Emek açısından finansal piyasalar

2003 yılı baharında ABD emperyalizmi Irak’a askerî saldırı düzenlediğinde Türkiye’de emperyalizmin işbirlikçileri ile halk arasındaki çelişki yeni bir konu etrafında gerildi. İşbirlikçi burjuvazi, Türkiye’yi bu gayrimeşru saldırıya ABD’nin yanında katmak istemekte, halk ise buna karşı çıkmakta idi. Bu mücadelede işbirlikçi basın, finans piyasalarının saldırıya katılmayı destekleyen tepkilerini, kamu oyu üzerinde bir baskı aracı olarak kullanmaya çalıştı. Bunun üzerine, malî piyasaların siyasete baskısı üzerine bir tartışma başladı.
Irak’a saldırının arefesinde, Türk Lirasının değer yitirdiği, faiz hadlerinin yükselişe geçtiği, borsada hisse fiyatlarının düştüğü bir sırada, 18 Mart 2003’te, Ercan Kumcu Hürriyet’te, “Piyasalar anladığımız bir dili konuştu” başlıklı köşe yazısında “Irak konusunda devletin kademeleri kararsız ve oyalayıcı bir tutum sergilemişlerdir. Bu tutum zaten dış destek olmadan yoluna devam etmekte zorlanan Türkiye ekonomisini ciddi risklerin içine itmiştir… Hiç kimsenin yapmadığını mali piyasalar yaptı. Siyasetçilerimizin anladığı dili konuştu” diyerek malî piyasaların tepkilerini övdü. Ardından 19 Mart’ta Mustafa Sönmez Günlük Evrensel’de yayınlanan “Kim yahu bu piyasalar?” başlıklı yazısında Türkiye’de gelir ve servet dağılımının bozukluğuna işaret ederek, malî piyasalara zengin bir rantçı azınlığın hâkim olduğunu öne sürdü. 21 Mart tarihli Günlük Evrensel’de çıkan yazısında Fuat Ercan, Türkiye’de para ve sermaye piyasasının sığ olduğunu, holding olarak örgütlenmiş az sayıda sermayedar ailesinin kontrolu altında olduğunu vurguladı. F. Ercan, “Borsanın çökmesinden kim etkilenir, benim borsada hisse senedim var mı? Gelir dağılımının bozulduğu böyle bir dönemde kimin borsada hisse senedi var, kimin faiz oranlarının düşmesinden etkilenecek miktarda mevduat hesabında TL var ya da doları var” diyerek malî piyasalardaki dalgalanmaların malî varlık sahibi olmayan emekçileri etkilemediğini ima etti. Akabinde Ercan Kumcu, 29 Mart 2003’te Hürriyet’te savunmaya geçerek, malî piyasaların yapısı gereği “spekülâtif” olduğunu, bu piyasalarda emekçiler dahil milyonlarca insanın faal olduğunu ve bu piyasalarda bir suçlu aramamak gerektiğini iddia etti. Mustafa Sönmez, 30 Mart’ta NTV-MSNBC’de ve 2 Nisan’da Günlük Evrensel’de yayınlanan cevabî yazısında, tekrar malî piyasaların zengin bir azınlığın elinde olduğunu yazdı. M. Sönmez, Yeni Evrensel’de 9 Nisan’da “‘Piyasalar’ı eleştirmek dışa kapanmak mıdır?” başlıklı yazısında, rant kazançlarını vergilendirmeyi, kamu alacaklarını yeniden yapılandırmayı (yani vadesini idarî kararla uzatmayı), uluslararası sermaye hareketlerini kontrol altına almayı savunduktan sonra, “Biz, dışa kapanalım demiyoruz. … Dışa tabi ki açık olalım. Dünya ile AB ile bütünleşelim. Ama sizin … teslimiyetçi duruşunuzla değil. Adam gibi bütünleşelim. … Bu da mümkün. Ne ile mümkün? Rantçı değil, üretici bir ülke olmakla mümkün. Ama sizin savunduğunuz piyasa düzeni buna izin vermiyor ki. Asıl bu memleketi dünyadan izole eden sizin bu dar, bağnaz tekelci tutumunuz” yolunda görüşler öne sürdü. Bağımsız Sosyal Bilimciler (BSB) grubu da, Nisan’da yayınlanan “Yeni Ekonomik Tedbirler Paketi Barışın Değil, IMF Programının Maliyetidir” başlıklı metninde, malî piyasalar vasıtasıyla yapılan siyasî baskıyı eleştirdi ve ülkemize giren çıkan sermaye hareketlerinin denetim altına alınmasını, dış borçların yeniden yapılandırılmasını ve iç borç yükünü hafifletmek için tedbirler alınmasını (servet vergisini ve vadeyi yaymayı) savundu.
BSB’nin ve zikrettiğimiz son yazısında M. Sönmez’in somut siyaset önermeleri bir yana, eleştiriler daha çok malî piyasalarının sığ olduğu (yani piyasalarda alım satım yapanların azlığı), dolayısı ile bu piyasaların gerektiği gibi işlemediği, bu piyasalara zengin bir azınlığın hâkim olduğu ve piyasaları siyasî baskı aracı olarak kullanıldığı üzerinde yoğunlaştı.
Bu yazının amacı, daha geniş bir açıdan finansal piyasaların çevre ülkelerindeki işleyişini, işlevini ve sakıncalarını irdelemek, ve emekçilerin bu piyasalara karşı nasıl bir siyaseti benimsemesi gerektiğini tartışmaktır.

FİNANS SİSTEMİNİN İŞLEVİ
Kapitalist ekonomide finans sistemi, ticarî bankalar, kalkınma bankaları, sosyal güvenlik kurumları, sigorta şirketleri, menkul değer simsarları, para (bono, senet) piyasaları, sermaye (tahvil ve hisse senedi) piyasaları gibi kurumlardan oluşur. Finans sisteminin genel işlevi, parasal tasarruf sahipleri ile üretimi artırmak için parasal kaynak gerekseyenler arasında aracılık yapmaktır. Kapitalist ekonomide tasarruf sahipleri, esas itibariyle, sermayedar ve emekçi hane halkıdır. Parasal kaynak gerekseyenler ise, esas itibariyle firmalardır.
Tasarruf, bir zaman zarfında üretilip tüketilmemiş mallardır. Bu mallar, üretimi artırmak için kullanılabilir bir kaynaktır. Bir yıl içinde yapılan toplam üretimin değeri, emeğin ve sermayenin parasal gelirine (ücret, kâr, rant, faiz toplamına) aşağı yukarı eşittir. Sermayedar ve emekçi hane halkının gelirlerinden yaptığı (parasal) tasarruf, üretilmiş ve tüketilmemiş malların toplam değerine tekabül eder. Parasal tasarruf sahipleri, tasarruflarını finans kurumlarına (mevduat hesabı açtırarak, bono, tahvil, hisse senedi alarak) tevdi ettiğinde, bu parasal tasarruflar, kredi, borç ya da iştirak şeklinde, üretimi genişletmek için kaynak gerekseyen firmalara aktarılır. Firmalar bu parasal kaynağı, ya üretim araçları satın almakta kullanır ya da bu kaynağı işletme sermayesi yapar. Parasal tasarruf, işletme sermayesi olarak, ham madde tedarikinde ya da işçi istihdam etmekte kullanılabilir. İşçi istihdam etmekte kullanılırsa, tüketim artığı malları yeni istihdam eden işçiler tüketebilir.
Özetle, kapitalist ekonomide finans sistemi, tasarrufları firmalara aktararak, sermayedarların parasal sermaye – mal sermaye – parasal sermaye devirini beslemekte, bu suretle sermaye birikiminde önemli rol oynamaktadır.
Toplumun ürettiği mallardan tüketmediklerinin bir kısmı ihraç edilip kazanılan dövizle ara malları (ham madde, enerji) veya yatırım malları ithal edilebilir. Böylece tasarruf edilmiş tüketim malları, ara mallarına veya yatırım mallarına dönüştürülebilir. Bu sebeple, üretilip tüketilmeyen (gıda, giyim eşyası, ev eşyası gibi) tüketim malları dahi ihraç edilip yatırım malları ithal edilerek ekonominin yatırım imkânlarını artırır. Finans sistemi, parasal tasarrufları firmalara aktararak, bunların ithal yatırım malı ve ara malları (ham madde vs.) tedarik etmelerini mümkün kılar.
Bir ekonomide finans kurumları olmasa idi, parasal tasarruf sahipleri, ancak şahsen tanıdıkları ve güvendikleri insanlara borç verirdi. Parasal tasarrufların büyük bir kısmı yastık altında saklanırdı. Firmalar da, üretim ve yatırımlarını kendi parasal kaynakları (öz sermaye ve dağıtılmayan kârları) ile yapmağa mecbur kalırdı. Bu durum, üretimin genişlemesini kısıtlar ve sermaye birikimini yavaşlatırdı.
Sanayileşmiş bir ekonomide finans sisteminin önemi aşikârdır. Sosyalist ekonomide de finans sistemine ihtiyaç vardır. Sosyalist toplumda halkın devleti, çalışanların gelirlerini belirlediğinde, işletmelerde parasal bir artık (işletme hâsılatından üretim maliyetlerini çıkardıktan sonra kalan meblağlar) oluşacaktır. Toplumsal tasarrufun büyük kısmını bu işletme artıkları teşkil edecektir. Fakat emekçiler de, ayrıca, parasal gelirlerinden bir kısmını tasarruf edebilir. Bu parasal tasarrufu da işletmelere aktarmak için finans kurumları gerekir. Sosyalizmde finans sistemi kamu bankalarından oluşur.
Tarihsel olarak bankalar önce ortaya çıkmış, sonra kapitalizm çağında, dünya sisteminin bazı merkez ülkelerinde sermaye piyasaları ve sair kurumlar gelişmiştir. 1980’lere kadar, kapitalist dünya sisteminin merkez ülkelerinin çoğunda finans sistemlerinde parasal tasarrufların çoğunu toplayan ve aktaran kurum, bankalar idi. Çevre ülkelerinde (ve bu arada Türkiye’de) finans sistemleri de esas itibariyle bankalardan ibaretti. Çevre ülkelerinde o zamanlar uygulanan plânlı ithal ikameci sanayileşme stratejisinde, bankalar, kredileri yeni sanayilere yönlendirme işlevini yerine getirmekte idi.
Ancak 1970’lerde ve 1980’lerde kapitalist dünya ekonomisini yeniden biçimlendirme sürecinde, merkez ülkeleri ve onların güdümündeki kurumlar, çevre ülkelerini sermaye piyasaları kurmaya ve geliştirmeye teşvik ettiler. Sermaye birikimi olmayan fakir ülkelerde sermaye piyasaları, hisse senedi borsaları kuruldu. Dünya Bankası, çok sayıda çevre ülkesine sermaye piyasası kurmada hukukî ve idarî yardımlar yaptı.

SERMAYE PİYASASININ İŞLEYİŞİ
Merkez ülke devletleri, bilim camiası ve uluslararası kuruluşlar, çevre ülkelerini sermaye piyasaları kurmaya ve geliştirmeye teşvik etmek için, bu piyasalar hakkında bir sürü kuramlar öne sürdü.
Burjuva iktisatçılara göre, şirket hisselerinin satıldığı piyasa, parasal tasarruf sahiplerine, bankalar dışında bir almaşık plâsman alanı sunarak, tasarrufu teşvik eder. İkincisi, sermaye piyasasında tahvil veya hisse satabilmek için, firmalar muhasebelerini standartlaştırmak, bilânçolarını doğru olarak ve muntazaman açıklamak zorunda kalır. Bu da vergi denetimi açısından faydalıdır.
Sermaye piyasasının öne sürülen üçüncü faydası, borsada hisse alıp satanların şirket yönetimlerini malî disiplin altına soktuğudur. Şöyle ki, tasarruf sahipleri, iyi yönetilen firmaların hisselerine rağbet ederek o firmaların hisse değerlerini artırır. Tasarruf sahipleri, kötü yönetilen firmaların hisselerini talep etmez, böylece onların hisse değerlerini düşürür. Kötü yönetilen firmaların hisse fiyatları düşünce, hisseler el değiştirir ve yeni hissedarlar şirketin yönetimini görevden alır; yeni bir yönetim tayin eder. Böylece beceriksiz yöneticiler cezalandırılmış olur. İddiaya göre, hisse alıp satanların uyguladığı bu yaptırım, ekonomide sermayenin dirayetli kullanılmasını sağlar. Benzer şekilde, tasarruf sahipleri, iyi yönetildiği için güvendikleri firmaların tahvillerini düşük faizle satın alır; iyi yönetilmeyen firmalar ise, tahvillerini ancak yüksek faizle satabilir. Bu davranışlar da, yine firmaların yönetimini malî disipline zorlar.
Sermaye piyasası kurmanın lehinde öne sürülen başka bir iddia, çevre ülkelerinin sermaye piyasası kurmakla yabancı sermaye çekeceğidir ve bunun da, fakir çevre ülkelerinin tasarruf, teknoloji, yönetim tecrübesi eksiğini gidereceğidir.
Bu iddiaların gerçekliğini inceleyelim. Birincisi, sermaye piyasası kurmanın tasarrufu teşvik ettiğine, millî gelir içinde tasarrufun payını artırdığına dair hiçbir bilimsel bulgu yoktur. Fertler veya aileler, genellikle tüketim ve tasarruf kararını verirken plâsman imkânlarını göz önünde bulundurmaz. Tasarruf yapabilecek kadar geliri olan aileler, geleceğini emniyet altına almak, büyük bir alıma hazırlanmak gibi güdülerle, gelecekteki ihtiyaçlarını düşünerek tasarruf yapar, gelirinin bir kısmını tüketimde harcamaz. Aile bu parasal tasarrufunu gerçekleştirdikten sonra, tasarrufunu nasıl saklayacağına karar verirken, mevcut plâsman imkânlarına kafa yorar. Kısaca, sermaye piyasalarının tasarrufu teşvik ettiği iddiasının mesnedi yoktur.
İkinci iddiaya gelince, sermaye piyasasında kote edilmek için firmaların muhasebelerini standartlaştırmasının ve bilânçolarını şeffaflaştırmasının şart koşulduğu doğrudur. Ancak bu kuralların tatbik edilip edilmemesi, ülkede hesap uzmanlarının ve diğer denetçilerin yetkisine ve dürüstlüğüne kalmıştır.
Hisse senetleri piyasasında tasarruf sahiplerinin iyi yönetilen firmaların hisselerine teveccüh göstererek malî disiplin sağlayacağına dair kuram, tasarruf sahiplerinin, hisseleri ve tahvilleri uzun süre tutmak niyetiyle, firmanın geleceği ile ilgilenerek aldıkları varsayımına dayanır. Oysa sermaye piyasasında faaliyette bulunan kişiler ve kurumlar, firmaların uzun vadeli gelişme perspektifine göre değil, birkaç gün veya birkaç hafta içinde hisse senet veya tahvil fiyatlarının artması veya azalması beklentisine göre alıp satmaktadır, yani spekülâsyon yapmaktadır. Amaçları hisse senetlerinin ve tahvillerin fiyat dalgalanmalarından vurgun yapmaktır. Dolayısı ile, sermaye piyasasını savunanların iddialarının hilâfına, bu piyasalardaki alıcılar, firmaların yönetiminin niteliği ile ilgilenmez. ABD ve İngiltere’de yapılan araştırmalar, firma mülkiyetinin el değiştirmesinin, firma yönetiminin niteliğinden ziyade, firmanın sermaye büyüklüğüne bağlı olduğunu göstermektedir. Nasıl yönetildiğinden bağımsız olarak, küçük sermayeli firmaların hisselerini toplamak daha kolay olduğundan, bunlar rakip sermaye gruplarına daha kolay av olabilmektedir. Kötü dahi yönetilse, büyük firmaların el değiştirme ihtimali düşüktür. Neticede, sermaye piyasasının firma yönetimlerine malî disiplin getirdiği iddiası da gerçek dışıdır.
Sermaye piyasası kurmakla yabancı sermaye cezbedilebileceği iddiası, çevre ülkelerinde bu piyasaları kurdurmanın hakikî amacını dile getirmektedir. Dünya Bankası’nın yapısal uyum programlarında para ve sermaye piyasalarını geliştirmeyi telkin etmesinin ve şart koşmasının gerçek amacı, çevre ülkelerinde işletmelerin (ve bu arada özelleştirilen kamu işletmelerinin) mülkiyetini yabancı sermayeye açmak ve fakir ülkelerde emekçilerin ürettiği toplumsal hâsılanın paylaşılmasına merkez ülkelerinin sermayesini dahil etmektedir.
Nitekim çevre ülkelerinin sermaye piyasalarında portföy plâsmanlarına (tahvil, bono, hisse alımına) yönelen merkez ülkelerinin şirketleri, kısa vadeli spekülâtif vurgun peşindedir. Bunların spekülâsyonu da, çevre ülkelerinde hisse senet fiyatlarını dalgalandırmaktadır. Fakat merkez ülke şirketlerinin portföy plâsmanlarının verdiği zarar bundan ibaret değildir. Yabancı sermayedarlar, çevre ülkesinin sermaye piyasasında tahvil veya hisse senedi aldığında ve sonra kazancını ülkesine transfer ettiğinde, döviz işlemleri yapmaktadır. Bu sebeple yabancı sermayedar, çevre ülkelerinde plâsman yaparken kur spekülâsyonuna da girmektedir. Bu da, çevre ülkelerinde büyük buhranlara sebebiyet vermektedir. Zira çok miktarda yabancı sermaye bir çevre ülkesinin sermaye piyasasına aktığında, hem yerli paranın dış değeri artmakta (dolar kuru azalmakta), hem de hisselerin ve tahvillerin değeri artmaktadır. Aynı yabancı sermaye, sermaye piyasasındaki plâsmanını satıp, TL’sini dövize çevirip parasını kendi ülkesine transfer etmek istediğinde, hem yerli paranın dış değeri hızla düşmekte, hem de hisselerin ve tahvillerin değeri göçmektedir. Sonuçta, yabancı sermayenin bizim gibi ülkelerde portföy plâsmanları, döviz piyasasındaki yükselişlerle inişleri, sermaye piyasasındaki yükseliş ve inişlerle örtüştürerek, şiddetli bunalımlara yol açmaktadır.
Öte yandan çevre ülkelerinde sermaye piyasasına yönelen yabancı sermayenin başka bir kısmı, spekülâsyon yerine daha uzun vadeli bir perspektifle, işletmelerin kontrolunu ele geçirmek üzere hisse senet piyasasına yönelmektedir. Burjuva iktisatçıları, “doğrudan yabancı yatırım” denilen bu faaliyetin, çevre ülkelerine teknoloji ve işletme yönetme tecrübesi aktarmaya yaradığını iddia etmektedir. Bu tür yatırımların, çevre ülkelerinde işletmelerin ihracatının artmasını sağlayabileceğini öne sürmektedirler. Tek tek firmalar düzeyinde böyle etkiler görülebilmektedir. Ancak ülke ölçeğinde bakıldığında, merkez ülkelerinin çok uluslu şirketlerinin doğrudan yatırımları, çevre ülkelerinin yoksullaşmasına sebep olmaktadır. Çok uluslu şirketler, finansal ve teknolojik üstünlükleri ve dağıtım ağlarına hâkimiyetleri sayesinde, çevre ülkelerindeki firmalar ile ortak üretimlerinde katma değerin çok cüzi bir kısmını çevre ülkelerindeki ortaklarına bırakmakta, arslan payını kendileri almaktadır. Öte yandan, çevre ülkelerinde toplumun ümidini yabancı sermayeye bağlamış işbirlikçi yönetimler, çok uluslu şirketlerin doğrudan yatırımını cezbedebilmek için, işçi ücretlerini bastırarak ve çalışma şartlarını esnekleştirerek işgücü istihdam maliyetini azaltmak, tabiî kaynakları ucuza vermek, kârı vergilendirmemek, dışarıya kâr transferlerini serbestleştirmek, çevre koruma mevzuatını gevşetmek gibi birçok alanda bu şirketlere çok taviz vermektedir. Çevre ülkeleri arasında yürütülen bu taviz yarışının neticesinde, merkez ülkelerinin sermayesi, çevre ülkelerinin kaynaklarını ucuza kullanmakta ve çevreden merkez ülkelerine reel kaynak transfer ederek, dünyadaki gelir uçurumunu derinleştirmektedir. Merkez ülke devletlerinin ve onların güdümündeki uluslararası kuruluşların çevre ülkelerini sermaye piyasaları kurmağa ve bunları yabancı sermayeye açmağa teşvik etmesinin gerçek amacı budur.
Son yirmi yılda çevre ülkelerinde para ve tahvil piyasalarını genişleten bir ilâve etken, yine uluslararası kuruluşların telkiniyle, çevre ülkelerinde devletin bütçe açıklarını merkez bankası kaynaklarıyla kapatmaktan vazgeçip, bütçe açıklarını özel sektörden borçlanmayla karşılamaya başlaması oldu. (Bunun gerekçesi, güya çevre ülkelerinde devletin bütçe açıklarını merkez bankasından alıp geri ödemediği avanslarla kapatması enflâsyona sebep oluyordu.) Türkiye’de devletin borçlanma ve kamu borcunu ihalelerle satma kararı, özel bankalara aralarında anlaşarak Hazineyi yüksek faizlerle soyma imkânı verdi. Yüksek reel faiz hadleri, kamu borcunun birikmesinin önemli bir sebebidir. Bu nedenle, hâlen uygulanan kamu borcunu vergi gelirleriyle ödeme teşebbüsü, sınıfsal soygunun en bariz örneğidir.

