgüler dizen politik tutum alsalar da; en azından propaganda düzeyinde emperyalizme karşı oldukları gibi bir imaj, Türkiye kökenli Kürt siyasi çevreleri için olagelmiştir. Nitekim ABD başta olmak üzere batılı emperyalistler, uzunca bir zaman PKK’nin anti-emperyalist, sosyalist bir karakterde olmasından kuşku duymuş, ona şüpheyle yaklaşmışlardır.
Ancak son 10 yılda, “Yeni Dünya Düzeni” ve “küreselleşme” politikalarının giderek dünyadaki eski sol ve sosyalist çevreler üstünde etkisinin artmasıyla, Kürt siyasi çevreleri kendileri için olumlu sayılabilecek bu en iyi yönlerini kaybettikleri gibi, bunun yerine emperyalist ülkelerin ve bölge gericilikleri arasındaki çatışmadan “yararlanma” diye niteledikleri bir emperyalizme ve bölge gericiliklerine teslimiyet çizgisine yönelmişlerdir. Abdullah Öcalan’ın İmralı’daki savunması, bu politikaya yönelişin açık bir itirafı mahiyetindedir ve “savunma”, Yeni Dünya Düzeni’ne ve küreselleşmeye ideolojik ve politik “katkı” sayılacak “tespitler” ve “öneriler” demeti olarak biçimlenmiştir. “Demokratik cumhuriyet” tezi işte böyle; Yeni Dünya Düzeni’ne uyumlu, küreselleşen kapitalizme entegre olmuş bir “cumhuriyet” formülasyonu olarak öne sürülmüş olup; öne sürüldüğü günden bugüne yapılan girişimlerle de, “demokratik” yönüyle ilgili bir gelişme olmasa da, emperyalizmin dünya hegemonyasına uyumlu “cumhuriyet” yönü daha da geliştirilmiştir.
Öcalan, İmralı’dan basına gönderdiği son mektubunda, “sosyalizmi savunmaktan söz etmektedir, ama emperyalizm ve bölge gericiliklerinin Kürt sorunu üstünden bölge egemenliği için çatışmalarına ve burada onların politikalarını çıkmaza sokacak bir politik hattı benimsemekten, anti-emperyalizmden, anti-emperyalizmin savunulmasından hiç söz etmemektedir. Dahası Öcalan, Rusya, Yunanistan, İtalya gibi ülkeleri, kendisine komplo kurmak ve kendisini Türkiye’ye karşı kullanmaya çalışmakla suçlayarak, Türkiye’yi yönetenlerin politikalarıyla uzlaşmak istediğini açıkça belli etmektedir. Dahası kendisinin yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesinde başrolü oynayan ve bölgedeki en etkin güçler olan ABD ve İsrail’e ses çıkarmamaya, tersine onlarla uyumlu davranmaya özen göstereceği “mesajını” vermektedir.
Eğer sorun salt “mesaj” olarak kalsaydı; hâlâ tartışılabilir, “Acaba emperyalistler arasındaki çelişmelerden yararlanmada politikaya yeni bir katkı mı yapılıyor” diye düşünülebilirdi; ama gerek sorunun geldiği aşama gerekse, emperyalistlerin bölgeye müdahalede kat ettikleri mesafe ve ihtiyaçları, sorunu bir “imaj” bir “tartışma” konusu olmaktan çıkarmış; “Emperyalistlerden yana ve onların bölgedeki dayanağı mı yoksa onlara karşı ve işçi sınıfının, halkın, bölge halklarının anti-emperyalist bir yönelişe girmelerinin yandaşı mı olmak istiyorsun?” tercihini yapmayı dayatmıştır.
Amerika Büyükelçisi Mark Parris’in Mayıs 2000 sonunda GAP ye kimi doğu illerini kapsayan bölge gezisi, belki yığınla sayfada anlatılamayacak gerçekleri herkes için anlaşılır bir biçimde ortaya çıkarmıştır.
ABD Büyükelçisi Mark Parris ve Amerikalı “iş adamaları”nın bölgeye ilgileri yıllardır biliniyordu. Örneğin sadece 1999’da, Amerikan Büyükelçisi’nin “himayeleri”nde, “Amerikalı işadamları” ve Büyükelçilik “görevlileri”nden (Siz bunları CIA ve FBI ajanları ve uzmanları olarak anlayın) oluşan heyetler, bölgeye, 13 adet gezi düzenlemişlerdir. Bu gezilerde hem bölgedeki yerel yöneticiler, dernek ve oda yöneticileriyle ilişkiler geliştirilmiş hem de bölgenin ekonomik potansiyeli çıplak gözle görülüp, bölgeye uygun projeler geliştirilmesine yönelinmiştir.
Sadece Amerikalılar değil, İsrail, İngiltere, Fransa gibi bölgede çıkar ve egemenlik peşinde koşan ülkelerin de, Amerikalılar kadar açıkça olmasa da, bölgedeki ekonomik potansiyelden pay almak ve bölgenin stratejik konumundan yararlanmak istedikleri herkesin malumudur. Ve İsrail başta olmak üzere pek çok kapitalist ülkenin tarım ve gıda firmalarının doğrudan ya da yerli işbirlikçileri aracılığı ile bölgeden toprak kiralamaya yöneldikleri hatta bazılarının seralar kurup işletmeye başlattıkları da herkesin bildiği bir gerçektir artık.
İşte Amerika Büyükelçisi’nin son “GAP seferi”, bu ortamda gerçekleşmiştir. Bu yüzden de, gerek Büyükelçi Mark Parris, gerek Kürt siyasi çevreleri, gerekse bölgedeki ticaret erbabı ve yerel yöneticiler yüzlerindeki örtüyü atarak, oldukları gibi görünmüşlerdir.
Sorunun geldiği aşamada HADEP ve öteki çevrelerin tutumu da, Yeni Gündem gazetesi tarafından hiçbir örtüye sarılma ihtiyacı duyulmadan yansıtıldı. Bu nedenle de Mark Parris’in bölgede dolaştığı o günlerde, bölgenin imkânlarının nasıl pazarlanmaya çalışıldığını Yeni Gündem’den izlemek çeşitli spekülasyonlara son verici mahiyettedir.

‘KÜRT TANZİMATÇILIĞI’NDA BİR AŞAMA YA DA ‘YENİ KURTARICI’ MARK PARRİS!
Yeni Gündem’in 27 Mayıs 2000 tarihli 1. Sayısı’nın “etek manşeti”, Ecevit’in bölgeye geleceğini duyuruyor: “Başbakan Ecevit Haziranda Bölgede” başlığı ile verilen haber, “Başbakan Bülent Ecevit, Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkanı Kutbettin Arzu başkanlığındaki 19 ilden 40 kişilik işadamı heyetini dün makamında kabul etti. İşadamları yarım saat süren görüşmede, başta köye dönüş olmak üzere bölgenin sorunlarını aktardılar. Ecevit kendisini davet eden iş adamalarına haziran ayında bölgeye geleceğini söyledi…” diye sürüp gidiyor.
Aradan üç gün geçiyor; bu sefer Yeni Gündem’in başlığı; “ABD Erken Davrandı” biçiminde. Gazete, ABD Büyükelçisi Mark Parris’in bölgeye geldiğini böyle haber veriyor ve Ecevit’ten önce davrandığını da belirterek, Ecevit’e hem sitem gönderiyor hem de; “Haydi elini çabuk tut” demeye gelen, “müşteri kızıştırma” üslubunu öne çıkarıyor. Yeni Gündem’in haberine göre, Mark Parris, gezisinin ilk durağı olan Van’da yaptığı açıklamada, “amaçlarının yatırım yapmak ve bölgenin ekonomik durumunu anlamak olduğunu ” söylüyor.
“Mark Parris bölgedeki ekonomik ve siyasi havayı tetkik etmeye başladı” flaşıyla verilen bu haberin çeşitli yönleriyle ilgili olarak 30 Mayıs 2000 tarihli Yeni Gündem’de şunlar belirtiliyor:
“Van Ticaret ve Sanayi Odası tarafından düzenlenen öğle yemeğinde konuşan Parris, bölgenin hidroelektrik potansiyelinin ABD’nin enerji şirketlerini çektiğini ve Hakkâri’de yeni bir hidroelektrik barajın tasarım çalışmalarının hazırlandığını söyledi.”
“Büyükelçi Parris ve beraberindeki heyet, Van Belediye Başkanı Sahabettin Özaslaner ise; burada yaptığı konuşmada, ‘Bölgesel kalkınmanın olabilmesi için ABD’nin hangi alanlarda katkılarının olacağını görüşeceğiz’ diye konuştu.”
“GÜNSİAD (Güneydoğu Sanayiciler ve İşadamları Derneği) Başkanı Bedrettin Karaboğa, Türkiye ile ABD arasındaki ticaret bağlantılarının geliştirilmesi ve ABD kuruluşlarının bilgilendirilmesi amacıyla ortak büro açılmasının kararlaştırıldığını belirterek, büronun kuruluşuyla ilgili protokolün 1 Haziran 2000 tarihinde Şırnak’ta Mark Parris’in de katılacağı bir törenle imzalanacağını söyledi.”
Ve nihayet Yeni Gündemciler bir adım daha atıp haykırıyor: “ABD sermayesi enerji ve hayvancılıkta yatırım yapmak istiyor; OHAL sermayeye engel!”
Ve devam ediyor Yeni Gündem; Parris, “Bugün yeniden bölgeyle ilgilenmek için yeterli sebep var. Bölgedeki petrol, gaz ve diğer doğal kaynakların araştırılması gerekiyor” diye buyurmuş!
Bu haberin spotları da şöyle kurulmuş:
“Van ve Hakkâri’den sonra Şırnak’ta incelemelerini sürdüren ABD’nin Ankara Büyükelçisi Mark Parris, ABD sermayesinin ilgisini çeken yatırım alanları olduğunu, ancak yatırımın yapılması için OHAL uygulamasının kalkması gerektiğini söyledi.”
“Özellikle ABD’li sığır yetiştiricileri ve enerji sektörü yatırımcılarının bölgeyi potansiyel alan olarak gördüklerini kaydeden Büyükelçi Parris, çatışmasız ortamın devam etmesinin gerektiğine işaret ederek ‘İlgilenmek için yeterli sebep var’ dedi.”
Bu uzun aktarmalardan da anlaşılacağı gibi, Yeni Gündem ve bölgedeki “işadamları” ve yerel yöneticiler; “Kürt sorununun bölgedeki yatırımlarla çözüleceği” biçimindeki eski “devlet tezi”ne dönmüş bulunuyorlar. Üstelik bu dönüş, yatırımı yapanın kimliğine de bakmıyor. Ecevit’i büyük bir hevesle bölgeye çağırıyor, devletin bölgedeki “iş adamları”na yardım etmesini istiyor, ama ABD’nin Ankara Büyükelçisi’nin bölgeye Ecevit’ten önce gelmesini de ayrı bir sevinçle karşılıyorlar. Aralarında rekabet yaratmak için de, “Amerika hükümetten erken davrandı” diye hükümete sitemde bulunuyorlar, ABD’ye hoşnutluk ifade ediyorlar.
Çok açık ki, bu haberleri hazırlayanlarda, bu haber içinde yer alan “işadamı” ve yerel yöneticilerde, ne anti-emperyalist bir bilinç ve bu bilincin ifadesi olan bir tutum, ne de Kürt yoksullarına, Kürt işçi ve emekçilerine bu girişimlerin ne getireceği konusunda bir endişe söz konusudur. Kürt burjuvalar ve toprak ağaları için yeni imkânlar, onların zenginleşmesi için işbirliği yapacakları yeni yabancı sermaye odakları ve hükümet desteğinin ortaya çıkması yeterli sayılmaktadır. Başka bir söyleyişle, antiemperyalist bilinç gibi sınıfsal kaygılar da tümüyle bir yana atılmış, “Barış olsun da nasıl olursa olsun” biçimindeki sınıflar-dışı formülasyon, “Bölgeye yatırım olsun da kim yaparsa yapsın hangi koşullarda yapılırsa yapılsın”la tamamlanmak istenmektedir.
Aslına bakılırsa PKK, HADEP gibi çevreler de dâhil, Kürt siyasi çevrelerinin temel handikabı baştan beri de bu olmuştur. “Kürt’lerden söz edilince hep, bir zamanların Kemalistlerinin “Türk” için yaptığı formülasyonun ifadesi olan klişe ile karşılaştırılabilecek, “sınıfsız, zümresiz kaynaşmış bir kitle” (“hain” denilen kendilerine biat etmeyen kişiler dışında) varsayılmış, birinin çıkarı hepsinin çıkarı gibi gösterilmek istenmiştir. Dolayısıyla bu anlayış, emperyalizm ve bölge gericiliği ile bütünleşme eğilimindeki ve bundan çıkar sağlayacak kesimlerin çıkarları da tüm Kürt emekçilerinin de çıkarı olarak yorumlanıp, anti-emperyalist, hatta anti-feodal tutumlardan kaçınılmıştır. Bugünün koşullarında bu tutum Amerikan Elçisi ve Amerikan tekellerinin, yabancı ülkelerin firmalarının bölgedeki yatırım ve faaliyetleri, bölgenin tek kurtuluşu olarak görülecek aşamaya kadar “ilerlemiş”tir.
Yeni Gündem’in bırakalım, ABD Elçisi ve işadamlarına övgü sözlerini, haber veriş tarzı ve haberde kullandığı üslup bile, “Kürt Tanzimatçılığı”nın Osmanlı Tanzimatçılarından (Osmanlı Tanzimatçılarının günümüzdeki sürdürücülerinin elbette 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başındaki Tanzimatçılar kadar masum görülecek bir yanları yoktur. Tersine bunlar emperyalizmin en sinsi yandaşları olarak faaliyet sürdürmektedir) çok daha ileri düzeyde bir yabancı hayranlığı, emperyalizmle bütünleşme hevesine kapıldıklarını göstermektedir.

