Gramsci’nin Defterleri

12 Eylül öncesi devrimci çevrelerde esamisi okunmayan Gramsci ’80 sonrası de-politizasyon sürecinde gerek cezaevlerinde, gerekse dışarıda adeta keşfedildi, ilgi odağı haline geldi. Ahmet Altan, Latife Tekin, Milan Kundera’lı dönemin kitaplarıyla birlikle Gramsci’ninkiler de vitrinlerde boy gösterdi. Halen ilgi göstermeyenlerce bile, Mussolini İtalya’sının zindanlarında on yıl kadar yatmışken, hastalıktan öldüğü ve ardında Hapishane Defterleri olarak ünlenmiş külliyat bırakmasıyla tanınıyor. Ülkemizde devrimin ‘zor’ yıllarında Gramsci çok tartışıldı, yorumlandı, inkârcı-tasfiyeci bloklara esin kaynağı oldu. Marksist hareket kendi sorunlarını aşamamanın sonucu olarak ideolojik mücadelede de durgunluğu yaşadığı yıllarda Gramsci’yc eğitemedi. Bundan dolayı bu yazı sorunu ele alma açısından ilk olma özelliği de taşıyor.
Lncelendiğinde:Gramsci’de günümüzün devrim bekleyen sorunlarına ışık tutucu bir şeyler bulmak bir yana onda Marksizm’in “arıtılmış” bir revizyonu görülüyor. O’nu baş tacı edenlerin de “eleştirel” yaklaştığını, “ama doğru ve haklı olduğu yanlar var” diyenlerinde ” Defterlerin cazibesinden kurtulamadığım görülüyor.
Günümüzde yasal “sosyalist basın”da, dergilerde savunulan sınıflar-üstü devlet, iktidar, muhalefet tahlillerinde yeni sentezler yaratmak için yapılan “Kuruçeşmeci Birlik” panellerinde Gramsci’den adı anılsın anılmasın, yoğun izler var. Euro-komünist akımlara, modern revizyonizme referans oluşturması gerilerde kalmış gibiyken Gorbaçov’un “Glasnost”uyla kapitalist devir ve kurumların modern revizyonizme tam olarak monte edilmesi sürecinde Gramsci yine güncellik kazandı. “Tahakkümcü Tarih Yazım”ına karşı çıkanlar, kapitalist sistemin kazandığı geçici “başarıları” burjuva tahakkümün hanesine yazmaya başladılar. Buharini, Troçki’yi aklama kampanyaları yürüttüler. Stalin eleştirisi adı altında Stalin’in ve sosyalizmin tüm başarısı “başarısızlık” olarak tersyüz edildi.- Marks’ın, Lenin’in düşüncelerinin kurduğu sistemin iflas ettiği ileri sürüldü, sürülüyor. “Nasıl bir sosyalizm” arayışları, “Marksist ve devrimci olmadan demokrat olma”, “Plüraüst sosyalist demokrasi”, “çöken sosyalizme alternatif yaratmak”, “gelecek sosyalist toplumun ilişkilerini bugünden hayatın her alanında kurma, yeni insan tipi yaratma” saçmalıklarıyla ikame ediliyor. Ekim Devrimi, kapitalizmin yeterince olgunlaşmadığı, sosyalist ilişkilerin gelişmemişliği üzerinde gerçekleştiği için Troçkistler “sivil toplum”cular tarafından suçlanıyor. Marksizm e saldıran tüm oportünist ve revizyonistler Gramsci”de bir şeyler bulabiliyor. Bu tesadüf müdür? Elbette değil. Gramsci’de de benzeri anti-ML saldırılar ya da bu saldırılara dayanak olacak “sentezler” oldukça fazladır.
Ülkemizde Marksizm’e yönelik saldırıların uluslar arası kökeni hep olmuştur. Saldırı sahipleri bunları kendi öz yaratıları olarak sunsa da çoğu kez basil bir taklitten öteye geçememişlerdir. Bir zamanlar eksiğiyle doğrusuyla Marksist teori ve pratiğin sürdürücüsü olduğunu iddia eden birçok grup ve çevre bugün 12 Eylül “yenilgisinden ders çıkarma adı altında; “teorimiz yanlıştı, yanlış pratik yaptık sonuçta hepimiz yenildik, o halde teoriyi yeniden kurmak gerekir” diyerek “yenilgi” sürecinin ruh haliyle sırça köşklerinde teorik yeni sentezler oluşturuyorlar. Daha sonra da bu teoriyle sosyal pratiğe yön vereceklermiş. Şu tarihsel materyalist bir gerçektir ki, devrimci kabarışın yenilgi yıllarında, gerek içeride, gerekse dışarıda karşı devrimci zordan en çok etkilenenler bu gün teorik sağcılık yaymaktan öteye bir şey yapamıyorlar.
Gramsci’yle ülkemizde savunulan sağcı tez sahiplerinin “örtüşmesi” hiç de şaşırtıcı değil. Sınıflar mücadelesinin zor dönemeçlerinde, sınıflar ve onların teorik düşünceleri de (öncü partilerinin de) sınavdan geçer. Yenilgi sadece proletaryanın ve öncü müfrezesinin örgütsel gücünde aşınma ve düşüş değil sınıfın ideolojik mücadele cephesinde de erozyona yol açar, boşluklar yaratır. İşte bu boşlukla, “davaya inançsızlık”, “anti-otoriter olma”, “kuşkuculuk” kendine canlanacak kanallar bulur. Bizdeki sağcı tezler, sınıflar-üstü bakış açısı, bireycilik, anti-otoritercilik, örgüt düşmanlığı ve işçi sınıfının gücüne inançsızlığın Eylül koşullarında canlanması ve etkisinin giderek yok olmaya, yerini “devrimci eylem ve direniş sloganlarına terk etmeye başlamış olması da tarihsel sürecin diyalektik ve maddeci yolunu, Marksist dünya görüşünün bilimsel yasalarına uygundur. Yine ülkemizde “yenilgi” yıllarının “zor”unun katalizörlüğüyle savrulan aydınlarının düşünceleriyle Gramsci’nin Faşist Mussolini İtalya’sının zindanlarında ürettiği felsefe ve ideolojiyi olumlayıp baş tacı etmeleri anlaşılır bir şeydir. Tarihte benzer nesnel koşullarda, benzer ideolojik olgular canlanabilir, kavramsal farklılıklar (orijinallik diye uydurulanlar) hariç.
Gramsci’den de esinlenen Marksizm’e yönelik saldırlar uluslararası planda olduğu gibi, ulusal planda da şu noktalarda yoğunlaşıyor
1 – ) “Marksizm’in bilim olmadığı, onun kendisinin de herhangi bir olgu gibi tarafsız incelenmesi gerektiği” tezi.
2-) “Marks’tan günümüze uzanan süreçte ardılları tarafından (özellikle de Stalin kastedilir) Marksist teorinin ekonomisi ve dogmatik yorumlandığı, bozulduğu, Marksizm’in “yeni sentezlere ihtiyaç duyduğu” tezi.
3 – ) “Tek tek ülkelerdeki reel sosyalizm pratiklerini flaşının nedeni Marksizm’in ekonomist ve dogmatik yorumudur, yine devrimci kalkışmaların yenilgi nedeni ile Marksist teorinin dogmatik pratiğidir. Marksizm’e yeni ütopyalar kazandırmak gereklidir, öncelikle sosyalizm projemizi yeniden oluşturmak gereklidir” tezi.
4 – ) “Üst yapı ekonomik alt yapıdan özerktir. Üst yapıda farklı iktidar düzeyleri (sivil toplum-politik toplum) vardır. Devletin bir sınıfın baskı aracı olarak ele alınması basitliktir, sivil toplumda hegemonya sağlayıp yönetici olunabilir. Bunun için burjuvazinin feodalizme yaptığı gibi Marksizm yönünden de bir Rönesans gereklidir, gelecek toplumun ilişkilerini toplumda ve örgütte bugünden kurmak, geleceğin yeni insan tipini yaratmak zorunluluğu” tezi. (Dördüncü şık diğer tezlerle beraber “Yeni Öncü” çevresi “Kuruçeşmeciler”ce ’80 sonrasında yoğun olarak ‘tekrar’ edildi, ediliyor. Bu kervana Taner Akçamdan sonra eski Dev-Yoi geleneğinin sürdürücüsü olarak ortaya çıkan Melih Pekdemir de katılmışa benziyor. Ünlendi Demokrat Marksizm’e kin kasan 12 Eylül arlığı aydınlara sayfalarını açmada cömert davranmış. En azından Melih Pekdemir’in “devrimci, komünist olmadan önce demokrat olmak” tezi ve Demokrat’ın ikinci sayısındaki “Üst yapıda farklı iktidar düzeyleri ve toplumda farklı muhalefet odakları arayan sınıflar-üstü devlet (devlet içinde ‘özel çekirdek’) ve toplum tahlilleri bizce bu arkadaşların eski “oligarşik diktatörlük” tahlillerinin sağ-reformist yanlarının derinleştirilip sistem haline getirilmesinin göstergesidir.
