‘Adı Yok Kadın’ın cinsel özgürlüğü ve çözümsüzlüğü

Kapitalist dejenerasyona karşı, biçimsel özgürlük düşüncesini de terk ederek feodal-İslami değerlere geri dönmek suretiyle değil, biçimsel özgürlüğü toplumsal özgürlük yönünde derinleştirerek ve aşarak tutum alınabilir.
Şimdilerde nicel olarak biraz daha azalmış olmasına karşın, 1980’li yıllarda, yayın piyasasında ‘kadın sorunu’nu eksen alan kitap ve dergiler, önemli ölçüde alıcı buldu. Tercüme veya telif, inceleme veya roman türünden sayısız kitap yayınlandı, yayınlanıyor.
‘Adı yok’ kadının durumu sorgulanıyor.
Verili ürünlerin niteliğinden, üretilen-önerilen çözümlerden bağımsız olarak, egemen burjuva değerlerin ve arkaik ahlak anlayışının en ileri bir kısım çevrelerde dahi genel kabul gördüğü bir yapısal ortamda, kapitalist-burjuva toplumda ezilen bir cins olarak kadınlık durumunun sorgulanmasını, ahlak anlayışlarına yöneltilen itirazları önemli bir ilerleme saymak gerekiyor.
Tepkisizlik ve suskunluk kırılıyor.
Sessiz, suskun ve tepkisiz bir sürecin, artık belli ölçülerde gerilerde kaldığı görülüyor. Verili koşullarda henüz birbirleriyle kesişmeyen, ama tek tek özgül alanlardaki toplumsal memnuniyetsizlikler, kendini her alanda, şimdilik ileri boyutlara erişmemiş olsa da, belli istemlerle eylemlilik düzeyinde gösteriyor. Toplumsal muhalefet eylemlilik düzeyine çıkıyor.
Toplumsal eylemlilik temelinde, sistemin getirdiği egemen değerler ve değer yargılan, belli ölçülerde de olsa, her alanda sorgulanıyor. Yeni ve alternatif değerler, sistemden tam bir kopuşu temsil etmese bile, muhtevasıyla uyumlu sosyal bir sınıf tabanında yankısını buluyor.
Veya tersi, tersinden ifade etmek gerekiyor: Eylemlilik düzeyine yükselmiş toplumsal bir memnuniyetsizlik veya sosyal sınıf hareketi, birebir düzeyde olmasa da, aynı zamanda, en azından nüve halinde, kendi toplumsal değerlerini ve normlarını üreterek varoluyor. Ortaya çıkan yeni değerler ve alternatif normlar, sosyal sınıf hareketinin sınıfsal özelliği, kapsamı ve düzeyi ile var olan bir paralelliği yansıtıyor. Toplumsal bilincin düzeyini, toplumsal eylemliliğin maddi zemini belirtiyor.
Geçtiğimiz 1989-Baharında çeşitli eylem biçimlerine bürünen yaygın işçi eylemleri, sendikal düzeyde, belirli ve kısmi siyasal istemlerle de birleşen ekonomik bir tepkiyi yansıtıyordu, işçi eylemleri ve işçi istemleri, sistemi, ancak sendikal örgütlenme ve ekonomik hak düzeyinde sorgulama perspektifine sahipti, kısmi alternatif nüveleri barındırmasına karşın, sistemin ekonomik, siyasal ve toplumsal kurumlarından ve normlarından siyasal bir kopuş noktasına ulaşmamıştı. Eylemler, kadın işçilerin yoğun katılımı ile gerçekleşmesine karşın, eylem talepleri, iş ve çalışma koşulları dışında, kadın cinsinin ve proleter kadının tarihsel ezilmişliğine karşı özel bir vurguya yer vermiyordu.
İşçi hareketi, proleter kadının ve kadın cinsinin, cinsel ezilmişliğini sorgulama aşamasına ulaşmıyor. Şöyle de söylemek mümkün: Genel işçi istemlerine, kendi özgül istemlerini de ekleyen ve işçi hareketinin organik bir parçasını oluşturan bir kadın hareketi, günümüzde henüz toplumsal bir şekillenme düzeyine ulaşabilmiş değil.
Kadın hareketi, bu aşamada, toplumsal değerler düzleminde, sistemi devrimci bir tarzda sorgulayacak ve düzenin normlarından kopabilecek bir potansiyel taşımıyor. Sistemin egemen değerlerinin, devrimci bir tarzda aşılamamış olmasının temelinde, toplumsal muhalefetin eylemlilik anlamında belli bir olgunluk düzeyine ulaşmamış olması ve özgül alanda kadın hareketinin, ağırlıklı olarak orta sınıf kaynaklı olması yatıyor. Veya kadın hareketi, orta sınıfların sınıfsal özelliklerini ve değer yargılarını yansıtıyor.
Daha alt sınıfların toplumsal muhalefetinin, sisteme alternatif olacak boyutlara ulaşmadığı ve orta sınıfların ekonomik ve siyasal olarak sisteme bağımlılığının sürdüğü koşullarda, orta sınıfların sisteme karşı hoşnutsuzluğu, toplumsal ve siyasal bir tepkiyi yansıtıyor, doğal sınıfsal bir tepkinin ötesine geçmiyor. Orta sınıfın tepkisi, ancak toplumsal ve siyasal reformculuğa çıkış noktası oluşturuyor. İstem ve eylemler reformcu bir muhteva taşıyor, reformcu çerçeveyi aşamıyor. Orta sınıf kaynaklı kadın hareketi, ideolojik olarak radikal bir toplumsal muhalefetin sistem-karşıtı radikal değerlerinden değil, ağırlıklı olarak egemen sol-reformculuğun sistem-içi düşünce bütünlüğünden besleniyor. Radikal bir toplumsal muhalefetin zayıflığı, reformcu tez ve anlayışların her alanda yeniden-üretilmesine uygun bir siyasal ortam oluşturuyor.
