Yoğunlaşan şiddet ve şiddet politikasına karşı mücadele

AKP Hükümetinin, –devlet yönetiminin başında o bulunuyor– halk kitlelerine karşı izlediği politikanın en önemli araçlarından biri de, hak talebinde bulunan, siyasal demokrasi isteyen, talepleri için mücadeleye yönelen işçi, emekçi, kadın, genç, Türk-Kürt; Alevi-Sünni her kesimden insana karşı izlediği susturma, susturarak hakim olma politikası giderek belirginlik kazanıyor. Son dönemlerde çıkarılan yasalarla birlikte artan polis şiddeti, bir polis devletine doğru hızlı gidişe işaret ediyor. MİT yasası bunun en çarpıcı göstergelerinden biridir. Diğeri, Soma’da iş cinayetinde yaşanan toplu katliamı protesto edenlere karşı girişilen saldırıdır. Hükümet ve partisi elinde tuttuğu gerici şiddet tekelini, burjuva  ve liberal muhalefet dahil, politikalarına karşı çıkan bütün kesimleri etkisizleştirmek için kullanıyor.

ŞİDDETİN ORTAYA ÇIKIŞI

İlkel toplumlarda insanların yaşamlarını ortak paylaşımlar, en önemlisi de korunma üzerine kurmaları ve beraberce yabani hayat karşısında var olabilmeleri doğal bir işbölümünü de beraberinde getiriyordu. Şiddet sadece kendilerini korumaları ihtiyaçlarının bir sonucuydu.

Ancak toplumun sınıflara bölünmesi, sınıfsal çelişkiler, ekonomik olarak güçlü olan egemen sınıfın, aynı zamanda siyasal açıdan da güçlü olması ve güçsüz olan sömürülen sınıf üzerindeki sömürüsünü sürdürebilmek için ezilen sınıfı baskı altına alması ihtiyacının örgütlenmesi olarak devlet ortaya çıktı. Devlet içindeki sınıfsal çelişkiler, sömürü kışullarına razı edilmek üzere sömürülen sınıfların üzerinde zor ve şiddetin gerekli olması, farklı ülkelerin gelişip, güçlerinin artması, yine başka ülkelerin istila edilmeleri, fetih ruhunun güçlenmesi vb. durumlar, toplumun içinden doğmasına rağmen, toplumdan uzaklaşan, giderek onun üstünde yer alan devletin kendisini ve gücünü koruma ihtiyacı doğması, yasalarla yasaklar ve yaptırımların, vergilerin devreye girmesi bu dönemdedir.

Devletin olmadığı ilkel toplumlarda şiddet, tamamen bütün toplumun denetimindeyken ve amaç kendi toplumsal varlıklarını sürdürmek olduğu için klan içi şiddete hiç izin verilmemekteyken, ortaya çıkan devlet, kendini, dolayısıyla dayanağı olan sınıfı korumak için baskı gücü de oluşturur ve polis, ordu gibi özel şiddet kurumları ortaya çıkar. Bu sebeple toplumsal şiddeti, ilkel ve sınıflı toplumlar olarak iki bölümde değerlendirmek gerekir. Devletli toplumlarda şiddet meşrulaştırılır ve kendi özüne uygun olarak kurumsal bir niteliğe sahiptir ve şiddetin örgütlenmesinden başka bir şey olmayan devletin tekelindedir. Egemen sınıflar, bu nedenle devlet olarak örgütlenip silahlanarak gücünü kaybetmemeye çalışır. Siyaset, yani devlet işlerinin yürütülmesi şiddet araçlarıyla sürdürülür. Siyaset ve çıkar çatışmalarının sonucu olarak –iç ve devletlerarası– savaşlar ise şiddetin en yoğun halidir. Şiddet ve siyaset arasında derin bir bağlantı vardır. Marx “Şiddet yeni bir topluma gebe bütün eski toplumların ebesidir” derken bu bağlantıyı işaret etmiştir.

ŞİDDET ÜRETEN KAPİTALİZM

Kapitalizm, öncelikle emek sermaye karşıtlığı üzerinden şiddet üretir. Toplumsal emeğin sermaye birikiminin konusu olmaya ikna edilmesi ve sömürünün süregitmesi önünde sonunda gerici kapitalist şiddeti davet eder. Sömürünün kendisi şüphesiz siyasal bir şiddet içermez ve sömürünün gerçekleşmesi iktisat-dışı zoru, siyasal zoru zorunlu kılmaz. Ama sömürü koşullarının varlığının sürdürülmesi ve öyleyse emekçilerin bu koşullara boyun eğdirilmesi ihtiyacı, sömürü ilişkilerine karşı yükselmesi kaçınılmaz hoşnutsuzluk ve tepkilerin; öfke, nefret ve eylemlerin, protestolar ve giderek başkaldırıların bastırılma zorunluluğu, özetle sömürü ilişkilerinin devamının dış koşullarının oluşturulması, şiddet aleti olarak kapitalist devleti koşulladığı gibi, işçi ve emekçilere yönelik kapitalist zorbalık ve şiddeti olağanlaştırır. İşçi ve emekçilerin kapitalist zorbalık koşullarına “ikna” edilip mecbur bırakılmaları ve bu koşulları ortadan kaldırmaya yönelik tepkililerden alıkonulmaları, kaçınılmaz tepkilerinse bastırılmasının emekçilerin ideolojik olarak rızalarının sağlanmasının ötesindeki tek yolu fiziki zor ya da adıyla sanıyla kapitalist şiddettir.