BUGÜN ACİL OLAN ANTİ-EMPERYALİST TEMELDE BİR MÜCADELE PROGRAMINDA BİRLEŞMEKTİR
Yeni Gündem’in haberlerinden de anlaşılacağı gibi bölgedeki ticaret ve sanayi odaları ile yerel yöneticileri bu “yeni Tanzimatçılığın” sınıfsal dayanağı olarak rol oynuyorlar. “Bölgeye yatırım”, “İşsizlik ve yoksulluğa son verilmesi” gerekçesi arkasında ABD ve elbette ki öteki emperyalistleri de bölgeye davet ediyorlar. Ama bununla da kalmıyor çabalar. Bölgedeki “Demokrasi Platformu” adı altında yürütülen çabalar da “demokratik cumhuriyetsin yerel dayanakları, emekçi sınıfların emperyalist-sömürgeci politikaların yedeğine alınmasının araçları olarak kullanılmaya yönelinmiş bulunuluyor. Örneğin Diyarbakır’da sadece kitle örgütü ve sendika şubeleri bir araya getirilerek oluşturulan “Demokrasi Platformu”, diğer illerde partilerin de katılımıyla gerçekleştiriliyor. Yani işlerine nasıl gelirse öyle bir bileşimle oluşturulma keyfiliğine karşın, bu platformların emperyalizmle uzlaşmanın araçları olarak kullanılması elbette ki kabul edilemez. Hele sendikalar ve değişik türden işçi ve emekçilerin az çok kitlesel karakterdeki örgütlerinin, Parris’lerin, öteki emperyalizm temsilcilerinin, patronların ve patron örgütlerinin temsilcilerinin karşılayıcısı ve şakşakçısı yapılması, hiçbir mazeretle örtülemez.
Elbette ki, kitle örgütleri, sendikalar ya da çeşitli partilerin oluşturabileceği “demokrasi platformları” bir işlev görebilir, ancak bölgenin koşulları ve Kürt sorununun bugün kazanmış olduğu kritik özellikler göz önüne alındığında, bu platformların;
a) Kürt sorununun halkların kardeşliği ve eşitliği temelinde çözümü, dil ve kültür üstündeki baskılara son verilmesi,
b) Bölgeye emperyalist güçlerin müdahalesinin önlenmesi, kararlı ve tutarlı bir anti-emperyalizmin bu platformun temeline konması,
c) OHAL’in kaldırılması, kayıp ve faili meçhuller ile bölgede yasadışı faaliyete katılan görevlilerin ortaya çıkarılması ve cezalandırılması, bölgede sendikal örgütlenmenin ve çeşitli türden kitle örgütlenmelerinin kurulup gelişmesinin engellenmesine son verilmesi,
d) GAP’ın yarattığı ve yaratacağı imkânlardan uluslararası gıda ve tarım tekellerinin, emperyalistlerin değil yoksul Kürt köylülerinin, emekçilerin yararlanması için gereken önlemlerin alınması, bölgede yapılacak bir toprak reformu ile topraksız köylülere toprak dağıtılması,
e) İşsizliğe son vermek için tarım ve sanayiye yatırım için bütçeden yeterli miktarda ödenek ayrılması,
f) Özelleştirmeye son verilmesi ve KİT’ler ve hizmet kurumlarında tam kapasite çalışma için personel istihdamı ve finansman sağlanması; Et-Balık, Yem Sanayi, Çimento Sanayi, Zirai Donatım Kurumu, Sümerbank, Tekel, Şeker Fabrikaları, TEAŞ, TEDAŞ ve Telekom gibi hizmet kurumlarının aktivitesinin artırılması, bölgede savaş sürecinde tahrip edilen hizmet kurumlarının yeniden organizasyonu için gerekli imkânların hazırlanması,
g) Tahrip edilen eğitim ve sağlık hizmetlerin parasız ve tüm halka hizmet edecek biçimde yeniden düzenlenmesi,
h) Bölgede işsizliğin ortadan kaldırılması, tarım ve sanayinin gelişmesi için kooperatifçiliğin desteklenip yaygınlaştırılması, tarım ve sanayi projelerinin hayata geçirilmesi amacıyla ticaret ve sanayi odaları ile kooperatiflerin bu faaliyete aktif katılımı için gereken önlemlerin alınması; sınır ticaretinin bürokrasi ve bölgedeki ağaların denetiminden kurtarılıp halkın yararlanacağı biçimde yeniden düzenlenmesi,
i) Bölgedeki Devlet Üretme Çiftliklerinin araştırma geliştirme merkezleri, hibrit tohum yetiştirilmesi ve hayvancılığın ıslahı merkezleri olarak yeniden organize edilmesi,
j) Yerel yönetimlerin inisiyatifinin artırılması ve yerel yönetim hizmetlerinin büyüyen kentlerin ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde merkezi bütçeden desteklenmesi, gelirlerini artırıcı önlemlerin alınması,
k) Savaş sırasında köylerinden, mezralarından sürülmüş köylülerin zararlarının tazmin edilmesi ve köylerine güven içinde dönmelerinin sağlanması,
l) Genel sağlık ve eğitimin gereği gibi yapılması amacıyla her önlemin alınması için mücadele edilmesi…
Gibi talepler etrafında oluşturulacak yerel platformlar elbette bölgede son derece önemli bir işleve sahip olabilir. Ancak böylesi antiemperyalist, demokratik ve emek karakterli bir platformla emekçiler birleşip, gericiliğin ve emperyalizmin karşısına çıkabilir. O zaman Mark Parris gibiler gelip bölgede, “galip komutan” gibi dolaşamaz, ancak o zaman bu platformlar bir işleve sahip olabilir. Ve böyle bir program etrafında oluşturulacak illerdeki “demokrasi platformları” çok daha kapsayıcı olur. Bu yüzden de platformun ne olacağı esastır. Böyle bir program ilan edildikten sonra, hiçbir sınırlama konmadan, bütün diğer partiler de dâhil herkes, illerdeki yerel “demokrasi platformları”na (adı başka bir şey de olabilir) çağrılabilir.
Ancak yukarıda Yeni Gündem’de ortaya konulan ABD büyükelçilerinin himayesinde bir bölge kalkınma projesi, emperyalist politikalarla uyumlu bir “çözüm”; OHAL’in kalkmasını bile ABD sermayesinin bölgeye gelmesine bağlayan bir Tanzimatçı anlayışla “Kürt sorununun çözümü” ancak, çözümsüzlük ve kaosun derinleşmesi olur. Bu tutuma, antiemperyalist mücadelenin temposunun yüksek olduğu yıllarda, “emperyalizmin işbirlikçiliği” denirdi. Bu tutumda ısrar edenler, bugün de bu adlandırmayı hak ederler
Dahası bu anlayışın sahipleri, sadece “bölgede” değil ülkenin bütününde de, emperyalizmle uzlaşmayı esas alan bir programı dayatıp, değişik siyasi çevreleri böyle bir tutum etrafında birleştirmek için her yola başvuruyorlar. Örneğin KESK gibi bir emekçi örgütünde bile; “Demokrat cumhuriyet programına karşı olanlarla ittifak yapmayacağız” diyerek bunu basın yoluyla ilan ediyorlar. Ve böylece de anti-emperyalizmle aralarına çizgi çekmek için, sendikalar içinde bölünme yaratmaktan bile geri durmuyorlar.

BÖLGENİN İMKÂNLARI, BÖLGENİN FELAKETİ DE OLABİLİR, KURTULUŞU DA!
Ülkelerin doğal kaynakları, bütün bir sınıflı toplumlar çağında, bu kaynakları koruyamayan halklar ve ülkeler için kendi felaketleri olmuştur.
Özellikle kapitalizm çağında bütün dünyanın servetlerini ana kapitalist ülkelere, metropollere taşıyan gelişmiş kapitalist ülkeler emperyalizm, çağı ve dünyanın yeniden paylaşılması sürecinde; zengin kaynaklara sahip ülkeleri; yağmanın hedefi yaptıkları gibi aynı zamanda çatışma alanı yapmış, bu ülkelerin bölünüp parçalanması iç kargaşalara sürüklenmesi için her olanağı kullanmışlardır. Afrika, Ortadoğu ülkeleri, Latin Amerika ülkelerinin son 200 yıl içinde içine sürüklendikleri kanlı kavgalar ve kaos, emperyalizmin dünya hegemonyası mücadelesinde bu ülkelere düşen paydır. Bu ülkelerin yeraltı ve yerüstü servetlerinin kaymağı ise, bu ülkeleri kaosa sürükleyen ülkeler tarafından yenmiştir.
Son yüzyıl içinde petrolün temel enerji kaynakları içinde öne fırlamasıyla, sınırlan emperyalistlerin çıkarlarına göre çizilmiş, Ortadoğu’nun “çöl ülkeleri”, tarihte olmadığı kadar önem kazanmıştır. Bu ülkelerin her birinin patron varlıkları en zengin ülkelerin gelirleriyle ölçülür. Ama ulusal gelir dağılımı bakımından bu ülkeler sınıflar arasındaki uçurumun en büyük olduğu ülkelerdir. Ve yine bu ülkeler, yoksulluk sıralamasında da inanılmaz derecede aşağı bir sıradadırlar. Dahası bu ülkelerin başları beladan kurtulamaz. Kimi askeri darbeler kimisi aşiret ve kavim çatışmaları, kimisi komşularıyla olan kronik sanal anlaşmazlıkların girdabındadır. İran, Irak, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Nijerya, Orta Afrika ülkeleri; Liberya, Cezayir, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan gibi yeni Orta Asya ülkeleri; bu toprakları altındaki sınırsız petrol ve doğalgaz varlığının başlarına bela olan ülkelerdir. Eğer petrol yatakları olmasaydı Irak herhalde bugünkü gibi emperyalizmin bölgedeki baş problemlerinden birisi olarak görülüp, sürekli hedefte tutulmazdı. Ya da İran eğer petrol ülkesi olmasaydı; muhtemelen emperyalizm tarafından bu ölçüde hedefe konmazdı. Ya da Afrika; zengin altın ve elmas yatakları, tropikal bitkiler bakımından zengin olmasaydı, böylesi soyulup soğana çevrilemezdi.
Son 100 yılın en temel enerji kaynağının petrol olması, petrol rezervleri büyük ama bu servete kendisi sahip olamayan ülkeleri, emperyalist ülkelerin çatışma ve hegemonya mücadelesinin odağı, petrol ve doğalgaz bakımından zengin ama yoksul ve geri ülkeler olarak biçimlendirmiştir.
Ancak, bugün çevre kirlenmesinin boyutları ve dünya nüfusunun artışı ve tarıma elverişli toprakların ve tatlı su kaynaklarının hızla azaldığı bir dünyada kuşkusuz ki, önümüzdeki yılların en önemli kara parçaları, tarıma elverişli topraklar ve temiz tatlı su kaynaklarına sahip bölgeler olacaktır. İşte GAP’ın, bölge ve dünya politikası bakımından önemi de buradan gelmektedir. Çünkü GAP, dünyanın bakir kalmış az sayıda tarım alanlarından birisi olduğu kadar, bölgedeki en geniş tatlı su kaynaklarına sahip bölgesidir. Su sorunu daha şimdiden Suriye ve Irak’ın yanı sıra tüm Arap dünyası ile Türkiye’nin bir sorunu olduğu kadar, İsrail’in de bir taraf olarak katılmasıyla “GAP bölgesinin tatlı suyunun paylaşımı” şimdiden bir bölge sorunu olarak sivrilmektedir. Nehirlerin hidroelektrik potansiyeli ve bölgenin hidroelektrik santralleri kurmaya elverişli jeolojisi düşünüldüğünde “temiz enerji” için de bölgenin bir seçenek olduğu apaçık görülmektedir. ABD Büyükelçisi Mark Parris’in sıkça “enerji yatırımlarına Amerikalı elektrik firmalarının ilgi duyduğuna” dikkat çekmesinin nedeni bölgenin bu özelliğidir.
Yine bölge; Kerkük-Ceyhan, Bakû-Ceyhan petrol boru hatlarının geçiş noktası olarak Orta Asya ve Kafkas petrol ve doğalgazını Avrupa’ya taşıyacağı düşünülen “güvenlik bölgesi”nin en önemli bölümüdür. Bu yüzden de bölge, petrol ve doğalgaz nakli bakımından da stratejik bir öneme sahiptir.
Bakir ve verimli ovalara bitişik yaylalar ve doğal ortamda hayvancılığa elverişli otlaklar ise, kuşkusuz bütün hayvan yetiştirici uluslararası tekellerin ağzını sulandıracak bir imkândır. Mark Parris de buna işaret etmektedir.
Öte yandan bölgenin sınırsız tarım potansiyeli, bölge ikliminin ılımanlığı ve her mevsim tarıma elverişli olması, yılda birkaç kez, hem de doğal ortamda ürün alınma imkânı uluslararası tarım ve gıda tekelleri için bulunmazdır.
Ortadoğu’dan Çin’e kadar geniş bir pazara hitap etme imkânı sunan bölgenin konumu, elbette ki önümüzdeki birkaç yıl içinde bölgeyi bütün uluslararası tekellerin ve başlıca emperyalist ülkelerin pay kapma alanı haline getirecektir. Çünkü tablo gerçekten iştah kabartıcıdır.
Ancak bölge halkı binlerce yıldır bu kurak topraklarda bir ekip iki alan yoksul köylüler, akan nehirleri sadece seyredebilen yoksul marabalar ve ırgatlar, GAP’la birlikte makûs talihlerinin değişeceğini, bire iki veren topraklarının bire 20, bire 100 vereceğini ummakta, bu hayalle beklemekte, pek çok çileye de böyle bir “umut” için katlanmaktadır. Ancak, gerek “GAP tamamlanınca bütün çileniz bitecek,” diyen hükümet ve öteki resmi politika merkezleri, gerekse halka daha “yakın” görünen, “Barış gelince tüm sıkıntılar bitecek” diyen Kürt siyasi çevreleri şimdi dönüp ABD’ye, uluslararası tekellere “Gelin bu dünyanın en verimli topraklarını, meralarını, yaylalarını, ırmaklarını kullanın, bölgeye yatırım yapın ki; bizimkiler de işsiz kalmasın, kaymağı siz yiyin, bizimkilere de kırıntı düşerse ne âlâ!” demekle sınırlı bir politikayı benimsemişlerdir.
Bu halka karşı emperyalizme taşeronluk tutumu öylesine cilalı bir paket içinde sunulmaktadır ki, Amerikalılar gelirse ne OHAL, ne baskı, ne de işsizlik ve yoksulluk kalacağı yabancılar ve yerli büyük patronlar, bölgeye yatırım yaparken, aynı zamanda bölge halkını da kalkındıracağı, (Sanki bunun dünyada tek bir örneği varmış gibi) onları refaha gark edecekleri propaganda edilmektedir.
Bu yanılgının deşifre edilmesi, aslında bölgenin imkânlarının yağmalanması için bir uluslararası sefer hazırlandığı gerçeğinin ortaya konması (Emperyalistler bölgede işlerini bitirdiğinde, halk bugünkünden çok daha sefalet içinde üstelik gelecek umudunu ve doğal zenginliklerini yitirmiş olarak kalacak) bölgedeki anti-emperyalist mücadele için de, Kürt sorununun gerçek bir çözümü için de hayati öneme sahiptir.
Dahası bu gerçek ortaya konmadığı ölçüde, sadece Kürt sorununun çözümsüzlüğe itilmesi değil, aynı zamanda bölgenin yeni bir emperyalist hegemonya çatışmasına sahne olması da kaçınılmaz olacaktır. Çünkü bölgenin nimetlerinin talanı talancıların anlaşmasıyla değil, tersine birbirlerini de itip kakmasıyla, gürültülü çatışmalar eşliğinde süreceği için bölgedeki dengeler yeniden bozulacak, bölge ülkelerinin birbirini boğazlaması ve bölge halklarının birbiriyle çatışması için her tür ayrım, üstelik bu sefer çok somut maddi servetleri bölüşme adına, ortaya çıkarılıp kışkırtılacaktır.
İşte bunun içindir ki; Kürt sorunu da dâhil, bölgede sorunların çözümü, anti-emperyalist bir program temelinde ele alınmak zorundadır. Çünkü artık sadece Kürt sorunu ve Kürt olmaktan gelen sorunların çözümü için değil ama bölgenin kaynaklarının korunması ve bölgede barışın sağlanması, halkların barış içinde, kendi kaynaklarını sahiplenip az çok refah içinde bir yaşam sürmesi için de Türk ve Kürt emekçilerin, antiemperyalist, demokratik bir program etrafında birleşip ülkenin kaderine el koyması acil bir görev olarak kendini dayatmıştır. Çünkü bölgenin kaynaklarını sahiplenmemek, emperyalist talana açmak demek, bölgeyi felakete sürüklemek, emperyalizmin ateş çemberinin içine atmak demektir. Bu yüzden de süslü sözler, dramatik kahramanlık öyküleri bile emperyalizmin dümen suyuna düşmenin üstünü örtmeye yetmiyor artık.

