Hükümetin ekonomi politikaları duvara dayandı mı? Bu soruya ekonomik verilere bakarak
acaba nasıl cevap verebiliriz?
Hükümet kurmayları tarafından 2014 yılına dair ortaya konan hedeflerin hiçbiri tutmadı.
Örneğin Hükümet 2014 yılında yüzde 4’lük bir büyüme hedefi açıkladı, yüzde 3’le
yetinmek zorunda kaldı. Hükümetin ekonomi kurmayları enflasyon konusunda da aynı
sıkıntıyı yaşadı. Yüzde 5’lik bir enflasyon hedeflediler, işçi ve emekçilere bu hedef üzerinden
zam dayattılar; fakat 2014 enflasyonu 8,17 oldu. İşsizlik rakamlarında da benzer bir sorun
yaşandı.
Hedeflerin ve rakamların tutup tutmamaları tek başlarına hiçbir anlam ifade etmiyorlar.
Çok olumlu yansıtılan rakamın arkasında çok olumsuz sosyal bir gerçek yatabilir. Ya da
gözümüze sokulan rakamlar gerçeğin sadece bir kısmını ifade ediyor olabilir. Bu nedenle
gerçeğin tamamına ya da kendisine ulaşmak gibi bir çabamız olmalı. Hangi gerçeğe? Elbette,
emekçilerin gerçeğine…
İŞSİZLİK AĞIRLAŞTI!
Hükümet, son zamanlarda irtifa kaybetse ve bu yönde pek yüksek perdeden konuşmasa da,
“ekonomimizin büyüme hızı, dünya ekonomisinin ortalamasının üzerinde” diyerek öğünüyor.
Öğünüyor öğünmesine de, ortada emekçiler açısından “çok şükür bizim memleket diğerlerden
daha iyi” diyebileceği bir durum yok.
Burada, derin analizler yerine sözü işsizlik verilerine bırakalım. Çünkü Türkiye İstatistik
Kurumu tarafından açıklanan 2014 yılının son üç ayına ilişkin işsizlik verileri çok fazla sosyal
gerçeği adeta gözler önüne seriyor.
İşsiz sayısı 3 milyon 96 bin. Bu rakam, Türkiye’nin küresel ekonomik krizi en derinden
hissettiği 2009 yılından bile yüksek. 2009 kriz yılında işsiz sayısı 2 milyon 900 bin
civarındaydı. Aynı durum, yüzde 10,7 olarak açıklanan işsizlik oranı için de geçerli. Bu oran,
geçtiğimiz yılın aynı döneminin yüzde 1,4 puan üzerinde.
Gerçek durumsa bu rakamların gösterdiğinden bile beter. Zira açıklanan resmi verilerin
ayrıntılarına bakıldığında, gerçek işsizliğin çok daha yüksek olduğu görülüyor. Kasım 2014
döneminde, resmi işsizlere, umudu olmadığı için ya da diğer nedenlerle son 4 haftadır iş
arama kanallarını kullanmayan ve işe başlamaya hazır olduğu halde bu nedenle işsiz
sayılmayanlar (umutsuzlar ve diğer) dahil edildiğinde, işsizlik oranı yüzde 17,5 oluyor. İşsiz
sayısı da artarak, 5 milyon 473 bin kişiye ulaşıyor.
Hemen belirtelim ki, işsizlik verilerini incelediğimizde göze çarpan tek sorun işsizliğin
çokluğu değil. 2013 sonbaharından, işsizliğe dair son verilerin açıklandığı 2014 sonbaharına,
yani 1 yılda, 1 milyon 400 bin insana iş verilmiş. Peki, bu kadar insana iş imkânı
yaratılabildiği halde nasıl oluyor da işsizlik artıyor? İşte, tam da bu çelişki, toplumsal bir
soruna işaret ediyor.