SPEKÜLASYON SORUNU
Sermaye piyasasında ve döviz piyasasında yapılan ve yukarıda değinilen spekülâsyonun mahiyetini biraz daha yakından incelemek yerinde olacaktır.
Spekülâsyon bir malı ucuz iken satın alıp fiyatı artınca satma faaliyetidir. Her tür mal üzerinde spekülâsyon yapılamaz. Üretimi ve arzı fiyatı ile beraber artıp azalan mallarda spekülâsyondan kazanmak zordur. Malın fiyatı artınca arzının artması fiyat artışını durdurur. Malın fiyatı azalınca arzının azalması fiyat azalışını durdurur. Fiyat değişmeleri arz değişmelerini uyardığında spekülâsyon netice vermez.
Buna mukabil, arzı kısa vadede sabit veya hemen hemen sabit olan mallar, spekülâsyona müsaittir. Böyle bir malın talebi artınca fiyatı yükselir. Fiyat artışı, fiyatın daha da yükseleceği beklentisini uyarır ise, alımların, fiyat artışının ve beklentilerin birbirini beslediği bir süreç başlar ve malın fiyatını şişirdikçe şişirir. Fiyat artışı, spekülâtörler herhangi bir sebeple birden bire sürü psikolojisi ile satmağa başlayıncaya kadar devam eder. Ondan sonra süreç tersine işler; zarar etme korkusu ile yapılan satışlar, fiyatları düşürür ve fiyat düştükçe, panik hâlinde satışlar iyice hızlanır.
Kısa vadede fiyatı arttığında ve azaldığında arzı hızla değişmeyen mallara örnek, hisse senedi, tahvil, bono, döviz, gayrimenkul ve altındır. Bu varlıkların alım ve satışının üzerinde yapılan spekülâsyon bunların fiyatlarını fazlasıyla oynatır. Elektronik iletişim imkânları (bankamatiklerde alma satma kolaylığı) ve gazetelerin ve televizyonların günlük borsa haberlerini vermesi, bu varlıkların alım ve satışını artırmakta, bunlar üzerinde spekülâsyonu kolaylaştırmakta ve fiyatlarını daha da oynak hâle getirmektedir. Spekülâsyon bir tür kumardır. Zira kazanan spekülâtörün kazancı, diğerinin kaybıdır; ve bu kazanç ve kayıpların çalışma ile ve emek ile ilgisi, yani hiçbir makul dayanağı yoktur. Finansal spekülâsyon, insanların toplumsal servet üzerinde oynadıkları bir kumardır. Ama bu kumar, toplum açısından kumarhanede oynanandan çok daha zararlıdır.
Nazarî olarak, finans sistemi, sabit sermaye yatırımı yapan ve üretimi genişleten firmalara parasal tasarruf aktarırken, firmaların yüklendiği birçok rizikoyu onlarla paylaşır. Siyasî çalkantılar, tabiî âfetler, tarımda kötü hasat, önemli bir teknolojik buluş gibi beklenmedik olaylar sebebiyle firmalar zarar ettiğinde, bunlara kaynak sağlayan bankaların ve hissedarların da zararı paylaşması, finansman işlevinin tabiatı gereğidir. Yani finans sisteminin firmaların kestiremeyeceği olaylardan meydana gelen zararları toplumsallaştırması, rizikolar için bir tampon olması gerekir.
Oysa sermaye piyasası kumarhane gibi işlediğinde, faiz haddi, hisse fiyatları ve döviz kuru dalgalanmaları, bu kurumları bizatihi riziko ve iktisadî istikrarsızlık odağı ve kaynağı hâline getirmektedir. Faiz haddinin, hisse değerlerinin ve kurun belirsizliği arttıkça üretim ve yatırım yapmanın rizikosu da artmakta, üretimi ve yatırımı caydırıcı bir ortam oluşturmaktadır.
Ayrıca, hisse senetleri, döviz kuru, emlâk gibi varlıklar üzerinde spekülâsyona ne kadar çok kişi katılırsa ve fiyatlar ne kadar şişer ise, fiyatlar göçtüğünde, toplumda o kadar büyük miktarda servet el değiştirmektedir. Büyük çapta servetin kısa sürede el değiştirmesi, iflâslara, işletmelerin kapanmasına ve tasfiyesine, bankaların geri dönmeyen kredilerinin artmasına, kredi hacminin daralmasına ve sonuçta behemehâl işçilerin işten çıkarılmasına ve işçi ailelerinin sefaletine sebebiyet vermektedir. Malî varlığı olmayan, spekülâsyondan habersiz işçiler, spekülâsyonun en büyük sıkıntısını çekmektedir.
Türkiye gibi çevre ülkelerinin sermaye piyasalarının sığ olduğu (hisse sayısı ve değerine nispetle piyasada faaliyet gösteren sayısının az olduğu) herkesçe bilinmektedir. IMF de, Dünya Bankası da, Ercan Kumcu da bu teşhisi yapmaktadır. Sığ piyasaların özelliği, az sayıda spekülâtörün fiyatları oynatabilmesidir (piyasayı “manipüle” edebilmesidir). Sığ piyasada, birkaç kişi, alım yaparak fiyat artış beklentisi başlatıp, spekülâtif fiyat artışının en münasip zamanında ellerindekileri satıp vurgun yapabilir. Derin denilen (alım satıma katılanların çok olduğu) piyasalarda birkaç kişinin fiyatları oynatması zordur. Ama derinlik spekülâsyonu önlememektedir. Spekülâsyon, sığ piyasalarda da derin piyasalarda aynı zararlı etkileri yapmaktadır. Bu açıdan, dikkati Türkiye’deki para ve sermaye piyasalarının sığlığı ve kırılganlığı üzerinde toplayan yazarlar, daha genel spekülâsyon sorununu göz ardı etmektedir.
1929 bunalımını başlatan olay New York’ta borsa spekülâsyonu idi. 1990’lı yıllar boyunca Japon ekonomisindeki durgunluğun önemli bir etkeni, 1980’lerin ikinci yarısında Tokyo borsasında görülen ve Japonya genelinde emlâk piyasasında görülen spekülâsyonlar idi. ABD ekonomisinin şimdiki durgunluğunun yine önemli bir etkeni, 1990’lar boyunca hisse senet fiyatlarının spekülâtif yükselişi ve sonunda çöküşüdür. Hâlen dünya sisteminin merkez ülkelerinde emlâk spekülâsyonu sürmektedir. 1990’ların ortalarından beri ABD, Avustralya, Hollanda, İngiltere, İrlanda, İspanya ve İsveç’te emlâk fiyatları yükseliştedir. Bu piyasalardan hiçbiri sığ değildir.

MALİ PİYASA TAHAKKÜMÜNE KARŞI
ABD’nin Irak’a saldırısı sırasında Türkiye’de malî piyasaların siyasî baskı aracı olarak kullanılmasına şahit olduk. Hisse senedi, tahvil, bono ve döviz piyasalarında spekülâsyon yapanlar, normal şartlarda, birbirlerinin servetinden çırpmağa çalışmaktadır. Ama sınıfsal çıkarlara dokunan önemli siyasî gelişmeler karşısında spekülâtörler birlikte davranarak, sermayedar sınıfın belirli bir konudaki iradesini emekçi halka dayatmaya çalışabilmektedir. Şantajın sermayece ifadesi şöyledir: ABD’ye mesafeli siyaset, piyasa faillerinin nezdinde güvensizlik yaratmaktadır. Risk artışı algılayan piyasa failleri malî varlıklara plâsman yapmaz iseler, Türk Lirasının dış değeri düşer, borsada hisse fiyatları inişe geçer ve kamu borcunun faizi yükselir. Şantajın emekçi halka hitap eden Türkçesi şöyledir: anti-emperyalist siyaset talep ederseniz, ABD hâkim sınıfı ile ittifakımızı zedeleyecek bir siyaset için baskı yaparsanız, ekonomiyi başınıza yıkarız, işsizliği artırıp sizi süründürürüz ve kamu borcunun faiz haddini ayyuka çıkarıp bunu size ödetiriz.
Emekçilerin malî piyasalara yönelik bir tavrı ve siyaseti olması gerekmektedir. Bu siyaset, ilerde emekçi sınıfların iktidarı oluştuğunda malî piyasalara yönelik uygulayacağı tedbirleri içermelidir. Emekçi sınıfların malî piyasalara yönelik bu siyasetini emekçi örgütleri, şimdiki tâbi sınıf konumunda, işbirlikçi sermayedar iktidarlarına talep şeklinde ifade etmelidir. Bunun iki faydası olacaktır. Emekçi örgütlerinin, işbirlikçi sermayedar iktidarlarının uygulamayacağı emekten yana malî piyasa siyasetini talep etmesi, işbirlikçi iktidarlarının emekçilerin çıkarlarına aykırı uyguladıkları siyaseti teşhir etmeğe, gözler önüne sermeğe yarayacaktır. İkincisi, bu talebin ifadesi, emekçi iktidarı fikrini gerçekçi bulmayan emekçilere, emek hareketinin iktidarı kullanabilecek ve ülkeyi yönetebilecek fikrî hazırlığı ve yetkin kadroları olduğunu gösterecektir.
Emekçilerin malî piyasalara yönelik siyaseti konusunda burada sunulan görüşler, bir düşünme ve tartışma sürecine başlangıç malzemesi olarak okunmalıdır.
Emekçiler açısından, demokrasi ile hiçbir şekilde bağdaşmayan iktisadî güç odaklarının varlığı sakıncalıdır. Bu odakları tasfiye tedbirleri çerçevesinde, emekçi iktidarının, bankaları ve sigorta şirketlerini kamulaştırılması ve holdingleri dağıtması gerekecektir. Bankaları kamulaştırma, bankaların Hazineyi soymasını ve bankaların banka sahipleri tarafından soyulmasını da önleyecek bir tedbirdir. Emekçi iktidarı, konvertibiliteyi kaldırarak ve sermaye hareketlerini kontrol altına alarak, döviz kuru üzerinde spekülâsyonu önleyecektir.
Emekçi iktidarının yöneteceği karma ekonomide, holding bağları olmayan bir kısım işletmelerin anonim şirket olarak faaliyeti devam edecek ise, bu şirketlerin hisselerinin alış verişi olacaktır. Emekçiler açısından hisseler üzerinde borsa spekülâsyonu sakıncalıdır ve mutlaka önlenmelidir. Spekülâsyonun istikrarı bozduğu ortamda iktisadî plânlama yapılamaz, hızlı kalkınma olamaz.
Spekülâsyonu önlemenin pratik yöntemleri vardır. Bu yöntemleri uygulayabilmek için öncelikle sermaye piyasa yönetimi özelleştirilmişse bunu kamulaştırmak şarttır.
Spekülâsyonu önleyecek bir tedbir, alım ve satışlarda yüksek oranlı muamele vergisi uygulamaktır. Bu, spekülâsyonun maliyetini artırarak caydırır. İkinci bir tedbir, asgarî tutma süresi koymaktır. Hisse alımı ve tahvil alımı üzerinden bir hafta veya bir ay geçmeden satışa izin vermemek, spekülâsyonun önünü tıkar. Üçüncüsü, hisse veya tahvil fiyat endeksi belirli bir seviyeyi aşınca veya bir seviyenin altına düşünce alım satımı durdurmak, borsayı bir veya birkaç gün kapatmaktır. Bunların dışında, borsada alım satış yapma yetkisi olanları sınırlamak ve borsa haberlerinin yayınlanmasını önlemek de etkili olur.
Burjuva iktisatçıları bu tedbirleri duyduğunda, bunların, tasarrufları sermaye piyasasına yönelmekten caydıracağını öne sürerek vaveylâ koparırlar. Doğrudur. Bu uygulamaların zaten bir amacı, parasal tasarrufları kamu bankalarına yönlendirmek, parasal tasarrufları işletmelere aktarmada bankaları temel araç yapmak, ve hisselerin kamu bankalarının, kamuya ait sigorta şirketlerinin, sosyal güvenlik kurumlarının elinde istikrarlı portföylerde toplanmasını sağlamaktır.
Emekçi sınıfların malî piyasa siyaseti diye önerdiğimiz bu tedbirler, spekülâsyonu önlediği ölçüde, tasarrufların sermaye piyasalarında uzun vadeli bir perspektifle değerlendirilmesini, dolayısıyla bu piyasaların, burjuva iktisat biliminin ideal sermaye piyasası tasvirlerine uygun işlemesini sağlayacaktır. Ancak emekçilerin hedefi bu değildir. Emekçilerin tasarruflarının bankalarda toplanması ve anonim şirketlerin hisselerinin kamuya ait finans kurumlarında toplanması, emekçi iktidarının hedeflediği üretim araçlarının kullanımı üzerinde sosyal kontrolu artırma ve bunların mülkiyetini sosyalleştirme sürecinin bir aşaması olacaktır.
Bu muhakemenin sonucu olarak, emek hareketinin bankaları ve sigorta şirketlerini kamulaştırmayı, yabancı finans kurumlarının Türkiye’de faaliyetini yasaklamayı, Türk Lirasının serbest konvertibilitesini kaldırmayı, ülke dışına ve dışarıdan Türkiye’ye banka transferleri üzerinde kısıtlamalar uygulamayı, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nın özelleştirilmemesini ve sermaye ve para piyasalarında spekülâsyonu kesin olarak önlemeyi bugünden savunması ve şiar edinmesi gerektiğini söyleyebiliriz. Etraflı araştırmalarla bu siyasetleri geliştirmek ve programlaştırmak önümüzde görev olarak durmaktadır.

