Emeğin Partisi (EMEP) “Eşitlik ve özgürlük için OHAL kalksın” kampanyasını açarak fiili anlamda 23, resmi olarak ise 15 yıldan bu yana süren olağanüstü yönetim koşullarının sona ermesinin yolunu açmak için ciddi bir girişim başlattı. Özel hukuk maddeleri ile çevrelenmiş, Türkiye’nin bir bölümü için normal yasal mevzuatı aşan uygulamalarla OHAL bugüne kadar sürekli gündemde yer alarak sıkça tartışıldı ve özellikle son dönemlerde yapılan tüm tartışmaların sonunda kaldırılmasının artık bir gereklilik olduğu söylendi. Ama bu kaldırılma gerekliliğinden söz edilmesine karşın önce Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantılarında, sonra ise Meclis’ten onay alarak uzatılmasına karar verildi ve OHAL Kürt emekçilerinin, yoksullarının yaşamlarının üzerindeki kısıtlayıcı ve baskıcı rolünü oynamaya devam etti.
OHAL gerçek bir hukuk devletinde olmaması gereken bir şekilde keyfiyeti, yasakçı anlayışı, hak ihlallerini, hak ve özgürlüklerin önüne koyduğu engelleri meşru göstermeye çalışan ve meşrulaştıran bir yönetim biçimi olarak uygulandı. Böylesi bir yönetim biçimine başvurmak, bu tür bir yönetimi sürdürme ısrarı, aslında halkın bu şekilde de yönetilebileceğini pratikte gösteren bir örnek olarak, Türkiye’nin karnesine işlendi ve yaklaşık son 25 yılın genel bir demokrasi tablosunu da ortaya koymuş oldu. Bu 25 yıl boyunca ise siyasal özgürlükler, demokrasi, insan hakları, ekonomi, sosyal ve kültürel yaşamın işçi ve emekçiler açısından ifade ettiği anlam ile karşılık bulduğu durum bütünüyle değerlendirildiğinde, OHAL mevzuatının gelişigüzel bir uygulama olmadığını görmek mümkündür. Çünkü sıkıyönetim, özel mahkemeler gibi yöntemler de OHAL’e fazlasıyla benzeyip, ciddi yaptırımları olan uygulamalardır ve bunlar egemen siyasal sistemin yönetme ve baskı altına alma ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin siyasal tarihi boyunca da bu tür yönetme ihtiyacına çokça başvuruldu ve emekçileri zapt-u rapt altına almaya yönelik zor kullanmalar ise hiç eksik olmadı.
Türkiye’nin bir türlü çözümlenmeyen, çözümlenmesi için yapılan girişimlerin de şiddet yoluyla engellendiği bir Kürt sorunu vardır ve bu sorun halen tüm yakıcılığıyla sürmektedir. İşte, bu son 25 yıllık tablonun içinde Kürt sorunu fazlasıyla yer almış, OHAL de bu sorunla birlikte kendini kanunlarla daha fazla hissettirir hale gelmiştir. Demokrasi ve özgürlük mücadelesinin yükselişte olduğu, emekçilerin örgütleriyle bütünleşmesinin yoğunlaştığı dönemlerde özel uygulamalar aracılığıyla bu mücadeleleri bastırma, sindirme ve yıldırma politikaları uygulandı ve buna çeşitli isimler verildi. Ama Olağanüstü Hal, (OHAL) adı verilen bir yönetim ve kanunlar ağı, 1987 yılında OHAL Valiliği olarak resmileşti. Ne var ki, bu resmileşme aynı zamanda o günden bugüne sürecek olan bir keyfiliğin, daha doğrusu hukuk adına yapılan hukuksuzlukların da resmi olarak savunulmasının başlangıcı olarak kabul edilebilir.
19 Temmuz 1987 tarihinde Turgut Özal’ın Başbakanlığındaki ANAP hükümeti tarafından, Diyarbakır, Mardin Siirt, Batman, Şırnak, Van, Adıyaman, Hakkâri, Bingöl, Muş, Tunceli, Bitlis ve Elazığ’da uygulamaya başlanan OHAL, yaygınlaşarak devam etti ve OHAL kapsamına alınmayan yerler de bundan etkilendi. Sonrasında 6 il OHAL’in dışında bırakıldıysa da, “mücavir il” statüsüyle olağanüstü işleyiş devam etti.