Gramsci felsefesi, Hegel felsefesinin basit bir devamıdır
Gramsci Hegel’i yüceltir; “Hegel’in sistemi incelenirken gerçekliğin ne olduğu, aynı sistemde ve tek bir filozofun yapıtında bu çelişkilerin bilincine erilmiş olduğunu anlamaktayız” der. Marksizm’e gelene dek gerçekliğin bilincine insanlığın binlerce yıllık tarihi sürecinde filozoflarca varılamadığını biliyoruz. Bilince varmak için gerekli koşullar; Marks’ın, Engels’in yaşadığı, kapitalizmin çelişkilerinin arttığı, proletaryanın sınıf mücadelesinin yoğunlaştığı nesnel koşullardı. Hegel diyalektik olarak, ama gerçekliği, “başı üzerinde” kavradı. Binlerce yıllık insanlık tarihinin yanılsama içinde yüzüşünün zirvesiydi Hegel.
Gramsci’de Hegel’i bu yüceltişe, Marksizm’i küçümseyiş eşlik ediyor. “Bir anlamda praxis felsefesi (Marksizm’e Gramsci’nin yakıştırdığı kavram. YN) Hegel felsefesinde meydana getirilen bir reform ve bir gelişmedir” Doğal olarak Gramsci kendi felsefi sistemini, Marksizm’in yenilenmesi, devamı ve gelişmesi olarak da görmektedir. Onda ideolojik felsefi gelişim dahi entelektüel gereçlerin basit bir yığışması, sıçramasız, çelişkisiz, yadsınmasız bir “sentezi” olduğundan Marks’ı Hegel’in devamı, dolayısıyla bizce kendini de Hegel idealizminin canlanış biçimi olarak sunuyor.
Bu yazıda Gramsci’nin Hapishane Defterleri’nden göstereceğimiz bölümlerde ve yer darlığı nedeniyle değinemeyeceğimiz yerlerde bu Hegelci idealizmi görmek olanaklıdır. Gramsci’nin sisteminde bilimlerin doğuşu, gelişimi; felsefe, ideoloji, kültür vb. tüm üst yapısal olgular özerktir, bağımsız bir tarihleri vardır. Birbirleriyle açıklanırlar. Onun tarihi adeta “fikirler mücadelesi”dir. O sınıfların ezilmesini birbirlerine boyun eğişini, egemenliklerini, iktidarını fikri üstünlüğe bağlar, “…bir toplumsal grup, başka bir toplumsal gruptan fikir bakımından una boyun eğdiği (abç) uydusu haline geldiği için, kendisinin olmayan bir dünya görüşü alır” der. İktisadi egemenliğin ideolojik-siyasal egemenliği de doğurduğu Marksist tezin açık inkârı değil midir bu? Ya bilimlerin gelişmesine yönelik şu anti-diyalektik sözlerde mi Marksizm’e “katkı”:
“Genellikle denebilir ki, bilimlerin ilerleyişi maddi belgelerle ispatlanamaz, bilimlerin tarihi ancak bellekte canlandırılabilir (…) bilimsel ilerlemenin başlıca ‘araçları’ düşünsel (ve aynı zamanda siyasal) metodolojik niteliktedir (…) Hiç bir maddi alete (hesap aygıtının gelişmesinin ileri sürülebileceğim sanmıyorum) gereksinme duymayan matematik bilimleri düşünmek yeter, bu matematik bilimlerinin kendisi de bütün doğa bilimlerini aracıdır”. Bilimlerin inşası, gelişimi elbette düşünme aracıyla gerçekleşir ama bu düşünce nereden gelir?” Düşünce de insan beyninin bir ürünüdür. Ayrıca bu düşüncenin ya da aracılık yaptığı bilimlerin sınıflanmasının kuruluşu ve gelişiminin ” düşünceden daha uzak ve bağımsız” başka bir kökeni vardır. Düşünce ve onun bilimler olarak sınıflanışı maddi dünyanın hareketinin ve onun sınıflanışının bir ifadesidir. Düşünceyi insan eyleminin merkezine koymak ve düşünceyi, düşüncelerin sistematik ifadelenişlerini yine düşünceye dayanarak açıklamak; her olguyu “arı düşünce”den çıkaran idealist filozofların eski bir alışkanlığıdır. Marksizm’in kurucuları, bilimsel dünya görüşünü düşünceden uzak, bağımsız başka kaynaklar üzerinde temellendirdiler. Proletaryanın burjuvaziyle olan antagonist çatışması üzerinde inşa edildi Marksizm. Toplumsal olmayan bilimler açısından da, matematik bilimi açısından da teorik düşüncelerin kaynakları “maddi yaşam koşulları” içindedir:
Marksizm, matematik biliminin doğuşu ve gelişimini onun bunun “belleğinde” aramaz. Engels Dühring’le hesaplaşırken Gramsci’nin ileri sürdüğü türden idealist bilim yaratma çabalarının da işini görmüştü: “.Ama arı matematikte, anlak yalnızca kendi öz yaralıları ve düşünceler ile uğraştığı hiç de doğru değildir, sayı ve biçim kavramları gerçek dünyadan başka hiçbir yerden gelmemiştir. İnsanların saymayı yani aritmetik işlemi yapmayı öğrendiği on parmak her şey olabilir, yalnızca anlağın özgür bir yaralısı olamaz (…) Bütün öbür bilimler gibi matematikte, insanların gereksinmelerinden, yer ölçümü ve kapların hacmini ölçmekten, zamanın hesaplanmasından ve mekanikten çıkmıştır. Ama bütün düşünce alanlarında olduğu gibi belli bir gelişme derecesinde, gerçek dünyadan soyutlama aracıyla çıkarılmış bulunan yasalar, gerçek dünyadan ayrılır, özerk bir şey gibi, dışarıdan gelen dünyanın kendine uydurması gereken yasalar gibi, gerçek dünyanın karşısına çıkarlar. Toplumda ve devlette de işler böyle olmuştur. Arı matematik dünyadan çıkarılmış ve onu birleştiren biçimlerin bir parçasından başka bir şey olmamasına karşın, acuna işte böyle ‘uygulanmıştır -onun uygulanabilir olmasının tek nedeni de işte budur.”
Gramsci’nin bilimleri kendi belleğinin ya da başkasının belleğinin zihinsel basil gelişmesinden nasıl doğurduğunu matematik bilimi özgülünde gördük. Şimdi de onun “avlanmayı” pek sevdiği sosyal bilimler alanına değinelim. Örneğin Gramsci’ye göre Marksist felsefe klasik Alman felsefesinden” düşünceyi tarihin içine oturtarak ele aldığı için farklılık taşır. Gramsci tarihi, maddi yaşam koşullarından özerk olarak ele alır. Sınıflar mücadelesi arenası olarak tarihi kavramaz, “düşünce”yi tarihin içine oturtmaktan kast ettiği de basit bir düşün tarihi, filozofların tarihidir. Gramsci müthiş bir Hegel hayranıdır. Ona göre “düşünceye gerçek bir ileri adımı attıran” Klasik Alman felsefesidir. Ve Klasik Alman Felsefesi onda: Marksizm’in kendini dayadığı temel’dir. Özcesi Hegel felsefesi kendisinden önceki tüm idealist felsefelerin (ruhçuluktan, tektanrıcılığa) zirvesi en gelişmiş biçimi olarak görülmemekte, Gramsci’nin övgüsüne mazhar olmaktadır.” Gramsci bu kadarla da yetinmeyip, sanki Hegel felsefesi, Marksizm tarafından tarihin çöplüğüne yollanmamış gibi “Hegel’in en canlı bölümlerinin yeni düşüncelere katılmasını, Hegel sisteminin halen hareket halindeki bir tarih süreci olduğunu” ileri sürüyor.
Gramsci’de “Gerçeklik”, Hegelci idealist forma alandaki bir gerçekliktir. O, insan bilincinden ve iradesinden bağımsız bir gerçekliği kesinlikle kabul etmez, insan düşüncesinden bağımsız bir gerçekliği tarih-dışı olarak görür. İnsan düşüncesi Gramsci’de “yaratıcı”dır. Gerçekliği yaratır. Hegel’de “ide”nin “dünyalaşması” yeryüzüne iniş yapması gibidir anlayacağınız.