Temmuz 2000

Parti ve üyelik sorunu

Parti ile üyesi arasındaki ilişki, partinin sınıfsal niteliğini en iyi “yansıtan” olgulardan birisidir. Hele “üyelik”, Türkiye’de “kadro” ve “kitle partilerinin pek çoğu için olduğu gibi, kâğıt üstünde kalmayacaksa; üyenin yükümlülükleri ve bu yükümlüklerden doğan hakları partinin sınıf tutumunu, yığınlarla ilişki tarzını ve iç disiplini de dâhil parti iç yaşamını belirlemede birinci dereceden önemlidir.
EMEP’in kuruluşundan beri, “parti ve üye ilişkisi” üstünde en çok durulan sorunlardan birisi oldu.
EMEP’in bir “işçi kitle partisi” olmasının kaçınılmaz sonucu olarak; “Ben EMEP çatısı altında mücadele etmek istiyorum” diyen her işçiyi, her emekçiyi üye olarak kabul etmesi ile EMEP’in programını gerçekleştirmek için yığınları çağırdığı mücadele yolunda yürüyecek partililerden beklediği özellikler çelişkili gibi görünüyordu. Özellikle de pratikte partinin, ya kitleselliğin baskısı altında mücadelede yol gösterme, sınıfa yardımcı olma görevini yerine getiremeyeceğinden ya da, yığınsallığın kaybedeceği tutumların gelişebileceğinden endişe ediliyordu. Aslında geçen süre göstermiştir ki; EMEP, hem yığınsal bir işçi-emekçi partisi hem de mücadelenin kendisinden beklediği görevleri yerine getiren bir parti olabilir. Nitekim EMEP 2. Kongresi, sorunu sınıf hareketinin ihtiyaçları ve EMEP’in bu hareket içindeki rolü üstünden ele alarak, parti üyesi tanımına açıklık getirmiş; parti tüzüğündeki üyelik bölümüne eklediği, her parti üyesinin, parti karşısında bir görevi olacağı biçimindeki “ekleme” ile “parti üyeliği” sorununa açıklık getirmiştir.
Ancak, parti eğer bir gönüllüler kulübü değil de; mücadele için bir araya gelmiş insanların bir örgütüyse; sorunun teorik planda çözülmüş olması önemlidir; ama ondan da önemlisi bu çözümlemenin pratikte nasıl uygulanacağıdır.

LENİNİST PARTİ VE ÜYELİK
Kuşkusuz ki; “üyelik” sorunu işçi sınıfının ve sosyalizmin tarihi bakımından da önemle tartışılan konulardan birisidir. Ve Lenin’in Menşeviklerle tartışması; ünlü “Bir Adım İleri İki Adım Geri” eserinde söz konusu edilen “sınıf partisi içinde üyeliğin anlamı” üstüne tartışmalar; “nasıl bir üye” tartışması üstünden yürüyen tartışmanın “nasıl bir dünya görüşü”, “nasıl bir siyasi mücadele” bölünmesi olduğuna bir örnek teşkil ettiği gibi, sınıfın devrimci partisi fikri içinde parti üyesinin rolüne dikkat çekmek bakımından son derece önemli bir belgedir.
Son 30 yıl içinde Türkiye’de, çeşitli “sol siyasi çevreler”, “üyelik kıstası” üstünden zaman zaman “çok şiddetli” bir görünüm kazanan tartışmalar yürütmüşlerse de bu tartışmaların “şiddeti” kadar “anlamlı” olduğunu söylemek güçtür.
Çünkü denebilir ki neredeyse herkes, en azından lafız olarak Lenin’in “Bir Adım İleri İki Adım Geri” eserinde Menşevikler’le yaptığı tartışmada, Lenin’den yana olduğunu ilan ederek, Stalin ve 3. Enternasyonal’in Leninist parti ve onun üyelik kriterlerine ilişkin söylediklerini “savunduğu”nu iddia ederek işe başlamış ve tartışma; sosyalist literatürde “parti” ve onun “üyesi” arasındaki ilişkiyi yorumlamakla sınırlı kaldığı için bu tartışmaların, genel olarak “sol” içinde bir Leninist parti kültürü oluşturmaya hizmet ettiği; Türkiye’deki parti fikri ve onun yığınlar içindeki rolüyle ilgili sonuçlar doğurduğu pek söylenemez. Tersine genel olarak bakıldığında bu alanda söylenenle yapılanların birbirine uygun olduğu söylenemeyeceği gibi işin laf kısmının da, formülasyon bakımdan Leninist biçime uygun ama içeriğinin tamamen başka “izmler”in etkisiyle doldurulduğu görülür.
Örneğin kendilerine Marksist, Leninist, Maoist, Troçkist vb. sıfatlar takan “sol örgütler”, içeriğini ve anlamını çok önemsemeden; “Leninist partinin üç temel üyelik kriteri”ni tüzüklerine yazarlar.
Buna göre; 1) Partinin programını kabul etmek, 2) Aidat ödemek, 3) Partinin bir organında yer almak. Bu ilkelere hemen bütün bu türden örgüt-parti tüzüklerinde rastlamak mümkündür. Ama Leninist partide parti ile üye arasındaki ilişkiyi belirleyen ve Leninist partinin sınıf hareketi içindeki rolüyle doğrudan bağlantılı olduğu için de, bu üç koşulun ifade ettiği şey; herhangi burjuva, küçük burjuva “devrimci”, “sıkı örgütlenmiş bir parti”den farklı, taban tabana zıt bir içeriğe sahip olduğu ortadadır.
Ama genellikle “profesyonel” kişilerden oluşan bu örgütlerde, bu temel kurallara da pek uyulduğu söylenemez. Belki; “iç eğitim” toplantılarında bunlardan sıkça söz edilir, Lenin’in Menşevikler’e, ekonomistlere yönelik suçlamaları yeniden yeniden gündeme getirilir ama gerek partinin programı ile Leninist partinin üyesine yüklediği görevler arasındaki ilişki, gerekse bir organda görev alma ve aidat ödeme gibi kriterlere pratikte bir değer verildiği söylenemez. Bu nedenle de; “sol”daki parti kültürü; aslında günlük bir çalışmayı, yığınlara yönelik kapsamlı bir ajitasyon faaliyetini gerçekleştirmek üzere biçimlenmiş Leninist parti ve onun üyesinin sorumluluklarının “teknik bakımdan kabul edilişi”ni aşmaz. Çalışmada; “konspiratif” tarz (komplocu, üyenin fikirlerini ve tutumunu saklaması, etrafında farklı gerçekte farklı bir kişi olma, öyle görünmeye özenme) egemendir.
Düzen partileri için de durum çok farklı değildir. Orada da aidattan, parti örgütlerinden (ilçe ve belde örgütleri) söz edilir ama gerçekte ne örgüte önem veren ne de aidat ödeyen vardır. Örgütler ve örgütle üye ilişkisi “delege ağları” yerel parti bürokrasisi tarafından biçimlendiği gibi, kimlerin aidatının ödeneceği, kimlerin ödenmeyip, delege seçimleri ve ön seçimlerde oy kullanmasının önleneceği de yine bu kişiler tarafından belirlenir. Üyeler de genel olarak bu partilere bir menfaat sağlamaya gittiği için; aidat vermek (yasal bakımdan aidat zorunluluğu ise, genellikle, üyelerin parti içi hizip çekişmelerinde “oy haklarını” kullanabilmeleri için, partinin hiziplerinin önde gelenleri tarafından yatırılır), zamanının bir bölümünü partinin kendisine vereceği görevleri yerine getirmek gibi bir istek göstermezler.