OHAL’DE OLUP BİTENLER BELİRSİZ
OHAL, bölgeye ne getirdi ne götürdü diye bir muhasebe yapılsa, karşımıza çıkacak tablonun getiri bölümünde hiç bir şeyin olmadığı ama Kürt yoksullarının yaşamlarından çok şey götürdüğünü söylemek mümkündür. Adı üzerinde olağanüstü bir uygulama olan bu yönetim biçiminin vatandaşın olup bitenler hakkında soru sorma hakkını tanımaması, kendini savunamaz şekilde bir karşı zırhla donatılmış olması bile başlı başına bir sorundur ve bu sorun OHAL’in aynı zamanda bir bilinmezler diyarı olduğu gerçeğini de gözler önüne sermiştir. Evet, sadece bir mülki idare amirinin sınırsız yetkilerle donatılması, uçan kuştan bile haberdar olacak biçimde yetkilendirilmesi OHAL hakkında yeterince fikir vericidir. Ama aynı zamanda bu yetkilendirmenin hukuk maddeleriyle donatılarak koruma altına alınması beraberinde bir bilinmezliği, karanlığı, derinliği de getirmiştir. Bugün hiç kimse OHAL Valiliğinin izni olmadan Diyarbakır, Tunceli, Şırnak ve Hakkâri sınırları içerisinden girip, burada nasıl bir yaşam sürdüğünü izleme imkânına sahip değildir. Bu abartılmış bir örnek olarak görülmemeli. OHAL’in sürdüğü bu dört ile giriş çıkışlar askerlerce kontrol altında tutulmakta, uygun görüldüğü takdirde buralara giriş izni verilmektedir. Böyle, nokta bir yerden, normal hukuku aşan maddelerle yönetilen yerlerde şeffaflık aramak en basit haliyle saflık olacaktır. Ve bu yüzden OHAL bölgesi bugüne kadar eşi benzerine rastlanmamış, akıl almaz keyfi uygulamalara, cinayetlere, faili meçhullere, yargısız infazlara, kayıplara, baskılara, göz altılara, işkencelere, köy boşaltmalara, köy yakmalara mesken olmuştur. Bu olaylardan nasibini almış, mağdur olmuş veya yakınının akıbeti hakkında bilgi isteyen herkes OHAL’in dokunulmaz ve karanlık duvarına çarpmış, dahası biri gözaltına alındığında başvuracak yetkili makam dahi bulamamıştır.
OHAL, bu şekliyle yeni suç üretme merkezleri oluşturarak, puslu bir hava yarattı ve kimin ne iş yaptığı belirsiz bir hal aldı. Asker, polis, itirafçı merkezli organize suç örgütlerinin uyuşturucu, silah kaçakçılığı, adam kaçırma, fidye isteme gibi onca çirkef işe bulaştığı ortaya çıkmış ve bazıları artık saklanamaz hale geldiğinden yargı önüne çıkmışlardır.
Bölgenin bir faili meçhuller ve gözaltında kayıplar mezarlığına dönüşmesinde bu karanlığın, işlerin soruşturulamaz olmasının payı büyük. Her şeye hâkim ve her şeyden haberdar olan OHAL yönetim merkezi, küçücük bir ilçede işlenen cinayetlerin faillerini bulamıyor ama en ücra bir köyde kimin neye yardım edip yataklık ettiğini eliyle koymuş gibi buluyor. Halen, OHAL kapsamında olan Şırnak-Silopi hattında rant çetelerinin cirit attığı, Habur Sınır Kapısı’nda, kömür ocaklarında türlü dolapların döndüğü kamuoyuna yansıyıp, bazı milletvekilleri tarafından Meclis gündemine getirilmesine rağmen OHAL Valiliği bugüne kadar en küçük bir açıklama yapmadı ve sanki böyle işlerden hiç haberi yokmuş gibi davranmayı sürdürdü.