“Yaratıcı sözünü, en çok sayıda kişinin duygusunu ve bu çok sayıda insanlar olmaksızın düşünülmeyen gerçekliği (realiteyi) değiştiren bir düşüncenin izafi anlamı olarak kabul etmek gerekir. Praxis felsefesi şu anlamda da yaratıcıdır: kendiliğinden, kendi tarafından, kendisi için bir ‘Gerçeklik’ yoktur, fakat kendisini değiştiren insanlarla tarihsel ilişki halinde bulunan bir gerçeklik vardır. “Görüldüğü gibi insanların kendini değiştirmesi, ayrı bir olgu olarak alınarak, Gerçeklik ve onun gelişim ve değişimi insanlara paralel bir “tarihsel ilişki” olarak tanımlanıyor. Sorunun bu ele almışı düşünceyle varlığı özdeşlemektedir. Sonuçta gerçeklik biz düşündükçe var olmaktadır. İnsan düşüncesinin, gerçekliğin yaklaşık bir yansısı olarak var olduğu kabul edilmiyor. Gerçekliği, düşünceyi merkez olarak tanımlamak (tarihsel ilişki değil, tarihsel çelişki dense bile) “düşünüyorum o halde varım” demenin bir başka adıdır. Gramsci zaten kendini açıkça ele veriyor: “… Mekanist görüşlerden kurtulmanın tek yolu, insan düşüncesine ‘yaratıcılık’ atfetmektir” demekle.
Lenin 1905 devrimci kabarışının ertesinde kol gezen idealistleri (bilinemezciler, Mahçılar) eleştirirken konuya ilişkin olarak Materyalizm ve Amprio-kritisizm adlı yapıtında şunların altını çiziyor: “Genellikle materyalizm, nesnel olarak gerçek varlığın (maddeyi) duyumdan ve insanlığın deneyinden bağımsız olarak var kabul eder. Tarihsel materyalizm, toplumsal varlığın, insanlığın toplumsal bilincinden bağımsız olduğunu kabul eder. Bilinç, her iki durumda da ancak varlığın bir yansısıdır, olsa olsa yaklaşık olarak doğru (yeterince tam olarak kesin) bir imgedir. Nesnel gerçeklen uzaklaşmadan, gerici burjuva yalanlarına gülümsemeden, çelikten yekpare dökülmüş bu Marksizm felsefesinin temel öncüllerinden hiç bir esas bölümünü koparma olanağı yoktur.” Evet, gerçekliği insan düşüncesinden bağımsız olarak kabul etmeyen her tez idealisttir, Gramsci’de gördüğümüz gibi. “Bilinç mi, yoksa varlık mı?” önce gelir?” sorusu felsefelerin mihenk taşı olmaya devam ediyor…
Gramsci, fazla sentezciliğinden olacak Geç Hegelci olmasına rağmen kendisini, Hegel felsefesini tarihe gömerek bilimsel bir dünya görüşü kuran ‘Marks’ın sürdürücüsü ve ona katkı yapan filozof olarak görüyor “Hegelcilikte meydana gelen parçalanma, Praxis felsefesinde de oldu, yani diyalektik birlikten bir yandan felsefi materyalizme gelmişken, öte yandan da çağdaş, yüksek, idealist kültür yeni bir can suyu bulabilmek için kendisine pek gerekli olan Praxis felsefesi öğelerini benimsemeye kalktı.”
Gramsci Marksist felsefesinin neden “yeni bir diyalektik birlik” gereksindiğini belirtirken, o; yeni birliğinin
ipuçlarını da bize veriyor. Bir yanda “felsefi materyalizm” varmış (!) diğer yanda da materyalizme bulanmış “çağdaş idealist kültür” (!). Gramsci’nin felsefede yeni diyalektik birliği işte bu ikisinin kendince sentezidir. Bizim anlatmaya çalıştığımız da onun bu öyküsüdür, ‘ayaklan üzerinde yürüyen adam” sözüm ona parçalanmıştır. Oysa Gramsci’nin sentezi; hem ayakları hem de kafası üzerinde aynı anda yürüyen akrobat bile olmaktan uzaktır. O’nun adamı gerçeklikten uzak Hegel’in “kafası üzerinde yürüyen” adamının soyundan gelmiş biridir.
Hegel kafasındaki fikirleri maddi dünyanın, maddi süreçlerin az çok soyut ürünleri olarak göreceğini, tersine, nesnel dünya ve süreçleri; bilinmeyen bir yerde var olmuş “fikir’in gerçekleşmiş kopyaları, “fikir’in kendinde hareketinin “dışlaşması” (dünyalaşması) olarak görüyor ve “fikir” bu yolculuğundan sonra kendine dönerek kendinde egemenliğini sürdürüyordu. Bu sistemle her şey baş aşağı konduğundan, dünyanın gerçek bağlantısı tersine çevrelediğinde Hegel sistemi başının üzerinde yürüyordu. Gramsci’de ise gerek Marks’ın yaptığını iddia ettiği gerekse kendinin yapılmasını istediği (ya da yaptığı), “sentez” sanki kaba-materyalizmle ruhçuluğun bir sentezidir. Ayakları üzerinde yürümek demek: her türlü felsefenin diyalektik materyalist (yadsınması) içmektir. Diyalektik materyalist dünya görüşü her türlü felsefeyi gereksiz hale getirmiştir. “Aynı suda iki kez yıkanılmaz” ama Hegel’den bu yana onun suyunda yıkananlar bu suyun çok kirlendiğini göremiyorlar, aksine, ‘canlı”, “arı” bireyler buluyorlarsa bu sadece olsa olsa Hegelci suyun gökyüzünden süzülüp, insan beyninde konaklayarak arınma (katarsis-Gramsci’nin jargonunda arınma karşılığıdır. Yn.) geçirip yeryüzüne düştüğünü tanıtlar.
Gramsci’nin Marksist felsefeye “katkı” yönetimi: Marksizm kurucularının (Marks, Engels) görüşleri arasında çelişki olduğunu, uyum olmadığım iddia etmek, kuşku ve güvensizlik yayarak “demokratik filozoflara (onların revize çabalarına) meşruluk sağlamakla belirginleşiyor. Marksizm’e şimdiye kadar yapılan saldırılarda ortak tema, Marksizm’i inceleme yöntemi Gramsci’de de değişmez: “Bilim adamı tarafsızlığını, bilim adamı kuşkuculuğuna sahip olmak, önyargılı olmamak”.
Marksizm’i incelemede “bilimselliğin yöntemsel sorunları” kurucu olarak Marks ve Engels’in bütünsellik arz etmediği, aralarında farklılık olduğu saçmalığı olmaktadır Gramsci’de. Gramsci bizlere kurucu olarak sadece Marks’ın yapıtlarını incelemeyi öğütler. Tıpkı oportünist, revizyonist, Gorbaçovcu, Troçkist cenahın yaptığı gibi: Stalin’i Lenin’den, Lenin’i Marks ve Engels’ten kopartma, birine sahip çıkar görünüp diğerine veryansın etme taktiği gibi. Bernstein, Kautsky ve benzerleri gibi bu yöntemin ilk öncüleri arasına Gramsci’nin de dahil olduğunu, O’nun “defterler”inden öğrendik. Gramsci’yi halen Marksizm savunucusu ve ona katkı yapan biri olarak görenlere sunuyoruz: (Alıntıların sıkıcı olduğunu biliyoruz ama gerekli)…
“Özgün ve yenilik yaratan bir düşünce incelendiği zaman, bu düşüncenin belgelendirilmesinde başka kişilerin katkısı ikinci planda gelir. Praxis Felsefesinin kurucuları (Marks ve Engels) arasındaki uygunluk oranları sorunu (abç) yöntem olarak böyle ortaya konulmalıdır. İkisinin arasında uyuşma bulunduğu yolundaki sözleri belirli bir konu için geçerlidir. Öyle ki biri ötekinin kitabının bazı bölümlerini yazmış olsa bile bu tüm kitabın tam bir anlaşma sonucu oluştuğunu düşünmek için su götürmez bir neden olmaz. İkincinin (Engels) katkısını küçümsememek gerekir. Fakat ikinciyi birinci (Marks) ile özdeşleştirmemek gerektiği gibi, ikincinin birincinin malı olarak ileri sürdüğü fikirlerin tamamıyla böyle olduğunu kabul etmemek ve kendi düşüncelerinin de bunlar arasına sızmış olacağını unutmamak gerekir. Engels için “yalancı” ve “sahtekârlık” suçlamasının en inceltilmiş, arıtılmış bu tarzının bir özgünlük taşımadığını da yıllardır ülkemizdeki akademik kariyerli aydınların Marksizm’e yönelttikleri suçlamalardan tanıyoruz.
