Dünya’da ve Ortadoğu’da keskinleşen çelişkiler; savaş, barış ve mücadele

Bölgede ve dünyadaki gelişmelerle birlikte düşünülüp değerlendirildiğinde, görüleceği gibi işçi ve emekçilerin, ezilen ve sömürülen halkların hızla çatışmalara ve savaşa sürüklendiği, emperyalist paylaşım ve pazar kavgalarının bölgeler ve ülkeler düzeyinde devam ettiği bir sürecin içinde bulunuyoruz.

Türkiye ve Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın birçok bölgesinde savaşlar, çatışmalar devam ediyor. Kapitalizmin merkezlerinde yükselen tepkiler ve patlamalar, krizin yükünün sırtına yıkılmak isteten işçi emekçi ve halklar tarafından kolayca kabul edilmeyeceğinin görülmesi şiddeti daha da artırıyor. Artan işgal hazırlıkları, iç savaş provaları, bölgesel savaş planlarıyla birlikte, burjuvazi, dünya işçi ve emekçilerine gözdağı verecek katliamlar sergiliyor. Kapitalist sömürünün devamı için, işçi ve emekçilerin, halkların kanını dökmekte zerre kadar tereddüt göstermeyen burjuva diktatörlüklerde her gün oluk oluk kan akıtılıyor. Güney Afrika’da Apartehid yönetimindeki yılları hatırlatan madenci katliamı bunu bir kez daha gösterdi. Kölelik koşullarına direnen işçilere karşı gösterilen vahşi tutum kapitalizmin yüzünü gösteriyor. 34 işçinin kurşuna dizilmesi sadece Afrika ile sınırlı bir fotoğraf ve sonucu değil, burjuva diktatörlüğünün dünyadaki yüzüne işaret ediyor. Dünyanın hemen her bölgesinde iş, ekmek ve özgürlük için mücadele edenlere karşı süren kitlesel katliamlar yaşanıyor. Savaş ve silahlanma atbaşı gidiyor. Krizden çıkamayan kapitalizmin, kar, yeni pazar ve emperyalist hegemonya kavgası halklara rahat bir nefes aldırmıyor.

Ortadoğu’da da mevcutlarla yetinilmiyor. Yeni üsler kuruluyor, yapılan tatbikatlarda yeni silahlar deneniyor, kara, deniz ve hava savaşları için süren hazırlıklar kıyasıya harcamalar ve yeni bütçe ayarlamaları yapılıyor. Akdeniz’de suların giderek ısındığı, emperyalist güçlerin gövde gösterisine girdikleri, birbirlerine dış gıcırdattıkları ve bununla sınırlı kalmayacağı görülen gelişmeler var. Rusya, Çin, İran mevcut durumu sürdürmek, ABD, İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği blok ise, Türkiye’nin “yeni dönemin müttefiki ve taşeronu” olarak görev almasıyla birlikte, bir bölümü yıkılsa da yeniden dayanak haline getireceğini düşündüğü işbirlikçileriyle Ortadoğu’da yeni alanlar açmak üzere hazırlık içinde bulunuyorlar.

 

SAVAŞLARIN DİNMEDİĞİ ORTADOĞU’DA YENİDEN SAVAŞ TAMTAMLARI ÇALIYOR

Ortadoğu bölgesi, emperyalistlerin planı ve desteğiyle on yıllarca süren Arap-İsrail savaşlarından, Filistin’e yönelik savaş ve şiddetten, Lübnan-Beyrut savaş ve iç savaşından, Irak’ın İşgali, İran’a yönelik ambargo ve sıkıştırma operasyonlarından sonra yeniden başka düzeyde devam eden ve tüm Arap ülkelerini etkisi altına alan bir savaş ortamına sürüklenmiş bulunuyor. Son bir buçuk yıl içinde hemen tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde ayaklanmalar, protesto gösterileri, iç savaşlar ve emperyalist müdahaleler oldu. Halkların diktatörlüklere yönelen öfkesi, şimdilik emperyalist güçler ve onların “yenilikçi”, “adalet ve özgürlük” tayfalarınca etkisiz hale getirilmiş ya da yedeklenmiş olsa da, dinmeyen gelişmeler değişik düzeylerde devam ediyor. İsrail’in Filistin halkına yönelik saldırıları bitmiyor. ABD, NATO ve BM’nin işgalinin devam ettiği Afganistan’da ölümler devam ediyor. İran hedefte. Irak birçok gelişmeye gebe. Suudi Arabistan da dâhil olmak üzere, işbirlikçi Arap yönetimleri yerlerinde rahat oturamıyorlar. Bu ülkelerde her gün yeni bir gelişme, protesto, mezhep kavgaları ve emekçilerin arayışları yaşanıyor.

Türkiye burjuvazisi bu gelişmelerin seyri içinde “komşularla sıfır sorun” söylemli ve bu yönde bir kaç hamle yaptığı politikasından dolayı, tüm bölge ülkeleriyle ve bölge halklarıyla sorunlu ve giderek savaşa sürüklenen bir hale geldi. Bir yandan kendi hegemonik hesapları, diğer yanda emperyalist planlarda taşeronluk görevini üstlenen AKP Hükümeti, Türkiye halklarını her geçen gün daha çok tehlike ile karşı karşıya bırakmaktadır.