Şöyle ki… Çalışabilir nüfusun içerisinde iş talep edenlerin sayısı giderek artıyor. Yani daha
çok insan iş talep eder hale geldi. Örneğin kriz döneminde kadın işgücünde olduğu gibi! Bu
dönemde de kadınların, özellikle düşük eğitimli kadınların iş talebi yükseldi. Kriz arifesinde,
Kasım 2007’de, kadın işgücüne katılım oranı yüzde 22,4’tü. Yani çalışabilir yaştaki (15-65
yaş arası) her 5 kadından 1’i işgücüne katılıyordu. Bu rakam, Kasım 2014’te yüzde 30,2’ye
yükseldi. Yani artık her 3 kadından 1’i işgücüne katılıyor. Kadınlar, kendilerini evde tutan
anlayışı, çalışmanın ayıp sayıldığı mahalle baskısını aşıp, iş talep eder hale gelmişse,
toplumda yoksulluk yaygınlaşmış demektir. Artık çekilen krediler ödenemiyor, ev
geçindirilemiyor. Aynı dönemde erkek katılım oranının yüzde 69’dan 71’e yükselmesi,
yoksulluğun yaygınlaşmış olduğu gerçeğini teyid ediyor.
Tabii, hükümet yetkililerinin, “neredeyse 1,5 milyon insana iş bulduk” şeklindeki
öğünmesi de incelemeye değer. Düşük büyüme temposunda bu kadar iş verilmiş olması
olanaksız, anormal bir durum gibi duruyor. Fakat, “işler nerede bulunmuş ve bu bulma hali
böyle sürer mi?” sorusu sorulduğunda anormal gibi gözüken durum bir normalleşiyor.
Bir kez daha belirtelim ki, ‘iş piyasası’na eklenen 2 milyon 37 bin kişinin 1 milyon 433
binine iş verildi. ‘Peki, iş nerede verildi?’ sorusuna, TÜİK’in son işsizlik verileri içerisinde
yer alan şu bilgi cevap olur sanırım: “Mevsim etkilerinden arındırılmış sektörel verilere göre
Kasım 2014 döneminde istihdam sanayi hariç tüm sektörlerde arttı. Sanayi istihdamındaki
azalış 80 bin oldu. Hizmet sektöründe istihdam 50 bin arttı. İnşaatta ise 46 binlik bir istihdam
artışı kaydedildi.” Sanayide istihdam düşüyor. İşler, inşaatta ve hizmet sektöründe. Ucuz ve
geçici.
Ayrıca tarım istihdamı da başlı başına bir sorun! Her 5 istihdamdan 1’ini tarımın
gerçekleştiriyor olması da, sadece istihdam şişkinliğini gösterir. Zira tarımın, milli gelire
katkısı yüzde 10 olan sektörün yüzde 20’lik bir istihdam yaratması başka türlü izah edilemez.
Yüzde 9’luk büyüme temposunun yakalandığı, büyüme rekorlarının kırıldığı 2008-2009
Krizi’nden önce, 2000’li yıllarda, “istihdamsız büyüme” iddiası dillere pelesenk olmuştu.
Aslında, doğru bir iddia değildi bu! Toplam istihdamın büyüme oranına kıyasla az
artmasının gerisinde tarımdaki çözülüş yatıyordu. Tarım dışı istihdam artıyordu. Fakat söz
konusu artışa rağmen insanlar tarımdan koparıldıkları ve tarım istihdamı azaldığı için genel
istihdam düşük görünüyordu. Bu dönem düşük büyüme temposuna rağmen yaratılan
istihdamın aynı şekilde sürdürülmesine olanak yok! Ekonomi yüzde 3 civarında büyümeye
devam eder ve hele 2014’ün son çeyreğindeki gibi rakam yüzde 1,7 düşerse, işsizlik de
artmaya devam eder.
İHRACAT HAYALLERİ SUYA DÜŞTÜ
Hükümet sözcülerinin, “Rusya AB’den tarım ürünleri almayı bıraktı. Yaşadık! Artık
Rusya’ya biz meyve sebze satacağız”, “petrol fiyatları düşüyor. Enerji ithalatına harcadığımız
para azalacak. O parayla yatırım yapacağız. İhracatımızı da geliştireceğiz” tarzındaki sevinç
çığlıklarını çok duyduk. Ama olmuyor, ekonomi niyetle, umut pazarlamayla ilerlemiyor
maalesef. Ekonomik işleyiş, tek yönlü yorumları geçersiz kıldığı gibi, ‘ihracat iyidir’ gibi
peşin bir hükmü de içermiyor.