TÜRK İŞÇİ VE EMEKÇİLERİN SORUNA SAHİP ÇIKMASI ÖNEMLİDİR
OHAL, sadece bu tür baskıların kaynağı, onların bir aracı ve büyük bir sis perdesi olmadı. Çatışmaların yoğun olarak yaşandığı yıllarda ortalığı kaplayan toz bulutu özellikle Türk işçi ve emekçilerin bilinçlerinde bulanıklık yaratmış, şovenist politikaların değirmenine su taşımıştır. OHAL Valiliği’nin yaptığı yazılı açıklamalar dışında bir bilgi akışının olmadığı bölgede ne olup bittiğini öğrenmek isteyenlerin kapıdan çevrilerek, yapmak istediklerine yasaklar konulması, yıllar boyu tek taraflı, yanlı bir propagandanın sürmesini sağladı. Türk emekçiler aralarında hiçbir problem olmamasına rağmen, bu şoven propagandanın etkisinde kalarak, Kürtleri “bölücü, terörist” olarak gördüler. Yer yer ülkenin batısında politik amacı şovenizmi körüklemek olan bir takım siyasal hareketlerin özel çabalarıyla Kürtler ve Türkler arasında düşmanlık yayılmaya çalışıldı. Türk emekçiler “olağanüstü bölgede” neler yaşandığını sürekli ters yüz edilmiş haberlerden öğrenince, tehlikeli bir önyargı bu dönemde üst noktalara varmış oldu. Yukarıda örnek verdiğimiz puslu havanın etkisiyle, batıda “olağanüstü halin” gerçekten bir ihtiyaç olduğu fikrinin yaygınlaşmasını da beraberinde getirdi. Oysa OHAL’in ne demek olduğunu yaşamadığı için bilmeyen, yasalarından habersiz, Kürt emekçilerinin üzerindeki etkisini anlamayan Türk emekçileri olağanüstü bir yönetimin sürmesi karşısında haliyle sessiz kaldılar. Hâlbuki OHAL’in dışındaki yerlerde Türk ve Kürt işçi ve emekçiler fabrikalarda, işletmelerde, okullarda aynı sorunları, sıkıntıları birlikte paylaşıp yaşadılar ve birlikte çözümünü aradılar. Ama buna rağmen OHAL, Kürtlerin ayağındaki pranga olarak kaldı. Batı’da ise pek bilinmeyen bir durum olarak algılandı.
İşte, bu yüzden Emeğin Partisi’nin (EMEP) “Eşitlik ve özgürlük için OHAL kalksın” kampanyasının en önemli ayaklarından biri olağanüstü hali Türk işçi ve emekçilerin öğrenmesini sağlamaktır. Kampanya, Türk emekçilere Kürt kardeşlerinin yaşamlarının gerçekten bu olağanüstülük içinde çekilmez olduğunu göstermek açısından önemli olduğu kadar, şovenizmi kırmak, halkların kardeşliğini hayata geçirmek, aralarına düşmanlık tohumlarını ekenleri teşhir etmek bakımından da öğreticidir. Türk işçi ve emekçiler, bu kampanya ile birlikte OHAL’in ne olduğunu, neden OHAL gibi yönetim biçimlerine başvurulduğunu, Kürtlerin de kendileri gibi yararlanması gereken hakları olması gerektiğini kavrıyorlar. Bu da demek oluyor ki, bir yandan OHAL ve onun getirdiği uygulamalar Türkiye’nin dört bir yanında teşhir ediliyor, diğer yandan ise pratikte birlikte aynı talepler doğrultusunda mücadele etmenin temelleri sağlamlaştırılıyor.
Kampanya, İstanbul’da, İzmir’de, Ankara’da, Adana’da ve diğer şehirlerde siyasi partilere, sendikalara, kitle örgütlerine anlatıldı, destekleri istendi. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Tiyatrosu bu kampanya çerçevesinde “Sacco ile Vanzetti” adlı oyununun gösterimini büyük bir hızla birçok yerde sergiledi. İşçi ve emekçilerle buluşan bu etkinlik, ilgi gördü. Emekçiler, tiyatro oyununun verdiği mesajın yanı sıra oyunun bu kampanya çerçevesindeki hedefleriyle de yüz yüze geldiler. Bu yüzden, OHAL’in o karanlık ve derin yüzündeki perde bu kampanya ile birlikte aralanmaya, halkın OHAL yönetimini anladıkça bölgenin ne büyük bir hapishane olduğunu öğrenmeye başlaması, belki de en önemli kazanımlardan biri olacak. Türk işçi ve emekçiler artık OHAL Valiliği’nin bölgeyi Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) yönettiğini ve bu kararnamelere dayanarak OHAL’de valinin ağzından çıkacak tek bir sözcükle sokağa çıkmanın sınırlanacağını veya yasaklanacağını biliyorlar. Bu KHK’larla örneğin kendilerinin izlediği “Sacco ve Vanzetti”nin Diyarbakır, Tunceli, Şırnak ve Hakkâri’de hiçbir gerekçe gösterilmeksizin yasaklanabileceğini de biliyorlar. Bunlar küçümsenmeyecek gelişmelerdir.