“Her tarafta savaş” politikası uygulayan AKP Hükümeti, içeride ve dışarıda uygulanan politikalarla emperyalistlerin takdirini aldıkça, yeni düşmanlara kazanmaya, Ortadoğu, Akdeniz, Balkanlar ve Kafkaslarda yalnızlaşmaya devam ederken, Türkiye Ortadoğu’da tam gaz savaşa doğru ilerleyen bir ülke profili çiziyor. Tüm komşularıyla sorunlu bir ülke durumuna gelen Türkiye’de, cumhuriyet tarihi boyunca komşu devletler ve komşu halklarla bu kadar sorunlu ve düşmanlaşmış bir yönetim olmadı. Suriye, Irak, İran sorun yaşana ülkelerin başında geliyor. Kürtler yaşadıkları her parçada Türkiye yönetimini birinci sorun olarak görüyorlar. Ermenistan ile sorunlar sürüyor. Türkiye’nin Suriye ile farklı düzeylerde cereyan eden bir savaşın içinde olduğunu söylemek abartı değil. Suriye’ye yönelik tüm savaş ve yeni yönetim planlarının merkezi karargâhı haline gelen Türkiye bir savaş üssü haline geldi. 70 bin mültecinin sınırına yığıldığı, 100 bin olması beklenen ve BM statüsü kazanmak isteyen, “Tampon Bölge” hesapları peşinde koşan Türkiye yönetiminin, bunun sorunları daha çok artıran bir gelişme olacağını bilmemesi düşünülemez. Bunlar ancak çırpınışı ve batışı hızlandıran gelişmeler olabilir.

Suriye-Türkiye savaşına dönüşmesi an meselesi olan gelişmelerin başkaca boyut kazanacağı, Kürt sorunundan, Alevi meselesine kadar birçok patlama ögesinin savaşan güçlerin etkisi altına gireceği ya da gelişmeleri kendi hesaplarınca “savaş düzleminde” değerlendirmek isteyeceğini söylemek kehanet olmasa gerek.

Türkiye-Suriye sınırının bu yakasında oluşturulan kamplarda on binlerce Suriyeli savaşın içeri ve dışarı taşınan mobil unsurları durumuna geldi. Türkiye sınırı El Kaide mensupları, CIA ve uluslararası istihbarat örgütlerinin cirit attığı, çetelerin kol gezdiği bir ateş hattı durumunda. Bölgenin diğer ülkeleriyle de değişik düzeylerde sorunlar yaşayan Türkiye yönetimi, içeride ise başta Kürt sorunu olmak üzere birçok “düşman” sahibi. İşçi ve emekçilerin, emek, barış ve demokrasi güçlerinin bu gelişmelerin seyri içinde kendi cephelerinin kazanımı için mücadeleyi yükseltmeleri kadar anlaşılır bir durum olamaz. Savaş aşığı AKP Hükümeti, silahlı Kürt hareketinin eylemleri, giderek yönetim talep eden düzeye gelen, yer yer “alan hâkimiyeti” sağlayan Kürt hareketi, Alevi sorunu, işçi ve emekçilerin muhalefeti olmak üzere birçok sorunla karşı karşıya bulunuyor.

 

AKP HÜKÜMETİ HEMEN TÜM POLİTİKALARINDA DUVARA TOSLUYOR

ABD’nin çıkarlarına endekslenmiş Ortadoğu politikasında nemalanacağını dahası bu ortamdan ziyadesiyle pay ve nüfuz sahibi olacağını düşünen, halk düşmanı, gerici ve ırkçı Türkiye yönetimi, bu politikasıyla, aynı zamanda Neo-Osmanlıcı emellerinden başarı sağlayacağını düşünmektedir. Emperyalizmin BOP kapsamında hedeflenen “Yeni Ortadoğu” haritasında ve pazar paylaşımında rol ve misyon sahibi olduğu iddialarını “büyük devlet olmak” gibi argümanlarla ifade eden Türkiye yönetimi, Türkiye halklarını tedirgin etmekle kalmamış, bölgedeki tüm halkların şimşeklerini üzerine çekmiş, bir avuç ABD ve emperyalizm işbirlikçisi yönetimlere, gerici provokatör ve taşeron örgütlere mahkûm olmuştur. Hamlelerinde sürekli boşa düşen ve giderek güç ve irtifa kaybeden bir Türkiye yönetimi söz konusu. Ve Suriye politikasında da çamura saplanmış çırpınma alametleri göstermeye başlamıştır. Son bir yıl içindeki hemen tüm girişim ve hamlelerinde boşa düşmüş bir dış politika ve diploması yürütmüş Türkiye yönetimi, giderek bölge halklarınca güvenilmez bir ülke yönetimi haline gelmiştir. Buradan hareketle, Suriye yönetiminin düşürülmesi ve oluşacak yeni yönetim üzerinden bir nebze olsun nefes almak, güç ve itibar edinme hesabının da oldukça sorunlu bir yol olduğu; gelişmelerin her geçen gün daha fazla sayıda ögenin AKP aleyhine işlediğini göstermektedir.

Zira Türkiye Suriye’deki gelişmelerin ve bugün yaşanan savaşın baş sorumlularından birisi olarak bataklığa saplanmış bulunuyor. ABD’nin bile kendi iç sorunları, yılsonunda yapılacak seçimler ve başkaca dengeleri gözeterek, Afganistan’da, Irak’ta yaşadığı çıkmazı düşünerek “temkinli” olduğu, Rusya, Çin, İran gibi faktörlerin yok sayılamayacak, dahası mevcut durumunu bile zora sokacak gelişmelere neden olabileceğini düşündüğü, “tedbirli” yaklaştığı Suriye’ye yönelik dış müdahale konusunda, Türkiye yönetimi “cihat” edasıyla tam bir seferberlik içinde bulunuyor. Şam yönetimini devirmek için tıpkı ABD’nin Irak işgali döneminde Saddam için kullandığı argümanları kullanan, Beşar Esad yönetiminin gaddar, zalim, insan hak ve özgürlüklerini tanımayan ve devrilmesi gereken bir yönetim olduğunu söyleyen ve bunun gerçekleşmesi için askeri yöntemlerle desteklenen her türlü yol ve yöntemi kullanan AKP hükümeti, Suriye hava sahasını ihlal ettiği gerekçesiyle düşürülen askeri uçağı konusunda da boşa düşmüş oldu. Dahası rezil rüsva oldu! Türkiye ilk günlerde yaptığı açıklamaları ve tehditleri bir bir yutmuş ve sesini kesip oturmuştur. Hem iç kamuoyu hem uluslar arası kamuoyu nezdinde inandırıcılığını ve güvenini yitiren Türkiye yönetimi, şimdilerde bu durumun mevzuu edilmesinden bile hoşlanmamaktadır.