İhracatın niteliğini tartışmadan ihracat verilerine baktığımızda, tablonun hiç de hükümetin
sunduğu gibi olmadığı görülüyor. İhracat daralıyor. Ocak ayında; Rusya’ya ihracat yüzde
32.1, Bağımsız Devletler Topluluğu’na ihracat yüzde 25,7, Afrika’ya yüzde 16, Ortadoğu’ya
yüzde 4,9 oranında, Avrupa’ya olan ihracat ise yüzde 7,5 oranlarında azaldı.
2015 ihracat açısından nasıl geçer acaba? İhracatın yüzde 40’ının gerçekleştirildiği AB’de
ekonomi hiç de iç açıcı değil. İkinci sorun ise, Bağımsız Devletler Topluluğu’na yönelik
ihracatta görülüyor. Zira Türkiye’nin 2014 sonu itibarıyla yapmış olduğu toplam ihracat 151
milyar dolar. Bu rakamın 17 milyar doları, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) olarak ifade
edilen ülkelere… Bir başka ifadeyle ihracatın yüzde 11’ini de bu ülkelere yapıyoruz.
Kim bu ülkeler; Rusya, Azerbaycan, Türkmenistan, Ukrayna, Gürcistan, Kazakistan,
Özbekistan, Kırgızistan Beyaz Rusya! Bu ülkelere ihracat, Rusya krizinin domino etkisiyle,
azalıyor. Üstelik bu ülkelerin paraları, Rus Rublesine paralel bir şekilde, TL’den daha çok
değer kaybettiği için bu ülkelere yaptığımız ihracat pahalı hale geliyor ve düşüyor. Bu
şartlarda Türkiye’nin 2015’te 150 milyar dolarlık ihracatı dahi tutturması zor. Hem ihracat
pazarları daralıyor hem de TL bu daralan pazarlara göre pahalılaşıyor.
KISA VADELİ BORÇLAR ARTIYOR
Sanayi sektörü Mayıs 2014’te 5 milyon 364 bin kişiyi istihdam ederken, aynı sektörde
Kasım ayında istihdam 5 milyon 273 bin kişiye geriledi. Üretimde teknolojik atılım
yapıldığına dair bir veri olmadığına göre, sanayi kesiminde istihdamın beş ayda yaklaşık 100
bin kişi gerilemesi sanayiinin çarklarının yavaşladığını gösterir, onu gösteriyor.
Ucuz emek ve dışarıdan gelen yabancı sermaye üzerinden sağlanan iç tüketimle çarkları
dönen sanayide üretim hızı iki sebeple düştü. Birinci etken; ABD Merkez Bankası’nın (FED)
kararıyla bol döviz ve ucuz döviz döneminin sona ermesi… İkinci etken, 50 milyar civarında
verilen cari açığın düşürülmesi kaygısıyla ekonomide frene basılması… Tabii bir de bünyesel
sorunların biriktirdikleri var.
Sanayisinin temposu yavaşlayan Türkiye’nin, öte yandan, kısa vadeli dış borçları hızla
artıyor. Yatırımların azaldığı bir dönemde dış borç artıyor. Merkez Bankası’nın açıkladığı
verilere göre, 2014’ün ilk üç ayında 125,7 milyar dolar olan kısa vadeli dış borçlar, 2014’ün
son üç ayında 133 milyar dolara yükseldi. Yani yatırım yok, büyüme hızı 2,8’e, 2014’ün son
çeyreğinde 1,7’ye gerilemiş, işsizlik yüzde 10,7’ye yükselmiş, ama sıcak parayla borçlanma
çoğalıyor. Bu rakamların olumlu bir gelecek göstermesi beklenemez.
Bünyesel nedenlerin ötesinde, böylesi bir tablonun oluşmasının sebebi, elbette ki
hükümetin ekonomi politikaları. Ve o politikalar artık duvara dayanmış durumda. Ekonomi
Bakanı Nihat Zeybekçi’nin faiz tartışmalarında sarf ettiği sözler aslında duvara dayanmanın
itirafı gibi! Zeybekçi şunları söylüyor: “Türkiye’de aşırı değerli Türk Lirası ile faizleri
yukarıda tutarak, Türk Lirası’na olan talebi yukarı çekerek, yurtdışından gelen parayla
ithalata dayalı kolaycılıkla yola devam etmek sürdürülebilir değildir. Sebebi şu olur bu olur.