Orta sınıflara dayalı reformcu tepkiler, sistemin sınırlarının dışına çıkma potansiyelini taşımıyor, tersine sistemin ördüğü duvarlara çarpıp kırılıyor. Sistem reformcu tepkileri, kendi güçlü bünyesinde eritiyor.
Sadece siyasal ve toplumsal istemleri ve eylemlilik düzeyi açısından değil, aynı zamanda toplumsal değerleri ve normları açısından da, orta sınıf kaynaklı hareketler, egemen değer ve normlardan nitelik olarak ayrışmıyor.
Sistemin ve sistemin egemen değer yargılarının, egemen ahlak anlayışının reforma tabi tutulması isteği, verili koşullarda orta sınıf hareketinin temel yönelimini oluşturuyor.
Reform talebi, sınıfsal bir tepkiyi yansıtıyor, aynı zamanda tepkiyi yavaşlatıcı bir rol oynuyor.
Orta sınıf kaynaklı reformculuk, sistemi, sistemin egemen değerlerini sorguluyor, sorgulama tepki üretiyor, ama çözüm üretemiyor. Şöyle de söylenebilir: Reformcu çözüm yolları, sistemden kopuşu ifade etmiyor.
Verili kadın hareketini, taşıdığı değerleri ve perspektifini bu çerçeveye oturtmak gerekiyor.
Ortaya çıkan ürünler de, bu çerçevenin bir parçasını oluşturuyor. Ve en özet olarak, tepkisel bir çözümsüzlüğün özgül bir alandaki yankılanmasını ifade ediyor.
Cinsel baskıya karşı ‘kadınca’ bir tepki: ‘Kadının Adı Yok’
Bu konuda, Duygu Asena’nın Kadının Adı Yok, en çok adından söz ettiren ve satış listelerinin en üst sıralarında yer alan kitapların başında geliyor.
Bu tip kitapların edebiyat açısından ve estetik olarak değerlendirilmesini, edebiyat eleştirmenlerine terk etmek gerekiyor. Ama toplumsal bir sorunun ortaya konması, çözüm yolları aranması ve belli değerlerin sorgulanması açısından, ‘Kadının Adı Yok’ gibi bir kısım ürünlerden bir kalkış noktası olarak hareket etmek, edebiyat eleştirmenlerine bırakılmayacak kadar ciddi ve önemli gözüküyor.
Kadının Adı Yok, içerik olarak, adı ve kimliği reddedilen kadının ezilmişliğine, toplumda kadının ikinci cins konumunun sürdürülmesine karşı ‘kadınca’ bir tepkiyi yansıtıyor. Ama var olan bir durum, bir statünün onaya konulmasını, sorgulanmasını gerektiriyor. Sosyal bir konumun sorgulanmasının, çözüm önerisi ile birleşmemesi doğal bir tepkiyi doğuruyor, tepki ile tamamlanıyor.
Kadının Adı Yok, orta sınıf değer yargılarına sahip ve aynı zamanda çalışan bir ev kadınının ev ve iş ortamındaki sosyal statüsünü, kadın cinsinin erkek cinsi ile ilişkisini, kadının ikinci sınıf konumunu sorguluyor. Kadının ikincilikten kurtuluş çabası, bir tepkiye dönüşüyor, tepki kırılıyor. Tepkinin kırılması, hayal kırıklıkları ve savrulmalarla sonuçlanıyor, Adı var, Işık, kimliği yok kadın, hep savrulmaları yaşıyor.
D. Asena’nın kimliği yok kadını, ‘erkek egemenliği’nden kopuş ve savruluş sürecinde, ev ve iş ortamının ürettiği sevgisizliğe ve kimliksizliğe karşı, sevgiyi ve kimliğini arıyor.
Batının feodal toplumu evliliği ve şövalye aşkını birbirinden ayırıyor, aşkı resmi toplumun dışına taşıyor. Burjuva toplumu ise, sevgisizliği ve rekabeti körüklüyor, sevgisizlik üretiyor. Kapitalizm hümanizmayı, dostluk-sevgi-dayanışma-aşk gibi insanı insan yapan özellikleri üretmiyor, öldürüyor, insan ilişkileri yıpranıyor. İnsan kendisine ve hemcinsine karşı yabancılaşıyor. Kapitalizm, kadını ve erkeği ile insanı ve insanın bütün işlevlerini basit birer üretim aracı olarak tekellerin, tekelci değerlerin vesayeti altına sokuyor.
Tekelci kapitalizm, kadının ve erkeğin ücretli köleliği ve sisteme bağımlılığı üzerine oturuyor.
Burjuva aile kurumu ve ev ortamı, burjuva toplumunun uzlaşmazlıklarının ve çelişmelerinin küçültülmüş bir tablosunu sunuyor.
Kapitalizmin rutin ve yabancılaşmış ilişkileri, ev(lilik) kurumuna taşınıyor, yabancılaşma ev(lilik) ortamında yeniden ve daha üst boyutlarda üretiliyor. Ev(lilik) kurumu kadını, yatak odasına ve çocuk odasına hapsediyor. Ev köleliği, çalışan kadın açısından iş köleliği ve işyerinde kadının ikinci konumu ile pekişiyor. Eşitsiz cinsellik konumu, rutin ilişkiler ağı çerçevesinde sevgisizlik üretiyor. ‘Evlilik cüzdanı’ iki cinsi birbirine bağlamanın, daha çok da kadını erkeğe ve eve bağlamanın, köleleştirmenin simgesini oluşturuyor. Özgürlüğü değil, bağımlılığı temsil ediyor. Ev(lilik) kurumu, iki cins arasındaki iletişimi koparıyor, iletişim için, taraflar, ekonomik ve sosyal statü olarak eşit değil, eşitlik için erkeğin özne, kadının nesne konumundan çıkması gerekiyor. Burjuva toplumunun küçültülmüş bir tablosunu oluşturan aile kurumu, ancak kadının nesne konumunun sürdürülmesi temelinde ayakta durabiliyor
İki cins arasındaki sevgi, ancak sürekli kendini çoğaltarak varolabiliyor. Sevgi sürekli üretimi ve yenilenmeyi gerektiriyor. Aile kurumu, üretim ve yeni-den-üretim esası üzerine oturmuyor, tüketimin gerçekleşmesinin temel bir sosyal birimi olarak işlev görüyor. Eşitsiz ilişkiler, sevgiyi de tüketiyor. O güne kadar üretilmiş olanların tüketilmesi, sevgi bağlarını da koparıyor.
