Fransız ihtilali’nden kalan; Demokrasi ve diktatörlük tartışması

1789 Büyük Fransız İhtilali, bugün burjuva ideologlarca hala, “en iyi yönetim biçimi” olarak sunulan, “demokrasi”yi savunarak tarihteki yerini aldı. Ancak savunduğu ve gerçekleştireceğini iddia ettiği mutlak demokrasiyi ne devrim süreci boyunca gerçekleştirebildi, ne de sonraya taşıyabildi. Giyotin, savaş ve darbe. Parlamenter rejim bunlarla ortaya çıktı, bunlarla sürüyor. Burjuvazi, demokrasi başlığı altında topladığı “eşitlik, kardeşlik, özgürlük” sloganıyla çıkarken, Fransızlar için, salt demokrasinin yalnızca bir düş olduğunu, her demokrasinin bir diktatörlük olduğu gerçeğini öğretiyordu. Robespierre’in “terör” dönemi tartışma götürmeyecek bir diktatörlüktü, ama devrimci burjuvazinin diktatörlüğü. Bugün, “diktatörlükler yıkılıyor” diyen burjuvazi, acaba dönüp de gerideki diktatörlüğüne bakmıyor mu? Onunla var olduğunu ve o biçimde yaşadığını inkâra devam ediyor ve bir başka sınıfın diktatörlüğünü karalamak için yapıyor bunu. Ama Fransız Devrimi’nden bugüne kalan ileri nokta, devrimci bir diktatörlüğün varolabileceğim göstermesidir. Yanı sıra Fransız Devrimi’nde halkın örgütlenme inisiyatifi komünler gelecek yıllarda geliştirilecek olan yeni yönetim modellerine kaynaklık ediyor. Ama ta o zamandan Babeuf’ün bilincine kazınmıştır; toplumu komünist bir şekilde dönüştürmek için devrimci bir diktatörlük gerekir. Şimdi burjuvazi, yeni bir sınıfın diktatörlüğünden korktuğu içindir ki, kendi gelişimini dahi inkâr etmekte ve “demokrasi” diye bağırmakta, göz boyamaktadır.
Burjuva sınıfı (ve arkasından gelen köylüler, küçük imalathane sahipleri, sanskülotlar) ulus, parlamento, hükümet, cumhuriyet, gibi feodal dünyanın dışındaki kavramları, feodal dünyayı devirmek suretiyle egemen politik kavramlar haline getirdi. Bu çok zorlu bir süreçti. Devrim boyunca iktidar, devrim için ittifak yapmış sınıflar arasında el değiştirdi ve iktidar koltuğu sürekli sallandı. Her el değiştirmede giyotin ışıltıları sarıyordu ortalığı.  Bu devrimin, halkın devrimci diktatörlüğü olmasına izin verilmedi. Burjuvazinin ilerici kanadı Jakobenler “demokrat” oldukları için tasfiye edildiler. Sonrasında Babeuf’un önderliğindeki sosyalist “Eşitler” hareketi bastırıldı. Cumhuriyet devrimin onuncu yılında burjuvazi tarafından savunulur ve istenir bir şey olmaktan çıkıp, halkın sahiplendiği bir kavram oldu. Robespierre’in düşürüldüğü 9 Thermidor’u, 18 Brumaire tamamladı. İstikrarı sağlamak ve burjuvazinin askerî diktatörlüğünü kurmak için beklediği adam; Napolyon Bonaparte, devrimin 14. yılında imparatorluk ilan etti. İngiliz Devriminin en başta yaptığı, Fransız Devriminde “karşı-devrim” olarak nitelendi. Ama Bonaparte, burjuvazinin çıkarlarından başka birşeye hizmet etmedi. Karşı-devrim, burjuvazinin devrimi oldu.
Jean-Jacques Rousseau, 18. Yüzyıl ortalarında, romanı Emile’de şunları yazıyordu: “Bir bunalıma ve devrimler çağına yaklaşıyoruz.” Devrimin jakoben önderleri Robespierre ve Saint Just, Rousseau’nun felsefesini gerçekleştirmeye uğraştılar. Rousseau o büyülü sözcüğü fısıldamıştı kulaklarına: Eşitlik. Bu sözcük Fransa’yı altüst etti. Ne var ki eşitlik kimler arasında gerçekleşecekti? İşte devrim sonrası bütün çatışmaların altında yatan, cevabı alınmaya çalışılan soru buydu. Kutsal bir anlam yüklenmişti bu sözcüğe ve Jakobenler bunun gerçek bir burjuva demokrasisinde gerçekleşeceğine inanmaktaydılar. Nitekim hazırladıkları 1793 Anayasası, burjuva demokratik bir anayasaydı. Ama bu yoksulluğu ve sanskülotların ayaklanmasını engelleyemedi.
Rousseau, devrimi göremedi ama “kehanet”i gerçekleşti. Devrim, 14 Temmuz 1789’da Paris halkının Bastille Hapishanesi’ni zapt edip, devrimi savunan bütün tutukluları salıvermesiyle, üstelik bunu silahlı bir eylemle yapmasıyla simgeleşti. Ama orada bitmedi. Daha yeni başlıyordu.
Burjuvazi, Fransız devrimiyle iktidara yürürken bile, o gün arkasından sürüklediği yoksul köylülük ve işçilerin gelecekte karşısına kendisi için örgütlenmiş bir güç olarak çıkacaklarını biliyor, dahası o günden onlarla çatışıyordu. Kitleler Fransız Devrimi’ni burjuvazinin “yüce amaçlar”ını gerçekleştirmesi için desteklemedi. Özellikle köylüler toprak istiyorlardı, ürünler üzerindeki ağır vergilerin kaldırılmasını istiyorlardı. Şehirlerde yoksulluk diz boyu idi. Fırınlar önündeki kuyruklar uzadıkça uzuyordu. Bütün devrimler gibi burjuva devrimi de kendisinin bütün insanlığın kurtarıcısı olduğu şiarıyla yola çıkıyordu ve tabii krallık rejiminden hoşnutsuzluğu olan bütün sınıf ve katmanları bünyesinde toplama potansiyeline sahipti. Bu bakımdan devrim sadece, burjuva sınıfın feodalleri devirmesiyle açıklanamaz. Burjuva sınıf dışındaki hareketin boyutları ve devrimin yönünü tayin etmekteki ısrarı bakımından Fransız Devrimi diğer burjuva devrimlerinin seyrinden farklılık arz eder.