Öte yandan uluslararası burjuvazi ve kapitalist emperyalist ülkelerin birbirleriyle rekabeti ve işbirliği de, aralarında paylaşım konusu olan dünya pazarlarına, hammadde kaynaklarına, tüm yer altı-yerüstü zenginliklerine sahip olmak ve onları denetlemek içindir. Üretim güçleri tekellerindedir ve tamamen toplumsallaşmış üretimin, emeğin de toplumsallaştığı koşullarda kapitalist özel mülkiyet ilişkilerine dayalı olarak gerçekleşmesini zorlayarak, zoru, ücretli köleliğe mecbur ettikleri işçi ve emekçilerin yanı sıra üretim anarşisi ve kapitalist rekabet çerçevesinde yalnızca üretimin sonuçlarını değil ama dünyayı da paylaşmak üzere birbirlerine de karşı yöneltirler. Buradan da şiddet ürer. Kapitalist mülkiyet ilişkisinde egemenler, daha fazla toprak, daha fazla ucuz işgücü, daha fazla üretim, daha fazla kâr için sömürülenler üzerinde ve üretimin sonuçlarıyla koşullarını paylaşmak üzere birbirlerini hedefleyen şiddetlerini arttırmaktadırlar. Tek tek ülkelerde yaptıklarıyla kalmayıp uluslararası alanda da siyasal ve askeri şiddetle (şiddeti yeniden yeniden üreterek) dünyanın hakim güç olma hayalleriyle dünya halklarını birbirine kırdırmaya, savaş, şantaj, provakasyon vb. her şeyi kullanarak, silahlanmada sınırları zorlayarak, dört koldan hareket halindeler. İnsanlar açlık, yoksulluk, hastalık ve susuzlukla yaşam mücadelesi verirken, egemenler daha fazla kâr için boğuşmaktalar. Şiddet, mülkiyet ilişkisinden ayrı değil, tam tersi bu sarmalın bir bileşeni olarak varlığını sürdürmektedir.

Kapitalizm, başka şeylerin yanı sıra sömürüye dayanan eşitsiz mülkiyet ilişkilerinden kaynaklanan şiddet kültürünü var edip beslemekte ve geliştirmekte olup, insanı yozlaştıran, yabancılaştıran etkilere sahiptir, bu sebeple de korku ve düşmanlık içinde yaşamaya zorlanan insanlar bireysel ve toplumsal ilişkilerinde şiddeti yaşamlarının bir parçası olarak görüp hissetmektedirler. Şiddetin asıl kaynağının sistem olduğunun göz ardı edilmesi sonucunu doğuracağı için bireysel şiddetin gelişmesi her zaman sistemin işine gelmektedir. Otoriteye biat kültürü yaşam biçimi haline geldikçe çeşitli manipülasyonlar ve entrikalar sonucu aldatılıp yedeklenmiş kitlelerin davranışı da yerleşik hal alıyor. Hızla yayılan yobazlık, gericileşme bilimle insanın bir araya gelmesine engel oluyor, bu da, toplumsal özgürlük alanının, dolayısıyla da kişisel özgürlük alanının genişlemesi yerine daralmasına götürüyor, halklara karanlık günler yaşatıyor. Çünkü devletin bütün gayreti insanların kontrol edilebilir ilişkiler kurmasıdır.

Kapitalizm şiddeti ürettiği gibi bilinçli olarak kullanır da. Bu yüzden de şiddet gerçeği yaşamın içinde etkisi arttırılarak varlığı sürdürülen bir olgu olmaktadır. Yoksullukla sindirilmiş, korku ve şiddeti yaşamlarının bir parçası olarak yaşayan insanlar büyük tehlikelerle karşı karşıyadırlar. Kapitalist sistem, körüklediği şiddet kültürünü emekçilere, yoksul kesime yaymak ve onları sistemle uyumlu, ona boyun eğer hale getirmek için çok çeşitli araçlardan faydalanmaktadır.

Gücü elinde bulunduranlar açısından, onların çıkarlarına dokunan, dolayısıyla istemedikleri her şey hedeftir. Emekçiler, ezilenler kendilerine yönelen sistemin şiddetinin farkında olmasınlar diye de, muhalif hiçbir sese, yazıya ve görsele tahammül edemeyen, bir ağızdan yayın yapan kurum ve kuruluşlar olma özelliğine sahip olan medya organları kamuya tarafsız haber sunmayla ilişkisiz kurumlar olarak tekelleşmiş, ticarileşmiş ve piyasalaşmıştır.

Okullarda, sokaklarda, evlerde, işyerlerinde her yerde bıçaklı, satırlı, sopalı, ateşli silahlı saldırılarla ilgili her gün televizyon programlarında ahkam kesen “bilen kişiler” her şeyin eğitimle çözüleceğinden, varoşlardan, göçlerden, dem vurmaktadırlar. Programlar saldırgan, öfkeli, şiddet içerikli, bağıran insanlardan geçilmez olmuştur. Haber programlarında cinayet, saldırı, tecavüz, linç girişimleri, çarpışmalar, kendinden olmayanı dışlama, değersizleştirme, aşağılama gibi davranışlar, hayatın olağan akışı gibi, her zamanki şeyler gibi sıradan gösteriliyor.

ŞİDDET KENDİNDEN OLMAYAN HERKESE

Sistemce meşrulaştırılmış toplumsal ve bireysel şiddetten en çok payını alanlar kadınlar ve çocuklardır. Erkek egemen sistem kendi kanun ve kurallarıyla kadınların insan olma haklarını bile tanımıyor. Kadın, doğumundan ölümüne kadar geçen sürede psikolojik, fiziksel, cinsel ve ekonomik şiddet görmekte, cinsel tacize uğramış kadınların, utanç, depresyon, değersizlik ve yabancılaşma duygularını hayatları boyunca taşıdıkları ilgili uzmanlarca sıkça dile getirilmektedir. Kadına yönelik şiddette de erkek egemenliğinin dayanağı ve “garantörü” kapitalizmdir, bu ayrıcalıklı konum erkeği kul sahipliği statüsüne taşırken, kadını iki kat eziyor.

Yaşam içinde ele alındığında kız çocukların öldürülmesi, erkek çocuk oluncaya kadar annenin doğum yapmaya zorlanması, kadının tecavüzcüsüyle evlenmesini sağlayarak erkeğin cezadan kurtarılması, kadının da istemediği ve kendisine tecavüz etmiş biriyle ömür boyu yaşamaya mahkum edilerek cezalandırılması, kocası, sevgilisi veya kabul etmediği erkek tarafından öldürülen kadınlara ilişkin haberlerini her gün medyanın rutin haberleri durumuna gelmesi işin renginin ne kadar kara olduğunun göstergesidir.