Kadın ve erkek sevgisizliği yaşıyor. Aile kurumu bağımlılık ve özgür olmayan ilişkiler üretiyor, var olan ilişikleri onaylıyor. Erkek, cinsel özgürlüğünün sınırlandırılmasını ve baskı altına alınmasını potansiyel olarak reddediyor. Erkek, ‘sevgi’yi ve ‘özgürlüğü ev(lilik) kurumu dışında arıyor. Metreslik kurumunu da kapsayan evlilik-dışı fuhuş sektörü, erkeğe ‘özgür’ hareket alanı sağlıyor.
‘Evlilik cüzdanı’ ile eve-kocaya ve mutfağa bağlanmış ve artık aldatılabilen orta sınıf kadını, biraz da ov dışına çıkarak hayal kırıklığını tamir etmeye soyunuyor, kurtuluşu ev dışında aramaya başlıyor. Eşinin de yardımı ile bir işe yerleşiyor, önüne, bağımlılık ilişkilerinin ve eşitsiz konumunun devasa boyutlarda yeniden üretildiği toplumsal bir tablo sergiliyor, yeni bir hayal kırıklığı ile karşılaşıyor.
D. Asena’nın ‘Adı Yok’ kadınının hayal kırıklığı, bireysel bir tepki ile sonuçlanıyor. Hayal kırıklığının, kadının ikinci cins konumunun sorgulanması ve cinsel eşitsizliğe karşı tepki göstermesi ile tamir edilmesi yoluna gidiliyor.
D. Asena’nın kadını, sistemin yarattığı ve övünç kaynağı haline getirip örnek olarak sunduğu pısırık ve edilgen, kaderine rıza gösteren bireyi değil, güçlü ve ezilmişliğine karşı tepki gösteren bireyi temsil ediyor. Kadının Adı Yok, güçlü ve aktif bireyi olumluyor. Kadının Adı Yok, güçlü bireyi olumlaması anlamında olumlu bir örnek oluşturuyor. Durumunu sorgulayan birey olumlu bir imaj çiziyor.
D. Asena, kadının güçlülüğünü savunuyor. Kendini güçlü gören kadın, tüm güçlüklerin aşılması hedefine bir adım atmış oluyor. Ama attığı ilk adımda çakılıp kalıyor.
D. Asena’nın güçlü bireyi güçlülüğe ilk adımı, durumunu sorgulayarak atıyor.
Durum saptaması ve sorgulama bir başlangıçtır. Çözüm yolu üretmek için önce saptama yapmak gerekiyor. Çözüm yolunu irdelemek için saptanan durumu sorgulamak gerekiyor.
D. Asena saptama yapıp bırakıyor. Durumunu sorgulamaya başlayan güçlü bireyini yalnız bırakıyor. Güçlü birey, toplumsal ilişkiler bütünlüğüne çarptıkça kırılıyor. Toplumsal ilişkiler sistemi güçlü kadını güçsüzleştiriyor. Kadının güçsüzlüğü açığa çıkıyor.
Kadının Adı Yok, kadının güçlülüğü ve güçlü kalması için, özgürlük sisteminin yeterli olacağını varsayıyor. Özgürlük istemi, cinsel kısıtlamaya karşı, kadın için resmi bir fuhuşa dönüşen ve kadını kapalı ev atmosferine hapseden tek eşli evliliğe karşı, cinsel özgürlük biçimiyle somutlanıyor. Tek başına cinsel özgürlük istemi ve cinsel özgürlüğün gerçekleşme biçimleri ‘adı yok’ kadının cinsel ezilmişliğine karşı çözüm yolu oluşturuyor.
D. Asena’nın güçlü kadını, izlediği çözüm yolu ile özgürleşmek için belki bir adım atıyor, ama özgürlüğünü elde edemiyor Özgürlük çığlığı sistemi çevreleyen demir halatlara takılıp kalıyor. Özgürlük mümkün olmuyor.
İki nedenle mümkün olmuyor:
İnsanlığın Bir Büyük Özlemi: ‘Özgür Aşk’
Birincisi, özgürlük istemini sistemin kurumlarının ve egemen değerlerinin taklit edilmesinde ve örnek alınmasında değil, tersine aşılmasında ve reddedilmesinde aramak gerekiyor.
Kadının Adı Yok, sistemin egemen değerlerinin ve kurumlarının dışına çıkamıyor, egemen olan değerleri ve ahlak anlayışını yeniden üretiyor. Ezilen ve cinsel olarak baskı altında tutulan kadın, erkek değerlerini taklit etmeyi, model olarak almayı kurtuluş sayıyor.
D. Asena’nın kadını, toplumsal değerlere sığınma açısından, yalnızca cinsiyeti kadın olan bir erkeği temsil ediyor. Güçlü kadın, güçlü olmayı erkeğin davranışlarının taklit edilmesinde arıyor, ‘güçlü’ erkeği kendisine örnek seçiyor, çapkınlığa yöneliyor. Cinsel özgürlük, erkeğin çapkınlığının taklit edilmesine indirgeniyor.
Kadın, erkeğin cinsel özgürlüğüne karşı duyduğu tepkiyi dile getiriyor, erkeği taklit ederek, sistemin erkeğe bahşettiği bir hakkı kullanmaya başlamayı, çapkınlığa yönelmeyi özgürlük sayıyor.