Ticaret ve sanayi burjuvazisi için devrim daha 1789’un sonlarında sona ermişti. Ülke ekonomisini yönlendiren sınıf olmasına karşın, seçme ve seçilme hakkından yoksundu bu sınıf. Seçilmek istiyordu; çünkü kendi gelişimi önünde bir takım engelleri vardı feodal rejimin. Örneğin, ülke içindeki gümrük duvarlarının kaldırılmasını istiyordu. Ayrıca kendisine bağlı olarak çalışacak işgücüne ihtiyacı vardı. Bu işgücü ise feodallerin topraklarında serflik yapıyordu. Elindeki sermaye birikimini değerlendirmesi için topraklar üzerinde koşulsuz mülkiyeti olan feodallerle arasındaki çelişkiyi çözümlemesi gerekiyordu. Bu sınıf, mülkü olan bir sınıftı. Devrimden beklentisi, bunu sermayeye çevirmek, yatırımlar yapmak ve dünya ile rekabet edebilmekti. Diğer ülkelerle rekabet edebilmesi için de “millilik” sıfatına ihtiyaç duymaktaydı. Fransız halkı adına zaferler kazanan ordu, burjuvazinin güçlenmesine, gelişmesine yol açacaktı. Bundan dolayıdır ki devrimin daha üçüncü yılında savaşa girer Fransa.
Devrimin üç sacayağı vardı; ticaretle uğraşarak gelişen ve yeni bir sınıf olarak ortaya çıkan burjuvazinin ekonomide ağırlıklı olarak söz sahibi olması ve sermaye birikimi edinmesi, krallığın ekonomik olarak zorlanması ve çeşidi bankalara borçlanması, Aydınlanma Çağı filozoflarının yükselmekte olan bir sınıfın ideolojik tutumunu ve oluşacak devlet biçimini kuramlaştırma çalışmaları. Fransız ihtilali yeni bir düzenin kuramcılarını da yarattı. Örneğin İngiliz Devrimi, daha pragmatist bir yaklaşımla toprak aristokrasisiyle uzlaştı. Kral öldürmeyi aklının ucundan bile geçirmedi. Halkın devrime katkısı bir “homurdanma” düzeyinde kaldı. Fransız Devrimi ise bir kitle devrimi oldu. Jirondenler de kral öldürme taraflısı değillerdi ve krallıkla uzlaşmak niyetindeydiler. Ama % 80’i köylü olan Fransa’da köylülerin taleplerine yanıt vermeyen bir iktidar olamazdı. Nitekim köylüler devrime olanca ağırlıklarıyla katıldılar ve Fransa Jakobenlerin iktidarına kadar köylü ayaklanmalarıyla sarsıldı. Sonrasında ise, özellikle Paris’te, komün ve sanskülotlar, deyim yerindeyse, burjuvazinin başına bela oldular.
Rousseau’nun da dile getirdiği gibi İhtilal yaklaşıyordu. Ekonominin dizginlerin elinde tutamayan, borç içindeki saray bir otorite boşluğu içindeydi. 1774 ve 1776 yılları arasında Ekonomi Bakanı olarak görev alan Turgot bile, adil vergilendirmeyi, ticaret özgürlüğünü ve tahılın serbestçe satışını öngörüyordu. Yani ayrıcalıklı sınıflar da vergi ödeyecekti. Tahılın fiyatını ayrıcalıklılar koymayacaktı ve bu tüccarlarca satılarak piyasada belirlenecekti. Turgot’un istedikleri saray ve ayrıcalıklı sınıfların muhalefetiyle karşılandı. Yerine bir bankacı olan Necker atandı. Turgot’nun aksine muhafazakârdı. Ama bir takım reformlar yapıldı yine de. Örneğin kimi yerlerde serflere bağımlılıktan kurtulma hakkı tanındı. Malların istendiği biçimiyle elden çıkarılmasını engelleyen kural kaldırıldı. 1789’lara gelirken, bu iki kişinin kralın çevresinde ekonomi bakanı olarak bulunmaları bile, krallık otoritesinin sarsılmaya başladığını göstermektedir. Bu kişiler, krala cephe alarak değil, ona yakın durarak ama yine de burjuva sınıfının yararına reformlar yapmaya çalışmışlardır.
Bu ortamda, 5 Mayıs 1789’da Etats Généraux (kralın çağrısıyla toplanan çeşitli sınıf ve katmanların temsilcilerinin toplandığı kurul) olarak adlandırılan, saray-ayrıcalıklı zümreler ve Tiers Etat’ın (Fransa’da üçüncü tabaka anlamına gelen, soylular ve ruhbanlar dışındaki tabakaları; burjuvazi, köylüler, zanaatkârlar, kentli yoksulları içeren toplumsal kategori) temsilcilerinin bulunduğu genel kurulda kıyasıya tartışmalar yapıldı. Devrimin ilk yılının önderi, Mirabeau’nun adı tartışma salonlarından dışarı-taşıyor ve halkın büyük sevgisiyle karşılanıyordu. 17 Haziran’da da Tiers Etat kendini Ulusal Meclis ilan etti. Bu saraya açıkça “seni tanımıyorum ve ben ulusu temsil ediyorum” demekti. Bu aynı zamanda ruhbanlar, soylular, saray üçlüsüyle yürütülen idarenin “ulus” denilen yeni bir kavramın idaresine verilmesiydi. O dönem, devrimi savunan herkesin diline pelesenk ettiği, “halkın egemenliği” idi söz konusu olan. Tiers Etat’ın milletvekilleri bundan ürkmüyorlardı. Çünkü onlar kurulda konuşurken, Versailles Sarayı’nın çevresini saran, konuşulanları dinlemek için yığılan kalabalık elbette temsilci olarak onları seçecekti. Ulus demek, halk demek, onlar demekti. Tiers Etat bununla da kalmadı ve 9 Temmuz’da kendini Kurucu Meclis ilan etti. Neyin kurucusuydu? Başka bir düzenin. İngiltere’deki gibi meşruti monarşi rejiminden yanaydılar. Ne var ki gelişmeler onları aştı. Ama o dönem, birlikte olduğu bütün sınıflardan destek almaktaydı.