BİR İŞÇİ-KİTLE PARTİSİ OLARAK EMEP’TE ÜYELİK
Elbette ki işçi sınıfı ve emekçi sınıfların az çok siyasetle uğraşan kesimleri bu burjuva ve küçük burjuva çevrelerin “parti”, “parti-üye ilişkisi” kültüründen etkilenmiş olarak EMEP’e gelmektedir. Bu yüzden de EMEP’te üyelik sorunu, parti üyesinin görevleri, partinin amacı ile üyenin görevi arasındaki ilişki gibi üyeliğe dair pek çok yan parti içi eğitiminin ve partinin yığınlara yönelik faaliyetinin önemli bir unsuru olarak ele alınması gereken bir konu olmaya devam etmektedir ve edecektir. Ve öyle görünmektedir ki parti üyesi ve görevi arasındaki ilişki, parti yığınsallaştığı ölçüde de parti içi eğitimin giderek önemi artan bir konusu olmaya devam edecektir. Ama örnek bir çalışma geliştirilmiş, bir parti içi örgüt kültürü yerleşmiş olacağı nedeniyle de elbette bu konu yeni üyelere daha kolay kavratılıp bir alışkanlık haline getirilebilecektir.
EMEP daha kuruluşundan itibaren düzen partilerinden öğrenilen parti içi çatışmalarda taraf olma, öteki partiler karşısında da üyelik görevi kendi partisine oy vermek olarak kalan (çoğu zaman kendi partisi dışındaki partilerle bile çeşitli ilişkiler içine girip o partilere destek vermek düzen partileri için de parti üyesi olmayı ortadan kaldırıcı bir disiplin suçu sayılmaz) parti anlayışını ve üyeliğini olduğu kadar, Leninist partinin parti-üye ilişkililerinin yozlaştırılmış ifadesi olan sınıf dışı bir tutum olarak yansıyan “kadrocu”, “komplocu” (konspiratif) üyelik anlayışını da reddetti.
— Çünkü EMEP; kuruluşundan itibaren kendi orijinalitesini bir “işçi kitle partisi” olarak ifade etti ve “Ben de bu partinin çatısı altında mücadele etmek istiyorum” diyen her işçinin, emekçinin başkaca bir koşul ve “sınavı” aşmak zorunda olmadan partiye katılmasını sağlayacak bir tutumu benimsedi.
— Çünkü EMEP; bir yandan işçilerin, emekçilerin kitle partisiyken aynı zamanda da onların içinde kendi politikalarını öğrendikleri bir “okul”du. Dolayısıyla da işçiler, politika yapmayı, yapacakları kendi politikalarının nasıl bir politika olduğunu da bu parti içinde öğreneceklerdi.
— Çünkü EMEP, işçileri, emekçileri mücadeleye çekmek, onları hakları için, demokrasi ve bağımsızlık mücadelesi için, emekçilerin iktidarı için mücadeleye çeken bir parti olarak, sınıfa yardım eden, mücadeleyi yöneten bir parti olarak rol oynamak için kurulmuştu.
Yani EMEP bir işçi-emekçi kitle partisi olarak sınıfın ileri unsurlarının tümünü kapsamayı, onları içine alarak sınıfın dünya görüşü doğrultusunda eğitmeyi, parti içinde kendi politikalarını yapmayı öğrenmelerinin önünü açmak istiyordu. Bunun için de üyelik için kurallar belirlerken; asıl olarak da eski siyasileşmiş, aydın ve demokrat çevrelerden, öğrencilikten gelme kesimlerin işçi ve emekçi sınıflardan gelecek yeterince siyasallaşmamış, henüz arayış içine girmiş emekçilerin partiye girmesine engel olabilecekleri kuralları koymaktan, bu anlamıyla üyeliği zorlaştıracak “barajlar”dan uzak durdu. Denebilir ki, tek dikkat ettiği ilke, bir işçinin, bir emekçinin samimiyetle; “Ben bu partinin amaçlarını kabul ediyorum ve bu partiye girmek istiyorum” demesiydi.
Ama bundan anlaşılması gereken elbette burjuva düzen partilerindeki her gelenin kabul edilip sonra seçimlere kadar kimin ne yaptığı ile kimsenin pek ilgilenmediği bir “particilik” anlayışı değildi ve kuruluşundan itibaren de EMEP, bu anlayışa karşı durdu.
Partinin kuruluşundan bugüne geçen süreç; sınıf hareketinin ihtiyaçları, üye ve partisi konusunda, EMEP’in kuruluşundan beri savunduğu ilkelerin ne kadar doğru, eğer bir kitle partisi olacaksa üyelik koşullarının böyle olması gerektiğinin aynı zamanda zorunlu da olduğu görüldü. Ancak, pratikte, zaten zorunlu olan ve her parti üyesinin olması gereken bir özelliği daha parti tüzüğüne geçirildi: EMEP’in 2. Kongresi; partinin çizgisini kabul etmek ve belirli bir aidatı ödemek koşuluna, “her üyenin bir parti görevinin olması” ilkesini de ekledi.
Aslında böylece, EMEP’in tüzüğü; Leninist parti ilkelerinin bir açık işçi kitle partisinin amaçlarına uygun olarak yorumlanmasının “lafız bakımından da tamamlanması”nın ifadesi oldu. Çünkü parti üyesinin görevlerinin özünü ve kapsamını belirleyen aslında partinin programıdır ve sınıfın asgari programı olma bakımından EMEP programı zaten böyle görevler yüklüyordu. 2. Kongre’de yapılan tüzük değişikliği ile EMEP tüzük olarak üyelerinin yükümlülüklerini belirleme bakımından da ileri bir adım atmış oldu.
İlk bakışta, “parti çizgisinin benimsenmesi”, “aidat ödenmesi”, “bir parti görevi üstlenmesi” gibi görünüşte basit ama “her gün yapılan” görevler olmasıyla, bir parti üyesinin sürekli kendi partisi ve onun sorunlarıyla ilgilenmesi; sorunların çözümüne katılması anlamına gelen bu “basit” ilkeleri işçi ve emekçi sınıflardan partiye başvuran kişiler, herhangi bir yerden öğrenip sonra partiye gelemeyeceğine göre, çok açık ki, parti bu görevlerin yeni partililere öğretilmesini, eski partililerin de günlük çalışmaya bu “üyelik görevlerini” yerine getirecek biçimde katılması çabasının her gün yenilenmesini öncelikle partinin yönetimlerine ve “deneyimli” partililere yüklemektedir. Yani parti yöneticilerinin görevi, elbette, partinin kapıdan giren ve “Ben bu partiye üye olmak istiyorum” diyen emekçiye yeni kurallar dayatmak değildir. Ama parti içi eğitim ve üye parti ilişkisi ve üyeler arasındaki dostluk arkadaşlık ilişkilerinin düzenlenmesi çerçevesinde, deyim yerindeyse partiye yeni giren işçiye, emekçiye partili olmayı öğretmekle yükümlü olduklarını bilmek durumundadır.
Bu yüzden de, dün EMEP’te, partinin çizgisini yeterince anlamamış ya da aidatını zamanında ve gerekli bir düzenlilikte ödememiş olanlar partiden çıkarılmamıştır. Bugün de; 2. Kongre tarafından “her üyenin bir parti görevinin olması” doğrultusundaki tüzük değişikliği, parti görevi olmayan üyelerin “üyelikten çıkarılması” işlemlerinin başlatılması anlamına gelmiyor. Ama böyle bir maddenin tüzüğe konmuş olması, “üyeye ve yöneticilere yeni bir görev yüklemiyor” da değil. Tersine; eğer üyeler, bir görev almayacak ve yöneticiler de hiçbir şey olmamış gibi davranacaksa; o zaman bir tüzük değişikliğine, hatta bir tüzüğe gerek olmazdı. Buradaki hassas nokta, yönetimlerin, eski üyelerin, parti çizgisini kavramış eski partililerin; yeni üyelerin yapabileceği bir görev almaları için onları eğitip, yeniden yeniden partiyle ilişkilerini geliştirmelerini sağlamaktır. Yani tüzük değişikliğinin yeni üyelerden çok değilse de, onlardan önce yönetici görevler alan partililere ve eski parti üyelerine bir yükümlülük getirdiği görülmelidir.
Çünkü EMEP’in bir işçi kitle partisi olması, aynı zamanda sınıfın okulu olarak işlev görmesi, her şeyden önce yöneticilere yeni görevler yüklemektedir. Yani, nasıl ki, dün partinin çizgisinin kavratılması ve aidatın düzenli ödenmesi gibi partili yükümlülüklerinin yerine getirilmemesi, yöneticileri bunları üyelere öğretme; bu çerçevede işçinin, emekçinin partisini, onun çizgisini anlayıp hayata geçirilmesinin öğretilmesine bir vesile ise, bugün de parti tüzüğünde yapılan değişiklik; her yeni üyenin de bir parti görevini üstlenmesi için bunu yerine getirmenin öğretilmesi; her üyeye yapabileceği bir “görev verme” (görev üyenin önemsiz göreceği kadar basit değil ama altında ezilmeyeceği kadar da üye tarafından yapılabilir olmalıdır) ve bu görevi sistemli bir biçimde yenileyerek; üyenin kendiliğinden görev ister duruma getirilmesi; aldığı görevleri yaratıcı bir biçimde yerine getirmeyi alışkanlık haline getirmesi için gereken gayreti göstermeyi öngörür.
Ancak elbette, partinin mücadele çizgisi, aidatın önemi konusunda her şeyi bilip, her yerde herkesten çok konuşup ama kendisine verilecek parti görevlerini yerine getirmemekte ısrar edenler için üyelik koşullarının yerine getirilmesi titizlikle ele alınacaktır. Bu yüzden de bu “tipler” için elbette herhangi bir görev kabul etmemek, aldığı görevi bilinçli olarak yapmamak da bir parti suçu teşkil eder. Ama yeni parti üyeleri için böyle bir suçun oluşması çok daha başka koşulları gerektirir.
Demek ki, EMEP 2. Kongresi üyelik kriterleri arasına aldığı “her üyenin bir görevi olmalıdır” ilkesiyle, aslında öncelikle yöneticilere ve deneyimli partililere yeni bir görev vermiş; her üyeye “uygun bir görev verme” yükümlülüğü getirmiştir.

ÜYE VE YÜKÜMLÜLÜKLERİ
Peki; “öncelikle” yöneticilere böyle bir yükümlülük getirilirken, 2. Kongre üyelere yeni bir yükümlülük getirmemiş midir? Elbette getirmiştir. Asıl olarak da üyelere yeni bir yükümlülük getirmiştir.
Şöyle ki;
Soruna, üyenin parti karşısındaki sorumluluğundan bakıldığında her üyenin görevi, partinin işlerinin başında bir yönetici yokmuş gibi, parti tüzüğünde yer alan üyelik görevlerini harfiyen yerine getirmektir. Bu yüzden de; “her üyenin bir görevi olmalıdır” diyen tüzük maddesine göre üyeler sürekli bir görev edinmek, bu görevi üstünden de partiye, parti çalışmasına bağlanmak durumundadır. Bu yüzden de EMEP 2. Kongresi, “öncelikle parti yönetimlerine görev yüklemiştir” derken, burada üyenin kendi sorumluluğu ortadan kalkmamakta, sadece EMEP’e yeni katılanlara ve tabii henüz yeterince partinin çizgisini kavramamış olan nispeten eski üyelere de; görev alma, bir görev üstünden partiye bağlanmanın önemi ve gerekliliğini öğretmek durumunda oldukları hatırlatılmaktadır. Yoksa üyeler bekleyecek, parti yöneticileri de onlara “iş verecekler” diye bir şey söz konusu değildir.
Burada, “üyenin parti görevi”nden söz ederken, üyenin kendiliğinden “ben de parti için şöyle bir şey yapayım” diye kendisine bir “görev vermesi”ni kastetmiyoruz. Tam tersine, partinin gerçekleştirdiği görev üzerinden, o görevin bir parçası olarak üyenin görev almasından söz ediyoruz. Yani, partinin önüne koyduğu o dönemdeki görev üstünden bir görev alınmasını kastediyoruz. Ancak o zaman üye parti faaliyetinin bir parçasını üstlenmiş, dolayısıyla partinin kolektif çabasının bir parçası olarak davranmış olabilir. Ve parti yönetimi de, üyeyi bu görev üstünden denetleyebilir.
Elbette ki; partiye üye olmuş ama bu üyeliğin kendisine hiçbir sorumluluk getirmediği bir üyeliğin partiye, sınıfa ve parti üyesine kazandıracağı bir şey olamaz. Tam tersine; partiye üye olmak demek, “partinin amaçları doğrultusunda çalışacağım, elimden ne gelirse onu katacağım” demektir. Ve üyelik koşulları olarak tüzük tarafından belirlenen üç madde bu isteğin somut ve biçimsel ifadesidir.
Hiç kuşku yok ki, bir kitle partisinin üyelerinin tümünün katkısı aynı değildir. Tersine, kimi üyeler yetenek, deneyim, bilinç bakımından çok ileri düzeyde parti çalışmasına katılırken, üyelerin büyük bir bölümü de (partinin kitleselliği arttıkça, katkı düzeyi düşük üyelerin oranı büyür) daha aşağı bir düzeyden parti çalışmasına katılırlar. Çünkü partiye yeni katılan emekçi sınıflardan üyelerin bilinç ve deneyimleri elbette partinin “ileri unsurları” düzeyinde olmayacaktır.
Üyelerin partiye katılımı böylesi çeşitli düzeyde olmasına karşın üyelerin parti karşısındaki konumları değişik değildir. Tam tersine samimiyetle ve elinden geleni yapan her üye parti tarafından aynı derecede şevkle kucaklanır.
“Kişi”, partiye üye olurken “tek kişi” olarak başvurur. Ama görevleri yerine getirirken, kişi tek olmaktan çıkar; kendi etrafındaki insan ilişkileriyle hareket eder. “insan ilişkileri” ile kastedilen ise; parti üyesinin etrafındaki, ailesindeki kişiler, akrabaları, komşuları, kahve, spor kulübü vb. çevrelerden arkadaşları, hemşerileri, işyerinde birlikte çalıştığı kişiler gibi, çok sayıda ve değişik toplum kategorilerinden emekçileri kapsar. Dolayısıyla partiden alınan görevin yerine getirilmesinde partili, bütün çevredeki kişileri (en azından henüz partili olmayan bazı kişileri) harekete geçireceğini düşünerek, yani kendi kişisel olanağı olan bu çevreyi parti çalışmasına çekerek yapar. Bu çevre, üyenin “doğal çevresi”dir. Ve aslına bakılırsa (birim çalışması ve ona has özellikleri bir an için gözden ırak tutarsak) partili siyasi çalışmasını da bu çevre içinde yapar. Çünkü günün çeşitli saatleri içinde yer aldığı bu çevre içinde partinin tanıtılması, etkilenen kişilerin şu veya bu düzeyde partiyle ilişkilerinin kurulması, partiyi tanımayan ama partilinin kendisinin kişisel olarak etkilemiş olduğu kişilerin, alınan parti görevlerinin yerine getirilmesinde çeşitli düzeylerde rol almasının sağlanması partilinin çalışmasının önemli dayanaklarıdır. Yani partilinin doğal çevresi, hem o partilinin parti çalışmasını sürdürdüğü hem de partinin o alandaki amaçlarının gerçekleşmesi için aldığı parti görevinin yerine getirilmesi için seferber ettiği bir çevredir. Daha doğrusu partili; bu çevreyi parti çizgisinde hareket ettirdiği, onların imkânlarını partinin çalışmasının imkânları haline getirdiği ölçüde görevini yapmış olacaktır. Dolayısıyla parti üyesinin siyasi faaliyet yürüttüğü alanın olanakları ne ölçüde partinin olanakları haline geliyorsa, parti üyesi de o ölçüde görevini yapar hale gelir. Aksi halde, bir parti üyesi tek başına, kendi çevresinden soyutlandığı takdirde ne ölçüde fedakârca davranırsa davransın, partinin kendisinden beklediği görevleri yerine getirmiş olmaz. Başka bir söyleyişle parti üyesi, kendi doğal çevresinin “doğal önderi” olarak davranmalı, bu pozisyonu edinmek için gayret göstermeli, çevre içindeki öteki etkili unsurları da partiye kazanarak partinin hem yeni çevrelere yayılmasını hem de var olan çevre içinde etkisini artırmasını amaçlamalıdır.
Demek ki parti üyesi, bu “doğal çevresi” içinde parti yayınlarını dağıtmak, okunup tartışılmalarını organize etmek, günlük gazetenin okunmasını sağlamak ve sürekli abonelik kurumunu yerleştirip işletmek, partinin maddi bakımdan desteklenmesi için bu çevrenin parti ile maddi bakımdan dayanışmanın sürekli hale getirilmesi gibi özel bir parti görevi almadan da yerine getireceği bir tür kaçınamayacağı görevlerle yükümlüdür. Ve aslında bir parti görevi almak, bu ilişkiler içinde anlam kazanmaktadır.
Örneğin parti merkezi ya da il örgütü, IMF-hükümet politikalarının teşhiri üstünden bir faaliyet yürütmek için tüm örgütleri göreve çağırmışsa, burada parti üyesi, bu çağrıya uygun bir görevi üstlenmek, kendi alanındaki olanakları bu görevin yapılması için seferber etmek, kendi çevresinden kişilerle birlikte bu görevi nasıl yerine getireceğini planlayıp hayata geçirmekle yükümlüdür. Ya da örneğin parti bir bağış kampanyası açmışsa normalde olandan farklı olarak, bu bağış kampanyasının içeriğine ve ondan beklenen ideolojik-politik yararı da ihmal etmeyen ama aynı zamanda çevrenin ekonomik gücünü göz önüne alarak hedefler koymak, bu hedefleri aşmak üzere devrimci bir “yarış” yürütmek üyenin görevi olarak biçimlenir. Yani böyle bir faaliyette, örneğin asgari ücret alan bir parti üyesi, kendi bağışını bu çevrenin imkânları üstünden değerlendirip belirlemek durumundadır.
Elbette ki, asgari ücret alan da kendince bağışa katılmanın bir yolunu bulacaktır; (fazla mesai, hafta sonu çalışma, çeşitli tasarruflar düşünülebilir) ama bağışta konulan hedef üyenin kişisel katkısının ötesinde onun “doğal çevresi” içinde yürüttüğü faaliyetle dolaysız bir biçimde bağlantılı olarak ele alındığı ölçüde bağıştan beklenen, partiyi güçlendirmenin bir dayanağı olma özelliği gerçekleşebilir.
Günlük basın için de durum benzer biçimdedir. Ve her partili, sadece kendi okuması için değil, ama kendi çevresinde gazetenin günlük dağıtımını sağlamak, okunup tartışılmasını organize etmek, gazete ile çevresinin bağının süreklileştirilmesi için hevesli gençleri gazete muhabirliği ve dağıtımı için görevlendirmek, çevrenin kendi doğallığı içinde gazeteyi tartıştırmak ve gazete tarafından ortaya atılan konuları tartıştırıp, okunmasını teşvik edip anlaşılmasını sağlamak üyenin hem erteleyemeyeceği hem de her gün yapılmasını alışkanlık olarak sürdüreceği görevlerindendir.
Her üye bütün bu sayılanları yapabilir mi? Eğer çevre imkânlarını seferber etmeyi aklından çıkarmıyorsa, parti görevini bir bürokratik davranış, dışardan kendisine empoze edilen bir tutum değil de günlük yaşantısının bir parçası olarak algılıyorsa, çok önemli kısımlarını yapar. Yapamadıkları için ise başka üyelerden, parti yönetimlerinden yardım isteyecektir. Bu görevlerin tam olarak yapılması için gereken bilgi ve beceriyi edinmek için çaba harcayacaktır. Çünkü partinin kendisinden istediği şeyler; günlük yaşantısı içinde, daha iyi bir dünya kurma isteğinin gerekleridir. Ona dayatılan, ya da aleyhine olan şeyler, üstesinden gelinemeyecek kadar zor ve ona yabancı şeyler değildir.
Aslında parti üyeliği, soruna bu geniş açıdan bakıldığında, parti çizgisini benimsemiş, belirli aidat veriyor ve partinin verdiği bir görevi yapıyor olma ete kemiğe bürünmektedir. Yoksa tüzükte söz edilen kuralları; sağda solda partiyi övmek, bir miktar aidat ödemek ve partinin şunu yap dediği bir pratik işi (bir şeyi alıp bir yere götürmek gibi) yapıyor olmak, tüzükte söz edilen üyeliğin hakkının verildiği anlamına gelmez.
Kuşkusuz ki, partinin birim çalışması, birimdeki parti grubunun üyesi olan partili üyenin görev anlayışı da yukarıdaki gibi bir genişlikte anlaşılmalıdır. Ama aynı zamanda, birim faaliyeti, bir grup partilinin bu “doğal çevre” olanaklarını genişletmek için, her konuda birbiriyle dayanıştığı, her birinin doğal çevresinin imkânlarını da ötekine kattığı (bu nedenle de maddi ve manevi imkânların daha da çoğaldığı ve çalışma verimliliğinin arttığı) bir üretim ve hizmet birimi içinde kendi görevlerini kendilerinin belirlediği (elbette parti çizgisi, günlük direktifleri doğrultusunda) çok daha tam bir çalışmadır.
Kuşkusuz, partili çalışmanın özelliği, bütün üyelerin partideki en ileri kavrayış hattından çalışmaya katılması, politik hedeflerin oradan belirlenebilmesidir. Partinin bütün üyeleri, kendi çalışmalarını bu partinin en ileri kavrayışından eleştirip düzenledikleri ölçüde, parti görevi yapmak da bir külfet olmaktan çıkıp günlük bir işe, üstelik yapılmazsa rahatsızlık duyacağımız bir zevke dönüşecektir.
EMEP’in 2. Kongresi sürecinde parti üyeliği tartışmalarını ve kongre sonrası parti örgütlerinin düzenlenmesindeki çabaları ve yaz boyunca süren parti içi eğitim faaliyetlerini yukarıdaki perspektifin hayata geçmesi olarak anladığımız ölçüde her şey daha çok yerli yerine oturur.