İnsanın işkence karşısında eşitlenmesi, herkese işkence yapılması suretiyle değil veya iki cinsten birinin diğerine karşı fiziki güç kullanması eşitliği kadının da erkeği dövebilmesi ile değil, işkence ve dövme olgularının, maddi koşulları ile birlikte ortadan kaldırılması ile mümkün olabilir. Olumsuz değerlerin, ideolojik düzlemde mahkûm edilmesi gerekiyor. İki cinsi eşitlemek için, kadını erkek egemen değerleri ile yüklemek bir olumsuzluktur. D. Asena, iki cins arasındaki cinsel eşitsizliği, kadına erkek değerleri aşılamak suretiyle gideriyor.
Sistem-içi değerler erkeği köleleştiriyor, çapkınlık erkeğin ‘özgürlük içinde’ köleleştirmesidir, erkek cinselliğinin metalaşmasıdır. Cinsel birleşme sevgi ile donatılmadığı sürece, insanı nesneleştirir.
Çapkınlık, kadını özgürleştirmiyor, ‘erkekler dünyası’ndaki köleliğinin artmasını hızlandırıyor.
Çapkınlık, kadını ve erkeği ile insanı tüketiyor.
Sistem-içi değerlerin övgü ile yeniden üretilmesi ve kadının sistem-içi değerlere sığınması, özgürlüğe açılan bir kapı olmuyor.
İkincisi, bireyin özgürlük istemi ve özgürlük isteminin gerçeklik kazanması, toplumsal ilişikler bütünlüğünden soyutlanarak gerçekleşmiyor. Erkek egemenliği, kapitalist meta ekonomisi sistemi ve kapitalist pazar, özel ev ekonomisini ve kadının eve bağlanmasına temel oluşturan iş bölümünü gerekli kılıyor. Kapitalist özel mülkiyet, kendine uygun toplumsal ilişkiler bütünlüğünde hukuki ifadesini buluyor, toplumsal ilişkiler bütünlüğü kadının her alanda ikinci cins konumunda tutulmasını onaylıyor. Özgürlüğü evin, evliliğin köleleştirici atmosferinin dışında arayan kadın, toplumsal ilişkilerin ördüğü ağa takılıyor.
Kapitalist özel mülkiyet ve burjuva toplumsal ilişkiler bütünlüğü sorgulanmadan, kadın cinsinin ezilmişliğinin sorgulanması ve kadının ikinci cins konumuna düşürülmesinin toplumsal ilişkiler ağından koparılması, bir eksikliğe işaret eder.
D. Asena’nın kitabında, kadının ezilmişliği ve cinsel olarak baskı altına alınmış olması, toplumsal temellerine oturmuyor. Sonuç olarak da, güçlü kadının güçlü tepkisi hafif kalıyor ve toplumsal ilişkiler bütünlüğü içerisinde eriyip gidiyor.
Çözüm değil, çözümsüzlük ortaya çıkıyor.
Çözümü, kapitalizmden ‘özgürleşmek’ isteyen bireyde değil, hiç değilse, bakış açısı olarak, kapitalizmin çizdiği sınırların ötesinde aramak gerekiyor. Kadını kuşatan cinsel baskıyı ve erkek egemenliğini, sistemin toplumsal ilişkilerine bağlayarak, sorgulamak, çözüm için ileri bir adım olur.
Kapitalizm, kadını ikinci bir cins olarak korumadan ayakta duramıyor. Kadının kurtuluşu her şeyden önce, kadının kapalı ev ekonomisinden kurtuluşu ite, ailenin bir kurum olarak ortadan kaldırılması ile, kadının iş bölümüne olan bağımlılığının sona erdirilmesi ile, ‘kadın işi’ denilen ev mutfak işlerinin toplumsallaştırılması ile, kamu mutfaklarının, ortak çamaşırhane ve ortak çocuk bakım merkezlerinin kurulması ile ve bunların kadın işi olmaktan çıkarılması ile, resmi evlilik biçimine bürünen resmi fuhuşun ve sivil fuhuşun toplumsal yaşamdan silinmesi ile, kadının kendi bedeni üzerindeki denetim hakkına kavuşması ile ve kadını ve çocuğu burjuva ilişkiler çerçevesinde babaya-kocaya bağlayan kölelik bağlarının sökülüp atılması ile, sonuç olarak erkeğin de özgürleşmesiyle mümkündür. İş bölümünün ve özel aile ekonomisinin ortadan kaldırılması, ev ekonomisinin ve çocuk bakımının kamulaştırılması, kapitalist kâr oranını düşürür ve kapitalist pazarı daraltır. Kar oranının normalden daha aşağı düzeyde düştüğü ve iç-pazarın daraldığı koşullarda, kapitalist ekonominin varlığı tehlikeye girer. Kapitalizmin verili koşulları altında kadın cinsini köleleştiren ekonomik ve toplumsal bağların, erkek egemen kurumların kaldırılmasının nesnel koşulları mevcut değildir. Kapitalizmin yıkılması ve sosyalizmin kurulması, ancak bunun maddi zeminini sağlar. Sosyalizm henüz ileri bir olgunluk aşamasına ulaşmadan, kadın cinsinin kurtuluşunu sağlayacak koşulları tümüyle yaratamaz, kurtuluşun maddi, toplumsal nesnel koşullarını hazırlayabilir. Kapitalizm koşulları altında, ancak kısmi reformlardan söz edilebilir. Reformların genişliğini ise, bir yere kadar kapitalizmin sınırları, burjuvazinin ihtiyaçları belirler.