Türkiye yönetiminin Irak içişlerine yaptığı müdahale, Irak’ta Türkiye ve başka ülkeler adına çeşitli tertipler içinde olduğu ve saldırılar düzenlediği iddiasıyla hakkında tutuklama kararı çıkarılan ve kırmızı bültenle aranan Eski Irak Başbakan Yardımcısı El Haşimi’nin iki yıldan bu yana Türkiye’de misafir ediliyor olması, son olarak tüm diplomatik teamüller aşılarak ve Irak yönetimi atlanarak, Kürdistan Federal Yönetimi üzerinden Kerkük’e yapılan ziyaret Türkiye hükümeti ile Irak hükümeti arasındaki ipleri de hepten germiş, kopma noktasına getirmiştir. Bu gelişmenin, aynı zamanda yıllardır muhatap alınmayan, küçümsenen ve hakaretler savrulan Kürt liderlerin yönetiminde bulunduğu Kürdistan üzerinden yapılması Türkiye hükümetinin başka bir paradoksuna işaret ediyor. İran, Irak, Suriye yönetimlerinin Türkiye’ye karşı kendi içinde oluşturdukları refleksin giderek güç kazandığı ve Rusya, Çin gibi ülkelerin ilgi ve koruma kapsamındaki bu bölgede gelişmelerin yeni birçok olasılık barındırdığı da görülmektedir.

 

TÜRKİYE HALKLARI, 1 EYLÜL BARIŞ GÜNÜ VE MÜCADELE BİRLİĞİ

Birçok yanıyla değerlendirildiği gibi, Türkiye bu yıl 1 Eylül Dünya Barış Günü’ne oldukça karmaşık koşullar içinde, dahası “içeride ve dışarıda savaş koşulları” diyebileceğimiz bir ortamda giriyor. Başbakan Hitler ve Musolini’yi anımsatan tutum ve nutuklarıyla dikkat çekerken, kabinedeki bir çok bakan askeri yönetim dönemleri ya da faşizmin hüküm sürdüğü ülkelerdeki bakan ve politikacılar profili çiziyor. Hizbi-kontra da denilen “domuz bağcı” Hizbullah çetesini çıkardığı yasayla salıveren, Sivas katliamı sanıklarını zaman aşımı ile ödüllendirerek mahkeme kararını “hayırlı olsun” diyerek karşılayan Başbakan, MHP başta olmak üzere tüm faşist, gerici ve şoven politik çevrelerle güçlü bir cephe örme çabasında. Önceki yıllarda MHP ile farklı bir kulvarda yer aldığını belirtmek, MHP’nin milliyetçi ve ırkçı argümanlar, hatta kan üzerinden politika yaptığını ve morg önlerinde beklediğini söyleyen, Anayasa referandumu döneminde kedi köpek gibi hırlaşanlar, şimdi can ciğer kuzu sarması, Başbakan ile MHP arasından su sızmıyor! Bir dönem taktığı maske ile dolaşan, Kürt sorunundan, Alevi sorununa, Romen haklarından başkaca birçok alana ilişkin “açılım” politikaları açıklayan AKP’nin, başta İçişleri Bakanı olmak üzere birçok yönetici ve milletvekili, MHP’yi oldukça rahatlatan ve onların bir kez daha memnuniyetle “biz muhalefette olsak da fikirlerimiz iktidarda” diyebileceği koşullar yaşanıyor. MHP artık “hükümet ortağı” haline gelmişken, AKP ise tüm maskelerini fırlatıp atmış bulunuyor. Irkçı, faşist ve gerici tüm politik partiler, şahsiyetler ve partileri de bünyesinde toplamayı hedefleyen AKP hükümeti, “Türk-İslam” merkezli ve açıkça bu kesimin hegemonyasını sağlayacak bir çalışma içinde bulunuyor.

Bu politika, sadece içeride değil, Ortadoğu’da, “İslam Dünyası”nda da buna uyumlu bir şekilleniş içinde örülüyor. AKP Hükümeti İçeride Türk-İslam, Dışarıda Sünni-İslam üzerinden “Yeni Bir süreç” başlatmış durumda. ABD politikalarıyla da uyumlu bu taşeronluk görevinde inisiyatifi ele alarak ilerlemek istemektedir. Başbakanın Suriye’ye yönelik savaş politikasında sıkça Beşar Esad’ın Alevi olduğunu belirtmesi, “Nusayri” olarak telaffuz etmesi ve Esad’ı “Esed” olarak küçümseyerek ve hakaretamiz biçimde dile getirmesi, hatta CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nu da aynı mezhepte olmakla ve aynı politikalarda buluşmakla itham etmesi bu politik hesaplardan bağımsız düşünülemez. Yine Suriye’ye yönelik savaş ve işgal planlarına, emperyalist saldırganlığa ve AKP taşeronluğuna karşı tutum alan sınıf partisi de dahil olmak üzere tüm ilerici, devrimci-demokrat, savaş karşıtı güçleri ve Kürt hareketini Baasçı olarak itham ederek gözden düşürmeye çalışması, medyanın bu alanda özel bir yayın içinde olması da buradan bağımsız düşünülemez. Diğer tarafta Sünni gruplardan El Kaide’den Talibana, İhvan’dan Suudi yönetimine kadar tüm dinci çevreleri sevgi ve saygıyla anması iyi ilişkiler geliştirmek için büyük mesai harcamasının altında yatan esas nedeni de başka bir çok faktörle birlikte burada aramak gerekiyor. Hamas, Hizbullah gibi örgütlerle ilişkilerindeki esas nedeni de Sünni-İslam endeksli, GOP kapsamlı ve Neo-Osmanlıcı hesaplardan bağımsız düşünmek mümkün değil.