HUZUR VE GÜVENLİK VAR AMA OHAL SÜRÜYOR!
Şurası bir gerçek ki, OHAL, yıllardır Kürtleri büyük bir açık hava hapishanesine mahkûm etmiştir. Bölgede yaşayanların günlük yaşamdaki en temel insani ihtiyaçları bu yönetim biçiminin kuralları doğrultusunda kesilmiş, parçalanmış, bölünmüştür. Ülkenin bir yerinde yasak olmayan şey, OHAL sınırları içerisinde yasak ilan edilmiş, en basit istemler yine aynı gerekçelerle reddedilmiştir. Batı’da izlenilen bir filme, sahnelenen tiyatroya OHAL’de uygun bulunmayarak izin verilmiyor. Festivallere, şenliklere, kültür sanat etkinliklerine katılan aynı sanatçılar, aynı yazarlar olmasına ve bunlar aynı programla sunulmasına karşın OHAL Valiliği “huzur ve güvenlik” gerekçesini öne sürerek izin vermiyor. Adana’da, Bursa’da, İzmir’de, Antalya’da huzur ve güvenliği bozmayan etkinlikler, bölgeye gelince tehlikeli bir hal alıyor ve sözde çıkabilecek olayların önüne geçiliyor. Halbuki bunların hepsi başlı başına bir bölücülüktür. Batı’da yaşayanların yararlanabileceği şeyler, Doğu’daki halka reva görülmüyor. Zaten, başından yapılan bir ayrımcılık bu şekliyle daha da büyüyor ve genişliyor.
“Huzur ve güvenlik” bir yandan böyle yasaklamaların bahanesi yapılırken, öte yandan aynı söylem bölgede işlerin yolunda olduğunu göstermek için kullanılıyor. OHAL Valiliği başta olmak üzere, bölgedeki en küçük mülki idare amirinden, en büyüğüne kadar herkesin diline dolanan “huzur ve güvenlik” sözü giderek belirsiz bir hal almış, aslında kendilerinin bile savunamayacakları bir noktaya gelip dayanmıştır. Artık, “huzur ve güvenlikten” söz edip sonra da OHAL’i sürdürmek giderek anlamsızlaşan ve geçerliliği kalmamış bir durumdur. “Madem, bölgede huzur ve güven var o zaman niye OHAL sürüyor” diye sormak en başta bölge halkının hakkıdır. Hakkıdır, çünkü bu huzurdan söz edenler, halen kendilerinin ne yapıp, ne edeceklerine, nereye gidip, nereye gitmeyeceklerine hangi filmi izleyip izlemeyeceğine karar verip, ona göre hükümler getirmektedir. Kürtlerin huzursuz ve güvensiz bir yaşam sürmesi için bir neden yoktur. Onlar da Batı’daki kardeşleri gibi eşleri, dostları, yakınları ile dostluk ve komşuluk ilişkileri çerçevesinde barış içerisinde, kardeşçe ve huzurla yaşayabilir. Ama buna izin vermeyen bizzat OHAL’dir. Önü, arkası, sağı, solu polis, panzer, asker dolu olan bir yerde bu görüntüler bile başlı başına gerginlik yaratabilir.
Ne yazık ki, Kürtler, yıllardır yasaklarla çevrili bir ortamda “o yasak, bu yasak” denilerek bunaltıcı, sıkıcı, sorunlarını büyüten, yaşamlarını zorlaştıran yığınla sorunun içinde bir de OHAL’le uğraşmak zorunda kalıyorlar. Oysa normal bir yaşamı sürdürmek onların da en büyük istekleri, dahası haklarıdır.
DEMOKRASİ MÜCADELESİNİN BİR PARÇASI
Kürt gençlerinin büyük bir bölümü henüz yaşamlarında normal hukukla tanışamadılar. Bugün neredeyse 25 yaşına gelmiş bu gençler, yasak ve baskıdan başka bir şey görmemişlerdir.
