Ekonominin temposu yavaş tekmesi sert

Hükümetin ekonomi politikaları duvara dayandı mı? Bu soruya ekonomik verilere bakarak

acaba nasıl cevap verebiliriz?

Hükümet kurmayları tarafından 2014 yılına dair ortaya konan hedeflerin hiçbiri tutmadı.

Örneğin Hükümet 2014 yılında yüzde 4’lük bir büyüme hedefi açıkladı, yüzde 3’le

yetinmek zorunda kaldı. Hükümetin ekonomi kurmayları enflasyon konusunda da aynı

sıkıntıyı yaşadı. Yüzde 5’lik bir enflasyon hedeflediler, işçi ve emekçilere bu hedef üzerinden

zam dayattılar; fakat 2014 enflasyonu 8,17 oldu. İşsizlik rakamlarında da benzer bir sorun

yaşandı.

Hedeflerin ve rakamların tutup tutmamaları tek başlarına hiçbir anlam ifade etmiyorlar.

Çok olumlu yansıtılan rakamın arkasında çok olumsuz sosyal bir gerçek yatabilir. Ya da

gözümüze sokulan rakamlar gerçeğin sadece bir kısmını ifade ediyor olabilir. Bu nedenle

gerçeğin tamamına ya da kendisine ulaşmak gibi bir çabamız olmalı. Hangi gerçeğe? Elbette,

emekçilerin gerçeğine…

İŞSİZLİK AĞIRLAŞTI!

Hükümet, son zamanlarda irtifa kaybetse ve bu yönde pek yüksek perdeden konuşmasa da,

“ekonomimizin büyüme hızı, dünya ekonomisinin ortalamasının üzerinde” diyerek öğünüyor.

Öğünüyor öğünmesine de, ortada emekçiler açısından “çok şükür bizim memleket diğerlerden

daha iyi” diyebileceği bir durum yok.

Burada, derin analizler yerine sözü işsizlik verilerine bırakalım. Çünkü Türkiye İstatistik

Kurumu tarafından açıklanan 2014 yılının son üç ayına ilişkin işsizlik verileri çok fazla sosyal

gerçeği adeta gözler önüne seriyor.

İşsiz sayısı 3 milyon 96 bin. Bu rakam, Türkiye’nin küresel ekonomik krizi en derinden

hissettiği 2009 yılından bile yüksek. 2009 kriz yılında işsiz sayısı 2 milyon 900 bin

civarındaydı. Aynı durum, yüzde 10,7 olarak açıklanan işsizlik oranı için de geçerli. Bu oran,

geçtiğimiz yılın aynı döneminin yüzde 1,4 puan üzerinde.

Gerçek durumsa bu rakamların gösterdiğinden bile beter. Zira açıklanan resmi verilerin

ayrıntılarına bakıldığında, gerçek işsizliğin çok daha yüksek olduğu görülüyor. Kasım 2014

döneminde, resmi işsizlere, umudu olmadığı için ya da diğer nedenlerle son 4 haftadır iş

arama kanallarını kullanmayan ve işe başlamaya hazır olduğu halde bu nedenle işsiz

sayılmayanlar (umutsuzlar ve diğer) dahil edildiğinde, işsizlik oranı yüzde 17,5 oluyor. İşsiz

sayısı da artarak, 5 milyon 473 bin kişiye ulaşıyor.

Hemen belirtelim ki, işsizlik verilerini incelediğimizde göze çarpan tek sorun işsizliğin

çokluğu değil. 2013 sonbaharından, işsizliğe dair son verilerin açıklandığı 2014 sonbaharına,

yani 1 yılda, 1 milyon 400 bin insana iş verilmiş. Peki, bu kadar insana iş imkânı

yaratılabildiği halde nasıl oluyor da işsizlik artıyor? İşte, tam da bu çelişki, toplumsal bir

soruna işaret ediyor.

Şöyle ki… Çalışabilir nüfusun içerisinde iş talep edenlerin sayısı giderek artıyor. Yani daha

çok insan iş talep eder hale geldi. Örneğin kriz döneminde kadın işgücünde olduğu gibi! Bu

dönemde de kadınların, özellikle düşük eğitimli kadınların iş talebi yükseldi. Kriz arifesinde,

Kasım 2007’de, kadın işgücüne katılım oranı yüzde 22,4’tü. Yani çalışabilir yaştaki (15-65

yaş arası) her 5 kadından 1’i işgücüne katılıyordu. Bu rakam, Kasım 2014’te yüzde 30,2’ye

yükseldi. Yani artık her 3 kadından 1’i işgücüne katılıyor. Kadınlar, kendilerini evde tutan

anlayışı, çalışmanın ayıp sayıldığı mahalle baskısını aşıp, iş talep eder hale gelmişse,

toplumda yoksulluk yaygınlaşmış demektir. Artık çekilen krediler ödenemiyor, ev

geçindirilemiyor. Aynı dönemde erkek katılım oranının yüzde 69’dan 71’e yükselmesi,

yoksulluğun yaygınlaşmış olduğu gerçeğini teyid ediyor.

Tabii, hükümet yetkililerinin, “neredeyse 1,5 milyon insana iş bulduk” şeklindeki

öğünmesi de incelemeye değer. Düşük büyüme temposunda bu kadar iş verilmiş olması

olanaksız, anormal bir durum gibi duruyor. Fakat, “işler nerede bulunmuş ve bu bulma hali

böyle sürer mi?” sorusu sorulduğunda anormal gibi gözüken durum bir normalleşiyor.

Bir kez daha belirtelim ki, ‘iş piyasası’na eklenen 2 milyon 37 bin kişinin 1 milyon 433

binine iş verildi. ‘Peki, iş nerede verildi?’ sorusuna, TÜİK’in son işsizlik verileri içerisinde

yer alan şu bilgi cevap olur sanırım: “Mevsim etkilerinden arındırılmış sektörel verilere göre

Kasım 2014 döneminde istihdam sanayi hariç tüm sektörlerde arttı. Sanayi istihdamındaki

azalış 80 bin oldu. Hizmet sektöründe istihdam 50 bin arttı. İnşaatta ise 46 binlik bir istihdam

artışı kaydedildi.” Sanayide istihdam düşüyor. İşler, inşaatta ve hizmet sektöründe. Ucuz ve

geçici.

Ayrıca tarım istihdamı da başlı başına bir sorun! Her 5 istihdamdan 1’ini tarımın

gerçekleştiriyor olması da, sadece istihdam şişkinliğini gösterir. Zira tarımın, milli gelire

katkısı yüzde 10 olan sektörün yüzde 20’lik bir istihdam yaratması başka türlü izah edilemez.

Yüzde 9’luk büyüme temposunun yakalandığı, büyüme rekorlarının kırıldığı 2008-2009

Krizi’nden önce, 2000’li yıllarda, “istihdamsız büyüme” iddiası dillere pelesenk olmuştu.

Aslında, doğru bir iddia değildi bu! Toplam istihdamın büyüme oranına kıyasla az

artmasının gerisinde tarımdaki çözülüş yatıyordu. Tarım dışı istihdam artıyordu. Fakat söz

konusu artışa rağmen insanlar tarımdan koparıldıkları ve tarım istihdamı azaldığı için genel

istihdam düşük görünüyordu. Bu dönem düşük büyüme temposuna rağmen yaratılan

istihdamın aynı şekilde sürdürülmesine olanak yok! Ekonomi yüzde 3 civarında büyümeye

devam eder ve hele 2014’ün son çeyreğindeki gibi rakam yüzde 1,7 düşerse, işsizlik de

artmaya devam eder.

İHRACAT HAYALLERİ SUYA DÜŞTÜ

Hükümet sözcülerinin, “Rusya AB’den tarım ürünleri almayı bıraktı. Yaşadık! Artık

Rusya’ya biz meyve sebze satacağız”, “petrol fiyatları düşüyor. Enerji ithalatına harcadığımız

para azalacak. O parayla yatırım yapacağız. İhracatımızı da geliştireceğiz” tarzındaki sevinç

çığlıklarını çok duyduk. Ama olmuyor, ekonomi niyetle, umut pazarlamayla ilerlemiyor

maalesef. Ekonomik işleyiş, tek yönlü yorumları geçersiz kıldığı gibi, ‘ihracat iyidir’ gibi

peşin bir hükmü de içermiyor. 

İhracatın niteliğini tartışmadan ihracat verilerine baktığımızda, tablonun hiç de hükümetin

sunduğu gibi olmadığı görülüyor. İhracat daralıyor. Ocak ayında; Rusya’ya ihracat yüzde

32.1, Bağımsız Devletler Topluluğu’na ihracat yüzde 25,7, Afrika’ya yüzde 16, Ortadoğu’ya

yüzde 4,9 oranında, Avrupa’ya olan ihracat ise yüzde 7,5 oranlarında azaldı.

2015 ihracat açısından nasıl geçer acaba? İhracatın yüzde 40’ının gerçekleştirildiği AB’de

ekonomi hiç de iç açıcı değil. İkinci sorun ise, Bağımsız Devletler Topluluğu’na yönelik 

ihracatta görülüyor. Zira Türkiye’nin 2014 sonu itibarıyla yapmış olduğu toplam ihracat 151

milyar dolar. Bu rakamın 17 milyar doları, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) olarak ifade

edilen ülkelere… Bir başka ifadeyle ihracatın yüzde 11’ini de bu ülkelere yapıyoruz.

Kim bu ülkeler; Rusya, Azerbaycan, Türkmenistan, Ukrayna, Gürcistan, Kazakistan,

Özbekistan, Kırgızistan Beyaz Rusya! Bu ülkelere ihracat, Rusya krizinin domino etkisiyle,

azalıyor. Üstelik bu ülkelerin paraları, Rus Rublesine paralel bir şekilde, TL’den daha çok

değer kaybettiği için bu ülkelere yaptığımız ihracat pahalı hale geliyor ve düşüyor. Bu

şartlarda Türkiye’nin 2015’te 150 milyar dolarlık ihracatı dahi tutturması zor. Hem ihracat

pazarları daralıyor hem de TL bu daralan pazarlara göre pahalılaşıyor.

KISA VADELİ BORÇLAR ARTIYOR

Sanayi sektörü Mayıs 2014’te 5 milyon 364 bin kişiyi istihdam ederken, aynı sektörde

Kasım ayında istihdam 5 milyon 273 bin kişiye geriledi. Üretimde teknolojik atılım

yapıldığına dair bir veri olmadığına göre, sanayi kesiminde istihdamın beş ayda yaklaşık 100

bin kişi gerilemesi sanayiinin çarklarının yavaşladığını gösterir, onu gösteriyor.

Ucuz emek ve dışarıdan gelen yabancı sermaye üzerinden sağlanan iç tüketimle çarkları

dönen sanayide üretim hızı iki sebeple düştü. Birinci etken; ABD Merkez Bankası’nın (FED)

kararıyla bol döviz ve ucuz döviz döneminin sona ermesi… İkinci etken, 50 milyar civarında

verilen cari açığın düşürülmesi kaygısıyla ekonomide frene basılması… Tabii bir de bünyesel

sorunların biriktirdikleri var.

Sanayisinin temposu yavaşlayan Türkiye’nin, öte yandan, kısa vadeli dış borçları hızla

artıyor. Yatırımların azaldığı bir dönemde dış borç artıyor. Merkez Bankası’nın açıkladığı

verilere göre, 2014’ün ilk üç ayında 125,7 milyar dolar olan kısa vadeli dış borçlar, 2014’ün

son üç ayında 133 milyar dolara yükseldi. Yani yatırım yok, büyüme hızı 2,8’e, 2014’ün son

çeyreğinde 1,7’ye gerilemiş, işsizlik yüzde 10,7’ye yükselmiş, ama sıcak parayla borçlanma

çoğalıyor. Bu rakamların olumlu bir gelecek göstermesi beklenemez.

Bünyesel nedenlerin ötesinde, böylesi bir tablonun oluşmasının sebebi, elbette ki

hükümetin ekonomi politikaları. Ve o politikalar artık duvara dayanmış durumda. Ekonomi

Bakanı Nihat Zeybekçi’nin faiz tartışmalarında sarf ettiği sözler aslında duvara dayanmanın

itirafı gibi! Zeybekçi şunları söylüyor: “Türkiye’de aşırı değerli Türk Lirası ile faizleri

yukarıda tutarak, Türk Lirası’na olan talebi yukarı çekerek, yurtdışından gelen parayla

ithalata dayalı kolaycılıkla yola devam etmek sürdürülebilir değildir. Sebebi şu olur bu olur.

Anayasa kitabı olur, babayasa kitabı olur başka bir şey olur. Ama o balon her seferinde

patlamak için bahane arar.”

Bakan Zeybekçiye sormak lazım. 13 yıldır “yüksek faiz-düşük kur” politikası izleyen AKP

iktidarı değil mi?

MÜLKSÜZLERE FATURA

Altını çizmek gerekir ki, Türkiye ekonomisi yavaş da olsa büyüyor. Emekçiler üretmeyi,

artı değer yaratmayı sürdürüyor. Lakin büyümenin kaymağını birileri (patronlar) yerken

birileri (ucuz ve can pahasına çalışanlar) cefasını çekiyor.

Birileri zenginleşiyor, birileri mülksüzleşiyor. Dolar milyarderin artması, lüks binaların,

lüks arabaların çoğalması birilerinin zenginleştiğinin göstergesi. Milyonlarca ailenin devlet

yardımlarıyla karın tokluğuna yaşamak zorunda kaldığı bir ülkede mülksüzlük verilerini uzun

uzun anlatmaya gerek yok sanırım.

Türkiye Bankalar Birliği’nin (TBB) yayımladığı ve 1960 ile 2014 arasında sektörün

durumunu ele alan çalışmaya göre, vatandaşların bankalardaki kişi başı mevduatı 4 bin avro

düzeyinde. Bu tutar, Avrupa ve çevre ülkelerde sadece Romanya’dan daha fazla. Romanya’da

kişi başı mevduat 3 bin avro. Yanlış anlaşılmasın. Bankaya para yatıran epey adam var, ama

bankaya yatıracak parası olmayan daha çok insan var. Bu nedenle, yatan paralar 77 milyona

bölününce, kişi başına rakam 4 bin avroya düşüyor.

Tabii Türkiyeli zenginlerin paralarının bir kısmını yurtdışında tuttuğu gerçeğini de göz ardı

etmemek gerek. İsviçre’de dünyanın en büyük ikinci bankası HSBC’deki hesaplar ortaya

dökülünce bu gerçeği bir kez daha görmüştük. “SwissLeaks” adıyla internete sızdırılan

bilgilere göre, İsviçre’deki HSBC’de, Türkiye’den 3105 kişiye ait hesaplarda 3,48 milyar

dolar bulunuyor. Sadece bir bankada böylesi devasa bir rakam.

İşte bu servetin yaratıcısı emekçiler, bugüne kadar ürettiklerinden paylarını alamadıkları

gibi, yeni faturalar ödeyecekler. Dünya piyasalarındaki gelişmelere eklenen Türkiye’deki

ekonomik ve siyasi gerginlikler doları yukarı doğru zıplatıyor. Amerikan Merkez Bankası’nın

(FED) beklenen faiz artışını gerçekleştirmesinin ardından doların daha da değerlenmesi

kaçınılmaz.

Türkiye’nin toplam brüt dış borcu 400 milyar dolar. Dolardaki 1 kuruşluk artış dış

borcumuzu 4 milyar TL çoğaltıyor. Dış borcun 170 milyar doları özel sektörün (bankalar

hariç) borcu. Dolar son dönem yüzde 10’un üzerinde değer kazandı. Şirketlerin borcu 18,7

milyar TL artı. Yani şirketler zarar etti. Söz konusu zarar çalışanın emeğinin ucuzlatılmasıyla,

ürünlere zam yapılmasıyla bir şeklinde vatandaşa ve emekçiye fatura edilecek.

Petrolün ucuzlamasının bile vatandaşa fatura edilecek yanı var. Ham petrol fiyat artışları

hemen iç fiyatlara aynı oranda yansıtılırken, fiyat düşüşleri yansıtılmıyor. Neden acaba?

Çünkü devlet vergi gelirlerinin üçte birini petrol ürünleri üzerine koyduğu dolaylı vergilerden

sağlıyor. İşte bu nedenle hükümet petrol fiyatlarındaki gerilemeyi iç fiyatlara yansıtmıyor.

Petrol fiyatları düşünce gelir kaybına uğrayan hükümet, hemen bunu vatandaşa fatura edecek

dolaylı vergi yolları arıyor. Son dönemde günlük hayatın her alanında vatandaşın cezayla

karşı karşıya kalması, söz konusu arayışın bir sonucu. Vergi cezaları, trafik cezaları, otoyol ve

köprü cezaları keyfi şekilde arttırılırken, kamunun yönettiği her alanda fiyatlar vatandaşın

gelir artışından çok daha fazla artıyor. Hükümetin vatandaşı yolunacak kaza çevirmesi süreci

önümüzdeki süreçte hızlanabilir. Hükümet geliri olandan değil dolaylı şekilde vatandaştan

vergi almaya alıştı zira!

Hemen belirtelim ki, dolar fiyatındaki artış henüz dükkânlardaki ve tezgâhlardaki fiyatlara

yansımış değil. Mevsim başı yeni zamlı fiyatlar oluşur. Bu işin faturası sadece zam ve hayat

pahallılığı olmaz. Aynı zamanda enflasyon düşüşü de hayal olur.

İster dolar lobisi, ister faiz, hangisi kazanırsa kazansın, “kazancın kaynağı” işçi sınıfının,

halkın cebidir. İster halktan toplanan vergilerden oluşan Hazine yağmalansın, ister malların ve

hizmetlerin fiyatlarına zam yapılsın! İkisi de halkın soyulmasından başka bir şey değil!

SONUÇ YERİNE

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “kutuplaşmayı” uzun süredir bir seçim stratejisi

olarak kullanıyor. Böylesi bir atmosferde, siyasi iktidar tarafından sızdırıldığından şüphe

duyulamayacak yazışma ve suikast iddiaları ortamı iyice geriyor.

Bazı sahici işler konuşulmasın diye geçmişte de toplumun bir kesimini ha bire kriminalize

eden Erdoğan, bu sefer de seçmenin spekülatif şeylerle meşgul olmasını tercih ediyor. 1994

yerel seçimlerinden itibaren somut meseleleri tartışmak yerine ideolojik kavgalar üzerine inşa

edilmiş seçim kampanyalarının başarı getirdiğini gören Erdoğan, yine aynı yolda. Kah

İnternet fenomeni Fuat Avni ile CHP’li yöneticiler arasında geçtiği öne sürülen ve

inandırıcılık yoksunluğu deşifre edilen yazışmalarla… Kah Süleymanşah Türbesi şovuyla…

Bildik taktiğini derinleştirerek sürdürüyor.

Erdoğan spekülatif şeylerle oyalanmamızı isterken ekonominin yukarıda sıraladığımız ve

çok daha derin, sahici meselelerine girilmesini istemiyor. Oysa işçi ve emekçilerin, onların

siyasi temsilcilerinin konuşması gereken konuların başında bu meseleler geliyor. Tabii ki bu

arada, “pasta”nın giderek küçülmesi ve ekonomi, sosyal ve iç ve dış ilişkilere ilişkin

politikalarının “duvara çarpması”yla, başta Kürt sorunu olmak üzere, “şeffaflık”, “4 Bakanın

Yüce Divan’a gönderilip gönderilmemeleri, “vatana ihanet” suçlamalarına varan faiz indirimi,

“Fidan Olayı” ve en son Arınç-Erdoğan ve Arınç-Gökçek tartışmalarından kaçınılamıyor;

artık “kirli bohça” yama tutmuyor ve çizgi aşılıyor, gelişmelerin AKP’yi zayıflattığı yere

varılıyor.

Son olarak belirtmeliyiz ki, kimse “ekonomik kriz gelsin AKP gitsin” kolaycılığında

olmamalı. Kriz ile sosyal, siyasal değişim arasında neredeyse otomatik bir ilişkinin olduğunu

varsaymak son derece yanıltıcı. Tarihsel deneyimlerden biliyoruz ki, kriz ile önemli sosyal

değişimler arasındaki nedensellik ilişkisi dolaylıdır. Siyasi aktörlük olmadan herhangi bir

alternatifin gelişmesini beklemek boş bir kaderciliktir.

Sonuç yavaş ekonominin tekmesini sert yemek şeklinde olur. İktidar yerinde durur, olan

emekçilere olur!

Hükümetin hayallerini yıkan ovp emekçiye ne diyor?

Hükümet, Orta Vadeli Programı’nı (OVP) açıkladı. Hükümet’in ekonomiye dair, önümüzdeki üç yıllık (2015-2017) hedefleri ve beklentileri artık önümüzde duruyor. Açıklanan programın bundan önce açıklanan orta vadeli programlardan ruhu ve hedefleri bakımından hiçbir bir farkı yok! Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın programı açıklarken sarf ettiği, “Bir önceki OVP’de öncelik cari işlemler açığını düşürmekti. Artık öncelik enflasyonu düşürmek” sözleri de programın esasına dair fark değil.
Her ne kadar özü itibariyle bir fark olmasa da, OVP’de dikkate ve analize değer bir yan var. İşsizlik ve enflasyon hedefi önceki programa göre yukarı yönlü revize edilirken, büyüme hedefi önceki programa göre aşağı çekildi. Yani bu, daha yüksek işsizlik, daha yüksek bir enflasyon, daha düşük ekonomik büyüme anlamına geliyor. Nitekim hükümet kurmaylarından da işlerin biraz kötüye gideceği yönünde itiraflar geldi; ‘Biz yine de dünyaya ve Avrupa’ya göre iyiyiz. Düşük de olsa büyüyeceğiz’ avuntusu eşliğinde.
Söz konusu itirafların ve programda yer alan hedeflerin emekçiler açısından nasıl sonuçlar doğuracağına ‘zum’ yapmadan önce geçmişi hatırlamakta fayda var. Zira geçmiş uygulamaların sonuçlarını ortaya koymak, bugünkü orta vadeli programın doğuracağı sonuçlara ulaşmayı kolaylaştıracak.
Bugüne kadar alışık olduğumuz şey hükümetin ekonomiyle övünmesiydi. Hükümet, yaşadığı her sorun, her olumsuzluk, her politik sıkıntı karşısında hep aynı savunmayı geliştiriyordu: “Türkiye ekonomisi çok başarılı. Bu başarının önünü kesmek isteyen iç ve dış çeteler ve lobiler var.” Hükümetin söz konusu savunmasına birçok kalemin şu tezi eşlik ediyordu: “Türkiye’de ekonomi çok iyi gidiyor. Bir ülkede ekonomi iyi gittiği sürece diğer toplumsal sorunlar bir hükümetin yeniden seçilmesini engellemez.”
Hükümetin yarattığı bu ekonomik başarı miti ve yenilmezlik tezi karşında, ‘ekonomi hiç de söylendiği gibi değil’ itirazları da geldi. Duayen sayılan iktisatçı Korkut Boratav’tan Özgürlük Dünyası’nda yazan iktisatçı arkadaşlara uzanan itirazlardı bunlar.
Söz konusu iktisatçıların buluştukları noktalarından ilki, cari açık ve dış borç meselesiydi. Türkiye ekonomisi, tarihsel olarak çok büyük boyutlara ulaşan cari açık ve dış borçtan besleniyordu. Söz konusu açık Türkiye’de büyümenin en önemli belirleyicilerinden olmuştu. Cari açık ve dış borca dayalı bir büyüme elin parasıyla yapılan büyümeydi ve sonsuza kadar yürütülemezdi. Bu nedenle ortada bir başarı da yoktu.
İkinci olarak, AKP döneminin, ekonomik büyüme açısından, daha önceki dönemlerden daha başarılı olmadığını öne sürüyorlardı. Tezlerini, Türkiye tarihinin büyüme ortalamasıyla AKP’nin 12 yıllık iktidarı dönemindeki büyüme performansının kıyaslanmasına dayandırıyorlardı.
Türkiye tarihinin büyüme ortalaması yüzde 4’ün biraz üzerindeydi, AKP’nin 12 yıllık iktidarı dönemindeki büyüme ortalaması da yüzde 4 civarındaydı. Dolayısıyla ortada hiç de abartılacak bir durum yoktu.
Üçüncü olarak, Türkiye’de eğer bir ekonomik başarıdan söz edilecekse, bu başarı, AKP Hükümeti öncesinde yapılan reformlar sayesinde gerçekleşmişti. Dolayısıyla bir başarı varsa bile bunu AKP sahiplenemezdi.
Dördüncü olarak dile getirdikleri şey, ‘hormon’ vurgusuydu. Ekonomik başarı gibi görünen şeyin arkasında yaygın özelleştirmeler ve aşırı değerli TL’nin ulusal geliri olduğundan yüksek göstermesi gibi faktörler vardı. Türkiye’de ekonomik büyüme işsizliği ve yoksulluğu azaltmıyordu, dolayısıyla ortada istihdam yaratmayan hormonlu bir büyüme vardı.
Beşinci olarak da, Türkiye, cari açığın yanında “gerçek dış borcu” dünyada en hızlı artan ülkelerden biriydi. İktidar yanlısı tezlerin, iddiaların tersine özel sektör ve banka borçları
dikkate alındığında, borç milli gelirin yarısını buluyordu. Böyle bir büyüme modeli sürdürülemezdi.
Beş maddede ana hatlarını vermeye çalıştığımız, AKP’nin büyüme efsanesinin karşına dikilen tezlerin elbette iktisadi açıdan tutarlılığı, geçerliliği, haklılığı var. Fakat, ‘büyümedik’, ‘ortada büyüme başarısı yok’ tartışması yapmak yerine, büyümenin kendisini ve ortaya çıkardığı sonuçları tartışmak herhalde daha doğru olacaktır. Çünkü ortada öyle ya da böyle kesintisiz bir büyüme gerçeği var.

EKONOMİ BÜYÜRKEN KÜÇÜLENLER
Türkiye ekonomisi 2002 ve 2008 yılları arasında kesintisiz ve yüksek sayılabilecek bir ekonomik büyüme dönemi yaşadı. Bu süre zarfında K. Derviş’in bıraktığı yerden devam edilerek aynı yoldan yüründü; enflasyon ve bütçe açıkları kontrol altına alındı, kamu borcunun ulusal gelire oranı azaldı. İhracat hızla arttı.
2009 yılında ‘teğet geçti’ denilen küresel kriz etkisiyle büyümede bir düşüş yaşansa da, Türkiye ekonomisi 2010 ve 2011 yıllarında  sırasıyla yılda yüzde 9,2 ve yüzde 8,5 oranlarında bir büyüme performansı gösterdi. Söz konusu performans, Türkiye’yi yönetenlere, 2023 yılında dünyadaki en büyük onuncu ülke olma hayallerini bile kurdurdu.
Evet, Türkiye ekonomisi bu performansı gösterdi. Küresel gelişmelerin bu performansta çok büyük desteği oldu. Bol ve ucuz döviz rüzgarıyla ve ucuz emek üzerinden şişirilen yelkenle yol alındı. Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum da değildi. “Gelişmekte olan” diye tabir edilen pek çok ülkede durum aynıydı. Eğer söz konusu ülkeleri bir atlete benzetirsek, eskiden yüz metreyi 20 saniyede koşan bu ülkeler artık 12 saniyede koşuyordu. Türkiye de hızını artıranlar arasındaydı. Fakat artan hızının yoksul ve orta gelirli ülkelerin gerisinde kaldığını belirtmeden geçmeyelim. (Herkesin hızının artırdığı böylesi bir ortamda, hızı bu ortalamanın altında kalan atlet, hızını geçmişe göre çok artırmış olsa dahi, göreli olarak başarısız denebilir.) Bu arada ABD ve AB ülkeleri gibi kriz sürecinden geçen ülkeler ise büyüyemiyordu. Eskiden iyi bir atlet olsalar da artık sakattılar. Türkiye ekonomisi AKP döneminde krizden geçen zengin ülkelerden daha hızlı büyüdü. “Sakat atletleri” geçmekte hiç zorlanmadı yani.
Bu noktada sınıfsal perspektifle sormamız gereken soru şudur? Türkiye en hızlısı olsa ve
Türkiye’nin ekonomisi yüzde 4 değil de, sürekli olarak yüzde 10 büyüseydi, bu, işçiler, emekçiler, yoksullar açısından otomatik olarak iyi sonuçlar mı doğururdu? Milli gelir artışının, toplumun bir bütün olarak refahının artması anlamına gelmediğini yaşayarak görmedik mi? Keza, kişi başına düşen milli gelirin artmasının hep beraber yaşam standardımızın yükselmesi, mutlak yoksulluğumuzun azalması anlamına gelmediğini de…
Burjuva iktisat, büyümenin insana maliyetlerini, işçi ve emekçilere çıkardığı faturayı, çalışma koşulları üzerindeki etkilerini (gayri insani ağır çalışma koşulları, köleleştirme vb.) göz ardı eder. Ekonomideki büyümenin ve zenginliklerin ne pahasına ve kimler tarafından yaratıldığını gizler. Doğaya etkisini hiç mi hiç önemsemez. Nitekim Türkiye’de övünülen ekonomik büyüme döneminde bakılması gereken noktalar buralardır. Yaşadıklarımızdan yaşacaklarımızı çıkarabilmemiz için bu noktalara bakmak elzemdir.
Türkiye ekonomisi büyürken, istikrarsız-geçici, düşük ücretli, yarı zamanlı ve güvencesiz istihdamı büyütmüştür. Yılda ortalama 1200-1300 işçinin iş cinayetine kurban gittiği gerçeği, emek üzerinde yaratılan tahribatı yakıcı, çarpıcı bir şekilde yüzümüze çarpıyor.
Türkiye’nin AKP dönemindeki ekonomik başarısı sadece emek üzerinde tahribat yaratmamış, sosyal alanları da geriletmiştir. Sosyal gelişme dendiğinde akla ilk gelen kavramlardan birisi olan gelir dağılımındaki bozukluk, yaratılan gelir eşitsizliği, yoksulluk uluslararası kayıtlara geçmiş, bilinen bir gerçek. Birleşmiş Milletler İnsani Gelişmişlik Endeksi bu gerçeği ortaya koyarak, gelir eşitsizliğinde en kötü üç ülke arasında Türkiye’yi sayıyor.
Türkiye’deki sosyal gelişmeyi; ortalama yaşam süresi, akademik yayın sayısı, basın özgürlüğü ve spordaki gelişmeler açısından incelediğimizde de, AKP iktidarındaki büyümenin buralara hiç yansımadığını görürüz. “Türkiye sosyal gelişme açısından hem mutlak hem de karşılaştırmalı olarak AKP öncesi dönemde çok daha başarılı olmuşken, AKP döneminde mutlak olarak yavaşlamış ve göreli karşılaştırmalar açısından da birçok ülke grubunun arkasında kalmaya başlamıştır.”
Bu kadar bedel ödemişken, şimdi orta vadeli program bize diyor ki; işler biraz daha kötüye gidecek!