“Defterler”inin her satırında tarihsel idealizm sergileyen Gramsci üstelik “Tarihsel materyalizmin En-gels’ten öğrenilemeyeceğini” de iddia ediyor. Bu doğru (!) çünkü Engels’te olan “diyalektik ve tarihsel materyalist” dünya görüşüdür. Gramsci kavramları sevmesine rağmen “materyalizmi” kavramanın ezeli düşmanıdır. “Diyalektik” ve “materyalizmin “diyalektik materyalizm” olarak tek bir kategori içerisinde ifadelendirilmesine, onun içeriğine hiç dayanamaz. Bunun yerine “rasyonel”, “Praxis” gibi kavramlar uydurur; “Bundan başka Praxis felsefesi akımının önderi (Karl Marks) düşünüşüne hiç bir zaman ‘materyalist’ dememiş, Fransız materyalizminden söz ederken, buna eleştirinin daha genişliğine ve derinliğine yapılması gerektiğini ileri sürmüştü. Böylece ‘materyalist diyalektik’ formülünü hiç bir zaman kullanmamış “mistik” terimine karşıt olarak ‘rasyonel’ terimine daha açık seçik bir anlam kazandırmış oluyordu. “Diyalektik’ materyalizm yerine “rasyonel” demek yetmiyor mu! Sanki burjuva Aydınlanma Felsefesi’ni, Rönesans’ı yaşadığımız çağdayız. Her şeyi tanrısal doğmalarla açıklayan ortaçağın karanlık kilise düşününün karşısında “rasyonel” olmanın tarihsel bir ilericiliği vardır ama proletaryanın tarihin devindiricisi olarak sahneye çıktığı yerde ve çağda sadece “altla dayanma”, bildiğimiz burjuva rasyonelliği; gericiliktir. Marks’ın ve Engels’in yapıtları adı geçen burjuva rasyonelliğinin eleştirisiyle ve diyalektik tarihsel materyalist dünya görüşü karşısında (alayda edilerek) yenilgiye uğratılmasının örnekleriyle doludur, (bkz. Alman İdeolojisi, Kutsal Aile, Anti-Dühring vb.)
Bazı Gramsci hayranları, Gramsci’nin Marksist literatürdeki kavramları: Mussolini İtalya’sının cezaevi sansürünü aşmak için değiştirdiğini ve bu yüzden “Hapishane Defterlerinin “Zor ve anlaşılmaz bir yapıt” haline geldiğini iddia ediyorlar. Biz bu kanıda değiliz. Görüldüğü gibi Gramsci kavramlarını; altını çizerek Marksist olanlarını bir kenara atarak bilinçli olarak seçiyor, kullanıyor. Gramsci’nin dili cezaevi sansürünü aşmak için geliştirdiği “özel bir dil” kesinlikle değildir. Hegelci rasyonelliğe düşkünlüğü ölçüsünde ise gerçekten “özel” bir jargon kullanmıştır.
Gramsci “düşünceyi tarih içine oturtma”yı sevdiğinden olacak “tarihsel materyalizm” kavramını revize ederken birazcık temkinli (!) “çok yaygın olan ifadedeki (tarihsel materyalizm terimindeki ‘tarihsel’ ve ‘materyalizm’ kelimeleri) birinci terim üzerindeki, metafizik kökenli olan, ikincisinden daha kuvvetle durulması gerektiğini unutuluyor. “Evet, Gramsci’nin dediği açıktır. O, tarihin, toplumun maddeci bir açıklamasını değil (hareket halindeki maddenin tarihini değil) insan bilinciyle başlayan bilinci tarihini öneriyor. Hegel’deki gibi bilinmeyen bir yerden startını almış fikrin tarihi değil de Hegel’de “fikir”in (=ide) ikinci konak yeri olan filozofun kellesinden starı almış fikrin tarihini veriyor. Bu idealist tarihselciliktir. Tarihin Marksist kavranışıyla, materyalist tarih yorumuyla hiçbir alakası yoktur. Eski vakanüvislerle şimdiki akademisyen tarihçilerin biricik ve sürekli uğraşları da tarihin bu yazım tarzıdır. Gramsci’nin önerdiğinde bu anlamda herhangi bir yenilik bulunmamaktadır.
Gramsci’de tarihsellik bundan sonra da göreceğimiz gibi, maddi dünyanın ve onun bir parçası olan toplumların iç ilişkilerine dayanmaz. Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çatışma ve buradan kaynaklanan diğer çelişki ve çatışmaları içermez. Tarihsel süreç insan bilinci ve iradesinden bağımsız tarihsel olay ise rastlantı olarak kendini açığa vuran zorunluluk olarak kavranmaz Gramsci’de. Tarihsellik anlayışı idealist olan Gramsci, Marksizm’in doğuşunu da “tamamen tesadüf eseri” olarak ele alıyor.
“Praxis felsefesi aforizmalar ve pratik göstergeler halinde tamamıyla bir tesadüf eseri olarak doğdu. Çünkü kuruluşu bütün düşünme gücünü başka sorunlara, özellikle ekonomi sorunlarına (sistematik bir şekilde) vermişti. Fakat bu pratik göstergelerde ve bu aforizmalarda üstü kapalı olarak bütün bir dünya görüşü, bir felsefe vardı.” Yine bir başka sayfada: “Bir anlamda praxis felsefesi Ricardo’nun keşiflerine evrensel bir nitelik verip bunları konusuna uygun biçimde bütün tarihe uyguladı ve böylece de özgün bir dünya görüşünün doğmasına yol açtı” demekte. İddia ediyoruz ki, Gramsci’nin felsefesi iki özgün burjuvadan bir özgün proleter “yaratma” felsefesidir. Ama Marksizm’in evrensel, bilimsel bir dünya görüşü olması “özgün Marksizm’lere kapıları kapattığı gibi onun diğer burjuva felsefelerle en ufak bir ortaklığı yoktur. Bu yüzden felsefeler arasında Marksizm’in “özgün” bir konumda durduğu tezi saçmalıktan ibarettir.
Engels Anti-Dühring’de tarihin materyalist açıklamasını keşfinin, tesadüf olmadığını şöyle diye getirir; “Eğer Marks tarihin tarihsel anlayışını bulduysa Thierry, Mignet, Guizot 1850’ye değin bütün İngiliz tarihçileri bunu çalışıldığını tanıtlarlar ve aynı anlayışın Morgan tarafından bulunması da zamanın bu anlayışı için olgunlaşmış olduğunun ve zorlu olarak bulunması gerektiğinin kanıtıdır. Tarihteki bütün öbür rastlantı ve öbür rastlantı görünüşleri içinde bu böyledir.” Marksizm, tarih tarafından oluşturulmuş proletarya ve burjuvazi arasındaki sınıf savaşının zorunlu bir ürünü olarak doğmuştur. İşte bu nedenle sosyalizmi ve Marksizm’i Marks ve Engels’in tesadüfi bir keşfi olarak görmek, idealist tarih yazımıdır. Engels Anti-Dühring’de, “… Modern sosyalizm, bu gerçek çatışmanın düşüncedeki yansısından herşeyden önce bu çatışmadan acı çeken sınıfın, işçi sınıfının beyinlerinde fikirler biçimi altında yansımasından başka bir şey değildir.” derken bunları “alçakgönüllülük olsun” diye değil tarihin materyalist kavranışını örnekler olarak sunuyorlar. Gramsci “tarihsel materyalizm”de “tarihsel”e vurgu yaparken Engels İngiliz bilinemezcileri ve Utangaç Materyalistleri eleştirisinde “tarihsel materyalizm” deyiminin bir bütün olarak önemine dikkat çekiyor. “Ne olursa olsun, bir şey anlaşılır görünüyor: bir Bilinemezci olsaydım bile, besbelli bu küçük kitapta kabataslak sunulan tarih kavramım ‘tarihsel bilinemezcilik’ diye niteleyemezdim. Dindar kimseler bana gülerdi, bilinemezciler ise kendileriyle alay mı etliğimi öfkeyle sorarlardı. Onun için, önemli bütün tarihsel olayların sonal nedenini ve büyük itici gücünü, toplumun ekonomik gelişiminde; üretim ve değişim tarzlarındaki dönüşümlerde ve bunların ardından toplumun farklı sınıflara bölünmesinde ve bu sınıfların birbirlerine karşı savaşımlarında arayan görüşü adlandırmak için başka birçok dilde olduğu gibi, İngilizcede de ‘tarihsel materyalizm’ terimini kullanırsam, bundan İngiliz saygınlığının bile pek sarsılmayacağını umuyorum.” (Felsefe İncelemeleri)
Marksizm; tarihin, dinin, felsefenin ve tüm teorilerin devindirici gücünü eleştiride değil devrimde bulur. Bilimsel dünya görüşünde pratiği fikirlere göre açıklamak değil, fikirlerin oluşumunun maddi pratiğe göre açıklaması vardır. Gramsci’nin Marksizm’in doğuşunu “tesadüf,” ve “Ricardo+Hegel” sentezi olarak gören hafifliği en bayağı bir idealizmdir. Gramsci’nin rasyonaliteyi indirgediği ve tesadüf eseri olarak iyice budamaya uğraştığı bilimsel dünya görüşünün zorunlu olarak doğması gerektiğini son olarak Engels’in şu özlü açıklamasında da görelim: “Ve yıllardan beri bizim en iyi çalışma aracımız ve en etkili silahımız olan bu materyalist diyalektik ne dikkate değer bir şeydir ki, yalnızca bizim tarafımızdan değil ayrıca bizden bağımsız, hatta Hegel’den bile bağıntısız olarak Joseph Dietzgen adlı bir Alman işçisi tarafından yeniden bulundu. “Ayrıca Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsözünde Marks’ın belirttiği gibi “insan zihninin genel evriminin araştırılması”ndan Marksizm’in bulduğu, ortaya çıkardığı hiçbir şey yoktur. Gramsci’de tarih kavramların tarihi ve hareket ilk ivmesini kavrama keyfince verdiği bir harekettir. Diyalektikten anladığı “kavramlar diyalektiği”.