Siyasi partilerin çalışmaları, sendikaların eylem kararları, kitle örgütlerinin etkinlikleri sürekli OHAL duvarına çarpmış, bilinen sebeplerden dolayı her türlü yasakla karşılaşmışlardır. Kamu emekçilerinin mücadeleleri sürgün politikalarıyla etkisizleştirilmiş, en basit basın açıklamalarına izin verilmemiş, yapanlar hakkında anında soruşturmalar açılmış, mahkeme kapılarını aşındırmak zorunda bırakılmışlardır. Diyarbakır’da 1041 öğretmen OHAL yüzünden soruşturmaya uğradı. Tunceli’de 2. Munzur Doğa ve Kültür Festivali’ni özgürce ve barış içinde kutlamak isteyenler hakkında davalar açıldı. Mücadeleci sendikacılar sürgüne gönderildi. Gittikleri yerlerde bile OHAL sicilleri onları takip ederek, aynı baskılara maruz kaldılar. Aralarında Evrensel’in de bulunduğu bazı gazete ve dergiler halen OHAL bölgesine sokulmuyor. Basın özgürlüğü ayaklar altında. OHAL, açık bir şekilde bölge halkına “Bizim istediğimiz gazeteleri okuyacaksınız, radyoları dinleyip, televizyon kanallarını izleyeceksiniz” demektedir. Ve bunu bir şekilde kabul ettirmek istiyorlar.
Silahların susmasından sonra bölgede olup bitenler daha net görülmeye başlandı. Artık, iktidar partilerinin bölgedeki örgütleri bile “OHAL’e gerek kalmadığı” yönünde açıklamalar yapıyorlar. “OHAL kalksın” diyenlerin arasına bu parti ve örgütlerin bölge temsilcileri de katıldı. Şimdi ise EMEP’in başlattığı kampanya çerçevesinde OHAL’in kalkması için imza istendiğinde hiç tereddütsüz buna katılıyorlar ve desteklediklerini belirtiyorlar. Bölge halkının talebiyle ortaklaşma, onların gönüllerini ve güvenlerini kazanma, ileride bölgeye gittiklerinde söyleyecek birkaç sözleri, bakılacak bir yüzleri olsun diye düşünmelerinin yanı sıra bu durum artık OHAL’in kaldırılması için oluşan cephenin genişlediğini de gösterir.
EMEP’in kampanyası bu bakımdan OHAL’in sadece bölgenin, Kürtlerin değil Türkiye’nin sorunu olduğunu ortaya koymuştur. OHAL, Türkiye’nin ve demokrasinin bir sorunu durumundadır ve kaldırılması için verilen mücadele aynı zamanda demokrasi mücadelesinin bir parçasıdır. Bu, önemlidir. OHAL’in böyle bir çalışmayla Türkiye’nin gündemine getirilmesi, Türk ve Kürt işçi ve emekçilerini bir kez daha ortak bir noktada buluşturduğu gibi, birlikte bağımsızlık ve demokratikleşme mücadelesinin önemini de gözler önüne sermiştir.
TERÖR BAHANESİNİN BİÇİMİNİ DEĞİŞTİRMEYE ÇALIŞIYORLAR
Bununla birlikte bölgede OHAL’in sürmesine gösterilen gerekçeler ilginç, dahası dikkat çekicidir. Aslında, OHAL’in uzatılması sadece huzur ve güvenlik var söylemiyle çelişmiyor. Bir bakıma, son 3 yıldır olağanüstü yönetim için hiçbir neden yoktur, ama bu uygulamanın devam etmesinden çıkarları olanlar vardır. Çünkü, bölgede OHAL yönetiminden aldıkları güvenle rahat bir şekilde hareket eden irili ufaklı rant çeteleri oluşmuş, bölgenin zenginliklerine göz dikmişlerdir. Kömür ocakları, bakır rezervleri başta olmak üzere çeşitli maden yatakları üzerinde oyunlar oynanmaktadır. Ancak, OHAL zırhı burada neler olup bittiğinden kamuoyunun tam ve anlaşılır bir bilgi edinmesinin önüne geçmektedir. Sınır kapıları ise karma karışıktır. Habur’da dönen dolaplar her gün bir başka yerinden patlak verirken, Genelkurmay 2. Başkanı Yaşar Büyükanıt, ortaya çıkıp Habur’la ilgili bir rapor hazırlamakta ve Habur’da işlerin nasıl döndüğünü ortaya sermektedir! Büyükanıt’a göre, Habur’dan yapılan akaryakıt ticaretinden “bölücü örgüt” büyük kazançlar elde etmektedir ve bu musluğun vanası kapatılmalıdır! Oysa aylardır bölge halkı “Habur açılsın çünkü bu bizim ekmek kapımız” demiş, Genelkurmay ise halkın geçim kapısını “terör kapısı” ilan etmiştir.