Kit’ler ve özelleştirme

Hâkim sınıfın AKP iktidarı KİT’leri özelleştirme programına devam ederken, KİT’lerde çalışan işçilerin işyeri düzeyinde direnmesi yaygınlaşmaktadır. İşyeri merkezli örgütlenen direnmeler birleştirilebilse, özelleştirme programını kösteklemek mümkün olabilir. Direnişleri ortaklaştırmanın ve geniş emekçi desteği sağlamanın önündeki engellerden biri, hâkim sınıfın KİT’lerin varlık gereği konusunda kamuoyunda yaratmayı başardığı tereddüttür. Kamu işletmeciliğinin baştan yanlış olduğu propagandasıdır. Bu kanı, özelleştirilmekte olan KİT’lerin işçisini, kendi kuruluşunun ‘vatan’ olduğunu kamuoyuna haykırırken, özelleştirilmekte olan diğer KİT’leri savunmaktan alıkoyabilmektedir. Bu propaganda, diğer emekçi sınıfların özelleştirme konusunda kesin tavır almamasında da muhtemelen etkilidir. Emekten yana duran bazı aydınlardan da “KİT’lerin AKP gibi iktidarların kontrolunda kalması ile özel holdinglerin mülkiyetine geçmesi arasında fazla bir fark yok”  diyenler çıkmaktadır.
Bu yazının amacı, KİT ve özelleştirme tartışmasını kuramsal olarak emekçi sınıflar açısından yorumlamak ve burjuva sınıfın KİT’ler konusunda kendi menfaatlerini yansıtan propagandasını tartmak ve cevaplandırmaktır. Türkiye’de özelleştirme uygulamalarının ayrıntılarına girilmeyecek ve uygulamalar hukukî yönden değerlendirilmeyecektir. Konumuz KİT’leri özelleştirme uygulamasında yapılan usulsüzlük ve yolsuzluklar değildir; burjuva sınıfın KİT’leri kurma ve özelleştirme saiki ve sonuçlarıdır.

TARİHÇE
Türkiye kapitalist dünya sisteminin ‘çevresinde’ bir ülkedir. Bu ülkede kamu işletmecilik politikasının tarihsel gelgiti, büyük ölçüde kapitalist dünya sisteminin evrimini yansıtmaktadır.
19. yüzyılda Osmanlı ekonomisi dünya sistemiyle bütünleşti. Osmanlı Devleti, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında, askerî yenilgilerin baskısı altında ve Mısır’da Mehmet Ali Paşa’nın sanayileşme çabalarını örnek alarak, İstanbul’da dokuma, demir döküm fabrikaları, feshane, tophane ve tersane kurdu. Fakat bu kamu işletmeleri, 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması’ndan sonra, Osmanlı gümrük vergilerini emperyalistlerin kontrolu ettiği serbest ithalat ortamına dayanamadı. Yüzyılın ikinci yarısında kapitalizmin merkezleri ile siyasî ve iktisadî ilişkiler yumağında devlet dış borç batağına saplandı ve herhangi bir sanayileşme hamlesi yapacak malî gücü ve özerkliği kalmadı.
1923-1929 yıllarında Cumhuriyet hükûmetleri özel sektörü teşvik eden politikalar uyguladı. Bu yıllarda kamu işletmeciliğinde başlıca önemli adım, yabancı mülkiyetindeki demiryollarının ve Haydarpaşa limanının millîleştirilmesidir. 1929’da Lozan’ın getirdiği gümrük kısıtlamaları sona erdi ve tesadüfen aynı yıl kapitalizmin merkezlerinde iktisadî buhran başladı. Devlet, dünya ticaretinin daralmasından yararlanıp, 1930-1939 yıllarında, ithal edilen bazı sınaî malları yurtta üretecek KİT’ler kurmağa girişti. 1934-1938 yıllarında Birinci Beş Yıllık Sanayi Plânı uygulandı. Devlet un, şeker, dokuma, metalurji, kâğıt ve kimya sanayiinde 19 işletme kurdu.
Harpten sonra, devlet, 1946-53 arası liberal ithalat politikası, 1954-1960 arası ise yerli üretimi ithal mallarının rekabetinden koruyan bir siyaset izledi. CHP ve DP iktidarları 1960’a kadar kapitalist dünya sistemi ile bütünleşme ve emperyalist askerî ittifaka girme iştiyakı ile özel sektörü teşvike öncelik verdi; sanayileşmede ve kamu işletmeciliğinde önemli bir hamle yapmadı.
27 Mayıs 1960 ihtilâlinden sonra Türkiye’de plânlı kalkınma dönemi başladı. İkinci Dünya Harbi’nden sonra, sosyalist devrimlerin ve millî kurtuluş mücadelelerinin dünyada emekçilerden yana ve plânlı ithal ikameci sanayileşmeden yana estirdiği rüzgâr ancak 1960’larda Türkiye’de hissedildi.
Türkiye’de plânlı sanayileşmenin ve sosyal devlet ilkesinin benimsenmesinde etken olan dünya şartlarını özetleyelim: İkinci dünya harbinin sonunda emperyalist devletlerin burjuva sınıfları, 1914-1918’de bir dünya harbi, 1917’de Rusya’da sosyalist ihtilali, 1929-1939 yıllarında ağır bir buhran, 1939-1945’te ikinci bir dünya harbi ve akabinde sosyalist devrimlerin dünya nüfusunun üçte birini kapsayacak şekilde yayılışını görmüş bir nesildi. Sosyalist ülkelerin büyük buhrandan etkilenmemesi, hızlı kalkınma başarıları, yurttaşlarının tam istihdamını sağlayıp refahını yükseltmesi bütün dünyada işçiler için bir cazibe teşkil etmekte idi. Bu tecrübelerin etkisi ile gelişmiş ülkelerde burjuva sınıflar, tam istihdamı ve emekçilerin temel ihtiyaçlarını sağlamaya siyasî öncelik vermeğe mecbur kaldı. Kapitalizmin merkezlerinde sosyal refah devleti, sosyal demokrasi bu mecburiyetten doğdu.
Keza harpten sonra birçok sömürge halkı millî kurtuluş mücadeleleriyle siyasî bağımsızlıklarını kazandı. Sosyalist ülkeler yeni bağımsızlaşan ülkeleri desteklemekte ve onlara örnek teşkil etmekte idi. Burjuva sınıflar, sosyalizmin daha da yayılmasını önlemek için az gelişmiş ülkelerin kalkınmasını öncelikli bir uluslararası sorun olarak kabul etti.  Merkez ülkeleri az gelişmiş ülkelerde plânlı sanayileşme çabalarına karşı durmadı, hatta bir ölçüde destekledi. Bu ortamda, 27 Mayıs darbecileri ve bazı ilerici bürokratlar, Türkiye’de anayasaya plânlamayı ve sosyal devlet ilkesini yerleştirdi.
1961-1980 plânlı kalkınma döneminde, devlet, karma ekonomi çerçevesinde, özel sektörü teşvik etti; sanayide, tarımda ve hizmetlerde KİT’ler kurarak ve geliştirerek büyük yatırımlar yaptı; yerli üretimi ithalattan korudu ve aynı zamanda yabancıların sabit sermaye yatırımlarını teşvik etti. KİT’ler, karma kapitalist ekonominin unsuru olarak görülmekte ve işlemekte idi.
SSCB’de ve Çin’de sosyalist ideolojinin zayıflaması ve SSCB’de siyasî çözülme, 1980’den sonra dünyada burjuva sınıfların emekçilere karşı yeni liberal ideolojik ve siyasî saldırısına imkân verdi. Burjuva sınıflar sosyal devlet, plânlama, kamu hizmeti gibi kavram ve kurumları tasfiyeye yöneldi. Türkiye burjuva sınıfı da dünyada yayılan bu siyasî ve fikrî akıma ayak uydurdu. KİT’leri tasfiye süreci başladı.
Özetle, Cumhuriyet döneminde burjuva sınıf zaman zaman kamu işletmeciliğini sermaye birikimini destekleyen araç olarak kullanmış; KİT sistemini özellikle 1930-1939 ve 1961-1980 döneminde geliştirmiştir. Türkiye’de egemen sınıf kamu işletmeciliğini, dünya iktisadî buhranı ve devrimler merkezî kapitalist ülkelerin dünya sistemi üzerinde kontrolunu zayıflattığı dönemlerde geliştirmiştir.

KİT’LERİN VARLIK HİKMETİ
Bu kısa tarihçe şu soruyu akla getiriyor: 1980’lere kadar KİT kurma politikası izleyen burjuva sınıf hangi gerekçeler ile 1980’lerde KİT’leri tasfiye programına başladı? Bu dönüşün sebebi, KİT’lerin varlık gerekçesi 1980’lerde kalmadığından mıdır?
Bunu cevaplandırmak için, 1980’den önceki dönemde burjuva iktisatçılarının gelişmiş ve az gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyal adaleti ve kalkınmayı sağlamak için kamu iktisadî teşebbüslerini niçin gerekli gördüğünü, bu yolda ne gibi savlar öne sürdüğünü görmek lazım. Bunlardan başlıcalarını özetleyelim.
Bir kere, doğal tekellerin kamu kontrolunda olması gerektiği genel olarak kabul edilmekte idi. Birden fazla üreticinin olamayacağı faaliyetlere doğal tekel denir. Örneğin istisnaî özellikleri olan bir su menbaını bir tek işletme işletebilir ise, doğal tekeldir. Demiryolu şebekesinin veya telefon şebekesinin birden fazla işleticisi olamaz ise, bunlar birer doğal tekeldir. Tekeller rekabete maruz olmadığı ve yüksek kâr kazanabileceği için, doğal tekellerin kamu mülkiyetinde olması ve kamu tarafından işletilmesi gerekli görülmekte idi. Tekelin kârını bir sermayedar grubunun değil, toplum adına kamu sektörünün toplaması ve toplumsal amaçlar için kullanması sosyal adaletin gereği sayılıyordu. Doğal bir tekeli devlet işletmeyip işletme imtiyazını özel bir şirkete verse dahi, ürünün fiyatlandırılması ve ürünün kalitesine karışması gerekli görülmekte idi (meselâ demiryolu hizmetinde bilet ve taşıma fiyatları ve tren tarifeleri konusunda şartnameler hazırlayıp imtiyazlı şirkete uygulatması gerekli görülmekte idi).
Gerek gelişmiş gerek az gelişmiş kapitalist ülkelerde enerji, ulaştırma ve iletişim sektörlerinde KİT’ler özel tekelleşmeyi önleme gerekçesi ile kuruldu. Doğal tekel konumundaki bazı işletmelerin ürettiği ürünlerin ve hizmetlerinin birçok sektöre girdi (mal veya hizmet) vermesi, bütün ekonomiyi etkileme potansiyeli ve bazı hâllerde ülkenin savunması için önemi sebebiyle bu  sektörler için ‘stratejik’ sıfatı da kullanılmaktadır.
Az gelişmiş ülkelerde KİT kurmanın önemli diğer bir gerekçesi, sanayileşme idi. Sermayedar sınıfın sermaye birikiminin ve riziko üstlenme kabiliyetinin yetmeyeceği, büyük meblağlar gerektiren rizikolu yatırımları devletin kurduğu KİT’ler yapabilirdi. Devlet yeni üretim faaaliyetleri kurarken, dışardan ülkeye yeni teknolojiler getirebilir, döviz kazanacak ihracat yapabilirdi.
KİT’lerin üçüncü önemli işlevi, geri kalmış bölgeleri kalkındırmak idi. Sermayedarların yatırım yapmadığı geri kalmış yöreleri kalkındırmak için, devletin oralarda işletmeler kurması makul ve gerekli görülmekte idi. Geri kalmış yörelerde kamu işletmesi kurmağa karar verirken, devlet, kararı, kurulacak işletmenin kârlılığına bakarak değil, sosyal fayda-maliyet tahliline göre almakta idi. Sosyal maliyet-fayda tahlili, toplumsal açıdan yapılan bir maliyet ve kazanç karşılaştırmasıdır. Geri kalmış bir yörede, özel sektörün muhasebe yöntemlerine göre zarar edecek bir yatırım projesi, sosyal fayda-maliyet hesabına göre kazançlı bulunabilir, ve gerçekleştirilebilirdi.
Sosyal fayda-maliyet hesabının ayrıntısına girmeden, mantığı hakkında bir fikir verelim. Bir yatırım projesinin mutad kârlılık hesabında, işletmenin ödeyeceği işçi ücretleri maliyetten sayılır. Sosyal fayda-maliyet tahlilinde ise, geri kalmış yörede kurulacak işletmede çalışacak işçiler işsiz ise, onlara ödenecek ücret ya kısmen hesaba katılır veya sıfır dahi sayılabilir. Çünkü işsiz bir insanı istihdam etmenin topluma hiçbir maliyeti (üretim kaybı) yoktur. Örneğin, toprağı işleyerek geçinen bir aileden bir kişiyi o faaliyetten uzaklaştırdığınızda ailenin tarımsal üretimi azalmıyorsa, o kişiyi başka bir işte istihdam etmenin toplumsal maliyeti yoktur. Bu durumdaki insanları istihdam edecek yeni işletmelerin sosyal fayda-maliyet hesabında, bunlara ödenecek ücret sıfır veya gerçekte ödenenden çok daha az telakki edilir.
Genel olarak sosyal fayda-maliyet hesabında, yatırım projesinde kullanılacak girdilerin piyasa fiyatları bunların sosyal maliyetini yansıtmıyorsa, sosyal maliyeti bir şekilde tahmin edilip esas alınmakta idi. Bu muhakeme ile toplumsal kazancı hesaplanan yatırım projeleri sosyal açıdan kazançlı ise, özel kârlılık hesabına göre zarar edecek gibi görünse dahi,  gerçekleştirilmekte idi.
Bunun dışında, KİT’ler ilâç, aşı, ekmek, süt, okul malzemesi gibi ‘sosyal mallar’ üretmek için de kurulmakta idi.
KİT’lerin sosyal mallar üretmesinin kuramsal gerekçesi ne idi? Bu gibi malların tüketimi, tüketen kişilere verdiği ferdî faydanın ötesinde bütün topluma (genel sağlık düzeyini, genel eğitim düzeyini yükseltmek gibi) faydaları vardır. Bu sebeple özel üreticilerin kâr hesabına dayanan arzının ve tüketicilerin talebinin belirleyeceği fiyat ve üretim-tüketim miktarları, sosyal mallara toplumsal ihtiyacı karşılamaz. Sosyal malları ya sübvansiyonlayarak özel sektöre ürettirmek, ya da düşük kârla çalışacak KİT’lere ürettirmek gerekir.
KİT’ler, işgücü piyasasında ücretleri düzenlemekte de rol oynadı. Türkiye’de KİT’ler işçilere genellikle özel sektördekinden daha yüksek ücret ödemekte ve bu politika özel sektörde ücretleri etkilemekte idi.
KİT kurma amaçları arasında, istihdam yaratma, (Sümerbank’ın dokuma, konfeksiyon, kundura üretmesi gibi) emekçilerin bazı temel ihtiyaçlarını üretip ucuz satma, özel sektör işletmelerine ucuz girdi sağlamak da sayılabilir. Buraya kadar sayılanlar, KİT’lerin meşru işlevleridir. Bunun dışında, Türkiye’de burjuva sınıfın siyasetçileri, KİT’leri, kadrolarını taraftarlarına seçim ganimeti ve ‘arpalık’ olarak dağıtmak için de kullandı..
Sonuçta; Türkiye’de KİT’ler sanayileşmede etkili oldu. Kamu sektörünün yatırımlarını merkezî hükûmet, katma bütçeli idareler, mahallî idareler, döner sermayeler ve KİT’ler yapar. KİT’ler, kamunun sanayi (imalat, enerji, madencilik), tarım, ve hizmet alanlarında yatırımlarını yapar. 1979-85 yıllarında KİT yatırımları toplam kamu yatırımlarının yarısını aştı, sonra bu pay tedricen azaldı.  Türkiye imalat sanayiinde iş bölümü oluştu: Özel sektör  tüketim malları üreten ‘hafif sanayide’ hâkim mevkide iken, KİT’ler büyük ölçekli ve ‘ağır’ iş kollarında (metalürjide, kimya sanayiinde, makina sanayiinde) yoğunlaştı.