Gramsci’nin monizmi kendi bireysel varlığı ile kendi imalatı kavramların (beyni içindeki) bir birliğidir. O, insan bilincinden bağımsız nesnelliği reddederek, Marksizm’i bu yolda revizyona uğrattığı diyalektik materyalizmi bozduğu için bizi ilgilendirdi, yoksa onu “kurgul dünyasında” rahatsız etmezdik. “Ütopya” ve “bilimsellik” kavramlarının iyice deformasyona uğratıldığım biliyoruz. Kimilerinin “Marksizm’e de bir gelecek düşüncesinin olmadığını, ona yeni bir ütopya kazandırmak gerektiğini” ileri sürdüğünü, kimilerinin de “sınıfsız toplum hedefinin ütopya olmaktan çıktığını, sınıfsız toplumun kapitalizmin üretici güçlerini geliştirmesiyle şimdiden kurulduğunu, emek sermaye çatışmışının, sınıf mücadelesinin, devrimlerin bittiğini, Marksizm’in iflas ettiği” üzerine fetvalar çıkardığı günümüzde Gramsci’nin sorunu ele alışına değinmeden geçmek olmuyor. Şimdi de Marksizm’de “tanrıcılığın”, “mistikliğin” izlerini araştıran Gramsci’yle karşı karşıyayız:
‘Tarih dışı ve insan dışı bir nesnellik var gibi mi görünmekledir peki ama kim karar verecek bu nesnellik
hakkında? (…) Burada bir tanrı kavramınım ve daha çok mistik bir bilinmeyen tanrı (demek ki Gramsci’nin bildiği tanrılar da varmış! Yn.) kavramının kalıntısı olduğu ileri sürülebilir. (…) Nesnellik daima insan bakımından nesnelliği anlatır bu da tarihsel olarak öznel, başka bir deyimle ‘nesnel’ ‘evrensel öznel’ anlamına gelir, insan tek bir kültür sistemi içinde tarihsel olarak birleşmiş olan insan türü için gerçek olduğu ölçüde dünya hakkında bilgi edinir. Fakat bu tarihsel birleşme ancak insan toplumunu bölen iç çelişkiler sona erdiği zaman gerçekleşecektir. (…) Metafizik materyalizmdeki nesnel kavramıyla insanın dışındaki bir nesnelliğin varlığın anlatılmak istenir gibidir, fakat insan olmasa da bir gerçekliğin varolacağını ileri sürmekle ya bir mecaz yapılmakta, ya da bir çeşit mistikliğe düşülmektedir. Biz gerçekliği insana oranla bilmekleyiz: insan oluş halinde, bilinç ve gerçeklik de oluş halinde olduğuna güre nesnelliğin kendisi de bir oluştur, (abç.)”
Gramsci nesnelliği; insana göre tanımlayarak nesnelliğin bilgisi temeline “göreceliği” oturtuyor. İnsan bilincinden bağımsız nesnelliği kabul etmiyor. “Öznesiz nesne olamayacağını ileri sürmek” işte bu idealizmdir ve “tanrıcılık”, “mistiklik” tam da Gramsci’nin bu anlayışına özgüdür. Bilinç oluş halinde olduğu için, nesnellikle bir oluşmuş! Bu mutlak şüphecilik, bilinemezcilik değil midir? Lenin, Materyalizm ve Amprio-kritisizm adlı yapıtında Mahçılara yönelik olarak; “…Materyalizm bütün bilgilerimizin göreliliğini nesnel gerçeğin yadsınması anlamında değil, ama bilgilerimizin bu gerçeği yaklaşmasının sınırlarının tarihsel göreliliği anlamında kabul eder” demişti. Gramsci’nin gerçekliği ise insan ve onun bilinci geliştikçe ortaya çıkıyor. Kaldı ki kendisini “yaratıca” filozof olarak gören Gramsci doğanın, maddi varlığın bir parçası, onun ürünü değil mi? İnsandan önce bu nesnellik yok muydu, insandan sonra olmayacak mı? Nesnellik Gramsci’nin bilincinden bağımsız olarak yoksa ve olamayacaksa Gramsci’nin bedenden ayrılmış ruhu, hali hazırda dünyanın maddiliği ve nesnelliği sağlıyor olmasın sakın?! Lenin, 1905 Devriminin “yenilgisi” ertesinde Marksizm’den kuşkuya düşen, dönekleşen Bogdanov ve Bazarov gibilerinin savunduğu bu görüşü Materyalizm ve Amprio-kritisizm’de çok yoğun eleştiriye tabi tutar, işte onlardan biri: “Doğa bilimleri yeryüzünün insanlıktan önceki varlığının bir gerçek (verile) olduğu yolundaki olumlamasında kuşkuya yer vermez. Bu materyalist bilgi teorisi açısından tamamıyla kabul edilebilir bir şeydir: yansıtılan yansıtandan bağımsız olarak varoluşu (dış dünyanın bilinçten bağımsız olarak varoluşu) materyalizmin temel ilkesidir. “Bilinmezciliğin” Gramsci türü fazla derin! Gerçeklik toplumda iç çelişkiler (istisna olarak Gramsci’de gördüğümüz bir laf ‘iç çelişkiden anladığının farklı felsefeler düşünceler arasındaki sıradan bir ayrılıktan öte anlam taşıdığını sanmıyoruz. Sınıfsal bir çelişkiyi anlatıyor olamaz.) toplumda iç çelişkiler bitince; “tarihsel birleşme” gerçekleşince olanaklıymış. Diyelim ki bu tarihsel birleşme sınıfsız toplumdur. İnsanlığın bu dönemde bile bilgilerinin gerçeğe yaklaşmasını sınırlarının tarihsel göreliliği değişmez. Her şeyin bilineceğini o dönem için bile olsa iddia etmek anti-diyalektiktir. Yaşamı, hareketi, maddeyi, evreni dondurmak anlamına geldiği gibi entelektüel gelişmeyi öldürmek anlamına da gelir bu. Engels Anti-Dühring’de: “Eğer insan evriminin herhangi bir döneminde; zihinsel ve tarihsel olduğu denli fizik evren ilişkilerinin de böyle inandırıcı ve kesin bir sistemin gerçekleşmiş olsaydı, bu insan bilgi alanının sınırlarına varmış ve toplumun bu sistemle uyum içinde örgütlendiği andan başlayarak, gelecekteki tarihsel gelişmenin askıya alınmış olduğu anlamına gelirdi ki, bu da bir saçmalık, tam bir anlamsızlık olurdu. Demek ki insanlar şu çelişkiyle karşı karşıya bulunuyor: bir yandan tüm ilişkileri içinde evren sistemi üzerine eksiksiz bilgi edinmek ve öle yandan hem kendi öz nitelikleri ve hem de evren sisteminin niteliği nedeniyle, bu sorunu tamamen çözmeye hiç bir zaman yetenekli olmamak.”