Feodal değerlere, kapitalizmin erkeğe tanıdığı cinsel tekele ve kadın cinselliğinin mutfağın ve yatak odasının dar dehlizlerine kapatılmasına karşı, egemen değerlere ve egemen ahlak anlayışına karşı, cinsel özgürlük ve özgür aşk sloganları, ilerici bir muhtevaya sahip. Özgürleşme istemini yansıtıyor. Ama kapitalizmin altyapısı ve toplumsal ilişkilerin burjuva karakteri, aşkı özgürleştire-cek maddi bir zemin sunmuyor. Cinsel özgürlük ve özgür aşk tarafından, toplumsal yabancılaşmanın ve dejenerasyonun yeni bir boyutta yeniden üretilmesine hizmet edecek şekilde kullanıyor.
Cinsel özgürlüğü de kapsayan insanın gerçek özgürlüğü, ancak burjuva değerler sisteminin ve ahlak anlayışının aşılması ile cinsel özgürlük isteminin burjuva dejenerasyonunun tahakkümünden kurtulması ile mümkün olacaktır. Sosyalizm cinsel özgürlüğün, özgür aşkın gerçekleşmesinin maddi ve moral koşullarını yaratacaktır.
Geleceğin toplumunda, insanları bir arada tutan şey ekonomik kaygılar ve gelecek kaygısı değil, sevgi ve istek olacaktır. Arkadaşlıkta olduğu gibi, kadını yalnızca ekonomik bağımsızlığı özgür kılabilir, iki cins arasındaki ilişkinin belirlenmesinde, istek ve karşılıklı beğeni dışındaki etkenler rol oynamayacaktır. Yönetilen-yöneten konumunun, cinsiyete dayalı işbölümünün, eşitsiz cinsellik durumunun aşıldığı, insanlığın gerçek özgürlüğe eriştiği, kadın ve erkeğin dünyayı ve güzellikleri paylaştıkları koşullar, ancak bu koşullar, cinsel özgürlüğü ve özgür aşkı bir özlem olmaktan çıkarıp, gerçeklik katına yükseltecektir.
Özgürlük çağı sadece kadının değil, erkeğin, erkek cinsinin de kurtuluşu olacaktır.
Özgürlük çağını bir ütopya olarak tahayyül etmemek gerekiyor. Bugünün özgürlük sloganları ve özgürlük kavgası, geleceğe uzanan kilometre taşları olarak döşeniyor.
Kapitalizm kadını ve erkeği nesneleştiriyor, özgür aşkı ve sevgiyi öldürüyor.
Tekelci kapitalizm özgürlüğü değil, köleliği ve bağımlılığı temsil ediyor.
Kadın özgürlüğünün verili koşullarda en çok gerçekleştiği İskandinav ülkelerinde, bugün yeniden eve dönüş kampanyasının başlatılması ve geri konumdaki ülkelerden biri olan Sovyetler Birliği’nde, Gorbcaçov’un yeniden ‘kutsal ana’ ödülleri vaat ederek çalışan kadını mutfağın ve yatak odasının faziletlerine inandırmaya çalışması, bir rastlantı olmasa gerek. Kadın, herhalde, en çok bugün SSCB’de ikinci cins konumunu sürdürüyor. Sovyetler Birliği’ni baz alarak sosyalizmi yargılamaya çalışanların, Markizinin kadın sorunu konusundaki yetersizliğini keşfedenlerin, her şeyden önce kendilerinin sosyalist olmadığına hükmetmek gerekiyor. Fazlaca teorik ve siyasal tahlile, çok somut incelemelere ihtiyaç duymayanlar, sadece bir takım sonuçlardan kalkarak da bir şeyler keşfedebilirler. Gorbaçov reformları ile Sovyet kapitalizmi, kendini yenilemeye çalışıyor. İşçi sınıfının ağır sömürü ve çalışma koşullarına karşı ve özgürce örgütlenme hakkı için toplu direnişlere yöneldiği, Cumhuriyeti oluşturan ezilen milliyetlerin ulusal baskıya karşı ayağa kalktığı bir ülkede, kadın ancak ikinci sınıf bir cinsiyet işlemi görür, mutfağa ve yatak odasına kapatılır. Sovyetler Birliği, Çin ve Doğu Avrupa ülkelerindeki durumlardan yola çıkılarak, Marksist teorinin kadın sorununu ele alışındaki eksikliklerden bahsedilemez, Marksizm’e reddiye dizilemez, olsa olsa kapitalizm reddedilir. Revizyonizm eliyle, anti-komünist partiler eliyle Marksizm’in devlet ve devrim kuramları, Marksizm’in devrimci özü nasıl burjuvazi için kabul edilebilir hale getirilmişse, aynı şekilde Marksizm’in kadın sorununa yaklaşımı da unutturulmaya çalışılıyor, erkek egemen burjuva ideolojisinin meşru gösterilmesine indirgeniyor.
Revizyonizmin ve kapitalizmin de-formasyonuna duyulan tepki, geri köylü ideolojisi ve feodal ahlak anlayışı ile birleşince, özellikle köylü kökenli siyasal akımlar, feodal ve İslami değerleri, devrimci bir söylemle yeniden üretmeye yöneliyor ve devrimci saflarda erkek himayesine muhtaç ‘bacı’ kurumu şekilleniyor. Kadının cinselliği dahi reddedilerek, kapitalizmin ve kapitalist değerlerin de gerisine düşülüyor. Feodal ahlak anlayışı, küçük köylü ekonomisinin, dar toplumsal ilişkilerin ahlak anlayışı, devrimci ahlak anlayışı olarak yüceltiliyor. Boşanma özgürlüğü hakkı dahi, özgürlükler kategorisinden çıkarılıyor. Devrimci söyleme bürünmüş feodal değerler ve feodal ahlak anlayışı, kadın özgürlüğü hareketinin karşısına ikinci bir dalgakıran olarak çıkıyor. Emperyalizm sosyalizmin arifesi ise, kadının kurtuluşunun da arifesidir. Kapitalizm koşulları altında kadın, özgürlük çağına, feodalizme göre tarihi olarak çok daha yakındır.