DAHA ÇOK YOKSULLAŞMAK VE İŞSİZ KALMAK
Hükümetin Orta Vadeli Programı (OVP) daha çok yoksulluk ve işsizlik yaşanacağının açıkça itirafından başka bir anlam taşımıyor. OVP’ye göre, bu yıl yüzde 9.6 düzeyinde beklenen işsizlik oranının, gelecek yıl yüzde 9.5’e, 2016 yılında yüzde 9.2’ye ve 2017 yılında yüzde 9.1 düzeyine gerilemesi hedeflendi. Yani, üç yıl boyunca işsizlik oranı yüzde 9’un üzerinde kalacak ki, bu sadece hedefleniyor.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) en son açıkladığı işsizlik rakamı yüzde 9’un üzerinde. İşsiz sayısı resmi olarak 3 milyona dayanmış. Bu rakama, işe başlamaya hazır olduğu halde, umudu olmadığı için ya da başka bir sebeple son 4 haftadır iş aramadığı için “işsiz sayılmayan”ları eklediğinizde, işsizlik oranı yüzde 20’ye dayanıyor. İşsiz sayısı da 5,5 milyona… Önümüzdeki üç yıl boyunca aynı manzara ile karşılaşacağız.
Hatta daha fazlasıyla karşılaşacağız! Çünkü Türkiye’de iş talep edenlerin sayısı çığ gibi büyüyor. Örneğin, TÜİK verilerine göre, 2013 Temmuz’undan 2014 Temmuz’una, 1 yılda işgücünde/iş bulduklarında çalışmaya hazır nüfusta 1 milyon 701 bin artış oldu. Bunların 1 milyon 187 binine iş bulundu. İşsiz sayısı 514 bin arttı. Türkiye’de son bir yılda 1 milyonun üzerinde insana iş bulunmuş, ama iş talep eden 1,5 milyon kişi olduğu için, işsiz sayısı yine de yarım milyon artmış.
Türkiye’de yüzde 3 gibi düşük bir büyüme hızında 1 milyon kişiye nerede iş bulmuş?
Sanayide değil elbette… Üç kuruşluk niteliksiz işlerde tabii ki… İşsizlik verilerinde dikkat çeken  noktalardan biri de, kayıt dışındaki artış. Net bir şekilde söyleyelim ki, resmi hesaplamayla dahi, yüzde 10’un üzerine çıkmış, üç yıl daha bu yükseklikte kalıcı hale gelecek olan bir işsizlik oranı, geleceğin emekçilerine işsizlik sunuyor. Ya da en iyisinden, çok niteliksiz ve güvencesiz, kısmi zamanlı istihdamdan başka bir imkân vaad etmiyor.
Bulunacak işlerin niteliksizliği görmezden gelinse dahi, iş bulunamayacak olması gerçeği görmezden gelinemez. OVP’de büyüme oranları düşürüldü. Önümüzdeki yıl yüzde 4’lük bir büyüme olursa ‘öpüp başımıza koyalım’ deniliyor. Türkiye’de yüzde 5’in altındaki her büyüme, yoğun iş talebinden dolayı işsizlikte artışa yol açar ya da kölelik koşularında işçiliği artırır. Yüzde 5’lik büyüme mevcudu korur. Büyüme yüzde 5’in üzerinde olursa ancak işsizlik azalır.
Hükümet karşımıza çıkmış şu savunmayı yapıyor: Yüzde 3 büyüme hızıyla Avrupa’nın en hızlı büyüyen ülkesiyiz. Haydi, Türkiye’deki gelir adaletsizliğini görmezden gelip, şöyle bir hesap yapalım. Türkiye yüzde üç büyüdüğünde kişi başına gelir ne kadar artıyor? 300 dolar! Peki, misal Almanya yüzde 1 büyüdüğüne kişi başına düşen gelir ne kadar artıyor? 450 dolar. Kişi başına düşen milli geliri (45 bin dolarla) Türkiye’nin 4,5 katı olan Almanya, Türkiye’nin üçte bir hızıyla büyüse bile, Türkiye’den daha çok gelir elde ediyor. Hükümet, manasız kıyaslamalarla, bizi perişan hale şükre çağırıyor, anlayacağınız.
İşsizlik ve büyüme konusunda ‘kara haber’ veren OVP, enflasyondan da ‘iyi’ haber vermiyor.
OVP’de öncelikli hedef olarak belirlenen enflasyonun bu yıl sonunda yüzde 9.4 düzeyine kadar çıkması öngörüldü. Söz konusu bu öngörü, eski programda yüzde 5 olarak hedeflenen enflasyon oranını neredeyse ikiye katlıyor. Söz konusu oran, milyonlarca memurun yılı zamsız geçirdiği, emeklinin yüzde 3+3 artışa mahkum olduğu, sendikasız iş yerlerinde sıfır zamların kural haline geldiği bir ortamda mutlak yoksullaşma anlamına geliyor. OVP’de öncelikli hedef olarak enflasyonun belirlenmiş olması, maaş ve ücretlerin düşük tutulmasının ön habercisi… “Aman ha sakın maaşlar ve ücretler artmasın, artarsa enflasyon azar” benzeri cümleleri sık sık duyacağız.

ZAMLAR KAÇINILMAZ
2015 yılı bütçesi, Orta Vadeli Program ile açıklandı. Buna göre, devlet halktan gelecek yıl 452 milyar TL para toplayacak. Devletin halktan değişik şekilde toplayacağı ve harcayacağı paranın büyüklüğü milli gelirin (GSYH) dörtte biri büyüklüğünde.
2015 yılı için ekonominin büyüme tahmini yüzde 4. Buna karşılık bütçe gelirlerinin yüzde 12.1 oranında artırılması öngörülüyor. Ekonomi yüzde 4 büyürken bütçe gelirinin yüzde 12.1 oranında artırılması, ancak vergi artırımıyla, zamla mümkündür. Devlet 2015 yılında harcayacağı paranın yüzde 83’ünü vergi olarak halktan toplayacak. Fakat bunu Kurumlar Vergisi ve Gelir Vergisi ile zenginden değil, KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergilerle ağırlıklı olarak geniş halk kesimlerinden toplayacak.
Yeri gelmişken belirtelim ki, Türkiye’nin bölgesinde uyguladığı yayılmacılık ve savaş politikası da vatandaşa ayrı bir fatura çıkarıyor. Eylül ayı bütçe rakamları bunun en açık göstergesi. Bütçe ilk 8 ayda 2.7 milyar lira açık vermişti. Eylülde ise 9.2 milyar… Açık, toplamda 12 milyar liraya dayandı. Açığın büyümesindeki en önemli etken savaş! Türkiye bölgedeki savaşları körükledikçe mülteci sayısı artıyor. Mülteci sayısı artıkça maliyet kabarıyor. Maliyet kabardıkça bütçedeki delik büyüyor. Sınıra hendek kaz, askeri harcamaları arttır… Sonra dön vatandaşın cebine el at! Çark böyle işleyecek.
Başta sağlık olmak üzere, her hizmete verdiğimiz paranın miktarı artacak. İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası’nın, Türkiye’de Sağlık Stratejileri ve Harcamalar adlı raporuna göre de, vatandaşın cebinden ödediği sağlık harcamaları tutarı artıyor: “Vatandaşın cebinden sağlık harcamaları için ödediği tutar bir yılda 14 milyar liraya yaklaştı. Çalışan ve emeklilerden halen 10  farklı  isimle (isimler tabloda) katkı payı istenirken, para ödemekten kurtulmak isteyen vatandaş hastanelerin acil servislerine yöneldi. 77 milyon nüfuslu Türkiye’de hastalar bir yılda tedavi için 90 milyon kez acil servislere gitti.”
Hükümetin en çok övündüğü alanlardan biri olan sağlıkta sorunlar çığ gibi büyüyor. İlaçta katkı payının, tedavi ücretlerinin artması… Özel hastanelerde muayene olurken ödenen fark fiyatının büyümesi… Zorunlu Sağlık Sigortası primlerini ödemeyenlerin kamu hastanelerinde tedavi haklarının ellerinden alınması… “Gelir testi” yaptırmayan milyonlarca kişinin Zorunlu Sağlık Sigortası borçlarının tavan yapması derken, yenileri ekleniyor. Örneğin Sosyal Güvenlik Kurumu 1 Ekim itibariyle ameliyat malzemelerine ödediği tutarlarda indirime gidince, kamu hastaneleri malzeme alamaz hale geldi. Özellikle beyin, kalp ve ortopedi gibi alanlarda birçok ameliyat malzeme yokluğundan iptal ediliyor. SGK’nın ödeme listesinden çıkarılan ilaçlar binlerce hastayı mağdur ediyor. Örneğin Lösemi hastalığı için kritik öneme sahip bir ilaç. Şimdi bulunmuyor, SGK’nın ödeme listesinden çıkarıldığı için. Özetle gidişat şu: Nitelikli kamusal sağlık hizmeti alınamazlık hali derinleşecek. Ödenen tutarlar artacak.
Kabaran elektrik faturaları, madenlerde ölümler gibi çok acı deneyimlerle sonuçlarını yaşadığımız özelleştirmeler de aynen sürecekmiş. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, “Her şeyi özelleştireceğiz, iki yıl sonra Özelleştirme İdaresi işsiz kalabilir” diyor. Doğal kaynaklar çok kısa surede tüketilerek, KİT’ler hızla satılarak, aşırı dış borç biriktirerek büyümek kolay. Ancak bu kısa vadeli başarının uzun vadeli maliyeti yüksektir. Uzun vadede doğal kaynaklar tükenecek, satılacak KİT kalmayacak ve dış borçların geri ödemesi gelecek. İşte o zaman faturayı yine halk ödeyecek. Hem de bugünkünden çok daha bir şekilde!
OVP’nin yaşamımıza getireceklerine dair tespitlerimizin üzerine şunu da eklemek gerekiyor. Doların son dönemdeki yükselişi ilk etapta enerjiye zam olarak yansıdı. Sonra da enflasyon. Fakat dolardaki yükselişin ödeteceği faturalar bunlarla sınırlı değil! Hükümetin borçlanma maliyeti arttı. Söz konusu maliyet ya zamlar yoluyla ya da sosyal hizmetlerde kısıntıya gidilerek vatandaşa yansıtılacak.
Ayrıca Haziran ayından bugüne şirketlerin borçları, dolardaki yükselişe bağlı olarak, 25 milyar dolar arttı. Şirketlerin, işçi sömürüsü üzerinden elde ettikleri gelirden borca ayırdıkları rakam büyüdü. Şimdi patronlar işçiye dönüp diyecekler ki; “Kazanamıyorum seni daha çok sömürmem lazım.” Süreç adım adım hayatın zamlı, ücretlerin ise sabit olduğu günlere doğru ilerliyor.

SONUÇ YERİNE
Orta Vadeli Program’ın bir de eskileriyle aynı ruha sahip esnek istihdam politikaları hedefi var. Özel istihdam bürolarının geçici çalışmayı da kapsayacak biçimde yaygınlaşması, taşeron çalıştırmanın ekonominin rekabet gücünü dikkate alarak yeniden düzenlenmesi ve bireysel hesaba dayanan kıdem tazminatı sisteminin hayata geçirilmesi gibi…
OVP’ye bakınca, Hükümet, 2023 hallerinin çöktüğünü görüyor. Kişi başına 25 bin dolarlık milli gelir, 500 milyar dolarlık ihracat, dünyanın en büyük 10. ekonomisi olma vb. iddialarıyla 2023 yılı hedefleri hayaldi, şimdi yerle bir oldu. Söz konusu hedefler, ‘bu hızla’, Türklerin Anadolu’ya girişinin 1000. yılında, yani 2071’de bile zor! Önümüzde duran üç yıllık program hükümete hayalinin çöküşünü anlatsa da, emek cephesine, yukarıda sıraladığımız nedenlerden dolayı başka bir çağrı yapıyor. Sınıf kavgası çağrısı. Aksi; ağır bedel!
Marx ve Engels’e göre, bir yanda emekten daha fazla artı değer yaratma çabası biçimindeki sömürü, diğer yanda bu sömürüye karşı direnç kapitalist toplumlarda sosyal sınıflar arasındaki çatışmaların özünü oluşturur. Öznel niyetlerin ya da düşüncelerin dışında, nesnel olarak hayatın içinde mevcut bir gerçeklik olan bu mücadele, bazen örtülü yürüse de, günümüz iktisadi durgunluk ve krizleri koşullarında, bugün açık bir sınıf savaşına dönüşmüştür.
Bu gelişmeler, sınıf mücadelesini temel alan proleter devrimci bir sınıf siyasetinin halâ çok önemli olduğunu ve acil bir ihtiyaç olarak işçilerin ve tüm emekçi örgütlenmelerinin önünde durduğunu göstermektedir. Savaşın ve sömürünün yoğunlaşacağı önümüzdeki günlerde ertelenemez bir görev hem de…

TABLO
VATANDAŞ SAĞLIĞI İÇİN 10 ÇEŞİT KATKI PAYI ÖDÜYOR

İlaç bedelinin yüzde 10-20’si
Muayene için 5-12 Türk lirası
Reçete için 3 Türk Lirası
Eşdeğer ilacın en ucuzunun yüzde 10’u
İlaç kutusu başına ek 1 Türk Lirası
Tetkik parası
Öncelikli tetkik parası
Özel hastane işlemlerinde liste fiyatından % 200’e ulaşan oranlarda ödeme
İstisnai hizmetle hastaneye göre değişin otelcilik ücretleri ödemesi
Telefonla randevu için 4.5 lirayı bulan harcama

Tarımda yasalar sonrası durum

İçinde bulunduğumuz yıl ülke tarımı ve üreticileri açısından dönüm noktası niteliği taşıyor. IMF’ye verilen niyet mektupları, içinde bulunduğumuz 2002 yılında destekleme alımlarına ve taban fiyatı açıklamalarına son verileceğine, tarımsal KİT’lerin hızla özelleştirileceğine dair taahhütlerle dolu. Bu taahhütlerin yerine getirilebilmesi için bugüne kadar yapılan ve “altyapının” hazırlanması niteliği taşıyan çalışma ve uygulamalar (çıkarılan yasalar, oluşturulan kurullar, düşük taban fiyat uygulaması vb.) bile, sürecin sonundaki “acı meyveleri” göstermeye başladı. Tabii ki, sürecin sonuçları açığa çıktıkça üretici tepkileri de yoğunlaşmaya başladı. Bugüne kadar tepkilerini alanlarda eylemle ifade etmelerine tanık olmadığımız illerde bile sokak eylemleri ve protesto gösterileri yapılıyor. 10 Mart 2002 tarihinde Yozgat’ın Boğazlayan ilçesinde üreticiler tarafından gerçekleştirilen miting, böylesi tepkilere verilebilecek örneklerden sadece biri.
Tarımsal dönüşüm süreçleri hızla ilerliyor; şeker ve tütün yasaları çıkarıldı, özelleştirmeler sürüyor, destekler ortadan kaldırılarak Doğrudan Gelir Desteği uygulamasına geçildi, birliklerin tasfiyesine yönelik düzenlemeler yapıldı vs. Tarımsal yapıyı dönüştürmeye yönelik bu uygulamaların amacının ve doğuracağı sonuçlarının doğru tespit edilmesi, üreticilerin yürüteceği mücadelenin doğru bir hatta ilerlemesinin önemli adımlarından birini teşkil edecek. Niyet mektupları ve ekonomi politikalarının direksiyonun başında bulunan “ithal bakan” Kemal Derviş tarafından hazırlanan “Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nda, Tarım Bakanı ve hükümet sözcülerinin söylemlerinde tarımsal dönüşümün amacı şu şekilde ifade ediliyor: “Ekonomik etkinliğin artması için tarımdaki verimliliğin artırılması, üretim fazlası olan ve destekleme alımları nedeniyle bütçe yükü getiren ürünlerin alanlarının daraltılarak üretim açığı olan ürünlerin üretimine yönelinmesi” vb.
Tarımda verimliliğin ve kalitenin artırılmasına yönelik bunca söyleme rağmen, verimliliği artırmaya yönelik herhangi bir yatırım yapılmadığı gibi, verimliliği teşvik edici uygulamalar da bir bir ortadan kaldırılıyor.
Kaliteli pancar üretimini teşvik amacıyla, şeker oranı (polarite) yüksek olan (yüzde 16’nın üzerinde) şeker pancarına polar adı altındaki ödemelerin bu yıl yapılmayacak olması örneğinde görülebileceği gibi… Uygulamalar, amacın, tarımsal verimlilik ve bütçe zararlarının ortadan kaldırılmasından farklı olduğunu açıkça gösteriyor. Sadece şeker ve tütün yasalarına bakılarak, tarımsal alanda gerçekleştirilmek istenen dönüşümünün amacını ve doğuracağı sonuçları görmek mümkün.

ŞEKER PAZARININ DAYANILMAZ ÇEKİCİLİĞİ!
Son dönem IMF’ye verilen her niyet mektubunda mutlaka şeker pancarının fiyatına, üretim miktarına, olmadı işlendiği fabrikalara ilişkin bir madde yer aldı. “Şeker piyasası reformunu sağlayacak Şeker Kanunu’nun mutlaka çıkarılması ve 2002 yılı sonuna kadar şeker fabrikalarının özelleştirilmesi” maddesinin yer aldığı 18 Aralık 2000 tarihli niyet mektubu ise, uzun süredir altyapısı oluşturulan operasyonun sonuna gelindiğini gösteriyordu. Meclis taahhüdünü yerine getirdi ve Şeker Kanunu çıkarıldı. Bu kanuna göre Şeker Kurulu oluşturuldu. Oluşturulan bu kurul şeker piyasasında tek yetkili organ kılındı. Artık devlet, 2002–2003 üretim döneminden itibaren fiyat açıklamayacak. Kurul piyasayı düzenleyecek. Şeker pancarı üretimine istediği kadar kota getirecek. Böylece kurul, “ihtiyaç fazlası” şeker üretimine son verecek ve “devleti zarardan” kurtaracak!
Bu ülkede stok ne kadardır? İhtiyaç fazlası stok var mıdır? Evet, bu ülkede stok fazlası oluşmuştur. Ama bu fazlalık asla ülkede çok fazla pancar ekildiğinden oluşmadı. 1993 yılında Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde maliyeti bin 450 lirayı bulan şeker pancarına bin lira fiyat verilince, birçok üretici pancar ekmemiş ve açık oluşmuştu. Oluşan açık, 1995–1996 yıllarında yapılan ithalat ile karşılanmıştı. Fakat yapılan ithalat, ülke gereksiniminin çok çok üzerinde bir miktardı. 1 milyon tonun üzerinde yapılan şeker dışalımı, ülkenin neredeyse iki yılda ürettiği toplam şeker pancarı miktarından elde edilebilecek kadar çoktu. Karar vericileri yargı karşısında mahkûm olmuşlardı, ama sonuçta bu bir şeyi değiştirmedi ve ülke şeker sektörünün dengeleri bu gereksiz ithalat fazlası sonucu alt üst oldu. Bugünkü stokların oluşumunda bu dışalımın payı oldukça yüksektir.
Bu ithalat izni tesadüf olmadığı gibi, oluşan stokların eritilmesi için kotaların düşürülerek üretim miktarının azaltılmasının tercih edilmesi de masum bir yaklaşım değildir ve son derece bilinçli bir tercihtir. Şu anki stok fazlalığındaki önemli etkenlerden bir tanesi de, dahilde işleme rejimi kapsamında izin belgesi alıp, dışarıdan ucuza aldığı şeker pancarını işleyip yurtdışına satması gereken ve izin belgesi sayesinde (ithalat vergileri ile kota, anti damping vergisi vb.) ticaret önlemlerine tabi tutulmayan ithalatçıların ürettikleri şekeri, yasadışı yollarla, iç piyasaya yönlendirmeleridir. Bir diğer önemli etken ise, gümrüklerdeki yasal boşluklardan yararlanarak ülkeye kaçak olarak sokulan şekerlerdir. Kaçak olarak iç piyasaya giren şeker miktarının yıllık 300 bin ton civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu şekilde oluşan stok fazlasını engellemek yerine üretime kota getirilmesi, varılmak istenen hedefin “üzüm yemek değil bağcı dövmek” olduğunu ele veriyor.
Bir yandan stok fazlalılığı gerekçe gösterilerek şeker pancarı üretimine kota getirilirken, diğer yandan da şekerleme, geleneksel tatlılar gibi şekerli ürünler sanayinde girdi olarak kullanılan ve doğrudan tüketilmeyen nişasta bazlı şeker üretiminin ise yaygınlaşmasına izin veriliyor. Hammaddesi mısır olan nişasta bazlı şeker üretiminin ülkedeki 5 üretici firmasından biri de uluslararası dev tarım tekeli Cargill. Dünya Ticaret Örgütü içerisinde etkin bir yeri olan Cargill, yıllık 292 bin tonluk tatlandırıcı üretimi yaptığı Türkiye’de, doğal olarak şeker fabrikalarının kapatılması için lobi faaliyetlerini sürdürüyor. Nişasta bazlı şeker üretimi yapan firmaların 2005 yılındaki hedefleri 600 bin ton. Bu rakam, Türkiye’de kurulu bulunan şeker fabrikalarının şeker üretme kapasitelerin dörtte birine denk düşüyor.
Çıkarılan şeker yasası ise tam da Cargill’in istediği gibi pancar şekeri sektöründeki fabrikaların tümünün özelleştirilmesinin yolunu açıyor. Fakat özelleştirilen fabrikaların tahminen yüzde 10’u kadarının üretime devam edeceğini, geriye kalanların ise kapatılacağını şimdiden görmek mümkün. Çünkü bu fabrikaları satın alacak ve amaçları kârlarını maksimize etmek olan şirketler, bu amaçlarını gerçekleştirebilmek için öncelikle şu kriterleri arayacaklar:
— Fabrikanın günlük işleme kapasitesinin 6 bin tonun üzerinde olması;
— Fabrikanın pancar kalitesi ve verimi yüksek olan ve aynı zamanda da üretilen şekerin en az masrafla pazara ulaştırabileceği bir bölgede kurulmuş olması.
Bu kriterlere en uygun olan fabrikalar ise, İç Anadolu Bölgesi’nde bulunuyor ve bu nedenle de, özel şirketler bu bölgedeki fabrikaları tercih edecekler. Bu bölgenin dışında tercih yapan şirketlerin şeker üretimi dışında amaçlarının olduğu rahatlıkla söylenebilir. Fabrikalar üretimden çekildikçe de, şeker pancarı üretimine getirilen kotalar daha da artırılacak. Süreç, yüz binlerce pancar üreticisinin üretimden çekilmesine, birkaç milyon dekarlık alanın, kendisinden sonra tarlaya ekilen tüm ürünlerin verimliliğini artıran bir üründen mahrum olmasına doğru hızla ilerliyor. Bu, aynı zamanda, taşımacılık sektörünün, yıllık yaklaşık 15 milyon tonluk bir yük potansiyelini, hayvancılık sektörünün ise (şeker pancarının posasından yem üretildiği için) önemli bir girdisini kaybetmesi demek. Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak, şeker fabrikalarında çalışan 30 bin işçi de işini kaybedecek.
Böylesi ağır sonuçlar doğuracak uygulamalar, ülke ekonomisini “etkin ve verimli kılmak” adına yapılıyormuş. Oysa Türkiye, şeker pancarı üretimi düştükçe piyasada yoğunlaşacak olan nişasta bazlı şekerin girdisi olan mısırın üretiminde kendine yetemeyen bir ülke. Kendi ürettiği pancarı işleyerek şeker elde etmek yerine, ithal ettiği mısırla üretim yapmayı tercih eden, tarıma dayalı sanayinin en iyi örneğini teşkil eden şeker fabrikalarını kapatarak yabancı tekellerin ithalatla üretim yapmasını tercih eden bir ekonominin, Derviş’in iddia ettiği gibi, “güçlenmeye” yöneldiğini söylemek tek kelimeyle imkânsız. Böylesi bir ekonomi politikası, “güçlenmeye” değil, sektörü dışa bağımlı hale getirmeye, pancar üreticisine verilmeyen kaynakları, AB’li, ABD’li çokuluslu şirketlere aktarmaya yöneliktir.

TÜTÜNDE ADIM ADIM YAKLAŞILAN SON!
Ülke ekonomisini “etkin ve verimli kılmak” adına el atılan ürünlerden biri de, Türkiye için sosyo-ekonomik açıdan çok önemli bir yeri olan tütün. Ülkenin birçok bölgesinde 300 bin hektarın üzerinde bir alanda yaygın olarak üretilen tütün; 500 bin üretici ailenin yanında, taşıma, pazarlama, işleme alanlarında çalışanlarla birlikte, 3 milyon civarında bir nüfusu yakından ilgilendiriyor. 1980 sonrasında uygulanan politikaların bugün geldiği nokta, tütün sektöründeki bunca insanı temelden sarsacak. Tütünde bugüne kadar hayata geçirilen politikaların sonuçlarına bakarak, son hükümet döneminde hayata geçirilen yasaların sonuçlarını söylemek mümkün.
1980 sonrası tütün alanında hayata geçirilen ilk uygulama, 1984 yılında sigara ithal yasağının kaldırılması oldu. Ardından 1986 yılında tütünde tekel kaldırıldı. Süreci, 1989 yılında tütün dışalımının tamamen serbestleştirilmesi izledi. Tütün sektöründe bir dönüşümü ifade eden bu kararların ardından, hızla yurda kaçak giren Amerikan tipi sigaraların ithalatı arttı. Yılda ortalama 500 milyon dolar tütün ihraç eden Türkiye, sigara ithalatına izin verildiği 1984’te 1,8 milyon kilo sigara ithal etti, 28 milyon dolar ödedi. Bu meblağ, altı yıl içinde 300 milyon doların üstüne çıktı.
Aynı dönem, kalitesi tüm dünya tarafından tanınan yerli tütünden üretilen Samsun, Harman, Bitlis, Bafra gibi sigaraların işleme tekniklerinin gelişimi engellenerek, bu sigaraların pazar payı iyice daraltıldı. Sigara alımının yanında tütün dışalımının da serbest bırakılmasıyla birlikte, tütün ithalatında da bir patlama yaşandı ve tütün ithalatı Türkiye’deki toplam üretimin beşte birine kadar yükseldi. Buradaki bir diğer çarpıcı gerçek ise, TEKEL’in elinde tütün stokundan bahsedilmesine rağmen, bu ithalatın yüzde 80’inin TEKEL tarafından yapılmış olmasıdır. Virginia ve Burley tipi tütün ithaline izin veren kararnameden bir kaç yıl sonra da, Türkiye’de fiili üretimde 2 bin tona ulaşacak olan yabancı sigara şirketlerine fiyatlandırma, satış, dağıtım ve ithalat serbestîsi getirildi. Yabancı sigaraların, yabancı ortaklı özel sektör tarafından üretilmesine izin verilmesiyle birlikte, Türkiye’de üretilen sigaralarda kullanılan yabancı tütün miktarı da hızla arttı. Şu an kullanılan tütünün neredeyse yarısı yabancı. TEKEL de, kendi ürettiği sigaralarda yabancı menşeli tütün kullanarak yabancı tütün kullanımındaki artış oranının büyümesine sürekli “katkı” sundu.
Amerikan sigaralarının alışkanlık yapıcı etkisinin, spor-tiyatro-konser gibi etkinliklere sponsor olunarak yapılan yoğun reklam kampanyaları ile birleşmesiyle Türkiye’de sigara tüketimi hızla arttı. 1980’de 63 milyon kilo olan sigara satışı, 2000 yılında 120 milyon kiloya ulaştı. Kısacası 1980’lerin ikinci yarısından bu yana sektörde uygulanan politikalar, Türkiye’nin tütün ve sigara dış ticaretinden elde ettiği döviz gelirini hızla azalttı, buna karşılık ithalatını hızla arttırdı. Ülke ekonomisi açısından yüz milyonlarca dolar kayba yol açan bu gelişmeler, bir yandan da sigara tüketimini yoğunlaştırdı. Adım adım pazarı ele geçiren uluslararası sigara tekelleri bununla yetinmiyor. Ülke tütününü tamamen bitirip pazarın tümünü ele geçirmek istiyor. Ölümcül olaylar ve hastalıklar sonrası yargının tüketiciler lehine karar vermesi, yoğun sigara karşıtı kampanyalar vb. ABD’li tekellerin kendi ülkelerindeki pazarı hızla daraltıyor. ABD’de 1980’lerde 634 milyar adet olan sigara tüketimi, şu an 480 milyar adet düzeyine gerilemiş durumda. Avrupa’da da durum farklı değil ve pazar gittikçe daraltılıyor. Avrupa Birliği’nde alınan kararla reklâm yasağı gelecek yıldan itibaren, dünya düzeyinde olanlar dışında, tüm etkinliklerde sigara promosyonun yasaklanmasını kapsayacak şekilde genişletildi. Üstelik AB’de 2006’nın 30 Temmuzu’nun ardından dünya çapında organize edilen etkinliklerde de sigara firmalarının sponsor olması yasak olacak. ABD ve Avrupa’dan boşalan ve promosyon yasağının ardından daha da boşalacak olan potansiyel pazarın, Türkiye vb. ülkelerden karşılanması hedefleniyor.

TEKELLERİN PARMAK İZLERİNİ TAŞIYAN YASA NE GETİRECEK?
Kendilerine pazar arayan tütün tekellerinin Türkiye’de edindikleri payı yeterli görmeyerek, pazarın tümünü ele geçirme girişimlerinin bir sonucu olarak, kamuoyunda Tütün Yasası olarak bilinen yasa Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in haklı veto gerekçelerine rağmen çıkarıldı. Meclis tarafından çıkarılan yasanın tüm maddeleri tekellerin parmak izlerini taşıyor. Yasa çıkmadan önce, Dış Ticaret Müsteşarlığı’ndaki hazırlık toplantılarına Philip Morris ve RJ Renolds (Japon Tobacco) temsilcilerinin katıldığı bilinen bir gerçek. Bir başka gerçek ise, tütün sektörüne ilişkin yapılması gereken düzenlemelerin genişçe yer aldığı 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın Tütün Mamulleri Alt Komisyonu Başkanı, raportörü ve iki üyesi ile Özel İhtisas Komisyonu üyelerinin de Philip Morris-Sabancı ortaklığının görevlilerinden oluştuğu. Yıllardır lobi faaliyetleri yürüten tütün tekellerinin bu emeklerinin boşa gitmediği çıkan yasayla açıkça görülüyor.
Yasanın taşıdığı hükümlerden önemli olanlarını ve doğuracağı sonuçlarını şöyle özetleyebiliriz:
— Yasanın gereği olarak Tütün, Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme Kurumu ve kurumun karar organı Kurul oluşturuldu. Son derece geniş yetkiler verilen bu Kurul, sigara üretim ve pazarlanmasında özel kuruluşların taleplerinin belirleyici olması için oluşturuldu. Hükümet ve işveren ağırlıklı oluşturulan Kurul, tütün ekim belgesinden üretim, satış ve uygunluk belgesine, personel atamalarından ithalata izin vermeye kadar sektörle ilgili her türlü belirleme yetkilerine sahip olacak. İç pazarı tekellerin inisiyatifine bırakan Kurul üyeleri, “En yüksek devlet memurunun her türlü ödemeler dâhil aylık net kazancının iki katını geçmemek şartıyla “Bakanlar Kurulu”nca belirlenecek yüksek maaş alacaklar. Milyonları yoksulluğa ve açlığa sürükleyecek olan Kurul, ülke ekonomisine milyarlarca liralık yük getirecek.
— Yasaya göre, tütün üretimi ancak gösterilen ilçelerde, yönetmelikle belirlenen menşe ve tipte olmak kaydıyla yapılabilecek. Böylece hem mekân hem de tür sınırlamasına gidilirken, “ekim belgesi” gibi idari müdahalelerle, ayrıca alan ve miktar sınırlamaları getirilmektedir. Yani ekim belgesi olmadan ve ekim belgesinde belirtilen miktarın üzerinde üretim yapılamayacak.
Kısacası, tekeller ne kadar izin verirse o kadar üretilecek.
— Üretici tütünleri, yazılı sözleşme esası veya açık artırma yöntemiyle alınıp satılacak. Sözleşmeli üretimde tütün fiyatı üretici ile tüccar arasında varılan uzlaşmaya göre saptanacak. Yazılı sözleşme dışındaki üretici tütünleri, açık artırma merkezlerinde açık artırma yöntemiyle alınıp satılacak.
Açık artırmaya başlangıç fiyatından başlanacak. Açık artırma başlangıç fiyatı, her kalite tütün için son beş yılda Kurul’ca seçilecek üç yılın ihraç fiyatı ortalamasının yüzde 50 eksiği olacak. Tütün Kanunu’nda öngörülen tütün alım satım sözleşmesi, üreticilerle alıcılar arasında eşit koşullar içermiyor. Üretici “ırgat gibi” görülüyor. Yasa, ürününü pazara sunma şansı yok denecek kadar az olan (Doğu Anadolu üreticisi gibi) üreticileri, maliyetine sözleşme imzalamaya mahkûm ediyor.
— Yasa, bundan böyle tütün için kamu tarafından destekleme alımı yapılmasını ortadan kaldırırken, bir taraftan da cezaları beraberinde getiriyor. Yaprak tütün üretim bölgesinde, ekim belgesi almadan veya belirtilen yer ve miktardan fazla üretim yapanların ürünlerine el konulacak. Bu kişiler hakkında 2 aydan bir yıla kadar hapis ve el konulan ürünün kilogram başına 5 milyon lira idari para cezası verilecek.
— TEKEL’in KİT statüsünden çıkarılarak İktisadi Devlet Teşekkülü statüsüne sokulmasını öngören yasa, bu kurumun özelleştirilmesi sürecini de başlatıyor. TEKEL’in özelleştirilmesiyle, Türkiye ekonomisi, kurumlar vergisinde ve ihracatta birinci, dönem kârında ve verimlilikte ikinci, üretimden satışlarda üçüncü olan bir kurumunu tütün tekellerine değerinin çok altında bir fiyatla teslim edecek. Bunun sonucu olarak bütçe gelirleri azalacak, katma değer yabancı ülkelere gidecek, tütün üreticisi gelir kaynağını kaybedecek, TEKEL’de çalışan işçi ve memurlar işinden olacak.
— Yasaya göre, Türkiye’de marka bazında sigara üretimi için yıllık en az 2 milyar adet, diğer tütünler için yıllık en az 15 bin ton üretenler, aynı markadan olmak üzere serbestçe ithalat yapabilecek, fiyatlandırabilecek ve satabilecekler. Kurul tarafından bu şartları yerine getirenlere “uygunluk belgesi” verilecek. Bu, yabancı sigara şirketlerinin yasa gücüyle tekel haline getirilmesidir. Daha açık bir ifadeyle: Hem üretilen sigara sayısı belirtilerek bazı firmalar gözetilmekte hem de firmalara ürün belirleme olanağı tanınmaktadır. Amaçlanan, yok edilecek devlet TEKEL’i yerine uluslararası tekelci sermayeyi hâkim kılmaktır. Küçük üretici ve ithalatçıların piyasaya girişleri yasa hükmüyle yasaklanmış durumdadır. Yasa düzenlenirken tütün ve tütün mamulleri piyasasının Philip Morris-Sabancı ortaklığı ile RJ Reynolds (Japon Tobacco) egemenliğine girmesi için adeta özel bir çaba harcanmış.
— Yasayla, sigarada 2 milyar adet, diğer tütün ürünleri için 15 bin ton olarak belirlenen fiili üretim miktarı ölçüsü, beşinci takvim yılı sonuna kadar belirli oranda düşürülüyor. Altıncı yıldan itibaren ise tamamen sıfırlanması söz konusu. Bu, beş yıl boyunca piyasaya hâkim olan şirketlerin, piyasa egemenliklerinin garantilenmesinden sonra, hiç üretim yapmasalar bile, diledikleri kadar ithalat gerçekleştirip, diledikleri fiyattan satabilmeleri anlamına geliyor. Böylesi bir durumda, ülkede hiç tütün üretilmesine gerek kalmayabilir.
Ülkede tütün üretilmemesini pek önemsemeyen hükümet, tepkileri bertaraf etmek için, üreticilere tütün ekilmeyen alanlarda, tütün yerine alternatif ürüne yönelmelerini öğütlüyor. Oysa Avrupa Birliği Tarım Komisyonu tarafından bile, tütün üretilen arazilerde alternatif tarımsal üretimin mümkün olmadığı, bu nedenle AB ülkelerinin tütün ekimini desteklemesi gerektiğini belirtiyor. Türkiye’nin kıraç topraklarında yetiştirilen tütüne karşı ekonomik açıdan mümkün bir alternatif bulunmamaktadır.