Gramsci “tarihsel birleşme” ile çelişkileri yok ediyor. Tarihi materyalist olarak salt tarihsel olarak birleşimi insan türünün bilincinin oluşmasına paralel olarak inşa eden Gramsci Marksist monizmden bihaberdir. Toplumda çelişki kalmadığında elbette ki Gramsci’nin felsefesinde “tarihsel güçlerin diyalektiğini” bulmak şaşırtıcı olurdu. Nitekim onda geriye kalan “kavramlar diyalektiği”dir. Ama Gramsci tam da bu noktada “”din”i tekrar diriltmekte. Eh! Sadece insanların cahilliye dönemlerinin ürünü olacak değil ya (!) Her şeyin bilinir olduğu bir aşamada da yeni dinler doğabilirmiş (!) 1920’lerde cezaevi hücresinde (inzivadayken) Gramsci bu dinin sırrına ve sınırına erişmiş görünüyor: “Eleştirinin (Marksizm’i kastediyor. Yn.) kendisinin de en son doruğu işaretleyen spekülatif evresi vardır. Sorun şudur: Varılan bu en yüksek nokta, yeni tipten tarihsel evrenin hareket noktası olabilir mi? Bu safhada zorunluluk-özgürlük organik olarak kaynaştığı için arlık toplumsal çelişkiler kalmayacak ve tek diyalektik, tarihsel güçlerin değil ideal diyalektik olarak kavramların diyalektiği olacaktır.”
“İdeal diyalektik”ten bir an için olsun “idealist diyalektik”i anlamasak onu “en güzel, en iyi” anlamında yorumlasak bile, Gramsci gönlünde yatan aslanı söyleyiverdi: Kavram Diyalektiği…
Gramsci’ye Hegelce dediğimiz için kimse celallenmesin! Kendisinin akademik olarak da hocası Croce’den devraldığı Hegelci bayrağı nasıl salladığını, Hegel’i överek nasıl yücelttiğini, Marksizm’e yönelik saldırılarını “defterler”inden gösterdiğimizi sanıyoruz göstereceğiz.
Toparlarsak Gramsci’nin söylediği şu: Maddede çelişik yok, kavramlar var, onlarda diyalektik var, bu diyalektikten “sentezler” yapılabilinir. Maddeden, tarihten, hareketin bağımsız olarak “kavramların diyalektiği” olur. Gramsci’nin yaptığı ve gelecekte de tüm insanlığın yazgısı olarak öngördüğü idealist bir kuruntudur, kurgudur. Çünkü o, maddesinden ayrılmış bir düşünce içerisine (kavramlar içine) “maddesiz hareketi el altından sokuşturmayı” düşünen kurgucudur sadece.
Gramsci Marksist diyalektikteki nicelik-nitelik kavramlarıyla da, oynamaktadır. O’nda çelişki, antagonizma niteliğin sıçramalı oluşumu, yadsınmanın yadsınması yoktur. Diyalektik materyalizmin belli başlı ilke ve kavramlarıyla oynamak; “Engels üç yasa koydu Stalin dörde çıkardı, Mao teke (çelişki yasasına) düşürdü vb. “hafifliklerde bulunmak günümüzde tekrar moda. Bu konuda en az Gramsci kadar netleştikten sonra (!) Gramsci’ci olmak gerekir ama ülkemizin utangaç Gramsci’cileri de var. Diyalektik ve tarihsel materyalizm yasalarıyla bir bütündür, bunları birbirinden ayrı ele almak, yasalarından bir kaçını atmak veyahut “katkı” adına yenilerini uydurmaya gereksinimi yoktur bilimsel dünya görüşünün. O doğa ve toplumdaki yeni gelişmelerle zenginleştirilebilinir hepsi o kadar. Yasalarla oynamak ise onu özünden bozmak anlamına gelir. Gramsci’nin ilkesi pratiğinde gereksindiği şeydir, keyfidir. Bu onun Makyavel’in “Prens”ini iyi okuduğunu da gösteriyor. Şimdi, onun nicelik ve nitelik sorununa nasıl yaklaştığını görelim: “Niteliksiz nicelik, niceliksiz nitelik olamayacağına göre (kültür olmadan ekonomi, zekâ olmadan pratik faaliyet ve de bunun tersi) iki terimi biri-birine karşıt göstermek akılsal bakımdan bir anlamsızlıktır, (…) ‘niteliği’ ‘niceliğe’ karşı çıkarmanın biricik anlamı şudur: insanların çoğunun sadece nicelik bir bölümünde nitelik olduğu belirli toplumsal yaşam koşullarının değiştirmeden olduğu gibi tutmak. Eğer nicelik nitelik birliği parçalanamıyorsa (abç.) irade gücü en iyi neye uygulanır sorunu ortaya çıkar: Niceliği mi geliştirmeli, niteliği mi? Bu iki cepheden hangisi kontrol edilebilir? Bunlardan hangisi daha kolay ölçülür? Hangisine dayanılarak tahminlerde bulunulabilir? (abç.)Çalışma planlan kurulabilir. Bunun cevabı hazırdır nicelik cephesine “
Gramsci olgularda bir çelişki görmüyor. Olgularda sıradan bir karşıtlığı özdeş kılıyor. Sıçramalı gelişme, yadsımanın yadsınması yeni niteliğin ortaya çıkmasında onda yoktur. Olan karşıtların basitçe yer değiştirmesi aynı olguda egemen ya da tali olması tekrar tali hale gelmesi kısır döngüsü olun diyalektiğidir. Onda niceliksel artış aynı zamanda niteliğe denk düşer. Nicelik ile nitelik çelişkisi; her sürecin ve olgunun özsel doğasına göre eski nitelikle kendine yeni biçim arayan yeni niteliğin çelişkisi olarak görünmez. Oysa yeni nitelik nicel birikimlerle eskiyi yadsıyarak ortaya çıkar. Bu ortaya çıkış devrimcidir, sıçramayla gerçekleşir ve hareketin önceki (evrimci) biçiminden farklıdır. Yani nitelikte yeni çelişkilerin ortaya çıkışı ve yeni yadsımalarla değişme ve dönüşme olarak maddenin hareketi mutlaktır, süreklidir. Nitelik ve niceliğin; hareketin varoluş biçimleri olarak birbirlerinden, maddeden bağımsız olarak ele alınamayacağı bir gerçektir. Ama maddenin hareketini görünüş biçimlerini birbiriyle özdeş kılmak niteliği, yani nitel dönüşümü nicelikle yani evrimci gelişmeyle özdeşlemek; maddeden hareketi sürüp çıkarmak olguyu dondurmak anlamına gelir. “Nitelik-nicelik birliği parçalanamaz” diye bir şey olamaz. Şeyler özündeki çelişki gereği sürekli hareket halindedir. Nitel dönüşüm yeni sıçrama anı, eski niteliğin yadsındığı, yeni niteliğin kendi biçimine kavuştuğu an (denge) dir ve bu görelidir. Hareket ve çelişki, eskiyle yeninin çelişkisi ise mutlaktır. “Kültür olmadan ekonomiden, zekâ olmadan pratik faaliyet”ten diyalektik materyalist olarak bahsedebiliriz ama ekonomik faaliyet olmaksızın bir kültürden, pratik faaliyet olmaksızın zekâdan bahsetmek idealist felsefeye özgüdür. Görüldüğü gibi Gramsci’de Feuerbach kadarcık materyalizm bile yoktur. (Engels Feuerbach materyalizminin mistik ve metafizik örtüden kurtulamamasını tarihsel materyalist bir açıklamasını şu şekilde yapar: “Ama kır ortasında tek başına bir filozof, bilginlerin kendilerinin bile o dönemde hala karşı çıktıkları ya da doyurucu biçimlerde kullanmasını bilmedikleri buluşların değerini takdir edecek kadar bilimdeki ilerlemeleri yeterli bir biçimde nasıl izleyebilirdi? Dunun suçu, kendilerini, karış karış aşan Feuerbach, küçük bir köyde köylüleşmek ve tozlanıp örümceklenmek zorunda kalırken, kurnaz ve seçmeci, kılı kırk yarmakla vaka geçirenlerin felsefe kürsülerine el koymalarına yol açan Almanya’nın içler acısı koşullarındadır yalnızca. “Gramsci’nin işlediği suçta da hapishane ve koşullarının payı vardır ama 120 öncesi Marksist saflardaki yeri ve konumundan ötürü bize “özrü kabahatinden büyük” bir suç olarak görünüyor.)