13 ve 14 Temmuz günleri ise artık geriye dönülmez bir yol açtı ve tüm gemileri yaktı. Kurucu Meclis’i dağıtmak için askeri güç toplayan krala karşı Paris halkı milis teşkilatı kurdu ve Bastille alınarak bütün tutuklular serbest bırakıldı. Ayrıca Parisli pleblerin iradesini dile getiren “comün”ler kuruldu. Fransa’nın diğer şehirlerinde de haberin duyulması üzerine oralarda da komün oluşturuldu. Bastille Ayaklanmasının ardından krallığın egemen irade olarak tanınması zedelendi ama krala bağlılık gerek halk nezdinde gerekse devrimci burjuvalar nezdinde yok olmadı. Kral, Milli Meclis/Kurucu Meclis’in kararlarını tanımak zorunda kaldı. 26 Ağustos 1789’da ise İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi yayınlandı. Kurucu Meclis kendisi için istediği her şeyi yazmıştı buraya. “Bütün insanlar özgür doğarlar, eşit haklara sahiptirler”, yanı sıra bireysel özgürlük, basın özgürlüğü, vicdan özgürlüğü, direnme hakları… Öte yandan bütün insanların eşit olduğunu söyleyen bildiri, kendini çiğniyor ve mülkiyet hakkını kutsal kabul ediyordu. Burjuvazinin mülkiyete ihtiyacı yoktu. Oysa devrime omuz veren ve devrimin durmasını engelleyecek olan yoksul köylülerin toprağa ihtiyacı vardı. Köylüler, devrimi sadece, sertlikten kurtulup burjuvaların fabrikalarında çalışma hakkı elde etmek için desteklemediler. Oysa büyük burjuvazinin önderliğindeki devrimin bu ilk döneminde, köylülerin toprak istemi deyim yerindeyse güme gitti.
Kurucu Meclis devrimin ilk günlerinde elini çabuk tutarak bir “Milli Muhafız” birliği kurdu. Basına da La Fayette’yi getirdi. Başpiskopos Sieyes, avukat Le Chapelier, La Fayette ve Kont de Mirebau. Bu dört adam “kurucular” adıyla anıldılar ve devrimin ilk günlerinde büyük burjuvazinin bu temsilcilerinin elindeydi idare.
Kurucular Meclisi, zaten ilkeleri bulanık ve yoruma açık olan, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisini ihlal etmeye -ki etmemeleri sınıf çıkarları gereği mümkün değildi- devam ettiler ve kabulünden birkaç gün sonra, oy vermeyi bir vergi koşuluna bağladılar. 1789’un Ekim ve Kasım’ında yasalaşan bu tasarılarda “eşit yurttaşlar” her nasılsa birdenbire etkin ve edilgen yurttaş olmak üzere ikiye ayrıldılar. Etkin yurttaşlar vergi veren yani “az biraz” mülkü olan yurttaşlardı. Büyük çoğunluk ise vergi vermiyordu ve onlar “edilgen yurttaş”tılar. Etkin yurttaşlara seçme ve seçilme hakkı tanındı. Burjuvazi 14 Temmuz’da Bastille kapılarına dayanarak devrimi başlatan ve geri dönülmez bir tarihi süreç açan insanları, dört ay sonra 1789’un Kasım ‘ın da “edilgen yurttaşlar” olarak görmeye başlamıştı.
Kurucu Meclis daha sonra Fransa’yı idari olarak yeniden düzenledi. Yeni ticari ilişkiler bunu da etkiliyordu. Fransa 83 ile bölündü. Fransa’nın yeni ekonomik ve siyasi ilişkilere göre yeniden organizasyonuydu bu. Fransa’da hala geçerlidir. Öte yandan soyluluk kaldırıldı. Prens, dük, kont boşlukta sallanan unvanlar oldular.
2 Kasım 1789’da Kilise’nin malları “milli emlak” haline getirdi. Milletin kullanıma açılacağı söylenen bu mallar satışa çıkarıldı. Kilisenin topraklarının satılıyor olması, bağımsız toprak sahibi bir kitlenin oluşmasının yolunu açtı ki, bu toprak sahipleri Jakobenlerin sınıfsal dayanağını oluşturdular. Jakobenler devrim geliştikçe zenginleşmiş ve güç kazanmış olan toprak sahiplerinin temsilcisi oldular.
Ancak Kurucu Meclis, feodal mülkiyete dokunmadığı gibi onu koruma altına aldı. Her yerde artan köylü ayaklanmaları Meclis’i zorluyordu. 4 Ağustos 1789’da meclis toprak sorununu görüşmek üzere toplandı. 11 Ağustos’a kadar süren bu toplantılarda meclis feodalitenin kaldırıldığını ilan ediyordu. Ancak pratik uygulamalar bakımından pek bir şey değişmedi. Gümrük duvarları kaldırılıyordu, ancak topraksız köylülerin toprak istemi yine yanıtsız kalıyordu.
Kurucu Meclis, Milli Muhafız’ı yoksullara ve köylülere kapadıktan, seçme ve seçilme yasasından sonra, niteliğini ortaya koyan üçüncü bir yasa daha çıkardı. Le Chapelier’in önerisiyle 14 Haziran 1791’de işçilere her türlü dernekleşmeyi yasaklayan, grev için ağır cezalar içeren bir yasayı oy çokluğu ile kabul etti. Bunu halkçı söylemlerle ve komünün desteğiyle iktidara gelecek olan Jakobenler de kaldırmayacaklardı.