Anayasa kitabı olur, babayasa kitabı olur başka bir şey olur. Ama o balon her seferinde
patlamak için bahane arar.”
Bakan Zeybekçiye sormak lazım. 13 yıldır “yüksek faiz-düşük kur” politikası izleyen AKP
iktidarı değil mi?
MÜLKSÜZLERE FATURA
Altını çizmek gerekir ki, Türkiye ekonomisi yavaş da olsa büyüyor. Emekçiler üretmeyi,
artı değer yaratmayı sürdürüyor. Lakin büyümenin kaymağını birileri (patronlar) yerken
birileri (ucuz ve can pahasına çalışanlar) cefasını çekiyor.
Birileri zenginleşiyor, birileri mülksüzleşiyor. Dolar milyarderin artması, lüks binaların,
lüks arabaların çoğalması birilerinin zenginleştiğinin göstergesi. Milyonlarca ailenin devlet
yardımlarıyla karın tokluğuna yaşamak zorunda kaldığı bir ülkede mülksüzlük verilerini uzun
uzun anlatmaya gerek yok sanırım.
Türkiye Bankalar Birliği’nin (TBB) yayımladığı ve 1960 ile 2014 arasında sektörün
durumunu ele alan çalışmaya göre, vatandaşların bankalardaki kişi başı mevduatı 4 bin avro
düzeyinde. Bu tutar, Avrupa ve çevre ülkelerde sadece Romanya’dan daha fazla. Romanya’da
kişi başı mevduat 3 bin avro. Yanlış anlaşılmasın. Bankaya para yatıran epey adam var, ama
bankaya yatıracak parası olmayan daha çok insan var. Bu nedenle, yatan paralar 77 milyona
bölününce, kişi başına rakam 4 bin avroya düşüyor.
Tabii Türkiyeli zenginlerin paralarının bir kısmını yurtdışında tuttuğu gerçeğini de göz ardı
etmemek gerek. İsviçre’de dünyanın en büyük ikinci bankası HSBC’deki hesaplar ortaya
dökülünce bu gerçeği bir kez daha görmüştük. “SwissLeaks” adıyla internete sızdırılan
bilgilere göre, İsviçre’deki HSBC’de, Türkiye’den 3105 kişiye ait hesaplarda 3,48 milyar
dolar bulunuyor. Sadece bir bankada böylesi devasa bir rakam.
İşte bu servetin yaratıcısı emekçiler, bugüne kadar ürettiklerinden paylarını alamadıkları
gibi, yeni faturalar ödeyecekler. Dünya piyasalarındaki gelişmelere eklenen Türkiye’deki
ekonomik ve siyasi gerginlikler doları yukarı doğru zıplatıyor. Amerikan Merkez Bankası’nın
(FED) beklenen faiz artışını gerçekleştirmesinin ardından doların daha da değerlenmesi
kaçınılmaz.
Türkiye’nin toplam brüt dış borcu 400 milyar dolar. Dolardaki 1 kuruşluk artış dış
borcumuzu 4 milyar TL çoğaltıyor. Dış borcun 170 milyar doları özel sektörün (bankalar
hariç) borcu. Dolar son dönem yüzde 10’un üzerinde değer kazandı. Şirketlerin borcu 18,7
milyar TL artı. Yani şirketler zarar etti. Söz konusu zarar çalışanın emeğinin ucuzlatılmasıyla,
ürünlere zam yapılmasıyla bir şeklinde vatandaşa ve emekçiye fatura edilecek.
Petrolün ucuzlamasının bile vatandaşa fatura edilecek yanı var. Ham petrol fiyat artışları
hemen iç fiyatlara aynı oranda yansıtılırken, fiyat düşüşleri yansıtılmıyor. Neden acaba?
Çünkü devlet vergi gelirlerinin üçte birini petrol ürünleri üzerine koyduğu dolaylı vergilerden
sağlıyor. İşte bu nedenle hükümet petrol fiyatlarındaki gerilemeyi iç fiyatlara yansıtmıyor.