Şeylerin kendisinde hareket, çelişki, yadsıma görmeyen Gramsci İnsan bilincini topluluk halindeki insanların toplumsal yaşam koşullarına sadece katmakla nicelik cephesine yatırım yapmakla “nitelik” yaratıyor. Şeylerin değişimi onda hep çevresel yani dıştan ve iradidir. Çelişki özsel değildir. O, insan bilincini dışlaştırdığı için hareketi beyninin ürününden başlattığı için çelişkiyi kendisi yani (birey) ile çevre arasına oturtuyor. Bizzat çevrenin toplumsal maddi yaşam koşullarının yansımasının insan bilincini doğurduğunu, insan bilinçli, amaçlı eylemlerinde toplumsal maddi koşullara bağlı olduğunu, itici gücün ve son tahlilde belirleyici olan bu maddi koşullar olduğunu inkar ediyor. Gramsci’nin şeylerdeki çelişkiyi ve dönüşümü nasıl kavradığı “suyun kaynaması” klasik örneğinde de açıktır: “… suyun ısısının değişmesiyle halinin (gaz, sıvı, buz) değişeceği gibilerden kelime oyunlarına başvurmakladır. Oysa bu olayı meydana getiren bir dış etkendir (ateş, güneş ya da karboniğin buharlaşması)” Değişmenin “dış”tan geldiğini ne de güzel kanıtlayıvermiş Gramsci (!) Herhalde kendisini de insanlık için dışsal (güneş gibi!) görüyordur. Dış koşulların dış etkenlerin, olguların içsel çelişki, bağlantıları üzerinde hareketin gelişimi üzerindeki etkileri bilinir bir şeydir. Ama değişme için temel olan “şeylerin özündeki çelişki”dir. Sadece beli koşullarda suyun nicel ısı değişimi onun niteliğini değiştirir. Ve ısı niceliğinin de kaynama için yüz derece birikmesi zorunludur. Hava basıncının değiştiği ya da ısının 80 derece niceliğinde su kaynamıyorsa bu onun içsel bağlamı ve çelişkilerinden dolayıdır. Nitel sıçrama anını inkâr için güneşin ısısına sığınıyor ama Gramsci buzulların niçin erimediğini, yanardağların neden püskürdüğünü de eminiz bu yöntemiyle açıklayamaz. Aynı dış koşullarda her yumurtadan değil de, neden döllenmiş yumurtadan civciv çıkağını da açıklayamaz. (Ama horoz etkenini dışsal bulmakta özgürdür.) Engels, niceliğin niteliğe dönüşümünü Anti-Dühring’de anlatırken Napolyon’un tanıklığımda başvurur (çünkü diyalektik yaşamın içindedir, Napolyon savaşlarının da içinde de bulunur.) “…Bitirmek için nicelliğin niteliğe dönüşümü yararına bir tanığa daha başvuracağız; Napolyon’a. O atları kötü, ama disiplinli Fransız süvarisinin, tek tek savaş bakımından o çağın söz götürmez bir biçimde en iyisi, ama disiplinsiz Memlük’lere karşı savaşını şöyle anlatır: ‘İki Memlük üç Fransız’dan kesinkes üstündü, yüz Memlûk ile Yüz Fransız birbirine denkti, 300 Fransız 300 Memlük’ten çoğu kez üstündü; 1000 Fransız 1500 Memlük u her zaman yeniyordu; Tıpkı Marks’ta sermaye durumuna dönüşmesinin olanaklı olması için, değişim-değeri tutarının, değişken de olsa, belirli bir büyüklüğünü zorunlu olması gibi, Napolyon’da da kapalı düzen ve yöntemli kullanıma dayanan disiplin gücünün kendini gösterebilmesi ve hatta dahi iyi atlara sahip, binicilik ve savaşta daha usta ve en azından kendisi denli yürekli, daha büyük ve düzensiz süvariler yığınını yenecek denli büyüyebilmesi için, belirli büyüklükteki bir süvari birliği zorunluydu.” diyor. Herhangi bir nicelik artışı ya da azalışı değil olgunun her biriminin içsel bağlantı ve düzenlenişini de etkileyen ama belirli bir büyüklükteki belli niteliği yaratan bir artış. Her sürecin her olgunun özsel çelişkileri (zıt kutupları eski yapıyla yeni yapı arasındaki çelişki, zıtlar mücadelesinin gelişimi, evrimci ve devrimci hareketi) farklıdır ve yeninin üstün geldiği sürecin iç düzenlenişinin değiştiği anı nitel sıçrama-yadsınma anı) vardır. Gelişme ancak böyle olanaklı olur. Gramsci su örneğinde, suyun ısı derecesindeki artış ya da azalışın onun durumunda değişmeye yol açan bir faktör olduğunu biliyor. Ama bu arış ya da azalışı “değişmeyi yaratan dış etkendir” diye çarpıtıyor. Engels Doğanın Diyalektiğinde konuyla ilgili olarak şunları söyler: “…Suyun ısı derecesi önceleri onun sıvı durumuna etkili değildir ama sıvı durumdaki suyun ısısı azalır ya da çoğalırsa, moleküller arasındaki çekim bir an sonra değişecek ve durum değiştirerek buza ya da buhara dönecektir (abç.) “Yani ısı daha henüz sıvı durumdayken de su da varmış ve içselmiş. (Zaten evrende ısısı olmayan ya da ısıya dönüşmeyen bir madde henüz keşfedilmedi) Isı maddenin kendisinde vardır, içseldir. Su örneğinde de anlatılmak istenen ısının dıştan mı geldiği, ya da bir kısmının dıştan mı, (güneş vb.) geldiği değil, ısının moleküller arasındaki çekimi bozmasıdır. Moleküller arasında iç çelişki ve ilişki olmasa (Hidrojen ve oksijen) dışsal ısının ne hükmü olacaktır? Gramsci’nin bu örneği ele alışından da anlaşıldığı gibi, O olgularda, şeylerde “kendinde bir çelişki” görmemekte, harekete dışardan şırınga etmektedir. İnsanlardaki dış etkenin insanın yarattığı koşullar olduğunu ileri süren Gramsci, hiçbir insan ve tanrı eli değmeden oluşmuş doğanın insanı yarattığını; belidir ki kabul etmemektedir. Gramsci’de “insanın yarattığı koşulların, insanı değiştirmesi” görüşü bir an için materyalistmiş gibi görünebiliyor. Onun koşullarından ve anladığı ise bellidir İnsanın bilinçli yarattığı koşullardır. İnsanların eylemini ve onların bilincini koşullayan Gramsci’de “maddi üretim koşulları” değildir, insanların nasıl yaşadığı, ne ile ne biçimde ürettiği, nasıl bölüştüğü değildir. Gramsci tarihsel materyalizmi inkar etmek için Vülger materyalistleri hedef tahtası yapar, yel değirmenlerine saldırır. Feuerbach’ın “insan ne yerse odur” tezine saldırır, “bu olduğu gibi alınırsa başka türlü yorumlanabilir. Bu aşağılık ve ahmakça bir yorumdur. Buna göre insan her zaman maddi olarak ne yerse odur, yani yiyeceklerin düşünüş üzerinde doğrudan doğruya belirleyici bir etkisi vardır (abç.) “İnsanların ateşi bulması, eti depolama olanağının ortaya çıkışı, proteinin sürekli alınır hale gelmesinin insanları düşünsel yetilerini geliştirmesi gerçeğini bir yana bırakılım. Gramsci’nin zaten eleştirdiği böylesi bir düşünüş üzerinde etki değildir. O’nun ne anladığını “defterler”inden aktarıyoruz: “Göçebelerin toprağa yerleşmesine yol açan buğday ekiminin düzenli yapılması değil, tersine göçebeliğe aykırı düşen koşuların meydana gelişidir ki, insanları düzenli buğday ekimine zorlamıştır”. Gramsci’nin sorunu burada yerleşik-göçebelik olgularının nasıl doğduğunu açıklamak, ama nasıl açıklıyor? Neye karşı çıkıyor? İnsanların göç olayı ona göre insanların “maddi üretim” ve “yeniden üretim”lerini gerçekleştirmek gereksiniminden doğmaz. Sormak lazım “göçebeliğe aykırı koşullar” nereden geliyor, eğer insanlar göçebeliğe temiz hava almak için başvurmuyorlarsa, avlanma, hayvan yetiştirme vb. üretim gereksinimleri onlara göçebeliği dayatmamışsa niçin göçebe olmuşlar? Ya da buğday ekmeyebiliyorlardı ama bunun düzenli yapılacağını (ekim, hasat ve yeniden üretimden dolayı) toprağa yerleşilerek yapılacağını mı bilmiyorlardı? Gramsci’yi anlamak zor değil; O sadece idealist bir tarih yazıyor fakat bunda hiç bir yenilik gerçeklen yok. Marksistleri eleştirmek için, Marksizm’i bozmak için tarihte böylesi “ahmaklıklar” çokça yapılmıştır. Rusya’nın anarşistleri de Feuerbach’ın yukarıda andığımız tezini, tarihsel materyalizme “mide teorisi” diyebilmek, saldırmak için kendilerine kalkan yaptılar. Stalin “anarşizm mi, Sosyalizm mi?” makale dizisinde onlara hak etlikleri cevabı vermişti: “(…) Marks’ın insanların ekonomik durumunun onların bilincini, ideolojisini belirlediğini söylediği kuşkusuz; ama yemekle ekonomik durumun aynı şey olduğunu size kim söyledi? Örneğin yemek gibi fizyolojik bir görüngünün örneğin insanların ekonomik durumu gibi sosyolojik ör görüngüden temelden ayrıldığını bilmiyor musunuz yoksa? Bu iki farklı görüntüyü birbirine karıştırmak haydi diyelim ki, yetişkin bir iyi ev kızı için bağışlanabilir, fäkal nasıl olur da ‘sosyal demokrasi yıkıcısı’ ‘bilimin yenileyicisi’ olan sizler iyi ev kızının halasını böyle düşüncesizce tekrar edersiniz. “İyi ev kızının hatasını bir kez de Gramsci “Yiyeceklerin düşünce üzerinde belirleyici etkisi vardır” diye tekrarlamış, biz sadece göstermeye çalıştık.