Kapitalist dejenerasyona karşı; biçimsel özgürlük düşüncesini de terk ederek, feodal-İslami değerlere geri dönmek suretiyle değil, biçimsel özgürlüğü toplumsal özgürlük yönünde derinleştirerek ve aşarak tutum alınabilir.
Köylü değer yargılarının beslediği siyasal akımlar, kadını olduğu yerde tutuyor ve sınıf mücadelesine de kadını, sınıfın bir parçası, artı, ezilen bir cins olarak değil, kocasının karısı, oğlunun anası olarak dâhil ediyor. On yıl öncesinin bakış açısını, bugün herkesin anımsayabilmesi gerek. Kocalarının ve oğullarının öldürülmemeleri için, kadınların anti-faşist olmaları, demokrasi mücadelesine katılmaları isteniyor, sınıf mücadelesi erkeklerin tekeline veriliyordu. Sistemin ideolojisi, sol bir söylemle yeniden üretiliyordu. Köylü değer yargılarının Marksizm olarak lanse edilmesinin günahını Marksizm’e yüklemek haksızlık olur. Marksizm’i, revizyonist teori ve pratiklerin, feodal köylü ideolojisinin dışında aramak gerekiyor.
Bugün kadın sorununda, her şeyden önce, feodal değerlerin ve köylü devrimciliği perspektifinin aşılması önemli bir görev olarak duruyor. Düne göre, en azından teorik platformda, belli bir mesafe alındığını görmek sevindirici.
Toplumsal temellerine oturtulmasa da, kadının toplumsal konumunun sorgulanmaya başlanması, bireyin itildiği konuma tepki göstermesi de sevindirici oluyor. Ama sevinç çözüm önerisi ile birleşmiyor. Toplumsal ilişkilerin çemberini aşamayan tepkici birey, sadece kendi durumuna karşı değil, çözümsüzlüğe karşı da tepki gösteriyor.
‘Adı Yok’ kadın, tepki içinde bağımlılığı ve kuşatılmışlığı yaşamaya devam ediyor.

Mart 1990

Türkiye kendi Sartre’ını arıyor

Olayların ve toplumsal eylemlilik düzeyinin insanı geliştirdiğini, düşünceyi derinleştirdiğini, düşünsel boşlukları doldurduğunu görmek gerek.
Toplumsal eylemlilik düzeyinin eriştiği aşamayı, bir sevinç kaynağı olarak karşılamak gerek.
Düşüncenin gelişmesinin toplumsal eylemliliğin arkasından gelmesini doğal karşılamak gerekiyor. Ama doğmalara sığınmış, skolastik kalıplar içerisinde eritilmiş bir düşünsel sistem, gelişmişliği değil, tutuculuğu temsil ediyor.
Skolastisizmi yıkmak gerekiyor. Toplumsal eylemliliğin, toplumsal olayların eriştiği düzeyin şovenist dalgayı ve skolastik düşünce kalıplarını sarsmaya başladığı görülüyor.
Sevindirici oluyor.
OLAY-1: 1988 Martında Irak Kürdistan’ında Halepçe kasabasında sivil halka karşı İRAK Hükümet kuvvetlerince kimyasal silahlar kullanılıyor. Beşikteki çocuklardan yetmiş yaşındaki yaşlılara kadar toplam 5000 kişi yaşamını yitiriyor, on binlerce kişi sakat kalıyor. Kimyasal silahların kullanılması daha 1925 Cenevre Anlaşması ile yasaklanmış ve Irak Hükümetinin bu anlaşmayı 1932 yılında onaylamış olmasına karşın, Kuzey Irak’ta 5000 Kürt’ün kimyasal silahlarla yok edilmesi, tekelci basın ve iletişim organlarınca küçük ve şuadan bir haber olarak duyuruluyor, katliama bir haber değeri bile biçilmiyor. Daha önemlisi de katliam, dünyada herhangi bir tepki toplamıyor.
Tek istisnayla: Almanya’da Doğayı Koruma Derneği, kimyasal silahların kullanılmasını protesto ediyor, kimyasal silahların kullanılmasının doğal dengeyi bozduğu, bitki örtüsünü tahrip ettiği ve ilkel canlıların yaşamını doğrudan etkilediği için…
OLAY- 2: İsmail Beşikçi’nin ‘Devletlerarası Sömürge…’ isimli sosyolojik bir araştırması, yayınevinden çıktığı gün toplatılıyor ve bir süre sonra da yazarı tutuklanıyor. Kitabın toplatılması ve yazarının tutuklanması, Güneş gazetesi ve 2000’e Doğru dergisi dışında, basın-yayın organlarında sessizlikle geçiştiriliyor. Bir kısım gazeteci yazarların karakola veya mahkemeye çağrılması veya cinsellikle ilgili herhangi bir çeviri kitabının toplatılması karşısında, yoğun bir tepki gösteren basın organlarında toplatma-tutuklama olayı, bir habere konu olabilecek kadar bile değerli bulunmuyor. Daha önceki yıllarda yasaklama ve sansür kararı karşısında, toplu bir tepki göstererek H. Miller’in ‘Oğlak Dönencesi’ni toplu yayınlayan ve Ç.Emeç’in katledilmesi üzerine ortak imzayla basın açıklaması yapan yayınevleri arasındaki dayanışmanın, sıra ‘Devletlerarası Sömürge…’ kitabına gelince bir işlevi olmadığı görülüyor. İnsan hakları ile ilgilenen örgütler ve yazar örgütleri ise sessizliğe gömülmeyi tercih ediyorlar.
OLAY-3, 4, 5… Basın Filistin intifadasını övüyor ve Arafat’ın, Filistin’de İsrail işgalcilerine karşı taş atan çocuklar için kullandığı küçük generaller’ sözünü övgüyle aktarıyor, ama aynı basın sokağa dökülen binleri, ‘hain’, ‘bölücü’, ‘terörist’ ilan ediyor. Lozan’ın korunması çağrısı yapılıyor.