Son yıllarda çocuklara yönelik ihmal ve istismar vakalarında belirgin bir artış gözlenmektedir. Şiddete uğrayan çocukta, kimseye güvenmeme, öfke, asosyallik vb. ruh halleri ise çocuğun suç işleme, saldırganlık, şiddet uygulama gibi davranışlarda bulunmasıyla sonuçlanıyor.

Eğitim kurumları, çocukların, gençlerin sistem kalıplarına uygun yetişmeleri için en uygun yerlerdir, burjuvazinin buraları önemsemesi, genç beyinlere yerleştireceği kalıpların kendi varlığını sürdürebilmesindeki önemi çok iyi bildiğindendir. Burjuvazi, ayakta kalıp kendi çarkını döndürmek için, ezip sömürdüğü insanları çocukluğundan başlayarak ve her çeşit mekanizmayı da kullanarak uyumlu köleler yapmaya çalışmaktadır.

Gençlik döneminde içsel eğilim her şeyin sorgulanması doğrultusundadır, sadece ailenin değil, toplumun da önem taşımaya başlaması, sadece fizyolojik, biyolojik değil, ahlak, din, sosyallik, siyasi bakış, insanlığın durumu gibi konularda büyük değişimler yaşanması, değerlerin şekillenmesi de önem taşır. Bu anlamda (kapitalizmin eğitim, medya, propaganda, taciz, milliyetçilik, baskı gibi her çeşit saldırı aracının etkisinde oradan oraya savrulabilecekleri gerçeğini unutmadan) gençliği kazanmak geleceği de kazanmaktır.

Kürt halk hareketinin bugün geldiği noktadan geriye bakıldığında, yaşanan, tek kelimeyle zulüm olmuştur. Binlerce insan öldürülmüş, tutuklanmış, yerinden yurdundan edilmiş, insanlar doğum yeri itibariyle bile “terörist” ilan edilerek sürekli bir dışlanmış; “kadın, çocuk” denmeden karalama ve linç girişimlerine maruz kalarak potansiyel suçlu ilan edilmişlerdir. Asker cenazelerinde, bu kadar gencin neden öldüğünün sorgulanması yerine, Kürt ulusuna yönelik tahkir edici milliyetçi söylem ve duyguların geliştirilmesine çalışılmış, kimi zaman da başarılı olunmuştur. Seçim barajı ve birçok entrika ile Kürt ulusunun temsiliyet hakkı elinden alınmak istenmiş, engel olunamayınca da seçilmiş milletvekillerinin işlevsizleştirilmesi için çeşitli suçlamalarla dokunulmazlıklarının kaldırılması için uğraşılmıştır. “Kürt açılımı” konusunda ise, hükümetin oyalayıcı tavrı sadece samimiyetsizliğinin göstergesi olmuştur.

Alevi kitlelerine yönelik aşağılayıcı ayrımcı söylem devletin en üst yöneticilerince hala sürdürülmektedir. Bazen sapkınlık, bazen “Alisiz Alevilik”le adlandırmakla kalınmayıp, Gezi eylemleri sürecinde ve sonraki protestolarda öldürülenlerin nerdeyse tamamının Alevi olması rahat durmadıklarının ve başlarına gelenlere müstahak olduklarının kanıtı olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Hükümetin “demokratlığı” da, “özgürlükçülüğü” de hep Sünni Müslüman ayrıcalığıyla kendine ve yakınlarınadır. Dış ülkelerde din özgürlüğü havarisi kesilen hükümet ve başbakanı kendi ülkesinde neredeyse üçte bir nüfusa sahip Alevilerin ibadethaneleri olan cemevlerine hukuki bir statü vermemek için elinden geleni yapmakta, bürokrasi, emniyet, asker ve yargı içindeki Alevileri etiketleyerek ayıklamakta, işlevsizleştirmektedir. “Alevi açılımları” ise aşure yemek ve birkaç Alevi dedesini umreye götürmenin ötesine geçememiş, sadece gündem yaratmaktan ibaret kalmıştır.

SERMAYE VE DEVLET  ŞİDDETİNE KARŞI MÜCADELE

Türkiye’nin de içinde bulunduğu çoğrafyaya baktığımızda, kapitalist emperyalist güçler ve işbirlikçileri bölgesel gericilikler tarafından kışkırtılan, birbirine kırdırtılan ve gittikçe de yoksullaşan halkların trajedileri bu politikaların somut göstergeleridir. Doğu-Batı, Müslüman-Hıristiyan-Musevi ayrımcılığı, yetmedi Sünni-Şii ya da Alevi mezhepçiliği, o da yetmedi, başka sebepler bulundu hep. Binlerce yıllık, geçmişe ait ne varsa talan edildi, yağmalandı, güç olabilecek ne varsa yok edildi, edilmeye çalışıldı, çalışılıyor. Afganistan, Irak, Libya, Suriye sıraya dizildi, bir zamanlar kol kola oldukları, ama çıkarlarına ters düştüğü anda linç arenasına bırakılan liderler, sokaklarda asılan, parçalanan, bombalanan insanlar, bütün şiddet araçları kullanılarak sindirilmeye çalışılıyor.

Ülkemizde de, büyük küçük fark etmeksizin yapılan her protesto eyleminin artık gaz, su, cop, tekme-tokat, gözaltı şeklinde saldırıyla yanıtlanması rutinleşmişken, Newroz ve 1 Mayıs’ı geride bıraktık. “Taksim’i 1 Mayıs kutlamalarına biz açtık” diye açıklamalar yapan Başbakan, bu sefer de 1 Mayıs’ın gösterilen yerde yapılmasını, Taksim’e izin verilmeyeceğini açıkladı. Başbakanın kutuplaştırıcı, provakatif üslubu (ki yerel seçimlerde tavan yaptı), hemen her konuda inatlaşma ve yasaklarla tamamlanmaktadır. Bu kez emekçilerin Taksim’e çıkışını engellemek için öncesinden binlerce polis görevlendirilmiş, barikatlar kurulmuş, sonrasında da Tomalar, coplar, tonlarca biber gazı ve gözaltılarla “gereği” yapılmıştır.