Kumcu Meclis hem saraydan gelecek bir tehlikeden, hem halktan gelecek bir tehlikeden korkmaktaydı. Sarayın karşı-devrimci hareketinde yine halk yetişti yardımına.
İnsan Hakları ve Yurttaş Bildirisi’ni ve 4 Ağustos kararlarını imzalamayı reddeden XVI. Louise, bir karşı saldırı hazırlığı içindeydi. Marat’nın gazetesi Halkın Dostu’ndan gelen çağrıyla halk 5-6 Ekim 1789’da Versailles sarayına yöneldi, Kralı ve Kurucu Meclis’i sarayı terk ederek Paris’te oturmaya zorladı.
Hemen arkasından 21 Ekim’de Meclis, halk gösterilerini silahla bastırmayı yasalaştırdı. Burjuvazi devrimini bitirmişti. Hatta Kurucu Meclis’in önderi Kont de Mirebeau, yükselen halk hareketine karşı sarayla işbirliğine girişti. Üstelik para karşılığında yaptı bu işi. Köylüler ise her yerde ayaklanıyorlardı. Robespierre şöyle sesleniyordu kürsüden: “Ne getirecek sizin anayasanız? Tam bir aristokrasi! Aristokrasi odur ki, ondan olan yurttaşlar hükümran, geri kalan da uyruktur. Ve hangi aristokrasi? En dayanılmaz olanı. Zenginlerin aristokrasisi… Böylesi bir zenginler aristokrasisin boyunduruğu altına düşmek için mi, sizlerle beraber, feodal aristokrasinin boyunduruğunu kırıp parçaladı halk?”
Meclisin dışındaki muhalefet çok daha canlıydı. Marat’ın Halkın Dostu gazetesi en çok okunanlardı. Marat, Halkın Dostu’nda Kurucu Meclis’e direk saldırıyor ve onu devrime ihanet etmekle suçluyordu. La Fayette, Mirebeau hedefindeydiler. Basın özgürlüğü de ihlal ediliyor ve sık sık kovuşturmaya uğruyordu Halkın Dostu. Sonunda Marat gazeteyi gizlice yayınlanmayı örgütledi. Adı dergisiyle birlikte anılırdı yoksullar arasında. O hala da “halkın dostu” Marat’dır.
Kurucu Meclisle olan ilişkilerde, yurtdışına kaçan kral ve kraliçenin tutuklanması bir dönüm noktasıdır. Kurucu meclis ve önderleri meşruti monarşiye razıydılar. Hatta onu istiyorlardı. Her yasalarını kabul eden bir kukla kral, kukla krala karşı çıkamayan bir halk. Milletvekili Antoine Barnave, 15 Temmuz 1791’de devrime son verilmesini, devrimci hareket sürerse kendilerine kötülüğü dokunacağını dile getiriyordu. Devrimi durdurmak, bir zamanlar karşılarına aldıkları sarayı savunmakla mümkündü. Kurucu Meclis, krala itibarının iade edilmesini istedi. 17 Temmuz’da birkaç bin Fransız, Champs de Mars’ta kralın düşürülmesini isteyen bir dilekçeyi imzalamak üzere toplandı. Milli Muhafız kalabalığın üzerine ateş açtı ve 50 Fransız “yurttaş” öldürüldü. Fransız Devrimi, kendi ilkelerinden birini, öldürüyordu o gün. Özgürlük engellenmiş, eşitlik gerçekleşmemişti ve işte o gün de kardeşlik öldürülüyordu.
Kurucu Meclis, 1789’da hazırlanmasına başlanan Anayasa’yı nihayet bitirmek gerektiğini anlayarak bitirdi. Kral anayasayı imzaladı, meclis de onayladı ve devrimin ilk anayasası 14 Temmuz 1791’de yürürlüğe girdi. Bu anayasa malvarlığı olmayanları siyasal haklardan yoksun kılıyor ve sosyal eşitsizliği sürdürüyordu.
1791 Anayasası’nın öngördüğü Yasama Meclis’i 1 Ekim 1791’de çalışmalarına başladı. Robespierre’in önerisiyle, Kurucular Meclisi’nde yer alan hiç kimse Yasama Meclisi’ne seçilemiyordu. Fransız Devrimi boyunca ortaya çıkan pek çok dernek, kulüp, vb. arasında en keskin çatışmalar Jirondenler ile Jakobenler arasında gerçekleşti. Jirondenler ticaret burjuvazisini temsil ediyordular. Robespierreci Jakobenler ise, orta ve küçük burjuvaziyi, köylüleri temsil ediyorlardı. Fransız Devrimi boyunca burjuvazinin farklı çıkarları olan kesimleri arasındaki çatışmanın şu veya bu biçimde ya Jirondenlerin ya da Jakobenlerin görüşleriyle yakınlaştığı görülüyor. Devrim öncesi zaten gelişmiş olan burjuvazinin talepleriyle, devrimin nimetlerinden yararlanarak gelişen ve ilerlemek için devrime ihtiyacı olan kesimler arasındaydı bu çatışma. Dolayısıyla uzun bir süre Jirondenlere karşı, yoksul köylüler ve sanskülotlar da devrimin devamı için Jakobenleri desteklediler. Jakobenlerin hareketinin bir “halk hareketi”, ya da “halk için” gibi algılanması onun savunduğu değerlerin temsil ettiği sınıf yanında, aynı zamanda halk için de önemli olmasında yatmaktadır. Jakobenler, mülk sahibi köylülükle yoksul köylülük arasında gidip gelmişlerdir. Ama son tahlilde onun temsilcisi olmuşlardır. Ama dürüsttüler ve giydikleri “Romalı kıyafeti’nin asaletini taşıyordular. Jakobenlerin, Jirondenlere karşı savaşı, “zenginlere karşı yoksulların koruyucusu Jakobenlerin savaşı” gibi algılanıyor ve yansıtılıyor. Öyle değil. Mülkiyet hayranı tek sınıfın iki kesimi arasındaki bir mücadeledir bu.