YOKSULDAN ZENGİNE ÜLKEDEN DIŞARIYA
Şeker ve tütünde şimdiden görülen ve hissedilen “acı” gerçekler, ülkede üretilen tüm ürünler için geçerli. İhracat karşısında ithalat hızla artıyor. Uygulanan politikalar sonucunda, “Türkiye, tarımda kendine yeten yedi ülkeden biri” söyleminin yerini büyük hüsrana bıraktığını, artık Tarım ve Köyişleri Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp dahi itiraf ediyor. Türkiye’nin, yıllık 3,7 milyar dolarlık tarım ürünü ihracatına karşılık 4,1 milyar dolarlık ithalat yaptığına dikkat çeken Gökalp, geleneksel ihracat ürünleri arasında yer alan buğday, mercimek, pirinç, kuru fasulye ve ayçiçeği yağının artık ithal edildiğini vurguluyor.
Türkiye’nin iç talebi karşılayabilmek için en son Bakan Gökalp tarafından itiraf edilen ithalat rakamları ve ürünleri şöyle: Kanada, ABD ve Avustralya’dan 140 bin ton kırmızı mercimek; Kanada’dan 50–55 bin ton yeşil mercimek; Arjantin, Çin, İran Bulgaristan ve ABD’den 10 bin ton kuru fasulye; Kanada, ABD, Çin, İran ve Azerbaycan’dan 25 bin ton barbunya; Meksika’dan 40 bin ton nohut; ABD’den bakla; ABD, Ukrayna, Bulgaristan, Brezilya ve Arjantin’den 600 bin ton ayçiçeği; İran’dan ceviz; ABD, Kanada, Brezilya ve Arjantin’den buğday; Hindistan’dan susam, ABD ve Arjantin’den mısır… Daha birçok ülkeden ithal edilen pirinç, pamuk, tütün vb. ürünlerle liste uzayıp gidiyor.
Türkiye üreticisinin yoksulluğunu derinleştirecek hızla onu üretimden koparacak olan bu sürecin amacı, tabi ki üreticilere zulmetmek (Sonuçları üreticiler açısından zulüm olsa da) değil. Sürecin amacı, bölüşüm ilişkilerinde ülke içerisinde tarımdan sermaye kesimine; ülke dışında ise, Türkiye’den merkez emperyalist ülkelere kaynak aktarımı sağlamak. Bu kaynak aktarımı sürecinde oluşturulan, Şeker, Tütün Mamulleri vb. kurullara “önemli” işlevler yükleniyor. Türkiye, tarıma ilişkin, sanayiye ilişkin, hizmetlere ilişkin kamusal denetim ve yönetimi bir bir üst kurullara devrediyor. Tekellerin yeni iktidar formülü olan bu duruma “yönetişim” adı veriliyor. Özgürlük Dünyası’nın bir önceki sayısında Nuray Sancar tarafından tüm ayrıntıları ile ele alınan yönetişim, küreselleşme sürecinin tüm dünyada geleneksel kamu yönetimi yerine ikame etmeye çalıştığı bir sistem olarak tanımlanabilir.
Devleti temsil eden bürokrasi, sermaye kesimini temsil eden özel sektör ve sivil toplum örgütleri olarak adlandırılan kurumlar olmak üzere üç “eşit” ortaktan oluşan yönetişimin asıl hedefi, kamu iktidarını sermayenin çıplak karar verme gücüne dönüştürme formülüdür. Katılımcı demokrasinin bir aracıymış gibi sunulan yönetişimin işlevi ise, küreselleşmenin öngördüğü politikaların, ulusal bir takım engellere takılmadan uygulanma etkinliğinin artırılmasıdır.
Yönetişim çerçevesinde oluşturulan kurullar aktif göreve başladıkça, hükümetin elindeki yetkiler sınırlanıyor. Bu durumu içine sindiremediğini iddia eden Başbakan Bülent Ecevit tepkisini şu sözlerle dile getirmişti: “Özerkleştirme alanında itiraf ederim ki ölçüyü kaçırdık. Pazar ekonomisinin, demokrasinin, gereğidir, IMF’nin isteğidir dendi. Birçok kamu kurumu, devletin ve hükümetin etki alanı dışında, denetim alanı dışında başına buyruk kuruluşlar haline geldiler. İşadamlarımız Ankara’ya geldikleri vakit sorunlarıyla ilgileneceğimizi biliyorlar ama yetkilerin de elimizden kaçıp gittiğini de biliyorlar, ama karşılarında devleti görmek istiyorlar.” Ecevit’in yetkisizlik itirafı, uluslararası sermeyenin yönetişim uygulamasıyla hayata geçirmeye çalıştığı, “anahtar oyuncuları değiştirmek suretiyle oyunun kurallarını değiştirmek” planının Türkiye’de başarılı olduğunun göstergesidir.

ÜRETİCİ SENDİKASININ ARTAN ÖNEMİ
Sadece Başbakan Ecevit değil, değişen kuralların, geniş halk yığınlarının yararına bir sürecin motoru olmadıkları, uygulamaların yakıcı sonuçlarını yaşamlarında hisseden kesimler için de anlaşılır olmuştur. Kamuoyuna yazılı bir açıklama yapan Ege Bölgesi’ndeki tütün tarım satış kooperatifleri, Tütün Kanunu’nda öngörülen tütün alım satım sözleşmesini adaletsiz bulduklarını ilan etmişlerdi. Çeşitli tütün tarım satış kooperatifi yöneticilerinin imzasıyla yayımlanan kamuoyu duyurusunda, şunlar kaydedilmişti: “Alıcılar tarafından hazırlanan, üreticilere sorumluluk yüklerken hak öngörmeyen, alıcılara ise haklar dışında hiçbir yükümlülük getirmeyen sözleşme metni kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Aşağıda imzası olan bütün tütün tarım satış kooperatifleri olarak bizleri tütün üreticisi değil ırgat olarak gören bu sözleşmeyi kabul etmeyeceğiz. Buna karşılık taraflara eşit hak ve sorumluluklar yükleyen bir sözleşme metnini kamuoyuna sunduğumuzu ifade eder, bu bağlamda Türk tütüncülüğüne katkısı olacağına ve sektördeki boşluğu dolduracağına inandığımız Tütün Tarım Satış Kooperatifleri Birliği’ni kurma kararı aldığımızı ve bu konuda yasal süreci başlattığımızı kamuoyuna duyururuz.”
Üretici adına hareket edecek bir birliğin kurulması elbette önemlidir, fakat buradaki can alıcı soru, Tütün Tarım Satış Kooperatifleri Birliği’nin, Tütün Yasası’nın saldırılarını “püskürtme” noktasında yeterli olup olamayacağıdır. Ülkede tütün üretimini tamamen bitirebilecek kadar bütünlüklü bir saldırı programının varlığı göz önüne alındığında, kurulacak olan birliğin bu sürece barikat kurabilmesi olası gözükmemektedir. Bu noktada, tarımsal kesimden ulusal ve uluslararası sermayeye kaynak aktarmak adına, tütün ve şeker başta olmak üzere, bir biri ardına yaşama geçirilen “saldırı” yasalarına var olan üretici örgütlerinin karşı koyup koyamayacağı, tarımın geleceği açısından büyük önem taşımaktadır.
Varolan üretici örgütlerinin niteliği ve neler yapabilecekleri belirleyici olmaktadır. Tarımsal alanda, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’ndan Ziraat Bankası’na, Toprak Mahsulleri Ofisi’nden KİT’lere, Ziraat Odası’ndan GAP Bölge Kalkınma İdaresi’ne, birliklerden DSİ’ye kadar çok sayıda kurum ve kuruluş bulunmaktadır. Tarımda yer alan kuruluşlardan ekonomik amaçlı olarak kooperatifler ve birlikler gösterilirken, Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) ve meslek odaları ise baskı gurubu olarak nitelendirilmektedir. Bunların yanında, bir de, üreticilerin öz örgütü olarak ortaya çıkan ve örgütlülüğünü gittikçe yaygınlaştıran Türkiye Üretici Köylü Sendikası (Tür Köy-Sen) bulunmaktadır. Tür Köy-Sen dışında, var olan örgütlerin (Türkiye Ziraat Odaları Birliği, satış ve kredi birlikleri vb.) hemen hepsi, devlet eliyle kurulan, onun denetiminde, desteğinde, yönlendirmesinde olan kurumlardır. Özerk ve demokratik olmayan bu kurumların yönetim kademelerine, sermayenin çıkarlarını gözeten “icazetçi” kişiler getirilmektedir. Kısa bir süre önce görevden alınan TZOB eski başkanı Faruk Yücel’in, görevden alınmasının, Tarım Bakanlığı’nın bir operasyonu olduğunu söylemesi ve “Kongre’de iş başına gelemeyenler şimdi yönetimi ele geçirdi” sözleriyle operasyonu hükümet ortaklarından MHP ile ilişkilendirmesi, bu örgütlerin özerk olmadığının ve devletin müdahalesiyle sürekli karşı karşıya olduğunun en somut kanıtıdır.
Baskı gurubu olarak nitelendirilen Ziraat Odaları’nın, aynı zamanda sınıfsal karakteri de, aile işletmesine dayanan küçük üretici köylülüğü temsil etmekten uzaktır. Kendisini köylü örgütü olarak koyan Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin yönetim ve denetim kurulları, zengin köylüler, büyük toprak sahipleri ve toprak ağalarının elindedir. Bu yapısıyla Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nden, köylü mücadelesinde etkin olmasını beklemek gerçekçi olmaktan oldukça uzaktır. Ziraat Mühendisleri ve benzeri meslek odaları da, çok önemli kuruluşlar olmalarına rağmen, sınıfsal karakteri itibariyle, üretici köylüye en az TZOB kadar uzaktır.
Tarım sektöründe, üreticilerin ekonomik yönden örgütlenmesindeki en yaygın biçim olan kooperatifçilik, hiçbir şekilde bütünlüklü bir mücadele yürütülmesini sağlayamayacak kadar parçalıdır. Türkiye’de halen kurulu bulunan 10.095 adet Tarım Kredi, Tarım Satış, Tütün Tarım Satış, Tarımsal Kalkınma, Pancar Ekicileri, Sulama ve Su Ürünleri kooperatiflerinin üye sayısı 4 milyon 813 bin 735’tir. Kooperatiflerin, milyonlarca üretici üyesine rağmen, ortak hareket etmekten uzak, parçalı halinin, dalga dalga gelen oldukça büyük saldırıları göğüsleyerek, üyelerinin varlığının devamını sağlaması, mümkün gözükmemektedir.
Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri (TSKB) ise, devletin yönlendirmesi altında olmasının ötesinde, IMF’nin istekleri doğrultusunda çıkarılan “Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri Hakkında Kanun”la birlikte, tasfiye sürecine girmiş bulunuyor. Yasanın getirdiği hükümler arasında, TSKB Yeniden Yapılandırma Kurulu’nun oluşturulması, işleme tesislerinin, AŞ’ye dönüştürülmesi, önemli tüm konuların Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nca hazırlanacak “örnek ana sözleşmeler”le düzenlenmesi vb. maddelerin yer alması, tasfiye niyetini açıkça ortaya koyuyor. Sonuç olarak yasa, istikrar programları metinlerindeki “TSKB’leri özerk ve bağımsız bir yapıya kavuşturmak” tezinin aksine, birlikleri, Dünya Bankası ve IMF düzenlemelerine koşulsuz uyarlayacak ve süreç içerisinde de tasfiye edecek. Dolayısıyla, birliklerin de, üreticiler için bir mücadele ve haklarını koruma örgütü olduğundan söz etmek imkânsız.
Üreticilerin kendileri tarafından kurulan ve her kademesinde kendilerinin söz sahibi olduğu Tür Köy-Sen ise, üreticileri tek bir çatı altında toplama ve ortak harekete geçirebilme niteliğine sahip tek üretici örgütüdür. Tür Köy-Sen, aynı zamanda, köylülerin, tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesinin durdurulmasından IMF ile yapılan anlaşmaların iptal edilerek ülkenin sosyo-ekonomik gerçeklerine göre tarım politikalarının belirlenmesine kadar bir dizi, acil ve politikleşmiş taleplerinin mücadelesini yürütebilecekleri bir çatıdır. Tür Köy-Sen, bu özellikleriyle, küreselleşme sürecinin üretici köylülüğü yok oluşa doğru hızla sürüklediği bir dönemde, üreticilerin elinde iyi değerlendirilmesi gereken, etkili bir silahtır.

Doha’dan tarıma bakış ve köylülüğün geleceği

Azgelişmiş diye tanımlanan Türkiye gibi ülkelerin “küreselleşen” dünyada emperyalist çıkarlar doğrultusunda belli bir yörüngeye oturtulmaya çalışıldığı günümüzde tarım da bu sürece uygun bir şekilde dönüştürülmektedir. Bu dönüşümün niteliği sanayi devriminin ardından ‘ikinci büyük ve köklü dönüşüm’ olarak tanımlanabilecek kadar ağır sonuçlar doğuracaktır.
Kapitalist sanayileşmenin ön koşulu olarak, 19. yüzyılda ilkel sermaye birikimi içerisinde mülksüzleştirilerek, kapitalizmin “özgür emek” depolarını oluşturan köylülük, şimdi de, önündeki her türlü engelin kaldırılmasını sağlayarak, tüm alanları kâr amacıyla yağmalamak isteyen küresel sermayenin boy hedefi durumunda, İngiliz köylülüğünün, 19 yüzyılda cebri yöntemlerle mülksüzleştirilerek kısmen kent sanayi proletaryasını, kısmen de tarımda kiracı kapitalistlerin çalıştırdığı tarım işçisini oluşturması sürecinde yaşadıklarının benzerini, hatta çok daha “ağırını” günümüz üreticileri yaşayacak. Günümüz üreticilerine, mülksüzleşmeleri yönünde uluslararası sermaye tarafından uygulanan cebri yöntem ise, emperyalist finans kuruluşlarının, uluslararası anlaşmalar çerçevesinde, dayattığı tarımda yeniden yapılanma programları. Bu yeniden yapılanmanın iktisadi, demografik, sosyolojik sonuçları olacak: Gelir dağılımındaki uçurum artacak, üreticiler mülksüzleşecek, göçler artacak, bağımlı ülkelerin, onun da ötesinde dünyanın gıda güvenliği tehlikeye girecek.
Süreç “acımasız” ilerleyecek. Ülkelerin bağımsız tarım politikası ve onunla bağlantılı sanayileşme, nüfusun aç bırakılmadan sanayi tarafından emilmesi vb. projelerine izin verilmeyecek. Uluslararası anlaşmalar ile ortaya konan politikalar tavizsiz gerçekleştirilecek. Bunun en somut örneklerinden birini Türkiye’de, 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda görmek mümkün. Planda, tarımda istihdam edilen nüfusun öncelikli olarak yüzde 20’ye sonrasında ise nihai olarak yüzde 10’a düşürülmesinin hedeflendiği vurgulanmakta. Yine Ankara’nın “ulusal program” adı altında Brüksel’e verdiği programda “önümüzdeki 20 yılda Türk tarımındaki nüfusun 20 milyon azaltılacağı” taahhüdünde bulunmaktadır. Bu 20 milyonun nerede istihdam edileceğine dair ise en ufak bir proje sunulmamaktadır.
Böylesi “acımasız” bir süreç, teknoloji çağında bu değişimin kaçınılmaz olduğu gerekçesi ile ve Keynes’in, “Beynimizin tüm kıvrımlarına yerleşmiş eski fikirleri unutmak, yenilerini yaratmaktan daha zordur” sözüne gönderme yapılarak meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Liberal iktisat profesörleri de, “Bilgi çağında yaşayan bir toplumda artık tarımla uğraşmayalım. Yani daha az insan tarımda olsun ve biz buna kafa yormayalım, başka şeylere kafa yoralım” çağrılarıyla sürecin getireceği sonuçları gözden kaçırmaya uğraş vermektedirler. Oysa liberallerin “tartışmayalım” dedikleri tarım Dünya Ticaret Örgütü benzeri toplantıların baş gündem maddelerinden birini oluşturuyor. Uluslararası sermaye ve emperyalist ülkeler, tarıma yönelik ciddi projeler üretiyor. Uruguay Raundu’nda iki sektör anlaşmasından birini tarımın oluşturması bu nedenledir.

ULUSLARARASI SERMAYENİN YÖNELİMİ
Bir dönem sermaye açısından tekstil, gıda gibi tarıma dayalı sanayilere hammadde sağlayan, üretilen sanayi malları için önemli bir pazar olan ve sanayi için işgücü, dolayısıyla ücret seviyesini etkileyen bir faktör olarak işlev gören tarım, uluslararası alanda çok uluslu şirketlerin belirleyici olmaya başladığı 1970’li yıllardan itibaren başka bir boyut kazandı. 1980’li yıllara gelindiğinde Cargill adlı tröstün dünya tahıl ticaretinin yüzde 60’ını tek başına elinde bulundurduğu, sayısı 15’i bulmayan çok uluslu şirketlerin tarım ürünleri dış ticaretinin yüzde 80’ini ele geçirdiği bir durum söz konusuydu. Çok uluslu firmaların dünya ölçeğinde oluşturduğu ilişkiler ağının metaların, sermayenin serbest dolaşımını zorunlu kıldığı, bu firmaların dünya ölçeğinde kaynakları “etkin” kullanmak (sömürmek) için projeler geliştirdiği bu süreçte tarım ürünleri dış ticaretini elinde bulunduran tarım tekelleri de, adına “Küreselleşme” denen bu sürece uyum göstermek amacıyla yeni yönetim stratejileri geliştirdiler.
1980’li yıllarda tarım girdileri üreten sanayi ile tarımın ürettiği metaların dış ticaretiyle uğraşan şirketler birleşmeye gitti. Kimya şirketlerinin sermaye ve yönetimine katılan bu dev ticaret şirketleri devasa bir güce eriştiler. Bu şirketlerin önlerindeki engellerin ortadan kaldırılmasına yönelik baskıları, uluslararası ticaret düzeninde esaslı değişikliklerin yapılması için konferanslar örgütlenmesini beraberinde getirdi. Tarıma ilişkin köklü düzenlemeleri içeren Uruguay Raundu’nun seri toplantılarının ilki, 1986 yılında, Uruguay’da yapıldı. Belli aralıkla yapılan konferanslarla, yıllarca süren ‘Raunt’ görüşmeleri, Nisan 1994’te, Fas’ın Marakeş kentinde, “Marakeş Protokolü” ile noktalandı. Uruguay Raundu her ülkenin tarım korumalarını ve desteklerinin beş veya on senelik sürelerde yürürlükten kaldırılmasını öngörüyordu. Bu öngörülerin yer aldığı Uruguay Raundu toplantılarının meydana getirdiği metin birçok parlamentoda, Türkiye’deki gibi, hemen hemen hiç görüşülmeden kabul edildi.
Sermaye 1980 sonrası tarıma bakışını değiştirmişti ve tarıma artık geçmişten farklı bir önem atfediyordu. Tarım artık uluslararası sermayenin birikim yapmak için kullandığı alanlardan biri haline gelmişti. Uluslararası sermaye, tarıma, üretici sermaye, finans sermayesi, ticari sermaye olarak doğrudan ya da devlet mekanizmalarını kullanarak, ihracatçı, girdi üreticisi ve dağıtıcısı olarak, kırsal kalkınma projesi olarak ve benzeri araçlarla el attı. Uluslararası sermaye, IMF ve Dünya Bankası gibi finans kuruluşlarının özelleştirme, ticarileştirme, liberalizm ve benzeri mekanizmalarıyla; uluslararası anlaşmalarla; çeşitli sermaye örgütleri (Dünya Ticaret Örgütü vb.) aracılığıyla tarımı düzenleyerek, köylünün hangi ürünü hangi miktarda hatta nasıl üretmesi gerektiğini belirleyebilir hale geldi.

DOHA’DA YENİ ‘ZAFER’
Uluslararası sermayenin dünya tarımını çeşitli mekanizmalarla kontrol altına alması, ulusal tarım politikalarının tasfiyesine yönelik saldırıların yoğunlaşmasını da beraberinde getirdi. Artık tarım tekelleri, ulaştıkları “muazzam” güç ve dünya çapında ördükleri ağlarla, dünyaya kendi bahçeleri gözüyle bakıyorlar. Uluslararası ticarete ilişkin anlaşmalarda artık bu tekellerin lobilerinin istekleri hayat buluyor. Hatta dünyanın 11. büyük firması olarak gösterilen ve 65 ülkede tahıldan fındığa, gübreden tuza, et paketlemeden taşımaya, meyve ve sebzeden kahve alanına kadar geniş bir yelpazede üretim yapan Cargill ve benzeri tekeller bizzat müzakerelere yön veriyorlar. Örneğin Uruguay turlarındaki ABD’nin önerisini Cargill’in eski başkan yardımcılarından birinin hazırladığı biliniyor.
Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’nün Katar’ın başkenti Doha’da gerçekleştirdiği son toplantısında tarım tekelleri istedikleri kararların çoğunun alınmasını sağladı. Doha’daki toplantıdan ABD “zafer” ile çıktı. ABD ne istiyordu? Sanayi ürünlerinin pazarlanmasında, tarımda ve hizmet ticaretinde dünya pazarlarının daha fazla liberalize edilmesi ve bu pazarlara girişin önündeki engellerin mümkün olan en alt seviyeye indirilmesi. ABD, Doha deklarasyonunda bu taleplerin hemen hepsine ulaşırken, deklarasyon sonrası dünya tarımsal ürün ve gıda ticaretinin büyük bir bölümünü elinde bulunduran ABD’li tarım tekelleri en kârlı çıkanlar arasında yer aldı.
Doha’da tarımsal desteklerin kaldırılması, korumacı politikaların terk edilmesiyle tarımın serbest pazara açılması en çok tartışma yaratan konuların başında geldi.
Planlanandan uzun süren müzakereler sonrasında desteklerin sadece, milli geliri 20 milyar doların altında, dünya ihracat büyüme payı yüzde 1’in altında olan ülkelerde sürmesi kararlaştırıldı. Bunun dışında kalan ülkelerde desteklerin sürmesi halinde tahkime gidilecek ve desteği sürdüren ülkeler cezalandırılacak.
Doha’da tekellerin istekleri doğrultusunda yapılan anlaşmalardan biri de patent ve telif hakkını içeren TRIPS. Bu anlaşma, “küreselleşme” adı altında uluslararası mal ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesini savunan tekellerin, bilginin “serbest ticaretine” karşı olmalarının bir sonucu olarak ortaya çıktı. Özellikle tohum üretimi yapan tarım tekellerinin en önemli taleplerinden biri de patent hakkı. 1980 sonrasında biyo-teknoloji alanında yaşanan gelişmeler ve canlıların genlerini değiştirmede atılan büyük adımlara paralel olarak birleşen tarım tekelleri ve kimya şirketleri, bitki ve hayvan tohumunun özellikleriyle oynayarak, onun melezi olan fakat özelikleri tamamen değişik farklı türler ürettiler. Genler her ülkeye ve toprağa uygun bitkisel tohumlar sağlayınca, ülkeler ürün verimliliği yüksek olan bu tohumlara yönlendirildiler. Ardından tohumda bağımlılık yaratmak için Monsanto, Cargill gibi firmalar bir kez ekildikten sonra bir daha tohum üretmeyecek terminatör genler ürettiler.
Şimdi tüm dünyada, patent hakkını aldıkları bu “terminatör” adı verilen tohumlarla üretimin yapılmasını istiyorlar. Tohum çiftçiliğin baş girdisidir. Tohumun biyolojik kontrolü bütün tarımsal üretim sürecinin kontrolü için büyük bir olanak yaratır. Bu nedenle tekeller patentli tohumların kullanılmasını sağlayacak düzenlemelerin yapılması için tüm DTÖ toplantılarında bastırmaktadırlar. Tekellerin bu girişimleri karşılık buldu ve Doha’da “önemsiz” sayılabilecek istisnalar dışında patent ve telif haklarını içeren TRIPS kabul edildi.

KÜÇÜK İŞLETMELERİN TASFİYESİ
Uluslararası sermaye dünyada tarımı ve köylünün hangi ürünü hangi miktarda hatta nasıl üretmesi gerektiğini çeşitli mekanizmalarla kontrol altına almış olmasına rağmen, önündeki tüm engellerin ortadan kalkması için, Doha’da ayrıca şu taleplerinin acilen hayata geçirilmesini istedi. Arazi satın alma, kiralama ve diğer gayrimenkul haklarındaki ulusal kısıtlamaların kaldırılması; su kaynaklarının ve dağıtımının özelleştirilmesi; patentli tohumların kullanılması. Bu talepler de uluslararası sermayeyi hedefine oldukça yaklaştıracak taleplerdir. Peki, uluslararası sermayenin hedefi nedir ve tarımsal üretim içerisinde yer alanlar bu süreçten nasıl etkilenecektir?
Bu soruların cevabına geçmeden önce belirtmek gerekir ki, tarımsal üretim içerisinde yer alanlar sermayenin uluslararası işleyişinden, ilk elde, üretim yaptıkları ülkenin uluslararası sisteme entegre olma biçimlerine göre farklı şekilde etkilenecek olmalarına rağmen, uzun vadede üretici köylülüğü aynı son beklemektedir.
Köylülük homojen değildir. Tarımda, toprak ağası, zengin köylü, orta köylü, yoksul köylü, tarım işçisi ve benzeri sosyal üretim ilişkilerine göre tanımlanabilecek toplumsal tabakalaşma mevcuttur. Türkiye gibi azgelişmiş ve uluslararası sermayenin boyunduruğu altında bulunan ülkelerde ise, yaygın olan; küçük toprak mülkiyetine dayalı, aile emeğinin başat olduğu, pazara yönelik küçük meta üretiminin yapıldığı, köylü işletmeleridir. Devlet İstatistik Enstitüsü’nün verilerine göre Zengin köylü, toprak ağası ve kapitalist üretim yapanların dışında kalan küçük meta üretimi yapan köylülük, köylü nüfusunun yüzde 90’ından fazlasını oluşturmaktadır.
Türkiye ve benzeri ülkelerde kapitalist bir sosyo-ekonomik bir kuruluş içinde yer alan köylülük ve küçük üreticilik, kapitalist sistemden kaynaklanan piyasa ilişkilerinin, ulusal ve uluslararası ticari ve mali sermayenin çözücü ve farklılaştırıcı ektilerine sürekli maruz kalıyor. Fakat bu maruz kalma sürecinde küçük üreticilik bir yandan tasfiyeye uğrarken bir yandan da kendisini sürekli olarak yeniden üreterek varlığını korumayı başarıyor. Daha doğrusu bu güne kadar başardı. Örneğin Türkiye tarımı böylesi bir maruz kalma nedeniyle bir yandan büyük göçler vermesine rağmen (Özellikle 1950’lerden sonra) bir yandan da dinamik bir gelişme gösterebildi. Bunda bir ölçüde, köylü işletmesinin giderleri kısıtlamak, aile emeğini artırmak, girdi temini için borçlanmak vb. uyum ve savunma mekanizmalarıyla direnmesinin etkisi var (Tabi uyum mekanizmalarıyla ayakta kalma sürecinde de köylülük sürekli borçlanma ve ticari-mali sermayeye bağlanma nedeniyle daima tasfiye tehlikesinin eşiğindeydi). Küçük üreticiliğin varlığını koruyabilmesi, savunma mekanizmaları geliştirmesinin dışında, ulusal ve uluslararası sermayenin tutumuyla da yakından ilgili. Küçük üreticiliğin tasfiye tehdidi altında üretimini sürdürdüğü süreç içerisinde gerek mali, gerekse de ticari sermaye sağladığı birikimi toprak mülkiyetine, kapitalist çiftlikler bünyesinde gerçekleşecek sermaye birikimine dönüştürmeyi hedef almadı. Bunun yerine, tarımda küçük mülkiyetin süre gelmesini; küçük üreticiliğin gerçekleştirdiği verim artışlarının büyük kesimine el koymayı; bunu yaparken de birikimin kaynağı küçük mülkiyeti kurutmamayı; artık ürünü ise esas itibariyle tarım dışı sermaye birikimine dönüştürmeyi yeğledi. Sermayenin 1980’lere kadar, gittikçe azalarak da olsa, sürdürdüğü bu tutum küçük üreticiliğin varlığını sürdürebilmesinin en önemli etkenlerinden biri oldu.
1980’lerden sonra uluslararası sermayenin tarımı birikim yapmak için kullandığı alanlardan biri haline getirmesi ise, küçük üreticiliğin bugünkü haliyle tezat oluşturuyor ve küçük meta üretiminin bu şekilde sürmesi sermayenin önünde engel teşkil ediyor. Sermaye açısından artık küçük üreticiliğin tasfiye edilmesinin vakti gelmiştir.