Elbette, Genelkurmay, bu iddiayı öylesine ortaya atmadı. OHAL kapsamındaki en karanlık, neler olduğu konusunda devlet yöneticilerinin dışında hiç kimsenin bilgisi olmadığı Şırnak-Silopi’de olağanüstü bir yönetimin kalkması işlerine gelmeyecektir. OHAL kanunları yüzünden bugüne kadar Habur’la, akaryakıtı ticaretinin dağıtımını üstlenen şirketle, keyfi uygulamalar yapanlarla ilgili şikâyetlerde bulunan halkın bu talebi geri çevrildi ve Şırnak-Silopi hattında gerçekten de inanılması güç olaylar olmasına karşın herhangi bir soruşturma, dava açılmadı. Durum açıktır: OHAL’in sürmesi için ihtiyaç olan terör kavramı, silahlar susmuşken başka yönlere çekilerek açıklanmalı ve bir şekilde OHAL bahanesi yaratılmalıdır. “Şurada bu çatışma oldu, şu kadar insan öldü” denilebilecek olaylar gelişmediği için uzatma gerekçesi kalmayan OHAL, şimdi, “terör burada pusuya yatmış, başka işleri yapıyor” denilerek yine aynı bahaneler kullanılıp uzatılmaktadır.
“OHAL kaldırılsın” kampanyasının en geniş kesimlerle buluşmak zorunda olmasının başlıca gerekliliği de bundandır. Hiçbir demagojiye izin vermemek, bu tür kara propagandaların etkisiz hale getirilmesini sağlamak emekçilerin elindedir. Çünkü Türk ve Kürt işçi ve emekçiler bu kampanya ile birlikte OHAL’in uzatılmasını isteyen ve savunanlar üzerinde bir baskı kurup onlara rahatça yalan söyleme olanağı bırakmamış olacaklar. Kampanyanın kesin sonucundan ziyade, emekçiler arasında OHAL’in ne olup olmadığı noktasında bir bilinç oluşması, bunun Türkiye’nin bir demokrasi sorunu olarak görülmesi bakımından oluşacak etki alanı da önemlidir.
AB YA DA PATRONLARIN İSTEĞİ VE TEHLİKELİ BEKLENTİ
Avrupa Birliği’ne girilmesinden sonra zaten bu tür sorunların çözümleneceğini savunmanın ve halkı da böyle bir beklentiye sokmanın doğru olmadığı belki de en net bir şekilde OHAL üzerinden görülmektedir.
Dönem dönem TÜSİAD, TOBB vb. patron kuruluşlarının hazırladıkları ve “devrim” diye sunulan raporlarda OHAL’in kaldırılması da yer almış, bölgedeki yaşamın normalleştirilmesi istenmiştir. Gözünü, kulağını buraya dikenler bakımından, patronların ne kadar demokrat, ne kadar ilerici, halkı düşünen, onların sorunlarını anlayıp kavrayan kişiler oldukları yanılgısı yayılmaya çalışıldıktan sonra, hak ve özgürlüklerin, demokratik taleplerin ancak onlar aracılığıyla ve raporlar yoluyla ama bekleyerek kazanılacağına ilişkin bir ortam yaratıldı.
Ancak, bunun büyük bir çelişki olduğu açıktır. Çünkü OHAL gibi yönetimler zaten emekçilerin kendi talepleri doğrultusunda birleşmelerini, birlikte mücadele vermelerini engellemek ve politika yapmalarının önüne geçmek için uygulanıyor.
Patronların örgütlerinin yaratmak istediği yanılgıya benzer bir durumun da Avrupa Birliği’nden demokrasi bekleyen tutumda görüldüğünü söylemek mümkündür. Avrupa Birliği’nin Türkiye’de demokrasinin kırık çıkıklarını düzeltip, gereğini yerine getireceği beklentisi, tüm sorunlarda olduğu gibi, OHAL’de de kendini bir kez daha gösterdi. AB kriterlerine uyum gösterildiğinde sanki demokrasi bir anda tesis edilecek, insan hakları, idam, genel af gibi çözümlenmeyi bekleyen bir dizi sorundan eser kalmayacakmış gibi garip, garip olduğu kadar aslında bu sorunların üstesinden işçi, emekçi mücadelesinin geleceğine inanmayan bir anlayış içten içe gelişti. Bu, beraberinde başka yanlış eğilimleri ve tehlikeleri de doğurdu. Yukarıda saydığımız tüm sorunların çözümünde olduğu gibi OHAL için de böyle bir beklenticilik gelişti. Ve bu beklenti ister istemez belki de en çok Kürtlere zarar veriyor.