Gramsci Marksizm’i ütopik olmakla suçluyor “Praxis filozofu (…) gerçekte de bugünkü çelişkiler alanının dışına kaçamaz, doğrudan doğruya bir ütopya yaratmadan çelişkilerin ortadan kalkacağı bir dünyadan söz edemez”. Gramsci Marksist teoride söylenenin “sınıfların ortadan kalkması-sınıfsız toplum” olduğunu bilmez mi? Bilir. Genel olarak çelişkinin ortadan kalkmasından bahsetmek saçma bir şey olur. Oysa Gramsci bunu söylüyor, çelişkilerden geriye sadece “kavramların diyalektiğini” bırakıyor. Marksizm’e ütopyaları eleştirdiği, ütopik sosyalizmlerin yerine bilimsel olarak sınıfsız topluma geçişin yasalarını açıkladığı için Gramsci’nin rahatsızlık duyduğu belli. Evet, kimileri Marks’ı ütopya yarattığı “sınıfsız toplumun” bir düş olduğunu söyleyerek onun bilimsel olmadığını belirtmiş oluyorlar. Kimileri de “ütopya” yaratmalıydı diyebiliyor. Günümüz Türkiye’sinde “Marksizm’in yeni bir ütopyaya, gelecek düşüncesine gereksinimi vardır” diyenler sınıflar mücadelesi ve emek sermaye çelişkisi ütopyasının iflas ettiğini ekleyerek “yeni” sınıf dışı, sınıflar üstü, marjinal muhalefet odaklarının marjinal sesi olmaya çalışıyorlar. Ütopya konusunda bazılarını çok kızdıran bir kılavuza, Stalin’in “Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm” yapıtına başvuruyoruz: “Dördüncüsü, İnsanların irade ve çabalarını hayal ve ütopya olarak ne zaman göstermiştir Marks? Marks’ın insanların irade ve çabalarını, ekonomik gelişme ile açıkladığı kuşkusuz ve odalarından dışarı çıkmayan bazı kimselerin çabaları ekonomik duruma uygun düşmeyince bunları ‘ütopya’ olarak adlandırmıştır. Marks’ın görüşüne göre insanlığın çabalarının genellikle ‘ütopya olduğu’ anlamına mı geliyor yoksa bu? Bunun açıklanmasına gerek var mı acaba? Yoksa Marks’ın şu sözlerini okumadınız mı? ‘Bu nedenle insanlık hep yalnızca çözebileceği sorunları ödev edinmiştir.’ Yani genel konuşmak gerekirse insanlık ütopik hedefler izlemez.”
Gramsci Marksist dünya görüşünü “ekonomist-determinist olduğu, yorumlandığı vb.den hareketle” bir çok saldırı yöneltirken felsefeyi genci bir kategori gibi ele almakta ve Marksizm’i bu genel felsefenin bir alt başlığı haline sokmakta tereddüt etmez. Felsefeyi tarihe, ideolojiye ve sonuçta bizce tüm bunları sınıflar üstü bir Halkçılığa (Popülizm’e) indirger. “Halkın bir ideolojiyi benimsemesi ya da, benimsememesi düşünüş biçimlerinin akla uygunluğuna ve tarihseli iğine yöneltilen bir çeşit eleştirinin açığa vuruluşudur.” der Gramsci. Ona göre felsefeler, ideolojiler egemen sınıfın ekonomik egemenliğinin ifadesi ve bu egemenliği sağlamlaştıran araçlar değildir. Gerçek ilişkilerin ve çelişkilerin tersyüz edilmesinin araçları olarak görülmezler. Meslekten politikacı ve filozofların ürünleri; egemen sınıfa maaş karşılığı sunulan demagojiler, aldatma elemanları değildir Gramsci’de. O ideoloji ve felsefelerin halk tarafından benimsenmesini onların akla uygunluğunun (yabancılaşmanın değil) ölçütü yapar, rasyonelliğe fetva çıkarır. O, halkın benimsediği ya da uyum sağladığı (zorla benimsetilmiş ya da uydurulmuş değil) ideolojiyi “keyfi” bulmamakla kendi keyfi modeline aklınca yol açıyor. Çünkü o kendi felsefesini de Halkçılaştırmayı savunur. Bunun için de: “Kendi öz kanıtlarını yorulmadan, bıkmadan (anlatış şeklini değiştirerek) tekrarlamak; bu, halkın düşünüşünü etkileyebilmek için en etkin bir öğretim aracıdır.” “Sivil Toplum” bahsinde değineceğimiz gibi bu öğretim aracı onun aynı zamanda “sivil toplum”da hegemonya kurabilmesinin ve orada yönetici duruma geçebilmenin de tek yöntemidir. Proletaryanın ve ezilen emekçi yığınların ideolojik, politik, ekonomik mücadele cephelerinin birleştiği merkezin bağımsız siyasal Marksist partileri olduğu gerçeği ve proletaryanın partileri önderliğinde yürüttükleri mücadele sürecinde kazandığı deneylerden çıkardığı dersler sarmalında gerçeği kavrayacakları ve sınıf bilincine ulaşacakları doğru anlayışının Gramsci’de eseri yoktur. Toplumsal tüm varlığı bilincin bir yaratımı olarak gören Gramsci’nin kendi felsefesini, ideolojisini dünyalaştırırken elbette onları sık sık ama değişik biçimde papağan misali tekrarlama yönetimini seçmesi çok şaşırtıcı değildir. “Defterler”inde de bunu yapmıştır. Onu birazcık sistemli kılan da “bilince” verdiği önemi idealist tarzda temcit pilavı gibi tekrarlamasıdır. Gramsci’den sonra da Marksist dünya görüşünü bozma çabaları; basitleştirme, ülke koşullarına uyarlama, halkın benimseyeceği biçime sokmak adına da yapıla-gelmiştir. Mao’nun Çin Devrim’inde yaptığım belirttiği de bu olduğunu biliyoruz. Sonuç politikada Popülizm felsefesi Konfüçyus’un doğmalarıyla Marksizm’in harmanlanışı olmuştu. Bu tür çabaların kürsü kariyerli Marksolog’larca evvelden beri hoş görüldüğünü biliyorduk ama mücadeleci bir pratikten gelmiş “Marksist” iddiasını bırakmayan kişilerin de Popülist uğraşları onaylaması kabul edilemez. Bu tür orijinallikler acaba “bir katkı da benden” diyebilmenin yolunu yapma çabası mıdır? Biz Gramsci özgülünde “Marksizm’i bir bilim gibi, ön yargısız, tarafsız inceleme yönetimini” izlememekte kararlı “dogmatik ” tavrımızı sürdüreceğiz.
Devam edecek.

Ocak 1991

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