Dolayasız “şiddet aleti” olan devlet en büyük şiddeti “kolluk güçleri” eliyle uyguluyor. Muhalif hiçbir ses olmamalıdır, tek tip ve denetlenebilir insan yapısı oluşturulmalıdır ki, yönetenlerin işi kolaylaşsın, aksi takdirde insanların haklı talep ve özgürlük istemleri, mücadeleleri yönetimi zora sokacaktır. Hiç istenmeyen bu durum için de ekipmanları ile tam teşekküllü polis şiddeti göz açtırmamalıdır. Günlerce süren “Gezi olayları”nda Türkiye genelinde aşırı kullanım sonucu stokları sıfırlanan biber gazı kapsüllerdiyle gözü çıkanlar, öldüresiye dövüldükten sonra yüksekten atılanlar, silahla vurulanlar, sakat kalanlar, dövülerek yaka paça gözaltına alınanlar, mahkemeye henüz çıkamamış tutuklular, kendi ülkesinde düşman olarak görülenler, hoşnutsuzluklarını ifade edip düzene tepki verdikleri için bu şiddetle çok “iyi” tanıştılar.

Soma maden işçileri büyük işçi katliamına uğramış, sorumlu müdür-müfettiş akrabalığı, denetimci müfettiş karı-koca, AKP’li meclis üyesi-maden genel müdürü çifti ve daha ortaya çıkmamış birçok bağlantı ile yukarıda belirtildiği gibi kapitalistin kârı için tam örgütlü bir tezgahla “biri pişirmiş biri yemiş” misali yüzlerce işçi kurban edilmiştir. Ancak bu mahşer yerine dönmüş ortamda bile, Başbakan, nefret kusan yüz ifadesiyle bir göstericiye yumruk atmış, başka birine “sen bu ülkenin Başbakanına yuh çekersen tokadı yersin” demiş, “imam-cemaat” misali Başbakanlık Müşaviri Yusuf Merkel de bir protestocuya aracından inerek tekmeli saldırıda bulunmuştur. Başbakan bununla da yetinmemiş, ülke genelinde yaygınlaşan eylemlerde polisin “çok sabırlı” olduğunu söyleyip, onların biber gazı, tazyikli su, plastik mermi yerine kurşun kullanmalarının yolunu açmıştır.

Sistemin saldırıları karşısında korkuyla bireysel şiddet eğilimlerinin ortaya çıkması anormal bir durum değildir. Ancak unutulmamalıdır ki, sistemin ezdiği, baskıladığı bireylerin bireysel, töresel, inançsal şiddet uygulamaları gibi tepkisel dışavurumlar gerçek sebebin gizlenmesine neden olur. İnsanların içinde bulundukları yaşam koşulları davranışlarını ve psikolojilerini etkiler, bireysel özellikler etkili olsa da, asıl belirleyici olan toplumsal koşullardır. Kitlelerin, her şeyin ticarete dönüştürüldüğü bir yapı içerisindeki ilişkileri, onların korku ve dolayısıyla korunma ihtiyacını tetikler, ancak şiddet, toplum dışı veya karşıtı değil, toplumsaldır; en önemlisi de devlet tarafından sürekli meşrulaştırılan, kurumsallaştırılan bir işleve sahiptir. Gücünü, varlığını sürdürüp, kalıcılığını sağlamaktır esas olan. Şiddetin temelinde genellikle yaşam mücadelesi, egemenlik, iktidar, ölüm vb. güç gösterimi sebepleri vardır. Bu sebepledir ki, iktidar güçlerinin işçi sınıfı ve tüm emekçiler, Kürtler, Aleviler, kadınlar, gençler, aydınlar ve bütün muhaliflere karşı uyguladığı baskı, zorbalık ve şiddet, ezen-ezilen ilişkisi bitip, tüm insanlar eşit ve özgür olana dek ezilen sınıflara uygulanan kurumsallaşmış ve devlet destekli şiddet varlığını bir şekilde devam ettirecektir.

Şiddeti bütün sebep ve sonuçlarıyla ortadan kaldırmanın tek yolu, kapitalizmin uyguladığı şiddete karşı oluşup biriken öfke ve tahammülsüzlüğü dindirmek, bastırmak değil, bu öfkenin siyasi-ekonomik talepler etrafında örgütlenerek doğru kanallara akışını sağlamak için devrimci mücadelenin yükseltilmesidir. İnsana; emekçi kitlelere yönelen şiddet ve sindirme amaçlı baskının, korkuyu besleyeceği gibi karşı hareketi de geliştireceği unutulmamalıdır. Burjuva kapitalist şiddet kendi zıttını; iktidarın işçi ve emekçiler tarafından alınmasına yönelik devrimci şiddeti, kitle şiddetini de doğuracaktır, doğurmuştur. Egemen güçlerin varlığını sürdürmelerinin yolu olarak uyguladıkları şiddete maruz kalanlar, örgütlü mücadeleleriyle gericiliğin kökünü kazıyacak ve gelişme süreci içinde şiddet üreten her ilişki biçimi son bulacaktır. Çünkü, ancak kimsenin kendi mülkiyetinde olanları korumak için başkalarını şiddetle bastırma ihtiyacı duymayacağı; yani tüm üretim araçlarının ve tüm üretilmiş maddi ve manevi zenginliklerin herkesin kolektif mülkiyetinde olduğu bir dünyadadır ki, belirli insan gruplarının (burjuvzinin) başka belirli insan gruplarını (işçi ve emekçileri) ve şiddetle bastırma ve ezmesine ihtiyaç olmayacaktır.