Yıllardır Kürt sorunu, çeşitli vesilelerle Avrupa gündemine taşınmış olsa da, hiçbir zaman OHAL uygulaması ciddi biçimde ele alınmamıştır. Bir kabullenmişlik ve Kopenhag yolunun Diyarbakır’dan geçmesini beklemek bugüne kadar hiçbir fayda getirmemiş, bölge halkında normal yaşamın özlemi daha fazla kendini hissettirir olmuştur.
Ancak, bu özlem, halkların birlikte mücadele etmesi yerine durgunluk, beklenticilik ve AB pazarlığı arasında sıkışmış, bir çıkış yapılmasının önüne geçmiştir. OHAL sorununa bir de bu yönüyle bakıldığında, kampanyanın, emekçilerin birlikte mücadelesinin önemi daha iyi anlaşılır olmaktadır. Kampanya, bu açıdan iyi değerlendirilirse, aslında halkın taleplerinin karşılanmasının ancak kendilerinin bahşetmeleri sonucunda mümkün olacağını zannedenlere karşı da iyi bir yanıt olacağı sonucuna varmamıza yol açacaktır.
TERÖR LİSTESİ VE KÜÇÜK BİR JEST
Dikkat edilecek olursa, “AB’ye girilecek mi, girilmeyecek mi?” sorularına yanıt aranıp bunun tartışmaları yapılırken, Milli Güvenlik Kurulu ve Meclis, sürekli OHAL’in kaldırılması için olumsuz tavırlar sergiledi. Bırakın kaldırılmasını, her toplantıdan sonra OHAL’in ne kadar isabetli bir yönetim biçimi ve bölge için biçilmiş bir kaftan olduğu üzerine açıklamalar yapıp durdular. Meclis oylamalarında parmaklar havaya kalktı ve OHAL’in sürekli dört ay daha uzatılmasına karar verildi. Artık, bu öyle bir hal aldı ki, sanki çok olağan bir iş yapılıyormuş, bir halkın yaşamı etkilenmiyormuş, bölgenin genel durumunu ilgilendirmiyormuş gibi uzatılma kararları rutinleşti. Rutinleşme tehlikesinin yanında AB beklenticiliği OHAL’in uzatılmasını kolaylaştırdı. Yönetenler, keyfi bir yönetim, hukuksuzluk için baskı görmediği, buralarda aldığı kararlar ve yaptıkları için rahatsız edilmediğinden dolayı rahat davrandı ve OHAL’in uzatılmasında hiç bir sakınca görmedi. Aynı yönetim, aynı konuda aynı rahatlıkta olduğu için de “OHAL bizim istediğimiz zaman kalkar” havasına girmiştir.
Ayrıca, Kürtlerin hakları ve özgürlükleri için mücadele ettiğini söyleyen Kürt siyasi hareketlerinin de hükümetin AB’nin uyum yasalarına ne kadar sadık kalacağını merakla beklediği de unutulmamalıdır.
Bir süre önce AB ile Türkiye arasında “yapay gerginlikler”e yol açan, “AB’ye rest çekildi”, “AB Türkiye’yi defterden sildi” gibi abartılı, işleri sosyal ve ekonomik boyutundan kopararak basit bir çekişme gibi gösteren değerlendirmelerin ardından ANAP çevresinin başlattığı ve hükümetin diğer ortaklarının da katıldığı “OHAL kaldırılabilir” açıklamaları ortalığı kapladı. AB, PKK ve DHKP/C’yi “terör listesine” aldığını açıkladıktan sonra bu açıklamaların yapılması, aslında OHAL’in kaldırılması için emekçi mücadelesinin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Çünkü hükümet terör listesine karşılık küçük bir jest yapacağını ve OHAL’in kaldırılmasını gündemine alabileceğini belirtiyor. Bir bakıma yıllardır olağanüstü koşullarda çekmedikleri eziyet kalmamış Kürtlerin ısrarlı talepleri, emek ve özgürlükten yana partilerin çalışmaları, sendikaların, kitle örgütlerinin dile getirdikleri bir yana koyuluyor, OHAL’in kaldırılması bir jeste bağlanmak isteniyor.