KİT’LERİN HİKMETİ KALMADI MI?
Son 25 yıldır, Türkiye’de burjuva sınıf, KİT’leri tasfiye etmek için birkaç gerekçe öne sürmektedir: (1) KİT’ter zarar etmektedir. Özel teşebbüs onları daha iyi yönetir. (2) Özelleştirme, sermaye mülkiyetini ‘tabana yayar’. (3) Devlet, en elzem kamu hizmetleri ve altyapı yatırımları dışında üretim yapmamalıdır. Özelleştirme gerekçesi olarak pek gösterilmese de, birikmiş kamu borcunu ödemek de bir özelleştirme saikidir. Bu gerekçeleri birer birer inceleyelim.
Burjuva iktisadına göre, bir işletme zarar ediyor ise, kullandığı toplumsal kaynaklar kadar ‘değer’ yaratmadığı anlamına gelir. Zarar eden işletme toplumun refahını azaltır, çünkü sermaye birikimine katkı yapamaz. Sermaye birikiminin kaynağı kârdır.
Piyasada rekabet azaldığında sermayedarların fiyatları nasıl keyfi tespit ettiğini düşünecek olur isek, piyasa fiyatları ile hesaplanan kâr-zarar hesabının, işletmede kaynak kullanma disiplininin ve işletmenin toplumsal faydasının sıhhatli bir ölçüsü olamayacağı ortadadır. Bunu bir kenara koyup, kâr-zarar hesabının işletmelerin toplumsal faydasının ölçüsü olduğunu kabul etsek dahi, KİT’lerin kâr etmesi gerektiği iddiası iki önemli dayanakla reddedilebilir. Birincisi, KİT’lerin birçoğunun kuruluş işlevi zaten kâr etmekle bağdaşmaz. İkincisi, iktidarların KİT’lere, rasyonel yönetilmelerine fırsat vermeyecek şekilde müdahale ettiğidir. Bu itirazları biraz açalım.
Doğal tekelleri özel sektöre bırakmamak ve sanayileşme saikleri ile kurulan KİT’lerde, kârlılık (veya zarar etmeme), bir performans kıstası olarak alınabilir. Buna mukabil, bölgesel kalkınma, sosyal mal üretme, emekçilerin ihtiyaçlarını üreterek ucuz fiyata satma gibi başka amaçlar ile kurulmuş KİT’lerin kâr etmesi zaten beklenmez. Bunların başarı kıstasları, işletmenin kârlılığı olmaz; kurma amacına uygun başka başarı ölçütleri kullanmak gerekir. Nitekim, Türkiye’de KİT’leri düzenleyen yasalar, KİT’lerin işlevlerini yerine getirirken uğradıkları zararları ‘görev zararı’ diye adlandırmış ve Hazine’nin bu zararları karşılamasını öngörmüş idi. Şimdi kritik soru şudur: Türkiye’nin bölgesel kalkınma sorunu çözülmüş müdür? Eğitimle, sağlıkla ilgili sosyal malları KİT’lerde üretme gereği kalmamış mıdır? Bu sorulara verilecek cevap olumsuz ise, Türkiye’de bu işlevleri yerine getiren KİT’leri ‘zarar ediyor’ gerekçesiyle özelleştirmek akla sığmaz.
KİT’lerin kâr-zarar meselesinde diğer itiraz, burjuva iktidarlarının KİT’leri yönetme tarzı ile ilgilidir. KİT, kamu tasarruflarıyla kurulmuş, ama kendi kuruluş yasalarına göre, devletin merkezî idarî teşkilatı dışında işleyen özerk kuruluştur. Türkiye’de 1950’lerden beri KİT yönetim reformu siyasî gündemden çıkmamıştır. Sorun, iktidarların KİT’lerin yönetimine müdahaleleridir. Meselâ 1961’de Devlet Plânlama Teşkilâtı kurulduktan hemen sonra, ilk plânlamacı ekip, siyasî iktidarla görüş ayrılığı sebebiyle istifa etti. Çatışma konularından biri, plânlamacıların KİT’leri siyasî iktidarların müdahale alanından çıkarmak istemesi ve siyasî iktidarın buna yanaşmaması idi.  İktidarların KİT yöneticilerini sık sık değiştirmesi, müdüriyetlere ve yönetim kurullarına ehil olmayan kişiler ataması, KİT’leri gereksiz istihdama zorlaması ve KİT fiyatlarını (seçim öncesi ve sonrası) siyasî mülahazalarla ayarlaması, KİT’lerin verimsiz işleme ve zarar etme sebepleri arasındadır. Şimdi burjuva sınıf, kendi iktidarlarının KİT’leri suiistimal etmesini gerekçe göstererek, KİT’leri tasfiye etmektedir.
Zarar ettiği, yani iyi idare edilmediği, özel mülkiyette daha iyi idare edileceği gerekçesi ile bir KİT özelleştiriliyor ise, o KİT’in üretim kapasitesini korumaya dikkat etmek mantık gereğidir. Blok satışla özelleştirilen bazı tarımsal işletmelerde, satış şartnamesinde KİT üretiminin devam etmesi öngörülmüş olmasına rağmen, KİT’i arazisine tamah ederek devralan özel şirketin üretimi temsilî düzeye düşürdüğünü, Kamu İşletmeciliğini Geliştirme Merkezi (KİGEM) yöneticileri tespit etmiştir. Ayrıca, KİT’ler zarar ettiği için özelleştirilmekte ise, neden sadece zarar eden KİT’lerin özelleştirilmediği, kâr eden KİT’lerin neden özelleştirildiği sorusu cevapsız kalmaktadır. Cevapsız kalan başka bir soru da, eğer kamu işletmeciliği tabiaten dirayetsiz ise, neden, iktidarın özelleştirdiği TÜPRAŞ gibi bazı KİT’leri başka (çoğu gelişmiş) ülkelerin KİT’lerine satmakta olduğudur.
KİT’ler kamu ekonomisine yük değildir. Devlet Plânlama Teşkilâtı’nın 2005 Programında, 2004 Yılı Kamu Kesimi Genel Dengesi tablosuna göre özelleştirme kapsamında olan KİT’ler, topluca 1597 trilyon TL tasarruf yapıp (‘kâr edip’) 1097 trilyon TL yatırım yaparak, kamu genel dengesine 500 trilyon TL bırakmış; özelleştirme kapsamında olmayan KİT’ler de, topluca 2108 trilyon TL tasarruf sağlayıp 2605 trilyon TL yatırım yaparak, 497 trilyon TL açık vermiştir. Kamu genel dengesine tüm KİT’ler 3 trilyon TL safi (tasarruf-yatırım fazlası) katkı yapmıştır. 2003 yılında KİT’lerin bu toplam katkısı (sermayedar ağzıyla ‘kârı’) 1889 trilyon TL oldu. Bu rakamları, tabiatiyle iktidarın çeşitli müdahaleleri, yaptırdığı veya yaptırmadığı yatırımlar etkilemektedir. KİT’lerin topluca kamu kesimininin borçlanma gereğini artırdığı yıllar da olmuştur. Burada anlatılmak istenen, KİT’lerin yapısal olarak zarar etme eğiliminde olmadığı, kâr/zarar durumlarının iktidarların dayattığı fiyat, yatırım istihdam politikalarının etkisi altında belirlendiğidir.
Sonuçta; burjuva sınıfın KİT’leri tasfiye programında kâr-zarar tartışmasının samimiyetsizliği apaçıktır. Samimi olsalar, kâr eden KİT’leri satmaz ve zarar eden KİT’lerin yönetimini toplumsal ihtiyaçlara göre ıslah ederlerdi.
Sermaye mülkiyetini “tabana yayma” fikri özelleştirmeyi telkin eden yayınlarda geçmektedir. İddiaya göre, hisseleri “halka satış” yöntemi veya İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda arz yöntemiyle, KİT’lerin mülkiyeti halk arasında yayılacak ve servet dağılımı daha adil hâle gelecektir. Amaç bu olsa, KİT hisselerini blok satma yöntemi hiç uygulanmazdı; oysa özelleştirmenin büyük kısmı blok satışla yapılmaktadır. Kaldı ki, KİT’lerin tüm mülkiyeti hisseler hâlinde ülkenin yoksul kesimlerine bedava dahi dağıtılsa, kapitalizmde sermayenin güçlü yoğunlaşma eğilimi karşısında, gelir dağılımı üzerinde çok kısa sürecek bir etkisi olabilirdi. Sermaye mülkiyetini dağıtmak, özelleştirme programına toplumun tepkisini yumuşatmak için uydurulmuş bir kılıftır.
Kamu borucunu ödemek, özelleştirmenin bir saiki olarak karşımıza çıkmaktadır. Borç ödemek için KİT satmanın adaleti sorgulanabilir. KİT’ler, geçmiş nesillerin zorunlu tasaarufları ile kuruldu. Bu tasarruflar, kısmen devletin bütçesinden yapılan tasarruflarla, yani vergi gelirleriyle gerçekleşti. Kısmen de emekçilerin sosyal güvenlik kurumlarında biriken tasarruflarıyla gerçekleşti. Şöyle ki, 1964-1987 yıllarında faaliyet gösteren Devlet Yatırım Bankası (DYB), Sosyal Sigortalar Kurumu’na (SSK) tahvil satarak temin ettiği fonları, işletmeci KİT’lere uzun vadeli krediler şeklinde aktardı. Bu suretle DYB, KİT’lerin çok sayıda yatırım projesini SSK fonlarından düşük faizle kaynaklandırdı.  Dolayısıyla bugün KİT’ler üzerinde, ödedikleri vergiler yoluyla bütün toplumun hakkı varsa, SSK mensubu işçilerin hem ödedikleri vergiler, hem de SSK’dan aktarılan kaynaklar sebebi ile, fazladan hakkı vardır. Ancak buna ne SSK, ne de sendikalar dikkat çekmiştir.
Kamu borcunun ayyuka çıkmasının sebebi, kısmen burjuva iktidarlarının kamu kaynaklarını israfı (TBMM’deki ceylan derisi koltuklar bunun timsalidir), kısmen Güneydoğu’daki askerî harekât harcamaları, kısmen 2001’de koalisyon iktidarının soyulmuş birtakım bankaları kurtarma kararı ve kısmen de 1980’lerin ortasından beri kamu borcuna Hazine’nin ödediği fahiş tefeci faizleridir.  Emekçilerin refahına yansımayan kamu borcunu emekçi nesillerinin geçmiş birikimleriyle ödemenin sermayedarlara nasıl büyük bir transfer teşkil ettiği ortadadır. Ancak burjuva sınıf, ideolojik bombardımanı ile emekçileri kendi tasarruflarıyla kurulan kurumlardan yabancılaştırarak bu transferi gerçekleştirmektedir.
Şayet KİT’ler gerçekten kamu borcunu ödemek için özelleştirilmekte ise, iktidarların bunu kelepir fiyatlara değil de, mümkün mertebe yüksek fiyatlara satmağa çalışması gerekirdi. Fakat her KİT özelleştirmesinde kamu varlığının bedavaya gittiğini burjuva basın bile yazmaktadır. Esasen yüksek reel faiz hadleri bütçeyi büyük bir transfer mekanizmasına çevirmiş iken, burjuva iktidarların kamu borcunu süratle tasfiye etme telaşında olduğuna inanmak zordur.
Geriye kalıyor üçüncü özelleştirme amacı: KİT’leri sermayedarlara mümkün mertebe düşük bedelle devretmek. Bunun teorik kılıfı, devletin asayiş-adliye-savunma işlerine bakması ve ekonomide sadece bazı altyapı hizmetleri sağlaması gerektiği yolunda yeni liberallerin öne sürdükleri görüştür. 
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın Türkiye’de Özelleştirme başlıklı metninin ‘Özelleştirmenin Amacı’ kısmının ilk cümlelerinde bu fikri açık seçik görüyoruz: “Özelleştirme ile devletin ekonomideki sınaî ve ticarî aktivitesinin en aza indirilmesi hedeflenirken, rekabete dayalı piyasa ekonomisinin oluşturulması, devlet bütçesi üzerindeki KİT finansman yükünün azaltılması, sermaye piyasasının geliştirilmesi ve atıl tasarrufların ekonomiye kazandırılması, bu yolla elde edilecek kaynakların altyapı yatırımlarına kanalize edilebilmesi mümkün olacaktır. Özelleştirmenin temel amacı nihaî olarak, devletin ekonomide işletmecilik alanından tümüyle çekilmesini sağlamaktadır.”
Birer birer inceleyelim.
KİT’lerin kamu ekonomisine yük olmadığına yukarıda değindik. Sermaye piyasasını geliştirmek için KİT özelleştirmek, Dünya Bankası’nın az gelişmiş ülkelere telkinidir. Rantiyeler ve simsarlar hisse senedi alış satış hacmini büyütünce ülkede yatırımların artacağı ve (borsada hisseleri alınıp satılan) şirketlerin daha iyi yönetileceğine dair, hiçbir kanıtı olmayan batıl bir iddiaya dayanmaktadır.
Geçelim atıl tasarrufları harekete geçirmek iddiasına: KİT’leri özelleştirince hangi atıl tasarruflar ekonomiye kazandırılmış olacaktır? Büyük tasarrufları kimse evde para, altın şeklinde tutmaz; bankada mevduat olarak tutar. Bankada tutulan parasal tasarruflar atıl değildir; kredi vermekte kullanılır. Özelleştirme İdaresi KİT’leri özelleştirdikçe, halk altın bileziklerini ya da gayrimenkullerini satıp hisse alsa, bu, olsa olsa, altın ve gayrimenkul fiyatlarını düşürür, hisse fiyatlarını artırır. Böyle bir sürecin sabit sermaye yatırımlarında artışa yol açması için bir sebep yoktur. Özel sektör yatırımlarını uyarmanın yolu, reel faizleri düşürmek, halkın gelirini artırarak iç piyasayı hızla genişletmek, banka kredilerini yatırımlara yönlendirmek ve yurtta üretilen malların ithalatına son vermektir. Dolayısyla atıl tasarrufları ekonomiye kazandırmak iddiası da boştur.
Özelleştirme İdaresi’nin beyanına yansıyan, burjuva sınıfın asıl muradı, KİT’lerin özel sektöre karşı rekabet etmesine son vermek ve devleti işletmecilikten çıkarmaktır..
Görüldüğü gibi Özelleştirme İdaresi’nin özelleştirme gerekçeleri arasında, KİT kurma gerekçelerinden hiçbirine uzaktan dahi bir atıf yoktur. Burjuva sınıf, Türkiye’nin geri kalmış yörelerinin bölgesel kalkınma meselesini, özel sektörün yatırımlarını Marmara ve Ege bölgesinde dengesiz bir şekilde yığmasına rağmen, yine özel sektör yatırımlarına havale etmektedir. Sosyal mal üretme, istihdam yaratma, ücretleri düzenleme gibi diğer işlevlerini konuşmayı dahi gereksiz bulmaktadır.
Özelleştirme İdaresi, rekabete dayalı piyasa ekonomisi kurmaktan dem vurmakta, ama doğal tekel işleten KİT’leri özelleştirmenin piyasa rekabetini nasıl etkileyeceğine değinmemektedir. 1980’lerde doğal tekellerin kamu kontrolundan sermayedar gruplarının kontroluna geçmesine, hatta yabancı sermaye gruplarının kontroluna geçmesine toplumun itiraz edeceğini öngören T. Özal, özelleştirilen doğal tekellerde ve stratejik iletmelerde kamunun ‘altın hisse’ denilen kritik bir hisse oranını muhafaza edeceğini taahhüt etmişti.  Ancak toplumun konuyu kanıksaması neticesinde, burjuva iktidarı, TÜPRAŞ ve Erdemir uygulamalarında bu ilkeyi de gözden çıkarmıştır.
Mahfi Eğilmez egemen zihniyeti açıkça ifade etmiştir: “Kapitalist sistemi (ya da aynı kapıya çıkacak olan adlarla söylemek gerekirse piyasa sistemini veya serbest rekabet düzenini) benimsemiş olan bir ekonomide kamu kesiminin mal üretiminin içinde olması uygun değildir… Eğer piyasa düzenini baz alacak bir ekonomik sistemi benimsemişsek, o zaman kamu kesimi yavaş yavaş üretimden çekilecek ve elindeki üretim işletmelerini özelleştirme yöntemiyle özel kesime devredecek demektir. Özel kesime devredilen işletmeler, kamu kesimi elindeyken daha iyi yönetilmiş olabilir ya da tam tersine özel kesime devredildikten sonra daha kötü yönetilmiş, hatta kapatılmış olabilir. Bunların önemi yoktur… Önemli olan benimsenmiş olan sistemin gereğinin yapılmasıdır… Eğer seçtiğimiz piyasa ekonomisi sisteminin doğru bir seçim olduğuna inanıyorsak, özelleştirmenin bunun kaçınılmaz sonucu olduğunu kabul etmemiz gerekir. Yok eğer seçtiğimiz sistemin yanlış olduğunu ileri sürüyorsak, o zaman özelleştirmeyi değil sistemi tartışmamız gerekir.” 
Bu sözler, işçi sınıfına ve emekçilere –İşte kapitalizm budur, gücün yetiyorsa kendi düzenini kur, demektedir.