TEKELLERİN İŞÇİSİ OLMAYA DOĞRU
Gelişmiş ülkelerin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kendi sanayilerini ve tüketicilerini beslemek amacıyla tarım üreticisi olarak görmek istedikleri Türkiye gibi ülkeleri, bugün, kendi tarımsal ürün fazlaları için cazip pazarlar olarak gördükleri, kendi üreticilerini günlük milyar dolarla desteklerken, azgelişmiş ülkelere desteklerin tasfiye edilmesi noktasında baskı yaptıkları bilinen bir gerçek. Ama bir kez daha vurgulamak gerekir ki, gelişmiş ülke ve uluslararası finans kuruluşlarının politikalarına damgasını vuran, dünya ölçeğinde yaşanan tekelleşme sürecinin kendi önündeki engelleri ayıklama dürtüşüdür.
Gelinen bu süreçte gelişmiş ülkelerde tarımsal desteklerin kaldırılması tarımsal tekelleri pek etkilemeyecektir. Üretimin girdisinden, üretiminden satışına kadar her türlü aşamasında kurumsallaşmış olan tekeller, destekten ve korumacılıktan yoksun bırakılmış üreticilerin kendisiyle rekabet edemeyeceğini bilmektedirler. Bu nedenle her türlü desteğin kaldırılmasını, gümrüklerin sıfırlanmasını, tarımdaki fiyatların rekabet koşulları içerisinde piyasa tarafından belirlenmesini talep etmektedirler. “Karşılaştırmalı üstünlükler” liberal teorisi ile (Bu teoriye göre her ülke hangi ürünü daha ucuza üretebiliyorsa, hangi ürünü üretmesi halinde diğer ülkelere göre avantaj elde edecekse o ürünü üretmeli) de az gelişmiş ülkeler ikna edilmeye çalışılmaktadır. Oysa küçük üreticilerin eşit koşullarda tekellerle rekabet edebilme şansı yoktur. Küçük üreticiliğin, rekabet edebilmek için milyarlarca dolar harcama şansı da olmadığına güre, tarihe karışması kaçınılmaz olacaktır.
Bu tarihe karışma gelişmiş kapitalist ülkelerin küçük üreticileri için de geçerlidir. Avrupa Birliği (AB) içerisinde tarıma yönelik muazzam bir destek olmasına, ihracat sübvanse edilmesine rağmen tarımdaki liberalizasyona şiddetle karşı çıkan örgütlenmelerin mevcut olmasının kaynağında bu gerçeklik yatmaktadır. AB içerisindeki bu örgütlenmeler incelendiğinde bunların küçük üreticilerden oluştuğu görülmektedir. Bu üreticiler tarımsal alanın liberalleştirilmesi ile birlikte AB ve ABD’li tekellerle rekabet edemeyeceklerini görmektedirler.
Bu gerçekliğin görülmesi şu soruyu beraberinde getirmektedir: Küçük üreticiliğin yani aile tarım işletmeciliğinin tasfiye olmasıyla birlikte boşalan tarımsal alanlar sanayi ve ticaret sermayesi tarafından satın alınıp kapitalist üretim çiftlikleri mi kurulacak? Tabii ki tekellerin kuracakları kapitalist çiftlikler de olacak. Buralarda geçmişin üreticileri ırgatlık yapacak. Ama tekellerin tüm toprakları ailelerden satın alması beklenemez.
Tarımda yaşanacak sosyoekonomik gelişmelerin tahmin edebilmesi noktasında ABD’de yaşanan süreç önemli deneyim sunmaktadır. Bu ülkede tarımın büyük bir kısmı dev tekellerin elinde. Tarımsal üretimin geriye kalan küçük bir kısmı ise bu şirketlere “Sözleşmeli Tarım” denen bir mekanizmayla bağımlı hale getirilmiş durumda olan üreticilerle yapılmaktadır. “Sözleşmeli Tarım” çiftçileri kendi mülkleri üzerinde tekellerin işçileri durumuna düşüren hukuksal bir bağlantı niteliğinde. Buna göre firmayla köylü arasında bir sözleşme imzalanıyor. Bu sözleşmeye göre üretici mülkiyeti kendine ait topraklarda tekel adına, tekelin istediği üretimi, tekelin istediği biçimde gerçekleştiriyor. Aile emeği ve dışarıdan kiralan emek dışında her türlü girdi tekel tarafından sağlanıyor. Üretim süreci tekelin uzmanları tarafından denetleniyor Bunun karşılığında üreticiye sözleşmede yazılı olan toplu bir miktar para veriliyor.
ABD’deki örnekler incelendiğinde üreticinin “Sözleşmeli Tarım” sonucu eline geçen para ile bağımlılığının pekiştirildiği görülmektedir. Üreticinin eline geçen miktar onu yoksulluktan kurtaracak bir miktar değil. Ekip biçebilmek için elinde hiç bir şeyi, en başta da temel üretim girdisi tohumu olmayan üreticinin yeniden sözleşme imzalamaktan başka çaresi yoktur. Burada üretici elinde toprağı olmasına rağmen bir işçi halindedir. Çünkü toprağında hangi ürünü, nasıl ekeceği, hangi gübreyi, ilacı, tohumu kullanacağı tekel tarafından belirlenmektedir. Üreteci, ürününün fiyatı ve ürününü kime satacağı konusunda da bir hakka sahip değil çünkü ürününü direkt sözleşme imzaladığı tekele teslim etmek zorunda.
GAP bölgesinde de başını Koç Holdingin çektiği bir özel kesim gurubunca Sözleşmeli Tarım uygulaması başlatmıştır. Türkiye’de de artık yaşanan sürece barikat kurulmadığı ve aksine bir gelişme yaşanmadığı sürece küçük üreticilerin bir kısmı tasfiye olacak bir kısmı da sözleşmeli tarım işçine “dönüşecek.”
GAP’ta sadece yerli tekeller değil, emperyalist tekellerin de cirit attığı bilinen bir gerçek. 24 Ocak 1980 programı ile birlikte Türkiye tarımına ilgisini artıran ve sağladığı kredilerle tarım politikalarını belirleyen, kamu yönetimi yapısına müdahale eden Dünya Bankası’yla yapılan proje anlaşmaları derinlemesine incelendiğinde, uluslararası tekellerin önünü açmakla birlikte, aynı zamanda tekellere gerekli altyapıyı sağlamaya dönük hedefler güttüğü görülmektedir. Destekleme politikalarından tarımsal pazarlama, tarımsal araştırma ve yayımdan tarımsal altyapı ve sulamaya kadar birçok proje anlaşması imzalanan Dünya Bankası tüm bu anlaşmaları ülke üreticisini kalkındırmak için dayattığı izlenimi yaratılmıştır. Oysa 1986 yılında imzalanan, “Drenaj ve Tarla İçi Geliştirme Projesi”, 1995 yılında imzalanan “Doğu Anadolu Su Havzaları Rehabilitasyon Projesi” ya da 1997 yılında imzalanan Sulama Yönetimi ve Yatırımlarda Katılıcı Özelleştirme” benzeri projelerin tümü uzun vadeli emperyalist tarım politikalarının bir parçası. Ve Doha’da küçük üreticiliğin yok edilmesi ve kendi önünün açılması için bastıran tekellerin, gelecekte üretim yapmayı planladıkları topraklarda üretim için gerekli altyapı hazırlar nitelikte.
Uluslararası tarım tekellerinin, “Arazi satın ama kiralama ve diğer gayrimenkul haklarındaki ulusal kısıtlamaların kaldırılması” talebi bir yanıyla tarımsal üretim ve kapitalist çiftlikler için gerekli toprak ihtiyacından doğmuş olmakla birlikte bir taraftan da başka amaçlar gütmektedir. Tarım sadece üretimle sınırlı bir alan değil, tarımın bir de tamamlayıcı yanı var. Tarımın böcekle, yaban otlarıyla, zararlılarla mücadele ilacı ve benzeri tamamlayıcı malları mevcut. Tekellerin bunları deneme alanlarına ihtiyacı var. Amerikan tarım tekelleri çalışmalarında Türkiye’yi Avrupa’nın Kaliforniya’sı olarak değerlendirmektedirler. ABD’li tekeller iklim koşulları ve toprağın özelliği bakımından Kaliforniya’ya benzettikleri Türkiye’de istedikleri tarım ürünü istedikleri şekilde deneyebileceklerini düşünüyorlar. Tekellerin AB ve ABD’deki güçlü çevre yasaları gereği deneyemedikleri ürünler Türkiye gibi ülkelerin tarımsal toprakları laboratuara çevrilerek denenecek. Çevrenin bu denemeden ne kadar kirlendiği ve halkın bundan ne kadar zarar göreceği ise, doğası gereği, tekellerin sorunu değil.

MİLYONLAR AÇLIĞA MAHKÛM EDİLECEK
Küçük üreticilerin kendi hesabına üretim yapmalarının koşullarının ortadan kaldırmasının ve bir kısım küçük üreticinin de tekeller hesabına üretim yapar hale getirilmesinin yaratacağı ekonomik, toplumsal ve siyasal sonuçların yansımaları önümüzdeki yıllarda açıkça görülecek. Ama şimdiden, tarımda tekelleşmenin yaratacağı sonuçlarını da, tekelleşmenin yoğun olarak yaşandığı ülke örneklerini inceleyerek, kestirmek mümkün.
Tarımsal ülkelerden biri sayılan ve tarımsal ürün ihracatı yoğun olan Brezilya’da verimli toprakların yarısından fazlası nüfusun yüzde 1’inin elinde. Brezilya’da 2000 yılı resmi istatistiklerinde, 32 milyon insan fakir olarak gösterilmektedir. Mısır’da uluslararası sermayenin temsilcileri aracılığıyla tarımdaki küçük üretici hâkimiyetine son verilip büyük işletme birimlerinin ön plana çıkarılmasıyla birlikte yaşananlar bir diğer somut örneği oluşturmaktadır: Verilen dış borçlar karşılığında, uluslararası finans örgütlerinin dayatmalarıyla ticari liberalleştirmeyi, kaynaklan ve dolayısıyla toprağı özelleştirmeyi, sübvansiyonları kaldırmayı hayata geçiren Mısır, ülke genelinde (Bugün Mısır nüfusunun yarısı günlük 1 dolardan az bir gelirle yaşamını sürdürüyor) özellikle de kırsal alanda büyük yoksullukla karşı karşıya. Kırsal alanda açlıktan kırılan insanlar, “toplumsal patlamalara” karşı askeri baskı ve dikta rejimiyle baskılanıyorlar.
Türkiye ve birçok orta ve az gelişmiş diye tanımlanan ülkelerde tarımda zar zor tutunan kitleler iki-üç yıl gibi çok kısa bir zaman dilimi içinde hiçbir önlem alınamadan tarım dışına göçmeye zorlanmalarına yol açacak olan bir tasfiye süreciyle karşı karşıyalar. Bu durum mevcut kırsal göç hızının katlanmasına yol açmakla birlikte, söz konusu ülkelerdeki istihdam olanaklarının düşüklüğü göz önüne alındığında, büyük bir yoksulluk ve açlığı beraberinde getirecek. Göç olgusu gelişmiş kapitalist ülkelerin küçük üreticileri için de geçerli.
Kırdan kente göç olanaklarının olmadığı yani ekonominin durgunluk içinde olduğu ve tarım dışında iş bulma olanağının olmadığı durumlar da (Bahsedilen olumsuz koşullar şu an Türkiye aynen yaşıyor), göç dalgası kırılabilir. Fakat bu durumda göç etmeyen insanlar, tarım-dışı ekonomik faaliyetlerin sınırlı olduğu bir kırsalda yaşıyorlarsa direkt açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklar. Yaşanan sürecin doğal sonucu olarak piyasaya dönük üretim yapamayan köylülerden bir kısmı, aile içinde tüketime yönelik bir üretimle açlık tehlikesinin önüne geçebilirler. Bu ortaçağ köylüsünü bile tarif etmeyen üreticilik de, ancak, içe kapandığında yaşamını idame ettirebilecek küçük bir gelire sahip “şanslı” sayılabilecek köylüler için söz konusu olacak.
“Teknoloji”, “verimlilik” ve benzeri soslarla üzeri örtülenin uluslararası sermayenin merkeze kaynak aktarma operasyonu olduğu gayet açık. Bu gerçeği gizleyerek uluslararası sermayenin köylülüğün büyük bir kısmını tasfiye etmesini ve geriye kalan kısmını da “işçi”leştirmesini alkışlayanlar, bunun teknoloji çağının bir gerekliliği ve aynı zamanda ilerici bir adım olduğunu savlamaktadırlar. Oysa süreç sadece üreticileri yoksullaştırmıyor, üretimi kuralsız bir şekilde tekellerin insafına terk ederek, ülkelerin gıda güvenliğini de tehdit ediyor.

Şubat 2002

Tarım reformu: iddialar ve gerçekler

Üreticinin önüne, “Tarımda AB standardı”, “Tarımda popülizm tarihe karışıyor”, “Tarımda israfa tırpan” ve benzeri sözlerle süslenmiş bir paket program konuldu. IMF ve Dünya Bankası’nın direktifleriyle hazırlanan ve hayata geçirilmeye çalışılan “reform” paketi, tarım kesimini liberalleştirmeyi öngörüyor.
Üreticinin lehine olduğu iddia edilen “tarım reformu”nun gerçekte neyi içerdiğini anlamak ve iddiaların gerçek olup olmadığını görebilmek için Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Recep Önal ve Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel tarafından IMF’ye sunulan “niyet mektubu” ve daha sonra bu mektuba ilaveten verilen 13 maddelik “ek niyet mektubu”na bakmak yetiyor.

NİYET MEKTUBUNDA TARIM
– “… Reform programımızın orta vadeli amacı var olan destekleme politikalarını safhalar halinde ortadan kaldırmak ve fakir çiftçileri hedef alan Doğrudan Gelir Desteği sistemi ile değiştirmektir. Bu, ilk öncelikle 2000 hasat yılı için bir program uygulamaya konarak yapılacaktır. 2001 yılında ülke çapında yaygınlaşacak ve 2002 yılı sonunda tamamlanacaktır…”
– “… 2000’de hububat destekleme fiyatları, ton başına 150 dolardan aşağıya düşmemek koşuluyla, dünya (Chicago borsası) fiyatlarını en çok yüzde 35 oranında aşabilecektir. TMO tarafından yapılan hububat alım miktarı düşürülecek ve TMO’nun yüksek miktarlı stok tutmasından kaynaklanan zararları ortadan kaldırılacak…”
– “… 2000’de şeker pancarı destekleme fiyatları, bir önceki yıla göre, Ağustos 2000’de belirlenen 12 aylık geçmiş enflasyonun yüzde 75’ine çekilecek.” “Hükümet çiftçilere verilen kredi sübvansiyonunu safhalar halinde tedricen ortadan kaldıracaktır. Ziraat Bankası ve Halk Bankası tarafından verilen kredi sübvansiyonlarının toplam maliyeti 1999 yılı için tahmin edilen Gayri Safi Milli Hâsıla’nın (GSMH) yüzde 1,2’lik seviyesinden 2000 yılında GSMH’nin yüzde 0,6’sına düşecektir… Verilen kredilerin maliyeti ise geçmiş üç ayın Hazine Bonosu faizlerinin yüzde 5 üzerinde olmak üzere belirlenecektir.”
– “Gübre ve diğer girdi sübvansiyonları 2000 ve 2001’de nominal olarak sabit tutulacaktır.”
Ek niyet mektubunda ise, Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri’nin mevcut kooperatifler yasasına tabi kılınarak özerk hale getirilmesi taahhüt edildi.
Niyet mektubunun verilmesinin ardından, taahhütler bir bir yaşama geçirilmeye başlandı. Reformun altyapısının oluşturulacağı ve “çiftçilerin dünya trendleri çerçevesinde arz talep dengelerine göre ürün üretimine yönlendirileceği” gerekçesi ile Tarımı Yeniden Yapılandırma ve Destekleme Kurulu oluşturuldu. “Tarım reformu”na öncülük edeceği söylenen bu kurulda tarımsal üretim kooperatiflerinden, Ziraat Mühendisleri Odası’ndan, üretici birliklerinden temsilciler yer almıyor. Bu kurul tam anlamıyla IMF’nin tarımı yöneten komisyonu gibi çalışıyor.

DOĞRUDAN GELİR DESTEĞİ
Tarımda Yeniden Yapılandırma Kurulu, ilk icraat olarak yetmiş yıla dayanan destekleme politikalarını fiilen rafa kaldırılacak Doğrudan Gelir Desteği (DGD) sistemine geçiş kararı aldı. Kurul, DGD sistemine geçiş için Ankara-Polatlı, Antalya-Serik ve Manavgat, Adıyaman-Merkez ve Kâhta ile Trabzon-Akçaabat ve Sürmene ilçelerini pilot bölge seçti. 200 dönüme (200 bin metrekare) kadar arazisi olan çiftçiye dönüm başına 5 dolar ödeme yapılmasını karara bağladı.
“Çiftçi de önünü görecek”, “Hedef küçük üreticinin geliştirilmesi” denilerek, 2002 yılı sonuna kadar tüm yurtta hayata geçirilmesi planlanan DGD, üretici için hiç bir olumluluk taşımıyor. DGD, tarımda her türlü desteğin (sübvansiyon, destekleme alımları, taban fiyatı) kesilmesi esnasında bir geçiş modeli ve desteklerin kesilmesinin üreticiye kabul ettirilmesi için de hükümetler için bir zorunluluk niteliğinde.
Bu sistem iddia edildiği gibi küçük üreticiyi geliştirmek yerine yok edecek. Sistem, tapuyu esas alan yapısı ve tapulu toprak sahiplerine doğrudan geliri öngörmesi nedeniyle, değil küçük üreticiyi geliştirmek, tapusu olmayan çok sayıda küçük üreticiyi destekten yoksun bırakarak onların sonunu hazırlayacak. Ülkemizde toprağı ekenle, toprağın sahibi çoğu yerde aynı kişi değil. Sistem tarımın bu yapısıyla üreten kesime destek yerine, tapusu olan fakat tarımla uğraşmayan kesimlere de kaynak aktarımını sağlayacak. Sübvansiyonların kaldırılmasını öngören DGD sistemine geçişle birlikte yarıcılık ve ortakçılık yapanlar tarımsal üretimden çekilmek zorunda kalacak.
Belirlenen lokal bölgelerde yapılacak olan destek için 200 trilyon liralık bir kaynak ayıran hükümet, uygulamayı Türkiye çapında yaygınlaştırdığında, bütçeye milli gelirin yüzde 3’ü kadar bir yük gelecek. Bu da mevcut destekleme modelinden daha fazla yük anlamına geliyor.

TELAFİ EDİCİ ÖDEME
Kurul’un DGD dışında aldığı kararlardan biri de “Telafi Edici Ödeme” başlığını taşıyor. Amacı, stokların eritilmesi ve finansman sorununun çözümü olarak açıklanan bu uygulamanın doğuracağı sonuçlar da en az DGD kadar yıkıcı olacak. Bu uygulamaya göre, fazla üretim nedeniyle hem alım finansmanı hem de stokların eritilmesi açısından çift taraflı sorun yaşandığının iddia edildiği ürünler (tütün, fındık, şekerpancarı ve çay) için çok sayıda alternatif ürün önerilecek. Üreticinin, söz konusu ürünler yerine alternatif ürünler ekmesi halinde uğrayacağı gelir kaybı “Telafi Edici Ödeme” olarak üreticiye verilecek.
Bu uygulamanın getireceği sonuç ise ithalatın artması olacaktır. Çünkü “ürün fazlası” olduğu söylenen ürünlerin nasıl belirleneceği ve yerine hangi ürünlerin ekileceği üreticinin ve kooperatiflerin, birliklerin inisiyatifinden çok IMF’nin oluşturduğu kurulca belirlenecek. Bu kararların birçoğunun ithalat lehine olacağı ise şimdiden açık. Nitekim Karadeniz Bölgesi’nde çay ve fındığın yerine kivi ekilmesi önerisinin sonuçları, bu bölgede çay ve fındık üretiminin bitirilmesinden başka bir amaç gütmüyor. Çünkü birkaç yıl sonra kivi yoğunlaşıp çay stoku eridiğinde üretici tekrar çay üretimine dönemeyecek. Çay ve fındık gibi ürünlerin yetiştirilip ürün alınması için 5 ila 10 yıl arasında zamanın geçmesi gerekiyor. Devlet desteği mekanizmasının da tasfiye edildiği dikkate alınırsa bu bölgede bir daha yerli üretimin yapılmasının neredeyse imkânsızlaşacağını söylemek abartma sayılmaz.

DEVLET DESTEĞİ ZORUNLUDUR
DGD sistemini tüm yurtta yaygınlaştırmak isteyen kurul, IMF’ye verilen niyet mektubu gereği 2002 yılı sonuna kadar tarımsal destekleme sisteminin tasfiyesini hedefliyor. Program gereği 2002 yılında, Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) buğday fiyatı açıklamayacak, şeker fabrikaları pancar alımı yapmayacak, TEKEL ve ÇAYKUR özelleşecek, pamuk, soya ve ayçiçeğindeki prim uygulaması sona erecek.
Bu, uluslararası tekeller karşısında üreticinin ezilmesinden başka hiçbir anlam taşımıyor. Zira özellikle dünya piyasaları için üretilen ürünlerde sayısı milyonlara ulaşan satıcı ile çok az sayıdaki alıcıyı (çoğu kez çokuluslu şirketleri) bir araya getiren tarımsal piyasalar -serbest piyasacıların iddia ettiğinin aksine- rekabetçi koşullar içermiyor. Dünyadaki milyonlarca üretici ile, sayısı bini bulmayan tekellerin karşı karşıya geldiği piyasada, her zaman tekeller fiyatları istediği gibi belirleme şansına sahip. Taraflar arasında güç dengelerinin bu derece eşitsiz olduğu piyasalarda zayıf olan tarafın güçlendirilmesi, ancak ve ancak devlet eliyle sağlanabilir. Dünya fiyatlarındaki uzun dönemli bozulmanın ve dalgalanmaların üreticinin eline geçen fiyatlara olduğu gibi yansıması da böylece önlenmeye çalışılır.
İnsanlığın gıda güvenliğinin sağlanması açısından stratejik öneme sahip olan tarım ile tekstil ve giyim eşyası sektörü öteden beri hep desteklenmiştir. Özellikle vurgulanan her iki sektör beslenme ve giyinme gibi iki temel zorunlu gereksinime cevap verdiğinden sürekli talebi vardır. Emek yoğun teknolojiyle üretim yapıldığı için de, aynı zamanda bu sektörlere işsizliği emme işlevi de yüklenir. Bu nedenle de ister “gelişmiş”, isterse de “az gelişmiş” ülkelerde olsun, bu sektörler üretim ve ihracatta destekleme politikalarından yararlanır, ithalata karşı da gümrük duvarlarıyla korunur.
Doğası gereği tarımın da desteklemesi zorunluyken, IMF programında, Türkiye hububat üreticisinin üretimini sürdürmesini engellemekten başka bir sonuç yaratmayacak olan bir madde yaşama geçirildi bile. Bu maddeye göre iç fiyatların yüksek olduğu iddia edilip fiyatların dünya fiyatı baz alınarak belirlenmesine başlandı. Ancak iç fiyatların yüksek olduğu yönündeki iddia tamamen aldatmacadır.
Çünkü dünya buğday piyasalarında üç ayrı fiyat vardır. Birincisi borsa fiyatları (geçen yıl 110 ila 140 dolar arasında değişti), ikincisi, devletin siyasi ilişkilerine göre özel olarak tespit ettiği uluslararası fiyatlar. Üçüncüsü ise üreticinin eline geçen fiyatlar. Bugüne kadar, borsadaki fiyatlar ne kadar düşerse düşsün, batılı ülkelerde üreticinin cebine giren para hiç değişmedi. Buğdayın cinsine göre, 260 ile 350 dolar arasındaydı bu para. Yani dünya fiyatları ile batı ülkelerinde hububat üretenlerin eline geçen fiyat hiç aynı olmadı. “ABD ve AB’nin tarım üreticilerine, ‘eşik fiyat, taban fiyat, dünya fiyatı’ gibi düzeylerin üzerinde ve üretici refahı için giderici ödeme, prim gibi değişik yöntemlerle sürekli destek ödemeleri yapılıyor.” (TEMA Vakfı 2000 Tarım Raporu.) “AB’nin tarım ürünlerine desteğinin büyük çoğunluğunu ise elinde biriken stoklardan dolayı ihracat sübvansiyonları oluşturuyor.” (AB’nin tarım ürünlerine desteği içerisindeki ihracat sübvansiyonları oranları için bakınız, Tarımsal Gelişme Eğitim ve Sosyal Dayanışma Vakfı Tarım Raporu.)
IMF programı bunları görmezden gelerek, Türkiye üreticisine, batılı ülke üreticilerinin aldığını değil, ihracat sübvansiyonlarıyla düşürülmüş sınır fiyatlarını (150 dolar) dayatıyor.
Kaldı ki hububat üreticisi 150 dolar bile alamıyor. IMF’ye verilen taahhütler doğrultusunda, TMO’nun hububat alım miktarını düşürmesi ve aldığı ürün bedelini ödeme süresini uzun vadeye yaymasından dolayı, tüccarın kucağına düşen üretici buğdayını çok daha düşük bir fiyatla elinden çıkarıyor. Eline en az 250 dolar geçen ve ihracat sübvansiyonlarıyla desteklenen batılı üreticiyle 150 doları bile göremeyen ülkemiz üreticisinin rekabet etmesi olası değil.
IMF’ye verilen taahhütler sadece hububat üreticisini yok etmeyi hedeflemiyor. Ürün bedelindeki aşınma, 1994 yılından itibaren maliyetinin altına kadar gerilemesine ve pancar girdilerindeki yüzde 100’ü aşan fiyat artışlarına rağmen ürününe 2000 yılı Ağustos’una kadar gerçekleşen enflasyonun yüzde 75’i dayatılan şeker pancarı üreticisini de aynı sonuç bekliyor. Hasat zamanına iki ay kala gümrük vergileri oranı yüzde 50’den yüzde 30’a indirilmek suretiyle ithalatı özendirilen mısırı, büyük destek gören ülkelerin üreticilerle aynı fiyata satmaya zorlanan mısır üreticileri de hububat üreticileriyle aynı kaderi paylaşacak. Bu listeyi çay, fındık ve başka birçok ürünle uzatmak mümkün.

TARIMSAL KİT’LER TASFİYE EDİLİYOR
Ülke tarımının yok edilerek, ülkenin uluslararası tarım tekellerinin açık pazarı haline dönüşmesi için bugünkü yapının bertaraf edilmesi gerektiğinin farkında olan IMF, bugünkü sistemin temel taşları olan KİT’ler (TARİŞ, ÇUKOBİRLİK, ANTBİRLİK, FİSKOBİRLİK, TRAKYABİRLİK…) ile TEKEL, TMO gibi kurumların tasfiyesini de dayatıyor. Bu dayatma karşısında harekete geçen yetkililer hazırladıkları “tarım birlikleri reformu” tasarısı ile görevlerini eksiksiz yerine getirmiş oluyorlar.
Tarım KİT’lerinin anonim şirket haline getirilerek özelleştirilmesinin doğuracağı sonuçları anlamak için SEK, Et Balık Kurumu (EBK) ve Yem Sanayi’sinin başına gelenleri hatırlamak yeterli olur. SEK ve EBK devletin elindeyken süt ve et, üreticiden mümkün olan en yüksek fiyatla alınıyor, tüketiciye mümkün olan en düşük fiyatla satılıyordu. SEK ve EKB özel sektörün eline geçtikten sonra, et ve süt üreticiden ucuz fiyatla alındı, tüketiciye de yüksek fiyattan satıldı. SEK haraç mezat satıldığı zaman, üretici, sütün 1 litresini 18 bin liraya satabiliyordu. SEK özelleştirildikten bir ay sonra üreticinin aldığı fiyatlar 12 bin liraya çekilirken, marketlerde süt ürünleri fiyatı iki katına çıktı.’
Birliklerin ve bünyesinde bulunan fabrikaların özelleştirilmesi, ürününü kendi bölgesi dışına çıkartamayan küçük üreticiye de büyük darbe vuracak. Birliklere bağlı işletmelerin satılmasıyla, pamuk üreticisinin tekstil sektörüne, pancar üreticisinin şeker fabrikasına, domates üreticisinin salça fabrikasına, fındık üreticisinin çikolata, sıvı yağ ve benzeri mamul üretimi için direkt satışı ortadan kalkacak. Bu özelleştirmelerden tarımsal KİT’lerde çalışan işçiler de nasibini alacak. Türkiye çapında alım yapan 13 birlikte istihdam edilen 15 bin işçinin büyük bir kısmının çıkarılacağı, hazırlanan “tarım birlikleri reformu” tasarısında açıkça ifade ediliyor.
KİT’lerin tasfiyesi, kamu bankalarının özelleştirilmesi ve bu bankaların üreticiyi sübvanse edici işlevinin kaldırılması kararlarıyla birlikte yapılıyor. IMF’ye kredi faiz oranlarının artırılması ve faiz sübvansiyonlarının aşama aşama kaldırılması yönünde verilen sözler üzerine hemen harekete geçen yetkililer, Ziraat Bankası’nın üreticiye verdiği kredi faiz oranını yüzde 74 olarak belirlediler. Bu kredi faizi oranı, üreticinin iflasa sürüklenmesi demektir.

TÜRKİYE’DE DESTEKLEME YÜKSEK Mİ?
Tarımsal desteklemenin boyutlarını belirlerken kullanılan iki ölçütten birincisi, Üretici Sübvansiyonu Eşdeğeri (ÜSE); ikincisi ise, Tüketici Sübvansiyonu Eşdeğeri (TSE)’dir. Birinci ölçüt çiftçilere sağlanan tüm sübvansiyonların tarımsal üretim değerine oranı olarak tanımlanır. Daha açık bir ifade ile üreticinin eline geçen 100 liranın ne kadarının sübvansiyonlardan oluştuğu ÜSE ölçütü ile belirleniyor. Destekleme tüketici fiyatlarına ne kadar yansıyor? Veya tüketiciler sırf tarıma sağlanan destekler nedeni ile ne kadar fazla fiyat ödüyor? Bu soru da TSE hesabı ile yanıtlanıyor.
1979–1990 yılları arası incelendiğinde OECD ülkelerinin her birinde, hem üretici hem de tüketici bakımından destekleme göstergelerinin Türkiye’yi 2,5 kat aştığı görülür. Bahsedilen dönemde ortalama, OECD’de ÜSE yüzde 40, Türkiye’de yüzde 14’tür. Aynı dönemde TSE OECD’de yüzde 31, ülkemizde ise yüzde 14. Yani Batıda üreticilerin eline geçen paranın yüzde 40’ı tarımsal desteklemeden gelirken, Türkiye’de üreticinin eline geçen paranın sadece yüzde 14’ü desteklemeden geldi. (Veriler, Haluk Kasnakoğlu’nun ODTÜ Geliştirme Dergisi’ndeki makalesinden alınmıştır. —1992, Cilt 19.-)
1990’lardan sonraki gelişmeleri anlamak için 1993–1998 yılları arasında OECD ülkeleriyle Türkiye’yi kıyaslayan çalışmalara baktığımızda, GATT anlaşmasının katkısıyla ( GATT anlaşması, ülke içi toplam tarım desteklemelerine gelişmiş ülkeler için 6 yıl sonunda yüzde 20, azgelişmiş ülkeler içinse 10 yıl sonunda yüzde 13,3 olmak üzere AMS olarak tanımlanan bir üst sınır getirmektedir.) 1994 yılı sonrasında batıda sübvansiyonların göreli ağırlığı azalma eğilimi gösterirken, Türkiye’de artış gösterse de Türkiye’deki destekler OECD ortalamasının altında kalmaktadır. Bahsedilen dönemde, Türkiye’de ÜSE yüzde 31, OECD’de ise yüzde 39. (Rakamlar, Erol Çakmak ve Haluk Kasnakoğlu’nun Türkiye Ziraatçılar Derneği’nin Temmuz 1999’daki kongresine sundukları tebliğden alınmıştır.)
Destek fiyatları bütün ülkelerde Türkiye’den fazla olmasına rağmen desteklerin fazla olduğunu iddia edenler, tarımsal desteklemenin milli gelire oranı rakamlarını ortaya atarak gerçekleri çarpıtıyorlar. 1993–1998 ortalaması olarak tarımsal desteklemenin milli gelire oranı OECD’de yüzde 1,4, Türkiye’de ise 4,7’dir. Bu rakamlara dayanarak desteklemenin fazla olduğunu iddia edenler bilinçli bir şekilde, Türkiye’de tarım kesiminin milli gelir içindeki payının OECD ülkelerini 10 kat aştığı gerçeğini görmezden geliyorlar. Kaldı ki, kişi başına ödenen sübvansiyonların dolar cinsinden değeri OECD’de Türkiye’yi 14 kat aşmaktadır.