Ama hükümet zirvelerinde konuşulan Avrupa Birliği pazarlıkları sürekli başa dönerek ortaya işin içinden çıkılamaz gibi bir durum yaratılıyor. ANAP’ın ve DSP’nin AB’ye uyum kriterlerine sıcak baktığı ancak MHP’nin direttiği ve bu yüzden istenilen demokrasiye kavuşulamadığı anlatılıyor. Şimdi, Haziran ayının sonuna kadar AB ile ilgili tüm “pürüzlerin” ortadan kaldırılması gerektiği üzerine yapılan propaganda yoğunlaşmış durumda. Bunun için devreye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in girdiği ve çalışmalarını hızlandıracağı belirtiliyor. Sezer’in “hamlesi” kamuoyuna “AB için son umutlar” biçiminde pompalanıyor ve “bu ülke demokrasi istiyorsa AB’nin uyum yasalarını kabul etmeli” biçiminde bir dayatma yapılıyor. İşçi ve emekçiler, bu dayatmayla karşı karşıya.
“Demokrasi için son umutların” arasında Kürtlerin demokratik hak ve özgürlük talepleriyle ilgili olanlar başı çekiyor. Kürtçe eğitim, yayın ve OHAL’in kaldırılması gibi aslında Kürtlerin yıllardır dile getirdiği istekler, şimdi AB’nin uyum kriterlerinin arkasından sürüklenerek, Sezer katkılı çalışma temposuna bağlanmak isteniyor.
DEMOKRASİ EMEKÇİLERİN MÜCADELESİYLE GELİŞECEK
OHAL’in uzatılmasındaki rutinlik ve kaldırılması için AB uyumlarına ilişkin beklentinin gelip dayandığı son nokta, AB kriterleri için sürdürülen çabaların yeniden bir toparlanma sürecine girmesi olmuştur.
Ancak, sorun bu değildir ve EMEP’in kampanyasının bu rutinliği, beklenticiliği, jesti ve AB çalışmaları çevresinde oluşturulmak istenen bir “demokrasi çemberi”ni kırması bu yüzden son derece önem kazanmıştır. Demokrasinin yığınların bir mücadelesi olarak kazanılacağı kabul ediliyorsa, hak ve özgürlüklerin ve demokratik taleplerin yine aynı mücadele içinde gelişip büyüyeceği ve halkın çıkarları doğrultusunda şekilleneceğine inanılıyorsa, OHAL’in AB pazarlıklarının bir unsuru olmasının fazla bir önemi yoktur. Çünkü Kürt ve Türk işçi ve emekçileri soruna sahip çıktıkça, OHAL’in kaldırılması için mücadele ettikçe tüm kazanımlar zaten kendi hanesine yazılacaktır. EMEP’in kampanyası, diğer koşul ve gelişmelerden bağımsız olarak bu kazanımları emekçilerin mücadelesine bağlaması bakımından ayrı bir öneme sahiptir. Bugün bu kampanya etrafında çeşitli biçimlerle sürdürülen mücadele, aynı zamanda emekçilerin hak ve özgürlük taleplerini de yansıtıyor. OHAL’in kaldırılması sadece bölge halkının rahatlaması, normal bir yaşama kavuşması sonuçlarıyla sınırlı kalmayacak, Türkiye’de emekçilerin birlikte hareket etmesinin ne kadar önemli olduğunu da gösterecektir.
OHAL’in kalkması demokrasinin en acil sorunlarından biridir. Çünkü OHAL’in kalkması diğer sorunların çözümlenmesi açısından da önemli bir adım olacaktır. Kürtler, OHAL kaldırılarak normal bir yaşama geçmek istedikleri gibi, ihtiyaçları olan demokratik, ekonomik ve sosyal taleplerin karşılanmasını da istiyorlar. OHAL’in kalkması aynı zamanda Kürtçe eğitim, Kürtçe yayın ve diğer kültürel sorunların aşılmasına da yardımcı olacak, halka karşı baskı yapan zor örgütlerinin, rant çetelerinin açığa çıkarılıp dağıtılmasını da gündeme getirecek, koruculuk sisteminin kaldırılmasının ve köye dönüşlerde halkın çıkarı doğrultusunda hareket edilmesinin önünü açacaktır. Tüm bunlar imkânsız istekler ve bunları AB’den beklemeyi gerektirecek kadar yapılamayacak işler değildir. Türk ve Kürt emekçilerinin birliği bunları gerçekleştirecek güce sahiptir.