Başbakan Erdoğan, herhangi bir ülkenin Başbakanı gibi konuşan, sorunları ele alan bir başbakan profili çizmekten öte, kılıcını çekmiş, sefere çıkmış ve yedi düvele karşı savaşan bir cengâver, bir mücahit portresi çiziyor. Bu politikaların sonucu olarak her gün ülkenin başka bir bölgesinde yaşanan devlet şiddetli bir gelişmeyle yüz yüze kalınıyor. TSK, Polis, MİT her gün yeni bir gelişmeye imza atıyor. Roboski katliamını gerçekleştiren TSK mensupları ve emir verenler hakkında bir soruşturma açılmaması da Hükümetin katliamlar da dâhil olmak üzere her şeyi göze alan politikaları kararlıca uygulayacağını gösteriyor. Operasyon, çatışma, ölüm, patlama haberleri dinmiyor. Kan ve gözyaşının, ırkçı ve şoven propagandanın, militarist gösterilerin eksilmediği bir dönemin içine girdik. İçişleri Bakanının Hakkâri’ye yaptığı ziyarette görüldüğü gibi provokatif girişim ve açıklamalar birbirini izliyor. Kan ve şiddet ırkçı ve şoven propaganda linç girişimleri dinmiyor. Bir gün Ayazağa’da işçilere, başka bir gün Malatya’da Alevilere, diğer bir gün Dalyan’da Kürtlerin çalıştırdığı işyerine yönelik saldırılar oluyor. Hastanede, yolda, parkta Kürtçe konuştuğu için dövülen, şarkı söylediğinden dolayı katledilenler oluyor. İşçi ve emekçileri bölen ve parçalayan, farklı dil, kimlik ve inançlardan halklarımızı farklılıklarından dolayı birbirine karşı kışkırtan politikaların artış gösterdiği bir tablo var. Barışa, diyaloğa, özgürlüklerin kazanılmasına halkların kardeşliğine yönelik çaba ve mücadeleler saldırının hedefi oluyor. Egemen sınıflar bir yandan ulusal kimlikleri, inanç farklılıklarını, kültürel zenginliği yok sayarak “tekçiliği” dayatırken, diğer tarafta, farklılıkları düşmanlaştırmanın, bölmenin ve halklarımızı birbirine karşı kışkırtmanın politikalarını geliştiriyor.

KÜRT SORUNU, İÇ SAVAŞ MALZEMESİ OLARAK KULLANILMAK İSTENİYOR

Devletin Kürt sorununu şiddetle “çözüm”de ısrarının yarattığı çatışmalar, ölümler kan ve şiddet devam ediyor; on binlerce insanın ölümü, yaşam ve üretim alanlarının tahribi ve Şemdinli’de yaşandığı gibi insansızlaştırılması yine gündemde. Askeri harcamalar, faturası halka ödetilen savaş devam ediyor. Asker cenazeleri ile PKK savaşçılarının ölü sayıları yarıştırılıyor. Daha çok operasyon, sınır ötesi bombalama, daha fazla sayıda PKK’linin öldürülmüş olması, ya da rakamların yüksek gösterilmesi asker ölümlerindeki acıyı ve gerilimi rahatlatmanın vesilesi sayılıyor. Her gün tabutlara sarılan, gözyaşına boğulmuş anneler, babalar, eşler tablosu var. İnsanım diyen herkesi derinden sarsan görüntüler karşısında “çözüm” önermek, bir tek kişinin bile yaralanmasını engelleyecek barış girişimleri başlatmak yerine, Şemdinli yolunda karşılaşan HPG mensupları ile siyasetçilerin tokalaşması, sarılması, barışı tahayyül etmeleri, dağdan ovaya inişi sağlayacak günleri hayal etmeleri bile saldırı ve savaş nedeni haline getiriliyor.

Ne yazık ki henüz bu kötü gidişatı, halkların eşit, özgür ve kardeşçe yaşayacağı barışçı bir çözüme evriltecek güçlü bir işçi, emekçi ve halk tutumu yaratılamadı. PKK’nin sürdürdüğü silahlı mücadeleyi yeni bir boyut kazandırdığını açıklaması, buna paralel yaşanan “cephe savaşı” türü gelişmeler, silahlı Kürt hareketinin “alan tutma” taktiği ve bunun yarattığı savaş atmosferinin ölümleri arttırması, politikacıların, kamu görevlileri ve işadamlarının, PKK tarafından alınması/salıverilmesi önümüzdeki dönem bu alandaki gelişmenin yönünü gösteriyor. Antep’te yaşanan ve 9 kişinin ölümüne onlarca kişinin yaralanmasına neden olan bombalı saldırı benzeri kontra eylemlerin artması, Alevilere yönelik ayrımcı, baskı ve linç girişimleri, polis terörüyle birlikte giderek artan ve “halk hassasiyeti” olarak olağan sayılan ırkçı faşist gösteri ve kalkışmalar, diğer tarafta Suriye’ye yönelik savaş hazırlıkları, Suriye sınırına yapılan yığınak ve savaş hazırlığı, işçilere ve emekçilere yönelik saldırılar ve daha bir çok olumsuz görüntü ve gelişme, Türkiye’nin bugünü ve geleceği bakımından hiç de iç açıcı bir fotoğraf sunmuyor.