Petrol fiyatları düşünce gelir kaybına uğrayan hükümet, hemen bunu vatandaşa fatura edecek
dolaylı vergi yolları arıyor. Son dönemde günlük hayatın her alanında vatandaşın cezayla
karşı karşıya kalması, söz konusu arayışın bir sonucu. Vergi cezaları, trafik cezaları, otoyol ve
köprü cezaları keyfi şekilde arttırılırken, kamunun yönettiği her alanda fiyatlar vatandaşın
gelir artışından çok daha fazla artıyor. Hükümetin vatandaşı yolunacak kaza çevirmesi süreci
önümüzdeki süreçte hızlanabilir. Hükümet geliri olandan değil dolaylı şekilde vatandaştan
vergi almaya alıştı zira!
Hemen belirtelim ki, dolar fiyatındaki artış henüz dükkânlardaki ve tezgâhlardaki fiyatlara
yansımış değil. Mevsim başı yeni zamlı fiyatlar oluşur. Bu işin faturası sadece zam ve hayat
pahallılığı olmaz. Aynı zamanda enflasyon düşüşü de hayal olur.
İster dolar lobisi, ister faiz, hangisi kazanırsa kazansın, “kazancın kaynağı” işçi sınıfının,
halkın cebidir. İster halktan toplanan vergilerden oluşan Hazine yağmalansın, ister malların ve
hizmetlerin fiyatlarına zam yapılsın! İkisi de halkın soyulmasından başka bir şey değil!
SONUÇ YERİNE
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “kutuplaşmayı” uzun süredir bir seçim stratejisi
olarak kullanıyor. Böylesi bir atmosferde, siyasi iktidar tarafından sızdırıldığından şüphe
duyulamayacak yazışma ve suikast iddiaları ortamı iyice geriyor.
Bazı sahici işler konuşulmasın diye geçmişte de toplumun bir kesimini ha bire kriminalize
eden Erdoğan, bu sefer de seçmenin spekülatif şeylerle meşgul olmasını tercih ediyor. 1994
yerel seçimlerinden itibaren somut meseleleri tartışmak yerine ideolojik kavgalar üzerine inşa
edilmiş seçim kampanyalarının başarı getirdiğini gören Erdoğan, yine aynı yolda. Kah
İnternet fenomeni Fuat Avni ile CHP’li yöneticiler arasında geçtiği öne sürülen ve
inandırıcılık yoksunluğu deşifre edilen yazışmalarla… Kah Süleymanşah Türbesi şovuyla…
Bildik taktiğini derinleştirerek sürdürüyor.
Erdoğan spekülatif şeylerle oyalanmamızı isterken ekonominin yukarıda sıraladığımız ve
çok daha derin, sahici meselelerine girilmesini istemiyor. Oysa işçi ve emekçilerin, onların
siyasi temsilcilerinin konuşması gereken konuların başında bu meseleler geliyor. Tabii ki bu
arada, “pasta”nın giderek küçülmesi ve ekonomi, sosyal ve iç ve dış ilişkilere ilişkin
politikalarının “duvara çarpması”yla, başta Kürt sorunu olmak üzere, “şeffaflık”, “4 Bakanın
Yüce Divan’a gönderilip gönderilmemeleri, “vatana ihanet” suçlamalarına varan faiz indirimi,
“Fidan Olayı” ve en son Arınç-Erdoğan ve Arınç-Gökçek tartışmalarından kaçınılamıyor;
artık “kirli bohça” yama tutmuyor ve çizgi aşılıyor, gelişmelerin AKP’yi zayıflattığı yere
varılıyor.
Son olarak belirtmeliyiz ki, kimse “ekonomik kriz gelsin AKP gitsin” kolaycılığında
olmamalı. Kriz ile sosyal, siyasal değişim arasında neredeyse otomatik bir ilişkinin olduğunu
varsaymak son derece yanıltıcı. Tarihsel deneyimlerden biliyoruz ki, kriz ile önemli sosyal
değişimler arasındaki nedensellik ilişkisi dolaylıdır. Siyasi aktörlük olmadan herhangi bir
alternatifin gelişmesini beklemek boş bir kaderciliktir.
Sonuç yavaş ekonominin tekmesini sert yemek şeklinde olur. İktidar yerinde durur, olan
emekçilere olur!