İşte bu iki kesimden biri; Jirondenler devrimle birlikte iktidardaydı. Ama devrimin ikinci yılında köylüler ve kentlerdeki yoksullar arasındaki hoşnutsuzluk giderek artıyordu. Hiçbir beklentilerine cevap verilmemişti. Köylüler feodal yükümlülüklerin altında eziliyor ve her yerde ayaklanıyorlardı. 1791 güzünde Haiti’de köleler ayaklandılar. Aynı yılın sonlarında ise bir köylü ayaklanması dalgası kapladı ülkeyi. 1792 yılının Ocak-Şubat aylarında ise Paris’te yiyecek maddeleri için halk pek çok kez ayaklandı. 1789’dan beri elde bir tek “İnsan ve Yurttaş Hakları Sözleşmesi” vardı ki esamisi okunmuyordu. Devrimin yoksullara vaatleri bir türlü gerçekleşemiyordu. Burjuva sınıfı için tam bir bunalım söz konusuydu ki imdada savaş yetişti.
“…Paris’ten gelen gök gürültüleri, bütün ezilenler, mutlakıyetin zulmünden kurtulmayı isteyen bütün insanlar için umut ve sevinç taşısa da, eski dünyadan yana olanlar için başka türlüydü her şey. Avrupa’nın irili ufaklı, bütün devletlerinde hükümdarlar, hükümetler, soylular, ruhban, Fransız Devriminde, ‘yasal düzen’e -bağışlanmaz- bir sövgü görüyorlardı; bir skandaldı bu, başka yerlere de sıçrayabilecek bir ayaklanma örneği.
Habsburglar İmparatorluğu, Romanovlar İmparatorluğu, Hohenzollern monarşisi, nitelikleri gereği ancak Fransız Devriminin düşmanı olabilirlerdi ancak. Çok daha zayıf tahtların oturduğu küçük Avrupa devletleri için de öyle. Aristokratik ve burjuva İngiltere’ye gelince, Devrim, onun yönetici sınıfları yanında da daha az düşmanlıkla karşılaşmadı.” (Dünyayı Değiştiren On Yıl, ServerTanilli, s. 103-104)
Pek çok kişi 1792’de Fransa ve İngiltere’nin başını çektiği Avrupa koalisyon orduları arasında çıkan savaşı, Avrupa monarşilerinin Fransız Devrimini yok etmeye yönelik bir tutumu olarak değerlendiriyor. Savaşın, Fransa ve İngiltere arasındaki bir savaşa dönüşmesinden önceki gelişmeler ön plana çıkarılarak sonuçmuş gibi sunuluyor. Nelerdir bu gelişmeler?
Belçika’nın Avusturya’ya karşı kazandığı ulusal bağımsızlık büyük ölçüde Fransız Devrimi’nin etkisiyle gerçekleşti. Avusturya ve Prusya, Belçika Devrimi’ni ezmek amacıyla, 27 Temmuz 1790’da bir sözleşme yaptılar ve Belçika Devrimini ezdiler. Bu Fransız devrimini ezmeye giden yolun başlangıcıydı. Kısa süre sonra 27 Ağustos 1791’de bu kez Fransa kralını savunmak üzere aralarında bir anlaşma yapıldı. Şubat 1792’de ise her iki hükümet de Fransa’ya asker göndermek üzere bir askeri anlaşma yaptılar.
Ancak savaşı oluşturan ve yönünü tayin eden bu dış etken olmadığı gibi, sadece İngilizlerin, Fransız burjuvazisinin gelişiminin önüne set çekmesinde bir gizli müttefik rolü oynadılar. Kral Louise de bu sayede devrilmeyeceğini sanıyordu. Göbekten İngiltere’ye bağlıydılar. Ama onu ekarte edebileceklerini sanıyorlardı.
Öte yandan Fransa’da, Jirondenlerin başını çektiği ticaret burjuvazisi savaş istiyordu. Halkın yükselen taleplerini başka bir alana kanalize etmek, öte yandan sınırlar geliştikçe iktisadi etkinliğin artacak olması Jirondenleri bu yola itiyordu. Kısaca, monarşik rejimlerle yapılan işbirliği karşıdakini mağlup etmek üzere elde bulundurulan bir kozdu. Asıl savaş, İngiliz burjuvazisi ile Fransız burjuvazisinin bir hesaplaşma ve burjuva devrimini yapmış iki ülkenin, dünyanın bundan sonraki gelişiminde paylarının ne olacağı noktasında düğümleniyordu. İngiltere ve Fransa o dönem dünyada iki büyük güçtüler ve hesaplaşmanın bunlar arasında olması çok doğaldı. Küçük devletler de bundan pay kapmaya çalıştılar. Yani bu savaş niyet olarak, burjuvazisinin ilerici düşüncesinin savunulması için verilen bir savaş değil, iki burjuva devlet arasında gerçekleşen bir paylaşım savaşıydı. Jakobenler ise Jirondenlerin aksine savaşa karşı çıktılar. Bu savaşın öteki ülkelere devrim taşıyan bir savaş olmadığının farkındalardı.
Ancak şu söylenebilir: Burjuvazi belki bu niyetle yapmadı savaşını. Ancak kendi isteği dışında, savaştan zaferle çıktığında, çıkarları için gereksindiği ve yasalar haline getirdiği tüm yeni kavramlar da zafer kazanmış oluyordu. Yani bu savaş, her savaş gibi iktisadi bir içerikteydi ama bu yeni iktisat anlayışının felsefesi de savaştan galip çıkacaktı.