Uluslararası emekçi kadınlar günü ve Türkiye’de kadın

Tarihsel ‘hikayesi’ biliniyor; yine de kısaca özetleyelim: 1857 yılında New York’ta bir dokuma fabrikasında 40 bin kadın işçi, çok ağır çalışma koşullarına ve uzun iş günlerine, koşulların düzeltilmesi yerine, her geçen gün daha da dayanılmaz hale gelmesine, çok düşük ücretle çalışmaya karşı grev kararı alarak taleplerini açıkladılar: “Daha iyi koşullarda çalışmak, 10 saatlik işgünü, eşit işe eşit ücret…”
Patron ise, diğer işçilerin grevci kadınlarla dayanışmasını önlemek için çözüm olarak fabrikanın kapılarına kilit vurdu. Bu sırada çıkan olaylar sırasında fabrika içinde çıkan şüpheli yangında, içerideki kadınların kaçabilecek hiçbir yeri olmadığından, sadece daha iyi koşullarda çalışmak isteyen 129 kadın yanarak hayatını kaybetti.
1908 8 Mart’ında Newyork’ta, yine dokuma işçisi kadınlar grev başlatarak, işyerlerini işgal ettiler. Ama bu kez taleplerini biraz daha genişlettiler: “8 saat iş günü, çocuk emeğinin sömürülmesine son verilmesi ve kadınlara oy hakkının tanınması.” 1909 yılında ise, Manhattan’da 20 bin gömlek işçisi kadın grev yaptı. Kısa sürede diğer fabrikalara yayılan grev, patronlar talepleri kabul edene kadar sürdü. Kadın işçiler ücretlerinde artış sağladı, haftalık çalışma saatleri indirildi, en önemlisi de sendikalaşma hakkını elde ettiler.
Bu grevin sona erdiği 1910 yılında, ll. Enternasyonal, Danimarka’nın Kopenhag kentinde toplandı. Konferans’ta, Alman delege Clara Zetkin, 8 Mart’ın, dokuma işçisi kadınların anısına “mücadele günü” olarak ilan edilmesini önerdi. Önerinin kabulüyle, cinsel ve sınıfsal sömürüye karşı 8 Mart “Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü” olarak tüm dünyada kutlanmaya başladı. Türkiye’de ise, 1921 yılında devrimci kadınlar 8 Mart’ı Ankara’da kutladılar.
1977’de, Birleşmiş Milletler, genel kurul kararı ile 8 Mart’ı “Dünya Kadın Günü” olarak kabul etti.
1857’den 2014’e 157 yıl geçti, elbette çok şey değişti. Ancak emekçi kadınların toplum içindeki konumu açısından, tablonun ana özellikleriyle değiştiği söylenemez. Evde, işte, sokakta, iyi konumda görünseler de, “ikinci sınıf” muamele gören kadınlar, 157 yıl önce dile getirilen talepler için hala mücadele etmek zorunda.

TÜRKİYE’DE KADINLAR; KADININ ÇALIŞMA YAŞAMINA KATILMASI

Tanzimat Fermanı, içeriğinde kadınlara bir hak tanımamış da olsa,  kadın hakları tartışmasının başladığı dönem olmuştur. Osmanlı, ‘Batılılaşma’ hareketi içinde, kadının toplumsal durumu açısından bazı yenilikleri de getirmiştir. Kısıtlı da olsa, kız okullarının açılması, miras hakkı, köle ve cariye alınıp satılmasının yasaklanması gibi.
1908 yılı, kadının sosyal hayata katılması, çalışma yaşamına girmesi, yüksek öğrenim görmesi taleplerinin tartışılıp talep olarak ileri sürüldüğü kadar, Türkiye’de zor ve kötü şartlardaki çalışma koşullarına tepkinin şiddetlendiği, grev dalgasının yayıldığı bir yıl da oldu. Bu dalga içinde 100’ü aşkın grev örgütlendi, bunlardan 40’a yakını kadınların çalıştığı gıda, tütün, dokuma gibi işkollarında yapıldı. Bu dönemde kadınların demokratik hakları için örgütlendikleri ve yayınlar çıkardıkları görülmektedir. Kadınlar pek çok dernekte örgütlendiler, faaliyette bulundular. Eğitim olanaklarından yararlandılar.
I. Dünya Savaşı ile birlikte kadınlar zorunlu olarak çalışma yaşamına girdiler. Savaşa giren Osmanlı İmparatorluğu’nun cepheye asker göndermesi ile üretimde boşalan yerler kadınların emek güçlerinden yararlanılarak doldurulmaya çalışıldı. Kadınlar, postahane, telgrafhanelere ve hasta bakıcı olarak hastanelere alındılar. 1915 yılında kadınlar için “mecburi hizmet” kanunu kabul edildi ve çalışan kadın sayısı artırıldı. Savaş koşulları, kadınların statüsünü değiştirmişti.
Kurtuluş Savaşı döneminde, çalışma hayatına giren kadınlar, yanı sıra siyasal olaylara, mitinglere de katıldılar, ancak kazanımlarının yasal olarak tanınmasını sağlayamadılar. İsviçre’den alınan Medeni Kanun, tek eşliliği getirmesi ve boşanma hakkını her iki tarafa da tanıması bakımından ileri bir aşama olmasına rağmen, kadın erkek eşitliğini tam olarak tanıyan bir yasa değildi.
Kadınların siyasal hakları 1934’te çıkarılan yasa ve Anayasa’da yapılan değişiklikle tanındı; milletvekili olabileceklerdi. 1935 yılı seçimlerinde 18 kadın parlamentoya girdi. Ancak, kadınların siyasal yaşama katılması yine de oldukça sınırlıydı. Birçok Avrupa ülkesinde kadınlara seçme seçilme hakkı Türkiye ile kıyaslandığında, daha geç bir zamanda tanınmasına rağmen, bu durum Türkiye’de kadın haklarının daha ileride olduğu anlamına gelmiyordu.