SONUÇ
1980’lerden beri burjuva iktidarları, KİT’lerde yatırımları kısarak, kadrolarını azaltarak ve istihdamı taşeron şirketlere devrederek KİT’leri verimsiz ve işlevsiz hâle getirmekte yol aldı. Buna bakarak, işçi sınıfının KİT’lerin AKP gibi iktidarların kontrolunda kamu mülkiyetinde kalması için mücadele etmesine değip değmeyeceği sorulabilir. Gerçekten de KİT’lerde yapılan kurumsal tahribat, KİT çalışanlarında birikmiş sosyal amaçlı, kalkınmacı kamu işletmeciliği tecrübesini hızla yok etmekte ve mevcut KİT’lerin emekçi iktidarında plânla yönetilen ve hızla kamulaşan bir ekonominin temel taşları olarak işleme kapasitesini azaltmaktadır.
Ancak, KİT’leri özelleştirme siyaseti, Türkiye’de sermayedar sınıfın işçilere ve diğer emekçilere genel saldırısının bir unsurudur. Karşı taarruza geçinceye kadar, emekçilerin mevzilerini, kazanımlarını savunması gerekir. KİT’lerin özelleştirilmesine direnmeyi kendi başına bir mücadele olarak düşünmemeli; bunu, taşeronlaşmaya karşı mücadelenin, KİT’lerin siyasî kadrolaşmasına karşı mücadelenin, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesine karşı mücadelenin ve sair mücadelelerin tamamlayıcısı olarak düşünmelidir.
Daha önemlisi; bugünün özelleştirmeleri, yarın işçi sınıfının iktidarında yapmak gerekecek kamulaştırmaların boyutlarını büyütmektedir. Özelleştirme işine yabancı sermaye karıştıkça, işçi sınıfı iktidarının kamulaştırma işi uluslararası bir boyut kazanıp, emperyalist müdahalelere bahane olacaktır. Bu sebeple, işçi ve diğer emekçi sınıfların ve demokratik kitle örgütlerinin KİT özelleştirme uygulamalarını engellemek için mücadele etmesi, ve yabancılara satışları kösteklemek için uğraşması, sadece bugünü değil, yarını kurtarmak için de gereklidir.

Kapitalizm, Büyüme ve İstihdam Üzerine

İktidar ve burjuva basını 2001’den beri gayrisafi yurtiçi hâsıla (GSYİH) yıllık artışının genel eğilimine kıyasla yüksekçe seyretmesini memnuniyetle karşılamakta, bunu iktisat politikalarının isabetine yormaktadır. Uygulanan politikalara eleştirel yaklaşanlar, cari açığın seyrine ve yüksek işsizlik oranına dikkat çekmektedir. Bu yazıda, GSYİH artışı ile istihdam ve işsizlik bağlantısını irdeleyeceğiz.

BÜYÜME VE İSTİHDAM

Gayrisafi yurtiçi hâsıla, ülkede üretilen tüketim ve yatırım mallarının, tüketim ve yatırımda kullanılan hizmetlerin toplam değeridir. Kapitalist ekonomi kesintisiz sermaye biriktirme güdüsü ile işlediğinden, normalde bu toplam değer, toplumun ihtiyaçlarının artışından bağımsız olarak, devamlı artar. Sermayedarlar sürekli daha çok mal ve hizmet üretip satmağa çalışır.

GSYİH artışına ‘ekonominin büyümesi’ denir. Bu tâbir aslında yerinde değildir. Ekonominin gerçek büyümesi, üretimin değil, üretim kapasitesinin büyümesi olmak gerekir. Üretme kapasitesi, nüfus artışı, nüfusun üretme becerilerinin artması ve üretim araçları stokunun artması ile gerçekleşir.

Ekonomide üretim potansiyeli devamlı artar, ama kapitalizmde bu potansiyel daima tam kullanılamaz, kullanılmaz. Çünkü mallara ve hizmetlere yapılan harcamaların (tüketim, yatırım, ihracat) toplamı bazan artar, bazan azalır. Bu toplam harcamadaki artma azalma hareketlerine konjonktür dalgalanmaları denir. ABD, Japonya gibi büyük ekonomilerde konjonktürü sürükleyen başlıca etken, sermayedarların sürü psikolojisi içinde iyimserleşip yatırımları artırması, veya (yine sürü psikolojisi içinde) kötümserleşip yatırımları azaltmasıdır. Sermayedarlar yatırım harcamalarını artırdığında, istihdam artar; istihdam artınca, tüketim artar. Sermayedarlar yatırım harcamalarını azalttığında, istihdam azalır; tüketim de azalır. Özel tüketim ve yatırım harcamalarını başka olaylar (örneğin devalüasyon, borsa buhranı vs.) de etkiler. Devletin cari ve yatırım harcamaları da, toplam harcamalara dâhildir ve üretim kapasitesinin kullanılmasına katkı yapar.

Tüketim ve yatırım mallarına ve hizmetlere yapılan harcamaların artışı hız kestiğinde veya bu harcamalar azaldığında, sermayedarlar üretimi kısar. İşçiler işsiz kalır, kapasite kullanma oranı düşer, üretim araçları atıl kalır. Daralma, dalga dalga, esnafın, üretici köylünün gelirlerine yansır. GSYİH artışı bu şekilde yavaşladığı, durduğu veya azaldığında, ekonomi bunalıma girer, emekçiler yoksullaşır.

GSYİH ne kadar yüksek oranda artar ise, istihdamın da o ölçüde artması beklenir. Ayrıca, istihdam hızla artıp işsizlik azaldığında, işçilerin patronlardan daha yüksek ücret koparması kolaylaşır. Bu sebeple, GSYİH artışının sermayedarlara iki zıt etkisi vardır. Bir yandan üretim artışı sermayedarların kâr etmelerini ve sermaye biriktirmelerini kolaylaştırırken, istihdam artışı, işçilerin pazarlık gücünü artırmak gibi, sermayedarlar için sakıncalı bir netice de vermektedir.

 

MERKEZ ÜLKELERİNDE İSTİHDAM POLİTİKASI

20. yüzyılda, Sovyetler Birliği’nde ve başka ülkelerde sosyalizmin inşa edildiği dönemde, o ülkelerde işsizlik diye bir sorun, işsizlik diye bir olay yoktu. Ayrıca, toplumun bütün temel ihtiyaçları (sağlık, eğitim, kültür, barınma), her şeyden önce eşitlik ve ihtiyaç, bir ölçüde de liyakat ilkelerine göre karşılanmakta, nicelik ve nitelik olarak devamlı iyileşmekte idi. Bu dönemde, sosyalizm seçeneğinin baskısı altında, kapitalist âlemin merkez ülkelerinde sermayedarlar, kendi ülkelerinde tam istihdamı hedefleyen iktisat politikaları ve sosyal devlet politikaları uygulamaya mecbur kaldı. Devlet, maliye (vergi, sübvansiyon) politika araçları ve para (faiz, para arzı) politika araçlarıyla yatırım ve tüketim harcamalarını etkileyerek, işsizliği asgari seviyede tutma siyaseti güttü.

Ancak 20. yüzyılın son yirmi-otuz yılında SSCB’de bilinen içten çöküşle kapitalizm bu ülkelerde yeniden ihya olunca, eski kapitalist âlemde de işçi sınıfının süngüsü düştü. Burjuva sınıfının sosyalizmin insan tabiatına aykırı olduğu propagandasının etkisi arttı. Kapitalist âlemde, burjuva sınıfları, neoliberalizm denilen emekçi düşmanı bir sürü sav ile işçilere karşı hasmane harekete geçti.

Burjuva sınıfının işçi sınıfına saldırısında bir hamlesi, makroiktisadî politika alanında oldu; burjuva siyasetçiler, tam istihdam hedefine sırt çevirdi. Bu çerçevede tam istihdamın tanımını değiştirdiler. 1945’ten 1970’lere kadar, tam istihdam hedefi, işsizlik oranını mümkün mertebe (pratikte en fazla yüzde iki-üç gibi rakamlara) düşürmek olarak anlaşılmakta idi. Oysa 1970’ten sonra, tam istihdamı, reel ücretlerin artmağa başladığı azamî istihdam seviyesi olarak tanımlamak yaygınlaştı. Şimdi ders kitaplarında, iktisat öğrencilerine tam istihdam kavramı böyle öğretilmektedir. Bir merkez ülkesinde, işsizlik oranı meselâ yüzde 8’den 7 düştüğünde, reel ücretlerde bir artma eğilimi baş gösterse, burjuva uzmanları derhal, ekonominin yüzde 7 işsizlik ile ‘tam istihdama’ ulaştığını; devletin GSYİH ve istihdam artışını yavaşlatacak politikalar uygulaması gerektiğini telkin etmeğe başlamaktadır. Devlet de maliye ve para politikasını ona göre ayarlamakta; istihdamın artmasını, işsizliğin azalmasını yavaşlatmaktadır. Özetle, merkez ülkelerde burjuva sınıfı, işçilerin ücretlerini kontrol etmek üzere, işsizliği ayarlayan bir makroiktisadî politika benimsedi.

İşçi sınıfının ideolojik ve siyasî zaafından yararlanan burjuva sınıfı, işçi çalıştırmayı daha kazançlı hâle getirmek için istihdam ilişkilerini de esnekleştirmeye girişti. Burjuvalar, hem merkez hem de çevre ülkelerinde, işçiyi işe alma ve işten çıkarma şartlarını kolaylaştırdı; patronun işçiye işyerinde her türlü görevi verme yetkisini genişletti; patronun mesai saatlerini ve sürelerini değiştirme yetkisini artırdı.

Buna ilâveten, merkez ülkelerinde sermayedarlar, işgücü maliyetlerini azaltmak ve işçi sınıfını disiplin altına almak için, üretimin çeşitli aşamalarını, ücretlerin düşük olduğu çevre ülkelerine kaydırmaya girişti. Teknolojik yeniliklerin iletişimi ve taşımacılığı hızlandırması ve ucuzlatması, merkez ülke şirketleri bakımından, bazı ara mallarını, yarı mamullerini başka ülkelerden ithal etmeyi ve başka ülkelerdeki ‘tedarikçiler’e fason siparişler vererek haricî üretim ağları örmeyi kolaylaştırdı. Merkez ülke şirketlerinin az gelişmiş ülke şirketleri ile üretim ağları kurabilmesi için ticaretin serbestleştirilmesi gerekiyordu. Dünya Bankası, IMF ve Dünya Ticaret Örgütü bu serbestleştirmeyi sağladı. Ayrıca merkez ülke şirketlerinin, az gelişmiş ülkelerde doğrudan yabancı yatırım yapabilmek için kârlarını serbestçe ülkeden ülkeye transfer edebilmesi gerekiyordu. Bu imkânı da, yine ‘uluslararası’ örgütler, sermaye hareketlerini serbestleştirme ve dönüştürülebilme (konvertibilite) politikalarını telkin ederek sağladı.

Merkez ülkelerde uygulanan istihdamı esnekleştirme politikası sonucunda, GSYİH ile istihdam arasındaki bağ zayıfladı. Bu ülkelerde, GSYİH arttığı dönemlerde, artık istihdam eskisi gibi artmamaktadır. Mallarına talep arttığında, firmalar, yeni işçi almadan, işçilerini daha yoğun çalıştırmakta ya da başka ülkelerden fason siparişlerini artırmaktadır.

TÜRKİYE’DE İSTİHDAM SORUNU

Türkiye gibi, 16. yüzyılda başlayan bir süreçle kapitalist sistemin çevre ekonomisine dönüşmüş bir ülkede, istihdamı ve işsizliği belirleyen etkenler, merkez ülkelerdekinden farklıdır.

Bir kere, kapitalist sistem oluştuğundan beri, çevre ülkelerinde GSYİH hareketleri, kendi sermayedarlarının yatırım psikolojilerinin ve devletin iktisat politikalarının yanısıra, merkez ülkelerin konjonktüründen çok etkilenir. Çevre ülkeleri, merkez ülkelerine ticaret bağları ile bağımlıdır. Merkez ülkelerinde GSYİH artıyorsa, çevre ülkelerinde de, genel olarak ihracat artar ve iktisadî genişleme görülür. Merkez ülkelerinde iktisadî durgunluk veya daralma (GSYİH artış yavaşlaması, durması veya azalması) vuku bulduğunda, ithalâtları azalınca, çevre ülkelerinin de ihracatı azalır ve onlarda da iktisadî hayat durgunlaşır.

İstihdamda da, merkez ülkeleriyle çevre ülkeleri arasında bir fark vardır. Merkez ülkelerinde tarımda çalışan nüfus azdır ve kırsalda atıl işgücü yok denecek kadar azdır. Buna mukabil, çevre ekonomilerinde, kırsalda, kendi gıdasını üretip ürünün bir kısımını satan üreticiler çoktur. Çevre ülkelerinde, tarımdaki bu küçük üretici nüfusu, ailenin üretim faaliyetine katılan, ama aslında atıl olan (yani katılmasalar üretimin aksamayacağı) bir ‘gizli işsiz’ kitlesi barındırmaktadır.

Çevre ülkelerde, kentlerde de işsizlik gizlenebilmektedir. Bazı merkez ülkelerde görülen işsizlik yardım kurumu çevre ülkelerinde bulunmadığından, beriki ülkelerde kentlerde iş bulamayan insanlar, kendi başlarına kayıt dışı küçük ticaret ve sair hizmetler yaparak geçimlerini sağlamaya mecbur kalmaktadır. Bu hizmetler (seyyar satıcılık vs.), aslında toplumsal üretime ve refaha bir şey katmamakta; sadece, kişinin GSYİH’dan cüzi bir pay almasını temin etmektedir. Ama kişi çalışır göründüğü için, işsizliğin gerçek boyutunu gizlemektedir (bu sebeple, ‘gizli işsizlik’ denmektedir). Bu sorunlar, Türkiye’de de görülmektedir.

Sosyalizm ile kapitalizmin mücadele ettiği dönemde, Türkiye’de, 1930’lardan 1980’lere kadar süren iç piyasalara dönük sanayileşme, kırdaki fazla nüfusu, yavaş yavaş kamu sektöründe ve özel sektörde sanayie ve hizmetlere çekti. Çeşitli tarımsal destekleme politikaları da, köyden kente göçü kontrol altında tutmaya yaradı.

Kırdaki tarımsal faaliyetten kente göç süreci, kadınların işgücüne katılma oranını etkilemektedir. İşgücüne katılma oranı, işgücünün çalışma çağındaki nüfusa (15 yaş ve üzeri nüfusa) oranıdır. İşgücü ise, bir işte çalışanların, ve çalışmamakta olup, aktif olarak iş arayanların (işsizlerin) toplamıdır. İşgücüne katılmayanların içinde, ev kadınları, öğrenciler, rantiyeler, özürlüler gibi gruplar yer almaktadır.

Köylerde tarımla geçinen ailelerde, kadınlar, ‘ücretsiz aile işçisi’ tanımı kapsamında, işgücü içinde görünmektedir. Köylü aileleri şehre göçünce, bu kadınların bir kısmı başkasının işyerinde çalışmak istemediklerinden (veya eşleri izin vermediğinden), iktisaden faal olmayan gruba geçmektedir. 1. tabloda görülen, kadınların işgücüne katılma oranının azalmasının bir etkeni, bu göç etkisidir. Buna ilâveten, hem erkeklerin hem de kadınların katılma oranının azalmasının gerisinde, (1) daha ileri yaşa kadar okula gitme, ve (2) işsiz kadın ve erkeklerin iş bulma ümidini yitirerek iş aramaktan vazgeçmesi sebebiyle, ‘iktisaden faal olmayan gruba’ dâhil edilmesi gibi etkenler de vardır. Elde, bu etkenleri ayırt etmeye yarayacak veri mevcut değildir. İş bulma ümidini yitirdiği için işgücünden çekilme olayı, işsizlik faciasının gerçek boyutunu gizlemesi bakımından önemlidir.

Birinci tablodaki işgücüne katılma oranları, diğer çevre ülkelerin rakamlarından çok farklı değildir. Merkez ülkelerdeki işgücüne katılma oranları, bizdeki rakamlardan daha yüksektir. Bir OECD tablosunda, 1999 yılında, Türkiye’nin toplam (erkek-kadın) işgücüne katılma oranı yüzde 56, Avrupa Birliği’nde yüzde 69, ABD’de yüzde 67, Fransa’da 69, Almanya’da 74, Norveç, Danimarka ve Çek Cumhuriyeti’nde yüzde 80 olarak gösterilmektedir. Bu ülkelerde işsizliği gizleyen mekanizmalar yoktur ve kadınlar işgücüne daha büyük oranda katılmaktadır.