Kral, 1792’nin Mart ayında Yasama Meclis’indeki Jirondenleri iktidara çağırdı. 20 Nisan 1992’de Jironden hükümeti Bohemya ve Macaristan kralına, Avusturya İmparatoruna savaş ilan etti. Jirondenlerin istediği savaş, sonu zaferle biten bir savaştı. Ancak, kral devrimin bitirilmesi için düşman ordularıyla ittifak halindeydi. Fransa’nın yenilmesi demek, devrimin yenilmesi demekti. 13 Haziran’da kral Jironden bakanları görevinden aldı. Jirondenler devrimden yana değildiler, ama savaşı kaybetmek de işlerine gelmezdi. Bu savaşı kazanabilecek tek güç ise Jakobenlerin örgütlediği halk olabilirdi.
Tarihte savaşın tam bu günlerde yön değiştirerek devrimci bir savaşa dönüştüğünü görüyoruz. 11 Temmuz’da halkın baskısıyla meclis “vatanın tehlikede” olduğunu ilan etti. Ama hiçbir hareketlenme görülmedi.   Kralın karşı-devrimci planları gerçekleşmek üzereydi. Fransa yenilecek ve bu yenilgi monarşiyi geri getirecekti. Halkın bütün öfkesi monarşiye yönelmişti. 3 Ağustos’ta yayınlanan bir bildiri kralın ve monarşinin tümüyle devrilme fikrini iyice geliştirdi. Avusturya İmparatoru ve Prusya Kralı ordularının “Fransa’da hüküm süren anarşiyi sona erdirmek ve krala meşru yetkilerini vermek niyetinde olduklarını”‘ ilan eden bu bildiri tehditlerle doluydu. Kral ailesine karşı en ufak bir saygısızlıkta Paris kılıçtan geçirilecek ve altüst edilecekti.
Bir hafta sonra,10 Ağustos 1792’te Paris halkı ayaklandı. Kral ve kraliçe Komün’ün isteği üzerine tutuklandılar. Öte yandan yine Komün’ün isteğiyle Yasama Meclisi, genel oyla seçilecek bir Milli Konvansiyonun çağrılmasını oyladı.
Bu dönemde, ne Jirondenlerin, ne Jakobenlerin belirli etkileri yok. Yönetim tümüyle Paris’te örgütlenmiş olan Komün’ün istekleriyle sürdürülüyor. “Aslında burjuva düşünürlerin doğrudan demokrasiye yönelttikleri itirazlar halkın mantığı tarafından altüst edildi. Sansculotte’lar, devrimci burjuvaziyi dehşete düşürecek şekilde, ardı ardına, sözde parlamenter meclisin egemenliğine karşı halkın gerçek egemenliğini, bir araya geldikleri şubeler, komünler, halk dernekleri içinde doğrudan kullanılan egemenliği çıkardılar.
3 Kasım 1792’de Çite Şubesi, Paris’teki diğer şubelere onaylanması için bir bildiri yolladı: ‘Parisli yurttaşlar… Cumhuriyetin komünlerinin oluşturduğu çoğunluk dışında hiç bir egemenlik kabul etmediklerini… Convencion’da yer alan milletvekillerini sadece anayasa taslağını hazırlamaya yetkili kişiler ve cumhuriyetin geçici yöneticileri olarak tanıdıklarını ilan ederler.
10 Mart 1793’te patlak veren başarısız ayaklanma sırasında, bir dizi şube, daha sonra Cordelier’ler Kulübü, enrage Jean Varlet’nin bir karar tasarısını kabul etti. ‘Egemen iktidarın bütünleyici bir parçası olan Paris İdari bölgesi bu egemenliği kullanma görevini üstlenmeye davet ediliyor. Paris seçmen kitlesi, halkın davasına ihanet eden (Convention’daki) üyeleri görevlerinden alma yetkisine sahiptir. Convention’da Girondin Vergniaud metni hiddetle okudu. ‘Zavallılar’ diye haykırarak, ‘anarşistler, egemenlik sözcüğünü alet edip sizleri yoldan çıkarmışlar. Her şubeyi, egemenliğe sahip olduğuna inandırmak suretiyle, neredeyse tüm cumhuriyeti altüst edeceklerdi’
… (20 Mayıs 1795)’te isyancılardan oluşan bir kalabalık Convention’un toplantı salonuna dalarak egemenlik haklarını ortaya koydu. İçlerinden biri delegelere şöyle haykırdı: ‘Topunuz birden defolun, Ulusal Convention’u biz kendimiz oluşturacağız.’
Bununla birlikte halk hareketinin mantığı önceden oluşmuş bir fikirden, bir doğrudan demokrasi teorisinden yola çıkmıyordu. Burjuva parlamentarizmine daha sonra modern Marksist ve özgürlükçü düşüncenin getirdiği türden bir eleştiri yöneltebilecek durumda değildi henüz. Bunun aksine, halk, egemen bir merkezi meclis hayaline kapılmıştı. Bu meclis, halkın kafasında, daha düne kadar zümreler (estates) ve eyaletler halinde parçalanmış bir ulusun birlik simgesi olarak yer etti ve saygı gördü. Parlamento burjuvazinin çıkarlarına tercüman olup halkın çıkarlarına karşı tutum alana kadar halk ona karşı çıkmadı ya da onun yerine bizzat kendisinden kaynaklanan daha doğrudan bir iktidar biçimi koymaya girişmedi. Ancak bu noktadan sonradır ki kendi delegelerini sindirmek için halkın egemenliği ilkesine başvurdu ve egemenliğini bizzat kullanmaya kalkıştı.” (Daniel Guerin, Fransa’da Sınıf Mücadelesi 1793-95 s.40-41)
Bundan sonraki yıllarda ise çatışma, Paris Komünü ile resmi iktidar organı haline gelmiş bulunan Yasama Meclisi arasında sürdü. Fransa’daki 44.000 komünün federasyonlaşması ve haberleşme sağlanabilmesi için 12 kişilik bir kurul oluşturulması fikrini ortaya attı Paris Komünü. Ancak bu engellendi. “On İkiler Hareketi” olarak anılan bu girişim, öncülerinin giyotinde can vermesiyle son buldu. “Bütün yurttaşları tek bir yerde toplamanın maddi olarak imkânsızlığı gerekçesiyle büyük ülkelerde doğrudan demokrasinin işlemeyeceğini ileri süren burjuva filozoflarının yanıldıkları böylece kanıtlandı. Komün, kendiliğinden, parlamenter sistemden daha doğrudan ve daha esnek bir temsili biçim keşfetmişti ve mükemmel olmamakla birlikte -çünkü tüm temsil biçimlerinin kusurları vardır- dezavantajları en aza indiriyordu.” (Daniel Guerin, Fransa’da Sınıf Mücadelesi 1793-95 S. 47)
İçeride bu tartışma sürerken, Prusya ordusu Fransa’ya girdi, 2 Eylül’de Verdun’ı aldıktan sonra monarşik ordulara Paris yolu açılmış oluyordu. Devrimin durmasını isteyen Jirondenler inisiyatif koymazken, Jakobenler büyük ölçüde komünün desteğiyle Fransa’yı savaşa karşı örgütlediler.