VE OLAYLAR DİZİSİ: Bir yığın siyasal-sosyal gelişme arasında öne çıkan iki olgu: Bir ulus kendi kimliğini dayatıyor, kadın cinsi kimlik kazanma savaşımı yeriyor…
Sistem bir ulusun ulusal kimliğini, kadının cinsel kimliğini ısrarla reddediyor.
Bir ulus, ulusal kimliğinin reddedilmesini reddediyor. Ret Cephesi kuruluyor.
Doğayı korumayı hedefleyen örgütlerin yaygınlaşmamış olmasını bir eksikliktir. Bu tip örgütlerin varlığı ve yaygınlığı, hiç değilse canlının yaşama hakkını, bir hak olarak, insanların tartışma gündemine gelmesine vesile oluşturuyor. Bir ulusun kimlik savaşımı ile en azından, bir canlının varolma savaşımı arasında kıyaslama yapılabiliyor.
İnsan hakları ile ilgilenen örgütlerin, insanın büyükçe bir bölümünün, kadın cinsinin ve özellikle bir ulusun kimlik kazanma savaşımını fazlaca insani bulmadıkları anlaşılıyor. Egemen ulusun aydını, bir ulusun kimliksiz bırakılmasından komisyon alıyor. Ulusal gelir sömürgede kişi başına 450 dolar olarak dağıtılıyor, ülke ortalaması ise 1000 doların üzerinde. Aydının sömürgeciliği ve kimliksizliği savunmasının ekonomik ve sosyal bir temeli var. Egemen aydın bir ulusun kimliksizliğini onaylamak suretiyle, kendisini de kimliksiz bırakmış oluyor. Tepki toplayan ve trajik sonuçlara yol açan bir takım olayların, bir ulusun, kimliksiz bırakılmasına karşı doğal tepki olduğunu göremiyor, doğal tepki karşısında hoşgörü taşımıyor.
Kimliksiz aydın, insanlaşmanın tarihsel sürecinin dışına düşüyor, kendini yeniden üretemiyor, insanlaşma sürecine katılamıyor.
İnsanlaşma tarihsel bir süreci kapsıyor ve sürüyor. İnsan ancak dayatılmış olan kimliği reddederek, insanlaşma sürecine katkıda bulunabiliyor.
Kapitalizm, hep tek-yanlı, dar kafalı ve kimliksiz insan tipi yaratıyor.
Egemen aydın, insanlaşma sürecinin dışında, kimliksizlik bunalımı yaşıyor ve hep çifte ölçülere, çifte normlara sığınıyor. İsrail Siyonizm’inin Filistinlilerin kimliğini yok etmek istemesinin karşısında yer alıyor. Bulgaristan’daki şovenist-Slav dalgasının Türk kimliğini ezip geçmesini lanetliyor, Filistinlilerle ve Bulgar Türkleri ile dayanışmasını ilan ediyor.
Kendi ünü, ülkesinin ününü aşan aydın, her gün içe-içe yaşadığı bir ulusun kimlik savaşımının karşısına dikilmek için, önce kendi kimliğini reddetme yolunu seçiyor, genel normları feda ederek, bir ulusun kimliği ile kendi kimliğini eşitlemeye çalışıyor.
Olumsuz bir çifte standartlılık, aydını ve ülkesini kimliksiz bırakıyor.
Aydının kimlik savaşımı açısından, belki de çok bilinen bir örnek: Jean Paul Sartre, 1956-62 Cezayir Bağımsızlık Savaşında, Fransız emperyalistlerinin, Fransız sömürgecilerinin yanında değil, Cezayir halkının, Cezayir ulusunun yanında yer alıyor. Cezayir halkının, Fransız sömürgecilerine karşı sürdürdüğü bağımsızlık mücadelesini desteklediğini açık bir manifesto ile ilan ediyor. Fransız askerlerinin Cezayir’den çekilmesini ve Cezayir halkının kendi kaderini kendisinin tayin etmesini istiyor. Sartre, Fransız gericiliği ve kamuoyu tarafından ‘hain’ olarak ilan ediliyor. Cezalandırılması için yoğun bir kampanya başlatılıyor. Sartre’nin ünü, Fransa’nın ününün önüne geçiyor. Fransız gericiliği Sartre’ı cezalandırmaya cesaret edemiyor. De Gaulle, “Fransa’nın ünü, Sartre’ın ününü kapatmaya yetmez” diyerek, Fransız gericiliğinin cesaretsizliğini sergiliyor.
Sartre’nin çıkışı, şovenist dalganın üzerinde yükseldiği korku şokunun kırılmasında, önemli bir başlangıç noktası oluyor. Fransız aydını korku şokunu atlatıyor. Fransız aydınlan, Cezayir halkının ulusal bağımsızlık savaşının saflarına geçiyor. Artık Cezayir Bağımsızlık bildirileri, Fransa’nın demokrat gazetelerinde ve yayın organlarında, dayanışma örnekleri olarak yayınlanıyor. Cezayir Bağımsızlık Savaşını anlatan kitap ve broşürler, Fransa’nın Cezayir’den elini çekmesini isteyen yayınevleri tarafından ortak imzalarla basılıyor. Fransız işçi sınıfının, Cezayir halkı ile destek-dayanışma grevleri, enternasyonalist gösteriler ve Fransız gençliğinin askere gitmeyi reddetme eylemlerine yönelmesi, bütün bunlar, Cezayir Bağımsızlık Savaşının başarıya ulaşmasında önemli bir etken oluyor.