Ekim 2000

Emekçi sınıfların hareketi ve birlik ve mücadele sorunu

I.
Sonbaharla yeni bir yükselme sürecine giren emekçi sınıflar mücadelesi, ciddi bir dönemece gelmiş bulunuyor.
Hükümet-IMF-büyük patronlar bloğunun giriştiği ülke ve emek düşmanı politikalar skandal boyutundaki gelişmelerle deşifre olurken, aynı zamanda bu blok, pervasızca aldığı kararlarla, yoluna devam etmek kararlılığını da sergilemektedir.
Kıbrıs sorunu, Ege sorunu, Kürt sorunu, Ermeni sorunu, af gibi sorunlar gündeme geldiğinde “milliyetçilik” damarı kabaran, hamasette mangalda kül bırakmayan, yurtseverlik isterisine kapılan hükümet ve düzen partileri ile onların çanak tutucusu rolünü üstlenmiş olan holding medyası, ülkenin bağımsızlığını doğrudan ilgilendiren gerçek çıkarları söz konusu olduğunda tam bir vatan haini gibi davranmaktadır. Bu haince tutum ise; Türkiye’nin Batı ekonomisine entegrasyonu, “ekonominin yapısal bakımdan verimlileştirilmesi” vb. gibi, anlamı herkese göre değişebilecek yuvarlak kavramlar arkasına saklanmaktadır. Örneğin ulusal sanayi ve tarımın çökertilmesi, sosyal güvenlik sisteminin, sağlığın, eğitimin bir hizmet olmaktan çıkarılıp uluslararası sermayenin ve yerli uşaklarının yağmasına açılması, ülkenin yeraltı ve yerüstü servetlerinin emperyalist ülkelere ve onların firmalarına peşkeş çekilmesinde sınır tanınmayan bir noktaya gelinmiştir.
Demokrat geçinen liberal sağcılar ve bir zamanların Marksist’i (çoğu şimdi de Marksist’im demekten hoşlanan) solcular; AB’ye katılmak, batı emperyalizminin çıkarları doğrultusunda Türkiye’nin rolünü ve ekonomisini, zamanla siyasetini de, “yenileme” konusunda tam bir mutabakat içindedirler.
Din üstünden siyaset yapan çevreler ile Kürt siyasi çevreleri de, aralarındaki milliyetçi çatışmalar ve aynı “seçmen çevresi”ni peşine takmayı amaçlayan bir politik hatta yürüyor olmaktan gelen çelişmelerine karşın, AB’nin, hatta uzun vadede IMF’nin isteklerine göre biçimlendirilecek bir Türkiye’nin nasıl olacağını kavrayıp, onlarla aynı tarifi yapıp, isteklerini bu yolla gerçekleştirecek politikaları benimsemişlerdir.
Kendi bankasını soyanların artık çete soruşturmalarının “rutin”i haline geldiği, özelleştirilen devlet bankalarının Hazine’nin yağmalanması ve küçük tasarrufçuların dolandırılmasının aracı olarak kullanıldığının ortaya çıkmasının hemen arkasından önemli görevler yapan üç devlet bankasının (Ziraat, Halk ve Emlak bankaları) özelleştirilmesinin inadına bir biçimde gece baskını usulü yasalarla gündeme getirilmesi, hükümetin ve arkasındaki güçlerin nasıl bir düzen kurmayı amaçladığını açıkça gösterdi. Daha bankalar skandalı her gün yeni bir safhasıyla gündemi doldururken, “piyasalar” denilen kapitalizmin en parlak vitrininin çökmesinin “etkisini azaltmak” bahanesiyle, rantçılara, faizcilere, büyük patronlara, 10 gün içinde 6 milyar dolar daha “haraç” verilmesi, uygulanan ekonomi politikaların kimlere daha çok servet aktarmak istediğinin açık göstergesi oldu. Ve görüldü ki; her skandal, her çöküş, bir yandan sistemin başarısı olarak yutturulup propaganda malzemesi olarak kullanılırken, öte yandan da bu skandal gelişmeler, “ekonomiyi kurtarmak”, “istihdamı korumak” adına kamu imkânlarını yağmalamanın vesilesi yapıldı, yapılıyor.
Kısacası, hükümet-patronlar-IMF bloğu, ekonomideki amaçlarına varmak için son derece kararlı, kendilerinin gerekli gördüğü her önlemi pervasız bir gözü karalıkla almakta; emekçi sınıfların yeni hamlelerine fırsat vermeden, amaçlarını gerçekleştirmek istemektedir. Bunun için sermaye; hem uluslararası (IMF ve Dünya Bankası’na verilen sözler, yapılan stand-by’lar vs.) hem de ulusal (hükümet, parlamento, patron örgütleri, burjuva medyası vs.) bütün güçlerini bu amacı gerçekleştirmek için bir araya getirmiş, siyasi ve ekonomik imkânlarını bu politikaların arkasına koymuştur.
Hükümet ve burjuva politika dünyası, Kıbrıs, Kürt sorunu, Ermeni sorunu, AB’ye girme koşulları vb. gibi siyasi sorunlarda “çözümsüzlüğü”, sorunların “şimdilik çözümü” olarak benimsemiş, bunların nihai çözümünü emekçi sınıf hareketini ezme ve ekonomik alanda kendi amaçlarına varma sonrasına ertelemiş bulunmaktadır. Bu yüzden de MİT’le MGK’nın çelişmesi (çeliştirilmesi), ANAP’ın başka, DSP’nin başka, MHP’nin de daha başka bir telden çalması vb. bir sorun teşkil etmemektedir. Çünkü bu sorunları erteleyerek burjuva politikası, kendi içinde derin bölünmelere yol açacak bu gelişmeleri ertelemiş olmaktadır.

II.
Madalyonun öteki yüzünde, emekçi sınıfların cephesi de son derece önemli gelişmelere sahne olmaktadır.
Emek düşmanı politikaların niteliğinin ve amaçlarının açığa çıkması, yığınların en geri kesimlerini bile mücadelenin saflarına çekmektedir. 1 Aralık’ta sadece KESK’in işi sıkı tutması ve diğer memur sendikalarının en azından geri çekici rol oynayamaz duruma gelmesiyle, milyonlarca emekçinin eyleme geçmesi (bir-buçuk milyondan fazla kamu emekçisinin iş bıraktığı, yüz binlercesinin sokağa çıktığı bir gerçektir); elbette ki oldukça dikkat çekicidir. Bu kamu emekçilerinin çoğunluğunun bugüne kadar hiçbir eyleme katılmadığı düşünülürse, hangi kesimlerin eyleme çekildiği daha iyi anlaşılır. Bunun da ötesinde köylülüğün son yıllarda parti, zengin, yoksul farkı gözetmeden mücadeleye katılması, yine Türkiye tarihinde sisteme karşı en az tepki gösteren kesimlerin sokak gösterileri, sendikalaşmak gibi yeni ve daha mücadeleci bir örgütlenmeye yönelmesi elbette ki, son birkaç yılın önemli gelişmeleridir. Özellikle “tarım reformu”nun ne olduğunun anlaşılmasıyla köylülük, daha ciddi mücadelelere girecek bir toplumsal kesim olarak kendisini ortaya koymaya yönelmiştir.
Sendika bürokrasisinin açıkça “teslim bayrağını çekmeye” hazırlandığı bir zamanda özelleştirmeye karşı mücadelenin yeniden kabarması; Yatağan, Yeniköy ve Kemerköy santral ve kömür işçileri ile TEKEL işçileri; özelleştirmeye karşı “bağımsızlık bayrağı”nı yeniden göndere çekmiştir. Enerji, Petrokimya ve Telekom işçilerinin aynı yoldan ilerlemesi için yeni bir vesile ortaya çıkmıştır.
Yine 1 Aralık eyleminde Bayram Meral’in başını çektiği Türk-İş bürokrasisi kliği; Emek Platformu’nu, emekçi mücadelesini arkadan hançerleyerek, işçilerin iş bırakarak sokağa çıkmasını önlemiş (En azından önemli ölçüde önlemiştir. Eğer Türk-İş üst yönetiminin ihaneti olmasaydı, DİSK ve Hak-İş, bugünkü geri tutumu alamaz, ister istemez hareketin önünde yer alırlardı), böylece tarihsel rolünü bir kez daha icra etmiştir.
Emekçi sınıf hareketi, sadece eylem yapan ve tepki gösteren protestocu çizgiyi aşan bir hatta oturmayı başaramazsa, bugüne kadar yaşananlar açıkça göstermektedir ki, büyük patronlar, onların hükümetleri ve arkasındaki yerli ve yabancı odaklar; gerek banka soygunları, hayali ihracat vurgunları, spekülatif oyunlar üstünden yapılan soygunlar üstünden ortaya çıkan skandallar ve sistemin içeriğinin herkesin gözlerinin önüne serilmesi; sistemi zayıflatan değil onun kendisini yenilemesinin bir dayanağı ve vesilesi olarak kullanılabilir. Gelişmelere bakılırsa yapılmak istenen de budur.
1 Aralık eylemleri de bir kez daha göstermiştir ki; emekçi hareketinin, kaynağı aynı (siyasileşmemiş olmak) olan başlıca iki zaafı vardır.

III.
Emekçi sınıf hareketinin zaaflarından birincisi; hareketin “lokal” karakterde olmasıdır.
“Lokallik”, kimi zaman işkollarına göre, işyerlerine göre olurken, kimi zaman da taleplerdeki “lokal”lik olarak kendisini göstermektedir. Örneğin kimi işyerlerinde özelleştirmeye karşı hareket yükselirken, özelleştirmenin daha sonra konusu olacak ya da önceden olmuş işletmeler, ya da zaten özel olan işyerlerindeki işçiler, olup biteni seyretmektedir.
“Lokal”lik bir başka biçimde kendisini, kamu emekçileri, işçiler, öteki emekçi sınıfların birbirinden bağımsız hareketleri olarak kendisini göstermektedir. Ya da lokallik bir başka biçimde, sadece TİS, sadece işten çıkarmaya karşı çıkmak gibi, son derece kısmi taleplerle sınırlı olarak ortaya çıkmaktadır.
Oysa son gelişmelerle daha açık ortaya çıkmıştır ki; işçinin, kamu emekçisinin, köylünün, esnafın, neredeyse tüm emekçilerin en acil talepleri aynı merkez tarafından saldırıya uğramış bulunmaktadır. Ki, bu merkez, IMF-hükümet-büyük patronların politikası olarak biçimlenen uluslararası sermaye programıdır. Ve bunun farkına varıldığı ölçüde emek mücadelesi birleşip, yeni atılımlara dayanak teşkil edebilecektir.
Emek Platformu, bu ihtiyacı gidermek için ortaya çıkmıştır. Ama Türk-İş üst yönetiminin (en azından Meral ve kliğinin) hükümetle içli dışlılığı, hükümet ve sermaye güçleri tarafından kullanılıyor olması, platformun en büyük işçi örgütü olarak onu birleştirmek yerine onun içinde “Truva Atı” rolünü oynuyor olması elbette sorunlar yaratmaktadır. Bir buçuk yıl önce son derece önemli bir gelişme olarak ortaya çıkan Emek Platformu imkânı önemli ölçüde tahrip olmuştur. Bu tahribat, 1 Aralık’ta işçi katılımının baltalanması olarak ortaya çıkmıştır. Ve 1 Aralık’ta işçilerin harekete katılımının zayıflığı elbette Türk-İş üst yönetiminin tutumuyla doğrudan bağlantılıdır.
Bu tür sorunlardan kalkarak, platformun önemini anlamayan çevrelerin Emek Platformu’nu yıkmak için yapacakları girişimlerin güçlenmesi beklenir bir şeydir. Ama şu da bir gerçek ki; eğer Emek Platformu olmasaydı, 1 Aralık’ın gerçekleştiği boyutta gerçekleşmesi de olanaklı olmazdı. Dahası emeğin gündeminin derli toplu olarak, emek örgütlerinin çoğunluğunun önüne gelmesi, tartışmaya açılması, gündeme müdahale edilmesi imkânını artırması bile Emek Platformu’nun devamını zorunlu kılan bir şeydir.
Kuşkusuz hareketin birleştirilmesinde birinci etken; sendikalar, kitle örgütleri ve mesleki örgütlerin bir araya gelmesidir ve Emek Platformu en azından şekli olarak bunu yapar durumdadır. Hareketin birleşmesinde ikinci etken ise, emekçilerin ileri kesimlerinin üstünde az çok etkisi olan ve emekten yana olduğunu söyleyen partilerin emekçi taleplerinin elde edilmesi mücadelesinde (ve tabii ülkenin demokratikleştirilmesi mücadelesinde) az çok birleşmiş, aralarında bir ittifaka gitmiş olmasıdır.
Ve burada partileri bir araya getirmek, bundan da öte üzerinde birleşilecek mücadele hattını bu partiler arasında ortak bir zemin olmasını sağlayacak olma görevi de elbette bütün diğer partilerden çok emeğin kendi partisine düşer.