1980’lerde, başka çevre ülkelerinde de, Türkiye’de de, burjuvalar, işçileri daha ucuza çalıştırmak amacıyla yeni politikalar yürürlüğe koydu. Birincisi, kamu sektöründe istihdamı azaltmaktır (KİT’leri özelleştirme, kamu sektöründe kadroları tasfiye etme). İkincisi, burjuva sınıfının tarımsal destekleme siyasetine son vermesidir. Bu, hem genel bütçeden emekçilerden yana bir harcama türünü tasfiye etmekte, hem de köylüyü şehirlere göçmeğe zorlayarak, işgücü piyasasında arzı şişirmektedir. Bu politikalar, işgücü arzını artırıp, işsizlik baskısıyla ücretleri bastırmayı amaçlamaktadır.

 

1. Tablo

İşgücüne katılma oranı (yüzde)

1955

1960

1965

1970

1975

1980

1985

1990

1995

2000

2005

Erkek

95

94

92

79

81

80

78

78

72

74

72

Kadın

72

65

57

50

47

46

44

43

29

27

25

Kaynak. DİE İstatistik Yıllığı (çeşitli yıllar)

Açıklama: 1955, 1960, 1965 ve 2000 yıllarında çalışma yaşı 15 yaş ve üzeri, diğer yıllarda 12 yaş ve üzeri olarak alınmıştır. Bu sebeple, 1965’ten 1970’e ve 1995’ten 2000’e geçişte tanım değişmesinin etkisi vardır.

Neoliberal söyleme, yani burjuva sınıfının yeni ağzına göre, devletin kamu yatırımlarını ve kamuda istihdamı azaltması, yerli ve yabancı özel sektörün faaliyetlerinin önünü açacak, özel yatırımlar artacak ve özel sektör işsizleri istihdam edecekti. Bunun yanısıra, ihracata dayalı büyüme politikası ile, Türkiye, çok işgücü kullanılan (‘emek yoğun’) imalât sanayii iş kollarında rekabet gücünü kullanarak, istihdamı bu alanlarda geliştirecekti. Ne var ki, yerli özel sektör, 1980 sonrası tarımsal politika değişikliğinin, kamu istihdam politikası değişikliğinin, kamu yatırım politikası değişikliğinin istihdam üzerinde olumsuz etkilerini bertaraf edecek bir yatırım hamlesi gerçekleştirmedi. Gerçekleştirmesi, söz konusu olamazdı. Burjuva iktidarların ithalatı serbest bırakma politikası, faizi yüksek tutma politikası, esnek kur politikası, yerli özel sektör yatırımını teşvik eden bir ortam oluşturmamaktadır. Burjuva iktisatçıları yabancı sermaye yatırımlarına büyük ümitler bağlamasına rağmen, yabancı şirketler de, yatırım boşluğunu doldurmamıştır. İhracattan istihdam beklentisine gelince, kırsal kesimde atıl işgücü olan çok sayıda az gelişmiş ülke, aynı dönemde ihracata dayalı büyüme stratejisine başvurduğundan, sınaî mamul ihracatında rekabet edebilmek için, hepsi, birim işgücü maliyetini düşürme yarışına girdi.

Birim işgücü maliyeti, bir birim malda kullanılan emeğin (ücret) maliyetidir. Birim ücreti, ücreti (yevmiyeyi ya da saat ücretini) işçinin ortalama üretimine (günlük üretimine veya saatlik üretimine) bölerek bulunur. Birim işgücü maliyetini düşürmekteki maksat, üretim maliyetini azaltıp, fiyatı düşürmektir. Patron birim işgücü maliyetini yeterince düşürürse, elbette, kâr marjını da arttırabilir.

Birim işgücü maliyetini düşürmenin iki yolu vardır. Birincisi, ücreti azaltmaktır. İkincisi, işçinin ortalama üretimini (‘üretkenliği’ni veya ‘verimi’ni) artırmaktır. Üretkenliği artırmanın da iki yolu vardır. Biri, yatırım yaparak, işçiye, emeğinin verimini artıran, daha gelişmiş üretim araçları vererek çalıştırmaktır. İkincisi, işçiyi daha yoğun çalıştırmaktır ya da sabit ücretine yansıtmadan, mesaisini uzatmaktır.

İkinci tablo, Hazine Müsteşarlığı’nın sunduğu üretkenlik verilerini göstermektedir. Bu rakamlar, üretim değerini, yıl boyunca çalışan ortalama işçi sayısına bölerek; ve yıl boyunca çalışılan işçi-saate bölerek bulunmuştur. Her iki ölçü de, 2001 yılındaki duraklama hariç, sürekli bir artış göstermektedir. Bu artışın ne ölçüde yatırımdan, ne ölçüde işçilerin daha yoğun çalıştırılmasından kaynaklandığını tespit etmek mümkün değildir. Ancak 2003 yılında çıkan 4857 sayılı iş kanununun çalışma saatlerini esnekleştirerek ve taşeron işçiliği kurumlaştırarak, işçilerin daha yoğun sömürüsünü kolaylaştırdığı; imalât sanayiinde ve birçok hizmette işçilerin çok yoğun ve uzun çalıştırıldığı bilinmektedir.

İster yatırımla olsun, ister daha yoğun çalıştırarak olsun, işgücünün üretkenlik artışının üretimle istihdam arasındaki bağı zayıflattığı açıktır. Yani üretim artışı istihdama çok yansımamakta, işsizliği azaltmamaktadır. Üretkenlik artışı yatırımla gerçekleştiğinde, bunun istihdama olumsuz etkisine, ‘teknolojik işsizlik’ denmektedir.

 

2. Tablo

İmalât sanayiinde üretkenlik endeksi

 

1999

2000

2001

2002

2003

2004

2005

işçi başına

105.2

114.5

113.1

124.6

133.8

144.8

152.8

çalışılan saat başına

107.5

115.7

116.9

126.9

136.1

146.1

154.8

Kaynak: Hazine Müsteşarlığı. Ekonomik göstergeler. Kaynakta temel yıl belirtilmemiştir.

Üçüncü tablo, bütün ekonomi çapında reel gayrisafi yurtiçi hâsıla artışı ile istihdamın kopuşunu göstermektedir. Reel gayrisafi yurtiçi hâsıla artışından kasıt, fiyat artış etkisini temizledikten sonra, kabaca fiziksel üretimin artışıdır. Sağdaki iki sütunda 2000, 2002’de ve 2003’te GSYİH reel olarak artmakta, buna mukabil istihdam azalmaktadır. Bu ters ilişkiyi kısmen o yıllarda (ikinci tabloda görülen) imalât sanayii verim artışları izah edebilir. Reel GSYİH artışının istihdam artışından kopmasının ikinci bir sebebi şu olabilir: Tarımda istihdam (göçle veya başka sebeplerle) azalmaktadır; ama tarımdan çekilen işgücünün bir kısmı, faal olmasına rağmen, aslında üretime katkı yapmayan atıl işgücü, yani tarımda gizli işsiz olabilir. Bu da, üretkenlik artışının yanısıra, toplam istihdam ile GSYİH’nin aksi yöndeki değişmesini izah eden ikinci bir etken olabilir.

Üçüncü tabloda, devletin, istihdamda göz yumduğu kanun çiğneme oranını resmen ölçtüğü rakamlar da görülmektedir. İstihdamın yarısından fazlası kayıt dışı görünmektedir. Türkiye İstatistik Kurumuna göre, 2006 başında, sektör istihdamı içinde kayıt dışı istihdam oranı, tarımda yüzde 85, tarım dışında yüzde 33 idi. Kentlerde yoğunlaşan sanayi ve hizmetlerde üç kişiden biri kayıt dışı istihdam edilmektedir ve devlet, kendi tespit ettiği bu yaygın kanun ihlâlini caydıracak tedbir almamaktadır. Bu rakamlar, bizatihi Türkiye’de siyasî iktidarın katışıksız sınıfsal karakterinin kanıtıdır.

Tarımdaki istihdam azalışı ile diğer sektörlerdeki istihdam artışını dördüncü tabloda görmek mümkündür. Tabloda ‘artış’ sütünları, beşer yıllık aralıklarla, biner kişi olarak, nüfus, 15 yaş ve üzerindeki nüfus, işgücü, istihdam ve işsiz artışlarını göstermektedir. Son sütun da, bunların 2005 yılı değerlerini yine bin kişi olarak göstermektedir. İşgücü, 1981’den 2005’e kadar 6.5 milyon artmış, bundan 5.5 milyon kişi iş bulabilmiş veya ‘iş kurmuştur’. Kalanı yedek işsizler ordusuna katılmıştır.

1981-2005 yıllarında tarımda ve madencilikte istihdamın azaldığı görülmektedir. Tarımdaki istihdam azalmasının 1996’dan sonra (yani, Türkiye’nin IMF’nin yakın takibi altına girdiği ve tarımsal destekleri tasfiye ettiği dönemde) hızlandığı görülmektedir. 24 yılda tarım ile madenciliğin istihdam azalmasını (2.5 milyonu) işgücü arz artışına eklersek, işsiz sayısının sabit kalması için, imalât sanayiinin, enerji sektörünün ve çeşitli hizmetlerin 1981-2005 yılları arasında 9.1 milyon kişiye yeni iş sahası açması gerektiği ortaya çıkar. Oysa tarım ve madencilik dışındaki sektörler 8.1 milyon kişiye yeni istihdam imkânı vermiştir. Kalan bir milyon kişi, işsiz kitlesine katılmıştır.

Tabloda, 1981-2005’de istihdam artışına en büyük katkıyı (3.1 milyonla) ticaret sektörünün yaptığı dikkati çekmektedir. Bu, toptan ve perakende ticarette, lokanta ve otellerde çalışanları kapsamaktadır. Perakende ticarete, seyyar satıcılardan ve pazar esnafından beyaz eşya satan mağaza çalışanlarına, mahalle bakkallarından yabancı perakende ticaret şirket (Metro, Carrefour vs.) işçilerine kadar, çok değişik ölçeklerde işletmelerin istihdamı girmektedir. Bu sektördeki tüm işletmelerin sunduğu hizmetlerin toplumun refahına katkısı tartışılabilir. Ticaret sektöründe, 2005 yılında çalışan 4.5 milyonluk kitlenin içinde gizli işsiz sayılabilecek önemli bir grubun olduğu tahmin edilebilir.

 

 

 

 

3. Tablo

Türkiye’de işgücü arzı, istihdam ve işsizlik

(bin kişi; oranlar yüzdedir)

15+ nüfus

işgücü arzı

istihdam

işsizler

Kayıt dışı istihdam

işgücüne katılma oranı

işsizlik oranı

GSYİH reel artış oranı

istihdam artış oranı

2000

46211

22032

21581

1497

49.2

6.5

7.36

-2.12

2001

47158

22269

21524

1967

48.7

8.4

-7.50

-0.26

2002

48041

23818

21354

2464

49.6

10.3

7.94

-0.79

2003

48912

23641

21147

2493

11025

48.3

10.5

5.79

-0.97

2004

49906

24289

21791

2498

11549

48.7

10.3

8.93

3.05

2005

50826

24565

22046

2520

11045

48.3

10.3

7.38

1.17

Kaynak. Türkiye İstatistik Kurumu, TCMB.

4. Tablo

İstihdam ve işsizlik verileri (bin kişi)

Artış

mevcut

1981-85

1986-90

1991-95

1996-00

2001-2005

1981-2005

2005

nüfus

5868

5897

5534

5683

4191

27173

71611

15 yaş ve büyüğü nüfus

1879

5036

4615

11530

50826

işgücü

914

2121

1241

792

1487

6555

24565

istihdam

1024

1775

1264

995

465

5523

22046

tarım

-123

396

-153

-1331

-1276

-2467

6493

madencilik

27

-31

-39

-72

37

-78

119

sanayi

290

299

288

611

446

1934

4084

elektrik gaz su

15

-33

88

-23

-12

35

79

inşaat

66

-75

334

126

-193

258

1171

ticaret

315

417

520

1100

730

3082

4547

ulaştırma

79

113

60

190

63

505

1131

malî kurumlar

30

38

64

227

162

521

871

diğer hizmetler

325

652

102

147

507

1733

3551

işsiz

-110

346

-23

-203

1022

1032

2519

Kaynak. Hazine Müsteşarlığı, Hazine Yıllığı. Türkiye İstatistik Kurumu, Türkiye İstatistik Yıllıkları

 

Tam örtüşmese de, gizli işsizlik sorununu, Türkiye İstatistik Kurumu, eksik istihdam kavramıyla ölçmeğe çalışmaktadır. Eksik istihdam, çalışmakta olup, iktisadî sebeplerle haftada 40 saatten az çalıştığı, ücretiyle geçinemediği ya da mesleğinde istihdam edilmediği için başka iş arayan ya da ikinci iş arayan insanlar olarak tanımlanmaktadır. Eksik istihdam durumundaki çalışanlarla işsizlerin toplamının işgücüne oranı, 2005 yılında, yüzde 13.6 idi. İstihdam sorunu yaşayan insanların oranını göstermesi bakımından, bu rakam, yüzde 10.3 işsizlik oranından daha anlamlıdır.

Bu noktaya kadar, Türkiye’de istihdamın ve işsizliğin genel eğilimlerine ve bazı etkenlerine değinildi. Yukarıda, çevre ekonomilerinde GSYİH artışının, ülkede verilen yatırım kararları ve devletin iktisat politikalarının yanısıra merkez ülkelerde GSYİH artışına bağlı olduğu; fakat istihdamın GSYİH artışı ile bağlarının zayıfladığı üzerinde duruldu. Bu son tespit, GSYİH azaldığında istihdam azalmayacak anlamına gelmemektedir.

Türkiye’de, 1989’da, sermaye hareketlerine (yabancıların Türkiye’ye para transfer etmesine ve yerleşiklerin yurt dışına para transfer etmesine) serbesti tanındı. Bu karar, Türkiye ekonomisinin merkez kapitalist ekonomilerine ticarî bağımlılığına ilâveten, merkez ekonomilerinden Türkiye’ye yeni bir olumsuz etki mecraı açtı. Şimdi, merkez ülkelerinde faiz hadleri düşük seyrettiğinde, merkez ülkelerinin bankalarından, sigorta şirketlerinden vs. Türkiye gibi ekonomilere finansal sermaye akmakta, TL döviz karşısında değerlenmekte, ithalât bollaşmakta, harcamalar artmakta, GSYİH artmaktadır. Merkez ülkelerinde faiz hadleri yükseldiğinde ise, Türkiye gibi ekonomilerden finansal sermaye çekilmektedir. Bu çekilme büyük çapta ve hızlı olursa, GSYİH duraklamakla kalmamakta, döviz bunalımına yol açmaktadır. Bunalımda yerli şirketlerin malî dengesi bozulduğunda derhal işçi çıkarmağa başlarlar ve işsizlik artar. Özetle, harcamalar ve GSYİH arttığında istihdam fazla artmamakta; ama harcamalar kısıldığında, şirketler derhal tenkisat yapmakta, işçilerini işten çıkarmaktadır.

 

KAPİTALİZMDE SORUN ÇÖZÜLMEZ

Kapitalizmin müdafileri, piyasa ekonomisinde ve iktisadî serbesti şartlarında üretim faktörlerinin en etkin, yani verimli şekilde kullanıldığını, bu sebeple kapitalizmin rasyonel olduğunu iddia eder. Rasyonel, burada, makul, akla uygun, hesaplı anlamında kullanılır.

İşsizliğin yüzde 10 olduğu (veya yüzde 5 olduğu) bir ekonomide, kaynakların rasyonel kullanıldığı söylenebilir mi? Türkiye’de Ocak-Mart 2006 döneminde 2.7 milyon işsiz insanın şahsen ve ailece yaşadıkları sıkıntılar bir yana, bunların üretim yapamaması, bütün toplum için bir kayıptır. Böyle bir iktisadî sistemin rasyonel olduğu söylenebilir mi?

Kapitalizmin kurumsal çerçevesinde, Türkiye’de işsizlik sorununu hafifletmek, öncelikle ihracata dayalı büyüme stratejisinden vazgeçmeyi, iç piyasaya dönük bir büyüme politikası benimsemeyi gerektirir. Hâlen GSYİH artışlarında en büyük etken ihracat artışı olmaktadır. 1991-2005 yıllarında, GSYİH yılda ortalama yüzde 4.0 arttı. Bu on dört yılda, GSYİH artışını sürükleyen en önemli üç harcama (talep) kalemi, sırasıyla, yılda ortalama 3.1 artışı ile ihracat, yılda ortalama yüzde 2.4 artışı ile tüketim ve yılda ortalama yüzde 1.2 ile sabit sermaye yatırımları idi. İç piyasaya dönük büyüme stratejisinin hedefi, GSYİH artışında yurt içi tüketimin ve yatırımın payını artırmak; ihracat artışlarının payını azaltmaktır. Bu suretle, ülkemizde istihdam üzerinde dış piyasaların etkisini, ve bölüşüm üzerinde başka ülkelerdeki ücretlerin ve kurların baskısını azaltmak mümkün olabilir.