TÜRKİYE İTHAL ÜRÜN PAZARI OLUYOR
Tarım girdilerine yüzde 100 zam gelirken ürünü en çok yüzde 25 artış gören, ABD’li ve AB’li üreticiler yüzde 39 dolayında sübvanse edilirken kendisinin yüzde 5 sübvanse edilmesi çok görülen, mazotu dünya fiyatının üç, traktörü ise 2,5 katına alan üretici, AB’nin elinde biriken stokları eritmek için büyük oranlarda ihracat sübvansiyonları uyguladığı bir ortamda, ithal ürünlerle nasıl rekabet edecek?
Tarım ürünlerine ithalat sınırlamasının getirilmediği böylesi bir ortamda, ülkemizin ithal ürün cenneti olması kaçınılmazdır. Yapılan ithalat-ihracat oranı incelendiğinde bu gerçek kendisini göstermektedir. Örneğin; işlenmiş tarım ürünlerinde Türkiye’nin AB’ye ihracatı 1995 yılından itibaren değişmezken Türkiye’nin AB’den ithalatı yüzde 30 ile 35 arasında artış gösteriyor.
“Tarım reformu” adı altında hayata geçirilmeye çalışılan uygulamalar bu oranı ülke aleyhine daha da büyütecektir.

Ağustos 2000

Tarım politikalarında kırılma noktası: Trakya üretici köylü kurultayı

Tarıma yapılan desteğin sıfırlanması, özelleştirmelerin hızlandırılması, kamu bankalarının elden çıkarılması, Tariş, Çukobirlik, Fiskobirlik, Antbirlik, Trakyabirlik gibi KİT’lerin tasfiyesi, kooperatiflerin bünyesindeki sanayi kuruluşlarının özelleştirilmesi… Türkiye’ye yapılan bu dayatmaların listesine, IMF ile yapılan her yeni kredi anlaşmasında yeni yeni maddeler ekleniyor. Hortumlanarak batırılan bankaları kurtarmak için harcanan paranın yarısı kadar kredi alabilmek için, bu dayatmaları harfiyen uygulayacaklarına dair niyet mektubu üzerine niyet mektubu veren hükümetler ise, son 20 yılda, özetle şu uygulamaları hayata geçirdiler:
Gümrük Birliği ile koruma duvarları kaldırıldı, tarım ürünleri ithalatı serbest bırakıldı. Tarım girdilerine sürekli zam yapılırken, ürün fiyatları düşük tutuldu. Tarımsal KİT’ler ve KİK’ler bir bir özelleştirilmeye başlandı. Belli ürünlerdeki kota uygulaması hızla yaygınlaştırıldı. Sübvansiyonlar kaldırıldı. “Reform” adı altında yeni yıkım paketleri hazırlandı (57. Hükümet tarafından uygulamaya konan son, “tarım reformu”nun içeriği ve doğuracağı sonuçlar geniş bir biçimde Özgürlük Dünyası’nın 102. Sayısında yer alıyor).
Sermayenin uluslararası hareketi ve emperyalist ülkelerin uluslararası ticaretteki “denge” arayışlarının bir sonucu olarak hayata geçirilen bu uygulamalar, birçok üreticiyi yok oluşa sürüklerken, birçok üretici köylünün de tepkisini ve öfkesini iyice kabartıyor. Taban fiyatlarına, çevre ve toprağın kirletilmesine veya üreticinin canını yakan başka bir duruma duyulan tepkiyle yapılan eylem ve mitinglerde, “Kahrolsun IMF, yaşasın bağımsız Türkiye” sloganının son dönemlerde öne çıkması bir şeylerin sinyalini veriyor: Türkiye üreticisinin onu yok oluşa sürükleyen düşmanlarının, IMF ve işbirlikçi hükümet olduğunu görmeye başladığının sinyallerini…
Bu küçük sinyaller bugün için, 19 Kasım 2000 tarihinde Babaeski Düğün Salonu’nda düzenlenen “Trakya Üretici Köylü Kurultayı” ile başka bir boyut kazandı. Bu kurultay, kapitalizmin girdiği ekonomik krizlerin sonucunda emperyalist ülkelerin, ürettikleri fazlalığı değerlendirebilmek için Türkiye’yi pazar haline getirme hedefleri doğrultusunda dayattıkları anlaşmalara uygun olarak, hükümet tarafından hayata geçirilen tarım politikalarında, bir kırılma noktası niteliği taşıyor. Çünkü Trakya Üretici Köylü Kurultayı’nda bir araya gelen üreticiler, doğrudan, hükümetin izlediği ve emperyalist büyük devletlerle, uluslararası tekellerin çıkarlarını temel alan tarım politikasını protesto ettiler. Sadece protesto etmekle kalmayıp, kurultayda, mücadelelerini ülke sathına yaymak ve birleştirmek üzere bir üretici köylü sendikası kurma kararı aldılar.

UYGULAMALAR TALEPLERE ZIT
Trakya köylerinde üreticilerin, hükümetin programı ve üretici taleplerinin birbirine taban tabana zıtlığını fark ederek bir “bilinç sıçraması” yaşadıklarını, gerek kurultaydaki köylülerin konuşmalarında, gerekse kurultay çalışmaları sırasında yapılan sohbetlerde görmek mümkün. Yazının ilerleyen kısımlarında Kurultay’dan ve köy kahvelerinden aktarılacak olan “anekdot”lar bu bilincin ve çalışmanın niteliğinin göstergesi olacak.
Mazot, gübre, tohumluk, ilaç, römork, yedek parça, işçi ücretleri gibi tarım girdilerindeki artışla ürünün fiyatı arasındaki uçurumun aleyhine büyüdüğünün ve bu gidişle kendisinin yakın zamanda üretim yapamayacağının farkında olmayan üretici yok.
Kısabileceği tüm girdileri kısan üreticilerin şu andakinden daha az maliyetle üretim yapma şansları yok. Örneğin, tarımın önemli girdilerinden biri olan kimyevi gübrenin, Türkiye’de dekar başına kullanım oranı 80 kilo. İngiltere’de bu rakam 350 kiloyu aşarken, Fransa’da 400 kiloya yaklaşıyor. Tabii bu durum verimi de etkiliyor. Batılı ülkelerde verim dekar başına 1000 kiloyu geçtiği halde Türkiye’de ortalama 200 kilo, hatta kuru tarım yapılan bölgelerimizde 100 kiloya kadar düşüyor. Gübresiz verim elde etmenin imkânsız olduğunu bilen üreticiler, aynı zamanda özel sektörün gübre sanayisini tamamen ele geçirmesi halinde, bugünleri de arayacağının, fiyatların iyice artmasıyla da gübre kullanamayacağının, dolayısıyla üretemeyeceğinin farkında.
“Türkiye’de son 10 yıl içinde gübre fiyatı enflasyon rakamlarının hep çok üzerinde bir artış gösteriyor. 1979 yılında gübre fiyatı 110 kuruş, buğday fiyatı ise 7,5 lira. O zaman bir kilo buğday fiyatına 7 kilo gübre alan üretici bugün yarım kilo ancak alabiliyor. Gübre piyasası zaten büyük ölçüde özel sektörün elinde. İstedikleri zaman istedikleri gibi zam yapıyorlar. TÜGSAŞ ve İGSAŞ’ın özelleştirilmesiyle piyasaya da tamamen özel sektör hâkim olacak. Fiyatların katlanarak artacağından kimsenin şüphesi yok.” (Kadriye Köyü’nden üretici köylü Fahrettin Özden.-Kadriye Köyü’nden üretici köylü Fahrettin Özden tarafından verilen rakamlar, Devlet Planlama Teşkilatı istatistiklerince de doğrulanıyor.)
Hükümet, sübvansiyonları kaldırırken, Trakyalı üreticiler gübrede devlet desteğinin, eskisi gibi, en az yüzde 50 olmasını talep ediyorlar.

ÖZELLEŞTİRMELERİN ACI DENEYİ
Taleplerini sadece bir noktayla sınırlamayan ve birçok gelişmeye bütünsel bakan Trakyalı üreticiler, TÜGSAŞ ve İGSAŞ’ın özelleştirilmesine karşı çıkarken, yaşadıkları acı deneylerden yola çıkıyorlar.
Süt Endüstrisi Kurumu (SEK), Et ve Balık Kurumu (EBK) ve yem sanayisi, özelleştirme adı altında holdinglere teslim edildikten sonra üreticilerin etini ve sütünü maliyeti karşılamayan fiyatlardan satmaya başladığı, geçmişte bir kilo süt karşılığında üç kilo yem alabilen üreticinin, artık, ancak bir kilo yem alabildiği bir duruma gelinmişken, birlik ve kooperatiflere bağlı sanayi kuruluşlarının, tarımsal KİT’lerin özelleştirilmemesi gerektiği daha çarpıcı biçimde açıklık kazanıyor.
Gelinen noktada üreticiler hükümetin uygulamalarının aksine, canlı hayvan, et ürünleri, hayvansal gıda ithalatının tamamen yasaklanmasını ve hayvancılığa ucuz krediler verilmesini talep ediyor.
İthalat yasağı talebini, bu ülkede üretilen tüm tarımsal ürünlerin yasaklanmasına kadar genişleten Trakyalı üreticiler, şeker pancarında yaşadıkları deneyin böylesi bir talebi doğurduğunu ifade ediyorlar. 1993 yılında Tansu Çiller’in pancar fiyatını ancak maliyetini karşılayacak düzeyde açıklamasının ardından gösterdikleri tepki karşısında aldıkları, “Gerekirse Türkiye’nin şeker ihtiyacını ithalatla karşılarım” cevabı sonrasındaki gelişmeler, ithalatın yasaklanması gerektiği düşüncesini uyandırmış, Trakya köylüsünde. Piyasayı ithal şekerlerin kapladığı durumda, kendisinin şeker fabrikalarına teslim ettiği pancarın, işlenip şeker olarak piyasaya sürülmesinden çok çok sonra ürün bedelini tahsil edebilmesinin, yok oluşa itilmek, ileride üretim yapamayacak hale getirilmek olduğunun farkında.
“1999 yılında 27 bin lira olarak belirlenen pancar fiyatı bedeli Mayıs’a kadar ödenmedi. Trilyonlarca alacağımızı, üreticiler olarak 6 ay tahsil edemedik, ayni ve nakdi yardımların dışında. Dolar, ürünlerimizi teslim ettiğimizde 400 bin liraydı. Bu kaybın dışında devletten alacağını zamanında tahsil edemeyen üreticiler, bahar ve yaz ürünlerini ekebilmek için yüksek faizli kredi aldı. Buradaki kaybı da katarsanız, üreticilerin eline geçecek olan 27 bin lira eline geçmeden sıfırlandı. Bu yıl ise tüm pancar üreticileri ürünlerini teslim etmiş olmasına rağmen henüz pancarın fiyatı açıklanmış değil.” (Muammer Erenler, Babaeski Ziraat Odası Başkanı ve Düğüncülü köyü pancar üreticisi).
Tüm bunlara bir de kota uygulaması eklenince üreticinin iyice beli bükülmüş durumda. Çünkü üretici, kota hakkı kadar pancar üretemezse ürünün bedelini yarı fiyattan alıyor. Aynı durum kotasından fazla ürün teslim etmesi durumunda da geçerli. Şiddetle kota uygulamasının kaldırılmasını talep eden pancar üreticileri, her geçen gün üretimi azaltmak zorunda bırakılmalarının ardında, onlara pancar ürettirmek istemeyen emperyalist politikaların yattığının da farkındalar. Bu bilinçle, Türkiye’deki 28 şeker fabrikası içerisinde en kaliteli üretimi yapan Alpullu Şeker Fabrikası’nın kapatılmasının sebebini, hiç tereddütsüz, “İthal şekere pazar açmak ve özel fabrikalara iş yaptırmak” olarak açıklıyorlar.

PİYASADAKİ YABANCI HÂKİMİYETİ
İthalata izin verilmesiyle birlikte, Türkiye tarım ve hayvancılığının yağma ve talana açılmasına tepki duyarak, ithalatın yasaklanmasını isteyen Trakyalı üreticiler, yabancı tekellerin piyasayı sadece tarım ürünleriyle kaplamadığının bilincinde: “Yabancı sermayeye kucak açtılar. ABD’lisi, Japon’u gelip yem fabrikası kurdu. Bizim yem çıkaracak gücümüz yok mu? Ayçiçeği tohumu ‘Paynır’ marka, mısır tohumu ‘Cargil’, yonca tohumunun markası Askrov’. İnekler yabancı, motorlar yabancı. Kısacası içimiz dışımız yabancı.” (Hedeyli köyünden üretici Hasan Tepe’nin Kurultay konuşmasından).
Yaşadıkları acı deneylerden yola çıkarak kota uygulamasına, tarım ürünleri ithalatına, tarımda devlet desteğinin kaldırılmasına, tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesine karşı çıkan üreticiler, kendi talepleriyle hükümetlerin uyguladıkları tarım politikalarının her noktasının çeliştiğini bir kez daha haykırırken, beraberinde, emperyalist tarım politikalarına da karşı çıkıyorlar:
“Türkiye’nin tarım politikalarını IMF ve Dünya Bankası belirlemektedir. Hangi ürünün kaç para edeceğine, hangi ürünün ne kadar ekileceğine, ne kadarının satın alınıp, ne kadarının çürümeye terk edileceğine, ithalata, faize hep başkaları karar vermektedir.” Kurultaydaki bir köylünün konuşmasından alınan ve bir karşı çıkışı özetleyen bu sözler, bütün köylülerin dilinde “Tarım politikalarını Cottarelli belirleyemez” cümlesinde somutlaştı.

ZEHİRLEYEN SANAYİYE TEPKİ
Yıllardır yürütülen politikalarla, tarımı dışa bağımlı hale getiren, değerli tarım arazilerini, doğa düşmanı emperyalist tekellerin talanına açan, uygulanan fiyat politikasıyla, köylülüğü açlık sınırına iten burjuva hükümetlerinin, tüm bunları, “sanayileşme olmazsa olmaz” ifadeleriyle meşrulaştırmalarına da tepki duyuyor, üreticiler. Tarımın temel dayanakları olan toprağın, havanın, suyun kirletilmesine şiddetle karşılar. Trakya’nın can daman olan Ergene Nehri’nin, Şeytan Deresi, Kurudere ve benzeri tüm kolları da dâhil artık kahverengi akması, etrafa zehir ve pis koku saçması, içme sularını, yetiştirilen ürünleri zehirlemesi Trakyalı üreticilerde, çarpık sanayiye karşı çıkma bilincini geliştirmiş. Birçok köydeki arıtmasız sanayiye karşı tepki eylemleri de (Kırıkköy’deki kemik unu üreten Anıl Protein’e yönelik eylem, Kurudere’yi kirleten fabrikalar hakkında köylülerin suç duyurusunda bulunmaları vb. örneklerde olduğu gibi), bu bilincin göstergesi.

BURJUVA PARTİLERDEN KOPUŞ KAÇINILMAZ
Emperyalist politikalara açık ve net bir biçimde çıkışlarını aktardığımız üreticiler hakkında, hemen şu soru akla gelebilir: “Yıllardır, ‘Köylü milletin efendisidir’ sloganıyla uyutulan ve kendilerini yıkıma götüren sistemin uygulayıcıları olan burjuva partileri tarafından, birkaç on milyonluk nüfusuyla, oy deposu olarak görülen köylüler, düzen partilerine sırtını dönmüş müdür?”
Henüz “politik tercihleri”, oy verme zamanı tercih edeceği partiyi değiştirmemesine rağmen, Trakyalı üretici köylü, düzen partilerinden kopuşu sağlayacak bir süreç içindedir. Çünkü Kurultay öncesi yapılan çalışmalar, tepkili ve belli bir bilinç düzeyine ulaşmış tüm Trakya köylüsünü kucaklayacak şekilde başlatılmıştır. Politik tercihlerine ve partisine bakılmasızın muhtarlar, köy kooperatifi yöneticileri, köyünde sevilen bilinçli üreticiler bu çalışmaya dâhil olmuştur. Bu birliğin sağlandığını ve güçlü bir Kurultay’ın örgütlendiğini gören egemenler ve iktidarın yerel temsilcileri her zaman olduğu gibi bölmeye yönelik tutumlarını, provokatif politikalarını hayata geçirdiler. Kırklareli’nde köy muhtarlarını il ve ilçe mülki amirleri, “Bu işin arkasında tehlikeli bir güç var (Emeğin Partisi kastediliyor), kurultayda olay çıkacak. Kurultay Düzenleme Komitesine yüklü miktarda para geldi” ve benzeri sözlerle ‘psikolojik savaş’ politikalarını hayata geçirirken, derin devlet de boş durmadı, tabii. Kurultayın, tüm bu “psikolojik savaş” yöntemleri ve provokatif politikalara rağmen başarılı geçmesi ve kurultayda, hedefler arasında bulunan bir üretici örgütünün oluşturulması kararının çıkması ihtimalini de göz önüne alarak, bu çevreler, kurultay öncesi bu durumu da “baltalamaya” yönelik çalışmalarını sürdürdüler. Komitede aktif olarak yer alan ve muhtarlar arasında saygın bir yeri olan birkaç muhtarın önü tanımadıkları kişiler tarafından kesilerek, “Yahu muhtar, sen ne yapıyorsun. Eğer bir üretici örgütü kurarsanız, sizi bu örgütten atacaklar, başına ensesi kalın başka güçler oturacak, kullanılıyorsunuz. Bu işten vazgeçin” gibi sözlerle, kurultay komitesinden ve çalışmalardan çekilmesi istendi.
Tüm bu provokatif politikaların arkasında, üreticiler arasında yapay bölünmelerin ortadan kalkmış olması yatıyor, elbette. Oysa geçtiğimiz Ekim ayı içerisinde, İşçi Partisi taraftarı oldukları bilinen Köylü Gazetesi tarafından düzenlenen ve fırsatçı yaklaşımı dolayısıyla üreticiler tarafından ilgi gösterilmeyerek fiyasko ile sonuçlanan “Köylü Kurultayı” öncesi ne böylesi psikolojik savaş yöntemleri ne de başka bir kurultaya katılımı engelleyecek bir yöntem devreye sokulmuştu.
Kurultay öncesi üreticiler arasında birliği sağlayan ve tüm bunları aşarak başarılı bir kurultay örgütleyen bu çalışma, hedefleri doğrultusunda ilerledikçe ve mücadele keskinleştikçe, bu mücadeleye omuz veren üreticilerin, mücadelelerinin karşısına dikilen oy vermiş oldukları sermaye partilerinden, (bu partiler kendilerinin hayata geçirdiği bu programlardan vazgeçmeyeceklerine göre) hızla uzaklaşacakları bir gerçek. Her gün kilometrelerce yol kat ederek, uzak köyleri dolaşarak kurultay çalışması yürüten, DYP ve öncüsü olan partilerin dışında hiçbir partiye oy vermemiş 75 yaşındaki Sinanlı köylüsü İsmail Yüce’nin sözleri bu gerçekliğe dikkat çekiyor: “Bu çalışmayı yürüten hepimiz ayrı bir partinin kuyruğuna takıldık ama iş köylünün sorunlarına gelince hepimiz ortak hareket ediyoruz. Ben partiyi aradan kaldırıyorum. Seçim dönemi gene oyumu partime veririm ama partim köylüler olarak kuracağımız sendika ya da başka bir örgütü tanımazsa beni yanında bulamaz. O zaman ben de partimi tanımam.”
Kurultaydaki hava da çalışmaların ısrarlı bir şekilde kurultay sonrasında sürdürülmesi halinde bu sürecin hızlanacağı yönündeydi. Bu durumun en güçlü kanıtı ise, kurultayda söz alan her konuşmacının yapay ayrımları ortadan kaldırmak ve üreticileri birlikte hareket etmeye yönelik olarak vurguladığı, ‘Politika yapmak yok’ sözünün içeriği. Bu içeriği, İhsan Çaralan’ın, Yeni Evrensel gazetesinde 21 Kasım 2000 tarihinde yayınlanan ve kurultay izlenimlerini aktaran yazısından alıntı yaparak açalım: “… ‘Politika yapmak yok’ diyerek aslında bugüne kadar kendilerini aldatmış olan düzen partileriyle aralarına mesafe koymak istiyorlardı. Bugüne kadar onlar tarafından bölünüp parçalanmış olmalarından çıkardıkları ders olarak; ‘henüz vazgeçmediği partisinden, ‘karşı parti de vazgeçerse o da ona uyarak vazgeçeceği bir uzlaşma’ olarak ‘Politika yok’ uyarısını yapıyorlardı. Aslında bir başka politikada, emeğin, emekçinin çıkarları doğrultusunda bir politikada birleşmek için ‘Sermaye partileri çizgisinde bir politikaya hayır’ diyordu köylüler. Nitekim Abdullah Varlı’nın Türkiye’nin tarımının 1950’lerden bu yana kimler tarafından nasıl bu noktaya getirildiğine dair, baştan aşağı politik açıklamalarının coşkuyla alkışlanması ve pek çok köylünün Varlı’nın telefonunu ve adresini alması, yeniden yeniden konuşmak için arayacaklarını belirtmeleri; köylünün aslında ‘Politika yok’ derken, düzen partilerinden kopma isteğinin ifadesinden başka ne anlama gelebilir?”

GÜÇLÜ ÖRGÜT ARAYIŞI
Somut talepleri ve bu talepleri elde edememesi halinde yok olacağının farkında olmasına rağmen, bugüne kadar yaptıkları mitinglerden sonuç alamamanın da etkisiyle karamsarlık taşıyan Trakya köylüsünün harekete geçmemesinin en büyük nedeni üretici kurumlarının etkisizliği. “Nüfusunun yüzde üçü veya beşi tarımdan geçinen ülkelerdeki çiftçi kuruluşları, ekonomik açıdan devlet kadar güçlü. Bizim nüfusumuzun yarısı topraktan geçimini sağladığı halde ziraat odalarımızın yasal gücü yok. Tarımsal kooperatiflerimiz var. Son derece önemli kuruluşlar. Ama devlet ve hükümetler onları geliştirmemek için her türlü engeli çıkarıyor. Hatta IMF’nin gönlünü yapabilmek için gözden çıkarmış durumda…” “Bizim 20’ye yakın kuruluşumuz var. Ama bunların çoğu batık vaziyette. Artık ülke çiftçisine hizmet edemez hale gelmiş…” Kurultay konuşmalarından alınan bu pasajlar, önemli olmasına rağmen üreticilerin, tarımla ilgili kuruluşlara iki nedenle güvenmediğinin göstergesi. Birincisi, devlet eliyle kurulmuş olan Türkiye Ziraat Odaları, Tarım Satış Birlikleri, Tarım Kredi Kooperatifleri, TMO, TZDK ve daha birçok tarımsal kurum ve kuruluşun yasal gücünün olmaması… İkincisi ise, bu kurumların birçoğunun başında, bu kurumları soyan, bu kurumlara çöreklenmiş ve kurumları kendilerine çıkar sağlamanın, ucuz ve bol kredi türünden avantajlar yaratmanın aracına dönüştürmüş olan burjuva parti temsilcilerinin bulunması.
Üreticinin doğrudan söz sahibi olduğu, tarım politikaları üzerinde söz söyleyebilen, fikir üretip onların belirlenmesinde dolaysız rol oynayan, taban fiyatlarını belirleyen, en geniş üreticiyi, onların talep ve çıkarları üzerinde bir araya getirebilen bir üretici örgütü arayışında olmasını dikkate alan Kurultay Düzenleme Komitesi, tarihi bir karar aldı: Merkezi ve güçlü bir sendikal çalışmanın başlatılması.
Üreticiler içerisinde büyük bir heyecan yaratan bu karar, tabandan gelişen ve en geniş kesimi kucaklayan bir çalışmayı başlatan Kurultay Düzenleme Komitesi tarafından, hızla diğer bölgelere yayılmalıdır. Trakya’daki bu çalışma, diğer bölgelerden gelerek kurultaya katılan köylülerde de heyecan ve büyük bir umut doğurmuştur. Bu çalışmanın başarısı, diğer bölgelerde hareketin ivmesini hızlandıracağının sinyallerini vermiştir.

MÜCADELE İÇERİSİNDE YÜKSELECEK
Kurultay’da alınan üretici sendikal girişim çalışmalarının başlatılması kararının en önemli özelliği, soyut bir sendika çağrısının ötesinde, temelini mücadelenin oluşturduğu, mücadele üzerinde yükselen bir tarzı benimsemesi ve bu yönde somut kararlar alması. Trakya’nın can damarı Ergene Nehri’nin artık Ergene Ovası’na hayat vermemesi ve bu işte kendilerinin en ufak bir suçunun bulunmadığını, sorumluların, birinci dereceden tarım alanında, altyapısız, çarpık sanayiye izin verenler olduğunu bilen Trakyalı üreticileri buradan harekete geçirme düşüncesi bu somut kararlardan sadece bir tanesi.
Ergene’nin kirletilmesinin durdurulması için bir dizi devamlı girişim ve mücadelenin başlatılması ve aynı zamanda sürdürülmesi için kurultay komitesine aktif görev veren bu karar, Bergamalıların siyanür zehrine verdikleri mücadelenin nüvelerini bağrında taşıyor. Mücadelenin Bergamalıların verdiği mücadele boyutuna ulaşması eylem, miting, hukuki mücadele ve benzeri araçların hayata geçirilmesine bağlı. Bir sendika kurup üye kaydetmeyi tercih etmek yerine üretici mücadelesini yükseltmeyi ve bunun üzerine oturan bir üretici sendikası kurmayı hedefleyen Kurultay Düzenleme Komitesi’nin bütün araçları kullanacağından şüphe yok. Sorun, GAP’taki yağmaya karşı bölge köylüsünü, diğer bölgelerde benzer sorunları yaşayan kayısı, pamuk, tütün, çay, fındık, zeytin üreticisini harekete geçirmek için de çalışmaları acilen başlatmak.

ANTİ-EMPERYALİST DAMAR
ABD ve Avrupa ülkelerinin tarımda da tekelleşmeleri sonucu kendi çıkarlarını ve yarattıkları pazarı koruduklarının farkında olan ve oradan gelecek ürünlerle piyasada rekabet etme şanslarının olmadığını bilen Trakya üreticisinin talepleri antiemperyalist bir nitelik taşımaktadır. Yazı boyunca kurultaydaki üreticilerin konuşmalarından ve kurultaya katılan köylülerle karşılıklı sohbetlerden yapılan alıntılar, bunun göstergesidir.
Köylere gidildiğinde, girilen her kahvede, ithalatın yasaklanmasını, verimli topraklar üzerine kurulmuş olan sanayinin kapatılmasını ya da çevreye zararının asgari seviyeye indirilmesini, yeri geldiğinde gümrük duvarlarına barikat kuracak güçlü bir üretici örgütünün gerekliliğini dile getiren her üretici, bilerek ya da bilmeyerek onu yıkıma sürükleyen politikalara karşı anti-emperyalist bir mücadeleyi dillendiriyor. Güçlü bir üretici örgütünün yaratılması halinde bu mücadeleyi vermeye hazır gözüken Trakya köylüsünün düzenlediği kurultayda alınan, “Tarım temel bir sektördür. Tarım politikalarını IMF ve Dünya Bankası belirleyemez. Bunların belirlediği değil, ulusal tarım politikaları uygulanmalıdır” yönündeki karar ülke üreticisinin geleceği açısından son derece önemlidir. Emperyalizmle çelişen, ulusal tarım politikalarının hayata geçirilmesini talep eden üreticiler, mücadelenin yükselerek ete kemiğe bürünmesi durumunda, hiçbir zaman emperyalizme karşı olan tarım politikalarını hayata geçiremeyecek olan sermaye partilerinden tam olarak kopmaya da hazırdır.
Ülke toprakları ve kaynaklarının Eurogold tekeli şahsında emperyalistlere peşkeş çekilmesine karşı çıkan ve Kuva-i Milliye’den, kurtuluş savaşından söz eden Bergama köylüsünün, Yatağan, Kemerköy’de çokuluslu şirket temsilcilerine barikat kuran santral işçilerinin gördüğü, düzenin güçlerinin ihaneti, şimdi Trakya köylüsü tarafından görülecektir. Bu, kurultayda alınan kararların hayata geçmesi, ısrarlı bir çalışmaya bağlıdır. Trakya köylüsünün başarısı hiç kuşku yok ki, aynı sorunları can yakıcı bir şekilde hisseden Anadolu köylüsünü de harekete geçirecektir.
Trakya Üretici Köylü Kurultayı, yıllardır tarımda uygulanan “yapısal uyum programlarında”, “tarım reformu” paketlerinde bir kırılma noktasıdır. Ya süreç alternatif politikaların yaratılmasına doğru ilerleyecektir ya da bu kırık, sermaye tarafından onarılarak üretici köylülük yok edilecek, ülke, uluslararası tarım tekellerinin açık pazarı haline gelecektir.

Aralık 2000

EK-1
KURULTAY SONUÇ BİLDİRGESİ
19 Kasım 2000 tarihinde Babaeski’de yaptığımız Trakya Üretici Köylü Kurultayı’nda bir kez daha görüldü ki; IMF ve Dünya Bankası programları ile yönetilen Türkiye tarım ve hayvancılığı batma noktasına gelmiştir. Bu uygulamada IMF ve DB azmettirici, hükümetler uygulayıcı durumdadırlar.
Türkiye gelişmiş ülkelerin tarım ürünleri yönünden açık pazarı haline getirilmek istenmektedir.
Tarım ürünleri ithalatında hemen her kalem malda görülen büyük artışlar bunu açıkça göstermektedir. Tarım girdilerine hemen her gün yapılan zamlar maliyetleri artırırken, başta pancar olmak üzere birçok ürünün taban fiyatı halen açıklanmamakta, açıklanan fiyatlar da maliyetin altında olmaktadır. Bunun sonucunda bizler her geçen gün yoksullaşmaktayız. Tarımsal KİT’ler özelleştirilmekte, bazı ürünlerin ekiminde kota uygulaması başlatılmaktadır. Kooperatifler ve birlikler işlemez hale getirilmiş, üretici kredi faizleri yükseltilip, kredi alımları zorlaştırılmıştır. Ziraat Bankası özelleştirme kapsamına alınmıştır.
30 milyon dolayındaki biz üreticiler Cumhuriyet tarihinde görülmemiş ölçüde mağdur durumdayız.
Hâlbuki tarım bir ülke için stratejik bir sektördür. Temel gıda maddelerinin yokluğu, tarıma bağlı olarak sanayinin çökmesi, gelişmiş ülkelerin yağmasına bu sektörün de pervasızca açılması, aynı zamanda doğrudan bağımsızlık sorunuyla ilintilidir.
Bu uygulamaları dayatan IMF ve DB ve uygulayan hükümetler bizim örgütsüz ve dağınık olmamızdan cesaret alıyorlar. Kurultayımız bu dağınıklığı ve örgütsüzlüğü ortadan kaldıracak ilk adımdır. Amacımız kendimizi, çocuklarımızın geleceğini, ülkemizin yağma ve talana karşı, çıkarlarını savunmaktır. Örgütlü ve güçlü olursak bu mücadelede sonuç alabiliriz. Biz biliyoruz ki, Türkiye’nin dört bir tarafındaki üreticiler bizim gibi düşünüyor, çıkış yolu arıyorlar. Çıkış yolunun ilk adımı kurultayımız ve ortaya koyduğu talepler uğruna mücadeleyi sürdürmek ve 30 milyon dolayındaki üretici kitlesini tek çatı ve talepler etrafında birleştirmektir.