IV.
Hareketin ikinci başlıca zaafı ise, istikrar ve kararlığının hareketin ihtiyaçları düzeyine ulaşmamış olmasıdır.
Sorunun bu yanı birinci zaafla bağlantılıdır ama protestocu eylem çizgisi, giderek daha çok eylemden caydırıcı bir rol de oynamaktadır. Üstelik bu protestocu tarzı, yasak savmacılığı işçi-emekçi hareketine musallat eden sendikal bürokrasi, burjuva reformcu çevreler; işçi hareketi içinde “Bakın mücadele ediyoruz ama sorunlar çözülmüyor. Demek ki, mücadele ederek haklarımızı alamayız” propagandasını yürütüyorlar. Ancak, geniş emekçi çevrelerin değilse de mücadelenin önünde yer alan kesimlerin bu zaafı fark ettikleri, özellikle 1 Aralık’a gelen süreçte daha derinden hissettikleri görülmektedir. Ve taleplerde ısrar, bir önceki eylemin hedefleri ile bir sonraki arasında bağlantı kurulması çok önemlidir. Dahası, hareketin istikrar kazanmasında kuşkusuz sınıfın ileri kesimlerinin politikleşmesi, kendi aralarında sadece eylem birliği değil aynı zamanda fikir birliğine, hedeflere varmada ortak tutumda birleşmesi de aynı derecede önemlidir.
1 Aralık sonrasında, emekçi hareketinin hem bu zaafı aşma imkânları artmıştır hem de hareketin kesintisiz ilerlemesi ve sermaye cephesinin saldırılarını püskürterek taleplerini elde etmede yeni adımlar atması için mücadele hattı konusunda emekçi sınıf örgütlerinin fikir birliği sağlaması son derece önemlidir.
Daha şimdiden görülmektedir ki, hükümet, emekçi sınıfların eyleminden sadece “cezalandırmak” için söz etmektedir. Bu yüzden de hükümetin kamu emekçilerinin, işçilerin ve diğer emekçilerin taleplerini dikkate alması için çok daha ileri eylem biçimlerine ihtiyaç olduğu artık geniş kamu emekçisi kesimlerce ve işçilerin ileri kesimlerince de kabul edilmektedir. Dolayısıyla hareketin bir genel grev/genel direniş hattına doğru ilerleme ihtiyacı herkes için açık hale gelmiştir.
Gelişmenin böyle bir hatta doğru yönelmesi, kuşkusuz sınıf partisine, ilerici demokratik güçlere, sınıftan yana sendikacılara, emekçilerin ileri kesimlerine yeni görevler yüklemektedir.
Bu görevlerin birincisi; 1 Aralık’a gelen süreci anlamak ve bu sürecin devamı olarak daha büyük yığınsal eylemler ve genel eylemlerin yolunu açacak bir “günlük eylem çizgisi”ni yaygınlaştırmak, emekçiler arasındaki bozguncu, karamsarlık yayıcı, bölücü girişimleri engelleyerek, hareketin imkânlarını öne çıkaran bir tutumu yaygınlaştırmaktır.
İkinci görev ise; ülke çapında ve mahalli planda bütün emekçi kesimleri birleştirirken (esnaf, zanaatkârlar, serbest meslek sahipleri, köylülük, kamu emekçileri, gençlik, sendikasız işçi çevreleri ve bunların örgütleri) aynı zamanda mücadele içinde yer alabilecek parti ve kitle örgütlerini birleştirmek, bir genel grev ve genel direnişin başarılı olması, hükümeti ve arkasındaki güçleri dize getirecek kadar güçlü bir çıkışı sağlayacak tüm güçleri birleştirmektir.

V.
Başka yanlarını bir yana bırakırsak bütçe, bir yılda yaratılan “milli hâsıla”nın sınıflar arasındaki paylaşımını belirleyen bir belgedir. Önceki bütçelerde olduğu gibi 2001 Bütçesi de, emekçileri yok sayan, tüm imkânları bir avuç büyük patrona, faizciye, rantiyeciye aktaran bir bütçedir ve hükümetin ve arkasındaki güçlerin amacını çok çıplak biçimde sergilemektedir.
Bu çıplak gerçek ve emekçilerin çalışma ve yaşama koşullarının seviyesi bir hesaplaşmayı zorlamaktadır. Bu hesaplaşmanın sermaye için yeni saldırı imkânı değil, sermaye saldırısının püskürtülmesinin dayanağı olmasının tek koşulu, bu mücadelenin bugün geldiği aşamayı da aşan bir seyir izlemesidir. Bu ise bir genel direniş/genel grev hattına yönelmekle mümkündür.

Aralık 2000

Ölümün kutsanması ve bir ideolojik-siyasi hattın çöküşü

Cezaevleri sorunu, 2000’in son günlerinde, Türkiye’nin yoğun gündemi içinde kendisine yer bulan bir konu oldu.
Kuşkusuz Türkiye gibi bir ülkede, cezaevleri sorunu her zaman şöyle ya da böyle gündeme gelmiştir. Ancak “ölüm orucu” merkezli ve “F tipi cezaevlerinin açılması” gibi önemli argümanlarla gündeme gelmesi ve yol açtığı katliamla gelişmeler kamuoyunu derinden sarsan etkiler bıraktı. Ve olup bitenler; cezaevleri sorunundan da öte Türkiye’nin siyaset ve yargı sisteminin, kimi siyasi çevrelerin “devrimcilik” anlayışı ve “politika yapma tarzları”nın da sorgulandığı bir sürece karşılık geldi ve öyle görünmektedir ki; bundan böyle de, bu tartışma her iki yönüyle de sürecektir.
Cezaevleri, her sistemin aynasıdır.
Eğer bir ülkede cezaevleri siyasi mahkûmlarla doldurulmuşsa, o ülkede “demokrasi var” deniyorsa; cezaevleri o ülkede hüküm sürenin sadece laf demokrasisi olduğunun göstergesidir. Ya da bir ülkede, cezaevlerine kapatılmış olanlar; ayrıca bir baskı altında tutuluyor, cezaevlerine konulan mahkûmlar arasında ayrımcılık yapılıyorsa; mahkemelerin verdiği kararlardan öte ayrıca bir cezalandırma olarak infaz yöntemi devreye giriyorsa, o ülkede kuşkusuz ki resmi sistemin çağrıştırdığından çok daha acımasız, daha baskıcı bir sistemin yürürlükte olduğu apaçıktır.
F tipi cezaevi sistemi; aslında Türkiye’de rejimin ne kadar “demokratik” olduğunu, bırakalım demokrasiyi, kendi tarif ettikleri “demokrasi” ile bile çeliştiklerini, tarif edilen ile gerçekte olanın tamamen farklı olduğunu gösteren bir örnektir. Çünkü F tipi cezaevi sistemi, sadece siyasi tutuklu ve mahkûmları “tecrit” eden değil, aynı zamanda mahkûmlar arasında ayrım yapan, az çok demokratik bir yargı ve infaz sisteminde görülmeyecek biçimde ayrımcı bir sistemi de temsil etmektedir.
12 Eylül sonrasının Türkiye’si, cezaevlerinin siyasi mahkûmlarla doldurulduğu, siyasi mahkûmların sayısının on binlerle ifade edildiği bir ülkedir. Bu yüzden de; öncesini bir yana bıraksak bile, 20 yılı aşkın bir zamandan beri cezaevleri devrimci mücadelenin, sınıflar mücadelesinin bir alanı olagelmişlerdir. Bu sadece Türkiye için değil, ama sisteme karşı mücadele edenlerin, egemen sınıfların siyasi rakiplerinin az çok kitlesel olarak cezaevlerine konulduğu her ülkede ve her dönemde cezaevlerinin demokrasi ve özgürlük mücadelesinin bir alanı olduğu, sınıflar mücadelesine dair en çok bilinen gerçeklerden birisidir.
Türkiye’de de cezaevleri, ülkenin yakın tarihinde, önce “12 Mart darbesi” sonrasında devrimcilerin kitlesel olarak cezaevlerine kapatılmasıyla bu anlamda gündeme gelmiş, mücadelenin bir alanı olarak işlev görmüştür. 12 Eylül’den sonraki yıllarda (ve günümüzde de) cezaevleri mücadelenin bir alanı olarak rol oynamışlardır. En azından devrimcilerin kendi kişiliklerini korumaları, siyasi görüşlerinin gereği gibi yaşama ve davranma imkânlarını elde etmek için bir mücadele içinde oldukları alanlar olmuşlardır. Ancak, cezaevlerinde devrimciliği devletle, devletin silahlı güçleriyle devrimci siyasi gruplar arasında bir çatışmaya indirgeyen anlayışların etkin olduğu ölçüde cezaevlerindeki mücadele “sol cenah”ta, sınıflar mücadelesi ve onun temposu ve sorunlarından bağımsız olarak daha çok öne çıkarılmış, dışarıdaki etkinliği azalan siyasi gruplar bu etkinliklerini sürdürmek için cezaevlerindeki mücadeleyi “belirleyici” bir düzeye çıkarırken, açlık grevi, ölüm orucu gibi, kısmen ve sınırlı bir alanda kullanıldığında bir anlamda etkili ve propagandif bir değeri olabilecek yöntemler, kullananı vuracak bir araca da dönüşmüşlerdir. Özellikle işçi ve emekçi sınıfların kurtuluşu için yola çıktığını iddia eden grupların işçilerden, emekçilerden umutları kesildiği ölçüde, kendilerinin “kurtarıcı” olduğuna dair kanıları güçlenmiş, böylece de; kendileri neredeyse orayı “devrimin kalesi” olarak ilan eden, öznel idealist “devrimci anlayış” her şeyin üstünü örten bir “dayatma” halini almıştır.
Geçmişte, kendileri üniversitede yoğunlukta olduğu için “üniversitelerin devrimin kalesi” olduğunu öne süren siyasi görüşler, kendilerinin cezaevlerindeki sayılan arttığı ölçüde, “kalenin yerini” değiştirme ihtiyacı ortaya çıkmış ve bu tartışmalar içinde “cezaevleri kalelerimiz” iddiası öne çıkmış, cezaevindeki her eylem, “dışarıya” bir mesaj, “içeri”nin “dışarı”ya bir “yol göstericiliği” olarak algılanır, savunulur olmuştur. Böyle bir anlayışı savunmanın imkanları kısıtlandıkça da; cezaevlerindeki eylemler üstüne övgünün dozu artmış ve bu eylemlere biçilen misyon büyütülmüş, böylece de hem dışarıdaki hem de “içerdeki” yandaşlar daha büyük sorumluluk altına alınmak istenmiştir. Öyle ki; kavramlar üstünden kavgalar yürütülmüş, cezaevi ve buradaki siyasi hükümlü ve tutukluların adlandırmalarına ilişkin terminoloji bile “yeniden kurulmuş”tur.

