Deprem ve Depremin Sonuçlarıyla İlgili Söylemlerin Sosyolojik İnşası

Türkiye 2. deprem kuşağında yer almakta, topraklarının %93’ü aktif deprem kuşağı içerisinde ve nüfusun %98’i deprem tehlikesi içerisindedir. Yapılan araştırmalar sonucunda elde edilen istatistiksel analizler  her 8 ayda bir ülkemizde hasar yapıcı deprem meydana geldiğini göstermektedir. Türkiye’de günümüze kadar bazı büyük depremler; 1939 yılında 7.9 büyüklüğünde Erzincan Depremi, 1 Kasım 1995’te 5.9 büyüklüğündeki Dinar Depremi, 17 Ağustos 1999’da 7.4 büyüklüğünde Marmara Depremi ve 8 Mart 2010’da 6.0 büyüklüğünde Elazığ Depremi meydana gelmiştir. Ülkemizde son yüz yılda meydana gelmiş 193 adet yıkıcı depremde yaklaşık 100.000 kişi hayatını kaybetmiş, 495,000 bina yıkılmıştır. Sadece 1999 Kocaeli ve Düzce depremlerinde yaklaşık 20,000  insanımız  hayatını  kaybetmiş,124,000 yıkık-ağır hasarlı konut, 110,000 orta hasarlı konut ve 100,000 az hasarlı konut olmak üzere toplam 334,000 konutta hasar saptanmış, bu depremlerin ülkemize verdiği ekonomik zararlar 20 milyar TL’ ye ulaşmıştır (Ulusal Deprem Araştırmaları Programı, Eylül/ 2005).

Deprem çoğunlukla fiziki bir olgu olarak değerlendirilmekle birlikte sosyolojik açıdan yol açmış olduğu sorunlar, teknik boyutlarıyla sadece doğa bilimlerinin çalışma alanı değil, diğer pek çok sosyal disipline ve yeni çalışmalara ihtiyaç duyan bir alandır. Deprem sonucunda insanların yaşamları değişime uğramakta ve sosyal düzenin bozulmasıyla toplumda yeni bir yapılanma süreci oluşmaktadır. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde bu türden bir yapılanma oldukça zordur ve toplumun bu yöndeki hazırlıkları da yeterli değildir. Çoğu afetzedenin kurmuş oldukları sosyal düzenleri sarsılarak, gelecek hakkındaki belirsizlikleri yoğunlaşmakta, yabancılaşma ve güç çatışmaları yaşanmaktadır. İnsanların deprem karşısında ne yapacaklarını bilmemeleri, her şeyi başkalarından beklemeleri ve ya ilahi takdir anlayışı ile mücadeleden vazgeçmeleri, güçsüzlüklerine işarettir. Bunun sonucunda güçsüzlük hissine kapılarak olayları anlamakta zorlananların, anomik hale gelmelerine yol açmaktadır.

Depremler, meydana geldikleri yerlerde can ve mal kayıpları ile birlikte birtakım psikolojik ve sosyolojik problemlere de yol açmaktadır. Erzincan depreminden sonra yapılan bir dizi çalışmaya göre, depremi yasayan deneklerin daha sinirli ve gergin oldukları tespit edilmiştir (Karancı, 1999:56). Depremler, insanlar üzerinde sosyolojik anlamda da birtakım olumsuz etkilere sahiptir. 17 Ağustos depremini yasayanların büyük bir kısmı ev eşyalarını kaybetmişler, kiralık ev ve dükkân gibi gelir kaynaklarından mahrum olmuşlardır. Deprem yasayan topluluklarda, dini ve kültürel değerlerde de birtakım değişimler görülmüştür. (Kasapoğlu ve Ecevit, 2001).

Çok sayıda sosyal bilim araştırma alanı, deprem zararlarının azaltılmasında önemli ve doğrudan katkılar sağlayacak içeriktedir. Deprem tehlikelerine ve yaşam çevrelerine ilişkin değer yargıları, inanç yapıları, davranış alışkanlıkları, yaşam çevresi düzenleme gelenekleri, komşuluk kültürü, hazırlıklı olma ,örgütlenme eğilimleri, dayanışma geleneği, sigorta ve diğer güvenlik önlemlerine öncelik verme yatkınlıkları vb. konular akla gelebilecek ilk örneklerdir. Sosyal bilim araştırmalarının ulusal ölçekte örgütlenmesi ve işbölümü ile bazı temel araştırmaların öncelikle yerine getirilmesi uygun olabilir.(Ulusal Deprem Konseyi, Ulusal Deprem Araştırma Programı, Hazırlık Raporu Şubat, 2005)

Depremin sosyolojik analizinde diğer bir önemli unsuru ise, insan ve mekan ilişkileri oluşturmaktadır. Mekan, öncelikle fiziksel bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır, ancak mekana anlam kazandıran insan ilişkileri ve bu ilişkileri önemli kılan ekonomik-sosyal-kültürel değerler sistemidir. Diğer bir ifadeyle depremi mekan ve toplumsal ilişkiler bağlamında değerlendirmenin gerekliliği ortadadır. Çünkü insanın temel ihtiyaçlarından biri olan barınma ve konut ihtiyacı insan ve mekan ilişkilerinin en somutlaşmış halidir. Teknolojiyi yaratan insan içinde bulunduğu mekanı şekillendirip bu mekanın  güvenirliğini ve risklerini yine kendisi oluşturmaktadır. Günümüzde depreme dayanıklı binaların oluşturulmaması ve buna karşı gerekli tedbirlerin örgütlü bir şekilde alınmaması bu risklerin artmasına yol açmaktadır. Öte yandan medyada ‘katil binalar’ söyleminin ortaya çıkmasıyla birlikte toplumda bir korku kültürü oluşturulmakta ve  bu süreçle beraber insan ve mekan ilişkisi pragmatik bir hale gelmektedir.