EK-2
TALEPLER
-Tarım temel bir sektördür. Tarım politikalarını IMF ve DB belirleyemez. Bunlar değil ulusal tarım politikaları uygulanmalıdır.
– Ergene Trakya’nın can damarıdır, kirletilemez. Bu duruma son vermek için gerekli tedbirler derhal alınmalıdır.
– Bazı ürünlere uygulanan kota derhal kaldırılmalı, Taban fiyatı maliyet artı yüzde 25 kâr üzerinden açıklanmalıdır. Ödemeler peşin yapılmalıdır.
– Tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi durdurulmalı, özelleştirmeler iptal edilmelidir. Ziraat Bankası’nın özelleştirilmesi durdurulmalı, yeterli, ucuz ve kolay kredi verilmelidir.
– Hayvancılık desteklenmeli, ucuz ve kolay kredi sağlanmalı, süt ve süt ürünleri et ve canlı hayvan ithalatı yasaklanmalıdır.
– Her türlü ham ve işlenmiş tarım ürünleri ithalatı yasaklanmalıdır. Gümrük Birliği anlaşmasının kabul edilip imzalanması tarıma önemli ölçüde darbe vurmuş, ithalat artmış, ihracat azalmıştır.
– Gümrük Birliği anlaşması iptal edilmelidir. Biz üreticileri, bu talepler uğruna birleştirebilen (Bunları daha da çoğaltabiliriz) yönetiminde doğrudan söz sahibi olduğumuz tarım politikaları, yerinde söz söyleyebilen, uygulamalarda dolaysız rol oynayabilen çıkarlarımızı ve haklarımızı koruyan bizim taraf olmamızı sağlayan, ulusal tarım politikasını savunan üretici köylü sendikası mutlaka kurulmalıdır.
– Biz 30 milyon dolayındaki üreticinin düşüce ve taleplerinin aynı olduğunu biliyoruz. Artık yeter, varlığımızı ve gücümüzü göstermek zorundayız. Sessiz kalamayız. Tüm üretici köylülüğü, belirtmeye çalıştığımız talepler ve Üretici Köylü Sendikası kurma ve çalışmalarında birleşmeye çağırıyoruz.

Küreselleşmenin kalesi sallanıyor

Küreselleşme; mal ve sermayenin dünya ölçeğinde hareketinin önündeki tüm ulusal engellerin kaldırılması, sosyal güvenlikten fikri haklara, belediye hizmetlerinden tarıma tüm yaşam alanlarının sermayenin kâr ve egemenlik alanına çevrilmesi süreci. Yani dünyanın, sermaye açısından, küresel bir serbest bölge haline getirilmek istemesinin adı. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) de sermayenin, bu hedefinin önünü açmak için, yapılandırdığı, en önemli kurumlarından biri, hatta en önemli kurumudur. DTÖ yaşamın her alanının ticarileştirilmesi sürecinde bütünlüklü bir sermaye örgütü biçiminde yapılandırılmıştır. Söz konusu örgüt, dünya genelinde mal ticaretini GATT Anlaşması eliyle; fikri mülkiyet hakları ticaretini TRIP Anlaşması aracılığıyla; hizmet sektörünü de GATS Anlaşması üzerinden küreselleştirme işini üstlenmiş durumdadır. DTÖ, bu anlaşmalar aracılığıyla yaşamın her alanını “boşluksuz” sarmalamıştır.
Dünya Bankası ve IMF’yi tamamlayıcı unsurlar olarak yörüngesine almış olan DTÖ, sıradan bir uluslararası kuruluş olmanın çok ötesinde, devletlerin, üzerinde mutabık kalınan kuralları uygulayıp uygulamadığını izleme ve yaptırımlar getirme yetkileriyle donatılmış bir kurumdur. Her üye devlet, bu kurumun yönettiği anlaşmaları yürüten “şubeler” konumuna yerleştirilmiştir.
DTÖ’nün, Katar’da gerçekleştirilen zirve öncesi, Katar’a gitmek isteyenlerin ülke giriş vizesini kendisinden alacaklarını duyurması, hatta vize onayı vermediği kişilerin zirve sürecinde ülkeye alınmamaları örneği bile, tek başına DTÖ hakkında önemli bir göstergedir. DTÖ Katar zirvesi öncesi bir “dünya hükümeti” gibi davranmış, bir ülkenin egemenlik hakkını kullanma yetkisini hiçe sayarak, kendisi kullanmıştır.
Kapitalizmin bu bütünlüklü ve etkili kurumunun, varlığı henüz on yılı bile bulmamış olmamasına (DTÖ 1 Ocak 1995’te kuruldu) rağmen, temeli sallanmaya başladı. Tıpkı küreselleşme üzerine öne sürülen tezler gibi (1990’ların başında küreselleşme savaşların, sınırların, ekonomik krizlerin ortadan kalktığı bir süreç olarak tanımlanıyordu. Dünya ölçeğinde yaşanan savaşlar, ekonomik krizler vb. gelişmelerin bir  sonucu olarak, artık kimse küreselleşmeyi bu olgularla tartışmıyor), DTÖ üzerine sürülen tezler de tartışılmaya başladı.
DTÖ’nün kuruluş amacına ilişkin genel olarak şu tezler öne sürülmüştü: Üye ülkelerin ticaret ve ekonomi alanındaki ilişkilerini geliştirmek. Hayat standartlarını yükseltmek. Tam istihdamı gerçekleştirmek, reel gelir ile gerçek talep hacmindeki istikrarlı artışı sağlamak, mal ve hizmet üretimi ve ticaretini geliştirmek. Dünya kaynaklarının sürdürülebilir kalkınma hedefine uygun bir şekilde kullanımına imkan vermek. Farklı ekonomik düzeydeki ülkelerin ihtiyaç ve endişelerine cevap verecek şekilde mevcut kaynakları geliştirmek. Çevreyi korumak…
Gelinen noktada, DTÖ, daha çok kuruluş amacındaki iddiaların karşısındaki tezlerle tartışılıyor. Tartışmalarda –DTÖ zirveleri de dahil olmak üzere– şu eleştiriler öne çıkıyor: “DTÖ ‘azgelişmiş’ ülkelerin kalkınma sorununa karşı duyarsız; az gelişmiş ülkeler açısından maliyetine aldırış etmeksizin bir ticaret liberalizasyonu peşinde koşuyor; çevre ve sağlık sorunlarına ilgisiz; zengin ve yoksul arasındaki farklılığı artırıyor; küçük ve yoksul ülkelere yaşam hakkı tanımıyor, küresel şirketler lobisince yönlendiriliyor…”
Meksika’nın Cancun kentinde 10 Eylül’de sonuç bildirgesi yayınlayamadan çöken Dünya Ticaret Örgütü zirvesi, İsviçre’nin Cenevre kentinde yapılmak üzere 15 Aralık’a ertelenmişti. Cenevre zirvesi ise, –DTÖ’ye üye 146 ülke temsilcisi bir araya gelemeden–toplanamadan çöktü. Zirvenin  toplanamadan çökmesi, DTÖ içerisindeki karşıtlıkların ve çelişkilerin iyice açığa çıktığının göstergesi. Yaşanan gelişmeler, zirvelere yön veren sermaye grupları kadar, emek cephesini de ilgilendiriyor. Bu süreç, işçi ve emekçilerin ekonomik, demokratik örgütlerine ve siyasi partisine, başta DTÖ’nün işleyiş süreci olmak üzere, küreselleşmenin tüm anti-demokratik, eşitsiz yapısını teşhir etme olanağı sağlamaktadır. Çöken zirvelere dair “niçin” ve ”nasıl” sorularının dayanağı olan olgularının araştırılması, değişim ve gelişmelerin dinamiklerinin anlaşılması için gereklidir. Emek hareketinin küreselleşmenin en “bütünlüklü” kurumu DTÖ’nun oluşum nedenlerini ve sonuçlarını sorgulaması, karşısında ne yapılabileceğini belirlemesi açısından son derece önemlidir.

BLOKLAR ARASI ÇATIŞMA VE GEÇİCİ UZLAŞMA ZİRVELERİ
Yapılan zirvelerin, zirvelerde yaşanan çatışmaların, rüşvetlerle satın almaların, oluşan kamplaşmaların kısaca hatırlanması, bütünlüklü bir sorgulamaya hizmet edecektir. Küresel bir liberalizasyonun (bundan dünyanın, uluslararası sermayenin kâr ve egemenlik alanına dönüştürülmesinin önündeki tüm engellerin kaldırılması anlaşılmalıdır) sağlanması amacıyla kurulan DTÖ, şu ana kadar 5 zirve gerçekleştirdi. Zirvenin ilki 1996 yılında Singapur’da, ikincisi 1998 yılında Cenevre’de, üçüncüsü 1999’da ABD’nin Seattle kentinde, dördüncüsü 2001’de Katar’ın başkenti Doha’da ve sonuncusu Meksika’nın Cancun kentinde yapıldı. Zirvelerdeki ilk sorun “milenyum turu” olarak adlandırılan Seattle’da patlak verdi. Seattle’a son derece kapsamlı bir ticaret raundunu başlatmak amacıyla gidilmişti, fakat iki büyük ekonomik blok AB-ABD arasında yaşanan tartışmalı hükümler yüzünden, raund, kapanış deklarasyonu bile yayınlayamadan kapanmıştı.
Seattle’da sokakları dolduran küreselleşme karşıtları, zirvenin sermaye açısından başarısızlıkla sonuçlanmasını bir zafer olarak adlandırıp algıladılar. Fakat uluslararası sermaye açısından iş burada bitmemiş, aksine yeniden başlamıştı. Başarısızlıkla sonuçlanan zirvedeki tıkanıklıkların aşılması açısından Doha’da yeni bir konferans yapılması kararlaştırılmıştı. Bu sefer işi sağlama almak isteyen, Seattle sonrası gizli müzakerelerini arttıran emperyalist sermaye temsilcileri, Doha öncesi kimi gayrı resmi toplantılar gerçekleştirdi. 25 Haziran 2001’de yapılan DTÖ Gayrı Resmi Genel Konsey toplantısında, ABD, AB ve Japonya’nın temsilcileri, Doha gündemini ortak bir kararla belirleyerek, bu kararların Doha gündemine taşınmasına karar verdiler. Emperyalist güçler ulus devletlerin önlerine çıkardıkları sorunları aşabilmek için, kendi aralarındaki çıkar çatışmalarına zirve öncesi son verme, baltaları bir süreliğine gömme kararı almışlardı. Az gelişmiş ülkelerin de ikna edilmesi için, kapitalist sistem içinde –tüm, açıklık, şeffaflık ve dürüstlük söylemlerine rağmen– çok sık başvurulan “rüşvet verme” yöntemi dahil, her yol denenecekti. Nitekim, Avrupa Birliği ile tek tek Afrika’lı hükümetler arasında yapılan bir dizi toplantıda, bu ülkelerin her birine, AB Komisyonu tarafından 50 milyon Euro tutarında rüşvet sözü verildiği basına yansıdı. Hiçbir yetkili de bu iddiayı yalanlamadı. Sonuç olarak Doha’da başlatılan raundta, MAI anlaşmasının kapsamı da dahil olmak üzere, küreselleşme karşıtlarının son 3,5-4 yıllık dönemde “hayır” dediği tüm neo-liberal girişimler görüşüldü, üzerinde mutabakata varıldı.
Doha’da, “merkez” ülkeler de, bir takım tavizler verecekleri yönünde vaatlerde bulunmuştu:
– Kalkınmış ülkelerin kendi tarım ürünlerinde sağladıkları, günde 1 milyar dolara yaklaşan sübvansiyonun büyük ölçüde azaltılması,
– Gelişmekte olan ülkelerin tekstil gibi ihracat potansiyeline sahip bulunduğu ürünlerde korumanın ve anti-damping uygulamalarının hafifletilmesi,
– Patent uygulamalarına; yoksul ülkelere ucuz ilaç sağlanmasını mümkün kılacak şekilde istisnalar getirilmesi vb.
Doha’da yapılan vaatler, yazılı metin haline getirilecekti. Ne var ki, zengin ülkeler, hazırlanmakta olan yazılı metni kelime oyunlarıyla kendilerine yonttular. Sonra da “Bir metin üzerinde anlaşma sağlanamadı” diyen Avrupa Birliği, ABD ve Kanada, Cancun’da yapılacak olan zirvede görüşülmek üzere, yeni bir metin hazırladılar. Bu yeni metin, az gelişmiş ülkelerin avantajlı olduğu mallarda ihracatın önünü açmak şöyle dursun, zengin Batı’dan yoksul ülkelere ihracatı daha da kolaylaştırmak üzere dizayn edilmişti. Yeni metin, Bolivya ve Kenya gibi en yoksul ülkelerin gelişmiş ülkelerden yapacakları ithalatta gümrüklerini % 80 indirmelerini öngörürken, Avrupa Birliği ülkeleri için gümrük indirim oranını % 28, ABD için % 24 ile sınırlıyordu. Yeni rapora göre, bir ülke ne kadar yoksulsa, ürünlerini ihraç etmek için ödeyeceği vergi de o kadar yüksek oluyordu. Bu düzenlemeler, DTÖ’nun ruhuna uygun olduğu kadar, yeni bir çatışmanın da habercisi niteliğindeydi.

YENİ İTTİFAKLAR VE ÇÖKÜŞ
Cancun Konferansı’nda da ”yeşil oda” taktikleri, azgelişmiş diye tanımlanan ülkelerin ikna edilmesi, satın alınması çabaları sürdü. Afrikalı parlamenterlerin verdiği örnek bunun kanıtı: ”Gece yarısından az sonra bakanlarımızı bir yeşil oda toplantısına sürüklenirken gördük. Uzmanlarına izin verilmedi. Sabahın 4’üne kadar ABD ve AB çıkarları doğrultusunda ve önceden kararlaştırılmış bir kararı kabul etmeleri için bakanlarımız aşırı baskı altında tutuldu.” ABD ve AB’nin tüm bu baskı çabalarına rağmen, zirvede yeni bir ittifak doğdu; Brezilya, Çin ve Hindistan’ın başını çektiği G-21 ittifakı. Bu ittifak, zirve boyunca ortak hareket etti. (Yeri gelmişken belirtelim, Türkiye çoğu orta gelir grubundan ülkelerin oluşturduğu bu ittifak içerisinde Gümrük Birliği’ni bahane ederek yer almadı).
Zengin ülkeler, özellikle tarıma yönelik devasa sübvansiyonlarından geri adım atmayıp, üstelik borç boyunduruğu altında tutulan yoksul ülkelerden taviz isteyince, yeni bir ittifakı doğuran Cancun zirvesi hiçbir ilerleme sağlanamadan çöktü. Çöken bu zirve, sadece merkez kapitalist güç odaklarının (AB, ABD) kendi aralarındaki çelişki ve çıkar çatışmalarının değil, aynı zamanda, “azgelişmiş” ya da “gelişmekte olan” diye tanımlanan ülkeler ile bu merkez güç odakları arasında çelişki ve çatışmaların da DTÖ’ye taşındığının göstergesiydi.
Cancun’da yaşanan hezimetin ardından, 15 Aralık 2003 tarihinde müzakerelere devam etmek üzere, yeniden, fakat bu kez, DTÖ’nün başkenti Cenevre’de toplantı yapılacağını duyuran DTÖ Sekretaryası, bir önceki toplantıyı tıkayan maddeleri gündem yapacağını açıkladı:
– Tarım konusunda bir anlaşmaya varılması,
– Tarım dışı ürünlerde (sanayi ve hizmet) piyasalara erişimi kolaylaştırıcı önlemlerin alınması için yapılacak müzakerelerin başlatılması,
– Pamukla ilgili görüşmelerin geliştirilmesi*…
Cenevre zirvesi öncesi bu sefer bir ilk gerçekleşti. Gelişmiş ülkeler, Cenevre görüşmelerinde yine tarımsal sübvansiyonları kaldırmayacaklarına ilişkin açıklamalar yapınca, Cancun’da çözümlenemeyen konuların tartışılması ve dünya ticaretinin serbestleşmesi önündeki engellerin kaldırılması için yapılacak olan zirve, başlamadan çöktü. Nitekim AB Tarım Komiseri Franz Fischler’in, Cenevre görüşmelerinden hemen önce konuyla ilgili olarak Roma’da yaptığı açıklamalar, gelişmiş ülkelerin niyetini ve konuya bakışını çok net ortaya koyar nitelikteydi. Fischler açıklamasında, Avrupa Birliği’nin elinden geleni yaptığını, yapabileceğinin bundan daha fazla olamayacağını belirterek, Cenevre görüşmelerinin de tıkanacağının sinyalini çok önceden vermişti.

YENİ KARTLAR: İKİLİ VE BÖLGESEL ANLAŞMALAR
Dünya Ticaret Örgütü’nün 2001 yılında Doha’da başlayan son tur toplantıları, 2004 sonuna kadar dünya ticaretinin serbestleştirilmesi yönündeki müzakerelerin tamamlanmasını hedefliyordu.
Cenevre’de yapılması planlanan zirvenin yapılmadan çökmesi, aynı zamanda, bu hedefin de tutturulmasını engelledi. Bu, küreselleşme ideolojisinin en önemli sacayağı olan, adeta doğal düzen gibi sunulan “dış ticaretin serbestleştirilmesi” hamlesinde bir kriz demekti.
Özellikle 1980’li yılların başında ekonominin dışa açılması, ödemeler dengesi sorunlarının çözümü, büyümenin hızlanması, gelişmişlik farklarının azaltılması için temel yönelim kabul edildi. Serbest ticaret, herkesin kazanabileceği bir oyun olarak sunuldu. Azgelişmişlerin gelişebileceği, gelişmiş ülkelerin refahlarını artırabileceği süreci başlatacak uluslararası bir “uzlaşı” olarak lanse edildi, serbest ticaret. DTÖ’nun söylemlerinde de “uzlaşı” iddiaları ön plana çıktı. Bu söyleme göre, devletler, serbest pazarlık masasına oturacaktır. Serbestleşmenin kapsamı ile yoğunluğu, tamamen devletlerin özgür iradeleriyle gerçekleşecektir. “Özgür irade” temel vurgudur. Oysa pratikte “en güçlü”nün özgür iradesine yenik düşülmekte, her şey yenilginin belirlediği özgür anlaşmalarla yapılmaktadır. Böylesi bir ortam, hem “en güçlü”lerin (ABD, AB) kendi, hem de yenik düşürmek istedikleriyle aralarında gerilimi artırıyor. ABD ve AB, aralarında var olan tarifeler, kota ve çelik savaşında olduğu gibi, tarım sübvansiyonları alanında da bir türlü uzlaşmaya yanaşmak istemiyorlar. Taraflar, sürekli olarak birbirlerini daha serbest bir dış ticaret uygulamaya davet ediyor, ama, kendileri somut bir adım atmaya yanaşmıyorlar. Uygulanan korumacı yaklaşımlarla bağlantılı tarife dışı engeller, kotalar, hele hele sübvansiyonlar, gelişmekte olan ülkelerin ticaretini, üretimini ve dolayısıyla yaşam standardını doğrudan tehdit ediyor.
Gelinen noktada, DTÖ, işlevini yerine getiremeyen bir kurum durumuna düştü. Bu, serbest ticaret anlaşmalarının ve bloklaşmaların artacağının bir göstergesi. Yapılacak olan anlaşma ve oluşturulacak olan bloklar, tarafların DTÖ’de yaşadıkları çatışmalarda ellerini güçlendirmeye hizmet edecek. Örneğin ABD, koz olarak kullanabileceği çift taraflı ticaret anlaşmalarını hızlandırdı. Şu ana kadar Şili ve Singapur ile ikili ticaret anlaşmaları imzalandı. Fas ve Avustralya’nın yanında tüm Orta Amerika ve 5 Güney Afrika ülkesi ile de karşılıklı pazarlıklar sürüyor. Birçok ülke de sırada bekliyor. Emperyalist bölgesel pazar ve strateji hamleleri hızlanıyor.
Serbest ticaret savunucuları tarafından yapılan ikili ve bölgesel “koalisyonlar” eleştirilerek, “bencilce” bulunuyor. Serbest ticaret savunucuları, Irak’a savaş açarken Birleşmiş Milletler’i açıkça hiçe sayan ABD’nin, şu anda da Dünya Ticaret Örgütü’nü dışlayarak, Latin Amerika ve Güney Afrika ülkeleriyle serbest ticaret anlaşmaları imzalamasını, dünya ticaret sisteminin tahrip edilmesi olarak yorumluyor. Yaşanan sürecin DTÖ’yü tamamen çökertmesinden endişe ediyorlar. DTÖ zirvelerinde sokaklara çıkıp alanları dolduranlar arasında da, DTÖ’nün çökmesinden endişe edenler var. Örneğin Küresel Adalet Hareketi liderleri, DTÖ’nün çökertilmesi değil, dönüştürülmesi gerektiğini savunuyorlar. DTÖ’ye adil bir ticaret sisteminin kurulması işlevini yüklüyorlar.
Azgelişmiş ya da gelişmekte olan diye tanımlanan ülkelerin önündeki engellerin kaldırılarak dünya ticaretindeki paylarının artırılması, ticarette göreceli bir adaletin sağlanması, ülkelerin, özellikle ülkelerin ekmekçilerinin yoksulluğunu ortadan kaldırır mı? Gelişmiş ülkelerin dünya ihracatındaki payları gerilese de, el koydukları katma değer sürekli artış gösteriyor. Gelişmekte olan diye adlandırılan ülkelerde sanayi ürünlerinin toplam üretim içindeki payı artarken, katma değer içindeki payları değişmiyor. Çünkü bu ülkeler, genellikle uluslararası şirketlerin uluslararası üretim zincirlerinin düşük vasıf gerektiren, düşük katma değer yaratan son halkasında yer bulabiliyor.

SADECE KAPİTALISTLERİ İLGİLENDİRMEYEN SORUNLAR
Küresel ticari serbestleşmenin kimin tarafından istendiği doğru saptanmalıdır. Küreselleşme, küresel kapitalist işbölümünün kendine biçtiği role, kıyısından köşesinden çeşitli biçimde tutunan, bunu yaparken de bir bütün olarak ulusunun “fedakarlığını”, ucuz emeğini pazarlık gücü olarak kullanan, azgelişmiş ülke kapitalistlerinin bir sorunu değildir. Bizzat, ucuz emeği pazarlanarak, iyice yoksullaşmasının önü açılan, emekçilerin sorunudur.
Marks ve Engels, Komünist Manifesto’da “modern devletin yönetimi, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir” tespitinde bulunmuşlardı. Bu tespit, DTÖ’da yaşananlar tarafından açık biçimde doğrulanıyor. Devlet, kendi egemenlik alanında bulunan kapitalistleri, bu alanın dışında kalan diğer kapitalistlere karşı bir bütün olarak temsil etmekte, onlar için pazarlık yapmaktadır. Devlet yönetiminin tüm burjuvazinin işlerini yöneten bir komite olma niteliği, DTÖ pazarlıkçı sisteminde, zirvelerde oluşturulan bloklarda iyice belirginleşmektedir.
Türkiye’nin zirvelere götürdüğü delegasyonun, TÜSİAD, TOBB, İhracatçı Birlikleri ve KOBİ temsilcilerinden oluşması, zirvedeki hükümet yetkilisinin kimin çıkarlarını savunduğunu ortaya koymaktadır. 1980’li yıllardan itibaren uluslararası kapitalist sisteme, dışa açılarak, eşitsiz eklemlenme sürecini hızlandıran Türkiye sermaye çevreleri, merkez ülkelerin politikalarıyla uyum içerisinde olduğu için, Türkiye, ticaret örgütü zirvelerinde, gelişmekte olan ülkelerin oluşturduğu bloklarda yer almamaktadır. Türkiye sermaye çevreleri, dünya ölçeğinde mal ve hizmet ticareti devlerinin yarattığı işbölümüne razı olarak kazanma yolunu tercih etmişlerdir.
Uluslararası sermaye çevrelerinin istediği ve Türkiye kapitalistlerinin de uyum gösterdiği düzenlemelerin hedeflerini, Yatırımlar, Rekabet, Ticaretin Kolaylaştırılması ve Hükümet Satın Almaları başlıklarından oluşan 4 ayrı çok taraflı anlaşmadan öngörebiliriz:  
Yatırımlar Anlaşması: Hedefi, yatırımcı (kapitalistler) haklarının, bedeli ne kadar ağır olursa olsun geliştirilip, güçlendirilmesi. Bu hedefi, “işverenlerin, işçiler ve sendikalar karşısındaki haklarının geliştirilip, güçlendirilmesi” biçiminde okumak, daha doğru olacaktır. Yeni İş Yasası bu amaca hizmet etmektedir.
Rekabet Anlaşması: Hedefi, rekabete engel olduğu ileri sürülen kamusal düzenlemelerin ortadan kaldırılması. Örneğin, bir ülke gelir dağılımındaki bozukluğu az da olsa düzeltme amaçlı politikalar uyguluyorsa ya da uygulamaya başlarsa, ve bu durum, herhangi bir sektördeki uluslararası yatırımcıların kârını olumsuz etkiliyorsa, bu anlaşmadan sonra, tüm bu tip uygulamalar, rekabet önünde birer engel olarak tanımlanabilecektir.
Ticaretin Kolaylaştırılması Anlaşması: Hedefi, tüm dünyanın bir serbest bölge haline getirilmesi ve böylece uluslararası şirketlerin özlemini duydukları kuralsız, örgütsüz, vergisiz, ticaret için her şeyin mübah sayıldığı, emeğin ise gerçek anlamıyla köleleştirildiği bir sistemin oluşturulması.
Hükümet Satın Almaları Anlaşması: Türkiye’deki adıyla İhale Yasası. Ulusal ölçekte, devletlerin, çeşitli ihale yöntemleriyle yaptıkları satın almaların, sadece ulusal şirketlerden yapılmasını ayrımcılık kapsamına alıyor, yabancı şirketlerin bu ihalelere yerli şirketlerle eşit haklarla girmesini öngörüyor. Gelişmiş teknoloji kullanımı dolayısıyla yığınsal üretim yapan güçlü şirketlerin, bu ihaleleri daha düşük fiyat vererek kolayca alabileceği ve burada bir eşitlikten söz etmenin mümkün olamayacağı apaçık ortada. Fakat daha önemlisi, mevcut ihale yasalarındaki ülke içinde üretim, istihdam yaratma, gibi koşulların kaldırılmak istenmesidir. Böylece, devlet satın almalarına talip yabancı şirketlerin, satış yapacakları ülkelerde fabrika kurması gerekmeyecek ve üretimi istediği yerde yapıp, farklı devletlere ihale yoluyla satış yapabilecekler. Dolayısıyla, İhale Yasası değişiklikleri, aslında yereldeki istihdamı birebir ve doğrudan etkileyecek değişikliklerdir.
Türkiye işbirlikçi sermaye çevrelerinin hararetle savunduğu bu düzenlemeler, ülke emekçileri açısından yoksulluk ve açlıktan başka bir anlam taşımayacağı açıktır. Bu nedenle, DTÖ’da yaşananlar, sadece kapitalistlerin bir sorunuymuş gibi algılanmamalı, işçi ve emekçi hareketi, bu sürece, kendi talepleri ve mücadele yöntemleriyle müdahale etmelidir.

GELİŞMELERİN ÇÜRÜTTÜĞÜ TEZLER
DTÖ zirvelerinin, ya da DTÖ’nün çökmesi, küreselleşmenin çökmesi anlamına gelmiyor. Küresel müzakereler sekteye uğrasa bile, ikili anlaşmalar üzerinden de olsa, bu sürecin uluslararası sermaye tarafından sürdürülmeye çalışılacağı açıktır. Çözüm, DTÖ ya da bu örgütün işleyiş mekanizmasında değil, üretim, bölüşüm ve mülkiyet ilişkileri ile bir bütün olarak kapitalist sistemin kendisinde aranmak zorundadır. Sorun, gelişmiş, gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkeler veya zengin kuzey–yoksul güney sorunu değil, işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasındaki çıkarların uzlaşmaz niteliğindedir. Bu yüzden, zengin kuzey ve yoksul güneyin taleplerinin, emekçi halk katmanlarını daha da yoksullaştıran ve ağır sömürü şartlarına sürükleyen kapitalist sistem içi çözüm önerileri olduğunu unutmadan, politika üretilmelidir.
Buradaki “sistemi içi” vurgusu, “milliyetçi”, “devletçi”, “üçüncü dünyacı” gibi tanımlamalarla özelleştirmelere, gümrük duvarlarının kaldırılarak ülke pazarının yağmaya açılmasına ve benzeri  gelişmelere karşı mücadeleyi reddetme tutumunu içermemektedir. Sermayenin giderek uluslararasılaşıp kozmopolitleştiği bir ortamda, fedakarlık çağrılarıyla “millileştirilen” emeğin, kendisine dayatılanı reddeden, küresel politikalara çomak sokan tutumu önemlidir. Emekçilerin özelleştirmelere, tarımsal düzenlemeler vb. politikalara karşı mücadelesi, salt istihdam ya da ücret mücadelesi değildir. Bu mücadele, merkez kapitalizme karşı duruşu içermek durumundadır.
Cancun’da G-21’in oluşturduğu ittifak, devletlerarası çıkar çatışmalarının belirleyiciliğini koruduğunu, bu çatışmaların her zaman uzlaşmayla çözümlenemeyeceğini gösterdi. Bu gelişme, aynı zamanda, küreselleşme sürecinde ortadan kalkan kavramın ulus devletler değil, bir zamanların devlet modeli olarak sermaye birikim sürecini beslemiş olan “sosyal refah devleti” olduğunu bir kez daha açığa çıkardı. Küreselleşmenin ulus devleti yok etmediği, sadece kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırdığı açığa çıktıkça da, “Ulus devletler öldü. Bu nedenle küresel politikalara karşı çıkmak yerine emeğin küreselleşmesini savunalım” tezleri çürüyor. Gelişmeler, sınıf hareketinin önünü berraklaştırıp, sis bulutunu dağıtıyor.

Cancun’daki G-21 Üyleri

Arjantin         Hindistan     Mısır
Kolombiya         Paraguay     Peru    
Brezilya         Kostarika    Çin   
Venezuella         Tayland     Küba   
Pakistan        Meksika     Şili
Güney Afrika     Filipinler     Bolivya
Guatemala         Nijerya     Ekvador

DTÖ kararlarının anlamı!

Dünya ölçeğinde egemen devletlerin hegemonyasına hizmet eden üç temel örgütten biri olan (diğerleri IMF ve Dünya Bankası’dır) Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) aldığı kararlar, işçi, emekçi hareketini doğrudan ilgilendiriyor. Bu nedenle, DTÖ kararlarının yakından izlenmesi ve göz önünde tutulması, hareketin taktiğinin geliştirilmesi açısından bir zorunluluktur. Dünya Bankası ve IMF’yi tamamlayıcı unsurlar olarak yörüngesine almış olan DTÖ’nün, devletlerin üzerinde mutabık kalınan kuralları uygulamamaları halinde yaptırım gücünün olması, DTÖ kararlarının doğru okunması halinde, emek hareketinin karşılaşacağı baskıların öngörülmesini sağlar.
Dünya Ticaret Örgütü’nün 27-30 Temmuz 2004 arasında Cenevre’de yapılan son toplantısında, başta tarım emekçileri olmak üzere, ülke emekçilerini yakından ilgilendirecek hayati önemde kararlar alındı. Söz konusu toplantı öncesinde uluslararası sermaye cephesinde endişeli bir bekleyiş hakimdi. Aynı endişe, başta köşe yazarları olmak üzere, Türkiye’deki tüm liberal kesimleri sarmıştı. Kimi liberal köşe yazarlarına göre, bir sonuç alınamaması halinde, “tamiri zor bir noktaya sürüklenme tehlikesi” bile vardı. Zira son toplantılarda, önceki ilke kararlarına rağmen, tarım konusunda yoksul ve zengin ülkelerin farklı pozisyonlar almaları, toplantıları çok kritik bir noktaya taşımıştı.
DTÖ’nün kritik sürece gelişi kısaca şöyle özetlenebilir: Hatırlanacağı üzere, 2001 yılı Kasım ayında Katar’ın Doha kentinde yapılan toplantılarda, dünya ticaret sisteminde 2004 yılı sonuna kadar tarım ve ticaret konusunda önemli değişiklikler yapılması gündeme gelmişti. Fakat toplantılar anlaşma ile sonuçlanmamış, 2003 yılına kadar konu dondurulmuştu! Sonra, 2003 yılında, DTÖ, bir kere daha, Meksika’nın Cancun kentinde toplantılar organize etti. Zengin ülkeler, özellikle tarıma yönelik devasa sübvansiyonlarından geri adım atmayıp, üstelik borç boyunduruğu altında tutulan yoksul ülkelerden taviz isteyince, Cancun zirvesi hiçbir ilerleme sağlanamadan çöktü. 2003 sonunda bir kez daha toplanılmak istendi, fakat bir ilk gerçekleşti; gelişmiş ülkelerin görüşmeler öncesinde yine tarımsal sübvansiyonları kaldırmayacaklarına ilişkin açıklamalar yapmaları dolayısıyla, zirve başlamadan çöktü.
Böylesi kritik bir süreç içinden geçerek, 2004 Temmuz’unda Cenevre’de toplanan DTÖ zirvesinde emperyalist ülkeleri rahatlatan gelişmeler yaşandı ve zirve çerveve bir anlaşmanın imzalanmasıyla son buldu. Belirlenen çerçeve, tarımda; desteklerin, ihracat sübvansiyonlarının ve gümrüklerin önce azaltılıp sonra kaldırılmasını hedefliyor. Anlaşma “kimi çevrelerce” üreticiye müjde olarak sunuldu. Anlaşmayı olumlayan müjdecilerin tezi şu: “DTÖ’nün zengin üyeleri, ABD ve Avrupa Birliği (AB), çiftçilerine ödedikleri milyarlarca dolarlık tarım teşviklerinde kesinti yapacak. Tarım ürünleri ihracatında sağlanan tüm teşvikler 2010’a kadar ortadan kalkacak. Bu, yoksul ülkelerdeki çiftçilere, kısmen de olsa, zengin ülkelerdeki çiftçilerle rekabet etme şansı verecek.”