YANLIŞI SAVUNMAK İÇİN BU GAYRET NİYE?
“Cezaevleri kalelerimizdir” sloganını bayrak edinmiş siyasi çevrelerin yanlışlığının en dramatik biçimde açığa çıktığı gelişmeler, 2000’in son günlerinde yaşandı.
“F tipi cezaevlerinin açılmasının önlenmesi” için, 2000 yılının ekim ayında başlatılan açlık grevleri ve ölüm oruçları, 30’u aşkın kişinin ölümü ve F tipi cezaevlerinin açılmasıyla yeni bir aşamaya geçti.
Bu süreç, Türkiye toplumunun en duyarlı kesimlerinin harekete geçtiği, olup biteni hemen herkesin yakından izlediği bir süreç olarak gelişti. Bu yüzden de burada, sorunun ayrıntılarına inmek, kimin hangi rolü oynadığını tartışmak yerine, sürece yön veren düşünceleri tarif etmek, bu düşüncelerin kaynaklan ve güncel bakımdan karşılık geldikleri politikaları tartışmakla sınırlı bir değerlendirme yapacağız.
Bir cezaevi eylemi için oldukça uzun olan (şu satırlar yazılırken bile “ölüm oruçları” sürüyordu) süreci iki aşamada ele alabiliriz.
Sürecin birinci aşaması, ilerici, devrimci, demokrat kamuoyu olarak ifade edebileceğimiz kesimlerin önemli bir bölümünün cezaevlerindeki baskı ve şiddete dikkatlerinin çevrildiği, F tipi cezaevlerinin ülkemizdeki demokrasi mücadelesine, insanca yaşama fikrine yönelmiş bir tehdit olarak, “kabul edilemez” olduğunu anlayıp, harekete geçtiği aşamadır ki bu aşama cezaevinde, ölüm orucunda olanlarla görüşmeye giden baro, TMMOB, TTB, İHD gibi kitle örgütü temsilcilerinin suçlanıp, devreden çıkarılmasına kadar gelişen aşamadır. “F tipi cezaevleri açılmasın”, “Ölüm oruçları ölümsüz bitirilsin” talebi etrafında oluşun ittifakın parçalanması sonrasında, cezaevlerine yönelik kanlı operasyon ve F tiplerinin açılmasıyla gelişen olaylar ise; sürecin ikinci aşaması olarak değerlendirilebilir. Ama bu yazı daha çok sürecin birinci aşamasının anlamı ve izlenen tutumun sonuçlarıyla sınırlı olacaktır.
Sürecin birinci aşamasında, F tipi cezaevlerinin ne olduğu kamuoyunda tartışılmış, aynı zamanda da, bu cezaevlerinin, bir cezaevinde bile olmasının kabul edilemeyeceği “tecrit”i esas alan bir “mimari yapı” ve “yasayı” esas aldığı anlaşılarak muhalefet genişlemiştir. Barolardan çeşitli siyasi partilere, TMMOB’dan TTB’ye, sendikalara kadar çeşitli emekçi örgütleri az çok bir tutum belirlemişler, “F tipi cezaevlerinin insani olmadığı”, bu yüzden de açılmaması gerektiğinde (açılacaksa bile mimari yapısı da dâhil “tecridi” esas alan yapı ve yönetim tarzı değiştirilerek açılması, bu değişiklikler yapılıncaya kadar açılmaması) ortaklaşarak mücadelenin içinde yer almışlardır. Yine bu mücadele içinde bir araya gelen parti, sendika ve kitle örgütleri, cezaevlerinde süren ölüm orucu ve açlık grevlerinin bitirilmesi için, hükümetin ve Adalet Bakanlığı’nın hükümlü ve tutukluların isteklerine tatmin edici bir yanıt vermelerini istemişlerdir.
İşte bu gelişmeler içinde, hükümet ve Adalet Bakanlığı, önce F tipi cezaevlerini “görücüye” çıkarmış, ne kadar “rahat” ve “modern” cezaevleri inşa ettiklerini, basını da kullanarak propaganda etmeye çalışmış, (tutuklu yakınları, basın mensupları, baro ve diğer kitle örgütü temsilcilerini cezaevlerine götürerek gezdirmiş ancak bu tutmayınca, adım adım F tipi cezaevlerindeki “eksik ve yanlışları” kabul ederek, Terörle Mücadele Yasası’nın 16. Maddesi’ni değiştirmek, denetleme kurulları vb. oluşturmak, F tipi cezaevleri üstünde toplumsal bir uzlaşma sağlanmasına kadar açılmasını ertelemek, F tiplerinin “mimari yapısı”nı tartışmaya açmak gibi “seçenekler”i gündeme getirmiştir. Ve bu sürecin ilerleyen safhalarında çeşitli heyetler cezaevlerine giderek, ölüm orucundakilerle görüşmüşlerdir. Burada şu gerçeklerin görülmesi gerekir;
1. Bu sürece katılan çeşitli kesimler; ne cezaevlerinde sürdürülen mücadele konusunda, ne de F tipiyle ilgili olarak, ölüm orucunda olanlarla aynı görüştedirler. Bu yüzden de “dışarıda” mücadeleye katılan çevreler; “ölüm orucu”nu tarz olarak benimsemediklerini, desteklemediklerini açıklamışlar; ama insani bir açıdan tutuklu ve hükümlüleri ölüm orucuna zorlayan koşulların kaldırılması, F tipi cezaevlerinin yargı ve siyasi bakımından demokratik ve insani olmadığı için “içerdeki mücadele” ile bütünleştiklerini açıkça ifade etmişlerdir.
2. Hükümet ve bakanlığın, süreç içinde “geri adım atması”nın nedeni, en azından sadece, hükümlü ve tutukluların açlık grevi ve ölüm orucunda olması değildir. Tersine; ortada belirli bir aşamadan sonra niyetleri ve eyleme katılış tarzları farklı da olsa ortak bir mücadele platformu etrafında birleşmiş, geniş bir kesimin yer almasıdır. Dahası, “ölüm orucu”nda olanlar, “Bunlar sadece destekçidir, asıl eylemci biziz” gibi garip ve anlaşılamaz bir ayrımın arkasına sığınarak yaptıklarını mazur göstermeyi amaçlasa da, bu “açıklama”, belirli bir aşamadan sonra, “ortak bir eylem”in oluştuğunu ortadan kaldırmaz. Yani süreç içinde eylem içerdekilerin ve dışarıdakilerin ortak bir eylemi haline gelmiştir. Yoksa malum siyasi çevrelerin göstermeye çalıştığı gibi, ortada bu “kahraman kişiler” tarafından yürütülen bir eylem var, dışarıdakiler de, kendi siyasetleri, kendi iradeleri olmayan bir kuru kalabalık olarak onların estirdiği cereyana kapılmış şekilsiz “destekçiler” olarak ortaya çıkmış, sonra da kaybolmuş değillerdir. Tam tersine, bu kesimde yer alan siyasi çevreler, insan hakları savunucuları ve çeşitli meslek örgütleri, yöntem olarak “ölüm orucunu” benimsemeyen örgütlerdir, bunu da her biri çeşitli vesilelerle açıklamışlardır, ama cezaevlerindeki zulme son verilmesini isteyen, “insani nedenlerde de, ölüm orucundaki insanların kurtarılması, onların ölmelerinin engellenmesi için çaba harcayan, bunun için eyleme geçmiş kesimlerdir. Yani bu çevrelerin de; eyleme katılırken kendilerine göre siyasi, ahlaki, mesleki vb. nedenleri vardır.
Ne var ki, ölüm orucu içinde yer alan çevrelerin en azından en kalabalık katılımla bu eylemi sürdürenlerin olup biteni böyle anlamadığı, anlamak istemediği görülmüştür. Tersine, “Mademki biz halk için ölen fedaileriz, kendisini halktan yana görenler de bizi kayıtsız koşulsuz desteklemelidir” dayatmasını kendilerine kılavuz edinmişlerdir. Bu yüzden de “ölüm orucu”nu “dışarıda” sürdürmek isteyenlere parti binalarını tahsis etmeyenler, “ölüm orucu doğru bir yöntem değil” diyenler, “şöyle bir noktada uzlaşılmalıdır” diye fikir belirtenler “karşı tarafın adamı”, “cezaevlerine saldırı düzenlenmesinin zeminini hazırlayanlar”, “Emin Çölaşan’la aynı saftakiler” olarak ilan edilmiştir. Bu da; “eylemin nasıl sonlandırılacağına sadece ölüm orucunda olanlar karar verebilir” denilerek bir “hukuka”, “meşruiyete” kavuşturulmak istenmiştir. Ama bu iddia ile yazılan bildiride, o koşullarda asla mümkün olmayan “ön koşullar” da öne sürülerek, aslında eylemin devamını ve nereye kadar devam edeceğine bildiriyi yazanlar karar vermiş, ama sadece lafta da “ölüm orucunda olanların karar vereceği” söylenmiştir.
Kaldı ki, bu tezin öne sürüldüğü günlerde, ölüm orucunda olanların sağlıklı karar vermesi için koşullarının hiç de uygun olmadığı herkesin malumuydu. Ancak bütün bir siyasi yaşamları boyunca dayatmacılığı, dünyanın merkezine kendilerini koymayı, narsisizmi, kendileri dışındaki herkesi sadece kendilerini desteklemek, kullanılmak için var olmuş saymayı, kamu vicdanına sığınmayı, şu veya bu vesileyle oluşmuş birlikleri kırıp yıkmayı bir politika tarzı olarak benimseyenlerin bu hassas ilişkileri, devletin cezaevleri politikası karşısında oluşmuş bu en geniş ittifakı görüp anlaması elbette beklenemezdi ve öyle de oldu. Cezaevi koşullarında, kendileriyle görüşmeye giden heyet üyelerine karşı bile aşağılayıcı suçlamalar yapmaktan çekinmeyen bu siyasi dar görüşlülük sonunda; o çok karşı göründüğü devletin, amacına varmasını kolaylaştıracak, kendilerini yalnızlaştırıp hükümetin kamuoyunda güç toplayacağı ne varsa onu yaptı. Ve kendileriyle ölüm orucunda birlikte olan bir siyasi çevrenin giriştiği polis otobüsüne yapılan saldırı da; bu halka ve emekçilere karşı sorumsuz, ölmeyi meziyet düzeyine yükseltmiş siyasi çevrelerin şiddeti üstlerine davette vardıkları son nokta oldu.

İTTİFAK PARÇALAMAK ÖVÜNÜLECEK BİR MARİFET MİDİR?
Bu aşamayla birlikte; ilerici kamuoyunun cezaevlerine olan ilgisi bölündü. Ve süreç içinde ortak davranış içine giren siyasi parti ve kitle örgütü temsilcileri; “bunlarla birlikte hiçbir şey yapılamaz” fikrine vararak, bulundukları noktadan bir adım geri çekilerek, sadece sorunun “bir an önce” ve “ölümler olmadan” çözülmesini isteyen bir çizgiye çekilmek zorunda kaldılar.
Ve bütün bu dar görüşlülük, müttefikleri içinde bölünme yaratan ve sonunda kendilerini tecrit ederek hükümetin ve bakanlığın hedefi haline getiren politikalarına mazeret olarak bu çevreler; “Bak Adalet Bakanlığının güvenilmez olduğu görüldü. F tipleri açılmayacak dendi, açıldı” olgusunu kullanıyorlar. Âlemi kör ve herkesi sersem yerine koyarak da; kendilerinin bu süreçteki rollerini, oluşmuş ittifakı bozan ve kendilerini de şiddete açık hale getiren politikalarını sorgulamak yerine; “İstanbul Barosu’nun önerisi çerçevesinde uzlaşılabilirdi” diyenleri de, “devlete” ve “cici Adalet Bakanı’na güvenen” safdiller olarak suçluyorlar.
Ve böylece de; bir kez daha onca keskinliğin, nasıl bir devlete güvenme inancının öteki yüzü olduğu görüldü. Çünkü onca cezaevi deneyimi olan kişilerin, ”devletten güvence” istemesinin, verdiği sözde durmasını beklemenin başka ne anlamı olabilir ki? Bırakalım F tipi gibi bir konuyu, basit cezaevi taleplerinde bile cezaevi yönetimlerinin; sadece bir tepki göreceğinden, başına daha çok bela açılacağından çekindikleri için “sözlerinde durduğunu” herkes bilirken, bu ulema devrimcilerin, kamuoyu desteği ve kendi aralarında ve kendileriyle kamuoyu arasında sağlanmış birliği koruma ötesinde hangi güvenceyi devletten alabilirlerdi ki? Ama ne yazık ki, bu devletten güvence peşinde koşanlar, aslında tek güvencelerini, F tipi cezaevlerine karşı oluşmuş birliği tahrip etmişler, böylece Adalet Bakanlığı ve hükümetin elini kolunu serbest hale getirmişler, onların amacına varması için yolu döşemişlerdir.
Bu konuda aslında çok lafa gerek yoktur. Olup bitenler ortada. F tiplerinin açılmaması için oluşmuş olan toplumsal muhalefetin dağılması, 30’dan fazla ölü, onlarca yaralı (şu anda 100. gününü de aşmış olan “ölüm oruçlarında daha ne kadar ölü ve kalıcı sakatlığın ortaya çıkacağı bilinmemesi de işin ayrı bir yanıdır) ve bunlardan da öte, “girmeyeceğiz”‘diye ilan edilen F tipleri bakanlığın umduğundan bile çabuk açılmıştır. Bunun da ötesinde bugün hükümet için en kazançlı yön ise; hükümetlerin yıllardır çözemediğini itiraf ettiği bir sorun olan cezaevleri sorununu, en azından şekli bakımdan çözmüş olmasıdır.
Peki, bu eylem halka, bırakalım halkı bu eylemi bir “kahramanlık destanı”, bir “zafer” olarak sunan devrimci gruplara hangi kazancı sağlamıştır? Hiçbir şey! Kayıpların ise ilk bilânçosu bile çok acı ve dramatiktir. Daha büyük etkileri, halkın içinde yarattığı tahribat ise, zamanla daha iyi görülecektir.