 

“İÇERİDE VE DIŞARIDA SAVAŞ” POLİTİKASINA KARŞI, BARIŞ, ÇÖZÜM VE MÜCADELE

Önemli bir bölümü can güvenliği ve yaşam kaygısından kaynaklı olmakla birlikte, Suriye’den Türkiye’ye sığınan, ancak AKP hükümetince teşvik edilen mülteci akını başkaca birçok sorunun da habercisi oldu. Suriyeli Mülteci Kampları on binlerce Suriyelinin toplandığı alanlar oldu. Bazı kampların CIA ve başkaca istihbarat örgütleri ve onların emrindeki “Özgür Suriye Ordusu” denilen gerici faşist güruhun cephane ve eğitim üssüne dönüşmüş olması, başta Hatay halkı olmak üzere, sınır boylarında yerleşik tüm halklarımızı tedirgin eden bir boyut kazanmış bulunuyor. Bu kamplardan biri olan, Apaydın Kampı CHP milletvekillerinin bile giremediği durumda. İncirlik Üssü’ne, Kürecik Üssü’ne giremeyen CHP milletvekilleri son olarak Hatay’daki bir mülteci kampına da sokulmadılar. CHP’li Hurşit Güneş ve Süleyman Çelebi, kampın önünde basın açıklaması yaparak geri döndüler. Ancak Hurşit Güneş’in bu durumu, Suriye’ye yönelik savaşın sorumlusu olan ABD ve emperyalistleri işaret etmek, AKP taşeronluğuna dikkat çekmek, o kampa girmek için halktan ve kamuoyundan destek istemek, halkı bu yönlü aydınlatmak yerine, “Burası Kandil mi” diyerek, defalarca operasyon düzenlenmiş, on bin askerle sefere çıkılmış, CHP’nin de destek verdiği “sınır ötesi tezkere” ile sürekli bombalanan Kandil ile kıyaslaması anlaşılır ve kabul edilir bir durum değil. Güneş, bir kez daha Kürt sorunundaki ırkçı ve şoven söylemi tekrarlamıştır. Savaş karşıtı tepkileri ve gelişmeleri doğru bir yerden değerlendirerek, başta Kürt sorunu olmak üzere, içeride ve dışarıda barışı savunması gerekirken, Kürt sorununda süregelen savaş politikalarını savunanların, Suriye’ye yönelik politikalarındaki tutumları hiç de inandırıcı değil.

 

SURİYE-TÜRKİYE SAVAŞINA GİDİLEN SÜREÇ VE TÜRKİYE’Yİ BEKLEYEN OLANAK VE TEHLİKELER

AKP Hükümetinin şiddet ve savaş politikalarının tüm halklarımızda büyük bir endişe yarattığı, AKP’ye destek vermiş büyük bir kesim içinde de bu politikanın destek bulmadığını gösteren birçok veri bulunuyor. Özellikle Hatay’da yaşananlar sadece Arap Aleviler için de değil, Türk, Sünni, Hıristiyan, Kürt her dilden ve inançtan halklar içinde tedirginlik yarattığını gösteriyor. Mülteci kamplarında kalmayan, şehir merkezinde tutulan evlerde kalan, adeta JİTEM elemanlarının bir dönem Kürt Bölgesinde gösterdiği pervasızlıkla hareket eden El Kaide mensuplarına, silahlı dolaşan kişi ve gruplara karşı endişe içinde olan Hatay halkının da can ve mal güvenliğini sağlamak için yeni arayışlara girdiğinin, bireysel olarak silahlandığının gösterdiği gelişme, Suriye’ye yönelik savaş planının aynı zamanda ülke içinde de çatışma ve savaşa gebe olduğunu göstermektedir. Hatay’daki halk tepkisinin, özelikle Arap Alevileri içinde giderek Esad hayranlığına ve desteğine dönüştüğünü gösteren birçok veri bulunuyor. Daha önce olmadığı kadar, Hatay’ın statüsünü sorgulayan, Arapların hak yoksunluklarını dile getiren, “kopuş” duygu ve fikrini gündemleştiren gelişmelerin yaşandığı da atlanmamalıdır. Dün Esad’a eleştirel yaklaşanların bir kısmında da “bu gün Esad’ı tartışmanın sırası değil, emperyalizme ve savaşa karşı, AKP politikalarına karşı, medyanın kışkırtma ve savaş tacirliğine karşı ortak tutum alalım ve bu belayı savalım” yaklaşımı daha öne çıkmış bulunuyor. İslamî kesim içinde de şimdilik daha entelektüel kesimlerle sınırlı olsa da, Suriye’ye yönelik savaşa karşı tutum geliştirme eğilimi içinde bulunan büyük bir potansiyelin varlığı gözlemleniyor. AKP hükümetinin bu pervasız gidişine, savaşa ve şiddete endekslenmiş planlarına karşı, tüm halkların artan tedirginliğinin güçlü bir savaş karşıtlığına ve AKP’yi durdurmaya yönelik mücadeleye dönüşmesi için daha aktif bir tutuma ihtiyaç var.

Gelişmelerin vahameti ve yaratacağı sonuçlar konusunda daha güçlü bir aydınlatmaya, şiddete, halkların birbirlerine karşı silahlanmalarına ve savaşa karşı güçlü bir işçi, emekçi ve halk muhalefetinin örülmesine duyulan ihtiyaç daha yakıcı hale gelmiştir. Suriye’ye yönelik savaş planlarının hükümetin dilediği gibi seyrettiği ve ilerlediği de söylenemez. Diğer yandan Kürt sorununda da hükümetin tüm projeleri iflas etmiş, Kürt Bölgesi’ndeki gelişmelerin giderek AKP karşıtlığını büyütürken, eşitlik, özgürlük ve statü kazanma mücadelesinde mesafe alacağını gösteren çok sayıda belirti vardır.