KADIN VE ÇALIŞMA YAŞAMI
Türkiye’de hakim anlayış, erkeğin çalışıp evine, karısına ve çocuklarına bakmasıdır. Geleneksel toplumsal işbölümü nedeni ile kadınların toplum içindeki asli yükümlülükleri, aileye karşı ve başlıca uğraşları koca ve çocukların bakımı için yerine getirdikleri ‘ev işleri’ olmaktadır. Bu nedenle üretim faaliyetine daha az katılmaktadırlar. Çalışma hayatında erkeklerden daha geri bir yer tutmaktadırlar. Ücretli bir işte çalıştıklarında daha düşük ücretle, statüsü düşük işler yapmaktadırlar. Kadının, çalışması karşılığı kazandığı “ek gelir” sayılmakta ve kadının çalışmasına, ‘şart değil’ anlayışıyla yaklaşılmaktadır. Çalışma yaşamına  giren kadının, daha baştan ‘yedek’ olması, iş ve çalışma sürecinde eşitsiz birçok muamele ile karşılaşmasını getirmektedir. Bugün, ucuz işgücü ihtiyacına da bağlı olarak küçümsenmeyecek sayıda kadın işçi kapitalist işletmelerde, önemli miktarda bir kadın nüfus ise tarımsal alanda çalışmaktadır.
Kapitalistler, ihtiyaçlarına bağlı olarak, ücret ve çalışma koşullarını belirlemek istemekte; yedekte tutulacak bir işgücüne ihtiyaç duymaktadırlar. Bu işgücü örgütlülüğü zayıf ve esnek çalışma koşullarıyla uyumlu olmalıdır! İstenen budur. Bu nedenledir ki, taşeron çalışma, çağrı üzerine çalışma, geçici işçi, kısmi süreli çalışma gibi esnek çalışma biçimleri yasal hale getirilmiştir.
Emekçi kadınların çoğu, sosyal güvenlik sistemine eşleri, babaları vasıtasıyla dahil olmaktadır. Kadınların konumu, böyle bir durumda, bağlı olduğu sigortalının hayatta olması veya ölmesi durumunda değişmektedir. Bu kapsamdaki kadınlar, sadece hastalık ve çok sınırlı olarak da analık sigortasından yararlanabilmektedir; birey ve yurttaş olarak karşılaşabilecekleri yaşlılık, malûllük gibi durumlarda güvence altında değillerdir.
Kadın işçilerin emeklilik yaşının (kademeli de olsa) 65’e yükseltilmesi, AKP Hükümeti’nin –sadece çalışabilecek durumda iken ihtiyaç duyduğu– işçileri yaşlanıp emekli olduklarında yük olarak gördüğünü göstermektedir; çünkü ülkemizdeki ortalama yaşam süresine bakıldığında, ancak mezarda emeklilik söz konusu olabilecektir. Ayrıca, kadın işçiler için doğum ve analık izin süreleri borçlanılacak sürelerden sayılmaktadır. AKP Hükümeti’nin toplumsal bir sorumluluk olan çocuk bakımı dolayısıyla doğum-analık izin süreleri, sigorta primleri gibi bir derdi ve politikası yoktur, ama kadınlar en az üç çocuk, olmadı 5 çocuk yapıp, bakacaklardır; çünkü Başbakan öyle istemektedir. Kadını çalışma ve toplumsal hayatın dışına atmak için tüm kanunlarda kadınlar aleyhine düzenlemeler yapmıştır. (namus cinayetlerine uygulanan ceza indirimi, boşanma davalarında boşanan eşe nafaka, vb..)

GÜNÜMÜZDE DÜNYA KADINLARININ DURUMU
– Ocak 2009 itibariyle dünya nüfusu yaklaşık 7 milyar civarında, bunun yüzde 49’u kadın, yani kadın nüfusu 3-3.5 milyar.
– Kadın cinayet kurbanlarının yüzde 70’i eşleri ya da sevgilileri tarafından öldürülüyor.
– Dünyada her 3 kadından 1’i hayatının bir döneminde şiddete maruz kalıyor.
– Her 5 kadından 1’i hayatının bir döneminde tecavüz veya tecavüz girişimi kurbanı oluyor.
– ABD’de her 90 saniyede 1 kadın tecavüze uğrarken, Irak’ta Nisan 2003’ten bu yana, savaş sırasında ve sonrasında, en az 400 bin kadının tecavüze uğradığı İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün raporlarında yer alıyor.
– Dünyada, ağırlıklı olarak Afrika kıtasında 135 milyondan fazla kadın sünnet ediliyor.
– 280 milyonluk Arap dünyasında her 2 kadından 1’i okuma yazma bilmiyor.
– Suudi Arabistan’da kadının oy hakkı yok, araba kullanması yasak.
– Dünyada 54 ülkede kadınlara yönelik ayrımcı yasalar bulunurken, ‘namus savunması’ Peru, Bangladeş, Arjantin, Ekvator, Mısır, Guatemala, İran, İsrail, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Venezuella’nın ceza yasalarında yer alıyor.
– İran’da çok istisnai durumlar haricinde kadının boşanma hakkı yok.
– İslam Şeriatıyla idare edilen ülkelerde bazı durumlarda “zina yapan kadın ve erkeklere recm” cezası uygulanmaktadır.
– Tüm dünyada sağlık çalışanlarının % 75’i kadın.
– Siyasette ve iş dünyasında da kadınların oranı gelişmiş ülkelerde bile epey düşük.
– Gelişmekte olan ülkelerdeki kadınlar, günde ortalama 20 litre suyu 6 km taşıyorlar.
– Afrika’daki hamile kadınların ölüm riski, Batı Avrupa’dakilerden 180 kat daha fazla.
– 1.2 milyar yoksulun %70’ini kadınlar oluşturuyor.
– Mültecilerin % 80’ini kadınlar oluşturuyor.
– Dünya’daki arazilerin sadece %  1’i kadınlara ait.
– Okuma-yazma bilmeyen ve eğitim hakkından mahrum 1 milyardan fazla yetişkinin 2/3’ü kadın.
– OECD ülkelerindeki bilimsel ve teknik alanlardaki üniversite mezunlarının %30’u kadın.
– ABD’deki mucitlerin % 10’u kadın.
– Gazetecilerin 1/3’ü kadın olmasına rağmen, bölüm şefi, editör ya da patronların sadece % 1’i kadın.
– Yeni üniversiteyi bitirmiş kadınlar, erkeklerden % 20 daha az para kazanıyor. Bu fark 10 yıl içerisinde % 31’e yükseliyor.
– 1945 ila 1995 yılları arasında dünyadaki kadın milletvekili sayısı 4 kat arttı. Bazı ülkelerde meclisteki kadın milletvekili sayısını artırmak için kadınlara pozitif ayrımcılık uygulanıyor. (Bu bilgiler sanal medyadan alınmıştır.)
Birkaç kadının cumhurbaşkanı, başbakan, bakan ya da üst düzey görevlerde bulunması, kadının cins olarak konumunu ve kadına bakış açısını değiştirmiyor. Condoleezza Rice, Hillary Clinton; Margaret Teacher, Angella Merkel, Tansu Çiller gibi kadınların büyük emperyalist güçlerin ve işbirlikçi ülkelerin yöneticileri arasına girmeleri, kadın emekçilere karşı zorbalığı ve sömürüyü temsil etmeleri, azınlık bir burjuva ve kapitalist kadının ayrıcalıklı durumuna işaret etse de, kadının ezilen cins olması durumunu değiştirmiyor. Zaten bu sayılan isimlerin kadınların durumu, hakları vb. şeylerle uğraşma dertleri de olmamıştı.