Ekonominin büyüme doğrultusunu düzelttikten sonra, istihdamı hızla artırmak; burjuva sınıfın çok tasarruf etmesini (yani fuzulî tüketimini kısmasını), şirketlerin kârlarını –büyük kısmını hissedarlara temettü olarak dağıtmayıp– yatırım için ayırmasını, ve şirketlerin tasarruf edilen bu maddî kaynaklarla çok yatırım yapmasını gerektirir. Yatırım, üretim araçları stokunu (aletleri, makinaları) artırmak ve üretim için gerekli altyapıyı (fabrikaları, yolları, enerji dağıtım şebekelerini, sulama tesislerini) genişletmektir. Yatırımda, hem üretim araçları üretilir ve altyapı kurulurken istihdam artar, hem de üretilen üretim araçları kullanılmaya başlandığında istihdam artar.

Kapitalizmde bunu gerçekleştirmek için devletin maliye ve para politikalarını bu amaca yönelik kullanması gerekir. Örneğin lüks tüketimi yüksek oranda vergilendirmek veya yasaklamak, para politikasında faiz hadlerini düşük tutmaya çalışmak, ülkeye sermaye girişlerini kontrol etmek, kuru istikrarlı tutmak, ithalâtı kontrol altında tutmak uygulanacak politikalardan bazısıdır.

Burjuva iktidarlarının bunları uygulamayacağı açıktır. Zaten işsizlikten ücretleri bastırmakta ve işçileri sömürmekte yararlanan burjuva sınıfının işsizlik sorununu çözmekte menfaati yoktur. Burjuva iktidarlarının uyguladığı iktisat politikalarının hemen tümü, Türkiye’de işsiz kitlesini azaltmamaya ve işsizlik tehdidiyle çalışma şartlarını ve ücretleri düzenlemeye yöneliktir.

Yukarıda sayılan, işsizlik oranını azaltmaya yönelik politikaları, işçi sınıfının önderliğinde halk iktidarı, karma bir ekonomiyi yönetmeye mecbur kalabileceği geçiş döneminde uygulayabilir.

Ancak istihdam meselesinin çözümünü sadece yatırıma, üretim araçları stokunu artırmaya bağlamak, insanların istihdam edilmesi için ‘verimli’ olması gerektiği anlamına gelir. Bu bakış, insana üretim aracı gözüyle bakan sermayedar mantığını yansıtır. Sosyalist perspektiften toplumsal üretime katılmak bir hak ise, çalışmak, insanın bedensel ve ruhî potansiyelini gerçekleştirmesi için bir ihtiyaç ise, üretim araçları stoku ne seviyede olursa olsun, her yurttaşa iş vermek, devletin görevi olmalıdır. Toplumsal işbölümünde hiç kimse işsiz kalmamalıdır. İş verilen insanların verimini, üretkenliğini artırmak ayrı bir meseledir. İnsanların verimini işsiz ve aç bırakma tehdidiyle sağlamak kapitalizme mahsus bir vahşettir. Sosyalizmde herkese iş verilir; verim, sorumluluk, çalışma disiplini ayrı bir güdüleme sorunu olarak ele alınır. Halkın iktidarı, sosyalist istihdam ilkesini ilk günden uygulayamasa dahi bu ilkeyi gerçekleştirmeyi hedef alacaktır.

Türkiye’nin Dış Ödemelerine Bakış

GİRİŞ

Burjuva basını ekonomi haberlerinde, toplumun dikkatini, dövizin fiyatı, petrolün fiyatı gibi günlük bilgilerle ve altı aylık ihracat artışı, yıllık millî gelir artışı gibi kısa vadeli gelişmelerle meşgul eder. Oysa, ekonominin nereden nereye gittiğini anlamak için orta ve uzun vadeli eğilimleri ortaya çıkaran verilere bakmak gerekir. Bu yazıda, Türkiye’nin dış ödemelerinin emekçiler için sorun teşkil eden eğilimlerini kısaca tartışacağız.

Türkiye’de hâkim sınıf 1960’lardan 1980’e kadar bir sanayileşme politikası uyguladı. Bu politika, genel olarak kendi ihtiyaçlarını üretebilen bir ekonomi yapısı oluşturmayı hedeflemekte idi. Hâkim sınıf, 1980’den sonra, dünyada emekçiler aleyhine gelişen siyasî konjonktürden yararlanarak, ekonomiyi ‘dışa açmaya’, yani dünya ekonomisine eklemlemeye yöneldi. Bu süreçte yaptığı iki önemli politika değişikliğini hatırlayalım.

Biri, ticaretin serbestleştirilmesidir. Ticaretin serbestleştirilmesinden kasıt, ithalâtın serbestleştirilmesidir; tartışmalı olan ithalâtın serbestleştirilmesidir; ihracatın kısıtlanmasını zaten savunan kimse yoktur. İthalât, 1980’den itibaren tedricen serbestleştirildi. İthalâtta miktar kısıtlamaları adım adım kaldırıldı; gümrük vergi oranları tedricen azaltıldı. Hâkim sınıf, Türkiye’yi 1994 Dünya Ticaret Örgütü anlaşmalarına katarak, AB ile Gümrük Birliğine sokarak ve AB ile üyelik müzakeresini başlatarak, serbest ticareti, Türkiye’nin kapitalizmin merkezlerine taahhüdü hâline getirdi.

Türkiye’nin ihracata ağırlık vermesi ve ithalâtı serbestleştirmesi, ücretler üzerinde, dışardan gelen yeni bir baskı oluşturdu. Mal ve hizmet ticaretinin artması, Türkiye’de işçi sınıfını başka ülkelerdeki ücretlerin baskısı altına aldı. İlâveten, ithalâtı serbestleştirme, devletin ithalât üzerindeki, dolayısiyle cari işlemler dengesi üzerindeki kontrolunu ortadan kaldırdı.*

1980’lerde ikinci önemli politika değişikliği, Türkiye’ye sermaye giriş çıkışlarının serbestleştirilmesidir (konvertibilite). Bununla kastedilen, ticaretle ilgili ödemeler haricindeki döviz transferleridir. Döviz alımı satımı üzerinde kısıtlamalar 1980’lerde tedricen hafifletildi ise de, döviz alımı satımının ve ülke dışına veya dışardan yurda fon transferinin tam serbestleştirilmesi 1989’da oldu. Bu, ekonomiye yeni bir istikrarsızlık unsuru getirdi.

 

SERMAYE HAREKETLERİ SORUNU

1989’da konvertibiliteye geçmeden önce dışardan borçlanma, ülke cari işlemler açığını karşılamak için, yani mal ve hizmet ithalât fazlasını karşılamak için yapılırdı. İthalâtın bir kısmı kredi ile yapılırdı. Sonuçta cari işlemler açığı kadar borçlanma (sermaye girişi) olurdu. Tablo 1’de 1970’li yıllara ait cari açık rakamları ile sermaye girişi rakamlarının birbirine yakın seyretmesi, bu politikayı yansıtmaktadır.

Buna mukabil, 1989’dan bu yana yabancıların ve yerli burjuvaların servetlerini keyiflerince yabancı finansal varlıklardan Türkiye’de yerli finansal varlıklara ve yerli finansal varlıklardan yabancı finansal varlıklara geçirebilmesi, döviz piyasalarında, menkul kıymet piyasalarında ve bankalarda yaptığı etkilerle, ekonomiyi genişletip daraltmağa başladı. Sermaye girişleri (Türkiye’de finansal aktiflere yönelme) dövizi ucuzlattığında, üretim artmakta, ithalât kabarmakta ve cari işlemler dengesinde açık artmaktadır. Ticaret serbestleştirildiği için, böyle zamanlarda devlet gümrük vergileri ya da başka yöntemlerle ithalâtı kontrol edememektedir. Sermaye Türk finansal varlıklarından büyük miktarlarda kaçtığında ise (yerli ve yabancı servet sahipleri ve fon yöneticileri Türk varlıklarını satıp parayı dövize çevirmeğe giriştiğinde), döviz pahalanmaktadır. Bu da döviz cinsinden borcu olan firmalarla bankaların bilançolarını ve ithal girdi kullanan firmaların malî durumlarını altüst etmekte, toplam harcamaları kısmakta ve işsizliği artırmaktadır. Toplumun geliri azaldığından ve üretim azaldığından ithalât azalmaktadır, cari işlemler dengesi düzelmektedir.

Tablo 1, 1990-1999’da Türkiye’ye giren sermayenin cari işlemler açığından alâkasız seyrettiğini göstermektedir. Bu boyutta sermaye girişi, dövizi ucuzlatarak, 2000’de gayrisafi millî hâsılanın yüzde 4.9’u kadar cari işlemler açığına yol açmış; 2001’de net 14.6 milyar dolarlık sermaye çıkışı olunca, ekonomideki daraltıcı tahribatı cari işlemler açığını 2.3 milyar dolar fazlaya çevirmiştir.

Genişlemeden daralmaya geçiş genellikle tedricen olmayıp, ekseriya beklenmedik bir anda döviz bunalımı şeklinde tecelli etmektedir. Yabancı firmalar ve finans kurumları, ülkemizde dış borçların birikmekte olduğunu göre göre, faizlere tamah edip borç vermekten vazgeçmemektedir. Yerli firmalar ve bankalar, ülkenin borçlarının birikmekte olduğunu bile bile, dövizin ucuzluğuna tamah edip borçlanmaktan vazgeçmemektedir. Buhran başlayınca, yerli firma ve bankalar malî sıkıntıya girmektedir. 1994 ve 2000-2001 tecrübesinden (ve başka ülkelerin tecrübesinden) gördüğümüz gibi, döviz bunalımından çıkış da, daima hükûmetin özel sektörün döviz borçlarını ödeyebilmesi için IMF’den yeni kredi alması ile gerçekleşmektedir. Devlet böylece, özel sektörün borcunu kamu borcuna dönüştürmektedir. Yani sermayedar kesimin yaptığı dış borçlanmanın yükünü, borçlanmada hiç bir dahli ve mesuliyeti olmadığı hâlde, işçinin, köylünün, esnafın, memurun uhdesine aktarmaktadır. Sermaye hareketlerinin yol açtığı bunalımlar, servet dağılımında ani değişikliklerle ve halkın borç yükü altında yoksullaşması ile sonuçlanmaktadır.

 

Tablo 1

Cari işlem açıkları ve sermaye hareketleri, 1973-2005

(milyar dolar)

 

cari işlemler dengesi a

Sermaye girişi

Cari denge/ GSMH (%)

1973-77

-7.1

+7.9

-2.6

 

1978-79

-2.7

+2.8

-2.2

 

1980-84

-9.7

+7.1

-2.9

 

1985-89

-0.7

+6.2

-0.3

 

1990-99

-13.9

+31.6

-0.8

 

2000

-9.8

+9.6

-4.9

 

2001

+3.4

-14.6

+2.3

 

2002

-1.5

+1.1

-0.8

 

2003

-6.8

+6.0

-3.4

 

2004

-15.6

+17.6

-5.2

 

2005

-23.1

+43.8

-6.4

 

Kaynak: Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası.

a Eksi işaret açık göstermektedir.

Tablo 2, dönem dönem sermayenin Türkiye’ye hangi biçimlerde girdiğini göstermektedir. Sermaye doğrudan yabancı yatırım, kredi ve portföy yatırımı şeklinde gelmektedir. Doğrudan yabancı yatırım, yabancı firmanın ülkemizde yeni firma kuran ya da mevcut bir firmanın kontrolünü alan yatırımıdır. Kredi, firmalar ve bankalar arası borç vermedir. Portföy yatırımı, bono, tahvil ve hisse senedi alımıdır. ‘Net hata ve noksan’ da, bilançonun tutmayan hesaplarından ortaya çıkan, kayıt dışı sermaye girişleri çıkışlarıdır.

Tablo 2’deki sermaye akım türlerinden krediler ve borç senetlerine yapılan portföy yatırımları, ülkemiz açısından borçlanmadır. 2000-2005’te sermaye girişinin 70.4 milyar doları, yani yüzde 68’i borç yaratmıştır. Doğrudan yabancı yatırımlar batsa, ya da yabancıların borsada satın aldığı hisselerin değerleri çökse, bunların hissedarı yabancılar zararı sineye çekmek zorundadır; kimseden bir şey talep edemez. Oysa borcun (kredinin, tahvilin, bononun) vadesi dolunca ödenmesi beklenmektedir. Bir yerli firma yabancılara borcunu ödeyemediği durumda, aslında olması gereken, borçlu firmanın iflasını, mal varlığının tasfiyesini ve (ne kadarı ödenebiliyorsa) borç ödemelerini icra-iflâs hukukumuza göre mahkemelerin halletmesidir. Oysa fiiliyatta sorun başka şekilde çözülmektedir; döviz buhranı başlayıp yerli firmalar dış borçlarını ödeyemez duruma düştüğünde, bu firmalara borç vermiş yabancı alacaklıların alacağını alması için IMF devreye girmektedir. IMF’nin buhranda devlete verdiği krediler yerli ve yabancı sermayeyi müşkülattan kurtarmakta; ve borçların yükünü emekçilerin omuzuna yüklemektedir.

Tablo 2’deki verilere göre, Türkiye, 2000-2005’te, çoğu borç olarak giren yaklaşık 103.8 milyar doların 54.7 milyarı ile fazladan mal hizmet ithalâtı yapmıştır. Bu ithalâtın içinde yatırım malları, lüks tüketim malları, petrol gibi ara malları ve varlıklı kesimin yurt dışı seyahat masrafı gibi hizmet alımları vardır. Giren 103.8 milyar dolarlık dövizden 26.5 milyarını Merkez Bankası istiflemiştir. Kalan 22.5 milyar doları, yurttaşlar, servetini vergiden kaçırmak maksadıyla yurt dışına çıkarmak için, yurt dışında iş kurmak için, enflasyondan korunmak için, veya çıkabilecek bir döviz buhranından yararlanmak için döviz alarak kullanmıştır. Dikkati çeken, 2000-2005’te yurdumuza giren 103.8 milyar dolardan 70.4 milyarlık biriken borcu ödemek için Merkez Bankasının ayırdığı ihtiyatın, 26.5 milyar dolar olduğudur.

Dış borcun faiz ödemeleri, yabancı sermayedarların bize yaptığı ‘hizmetin’ karşılığı ödeme sayıldığı için, cari işlemlere dahil edilir. Tablo 2, 1984-1989 ve 1990-1999 yıllarında dışarıya faiz ödemelerinin cari açıktan büyük olduğunu, yani faiz ödemeleri olmasa cari işlem bilançomuzun fazla vereceğini göstermektedir. Bunun anlamı, bu yıllarda ekonominin mal hizmet ithalâtının ihracatını dengeleyebildiği, sermaye girişlerinin o yılki dış faizleri ödemeye yaradığı ve daha sonraki faiz ödemelerine yol açtığıdır.

Ancak 2000-2005’te cari işlemler açığı, faiz ödemelerini aşmıştır. Sermaye girişleri, dövizi ucuzlattığından ve hükûmetler ithalâtı kontrol etmemekte kararlı olduğundan, faiz dışı cari işlemlerimiz bile açık vermiştir.

Tablo 2

Türkiye’ye sermaye girişi ve kullanımı (milyar dolar)

1984-1989

1990-1999

2000-2005

2006 (Ocak-Temmuz)

Sermaye girişi

9.3

53.1

103.8

28.9

Doğrudan yabancı yatırıma

1.5

6.1

19.9

9.0

Kredib

4.2

29.8

51.5

17.9

Portföy yatırımı

3.1

14.3

27.3

1.1

Hisse senedine

0.0

2.4

8.4

1.3

Borç senedine

3.1

11.8

18.9

-0.3

Net hata noksan

0.5

2.9

5.0

0.9

Sermaye kullanımı

9.3

53.1

103.8

28.9

Cari işlemler açığı

2.2

13.9

54.7

20.8

Faiz ödemeleri

11.3

26.2

23.2

2.4

Merkez Bankası rezerv artışı

3.2

20.8

26.5

3.9

Sermaye çıkışı

3.9

18.3

22.5

4.3

Kaynak: Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası elektronik veri dağıtım sisteminden hesaplanmıştır.

a Yerleşik olmayanların ülkemizde yaptığı net doğrudan yatırımdır.

b IMF kredileri dahildir.

Özel sektörün borçlanması ve bunun kamu borcuna dönme süreci üzerinde rakamlarla durmağa değer (Tablo 3). 2000 yılından 2001 yılına özel sektörün kısa vadeli dış borçları 26.6 milyar dolardan 15.7 milyar dolara indi. Bu azalma, devletin 2001’de dışardan borçlanarak TCMB orta ve uzun vadeli dış borçlarını 13.4 milyar dolardan 23.6 milyar dolara artırıp özel sektöre döviz arz etmesi ile sağlandı.