Ancak Kürt sorununun bir Türkiye sorunu olarak anlatılması ve kavranmasında, işçi ve emekçiler cephesindeki bilgilenme ve etkilenmenin esas olarak hükümet cephesinden ve yandaş medyadan yapıldığı düşünüldüğünde, sendikalar, işçiler, aydınlar, akademisyenler, sanatçılar başta olmak üzere, sınıf partisinin etkide bulunacağı tüm alanlarda daha etkili, açık ve net bir aydınlatmaya ve buradan ilerlemeye büyük bir gereksinim var.

Gaziantep’teki patlamada da görüleceği gibi provokatif eylemler, kör terör girişimleri, Hüseyin Aygün olayında yaşandığı gibi kaçırma/alıkoyma eylemlerinde ortaya çıkan tepkiler ve devletin bu durumu işbirlikçi çevrelerini de harekete geçirerek psikolojik savaş malzemesine dönüştürmesi çalışmalarını da boşa düşürecek, tüm halklara Kürt sorununun çözümü konusunda bir tutum öneren ve bunun etkili olması için bir çalışma planı işleten olmayı başarmak gerekiyor. Kürt sorununun inkârcı, faşist ve gerici uygulamalarda ısrar ederek, ezme ve bazı kırıntılarla “çözme” hesaplarını bozacak güçlü bir barış ve çözüm muhalefetine, mücadelesine duyulan ihtiyacı örgütlemek için içinde bulunduğumuz koşullar bir olanak olarak değerlendirilebilir. 1 Eylül vesilesi ile ortaya çıkan tutum üzerinden ilerlenerek güçlü bir halk cephesinin temelleri sağlamlaştırılabilir. BDP’nin kapatılması için başlatılan girişimler, Şemdinli’de HPG mensuplarıyla milletvekili ve siyasi parti temsilcilerinin karşılaşmasından sonra başlatılan kampanya ve milletvekillerinin dokunulmazlığının düşürülmesi hesaplarının boşa çıkarılması için daha çok çaba sarf edilmelidir. Yine Antep’te gerçekleştirilen patlama PKK ile ilişkilendirilmesi halinde bile karanlık bir tertiptir. Bu patlama savaşı ve şiddeti artırma, Suriye’ye yönelik savaş planlarında hükümetin elini güçlendirme, Kürt sorununu kriminalize etme, “terör”, “terörizm” sorunu olarak mahkûm etme ve Kürt halkının fiili kazanım ve hakların kazanılmasında yarattığı meşruiyet koşullarının yok etme hesaplarına güç vermektedir. Türk işçi ve emekçilerinin daha etkin bir tutum alması, emekçiler açısından bunun anlaşılır kılınması ve harekete geçmeleri için daha fazla beklenmemelidir.

Arap Halk Ayaklanmaları Işığında Filistin-İsrail Sorununa Bakış

Tunus’taki halk ayaklanması tüm Arap dünyasını etkisi altına aldı. İşsizlik ve açlığın kol gezdiği Tunus’ta tezgahta sattığı birkaç parça eşyadan kazandığı parayla yaşamını sürdüren Muhammed Buazizi’nin, diktatör Zeynel Abidin bin Ali yönetiminin güçleri tarafından tezgahına el konulup dövülmesi bardağı taşıran son damla oldu. Bir Kuzey Afrika ülkesi olan Tunus’ta üniversite mezunu, işsiz bir gencin Bin Ali yönetimine isyanı bölgesel düzeyde gelişen halk ayaklanmalarının ateşleyicisi oldu. Buazizi’nin derdini anlatacağı bir yer bulamayacağı kanaatine vararak 17 Aralık’ta Belediye binası önünde bedenini ateşe vermesi ve 4 Ocak 2011’de hayatını kaybetmesi, patlamaya hazır halde olan Tunus halkının ayaklanmasını tetiklemeye yetti. 14 Ocak’ta başlayan ve giderek yayılan halk ayaklanması Tunus’la da sınırlı kalmayarak, aynı zamanda patlama ogeleri birikmiş olan tüm Arap-İslam dünyasında bir hareketlenmeye, bir birbirini motive ederek bölgesel düzeyde gelişen ayaklanmalara neden oldu.

Darbelerle, suikastlar ve entrikalarla iradesi gasp edilen,  polis ve asker gücüyle, babadan oğula geçen yöneticilerin, diktatörlerin ayaklanan halkı durdurmaya yönelik her girişimi; vaat, rüşvet, tehdit, şantaj, reform, paralı asker şiddeti ve diğer yöntemleri geri tepti. Halklar iş, ekmek ve özgürlük talepleri için kararlı bir tutum sergiledi. Yeraltı ve yerüstü kaynakları gaspedilmiş, ezilen ve sömürülen Arap halkı uzun yıllardan beri çektiklerinin artık katlanılamaz düzeye geldiğini ortaya koyarak ayağa kalktı, isyan etti. Her biri 50, 100, 150 milyar dolar servet sahibi olan 20, 30, 40 yıllık baskıcı ve emperyalizm işbirlikçisi iktidar sahipleri bir bir yıkılmaya başladı. Emperyalizm işbirlikçisi diktatörlerin yıkılışı karşısında “halktan yana”, “demokratikleşme destekçisi”, “diktatörlük karşıtı” bir görünüm sergilemeye çalışan kapitalist-emperyalist dünya egemenleri, bir yandan da “dünyanın ve bölgenin sahipsiz olmadığı, halkların tepki ve isyanının da bir sınırı var” demek için fırsat arayışına girdiler.