ŞİDDET VE KADINA ŞİDDET SORUNU
Kadına yönelik şiddetten söz edildiğinde akla hemen erkek cinsinin şiddetinin gelmesi, cinsler arasındaki ilişkide kadının erkekten ciddi oranda şiddet görmesidir. Bu o denli yoğundur ki, kadın cinsinin sermaye düzeninde ve burjuva yönetimleri tarafından tabi tutulduğu baskı, şiddet ve ayrımcılık ya gözardı edilmekte ya da gölgelenmektedir. Böylece kadın sorununun kadın-erkek ilişkileriyle sınırlı bir çerçeveye sıkıştırılması gibi bir durum da ortaya çıkmaktadır. Oysa kadın sorunu bu iki olguda da varlığını sürdürmeye; kadın, cins olarak, ayrımcılık ve baskıcılığının nesnesi ikinci cins statüsünde horlanan olmaya devam etmektedir. Resmi verilerin çoğunda devlet ve sermaye baskısı, polis şiddeti, yasaların erkek cinsi yararına düzenlenmiş olması gözardı edilmektedir. Polis ve patron taciz ve tecavüzü, işten atmanın psikolojik ve iktisadi-sosyal baskı içermesi görülmeyebiliyor. Hakim anlayış dini ideolojinin etkisi altında şekillendiğinden, kadın cinsine karşı şiddete dayanan politika ve uygulamalar, “ahlak-edep” söylemiyle kabul edilebilir hale getirilmeye çalışılmaktadır. Kadın hakları ve özgürlüğü sorununu “örtünme”-giyim; çalışma-çalışmama kapsamında ve çeşitli dayatmalarla darlaştırmaya çalışan bugünkü hükümetin politikalarına karşı kadın mücadelesinin zayıflığında bu anlayışın önemli bir payı var. Kürt kadınları, Kürtlere yönelik baskı ve inkar politikaları ve on yıllar boyunca sürdürülen saldırılardan en büyük payı aldıkları gibi, töre cinayetlerinin, aile içi ve akraba baskısı ve şiddetinin de en fazla hedefi oldukları biliniyor vb.
Türkiye’de yapılan araştırmalara göre, kadınlara yönelik şiddet oranı % 49.9, yoksul kesimlerin oturduğu yerleşim yerlerinde bu oran % 97’lere varıyor. Kadına yönelik şiddet sadece fiziksel olmayıp, cinsel şiddet, taciz, zorla evlendirme, fuhuşa zorlama, zorla çalıştırma, eğitim özgürlüğü ve olanağının kısıtlanmasıdır da. Kadınlara en fazla şiddet uygulayanlar ise, birinci dereceden yakınları, yani eşleri, babaları ya da ağabeyleri.
Töre ve namus cinayetleri ülkemizde halen sürüyor. Zorla evlenmek istemeyen ya da boşanmak isteyen veya tecavüz edilip dünyası alt üst olan kadınlar eşleri ya da yakınları tarafından öldürüldüğünde, olay, cinayet değil, “namusun temizlenmesi” olarak görülüyor.
Adalet Bakanlığı verileri, kadın cinayetlerinin % 400 arttığını söylüyor. Resmi kayıtlara göre de her gün üç kadın cinayete kurban gidiyor. Kadın cinayetlerinde, tecavüze uğramak, camdan bakmak, sokağa çıkmak, sevdiği giysiyi giymek, telefon etmek, hatta yüksek sesle konuşmak bile ölüm fermanı için yeterli olabiliyor.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, intihar eden, intihara teşebbüs eden, alenen öldürülen ve ölümüne intihar süsü verilen kadınların hepsinin birer hikayesi var. Birbirini tanımayan bu kadınların ortak kaderleri ise töreye kurban edilişleridir, ölü yaşamlardan bahsetmiyoruz bile.
Kadınlar ev içinde, işyerinde, okullarda, sokaklarda, hapishanelerde her çeşit taciz, tecavüz ve işkenceye uğramaktadır. Kadınların özgürlüğünün bu kısıtlanması, bedenleri konusunda, kadınlara rağmen, rızaları dışında her çeşit eylemle mümkün olmaktadır. Özellikle iş yerlerindeki tacizler karşısında, eğer amir tarafından yapılıyorsa, kadın, işini kaybetme korkusu ile kolayca hayır diyemiyor. Çünkü meslekte yükselmesi engelleniyor, ekonomik durumu etkileniyor.
Kadına yönelik çağdışı uygulamalar, aile içi şiddette de kendini gösteriyor. Eş şiddeti gören ve görmeyen kadınlar arasında eğitim düzeyi, meslek, ailenin geliri, evlenme yaşı, evlilik biçimi, çocuklukta şiddet görüp görmeme bakımından fark bulunmuyor. Türkiye’de kadın sığınma evlerinde yapılan çalışmalarda, şiddet gören kadınların tamamına yakınının çocukken de şiddet gördüğü ve sonradan kendi çocuklarını dövdüğü saptanmıştır. Kuşaktan kuşağa geçen aile içi şiddet, yalnızca şiddet görenin değil, tanık olanın da psikolojisini bozmakta, özellikle çocukların gelecekteki sosyal hayatlarına damgasını vurmaktadır.
Kadına yönelik şiddetin önemli örneği Ayşe Paşalı cinayetidir. Boşandığı kocası tarafından ölümle tehdit edilmiş olmasına rağmen, “boşanmış olduğu” gerekçesiyle, Paşalı’nın koruma talebi mahkemece reddedilmiştir. Çünkü mevcut yasa, sadece evlilik bağı olanlara koruma kararı vermekteydi. Feci şekilde dövülmüş fotoğraflarını, öldürüldüğünü bildiren haberler izledi. Bu karar bile, insan kanının, özellikle kadın kanının ne kadar ucuz görüldüğünün, vurdumduymazlığın bir ifadesidir. Hakimin uyanması için Ayşe Paşalı’nın ölmesi gerekiyormuş ki, 32 gün sonra, aynı mahkeme, benzer durumdaki bir öğretim görevlisinin başvurusu üzerine koruma kararı vermiştir. İzleyen dönemde hakkında koruma kararı olan birçok kadının cinayete kurban gitmesi, salt koruma kararının da bir işe yaramadığını göstermiştir. Erkek egemen devlet kadının ve haklarının kollanıp korunması politikalarını değiştirmedikçe, daha çok kadın cinayetleri olacaktır. Çünkü kadına karşı işlenen suçların caydırıcı olması bir yana, bir de tahrik, töre, rıza, vb. indirimlerle failler kollanıp korunuyorlar.