Milli Konvansiyon, 21 Eylül 1792’de çalışmalarına başladı. Monarşinin devrilmesi ve cumhuriyetin ilanı Konvansiyonun ürünü oldu. 21 Ocak 1793’te ise kral giyotine gönderildi.
1793 yılı başlarında da İngiltere, Hollanda, İspanya, birçok Alman ve İtalyan devletleri Fransızlara karşı bir koalisyonda birleştiler. Fransa’nın durumu ise zayıflıyordu.
Jirondenlerle Jakobenler arasındaki mücadelede, Jirondenler kaybetme sürecine giriyor, öte yandan, komün ve Jakobenlerin eylemlerini araştırmak için bir komisyon kuruyordu.
1793 yılının 31 Mart ve 2 Haziran tarihli ayaklanmalarıyla Jirondenlerin iktidarı sona erdi. Bu ayaklanmayı komün yönetmekteydi.
31 Mart ve 2 Haziran ayaklanmalarıyla iktidarı alan Jakobenler, köylülerin tüm istemlerine yanıt verdiler ve o güne kadar görülmedik bir biçimde halkın savaşa katılımını sağladılar. 26 Haziran 1794’te Fleurus’te koalisyon ordularına karşı büyük bir başarı kazanan Fransız halkı savaşı da kazanmış oldu. Ama Jakobenlerin barış çabalarına rağmen savaş bitmedi. Önce Danton’un, ardından Robespierre’in giyotin sehpasına gitme nedenlerinden biri, savaşa bir an önce son vermek isteyişleri idi. 9 Thermidor ile burjuvazinin bu “barışçı kesimi” tasfiye edildi. Fransız büyük burjuvazisi Avrupa’yı fethe koyuldu.
Savaşta galip duruma gelene kadar, Jakobenlerin aldıkları bütün kararlar burjuvazinin gelişip serpilmesine yol açıyordu. Oysa onlar aldıkları kararların eşitliği sağlayacağını umuyorlardı. Her gelişen sınıfın bir sonrakiyle arasında eşitsizlikler peyda oluyor ve altta kalan sınıf yükseliyor, öbürünü alaşağı ediyordu. Savaş yıllarında tüm devrimci sınıfların önderi olan Robespierre’nin devrimci diktatörlüğü, giderek toplumun talebini karşılayamaz hale geliyordu. Kendilerine dağıtılan toprakla, yiyeceklerin hatlarının yükselmesiyle gelişen köylülerin Robespierre’ye ihtiyacı kalmamıştı. Robespierre’in cumhuriyetin savunulmasındaki kararlı ve eşitlikçi tutumu, şimdi onlar için bir engel teşkil etmeye başlamıştı. Devrime ihtiyacı olan tek sınıf yoksul köylüler ve kentlerdeki işçilerdi. Ama Robespierre tercihini onlardan yana yapmadı. Bir yanda savaşta yükünü tutmuş burjuvalar, öte yanda hala devrimde ısrar eden ve komünde örgütlenen yoksullar. İki tarafa da şiddet uygulayarak, kendince bir eşitliğin peşinde koştu durdu Robespierre. “Robespierre’in, Saint-Just’ün ve arkadaşlarının, kısacası jakobenlerin trajedisi şu idi: Onlar ve arkalarından yiğitlik yoluna çekip götürdükleri sıradan insanlar, özlemlerine ve dileklerine karşın, insanların genel iyiliği için değil, zenginlerin çıkarı için savaşmış oldular. Uzun süre, yürüttükleri savaşın gerçek anlamını anlayamadılar ve, aralarından kimisi örneğin Robespierre işin püf noktası hakkında kuşkuya düştüğü anda ise, iş işten geçmişti.” (Dünyayı Değiştiren On Yıl, Server Tanilli, s. 131) Robespierre gerçekten, işin püf noktası üzerinde durdu mu, durmadı mı, bilemiyoruz. Ancak Babeuf’un 8-9 Thermidor darbesini izleyen günlerde, Jakobenlere karşı tutumunu gözden geçirdiği bir gerçek. Marks ise Jakobenlerin yenilgisini şu sözlerle açıklıyor: “Robespierre, Saint-Just ve yandaşları, ilkçağın gerçek kölelik temeline dayanan gerçekçi demokrasili toplumunu, kurtulmuş köleliğe, burjuva topluma dayanan tinselci demokrasili modern temsilî devlet ile karıştırmış bulundukları için yenik düştüler. İnsan haklarında, modern burjuva toplumu, sanayi, evrensel rekabet, kendi ereklerini özgürce izleyen özel çıkarlar toplumunu, bu kendi kendine yabancılaşmış anarşi, doğal ve tinsel bireycilik rejimini tanıma ve onaylama zorunda olmak; aynı zamanda da, bu toplumun siyasal başını ilkçağ biçimi eğitme savında bulunarak, bu toplumun dirimsel belirtilerini iş işten geçtikten sonra şu ya da bu tikel birey için yürürlükten kaldırmak istemek: ne devsel yanılsama!