Fransız Komünist Partisi (FKP) ise, bütün bir Cezayir Bağımsızlık Savaşı süresinde, Fransa’nın bölünmez bütünlüğünü savunuyor, Cezayir’i Fransızlar Cephesi’ne dahil etmeye çalışıyor. Cezayir halkını da kapsayan ‘Fransızlık bilinci’ sınıf bilincinin, ulusal kurtuluş bilincinin önüne geçiyor. FKP’nin Fransızlılık’ bilinci, somut yansımasını, sadece 1945’teki Cezayir Ayaklanmasında ve 1956-62 Cezayir Bağımsızlık Savaşında izlenen ‘Fransızlar Cephesi’nde, Fransızlar Birliği sömürge politikasında değil, 1930’lu yılların Halk Cephesi Hükümetinin Cezayir politikasına onay verilmesinde de buluyor. Cezayir halkının bağımsızlık istemi karşısında, Halk Cephesi Hükümeti, bu istemin sözcülüğünü yapan örgütü ‘ayrılıkçı’ olarak nitelendiriyor ve yasadışı ilan ediyor. FKP, vurguyu güçlendirme gereğini duyuyor ve Örgütün, aynı zamanda gerici ve faşist olduğuna karar veriyor, Hükümet politikasını onayladığını açıklıyor. Cezayir topraklan da dahil olmak üzere, Fransız Cumhuriyeti’ni ‘tek ve bölünmez bir bütün’ ilan ediyor.
Cezayir halkının kendi kaderini tayin hakkını bağımsızlık yönünde kullanması, sadece Fransız sömürgeciliğinin ‘bölünmez bütünlüğü’ hayallerini suya düşürmekle kalmıyor, aynı zamanda FKP gibi sosyal-şoven örgütlerin kimliksizliğini de açığa çıkarıyor.
Daha önemlisi de, JPİ Sartre gibi aydınlara kimlik ve özgürlük alanı kazandırıyor. Ezen bir ulus aydınının da özgür olamayacağını gösteriyor.
Bugün FKP benzeri parti ve Örgütleri her yerde görebilmek mümkün. Yüzyıllık şovenizm ve sosyal-şovenizm toplumun ve bireyin bütün gözeneklerine sinmiş durumda.
Şovenizm korku dalgaları eşliğinde ilerliyor.
Korku şoku yaşanıyor.
1985 yılındaki Aydınlar Dilekçesi, Eylül sürecinin getirdiği korku şokunun atlatılmasında bir başlangıç noktası olması açısından önem taşıyordu.
Aydın, Aydınlar Dilekçesi aracılığıyla kendi yarattığı korkularını yeniyordu.
Şovenist dalganın etkileri ve yüzlerce yıllık koşullanmışlık, bugün egemen ulus aydınının korkudan korkmasının tarihsel ve kültürel zeminini oluşturuyor.
Şovenist, sosyal-şovenist dalgayı kırmak ve korkuyu yenmek için küçük de olsa bir adım atmak gerekiyor. Yeni bir Aydınlar Manifestosu, belki de korkuyu yenmede küçük bir adım olacak.
Türkiye, bugün kendi Sartre’ını arıyor. Türkiye tarihsel, siyasal ve kültürel birikim ve eylemlilik düzeyi açısından şovenist dalganın üstüne çıkabilecek demokrat bir aydın potansiyeline sahip. Ama kendi Sartre’ına sahip değil.
Türkiye’nin kendi Sartre’ına sahip olamaması çok büyük bir eksiklik olarak ortaya çıkıyor.
Basın, basın özgürlüğünü savunmayarak, haber verme özgürlüğü hakkını dahi kullanmayarak eksikliği derinleştiriyor. Şovenist dalgayı, korku şoku dalgalarını yaygınlaştırıyor. “Nadir”ane genelgelerin tepki toplamaması bile, basının bir bütün olarak tekellere bağımlılığının göstergesini oluşturuyor. Basının yönlendirici kalemleri, gazeteci-yazarlar, kendilerini İçişleri ve Dışişleri Bakanlıklarının memurları olarak görüyorlar.
Kendi kimliğini değil, dayatılan bir kimliği taşıması, insanın sonsuz olarak soysuzlaşmasına, ahlaki olarak çürümesine kapıyı açıyor.
Kendi kimliğini reddeden insan, “tutarlılık” sergiler ve bir ulusun ulusal kimliğini de reddeder.
Toplumsal eylemliliğin düzeyi ve ulusal kimlik arayışı, reddin reddedilmesinin maddi zeminini sunuyor.
Ulusal kimlik arayışı ve reddin reddi aydına da kimlik kazandırıyor.
İsmail Beşikçinin kitabının 200 imzayla basılacağının açıklanması, sadece bir açıklama düzeyinde kalmadığı takdirde, aydının kimlik arayışına yönelimini simgeliyor.
Olumlu bir aşama olarak, bundan ancak sevinç duyulabilir.
Aydın, dayatılan kimliği reddettiği ölçüde, ancak bu ölçüde, insanlaşma sürecine katkıda bulunabilir.
Sartre gibi aydınlar, dayatılan kimlikleri reddettikleri için büyük kalabilmişlerdir.
Türkiye’nin en büyük aydınlan hep küçülerek büyümeye çalışıyorlar.
Türkiye’nin küçük aydınlan, bir önkoşul olarak, ancak bir ulusa kimlik arayışı hakkını tanıyarak, kendi kimliklerine sahip çıkarak büyüyebilirler.
Türkiye hala kendi Sartre’ını arıyor.
FKP’lere karşın, FKP’leri ve korku dalgalarını aşarak bir ulusun onuru olabilmiş Sartre’lar sevilmelidir.
1950’li -60’lı on yılların Fransa’sının 1990’lı yılların Türkiye’sinden çok büyük olmadığı düşünülmeli.
Bugün kendi yanmasında kendi Cezayir’i ile iç-içe yaşayan bir coğrafi zeminde, bir Sartre tavrı sergilenmesine sonsuz bir özlem duyuluyor.
25 Mart 1990

Mayıs 1990

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