İNSAN VE KADIN HAKLARI
İnsan hakları, insanların sahip oldukları, sahip olmak durumunda oldukları hak ve özgürlüklerdir. İnsanların eşit haklara ve saygınlığa sahip olarak doğdukları kabul edilmiş ve birçok ulusal anayasalar (çoğu durumda çoğu kağıt üstünde kalıp uygulanmasa bile, resmiyette de olsa) buna uygun düzenlemeler yapmıştır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi md. 1: “Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler.” der.
Birleşmiş Milletler, “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi” (CEDAW) vb. sözleşmeleri onaylayarak, uluslararası sözleşmelerle eğitim konusunda politikalar geliştirmeyi, yasal düzenlemeler yaparak, bu yasaları uygulamayı taahhüt etmiştir. Bu sözleşme de, eşit ulaşım ve eşit fırsat açısından en önemli uluslararası insan hakları belgelerindendir. Ancak kabul edilmiş uluslararası sözleşmelere rağmen başkalarının haklarına saygılı olmak ve bu hakları çiğnememe zorunluluğu arasındaki denge, her zaman egemenler tarafından zayıf olanın aleyhine bozulmuştur.
Hiçbir toplum durağan değildir. Ülkemizde kadın haklarının geldiği nokta bakımından, çalışma hakkı, doğum izninin artması, boşanma hakkı, aile konutu şerhi, edinilmiş mal paylaşımı, seçme ve seçilme hakkı, vb. yasal birçok kazanımlarımızın tam anlamı ile hayat bulduğunu söylemek mümkün değildir.
Türkiye’deki kadınlar, toplumun tüm kesiminden emekçiler, bütün emek, barış ve demokrasi güçleri kendi talepleri etrafında, gerçek bir demokratik halk anayasası için mücadele içinde yerini almalı, özellikle tüm ayrımcı, cinsiyetçi, dışlayıcı yaklaşımlar son bulmalı, toplumun yarısını oluşturan kadınların her alanda yönetime katılmasının önündeki engeller kaldırılmalıdır. Kadın ve erkek emeği eşitlenmeli, kadının ekonomik, sosyal ve siyasal yaşama katılması teminat altına alınmalıdır. Kazanımlar sadece yasal çerçevede değil, gerçek hayatta da toplumsal anlamda kazanılabilmelidir.
Amerikalı dokuma işçisi kadınların hakları için verdikleri mücadelenin yıldönümü 8 Mart, her şeyden önce kadınların hak eşitliği mücadelesinde bugünlere nasıl gelindiğinin hatırlanması açısından önemlidir.
8 Mart, salt bir ‘kadın-erkek eşitliği’ talebi çerçevesinde ya da takvimsel bir gün olarak düşünülemez. 8 Mart, kadın erkek tüm ezilenlerin cinsel, ırksal, dinsel ve sınıfsal her türlü ayrımcılığı besleyen ve ancak bu koşulda varlığını sürdürmeyi başarabilen sömürü düzenine başkaldırı günüdür. Bu nedenle de, kadının kurtuluş mücadelesinin en anlamlı kazanımlarından biri olarak, sermaye iktidarının ve onun kurumlarının da inkar edemeyeceği şekilde kafalara kazınmıştır.
Kadınların eşit ve yaşanılır bir dünya için mücadeleleri toplumun her kesiminden destek görmelidir. Unutulmamalıdır ki, her insan eşit ve özgür doğar. Bu hakları kısıtlayan, suça dönüştüren, infaz eden yine insandır.
Kadınlar olarak, daha çok kayıt dışı, (daha fazla ücret alabilmek için de) sigortasız, sendikasız,  işlerde çalışmaya mahkum olmayacağız. Her şeyden önemlisi, örgütsüz bir halde, sınıf hareketinin ve toplumsal hareketin dışında sermayenin uysal köleleri haline gelmeyeceğiz ve bu süreçte kapitalist sistemin sosyal, siyasal, ekonomik ilişkilerinde bir dayanak durumunda olmayacağız. 
Kazanmak için daha fazla öğrenmeye, örgütlenmeye ve mücadeleye ihtiyacımız var. Bize tarihi miras bırakan hemcinslerimizin çağrısına uyalım; hayata gözlerimizi açalım ve kaderimizi bizzat ellerimize alalım! Çünkü bütün değerlerin, güzelliklerin yaratıcısı biz emekçi kadınların eşitlik ve özgürlük talepleri her zamankinden daha yakıcı.
Emek harcayan, çalışan kadın sadece var olmak değil, yaşamak da istiyor. Bugünü yaratanların anısı, her yıl yeniden ve ısrarla, ancak mücadele edenlerin kazanabileceği gerçeğini hatırlatıyor.
Yaşasın dünya emekçi kadınlarının mücadelesi!

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