Bu yanılsamanın tüm acıklılığı, giyotine giden Saint-Just’ün, Corciergerie salonunda asılmış bulunan büyük insan haklan tablosunu göstererek, mertlikle ‘C’estpourtant moi qui ai fait cela” (‘Bunu yapan gene de benim!’) dile haykırdığı gün patlak verdi. Bu tablo, tastamam, içinde yaşadığı iktisat ve sanayi koşulları ilkçağ koşulları olmaktan ne kadar uzaksa, kendisi de ilkçağ toplumu insanı olmaktan o kadar uzak bir insanın hakkını ilan ediyordu.” Jakobenler devrimi ahlaki bir olgu olarak ele aldılar. “Erdem ve adalet” sözcüklerini dillerinden düşürmediler. Ama koşullarını tahlil etmediler. Köylüleri temsil ediyorlardı evet, ama bu, kendi niyetleri dışında, bir sonuç olarak ortaya çıkıyordu. Devrimin sürmesinden yanaydılar, köylüler de sürmesini istiyorlardı ve buluştular. Robespierre’in adaleti bir dengeydi. Hem aşırıya giden halka, hem burjuvalara. İşte Robespierre’den iki alıntı:
“İnsanın malı mülkü varsa, her şeyden önce, yaşaması için vardır. Mülkiyetin hiç bir zaman insanların geçimine engel olamayacağı savı doğru değildir. İnsana gerekli olan besinler, hayat kadar kutsaldır. Hayatı sürdürmek ve korumak için pek gerekli olan ne varsa, bütün toplumun ortak malıdır. Ancak artan kısım, bireylerin olabilir ve satıcıların ticaretine bırakılabilir. Benzerinin zararına para ile ilgili olarak giriştiğim her türlü talih oyunu, ticaret değil, eşkıyalıktır, kardeş kanına susamışlıktır.” (Devrim Yazılan, Çev. Vedat Günyol, S.32)
Aynı konuşmanın bir diğer bölümünde ise şunları söylüyor Robespierre:
“…Bu yolsuzlukları önlemenin çareleri nelerdir peki? Bu çareler, uygulanamaz diyorlar. Ben de diyorum ki, bunlar basit oldukları kadar, şaşmaz bir takım çarelerdir. Üstün zekâlar bile bunları çözümleyemez, diyorlar. Ben de diyorum ki, bunlar ne ticaretin çıkarlarına zarar verirler, ne de mülkiyet haklarına.
Malların dolaşımı bütün Cumhuriyet’te korunmalı. Ama dolaşım olması için bütün zorunlu tedbirlerin alınmış olması gerekir. Benim asıl derdim dolaşım yokluğudur.”
Robespierre alıcı ve satıcı ilişkisinin doğasını göremiyor. Ona göre ve -hatta Babeufte de bu vardır- dağıtım ve tüketim problemi çözüldükçe halk doyacaktır. Oysa spekülatörler malları bekletip, hatları artırmaktadır. Görülüyor ki, Robespierre, devlet denetiminde bir kapitalizminden yanaydı. Burjuvaların kendisine ihtiyacı kalmadığı ve radikal cumhuriyetçiliğinin artık burjuvazinin gelişmesinin önünde engel olduğu gün de boynu giyotine doğru uzandı.
Onun “Romalı ruhu”, Kont de Mirabeau’unki gibi satılık değildi. Devrime inanmıştı, onu hiç satmadı.
8-9 Thermidor’la alaşağı edilen jakobenleri kurtarmak için sanskülotların ayaklanması, Robespierre’in elini uzatmadığı bir çağrıdır aslında. Bu birliktelik içinde hareket etmedi jakobenler ve düşüşü kısa bir süre önce devrimci olan burjuvazinin karşı-devrimci hareketiyle özdeşleşti. 1794 Temmuz’un da devrim bitmişti. Burjuvazinin karşı-devrimi demek, burjuvazinin kendinden başka sınıflara devrimci bir dönüşümden yararlanma hakkı tanımaması demekti.
Thermidor’u izleyen yıllar bir bakıma savaş yıllarıdır. Bu yıllarda burjuvazi Fransa’yı tehdit eden güçlere karşı savaş yerine, kendisi saldırdı. Savaş, burjuvazinin işine yararken, içte karışıklık sürüyordu. Burjuvazi kazanıyor, alt sınıflar yoksullaşıyordu. Direktuvar bir savaş meclisi gibi çalıştı. Giderek bu parlamenter rejim ve anayasa da fazla gelmeye başladı. Çünkü içeride sürüp giden ayaklanmalar, başkaldırılar bastırılamıyordu. Hem kazandığı zaferlerle halkın sevgilisi olmuş, hem de burjuvazinin rotasını izleyen bir diktatör gerekiyordu. Bonaparte, Mısır’dan zaferler kazanarak döndü. Louise Bonaparte’ın 18. Brumaire’i (9 Kasım 1799) ile burjuvazi Fransa’ya tam olarak egemen oldu. Yeni anayasayı kaleme alanlardan Cabanis’in sözleri durumu açıklıyor: “Cahil sınıf bundan böyle ne yasamayı, ne yürütmeyi etkileyebilecek; her şey halk için ve halk adına yapılmıştır, ama halkın ve onun düşüncesiz zorlamasının altında yapılmış hiçbir şey yoktur.” Burjuvazinin artık “cahil halkın” desteğine ihtiyacı yoktur. Burjuvazi, halkın sırtına basarak egemenliğini kurmuştur. Ve devrim, sonraki yüzyıllarda burjuva hükümetlerin sık sık yapacağı gibi daha o günden bir darbeyle durdurulmuştur. 18. Brumaire burjuvazinin tarih sahnesinde gericiliğini açık olarak ilan edişidir.

Temmuz 1992

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