BİR ÖZELEŞTİRİNİN ZORUNLULUĞU DÖNEMİ
Cezaevleri gibi, ne kadar “iradeyle duvarların öneminin kalmayacağı” iddia edilirse edilsin, tecrit bir ortamda başlatılan ve gelişen, gerek ölüm orucuna katılanlar gerekse halk arasında büyük tahribatlara yol açan eylemin sonuçları üstünden iki değerlendirme yapılabilirdi. Birinci değerlendirme; bu eylemin bir anlayışın iflas etmiş olduğunun ilanı olarak görülmesi olabilirdi. Böylece de; bu eylemi, bu hale getirenlerin, koşullar doğru değerlendirilse başarılı olabilecek bir çıkışı yıkıma götürenlerin bundan böyle mücadeleye zarar vermeyecekleri bir eylem çizgisine dönmeleri söz konusu olabilirdi. Ya da tersi yapılabilirdi: ‘Bu eylem kahramanca hazırlanmış, kahramanca bitirilmiş, önceden belirlenmiş hedeflere varılmış bir eylemdir’ denilebilirdi. Böylece, bir kez daha “bizim dışımızdakilerin devrimcilikten, mücadeleden korktuğunu ispatladık”, “devrimcilik ölmektir”, “feda eylemlerimiz ses getirdi” vb. üstünde laf kalabalığı ile hâlâ olup biteni anlamayacak kadar kalın kafalı olanlarla bir koro oluşturulup doğru ile yanlışın sınır çizgisinin belirsizleştirilmesi üstünden bir çıkış yolu aranırdı.
Öyle görünmektedir ki ve ne yazık ki, bir yıkımla sonuçlanan bu gelişmelerin birinci dereceden sorumluları olanlar ikinci yolu seçmişlerdir. İnternet aracılığı ile yayınladıkları bildiriler, çağrılar, tepki gösterdikleri kişilere gönderdikleri “e-mailler” ve gazetelerine yazdıkları yazılarla ancak derin bir sübjektivizm içinde olanlarda görülebilecek bir ruh halini, hamasi bir kahramanlık edebiyatıyla harmanlayıp taraftarları için yutulur hale getirmeye çalışmaktadırlar. Bu satırların yazarına gönderdikleri mektupta, (aynı mektup Vatan dergisinde de yayınlandı) “Hadi hadi durma, Narodniklerden başla yine… ‘Narodnikler de çok kahramandılar… Ama’ diye devam et. Hâlâ ordasınız demek ki!” diye, kendilerine nasıl eleştiri yöneltmemiz gerektiği konusunda yol gösterecek kadar “benmerkezcileşmiş”lerdir. Ama onca laf kalabalığı arasında bir şeyi unutmuşlardır ki, kendilerinin Narodniklikle suçlandığı dönemler çok gerilerde kalmıştır. Ve elbette kendilerine söylense hoşlarına gideceği anlaşılan “Narodnikçe kahramanlık” da onlar için çok gerilerde kalmıştır.
Çünkü her şeyden önce Narodnikleri “kahraman” yapan da, mazur gösteren de; onların henüz işçi sınıfının dünya görüşünün, Marksizm’in hemen hemen hiç bilinmediği bir ülkede ortaya çıkıp, kendi bildiklerini, halk için yararlı olduğuna inandıkları bir politika tarzını samimi bir biçimde uygulamaya yönelimleriydi. Bunu 1960’ların, 1970’lerin Türkiye’deki devrimci kuşakları için de söyleyebiliriz. Çünkü onlar da Marksizm kaynaklarından çok Marigellacı, Maocu, Guevaracı yorumlarından öğrenmişler, Marksizm adına her laf edeni Marksist sayacak, her sosyalizm diyene inanacak kadar samimi, bu anlamda da saf devrimcilerdiler. Bu yüzden de bir “Narodnizm”, “devrimci kahramanlık” sıfatlandırması onlar için geçerlidir ve aynı nedenlerle onların yanlışları hem mazur görülebilir hem devrimciler onların kahramanca çıkışlarından, halka bağlılıklarından pek çok değeri alıp öğrenmeyi, bu yanıyla da onları kendi eylemleri için örnek ve öğretmen olarak görmeye devam ederler, ediyorlar da. Eğer biraz zorlanırsa, ‘70 sonlarının kuşağı ve 12 Eylül sonrasındaki hesaplaşmalar öncesindeki devrimcileri de “Narodnizm”le eleştirebiliriz. Ama 2000 yılında, Türkiye’de onca acılı deneyimler yaşanıp dünyada olup bitenler bu ölçüde açıkça ortaya çıktıktan sonra, Narodnikleri taklit edenleri Narodniklikle eleştirmek elbette anlamsızdır. Ve bugün bireysel terörizmi esas alan politik anlayışlar, ölüm oruçlarını, intihar eylemlerini politikanın bir tarzı olarak gündeme getirenlere, devrimci saflara bunları “devrimci eylem biçimi” olarak sokmak isteyenlere Narodnik demek onlara paye vermek olur. Nitekim bunlar, eskiden kendisine Narodnik dendiği için tepki gösterenlerin, şimdi; “Hadi bize Narodnik deyin” diye, “Narodnik” denmekten gizli bir hoşnutluk duyacaklarını itiraf etmiş olmaları onların Marksizm’den ne kadar uzaklaştıklarının bir ifadesidir.
Elbette ki burada tartışma konusu yaptığımız, “ölüm orucu” ya da “feda” eylemine katılan kişilerin birer birer devrime inanç düzeyini tartışmak değil. Mutlaka onlar, inandıkları bir dava için, böylesi doğru olduğunu düşündükleri, ya da bir ortak karara boyun eğmeyi kendi devrimci anlayışlarına uygun gördükleri için bu yola girmişlerdir. Ama bu tarzı politika olarak benimseyen politik çizgi, politik hareketler, bugün geçmişte olduğu gibi bir samimiyet, bir saflık, dünyada olup bitenleri yeterince anlamamış gibi mazeretlerle mazur görülemez.

‘YAŞASIN ÖLÜM ORUCU DİRENİŞİMİZ’DEN ‘FEDA EYLEMİ’NİN KUTSALLIĞINA
“Ölüm orucu” üstünden politika yapan kesimlerin, cezaevlerine yönelik kanlı baskın sırasında “feda eylemi” diye niteledikleri kendini yakmalar ve nihayet “bomba insan” protestoları sonrasında gazete ve dergi sayfalarında, “feda eylemlerinin” önemi ve ne kadar büyük bir devrimci eylem olduğu üstüne övgülere ağırlık verildi. Ve “devrimcilik” yeniden tarif edildi.
Evet, devrimci mücadelenin her alanında fedakârlık vardır ve bu fedakârlık olmadan devrimciliğin olmayacağı da ortadadır. Elbette ki; koşullar gerektirdiğinde devrimcinin cezaevine düşmesini, hayatını vermekten çekinmemesini de kapsar. Ama bunlar devrimcilerin intihar eylemlerini desteklediği, kendisini öldürtmek için her vesileyi kullanacağı anlamına gelmez.
Örneğin yurt savunmasındaki her devrimci, bırakalım devrimciyi her asker, daha gerideki arkadaşlarına zaman kazandırmak, kendisinden boşalacak yere yeni kuvvetler gelmesi için zaman kazandırmak için yaşamını feda etmeyi göze alacak bir direnişe girer ve ölür ya da kalır ama “sonuna kadar” savaşır. Ya da; bir devrimci arkadaşlarının yaşamını kurtarmak için kendi yaşamını feda edecek bir eyleme girebilir. Yerine göre ağzından çıkmış bir lafı geri almamak için ölümü göze alır ya da mahkemelerde “yanlışını kabul et, seni idam etmeyelim” önerisini geri çevirir. Bu tür örnekler, hemen her ülkede her zaman görülen, devrimcilerin örnek alınacak eylemleridir. Ama cezaevlerindeki şu ya da bu talep için, günümüz koşullarında, bir cezaevi içi mücadele için, birçok devrimcinin hayatını ortaya atmak, üstelik sorunu “ya ölürüz, ya da hükümet isteklerimizi kabul eder” noktasına sürüklemek, eğer burjuvazi ve hükümetin “hükümlü ve tutukluların ölümü karşısında vicdanı sızlar ve geri adım atar” diye bir ön kabul yapılmıyorsa; yapılan, elbette bir fedakârlıktan çok bir “intihar eylemi” olarak değerlendirilebilir. Ya da, devrimcilerin karşı tarafı protesto etmek için “kendini yakması”nın anlamı devrimcinin mücadele içinde yaşamını ortaya koyması ile benzeştirilemez ve bu nedenle olumlanacak bir şey olamaz.
Nitekim bu zihniyet; slogan olup, dışarıdaki destekçilerde de “Yaşasın ölüm orucu direnişimiz” gibi, direnişin ve ölümün kendisini amaç haline getiren, ölmeyi, geri kalanları kurtarma ya da davanın ilerlemesinin bir dayanağı değil, kendi başına kutsal bir eyleme dönüştüren bir mistisizmde simgelemektedir. Çünkü “ölüm orucu”nun kendisi bile tartışmalı bir eylemken, böylesi yüceltilip sloganlaştırılması elbette ki sadece eylemi değil ama bu eylemleri kutsayıp yücelten ideolojik-siyasi hattı da sorgulanır bir duruma itmektedir.
“Ölüm orucu” yoluyla bir hükümlü ve tutuklu kitlesinin ölüm kıskacına alınması, arkasından devletin saldırısını protesto için “kendini yakma” eylemleri, sonrasında da “bomba insanlar”ın ortaya çıkması aslında bu eylemlere yön veren düşünceyi de sergilemektedir. Ama aynı zamanda bir çelişkiyi de hatırlatmaktadır. Benzer eylemleri PKK yaparken eleştirellerin, bunları kendileri yaptığında “feda eylemi” adı altında yüceltmesi ayrı bir tartışma konusu olacak mahiyettedir.
“Ölüm orucu” yapan siyasi çevrelerin dergi ve gazetelerine bakıldığında da, artık onlar için ne emekçi sınıfların, ne halk yığınlarının talepleri ne de emek mücadelesinin sorunları kalmıştır. Bu yüzdendir ki; bu grupların çıkardığı her tür yayın; “ölüm oruçları”, “F tipi cezaevleri”, “ölüm” üstünden oluşturulmuş mistik bir ölüm tapıcılığı edebiyatıyla doldurulmaktadır. Onca olup bitenler; IMF programının krize saplanması, özelleştirmeler, işten atmalar, yabancı sermayeye ve rantiyecilere tanınan ayrıcalıklar, yeri göğü inleten yolsuzluklar, hırsızlıklar; bütün bunlar karşısında emekçi sınıfların mücadelesi ve kendi iktidar yollarındaki sorunlar bu bayların dikkati dâhilinde değildir. Onlar için varsa yoksa kendi “devrimcilikleri”, kendi “kahramanlıkları”dır! Bu yüzdendir ki; bu dergiler adeta bir kapalı devre yayına kilitlenmiş; kendilerini, kendi yaptıklarını övme ötesinde dünyadaki tüm sorunları ortadan kaldırmış bir benmerkezcilik etrafında dönüp durmaktadırlar.
Bu durum bile bu siyasi hareketlerin emekçi sınıflara, onların mücadelesine; emekçi sınıfların talepleri üstünden, yeni bir dünyanın, F tipi ya da başka tipten bir cezaevinin olmadığı bir dünya kurma mücadelesi olan gerçek bir devrimci mücadeleye ne kadar yabancılaştıklarını, ne kadar öznel idealizme, narsisizme sürüklenmiş olduklarını göstermektedir.

NARSİSİZMİ VOLONTARİZMLE AŞMAK YA DA ACILI ÇÖKÜŞ SÜRECİ!
Eğer devrimci olduğunu iddia eden bir siyasi hareket, emekçi sınıfların mücadelesiyle doğrudan bağlı olmayan bir “devrimcilik icat etmiş” ve sonra da kendi icadı bu devrimciliğe tapınmaya başlamışsa; söylenecek çok şey kalmamıştır. Dahası burada sözü edilen devrimcilik anlayışı; (ya da anlayışları) kendisini övmeyi öyle bir safhaya çıkarmıştır ki; bunun dışındakiler ancak kendilerini kayıtsız koşulsuz desteklerse, “iyi” olma şansına sahiptirler. Aksi halde, onlar ya işbirlikçidir ya da karşı tarafa hizmet etmektedir.
Bu yüzden de; bu çevrelerin davranışlarını adlandırırken siyasi literatürden çok mitoloji ve sanata ait bir kavramı, “narsisizmi” öne çıkarmak durumunda kalıyoruz. Çünkü bu siyasi çevrelerin bugün ulaştıkları aşama için başka herhangi bir adlandırma, durumu tam olarak ifade etmeye yetmemektedir.
“İrade”nin devrimci bir role sahip olabilmesi için; özgürlüğü, “zorunluluğun bilincine varılması” olarak tanımlayan Marksistlerden farklı olarak, bu çevreler “iradeyi her şey” sayan, böylece bir şey kendileri nasıl tarif ederse öyle olacağını sanmaya (yerine göre üniversitelerin, yerine göre cezaevlerinin “kale” ilan edilmesi, iradenin her şeyi değiştireceğine dair keskin saptamalar vs.) fırsat veren “volontarizmi” kendilerine kılavuz edinmektedirler. Üstelik bunun için, hem uluslararası hem de Türkiye’de dayanakları vardır. Örneğin “insan kendisini kendisi yaratır” diyen bir öznel idealizme dayanan varoluşçuluk (intihar bu öğretide dayanak bulur) bunlar için uluslararası dayanaktır. Dahası varoluşçular kadar bir öznel idealizm batağına batmadan; nesnel koşulları görmezden gelerek, “devrimci iradenin her şeyi değiştireceği” saçmalığı inandırıcı bulunamaz. Baylar, elbette ipliği pazara çıkmış bir varoluşçuluğu kendilerine yakıştıramazlar ama aynı iddiayı örneğin “Marksizm deterministtir ama Leninizm volontaristtir” diye yenileyen ve volontarist saflarda yer aldığını söylemekten çekinmeyen Mahir Çayan’ın benimsemekten çekinmeyecekleri bir ideolojik dayanağa sahiptirler.
Dahası bu çevreler; kendilerine yakıştırdıkları “kahramanlığı”, övünmeyi, sınıflar mücadelesi dışında tarif ettikleri “devrimciliği”, bu açık narsisizmi, kabul edilir kılmak için de bu çevrelerin volontarizm ihtiyaçları vardır. “Devrimci, iradesiyle her şeyi aşan”dır; bu yüzden de, yığınların yerine de, öncünün yerine de, silahlı ordunun yerine de onun geçirilmesi mümkün olduğuna göre, hem devrimci her övgüye layıktır hem de devrimciye övgü, sınıfa, halka, her şeye övgü yapmakla eşdeğerdir! Bütün mantıkları buna dayanmaktadır.
Böyle bir tarz, narsisizm ne kadar sağlıklı bir insan davranışıysa, böyle bir anlayış da ancak o kadar sağlıklı bir ideolojik tutum, ancak o kadar sağlıklı bir devrimcilik anlayışıdır.
Marksizm’in, işçi sınıfı hareketi içinde bir otorite olmasından bu yana, sınıflar mücadelesinin az çok önem kazandığı her ülkede ve her dönemde, Marksizm iddiasıyla ortaya çıkmış ama ona tam karşı bir doğrultuda davranan siyasi eğilimler ortaya çıkmıştır. Ama bu eğilimlerin Marksizm’den uzaklığı, dönemlere ve sınıf hareketinin görevleri ile ilişkilerine göre değişmiştir. Türkiye’de ise bu süreç giderek bu grupların Marksizm’den tümüyle uzaklaşarak, açıkça öznel idealist, volontarist bir çizgiye kaymaları süreci olarak gelişmiştir. Bugün ölüm orucunu başlıca eylem tarzı gören, açıkça sınıf hareketinin ihtiyaçlarından bağımsız bir devrimciliği yücelten, dahası ölümü kutsayan siyasi hareketler; sonuçta bir tür tarikatçılığa, bir tür mezhepçiliğe doğru ilerlemiştir.
Bu noktadan bakıldığında açıkça görülmektedir ki, bu siyasi çevreler, bir içe kapanma, dünyayı kendilerinden, kendi fikirlerinden ibaret görme hattında ilerlemektedirler. Son gelişmeler, ölümün açıkça kutsanarak, “feda” dedikleri intiharların, toplu ölümlerin yüceltilmesine vararak, ideolojik-siyasi bakımdan bir “son”a da işaret etmektedir. Bu nedenle olup bitenler; başka şeylerin yanı sıra, bu ideolojik-siyasi hattın (birçok siyasi grubu içeren bir hat) acılı çöküşünü yansıtmaktadır.

Şubat 2001

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