Çalışma deprem tehlikesi altında bulunan İstanbul’da iki ilçeyi kapsayan şekilde gerçekleştirildi. Bağcılar ve Kadıköy ilçelerinde saha araştırması kapsamında  bölgede yaşayan öncelikle bölgelerin temsil ettiği toplumsal yapı, görüşme formu aracılığıyla araştırılmış, daha sonra bu veriler odağında derinlemesine görüşmeler gerçekleştirilmiştir. Bu durumda toplamda 345 kişi ile anket yapılmış takiben ise 10 kişi ile derinlemesine görüşme yapılmıştır. Yani tercih edilen iki ilçe ise sosyo-ekonomik özellikleri açısından birbirinden farklıdır ve bu farklılıkların bireylerin depreme yönelik algılarını ne şekilde etkilediği çalışma sonucunda ortaya çıkmıştır.Yapılan görüşmelerde halkın dile getirdiği söylemlere yer vermek gerekirse;

  • İmkanımız olmadığı için burada yaşamaya mahkumuz. Şartlar izin verseydi; yeni bir ev alırdım. Çünkü yeni evler daha sağlam. Ne kadar korksam da burada yaşamak zorundayım.
  • Şiddetli bir deprem olduğunda bu ev kesin yıkılacak ve ben kiracıyım, umarım biz bu evden çıkana kadar deprem olmaz.
  • Sadece benim binamın güvenli olması yeterli değil, o kadar çok çarpık kentleşme var ki, bence 17 Ağustos’taki gibi büyük bir deprem olsa domino taşı gibi olur binalar. Hoş ben kendi binama da güvenmiyorum.
  • Şu anda benim depreme yönelik alabileceğim tek önlem deprem çantası hazırlamak. İçine enkaz altında kalma ihtimalimi düşünerek; bir miktar para, el feneri, radyo, pil, cips ve battaniye koyardım. Onu alıp kaçmak aklıma gelir mi, onu da bilmiyorum.
  • Deprem bence Allah’tan gelen bir şey. Bu bize verilen bir ceza değil ama her ölümün bir sebebi olmak zorunda. Deprem de bazı ölümlere böyle vesile oluyor bence
  • Geçim sıkıntısı, çalışma hayatı, işsizlik, ailevi sorunlar bize bir süre sonra depremi unutturuyor. Zaten depremi düşünmeye zamanımız bile kalmıyor.
  • Bir kere kesinlikle bu konuda ciddi yasal değişiklikler ve düzenlemeler yapılmalı, bir daha böyle ciddi kayıpların verilmemesi adına. 17 Ağustos başta olmak üzere birçok büyük deprem yaşandı ve bence artık bu depremlerden ders çıkartılmalı, özellikle yeni konutların inşalarında kanunlara dikkat edilmeli.
  • Aslında bazen her şeyi bırakıp ailemle başka bir şehre yerleşmek istiyorum. İstanbul’un kalabalığından uzak sakin, yeşil ve tek katlı evlerin olduğu, ferah, temiz hava soluyabileceğimiz bir şehre gitmek hepimiz için çok daha güzel olurdu. Küçük oğlum astım hastası ve artık bu şehir bizi boğuyor. Büyük oğlum iyi bir okul kazanınca hep birlikte gitmeyi istiyoruz. Bizim için en büyük önlem bu şehirden gitmek.

Sonuç yerine bir şeyler söylemek gerekirse; yukarıda yer verdiğimiz söylemlerden yola çıkarak analiz yapmak gerekirse karşımıza önemli saptamalar çıkmaktadır. Yapılan görüşmelerde bölge halkının deprem algısı, dayanışma ilişkileri, güven-güvenlik ilişkisi, geleceğe yönelik belirsizlik durumları, öğrenilmiş/öğretilmiş çaresizlik durumları gibi kategoriler karşımıza çıkmaktadır. Karşılaşacağı risk durumlarıyla başa çıkma becerilerinden yoksunluk. İçerisinde bulunduğu duruma mahkum olma ve çaresizlik durumunu görmekteyiz. İçerisinde bulunduğu mekanı terk etmek kesin bir çözüm olarak görülmektedir. Dayanışma için ihtiyaç duyulan bütün kanalların kapalı olduğunun ileri sürülmektedir. Dönüştürme kapasitesinin yokluğunun öne çıkarılması saptanmıştır. Depremin ilahi bir gücün etkisi sonucunda meydana gelmesi durumu, kaderci bir bakış açısını göstermektedir.

 

Kaynakça

BOZKURT, Veysel, Deprem ve Toplum, Alfa Yayınları, İstanbul, 2000.

KASAPOĞLU, Aytül, ECEVİT, Mehmet, Depremin Sosyolojik Araştırması, Sosyoloji Derneği Yayınları, No:8 Ankara, 2001.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