Tunus’tan sonra bölgedeki diğer ülkelerde de hareketlenmeler, protestolar, çatışma ve yerel ayaklanmalar dinmedi. Ancak esaslı tutum Mısır halkı tarafından sergilendi. Birçok Arap ülke halkının moral ve güç bularak aynı dönemde ortak bir refleks göstererek ülke yönetimlerine karşı harekete geçmesinde Tunus’tan çok Araplar üzerinde tarihi ve manevi etkisi büyük olan Mısır etkili oldu. Mısır’da, Tahrir Meydanı’nda günlerce süren ve tüm dünyaca dikkatle izlenen direnişin Arap halklarının harekete geçmesinde, on yıllardır bastırılmış duygu ve düşüncelerini haykırmaya, yönetimlere karşı ayaklanmaya geçmesinde önemli etkisi oldu. Böylece uzun yıllardan bu yana bastırılmış olan Arap halkı, bölgedeki ve dünyadaki politik gidişatı sarsacak bir süreci de başlatmış oldu.

HALK AYAKLANMALARININ ÖZGÜN VE GENEL NEDENLERİ, ARAP HALK DAYANIŞMASINI ARTIRACAKTIR

Enver Sedat, Begin ve Carter arasında imzalanmış olan 1978 Camp David Anlaşması’ndan sonra İsrail ile girilen sıcak ilişkileri arttırarak sürdüren işbirlikçi Hüsnü Mübarek’e karşı duyulan öfkenin Mısır halkıyla sınırlı kalmadığı, tüm Arap dünyasına yansıdığı bir gerçek. Mübarek’e karşı patlayan öfkenin aynı zamanda işbirlikçiliğe karşı patlayan öfke olduğunu düşündüren birçok neden bulunuyor. 32 yıldan bu yana oturduğu devlet başkanlığı koltuğunu oğluna devretme hazırlığı içindeki Hüsnü Mübarek halk hareketine direnemeden yıkıldı. Ortadoğu’nun ‘Amiral Gemisi’ndeki bu gelişmeyle birlikte Ortadoğu’daki gelişmeler dikkatlerin merkezine  oturdu.

Gelişmelerin gösterdiği, 2011 yılı başında Tunus’ta başlayan ve tüm Arap-İslam coğrafyasını etkileyen halk ayaklanmalarının yeni bir dönem açtığıdır. Bu halk ayaklanmaları dalgasından hemen her ülke değişik düzeylerde de olsa etkilenecektir. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda çizilmiş sınırlar ve atanmış temsilcilerle vücut bulan Ortadoğu bölgesinde yaşanan bu gelişmeler aynı zamanda yeni gelişmelerin de habercisidir. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da tahrip olan halk hareketinin yeniden toparlanması ve örgütlenmesinin önünü de açacak olan bu gelişmeler karşısında emperyalist güçlerin sessiz sedasız izleyici olacaklarını düşünmek de saflık olurdu. Henüz her ülkenin kendi diktatörüyle sınırlı bir tepki olmakla beraber, bu gelişmelerin giderek bir Arap halklarının ortak mücadele duygu ve fikrine evrileceği, halk isyanlarının işbirlikçileri hedef almakla kalmayacağı, giderek emperyalizme ve çizilmiş statüye yönelebileceğini beklemek hayalcilik olmasa gerek. Devam eden devrimci halk isyanlarının emperyalistlerin çıkarlarını tehlikeye soktuğu, ABD çıkarları ve Siyonist İsrail yönetiminin geleceğini tehdit ettiği de bir gerçek.

Nihayet Libya’daki gerici Kaddafi yönetimine karşı baş gösteren isyandan sonra ABD, Fransa, İngiltere gibi emperyalist güçlerin ve diğerlerinin aralarındaki çelişki ve çatışmaları da göstererek harekete geçmeleri, saldırıyı işgale vardırma arayışına girmeleri, Kuzey Afrika’dan başlayarak yeni bir planı devreye sokmaları olarak anlaşılmalıdır. Libya’ya yönelik emperyalist saldırının Saddam Irak’ını çağrıştıran argümanlar kullanılarak gerçekleştirilmiş olması, bu müdahalenin Libya ile sınırlı kalacağı ve Kaddafi’nin Saddam’ın akıbetine uğrayacağı anlamına gelmez. Arap dünyasındaki ayaklanmanın seyri içinde gelişen Libya’ya saldırı ve işgal hesabının daha şimdiden tüm Arap halklarını endişeye boğduğu, orta yerde duran Irak işgali ve sonuçlarının Arap halkını düşündürdüğü ve arayışa sevk ettiği unutulmamalıdır. Irak, Afganistan işgalleri ve emperyalizmin bu ülke halklarına çektirdiği acıların, işbirlikçi yönetimlerin “hafifletme” çabalarına rağmen halkın ruhunda derin izler yarattığı gerçeği unutulmamalıdır. Libya’da Kaddafi’ye karşı ayaklanan, ancak gerici Kaddafi diktasını yıkacak kadar güçlenemeyen hareketin, aynı zamanda, emperyalist müdahaleye karşı bir direniş potansiyeli olduğu da unutulmamalıdır.

Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki halk ayaklanmalarının bastırılması, yeni işbirlikçilerin oluşturulacak “yeni” yönetimlerin başına geçirilmesi hesabını da kapsayan Libya saldırısı, emperyalistler ve onların bölgedeki işbirlikçileri için eskisi kadar kolay olmayacaktır.