MÜJDE Mİ ALDATILMA MI?
Çerçeve anlaşmanın içeriği incelendiğinde, imzalanan metnin, müjde değil, Türkiye gibi ülkeler açısından tam bir felaket habercisi olduğu rahatlıkla söylenebilir.
DTÖ’nün yürüttüğü tarım müzakerelerinin,
–    pazara giriş (gümrük vergileri),
–    iç destekler ve
–    ihracat sübvansiyonları olmak üzere üç ayağı bulunuyor.
Gelişmiş ülkelerin söz konusu üç maddeye ilişkin verdikleri sözler, onların bu süreçten kârlı çıktıklarını gösteriyor. Anlaşma gereğince, gelişmiş sanayi ülkeleri (Japonya, AB ve ABD), bu bağlamda ilk yılda tarım desteklemesini yüzde yirmi azaltacaklar. Zengin ülkeler, çiftçilerini yaşatmak için tarım sektörüne yılda 300 milyar dolar para akıtıyor. Zenginlerin “başı” olan ABD hükümeti, çiftçisini desteklemek için yılda 50 milyar dolar sarf ediyor. Sadece pamuk üreticisini yaşatmak için, yılda pamukçulara akıttığı para 12.5 milyar dolar. Şimdi bu devasa oranlar yüzde 20 azaltılsa bile, azgelişmiş ülkelerin desteklerinin çok çok üzerinde kalır.
Gelişmiş sanayi ülkeleri ihracat teşvikinde indirim konusunda da, henüz takvimi belirlenmemiş olmasına rağmen, yüzde 50’ye varabilecek indirim yapmayı taahhüt ediyorlar. Yani gelişmiş ülkeler, bir kaç yüz milyar dolarlık tarımsal desteklerinde göstermelik bir indirim yapacak, büyük indirim ise, yüzde 50’yle ihracat teşvikinde olacak. Anlaşma uyarınca ihracat sübvansiyonlarının azaltılması tam bir aldatmaca. Çünkü gelişmiş ülkelerin üreticilerine verdiği tarımsal desteklerin yanında ihracat sübvansiyonlarının tarımsal ticarette çok az bir etki değeri var. Ne zaman tamamen kaldırılacağı bilinmeyen etki değeri düşük bir destekleme aracından fedakarlık etmiş görünmek, bu süreçten elde edilen kazanımları örtmeye yönelik bir taktiktir, kocaman bir aldatmacadır.
Gelişmiş ülkelerin anlaşma kapsamında elde ettiği kazanımlardan biri de, “Özel Korunma Önlemleri” hakkıdır. Bu hak, gelişmiş ülkelere, tarımsal ürün ithalatı sırasında malın ithalat fiyatının o ürünün üretilebilirliğini tehdit etmesi durumunda, o malın ithalatına ek vergi koyabilme yetkisi veriyor. Az gelişmiş ülkeler ise bu haktan mahrum.

REKABET RETORİĞİ VE YIKICI ETKİ
Bütün bunlara rağmen, ABD ve zengin “batılı ülkeler”, gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkelerde tarıma ve çiftçilere yönelik “ufacık – azıcık – önemsiz” destekleri bile kestirmek için ellerinden geleni yapıyor. DTÖ kararlarının üç boyutundan ilki, tarımsal desteklerin azaltılması. Girdi desteği veya taban fiyatı belirleme gibi unsurlar ortadan kalkacak. Gübre, tohum ve ilaca artık kredi verilemeyecek. Bu, Türkiye için çok önemli değil. Zira, Türkiye bu desteği çok sınırlı ölçüde veriyor. Çiftçiye ucuz girdi, kredi verilemiyor. Ekim alanları daraltılıyor. Fiyat destekleme uygulaması sona ermiş durumda. Kısacası Türkiye’de doğrudan gelir desteği ve birkaç ürüne verilen, çok düşük orandaki destekleme pirimi dışında tarıma verilen destek yok.
DTÖ, ikinci şart olarak, tarımsal ve hayvancılık ürünlerinin ihracatının teşvik edilmesini yasaklıyor. Bunu söylerken de, hibeyi, uzun vadeli krediyi ve sübvansiyonları ortadan kaldırmayı emrediyor. Bu konuda da Türkiye’nin bir sıkıntısı yok. Çünkü, Türkiye’nin ihracı için teşvik verdiği ürün sayısı da, narenciye ve domates gibi birkaç ürünle sınırlı. Sınırlı sayıdaki ürüne verilen ihracat desteği de ton başına en fazla 5 dolar.
DTÖ kararlarının ilk iki maddesi, Türkiye’de tarıma yapılan yıllık 1.2 – 3.0 milyar dolar tutarındaki yardımların artık yapılmasını engelliyor. DTÖ kararlarının üçüncü boyutu ise, Türkiye tarımı açısından yıkımı ifade ediyor. DTÖ, tarımsal ürün ve hayvancılık ürünlerinin pazara girişlerinin önündeki engellerin de kaldırılmasını emrediyor. Yani yabancı ülkelerden tarım ve hayvancılık ürünleri ülkemize girerken uygulanan gümrük engelleri ve kotaların kalkması gerekiyor. Türkiye tarımına asıl darbeyi vuracak olan da, gümrüklerin kaldırılmasını öngören bu karar. Hayvancılık ve temel tarım ürünlerinin (endüstri bitkileri, tahıl vb.) gümrük duvarlarıyla korunduğu bir gerçek. Bu tek koruma aracı da ortadan kaldırılmak üzere. Bundan sonra korunma sağlanamayacak. Et, buğday, pamuk, şeker, un, yağlı tohumlar, sebze ve meyve için sınırlar tamamen açılacak.
Türkiye’de maalesef yüksek maliyetlerle tarım ve hayvancılık yapılıyor. Eğer gümrük duvarları inerse, hayvancılık et ve süt ürünleri ile buğday tahıl ve bakliyat başta olmak üzere, tüm tarım piyasasını tamamen ithal ürünler istila edecek. Gıda Dernekleri Federasyonu Başkanı Şemsi Kopuz da bu durumu itiraf ediyor: “Türk tarım ve hayvancılık sektörü bu kararı kaldıramaz. Büyük sıkıntı yaratır. Gıda sektörümüz de buna hazır değil. Türkiye’de enerji ve hammadde maliyetleri dünya standartlarının çok üstünde” (Akşam, 8 Ağustos 2004, s.8).)
İlk iki maddeden yola çıkarak çerçeve anlaşmayı Türkiye’nin lehine bir gelişme olarak değerlendirenlerin tezi şu: “Gelişmiş ülkeler ve AB ülkeleri bu desteği yüksek oranda verdiği için, şimdi veremez hale gelecekler. Türk çiftçisi burada avantaj sağlayacak. Bu ülke çiftçileri ve ürünleri ile daha fazla rekabet edebilecek.” Bu iddiaların aksine, ülke üreticisinin eşit şartlarda rekabet edilebilme şansı bulunmuyor. İddiaların tam tersi gelişmeler yaşanacak.
ABD ve diğer zenginler yıllardır tarım sektörünü ve çiftçisini desteklediğinden, tarım sektöründe “sermaye, bilgi, teknoloji” birikimi oluştu. Ekonomik büyüklükte ve düşük maliyette üretim imkânları elde edildi. Yüksek verim ve düşük maliyet sınırına ulaşıldı. Belli birlik ve kooperatif düzeyine erişildi. Emperyalist ülkelere tabi politikalar geliştiren ülke çiftçilerinin, zenginlerin çiftçileriyle rekabete girmesi, bu ülkelerden daha ucuz ve kaliteli tarım ürünü satabilmesi imkânsız. Belki Afrika ülkeleri için, başka ülkelerde yetişmeyen tarım ürünlerini satma şansı doğabilir, bazı ülkelerin özel ürünlerinde avantaj söz konusu olabilir, ama Türkiye’nin özel bir ürünü yok. Dolayısıyla bir avantajı da yok.

PRES BAŞLIYOR
Emperyalist ülkeler, aldatmalı bir destek düşürme olgusu karşılığında, gelişmekte olan ya da az gelişmiş diye tanımlanan ülkelerden, sanayi ürünleri ithalatına karşı kurmuş oldukları gümrük duvarlarını kaldırma sözünü almış bulunmalarına rağmen, bu aldatıcı sözde bile durmayacakları görülüyor.
Cenevre’de varılan taslak anlaşmasının ayrıntılarını tamamlamak üzere en az bir yıl süreyle görüşmeler yapılması planlanıyor. DTÖ, Aralık 2005’te toplanarak, kesintilerin ne zaman ve hangi oranlarda yapılacağını belirleyecek. Fakat AB, DTÖ’nün çiftçilere yapılan kredi yardımında kesintiye gidilmesi yönündeki kararının hemen ardından, bunun, Avrupa’da ancak 10 yıl sonra uygulanabileceğini ilan etti.
Zaten DTÖ anlaşması uyarınca pek çok üründe vergiler gelecek 10 yıl içinde kademeli olarak düşürülecek olmasına rağmen, ABD bu süreyi uzun buluyor ve bir an önce gümrüklerin indirilmesini istiyor. ABD’nin bu isteği, Türkiye Büyükelçisi Eric Edelman’ın sürpriz bir şekilde, Tarım ve Köyişleri Bakanı Sami Güçlü’ye yaptığı ziyarette görüldü. Basına sadece görüntü alması için izin verilen ziyarette, Edelman, Türkiye’nin et ithalatına izin vermesini, pirinç ithalatına karşı uyguladığı önlemleri kaldırmasını istedi. Görüşmeleri sürdüren tek yetkili Edelman değil. ABD Ticaret Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Eric Stewart da, Ankara’ya gelerek bu konularda bir görüşme yapmıştı.
Uluslararası anlaşmaları silah gibi kullanan ABD, harekete geçmiş durumda. ABD, Türkiye ile yapılan görüşmelerden olumlu sonuç alınmaması halinde, konuyu DTÖ müzakere platformuna götürebileceğini belirterek, üstü kapalı olarak Türkiye’yi tehdit ediyor. ABD, kendi çıkarları doğrultusunda, kendisinin anlaşma hükümlerini ihlal etmesine aldırmaksızın, Türkiye’yi taahhütlerini yerine getirmesi için köşeye sıkıştırıyor.

EMPERYALİSTLERİN AMAÇLARI VE YENİ OLANAKLAR
DTÖ’nün bu operasyonu, pazar anlamında tıkanan zengin ülkelere yeni pazarlar açmaya yönelik bir operasyondur. Anlaşmanın az gelişmiş ülkelerin tarımı üzerinde tamamen yıkıcı bir etkisi olacağı açık. Anlaşma, gelişmiş ülkelerin mevcut pazarlarını koruyarak, yeni pazarlar yaratmalarının önünü açıyor. Türkiye de, bu kapsamda tarımsal üretim yapısı yok edilerek, tüketici konuma getirilmek isteniyor.
Bu sürecin yıkıcı etkisi, köylüler içerisindeki örgütlenme çalışmasına yeni olanaklar sunacak. Köylüler içerisinde sendikalaşma fikrinin ortaya atılıp faaliyetlerine başlandığı 2000’li yılların başı, IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla hayata geçirilmeye çalışılan tarım politikalarının sonuçlarının açığa çıkmaya başladığı yıllar olmakla birlikte, aynı zamanda, art arda ekonomik krizlerin patlak verdiği yıllardı. Üreticilerin hızla yoksullaşması, tarımdan uzaklaşması, krizlerin etkisiyle anormal oranda yükselen kredi borç faizlerini ödeyememesi, cezaevleriyle tanışması ve benzeri gelişmelerin yaşandığı bu yıllarda başlatılan sendikal faaliyet, ilk zamanlar üreticiler içerisinde büyük bir heyecan yarattı. Bu heyecan, sınıfın partisinin il örgütleri tarafından da değerlendirilerek, kısa zamanda, küçümsenmeyecek bir sendikalı köylü sayısının yakalanmasına yol açtı.
DTÖ yaptırımlarının yanı sıra AB’ye yönelik düzenlemelerle birlikte şimdi tarıma yönelik daha yıkıcı ikinci bir dalganın yaratacağı üretici köylü tepkisinin daha kolay örgütlenebileceği bir kehanet olmasa gerek. Üreticilerin tepkilerini örgütleyebilecek ve tek bir çatı altında toplayabilecek tek kurum, Tüm Üretici Köylüler Sendikası (Tüm Köy-Sen)’dır. Çünkü, tarımsal alanda gerek ekonomik amaçlı olarak kurulan kooperatifler ve birlikler; gerek baskı grupları olarak yer alan Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB); gerekse meslek odaları (Ziraat mühendisleri ve veteriner hekimleri odaları vb.) mücadele örgütü olma özelliği yoktur. Var olan örgütlerin (Türkiye Ziraat Odaları Birliği, satış ve kredi birlikleri vb.) hemen hepsi devlet eliyle kurulan, onun denetiminde, desteğinde, yönlendirmesinde olan kurumlardır. Özerk ve demokratik olmayan bu kurumların yönetim kademelerine sermayenin çıkarlarını gözeten “icazetçi” kişiler getirilmektedir.
Ziraat Odaları’nın ayrıca sınıfsal karakteri de, aile işletmesine dayanan küçük üretici köylülüğü temsil etmekten uzaktır. Kendisini köylü örgütü olarak ortaya koyan Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin yönetim ve denetim kurulları zengin köylüler ve büyük toprak sahiplerinin elindedir. Bu yapısıyla Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nden köylü mücadelesinde etkin olmasını beklemek, gerçekçi olmamaktadır. Ziraat Mühendisleri ve benzeri meslek odaları da, çok önemli kuruluşlar olmalarına rağmen, sınıfsal karakteri itibariyle, üretici köylüye en az TZOB kadar uzaktır.
Tarım sektöründe üreticilerin ekonomik yönden örgütlenmesindeki en yaygın biçim olan kooperatifçilik, hiçbir şekilde bütünlüklü bir mücadele yürütülmesini sağlayamayacak kadar parçalıdır. Tarım Satış Kooperatifleri Birliği ise, “Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri Hakkında Kanun”la birlikte, Yeniden Yapılandırma Kurulu’nun iradesine terk edilmiştir. Kurulun, Dünya Bankası ve IMF düzenlemelerine koşulsuz uyarlayacağı TSKB’lerin ihtiyaç duyulan düzeyde bir üretici örgütü olması beklenemez.
Türkiye tarımındaki çok parçalı ve etkisiz kurumların tarım politikaları belirlenirken söz sahibi olamaması, üreticilerin “gerileme” sürecine müdahalede yetersiz kalması karşısında, üreticiler tarafından örgütlenen Tüm Köy-Sen, kullanılmayı bekleyen etkili bir “silahtır”. İşçi sınıfının önemli müttefiklerinden biri olan köylülerin böylesi bir silahı var etmesini sağlayan sınıfın partisinin, DTÖ kararlarının yıkıcı etkilerine gelişecek tepkileri, üretici köylüler içerindeki çalışmasını güçlendirmek için değerlendireceği ise kuşkusuzdur.

AB sürecinde tarım

Avrupa Birliği’ne (AB) üyelik sorunu yine Türkiye gündeminin en önemli konularından biri durumunda ve toplumun çeşitli kesimleri tarafından da farklı beklentilerle yoğun bir biçimde tartışılıyor. Tartışmalar, ekonomik, yönetsel, toplumsal boyutlarıyla gelişmeleri ve olası etkilerini kapsıyor. Tüm boyutların bir bütünü oluşturması göz ardı edilerek, tartışmaların bir kısmı, örneğin tek başına yönetsel alanda AB normlarına uygunluk sağlanmasının Türkiye demokrasisinde ileri adımlara yol açacağı gerekçesiyle AB savunuculuğuna dönüşüyor.
AB tartışmaları bir bütünlük içerisinde, AB’nin dünya genelindeki kapitalist gelişimin neresinde durduğuna bakılarak yapılabilir. Kapitalist bir merkez olarak Avrupa Birliği’nde mevcut, görece farklı bir kapitalizm yoktur. Gerek AB içindeki egemen sermaye kurumlaşması, gerek ortaklık projeleri, gerekse de Dünya Ticaret Örgütü vb. uluslararası kurumlarla ilişkiler, “farksızlığı” ortaya koyuyor. Kapitalizmin eşitsiz gelişimi aynen AB için de geçerlidir. AB’nin kuruluş aşamasından itibaren, en güçlülerin çıkarları üzerinden oluşturulan bir denge hüküm sürüyor. Bu çıkarcı ve eşitsiz yaklaşım, üyeliğe yeni kabul edilecek ülkelere ilişkin karar süreçlerinde etkili olmakta ve bu, Türkiye’nin AB üyeliği tartışmalarında da görülmektedir.
AB-Türkiye ilişkisinin sanayileşme, tarım ve çalışma yaşamına somut etkileri de yukarıda özetlenen çerçevede ele alınmalıdır.
Bu yazıda AB üyelik sürecinin sadece ülke tarımına etkileri irdelenecek. Söz konusu irdeleme; bir yandan AB’nin Türkiye’ye yaptırımlarını ve bu yaptırımların olası sonuçlarını ortaya  koymaya çalışacak, diğer yandan da, AB’nin eşitsiz gelişimini, en güçlülerin (İngiltere, Almanya, Fransa) dışında kalan birliğe üye ülkelerin tarımda yaşadıkları sorunlar üzerinden, teşhir etmeyi hedefliyor.
Dünya Ticaret Örgütü, IMF, Dünya Bankası dışında, Türkiye’nin tarım alanındaki politika değişiminin bir diğer temel belirleyeni, AB ve Türkiye-AB ilişkileri çerçevesinde verilen taahhütlerdir. AB programı, IMF, DB ve DTÖ kararlarıyla da zaten bir bütünlük arz ediyor. AB’nin ve üye devletlerinin, Türkiye ve diğer aday ülke halklarına yönelik, “IMF, Dünya Bankası kötüdür ama AB iyidir, farklıdır” şeklindeki söylemleri sadece aldatıcı bir propagandadan ibarettir. AB, bizzatihi, IMF ve Dünya Bankası’nı yörüngesine almış olan DTÖ’nün iç işleyişi ve gündemleri üzerinde iki belirleyici güçten bir tanesidir (Yılmaz, 2003).
Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) adı altında, 1957 yılında imzalanan Roma Anlaşması ile temelleri atılan AB, Ortak Tarım Politikası’nın (OTP) ilke ve amaçlarını 1960’lı yılların başında belirlemiştir.
Bu politika 1962 sonrası uygulamaya sokuldu. OTP’nin hedefi, “tarımda teknik ilerlemenin sağlanması, tarımsal nüfusun gelirinin artırılması, piyasada istikrar sağlanması, düzenli bir ürün arzının garanti altına alınması, tarım ürünlerinin tüketicilere uygun fiyatlarla sağlanması” olarak belirlendi. Yüksek destekleme fiyatları, dış rekabete karşı sıkı bir biçimde koruma ve benzeri OTP politikalarıyla, tarımsal üretimde çok büyük artışlar sağlandı. AB’nin tarımsal üretim açısından kendine yeterliliğini sağlayan OTP, AB dışındaki ülkeler için ise, tarımsal kalkınmanın bağımlı bir çizgide oluşmasını sağlayan bir araç işlevi gördü (Göktürk, 2003). OTP’nin birlik dışındaki ülkeler açısandın bu işlevini Türkiye üzerinden somutlayabiliriz.
AB ile Türkiye’nin tarım alanındaki ilişkileri, 1963 tarihli Ankara Antlaşması’yla başlayıp, karşılıklı tavizler, tarife indirimi ve vergi muafiyetini öngören Katma Protokoller, Ortaklık Konseyi Kararları ile sürmüş, 1995 yılında imzalanan Gümrük Birliği anlaşmasıyla “taçlandırılmıştır” (Tahsin, 2001, s.76).
Gümrük Birliği Anlaşması, gümrük vergileri ve miktar kısıtlamaları ile bunlara eş etkili tedbirlerin kaldırılmasını ve üçüncü ülkelerden yapılacak dış alımda ortak bir gümrük tarifesi uygulanmasını karar altına almıştır. Türkiye ile AB arasında imzalanan Gümrük Birliği anlaşması, ilişkilerdeki etkili bir dönüşümün başlangıcı olarak nitelendirilebilir.
31.12.1995 tarihinde yürürlüğe giren Gümrük Birliği Anlaşması’nda esasen temel tarım ürünleri kapsam dışında bırakılırken, bünyesinde şeker, hububat, süt bulunduran işlenmiş tarım ürünleri (çikolata, şekerleme, çocuk mamaları, bisküvi, pasta, makarna, dondurma gibi) anlaşma kapsamına dahil edilmiştir. Bu üç ürün grubu, AB’nin kendine yeterlilik oranının en fazla aşıldığı ve bu nedenle Tarımsal Yönlendirme ve Garanti Fonu’nun yüzde 40’ından fazlasının ayrıldığı ürünlerden oluşmaktadır. Buna karşılık Türkiye’nin doğal koşullarının kendisine belli bir üstünlük sağladığı başta domates-salça konservesi olmak üzere meyve-sebze-su konserveleri kapsam dışında bırakılmıştır (Günaydın, 2002). AB’nin üretim ve rekabet üstünlüğüne ve net fazlaya sahip olduğu ürünlerin GB’ye sokulması, anlaşma imzalandıktan sonra AB-Türkiye dış ticaret dengelerinin hızla Türkiye aleyhine bozulmasının nedeni olarak gösterilmektedir (DİSK-AR, 2000).
Daha sonraki yıllarda sürdürülen müzakereler sonucu karışlıklı tavizlerin kapsamı genişletilmiştir. 1998 yılında tercihli rejimin genişletilmesi kararı ile bazı ürünlerde sınırsız vergi muafiyeti, bazı ürünlerin tarife kontenjanlarında artış, bazı ürünlerde ise vergi indirimi gibi tavizler tanınmış, fakat dış ticaret dengesi Türkiye aleyhine seyretmeye devam etmiştir. Aynı aleyhte durum, birliğe yeni katılan Doğu Avrupa ülkeleri ile AB ilişkileri incelendiğinde de görülmektedir. Bu ülkelerin, 1989 öncesi ve sonrasında birliğe üye olana kadarki süreçte, AB ile ticaretinde ortaya çıkan yeniden yapılanma çerçevesinde, dış ticaret açıkları hızla büyümüştür.

REFORMLAR VE YOKSUL ÜYELERİN HALİ
AB, gerek iç gerekse dış etkenlerden dolayı, OTP politikalarında 1990’lardan sonra iki “reform” gerçekleştirdi. 1992 yılında uygulamaya konulan “MacSharry Reformu”nu, daha sonra da bu reformun devamı niteliğinde olan Agenda 2000 (Gündem 2000) kapsamında ikinci bir “reform” izledi.
AB’nin bu reformları gerçekleştirmesindeki dış etken, DTÖ’nün kurulmasıyla sonuçlanan Uruguay-Round’udur. DTÖ müzakereleri sonucu ortaya çıkan yeni “reform” dalgası “Gündem 2000” çerçevesinde, OTP harcamaları, 2006 yılına kadar hemen hemen sabitlendi. 2001-2006 yılları arasında, özellikle fazlalık olan ürünlerde, destekleme fiyatlarının düşürülmesi öngörüldü. Destekler göreceli olarak düşük tutulsa da, hiçbir koşulda üretici gelirinin düşmesine izin verilmedi. Doğrudan yardımlar, çevresel ve kırsal amaçlı destekler sürdürülürken, müdahale kuruluşları ile piyasanın düzenlenmesine devam edildi.
OTP’nin son 20 yılda geçirdiği değişimlerdeki iç etkenleri ise, 1980’li yılların başında “kendi kendine yeterliliği” sağlayan AB’nin, bunu da aşarak, üretim fazlası ve bunun getirdiği mali yük ile karşı karşıya kalmasının yol açtığı temel sorunlar oluşturuyor. Bu dönemde, “tahıl dağları”, “süt gölleri”, “et buzulları” ve “şarap ırmakları”gibi kavramlarla karşı karşıya kalan AB’de, OTP’ye ayrılan kaynak, eleştirilerin hedefi oldu. Başta Almanya olmak üzere, OTP’nin baş finansörleri, OTP’de köklü değişikliklere gidilmesi doğrultusunda baskı oluşturmaya başladı. Portekiz, Yunanistan ve İspanya gibi tarımsal nüfusu azımsanmayacak oranlara sahip olan Akdeniz menşeli ülkelerin AB’ye katılımı, AB’nin sırtına yeni yükler getirmişti. AB’nin bu ülkeleri tarım sektörü bakımından içselleştirmesi, ancak ağır yaptırımlar sonucu olmuştur.

İspanya örneği
AB’nin söz konusu yaptırımlarının emekçi halk kesimleri açısından sonuçlarına, son genişleme gerçekleşmeden önce, Portekiz, Yunanistan ve İrlanda ile birlikte Avrupa’nın en yoksul kategorisinde yer alan İspanya örneğinden bakalım. AB’nin büyükleri arasında yer alan ve AB tarım politikalarının etkin ismi Fransa, İtalya ile birlikte, İspanya’daki bağların büyük bölümünün sökülmesini, zeytinyağı üretiminin ve başka tarım ürünlerinin sınırlandırılmasını dayattı. Bu dayatmalara boyun eğen İspanya’da üzüm üretiminde ve şarapçılıkta büyük oranlı düşüşler yaşandı. AB Ekonomik Konseyi’nin direktiflerine uyularak, yüz binlerce kök bağ söküldü. Balıkçılık büyük ölçüde geriletildi. Bundan, tabii ki, küçük balıkçılar zararlı çıktılar. Almanya, İspanya’nın kuzey ve doğu bölgelerindeki demir-çelik fabrikalarının kapatılmasını dayattı ve bunu da başardı. Bütün bu alanlarda üretimin düşmesine paralel olarak, fiyatlar, ters orantılı olarak, yükseldi. Ücretlere sınırlamalar getirildi; sendikaların da onayıyla, geçici sözleşmeler bir kural haline getirildi. İş güvencesi ortadan kalktı. Sözleşmeler aracılığıyla, işçinin paralı izin, aile yardımı ve benzeri sosyal hakları gasp edildi. İspanyol hükümetler her fırsatta İspanya’nın iyiye gittiğini söylüyorlar. İspanya’nın servetlerine servet katan burjuva kesimleri için “işler” iyiye giderken, küçük burjuva kesimler de dahil olmak üzere, emekçi halk kesimleri açısından, durum hiç de öyle değil.

Ve Yunanistan
2000’in ilk yıllarında Teselya Ovası’ndan başlayarak, köylü sendikaları temsilcileri önderliğinde tüm Yunanistan geneline yayılan; yüzlerce litre sütü, tonlarca portakal ve zeytini yollara döken, yolları traktörle trafiğe kapatan üretici eylemleri hâlâ akıllardadır. Tarım üretiminin ülkeye yeterliliğinin üstünde olduğu, önemli oranda tarım ürünlerinin ihraç edildiği, en verimli topraklara sahip olunduğu, makineleşme ve modern tarımsal üretiminin sağladığı olanaklar nedeniyle tarımın ülke ekonomisinde önemli bir yer tuttuğu Yunanistan’da, köylüler, neden topraklarını terk eder ya da üretemez duruma gelmişlerdir?
Bu sorunun yanıtı, çalışan aktif nüfusa oranı yüzde 18 olan Yunanistan köylülerinin aktif nüfusa oranının yüzde 7’ye düşürülmesini hedefleyen AB kararlarında yatıyor. Söz konusu kararlar sonucu, on binlerce köylü toprağını kaybetmiş durumda. Tarımsal üretimin önünde ciddi bir engel olarak kotalar duruyor. AB, koyduğu üretim sınırının üstünde üretim yapan köylünün ürününü ucuz fiyatla alarak, “zarara ortaklık” adı altında yaptırım uyguluyor. Benzeri politikalar, tarımdan kopan insanlarla birlikte, işsizliğin had safhaya ulaştığı bir Yunanistan tablosu yarattı.
1 Mayıs 2004 tarihinde AB’ye üye olan 10 yeni ülkeyle de sıkı tarım müzakereleri gerçekleştirilmiştir. OTP’nin sunduğu desteklerin tarımsal arazi ile doğru orantılı olarak ayarlanmasının, katılacak ülkelerin ciddi tarımsal potansiyele sahip olması nedeniyle ağır ek yük getireceği gerçeğinden hareket eden AB, ülkelerin tarımsal üretimini düşürecek şartlar içeren anlaşmayı önceden imzaladı. Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Şahinöz, bu ülkelerin geleceği hakkında şu tespiti yapıyor: “10’lar üyeliklerinin ilk yılında, yani 2004’te doğrudan yardımlardan ancak yüzde 25 oranında yararlanabileceklerdir. AB’ye girdikleri 2004 yılında AB’de tarımsal üretici sayısının yüzde 40’ını temsil edecek olan 10’lar, Topluluk tarım bütçesinden ancak yüzde 6’lık bir pay alacaklardır. AB’ye göre düşük bir verimliliğe, fakat yüksek destekleme fiyatlarına sahip olan başta Polonya olmak üzere, yeni üyelerde, tarımsal üretimin, tam üyelikle birlikte, büyük bir yara alması hatta tarım kesiminin büyük ölçüde boşalması tehlikesi vardır. Bu koşullarda gerçekleşecek bir uyum süreci sonunda (2013 yılında), adı geçen 10 ülkenin büyük bir olasılıkla desteklenecek çok fazla tarımsal üreticisi kalmayacaktır.”

AB KÜÇÜK ÜRETİCİYE DÜŞMAN
Küçük üretici nüfusunu hızla düşürmeye çalışan AB, büyük üreticiler için ise, kârlarına kâr katacakları bir zemin hazırlıyor. AB tarım raporları, tarıma el atmış tekellerin milyarlarca dolarlık yardımlar aldıkları, özel yasalarla güvence altına alındıkları ve kâr grafiklerini önemli oranda yükselttikleri yolundaki bilgilerle dolu. Kuzey Avrupa’da tarım alanına el atmış dev tekellerin giderek büyüdükleri ve kârlarını artırdıkları gerçeği, Ankara’da düzenlenen Tarım ve Hayvancılık Kurultayı’nda konuşan Fransa Çiftçi Konfederasyonu Uluslararası ilişkiler komisyonu üyesi Pascal Pavie tarafından dile getirilmişti. Türkiyeli üreticileri, “Avrupa Birliği’ne açılan kapılar cennete açılan kapılar değil” diye uyaran Pevie, şunlara dikkat çekmişti:
* Tarımsal ticaretin kontrolü çokuluslu şirketlerin elinde. Fransa, dünyanın en büyük ikinci ihracatçısı. Ancak çalışanların yalnız yüzde 3’ü tarımla ilgileniyor. Bu korkunç düşüş sürekli devam ediyor. Son 15 yılda çiftliklerimizin yarısını kaybettik.
* AB, Polonya’da 10 hektardan küçük çiftliklere asla yardım yapmıyor.
* Fransa’da sübvansiyonların yüzde 80’i, işletmecilerin yüzde 20’sine gidiyor. Biz bunu tersine çevirmek istiyoruz. Fransa Çiftçi Konfederasyonu olarak, çokuluslu şirketlerin tarımdaki kontrolünü reddediyoruz.
* AB, toprağı ve diğer üretim araçlarını pazarın yasalarına tabi tutuyor. Fransa son 40 yılda köylü nüfusunun yüzde 80’ini kaybetti.
* Portekiz’de 1985 yılında nüfusun yüzde 30’u tarımla uğraşırken, AB’ye girmesinden bu yana geçen süre içerisinde köylü nüfusunun yarısı yok oldu. Lizbon’un büyük binalarının gölgesinde topraksız ve işsiz insanlar gecekondu köyleri yaptılar.