Tablo 3

Türkiye’nin dış borç stoku (milyar dolar)

1996

1997

1998

1999

2000

2001

2002

2003

2004

2005

2006 Haziran sonu

Toplam Dış Borç Stoku

79.4

84.2

96.3

103.1

118.5

113.6

130.2

145.0

162.2

171.1

193.6

Kısa Vadeli Dış Borçlar

17.1

17.7

20.8

22.9

28.3

16.4

16.4

23.0

32.6

38.2

43.7

Kamu

0.0

0.1

0.0

0.0

1.0

0.0

0.0

0.0

0.0

0.0

0.0

TCMB

1.0

0.9

0.9

0.7

0.7

0.8

1.7

2.9

3.3

2.8

2.7

Özel

16.1

16.7

19.9

22.2

26.6

15.7

14.8

20.2

29.3

35.5

40.9

Bankalar

8.4

8.5

11.2

13.2

16.9

8.0

6.3

9.7

14.5

17.7

20.8

Diğer Sektörler

7.7

8.2

8.7

9.1

9.7

7.7

8.4

10.5

14.8

17.7

20.2

Orta-Uzun Vadeli Dış Borçlar

62.3

66.5

75.5

80.2

90.2

97.2

113.7

122.0

129.6

132.8

149.9

Kamu

40.2

38.9

39.7

42.5

47.6

46.1

63.6

69.5

73.8

68.1

66.9

TCMB

11.4

10.9

12.1

10.3

13.4

23.6

20.3

21.5

18.1

12.7

13.0

Özel

10.7

16.8

23.7

27.4

29.2

27.5

29.8

31.0

37.7

52.1

70.0

Finansal kuruluşlar

3.4

5.5

6.9

7.5

7.6

4.8

4.6

5.1

8.3

15.3

20.3

Bankalar

2.3

3.8

4.3

4.8

4.5

3.2

3.0

3.1

5.8

12.2

16.6

Bankacılık dışı

1.1

1.8

2.6

2.7

3.0

1.6

1.6

1.9

2.5

3.1

3.8

Finans dışı

7.4

11.3

16.8

19.9

21.6

22.7

25.2

25.9

29.4

36.7

49.8

Kaynak: Hazine Müsteşarlığı.

Şimdi aynı süreçten tekrar geçmemizin zemini hazırlanmıştır. Kamu sektörü 2002’den beri borç stokunu belirli bir seviyede tutarken, özel sektörün kısa, orta ve uzun vadeli borç stoku 2002’de 44.6 milyar dolardan 2006 Haziran sonunda 110.9 milyar dolara yükselmiştir. Bunun 40.9 milyar doları kısa vadelidir. Özel sektörün borçlanması gelecekte tekrar buhrana yol açar ise, 2006 Haziran sonunda 82.6 milyar dolara ancak indirilmiş olan kamu ve Merkez Bankası dış borçlar toplamı, tekrar IMF yardımı ile artırılıp, ödemesi çocuklarımıza kalacak bir seviyeye çıkabilir.

TİCARET SORUNU

Hâkim sınıfın kalemşorları, sermaye girişlerinin cari işlemler açığını büyüten etkisini göz ardı edip, cari işlemler açığını Türkiye’nin dış kaynaklara muhtaç olduğuna delil olarak göstermektedir. Oysa Türkiye ekonomisinin mal ihracat-ithalât dengesindeki açığı, hizmet ihracat-ithalât dengesindeki fazlası iyi-kötü kapatabilmektedir. Tablo 1’de bazı yıllarda görülen, gayrisafi millî hâsılanın yüzde 1-2’si raddelerindeki cari işlemler açıkları kontrol edilebilirdir. Sermaye girişlerinin cari açığı artırıcı etkisi olmasa, faiz ödemelerinin cari işlemler üzerinde yükü olmasa, ve devlet gereksiz ithal kalemlerini biraz kontrol altına alan politikalar uygulasa, cari işlemlerimizin devamlı dengede olmaması için bir sebep kalmaz.

Fakat Türkiye ekonomisi cari işlemlerinde açık verdiği zaman bile, yani dolar cinsinden ithalât harcamalarımız ihracat gelirlerimizi aştığı zaman bile, Türkiye’nin dış dünyadan verdiğinden fazlasını aldığı iddia edilemez. Çünkü malların hizmetlerin fiyatları değiştiğinde fazlalar açığa, açıklar fazlaya dönüşebilmektedir. Fiyatların bir kısmı tekelcilerin kontrolü altında, bir kısmı spekülatörlerin etkisi altında olduğundan, piyasa fiyatlarını mal ve hizmetlerin gerçek ve nesnel değer ölçüsü olarak görmek mümkün değildir. Ne var ki, para dışında, ticaret yoluyla ülkeler arası kaynak transferini ölçmek için herkesin üzerinde anlaştığı bir ölçü yoktur.

Oysa ki, gelişmiş ülkelerin ticaret yolu ile Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerden kendilerine reel kaynak transfer ettiği bellidir. Dünyada az gelişmişliğin ve gelişmişliğin sebebi, ülkeler arası muazzam gelir farkının önemli bir sebebi, beş asırdır süren bu transferdir.

1990’lı yıllarda ülkelerin millî gelirlerini birbiriyle karşılaştırmak için OECD gibi bazı uluslararası örgütlerin hesapladığı satın alma gücü paritesi denilen dolar kurları, son yirmi beş yılda ticarette az gelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere kaynak transferi sürecine yeni bir ışık tutmaktadır. Satın alma gücü paritesi, bir tarihte, bir para miktarı ile, bir ülkede ve ABD’de aynı veya benzer malları aynı miktarda almayı sağlayacak o ülke parasının farazî dolar kurudur. Bunu hesaplamak için kapsamlı bir mal ve hizmet listesi oluşturulmakta; bu mal ve hizmet kümesinin ABD’de dolar fiyatı ve (örneğin) Türkiye’de YTL fiyatı hesaplanmakta ve YTL maliyeti dolar maliyetine bölünmektedir. Bu, YTL’nin satın alma gücü paritesi denen teorik bir YTL/dolar kuru vermektedir.

Bu kurun ne amaçla hesaplandığını örnekle görelim. Türkiye ile Bulgaristan’ın fert başına millî gelirleri karşılaştırılmak istense, YTL birimiyle Türkiye fert başına millî geliri satın alma gücü paritesiyle dolara çevrilir. Bulgar parası levanın satın alma gücü paritesi kullanılarak, leva birimiyle Bulgar millî geliri dolara çevrilir. Böylece döviz piyasalarında sermaye hareketlerinin etkilediği YTL/leva kurunu kullanmadan, daha nesnel bir teorik kurla dolara çevrilmiş fert başına millî gelirleri karşılaştırılabilir.

1997’de, satın alma gücü paritesinin, kaynak transferini göstermekte de kullanılabileceği fark edildi. Örnekle açıklayalım: 2005’te, Yeni Türk Lirasının satın alma gücü paritesi bir dolara 83 kuruş olarak hesaplanmıştır. Yani 2005’te, Türkiye’de fiyatı 83 kuruş olan malların ve hizmetlerin ABD’de fiyatı yaklaşık bir dolar idi. Oysa 2005’te, Türkiye’de üreticiler, maliyeti 83 kuruş olan mallarının dolar fiyatını 1.34 YTL/dolar[1] piyasa kurundan hesaplayarak 62 sente ABD’ye ihraç etti. 2005’te Türk parası, satın alma gücü paritesine kıyasla, yüzde 38 düşük değerlenmişti. Dolayısiyle o yıl Türkiye’de üretilen mal ve hizmetler ABD’ye ihraç edildiğinde, oradaki değerinden ortalama yüzde 38 ucuza teslim edilmekte idi.

Gelişmiş ülkelerden Türkiye’ye gelen gezginlerin bizde mal ve hizmetleri ucuz bulmasının sebebi budur.

Ürettiğimiz mallar ve hizmetler, 2005’te piyasa kuruyla dolara çevrildiğinde ABD’ye bu kadar ucuza gidiyor ise, neden ABD’ye ihracat patlaması olmadı? Neden birkaç yıldır ihracatçılar, YTL’nin döviz karşısında düşük değerlendiğinden değil, aşırı değerlendiğinden yakınıyor? Sorunun cevabı, diğer az gelişmiş ülkelerin paralarının kurlarındadır.

4. ve 5. tablolar, bazı az gelişmiş ülkelerin ve gelişmiş ülkelerin millî paralarının dolar fiyatının satın alma gücünden ne kadar saptığını göstermektedir. Bazı az gelişmiş ülkelerin paralarının dolar karşısında değeri, satın alma gücü paritesine kıyasla çok ucuzdur. Yani bu ülkelerin parası, bu parayı dolarla piyasada satın alanlar için, satın alma gücüne kıyasla çok ucuz olduğundan, bu ülkelerin ihraç ettikleri mal ve hizmetler de, ABD’deki değerlerinden çok daha ucuza teslim edilmektedir. Tablo 4’te, Bangladeş, Endonezya, Hindistan, Pakistan gibi ülkelerde millî paranın dolar karşısında değerinin, satın alma gücüne nispetle belirgin bir azalma eğiliminde olduğu da gözlenmektedir.

Tablo 5, gelişmiş ülke paralarının dolar kurunun, satın alma gücü paritesinden çok fazla sapmadığını göstermektedir. Öyle ise, az gelişmiş ülkeler, sadece ABD’ye değil, bu diğer gelişmiş ülkelere ihracat yaparken de mallarını ve hizmetlerini ucuza (ihraç edildiği ülkedeki piyasa değerinden çok ucuza) ihraç etmektedir.

Türkiye, ihracata dayalı büyüme stratejisi uyarınca, Bangladeş ve Endonezya gibi ülkelere karşı, fason üretim siparişi ve doğrudan yatırım cezbetme rekabetindedir. Bu ülkelerin paralarının piyasada dolar karşısında değeri satın alma gücü paritesinin 2000-2005’te yüzde 22’si ve yüzde 30’u seviyesinde olunca, YTL’nin piyasada dolar karşısında satın alma gücüne kıyasla yüzde 47 seviyesinde değerlenmesi, Bangladeş’e ve Endonzeya’ya karşı rekabete yetmemektedir. Dolayısı ile Türkiye, ihracat ve yatırım cezbetme rekabetinde başarılı olabilmek için, mal ve hizmetlerini gelişmiş ülke piyasalarındaki değerlerinin çok altında fiyattan satma baskısı altındadır. Bunu, döviz buhranının getirdiği devalüasyonlar gerçekleştirmektedir. Ama bu devalüasyon, ihraç ettiğimiz metaları ucuzlatarak, Türkiye’den gelişmiş ülkelere, onların tüketim ve yatırım imkânlarını, sermayelerinin birikim imkânlarını artıran, kaydı olmayan ve görünmeyen kaynak transferini artıracaktır. Bu, ihracata dayalı büyüme stratejisinin az gelişmiş ülkeleri düşürdüğü tuzaktır.

Az gelişmiş ülke paralarının dolar ve diğer rezerv paralar karşısında değer yitirmesinin başlıca sebebi, konvertibilitedir. Konvertibilite yurttaşlara tasarruf saklamak için döviz alımını serbestleştirince, az gelişmiş ülkelerde dövize talep artmaktadır. Ayrıca, sermaye hareketlerinin yarattığı bunalım tehlikesine karşı merkez bankalarının rezerv biriktirmesi de, dövize talebi artırmaktadır. Sebebi her ne ise, neticede az gelişmiş ülkelerde piyasa kurları paranın satın alma gücünden kopmakta, ve piyasa kurları, gelişmiş ülkelere karşılıksız kaynak transfer eden bir araç olmaktadır.

Bu kaynak transferi emekçileri nasıl etkilemektedir? Dünya ekonomisine açıldıkça, Türkiye emekçileri de, artan oranda ithal malları ya da yabancı lisansla Türkiye’de üretilen mallar tüketmektedir. YTL’nin değerlenmesi emekçilerin ithal mal alım gücünü artırmakta, YTL’nin değerinin azalması emekçilerin ithal mal alım gücünü azaltmakta, bu mallar açısından yoksullaştırmaktadır. Ancak YTL/dolar kuru, satın alma gücü paritesinden yüksek oldukça (YTL satın alma gücüne göre düşük değerlendikçe), emekçilerin yaptığı üretimin emperyalist ülkelere ucuz ihracatı o ülke ekonomilerini güçlendirerek, Irak’ı işgal eden, Afganistan’ı bombalayan devletlerin gücüne güç katmakta; emperyalist odakların teknolojik, askerî, finansal hâkimiyetini desteklemektedir.

Tablo 4

Bazı az gelişmiş ülkelerde millî paranın dolar kurunun

satın alma gücü paritesine oranı

1975-1979

1980-1984

1985-1989

1990-1994

1995-1999

2000-2005

Bangladeş

0.40

0.32

0.29

0.27

0.26

0.22

Bolivya

0.41

0.35

0.43

0.42

0.45

0.37

Brezilya

0.59

0.48

0.43

0.52

0.65

0.41

Endonezya

0.62

0.59

0.36

0.34

0.30

0.30

Hindistan

0.37

0.35

0.30

0.21

0.20

0.19

Malezya

0.76

0.73

0.56

0.56

0.54

0.45

Meksika

0.55

0.54

0.39

0.60

0.52

0.69

Mısır

0.45

0.38

0.35

0.30

0.39

0.32

Pakistan

0.47

0.46

0.33

0.29

0.28

0.27

Tayland

0.50

0.46

0.39

0.44

0.40

0.31

Türkiye

0.79

0.53

0.43

0.54

0.49

0.47

Venezüela

0.96

1.14

0.66

0.50

0.63

0.75

Vietnam

0.14

0.20

0.19

Kaynak: Dünya Bankası. World Development Indicators. Cari dolarla GSYİH’yi satın alma gücü paritesi dolarıyla GSYİH’ye bölerek hesaplanmıştır.

Tablo 6

Bazı gelişmiş ülkelerde millî paranın dolar kurunun

satın alma gücü paritesine oranı

1975-1979

1980-1984

1985-1989

1990-1994

1995-1999

2000-2005

Almanya

1.16

0.94

1.02

1.27

1.24

1.02

Fransa

1.16

0.97

1.00

1.19

1.15

1.00

İngiltere

0.71

0.81

0.78

0.94

0.96

1.01

İtalya

0.70

0.68

0.83

1.01

0.91

0.88

Japonya

0.96

0.90

1.25

1.49

1.48

1.23

Kanada

1.09

1.00

0.99

1.03

0.88

0.90

Kaynak: Tablo 5 ile aynı.

 

SONUÇ

Uluslararası sermaye hareketlerini serbestleştirmek ve ticareti serbestleştirmek, az gelişmiş ülkelerde emekçileri yoksullaştırarak sermaye birikimini hızlandıran iki politikadır. Bu sebeple, emekçilerin iktidarında, devlet, mutlaka ülkeye giren çıkan ‘sermayeyi’ (dövizi) ve ithalâtı sıkı kontrol altına almak zorundadır. Kontrol altına almak demek, elbette ki dışardan borçlanmaya kesin bir son vermek veya ithalâtı sıfırlamak demek değildir. Kontrolun anlamı, borçlanmayı ve dış ticareti toplumsal ihtiyaçlara göre plânlamak ve düzenlemektir; bunları sermayedarların kararlarına, tercihlerine bırakmamaktır.

Sermaye hareketleri ve ithalât üzerinde kontrol, Türkiye ile IMF, OECD, Dünya Ticaret Örgütü gibi sermayenin eşgüdüm merkezlerinin arasını ve ABD ve AB gibi emperyalist devletlerin arasını bozacak ve tepkilere yol açacaktır. Halk iktidarı, bu baskıları defetme gücünü emekçi kitlelerinin örgütlü desteğinde bulacaktır.

Türkiye’de, toplumsal muhalefet ve sol gibi muğlak terimlerin arkasına saklanarak siyaset yapanlar, Türkiye’nin dış iktisadî ilişkileri konusunda neyi tasarladıkları konusunda somut bir şey söylememektedir. Kapitalist dünya ekonomisiyle ilişkileri nasıl düzenleyeceğine kafa yormayan siyasî hareketlerin antiemperyalizmi kuru bir slogandan başka bir şey değildir.

 


* Bir ülkede tüm döviz giriş çıkışlarının kaydedildiği tabloya ödemeler dengesi denir. Tablo iki kısımdan oluşur. Bunlardan cari işlemler hesabında, mal ve hizmet ihracat ve ithalâtının döviz hareketleri görülür. Faiz ödemeleri gibi ‘yatırım gelirleri’ ve işçi dövizleri de birer hizmet geliri sayıldığından cari işlemler hesabına kaydedilir. Ödemeler dengesinin ikinci kısmı, sermaye hesabıdır. Sermaye hesabında kredi, mevduat, tahvil, bono, hisse gibi finansal varlıklarla ilgili döviz giriş çıkışları ve doğrudan yabancı yatırımlar kaydedilir.

[1] TCMB 2005 ABD doları efektif alış kuru 1.34 YTL idi.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