AB SÜRECİNİN TÜRKİYE TARIMINA ETKİSİ
6 Ekim’de açıklanan AB İlerleme Raporu, bundan sonra, tarımın görüşmelerde birincil konu olacağı işaretini veriyor. AB’nin rapora yansıyan istekleri, IMF niyet mektuplarında ve Dünya Bankası ile imzalanan “Tarım Reformu Uygulama Projesi”nde yer alan maddelerden farklı değil. AKP Hükümeti’nin AB istekleri doğrultusunda ilk somut adımı, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Devlet Planlama Teşkilatı ve Hazine Müsteşarlığı’nın birlikte hazırladığı, Yüksek Planlama Kurulu’nun onayına sunulan “2006-2010 Tarım Stratejisi” oldu. Beş yıllık strateji, Türkiye’nin tarım politikalarını, hem AB’nin hem de DTÖ’nün istediği şekle sokmayı hedefliyor. Ayrıca bundan sonra, üç yıllık bir stand-by dönemi içindeki IMF gözden geçirmeleri, AB’nin gözden geçirmeleri ile paralel olacak.
AB’ye uyum çerçevesinde, en geç Kasım ayı sonuna kadar, AB’ye bir ekonomik program sunulacak. 2005-2007 yıllarını kapsayacak olan ve Maastricht ile Kopenhag kriterleri çerçevesinde Türkiye’nin gerçekleştireceği ekonomik ve yapısal programın detaylarından oluşan programın da, IMF ile yürütülen programdan farklı olmayacağı yetkili kurumlar tarafından açıklandı. 
Ekim ayı içerisinde açıklanan ve AB liderlerinin 17 Aralık toplantısı için “ön bilgi” niteliği taşıyan Etki Raporu’nda, Türkiye’nin 39 milyon hektar alanına yayılan tarım sektörü, müzakereler sırasında önemli bölümü oluşturuyor. AB şu anki tablodan memnun değil:
* 68.8 milyon nüfuslu Türkiye’de, tarımsal nüfus, 25 milyon. 377 milyonluk AB’de ise, 15.6 milyon.
* Tarımın istihdamdaki payı, Türkiye’de yüzde 35, AB’de yüzde 5.
* Tarımın GSMH içindeki payı, Türkiye’de yüzde 14, AB’de ise yüzde 1.9.
Türkiye’nin katılımı, AB tarımsal alanlarına 39 milyon hektar daha ilave edecek, ve bu, 25 üyeli AB’nin tarımsal alanının yüzde 23’ü anlamına geliyor. Halen AB’de uygulanan ortak tarım politikasının Türkiye’de uygulanması durumunda, AB bütçesine ciddi bir finansal yük gelecek. Buna göre, doğrudan gelir desteği için 8 milyar Euro, pazar önlemleri için 1 milyar Euro gerekiyor. Ayrıca kırsal kalkınma önlemleri için de 2.3 milyar Euro’ya gereksinim duyuluyor.
Oysa, 10 yeni ülkenin tümüne bu alanda toplam 7 milyar Euro ödeyen AB, Türkiye’ye böyle bir kaynak aktarmayı düşünmüyor. Bu yüzden, AB, 25 milyon civarında olan tarım nüfusunun, bir an önce 10 milyonun altına indirilmesini istiyor. Türkiye ile AB ülkelerinin tarımsal yapıları arasında birkaç yılda giderilmeyecek büyüklükte farklılık var: Tarımsal nüfus oranı ve gizli işsizlik, düşük verimlilik, yüksek maliyetler, yetersiz destek, yetersiz kredi imkanları, zayıf araştırma-geliştirme faaliyetleri, parçalı ve küçük işletmeler vb.
Yapısal farklılıkların giderilmesi için, AB’nin, maddi destek sağlamak gibi ne bir programı ne de düşüncesi var. Uyum sürecinde tarım kesimine AB fonlarından yapılacak katkı, gerçekleştirilmesi düşünülen değişiklikle karşılaştırılmayacak kadar düşük kalacak. Türkiye’nin beş katı küçüklüğündeki Yunanistan’a, üyelik sürecinde, dönüşüm için 50 milyar destek verilmişti; fakat AB’nin artık böyle bir politikası yok. Son katılan üyeler için iyice azalttığı maddi desteği, Türkiye için iyice cılızlaştırdı.  Türkiye’nin cılız katkıyla gerekli dönüşümleri yapabilmesi mümkün değil.
Ayrıca AB ve Türkiye tarımı arasındaki uçurumun, AB’nin Türkiye’ye dayattığı, IMF programlarıyla aynı içeriğe sahip ekonomik programla da giderilmesi olası değil. Bunun farkında olan AB, desteklerini kaldıran, tüm tarımsal KİT’lerini işlevsiz hale getiren Türkiye’den, şimdi de ticari kısıtlamalarını kaldırıp, tamamen kendisine teslim olmasını istiyor.

AVANTAJLI ALAN TARTIŞMALARI
Bütçesinin neredeyse yarısı ile, yani 50 milyar Euro ile desteklenmiş, teknolojik ve verimlilik avantajına sahip AB tarımıyla, devlet desteği ve müdahalesi çekilmiş Türkiye tarımının rekabet edebilmesi olası mıdır? Bu soruya, “Aslında AB’ye üyelik durumunda, Türk çiftçisi yeni imkanlar elde edebileceği gibi, yeni risklerle de karşı karşıya kalacaktır. O nedenle, AB’ye girildiğinde avantajlardan yararlanmak ve dezavantajlı durumları asgariye indirmek üzere, Türkiye, tarımını üyeliğe hazırlamak durumundadır” şeklinde cevap verenlerin sayısı bir hayli fazla. Soruyu, avantajlı ürünleri sıralayarak cevaplayanlar da var. Bu tezi savunanlara göre; fındık, kuru incir, kuru üzüm, kuru kayısı gibi kuru meyveler ile tütün, zeytinyağı, yaş meyve ve sebzelerde Türkiye avantaja sahip.
Dünya fındık üretiminin zaten yüzde 80’i Türkiye tarafından gerçekleştiriliyor. Türkiye’nin en büyük pazarı olan AB, her halükârda, çikolata sanayiinde kaliteli fındık kullanmak için, Türkiye’den fındık alımı yapacak. Ortada zaten bir rekabet söz konusu değil. Kalitesi dünyaca bilinen sultani üzüm de, en fazla Avrupa’da tüketiliyor. Kuru üzümde de bir rekabet söz konusu değil, şimdiki ihraç oranı kadar üzüm satışı, her halükârda sürecek. Gerekli altyapı yatırımlarının yapılması halinde, en büyük avantaj, yaş meyve ve sebze üretiminde söz konusu olabilir, ve Türkiye, Avrupa’nın manavı haline gelebilirdi. Fakat AKP Hükümeti’nin, AB’ye uyumu dikkate alarak hazırladığı “2006-2010 Tarım Stratejisi” belgesinde, Türkiye’nin AB ile rekabet edebileceği en önemli ürün olan meyve, sebze ve sera üreticisine destek verilmesi yer almıyor. Kısacası, ortada, söz edilebilecek bir avantaj bulunmuyor. Ülke ihracatının en etkin kalemleri tekstil ve konfeksiyon sektörünün hammaddesi olan pamuk ve benzeri stratejik ürünlerde ise, düşük verimlilik ve yüksek maliyetin getirdiği tartışılmaz bir dezavantaj söz konusu.
Kırsal ve tarıma dayalı sanayiler için uygun ortam ve imkanlar sağlanmadığı, yüksek verime imkan veren düzenlemeler yapılmadığı, işletmelerin kredi taleplerinin daha uygun şartlarda ve kolay erişebilir bir yapıya kavuşturulmadığı, AB’de uygulanan destekleme sistemlerinin getirilmediği, gıda ve ürünlerdeki kalite ve standartların AB seviyesine yükseltilmediği koşullarda, hiçbir avantaj oluşturulamaz. Bunların hiçbiri oluşturulmadığı için, tarımdan hızlı kopuşların, hızlı yoksullaşmanın, bölgesel farklılıkların yaratacağı huzursuzluklardan çekinen AB, önlem alınmasını talep ediyor. AB, bu amaçla, “kırsal alanda eğitimi yaygınlaştırın, gelir dağılımını iyileştirin” talimatı veriyor. Kırsal kalkınma projelerine küçük de olsa katkı sağlayacağını ilan ediyor.

SONUÇ YERİNE
Koreli iktisatçı Ha-Joon Chang, ”Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü” başlığıyla Türkçe’ye çevrilen kitabında şöyle bir benzetme yapıyor: ”Büyüklük zirvesine ulaşmış birisi, zirveye ulaşırken kullandığı merdiveni, kendisinden sonra gelenlerin tırmanmasını önlemek için tekmeleyip devirir. Koruyucu gümrükler ve kısıtlamalar sayesinde kendi sanayi gücünü, başka hiçbir ülkenin kendisiyle serbestçe rekabet edemeyeceği derecede geliştirmiş olan bir ulusun yapabileceği en akıllı şey, kendisini büyüklüğe çıkarmış olan merdiveni fırlatıp atmak ve diğer ülkelere serbest ticaretin yararlarını vazetmek olacaktır.”
Avrupa Birliği bünyesindeki ileri kapitalist ülkeler, 150 yılda sorunlarını “çözdükleri” tarım konusunda, tarımda kapitalist üretim tarzıyla kısa sayılabilecek bir geçmişi olan ülkelerin tırmanma merdivenini tekmeliyor. AB, kendisinin uyguladığı ortak tarım politikasıyla IMF’nin dayattığı tarım politikaları arasındaki uçurumu bile bile, Türkiye’ye, IMF politikalarını önermeye devam ediyor. AB kendisinin tarımı desteklerle geliştirdiği ve söz konusu destekleri uluslararası anlaşmalara rağmen henüz azaltmadığı gerçeğine aldırmaksızın, Türkiye’den destekleri neredeyse sıfırlayan bir programı uygulamasını istiyor.
Avrupa Birliği, mali ve ekonomik içerikli bir kapitalist montajdır ve onun varlığı, başka temel olguların üstünü örtmeye yetmez. Yani her halükârda, yapılan tüm düzenlemeler, en büyüklerin (Almanya, Fransa, İngiltere) çıkarına ve sermayenin daha fazla kâr güdüsüne uygun olarak yapılmaktadır.

KAYNAKÇA

DİSK-AR. 2000. DİSK Tarım Raporu. Ekim, Ankara.
Göktürk, Atilla 2003. Türkiye Tarım Politikalarının AB’ye Uyumu, Yeni Hayat Yayıncılık.
Günaydın, Gökhan 2002. “Küreselleşme ve Türkiye Tarımı”, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası,
Tarım Politikaları Yayın Dizisi, No:3. Ankara.
Özkaya Tayfun, Işın Ferruh, Uzmay Ayşe, 2001. “Türkiye ve Avrupa Birliği’nde Tarım Sektörüne
Yönelik Desteklemeler”, www.agr.ege.edu.tr/teder.
Marco, Raul. “İspanya’dan”, Evrensel Gazetesi.
Tahsin, Emine, 2001. “Tarım Reformu ve Uluslararası Anlaşmalar”. İktisat Dergisi, s.412, 75-8.
Yılmaz, Gaye 2000. Kapitalizmin Kaleleri I (IMF, WB ve AB), Türk Tabipler Birliği Yayını.
Yılmaz, Gaye 2003. “Farklı Bir Kapitalizm: AB”! AB’nin Uluslararası Güç İlişkilerindeki Yeri, Yeni Hayat Yayıncılık.

Kim kime hizmet ediyor?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Erzurum’da ”Çiftçinin hali ne olacak” diye soran bir üreticiyi azarlarken sarfettiği sözler bazı gerçeklerin yeniden gündeme getirilmesini zorunlu kılıyor. Çünkü; Başbakan’ın, “Bir kesimi sübvanse edip, diğerini mağdur edemeyiz. Doğrudan Gelir Desteği ile çiftçiye ciddi miktarda para geliyor. Bu paranın nereden geldiğini biliyor musun? Mazot desteğini alıyor musun? Bir de hâlâ ‘Çiftçi ne olacak’ diyorsun. Yahu bu millet, yatıp kalkıp size mi çalışacak?” sözleri, bazı gerçekleri ters yüz etti.
“Kim kimi besliyor?”, “Millet yatıp kalkıp kime çalışıyor”, “Çiftçi ülke bütçesini mi hortumluyor yoksa tarımdan sermaye kesimine kaynak mı aktarılıyor?” sorularının cevabının verilmesi, gerçeklerin de netleşmesini sağlayacak. Fakat, bu soruların cevaplarını netleştirmeden önce, Doğrudan Gelir Desteği ile çiftçiye ciddi miktarda para aktarıldığı iddiasıyla Başbakan’ın sürekli gündeme getirdiği mazot desteğine ilişkin kısaca not düşülmesinde yarar var.
Hükümet çiftçiye dönüm başına 8 litre hesabı üzerinden mazot desteği sağlıyor. Dönüm başına 8 litre mazot tüketildiği varsayılarak, tutarın yüzde 35’i üreticiye veriliyor. Fakat bu şekilde yapılan destekte bir sorun var. Hükümet, ürün farklılaştırmasına gitmeden, dönüm başına 8 litre mazot tüketimi üzerinden hareket ediyor. Halbuki her ürün cinsinde dönüm başına tüketilen mazot farklı. Dönüm başına pamukta 30 litre, buğdayda 15 litre, soya ve mısırda 22 litre mazot kullanılıyor. Sulama pompasında harcanan mazot miktarı bunun dışında. Çiftçi, sulamak için çalıştırdığı su pompasında mazot yakıyor. Köylünün kendi traktörü ve pompası varsa, mazotu doğrudan alıyor. Tarlayı sürdürüyor ve suyu başkasından alıyor ise, mazot parası, traktör kirasını ve su parasını yükseltiyor. Ürün cinsine göre, bazı tarlaya bir yılda 3 kere, bazı tarlaya 5 kere traktör giriyor. Bir dönüm tarla sürdürmek için 3.5 milyon lira ile 5 milyon lira arasında para harcanıyor. Bu şartlarda, bir litresinin fiyatı 1 milyon 400 bin lira olan mazotun yüzde 35’inin karşılanması, üreticiyi rahatlatmıyor. Desteğin dışında kalan miktar bile üretici köylüye ağır geliyor, çünkü çoğu kez, ürün bedeli mazot parasını dahi karşılayamıyor.
Bahsedilen somut durumun dışında da mazot desteğinde yapısal sorunlar var. Mazot yardımından, sadece, 2002 yılında doğrudan gelir desteği (DGD) almak için başvuran çiftçiler yararlanabiliyor. DGD için başvurmayan milyonlarca çiftçiye destek verilmiyor. Mazot desteği, ürün veya verime göre değil de, toprak sahibine, sahip olduğu toprağın büyüklüğü ölçüsünde yapıldığı için, sayıları yüz binleri bulan kiracı durumundaki üreticiler destek alamıyor.
Başbakanın “muazzam” olarak tanımladığı ve girdi destekleri yerine uygulanan Doğrudan Gelir Desteği sisteminin yetersizliğine, Özgürlük Dünyası’nın geçmiş sayılarında değinildiği için, kısaca özetleyelim: DGD çiftçiye destek olamıyor. Arazilerin küçüklüğü nedeniyle, bazı illerde çiftçi başına ödeme 400 milyon liranın altına iniyor. İki taksitte yapılan bu ödemeler, kişi başına 100-200 milyon liraya karşılık geliyor. Bu rakamlar, ortada, çiftçinin üretimini sürdürülebilmesine katkı sağlayacak bir desteğin olmadığının açık göstergesidir.

KAYNAK AKTARIMINDAKİ DEĞİŞİM
Şimdi kimin kimi beslediği konusuna dönelim. Türkiye’de, 24 Ocak 1980’de hayata geçirilen istikrar ve yapısal uyum programının sonuçlarının özetlenmesi, kaynakların üreticiye mi yoksa sermayeye mi aktarıldığının anlaşılması açısından gereklidir. 24 Ocak Kararları’yla dışa açık ve ihracata yönelik bir strateji benimseyen ülke ekonomisi, ihracatı artırabilmek için maliyetleri düşürüp ucuz mal üretmeliydi! Bunun yolu ücretleri ve tarım kesimine ödenen fiyatları düşük tutmaktan geçiyordu. Çalışanlardan ve tarım kesiminden sanayie kaynak aktarılması için, toplumsal bölüşüm ilişkilerinin sermaye lehine “ilerletilmesi” gerekliydi. 12 Eylül askeri darbesi, güç dengelerinin bu yönde düzenlemesini sağladı. Darbe sonrası süreçte, yurtiçi talebin kısılması ve tarımdan sanayie kaynak aktarımının sağlanması için çalışan kesimlerin sosyal hakları askıya alındı. Ücretler donduruldu, tarım fiyatları baskı altına alındı ve destekleme alımları azaltıldı.
Programın tarıma dönük uygulamalarının esası, küçük üreticiliğin desteklenmesi politikasından vazgeçilmesini öngörmekteydi. Bu çerçevede, 1980 yapısal uyum programlarıyla birlikte, tarım yönetimi değişmeye ve bunun sonunda da işlev değiştirmeye başladı. Temel tarım girdilerinin sağlanmasında ve dağıtımda kamunun tekel konumuna son verildi, kamunun tarımda fiyat ve destekleme alımı işlevi büyük ölçüde terk edildi, tarıma dayalı sanayi özel sektöre devredilmeye başlandı.
Söz konusu gelişmeler, uluslararası sermaye kurumlarının dayatmaları kadar, 1980 sonrası hammaddesi tarım ve hayvancılığa dayanan büyük ölçekli sanayi yatırımlarına yönelen ülke burjuvazisinin de isteğiydi. 12 Eylül askeri darbesinin kendilerine sağladığı olanaklardan cesaret alan Türkiye İşadamları Derneği (TÜSİAD), 1980 öncesi politikaların, tarımsal ürün ihracını, tarımın gelişimini, tarımsal yatırımları engellediği iddialarını açık açık ifade etmeye başlamıştı. TÜSİAD, 1981 yılında hazırladığı tarım raporunda, ekonominin dışa açık olmaması halinde, tarımın da, endüstrinin de iç talebin sınırlarında yavaşlayacağını, tesadüfi veya alışkanlık sonucu yapılan üretim fazlalıklarının ihraç edilmesiyle yetinileceğini; bunun ise, ekonominin gerekli hamleyi yapması için yeterli olamayacağını belirtmişti. Raporunda, uluslararası maliyetlerin üstünde tarıma girdi sağlayan bir iç endüstri yapısının tarımın gelişmesini devamlı köstekleyeceğini, tarım üreticilerinin ihracat dövizlerinin serbest piyasa fiyatları altında Türk Lirası’na çevrilmesinin Türk tarımının dışa açılmasını gizli bir şekilde önleyeceğini dile getiren TÜSİAD, tarıma yüksek girdi sağlanmasının engellenmesini istemişti (TÜSİAD, 1981).
Ulusal ve uluslararası sermayenin isteğince belirlenen politikaların sonuçlarını, iç ticaret hadlerindeki değişime bakarak görebiliriz. Yani küçük ve orta üreticiliğin yaygın olduğu bir tarımsal yapıda, çiftçinin eline geçen fiyatlarla çiftçinin sanayi kesimine ödediği fiyatlar arasında oluşan makasın hareketlerine bakarak, sanayi sermayesi ile köylü arasındaki bölüşüm ilişkilerinin seyrini açıklayabiliriz. Bu seyir iki türlü izlenebilir; ya çiftçinin eline geçen fiyatlarla, çiftçinin sanayi kökenli girdiler ve tüketim malları için ödediği fiyatlara bakılır ya da çiftçinin eline geçen fiyatlarla, aynı ürünün nihai piyasalardaki fiyatlarına bakılır. 

RAKAMLARIN GÖSTERDİKLERİ
1980’li yıllar boyunca uygulanan politikaların doğal sonucu olarak, 1980 yılındaki dünya piyasalarında tarım ticaret hadleri yüzde 32 düzeltilirken, Türkiye’de yüzde 17’lik bir gerileme meydana geldi. 1986-88 yılları içinde de, dünya fiyatlarında yüzde 13’lük göreli bir ilerleme ile Türkiye’de yüzde 20’lik bir gerileme paralel seyretti.
2000’li yılların başlarında art arda yaşanan krizlerin etkisiyle, tarım kesimi, yüzde 6’lık bir küçülme yaşadı. Batık bankaların, yani içi boşaltılarak -popüler deyimiyle- hortumlanan bankaların 50 milyarlık borçlarını ödemeyi taahhüt eden hükümet, 30 milyon çiftçiye aynı cömertliği göstermedi. 2000 ve 2001 yıllarında yaşanan krizler sonrası da, hükümet, rantiye söz konusu olduğunda, ne kadar cömert olduğunu gözler önüne sermişti. Sermaye sahiplerine bütçeden yapılan faiz ödemeleri, 2001 yılında 40,5 katrilyon lirayı bulurken, bu, toplam bütçe gelirlerinin yüzde 52’sine tekabül ediyordu. O dönem, bireysel ve kurumsal rantiyelere katrilyonlar aktarılırken, ülke nüfusunun yüzde 35’ini oluşturan milyonlarca tarım üreticisine verilen destek ise, 1 katrilyon lirayı bile bulmadı (938 trilyon TL). Tarihinin hiçbir döneminde faize yapılan ödemeler, bu büyüklüğe ulaşmamıştı.
Faizin hükümranlığı kırılamazken, yoksulluk, özellikle kırsal kesimde, tarımda kol geziyor. Tarım küçülmeye devam ediyor. Tarımın kullandığı gübre, ilaç, akaryakıt fiyatları inanılmaz artışlar yaşarken, tarımsal ürünlerin fiyat artışları, genel fiyat artışının altında kaldıkça, çiftçinin eline geçen reel gelir azalıyor.
Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nce açıklanan rakamlar, 1997 yılından bu yana çiftçinin satın alma gücünün nasıl azaldığını gösteriyor:
* 1997 yılında 34 kg buğdayla 12 kg’lık 1 tüp gaz alabilen çiftçi, bugün 64.10 kg buğdayla 12 kg’lık 1
tüp gaz alabiliyor. Üreticinin satın alma gücü yüzde 47 oranında azalmış.
* 1997 yılında 3.5 kg buğdayla 1 kg şeker alabilen çiftçi, bugün 5.40 kg buğdayla 1 kg şeker
alabiliyor. Üreticinin satın alma gücü yüzde 35 oranında azalmış.
* 1997 yılında 0.36 kg buğdayla 1 kg amonyum nitrat gübresi alabilen çiftçi, bugün 1 kg buğdayla 1
kg amonyum nitrat gübresi alabiliyor. Üreticinin satın alma gücü yüzde 64 oranında azalmış.
* 1997 yılında 2.86 kg buğdayla 1 litre mazot alabilen çiftçi, bugün 4.88 kg buğdayla 1 litre mazot
alabiliyor. Üreticinin satın alma gücü yüzde 41 oranında azalmış.
Bu tablo, çiftçiyi üretimden caydırıyor ve kırdan kentlere, hem de hangi işi yapacağını bilmeyen, sorunlu bir kır yoksulu göçünü hızlandırıyor.

EMEKÇİYİ EMEKÇİYE DÜŞMAN ETME TAKTİĞİ
Başbakan, sermaye ve rantiyeye aktarılan rakamların büyüklüğü ortada olmasına rağmen, takındığı tutumla, dikkatleri bu noktadan uzaklaştırıp, emekçileri karşı karşıya getirmeye çalışıyor. Başbakanın tutumu basından gelen şöylesi sorularla destekleniyor:
– İşçiler ne zaman ayağa kalkıp, “Biz yıllardır asgari ücreti vergi dışı tutamadık, bu küçük çiftçi muafiyeti de ne oluyormuş” diye isyan edecek?
– Küçük esnaf ne zaman “Neden ben kendi dükkânımı kendim çekip çevirmeye çalışıyorum da, köylü emmim ekip biçmek için her şeyi devletten alıyor” diye kazan kaldıracak?
– Müteşebbisler ne zaman “Neden biz yeni bir ürün denediğimizde, bütün riski kendimiz alıyoruz da, çiftçi bütün deneme ve ıslah çalışmalarını devlete yaptırıyor?” diyecek?
– Bizler ne zaman hep bir ağızdan, “Kardeşim, neden senin süne ile savaşını taa 1928 yılından beri ben finanse ediyorum? Neden kendi tarlanı kendin ilaçlamıyorsun?” diye bağıracağız?
– Nüfusun yüzde 35’ini oluşturan, ama gayrı safi milli hasılanın ancak yüzde 15’ini yaratabilen bu kesim, ilelebet, vergi veren 8-10 milyon insanın sırtında mı yaşayacak?
Bu sorulara, yukarıda verdiğimiz rakamlardan yola çıkarak karşı sorular yöneltelim: “Son ekonomik krizlerin ardından tarıma 1 katrilyonluk destek sağlanırken, toplam bütçe harcamalarının yüzde 52’sine karşılık gelen 40.5 katrilyon TL’yi bulan faiz ödemeleri, neden sizi hiç rahatsız etmiyor?”
“Bütçenin yüzde 52’sine tekabül eden faiz ödemelerinin toplam vergi gelirlerinin üzerinde olması, size neden hiç dokunmuyor?”, “Vergi gelirlerinin toplam bütçe harcamalarının yüzde 49’u büyüklüğünde olduğu koşullarda, yüzde 52’lik faiz ödemesi de ‘olacak iş mi’ diye neden sormuyorsunuz? Neden isyana davet etmiyorsunuz?” 
Tarımsal nüfusun fazlalığına gelince, bu tarım sektörünün bir sorunu değil, ekonomideki genel durumun ve tarım dışı istihdam olanaklarının bir sorunudur. Tarım dışında yoğun bir işgücü talebi var da mı, nüfus kırda kalmakta ısrar ediyor! Tarımsal nüfusun fazlalığından bahsedenler, diğer tarafta yaşanan işsizliği görmüyorlar mı? Bir de, tarıma verilen sübvansiyonları çok gören ve sürekli verimsizlikten bahseden ekonomistler, nedense, verimsiz sanayiin sürekli desteklenmesinden hiç bahsetmiyorlar. Bir yandan piyasa ekonomisinden bahsederken, diğer yandan da, hem KİT’lerden görev zararı karşılığı, hem de devletten ucuz kredi ve vergi avantajı sağlayarak ayakta duran şirketlere ses çıkarmıyorlar. Eleştirilen tarım sübvansiyonları, sermayenin kamudan çektiği kaynakların yanında devede kulak kalırken, sermayenin verimli üretiminden, teşvik bağımlılığından hiç bahsetmiyorlar. Verimsiz sanayiin bedeli ile, bankaların açık pozisyonlarından ve de içlerinin boşatılmasından doğan zararların hep topluma yüklenmesine ses çıkarmıyorlar.
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun (TMSF), batan bankalardan kredi kullanan, ama bu kredi borçlarını ödemeyen 190 bini aşan kişi ve şirketin batan bankalara olan 7 katrilyon lira borcunu toplamaya çalışırken yaşananlar bile, tek başına, halkın ödediği bedele isyan etmesi için yeterli. 
TMSF’nin faaliyet raporuna göre, 2004 yılı başında, batan bankaların hakim ortaklarının yaklaşık 3.3 milyar dolar ödemesi gerekiyor. Fakat, Temmuz ayına kadar hakim ortakların ödediği rakam, sadece 298 milyon dolar. Yani banka ortaklarının ödedikleri, hortumladıklarının 10’da biri bile değil. Batan bankalardan kredi kullanan şirketlerin borcu ise, 1.3 milyar dolar. Şirketler de, sadece ve sadece, 216 milyon dolar ödeme yapmış.
TMSF yönetimi de, baktı ki kimse borcunu ödemiyor, “tenzilatlı tahsilat kampanyaları” yapmaya başladı. TMSF’nin tenzilatını başkası değil, -önemli bir çoğunluğu çiftçi olan- halk ödüyor. Çünkü tenzilatlı tahsilat kampanyası, Güngör Uras’ın benzetmesiyle, “Batan bankadan kullandığın krediyi madem ki ödemeyeceksin, ne sen üzül, ne ben üzüleyim… Attır şu çanağa üç beş kuruş da… Borcunu helal edeyim… Kullandığın kredi de, ödemediğin faiz de cebine kalsın… Ben onu halktan nasıl olsa söke söke alırım…” demek. TMSF, batan bankalara borçlu şirketlerin borç faizlerini indirimli olarak yeniden hesapladı. Bu yeni borç rakamının yüzde 50’sini (yarısını) ödeyenin borcu siliniyor. Yüzde 20 peşin ödeme yapanlarınsa, borcunun, önce yüzde 30’u siliniyor. Borcun kalan kısmını ise, faizsiz, taksitle ödüyorlar… Böylesi bir “kıyağa” rağmen, borcunu ödeyenler yok denecek kadar az. Bu duruma, ne Başbakan’ın ne de emekçiyi emekçiye karşı isyana çağıran basın mensuplarının ve liberal ekonomistlerin itirazı var.

TABLO ÇOK AÇIK
Başbakanın ve medyada köşe başlarını tutan liberal ekonomistlerin verimlilik itirazları olabilir. Bahsi geçen şahıslar, makro ekonomik göstergelerde her ay yeni bir rekor kırıldığını, hedeflerin aşıldığını, birçok alanda tarihi oranlar elde edildiğini, “Çin’i ve Hindistan’ı imrendirecek büyüme”ler yaşandığını, ekonomide rekorlar kırıldığını söyleyebilirler. Fakat yaşanan üretim ve ihracat artışları, ne yüksek yatırımlarla sağlanan üretkenlik artışına ve ne de istihdam artışına dayanıyor. Daha az işçiyi daha yoğun ve daha ucuza çalıştırmakla sağlanan ‘verim’ artışına ve yabancı “sıcak” sermaye girişlerinin dövizi geçici olarak ucuz tutmasına dayanan rakamların, emekçi kesimler açısından, övünülecek bir tarafı yok.
Sadece 2005 yılı bütçesi rakamlarına, kime, hangi kesime ne verileceğine bakmak dahi meselenin anlaşılması için yeter de artar bile. 2005 yılı bütçesinden faize gidecek para 56.4 katrilyon lira. Personele verilecek para 32.4 katrilyon lira. Sosyal güvenlik kurumlarına aktarılacak para 26.5 katrilyon lira… Tarıma destek ise 3 katrilyon. Neredeyse hiçbir hizmet veremeyecek, sadece memur maaşına ve de faize para bulmayı hedefleyen bir ekonomik yapı içinde, milletin yatıp kalkıp kime hizmet ettiği çok açık. Açık olan bir diğer durum, üretici köylüye yönelik yok etme politikalarının ulusal ve uluslararası sermayeye kaynak aktarma sürecinin bir parçası olduğu gerçeğidir.

KAYNAKÇA

BORATAV, Korkut. 1995. “İktisat Tarihi (1981-1994)”. Akşin, Sinan (der.) Türkiye Tarihi, 5. Cilt, Cem Yayınevi, İstanbul, s. 159-213.
KÖSE, Ahmet ve YELDAN, Erinç 1998. “Dışa Açılma Sürecinde Türkiye Ekonomisi’nin Dinamikleri:
1980-1997”, Toplum ve Bilim, Yaz 77, 45-65.
GÖKTÜRK, Gülay. “Köylüler”, Tercüman, 02.12.2004
SÖNMEZ, Mustafa 1987. “Türkiye’de Tarım ve Büyük Burjuvazi”, Onbirinci Tez, S.7, 230-237.
SÖNMEZ, Mustafa 2002a. “Kriz, IMF ve Sermaye Birikiminde Tıkanma”, Kürkçügil, Masis (der.),
Bizim İçin Ağlama IMF!, Everest Yayınları, 101-127.
SOMEL, Cem. “Rekorlar kıran ekonomi”, Evrensel, 04.07.2004
SÖNMEZ, Mustafa, 2002b, “100 Grafikle Kriz ve Yoksullaşma”, İletişim Yayınları.
TÜSİAD 1981. “Tarım Raporu”, TÜSİAD Yayını,
URAS, Güngör. “Faizsiz de olsa’ borcunu ödeyen yok”, Milliyet

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