ARAP HALK HAREKETLERİ, FİLİSTİN DİRENİŞİNDEN İLHAM ALIYOR

Arap halk hareketleri karşısında sarsılan ve yıkılan diktatörlerin imdadına yetişmeyi de kapsayan Libya’ya yönelik emperyalist saldırı, İsrail yönetimini de sevindirmiş oldu. Arap Ligi ve emperyalizmin dümen suyundaki bölge yönetimleri de emperyalist müdahaleden memnun görünüyorlar. Ancak Magrip ve Ortadoğu’da tek bir ülke yoktur ki, halk emperyalist müdahaleye alkış tutsun. Fas, Yemen, Bahreyn gibi ülkeleri derinden etkileyen, Cezayir’de mayalandığına dair veriler sunan, Suriye’de dalga dalga büyüyen iş, ekmek, özgürlük taleplerinin giderek birleşik bir Arap direniş hareketine bürünme potansiyeli taşıdığı da atlanmamalıdır. Filistin direnişinin içindeki bazı şahsiyet ve birleşme eğilimi gösteren odağın ve yine Arap dünyasındaki aydın, sendikacı ve sınıf eksenli bazı oluşumların bu yönlü bir arayış içine girdikleri de görülüyor. Filistin halkının yaşadığı sürgün ve esaret koşullarının değişmesini de kapsayan bir dayanışmanın, hem işbirlikçi yönetimlere, İsrail yönetimine ve emperyalizme karşı gelişmesine ilişkin emarelerin uzun olmayan bir sürede ortaya çıkması hiç de imkansız görünmüyor

Kuzey Afrika ve Ortadoğu halklarının, Filistin halkının on yıllardır süren sürgün yaşamına ve uğradığı katliamlara seyirci kalan, ABD’nin ve emperyalistlerin dümen suyunda yüzen, servetine servet katan, halkı yokluk ve yoksulluk içinde yaşarken lüks ve sefahatle ünlenen, İsrail’in işgal ve katliamlarına ses çıkarmayan işbirlikçi yönetimlere karşı birikmiş öfkesinin dindiği düşünülmemelidir. Tunus, Mısır ve Libya’da olduğu gibi on yılların yıkılmaz gibi görünen iktidarlarının bir bölümünü yıkan, bir bölümünü sarsan ve sarsmaya devam eden halk, sessiz gibi görünen diğer ülkelerin başında bulunan diktatörleri korkutmakla kalmıyor, olup bitenler, dünya işçi ve emekçilerine, ezilen ve sömürülen halklara umut ve moral aşılıyor. İsrail’in yeni provokasyonlar peşinde koşması, ABD, AB ve diğer emperyalist güçlerin bir yolunu bulup gelişmelere müdahale etme ihtiyacı duymaları, sadece Libya’nın petrol kaynaklarına el koymak, stratejik konumundan yararlanmakla sınırlı değil, Arap halklarının giderek bölgesel bir devrimci hareket kazanma özelliğinden duyulan kaygıdır.

1948’den bu yana işgal ettiği Filistin  ve Arap topraklarından çekilmemekte direnen, ABD ve emperyalizmin yeminli jandarması, Arap halklarına karşı bir saldırı üssü haline gelen İsrail’in de yaşanan gelişmeler karşısında “rahatsız” olduğu, bir nesnel gerçek olmanın ötesinde, İsrail’in girişim ve çırpınışlarıyla da görüldü. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki halk ateşinin en çok endişelendirdiği ülkelerden biri de İsrail. Gelişmelerin İsrail’e yönelen tepkilere dönüşmesi sadece İsrail’i değil, arkasındaki esas güçleri de tedirgin ediyordu. Aslında gelişmelerin İsrail’i tedirgin etmesi kadar doğal bir şey olamaz. Ancak bunun fiili bir harekete dönüşmeden engellenmesi, aynı zamanda etkisiz ve halkın özlem ve taleplerinden uzaklaşmış, Arap Ligi ve emperyalist ülkelerin bir kuklası haline gelmiş bulunan Filistin yönetiminin geleceğini de derinden etkileyecektir. Emperyalist ülkelerin Arap halkları arasında (işbirlikçi yönetimler eliyle) ektikleri nifak tohumlarının yerini dayanışmanın yeşermesine bıraktığı günümüzde, gelişmelerin Irak-İran Savaşı, Saddam’ın teşvik edilerek 1990’da Kuveyt’e saldırması, Körfez Savaşı boyunca açtığı yaraları, halk arasındaki dargınlık ve kırgınlıkları onarması gibi bir işlev görmesi de beklenmelidir. Irak’ın ABD ve müttefikleri tarafından işgali, 1 milyondan fazla insanın ölümü gibi gelişmelerin yeniden değerlendirileceği bir sürece de girilmiş oluyor.

Filistin Sorunu Yeniden Bir Arap Halkları Sorunu Olarak Gündeme Gelebilir

Görünen o ki, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki halk ayaklanmaları aynı zamanda en azından yakın tarihin bir muhasebesi olarak da rol oynayacak, Filistin sorununu yeniden gündeme taşıyacaktır.

Gelişmeler, Filistin halkının İsrail işgalinin püskürtülmesi mücadelesini de etkileyecektir; halkın devrimci eyleminin Filistin sorununa duyarsız kalması düşünülemez zira. Bu gelişmelerin Filistinliler içinde zayıflayan direnişi yeniden tetikleyeceği gibi, bu günden olmasa da Arap dünyasında yeniden bir dayanışma ve direniş fikrini ateşleme rolü oynaması şaşırtıcı olmayacaktır. Henüz kendi diktatörlerini yıkmakla meşgul Arap halklarının, yerine ne koyacağını belirleme sürecinin, aynı zamanda Filistin halkının yaşadığı acıları gündemine alma süreci olması da beklenmelidir. Nitekim, Filistin halkının kendi kaderine terk edildiği, ancak diplomatik görüşmelerle bir çözüm bulunabileceğini vaaz eden mevcut yöneticilerin de hedef haline gelebileceği şimdiden konuşulup tartışılıyor.

Ayaklanmaların esas olarak halk gücüne dayandığı ve yayılan hareket üzerinde bir etkiye sahip olmamakla beraber bölgede gelişme gösteren HAMAS, Hizbullah, Müslüman Kardeşler gibi radikal İslamcı örgütlerin İsrail ve ABD karşıtlığı üzerinden bir merkez olma arzusu içinde oldukları da hesaba katıldığında, bunun İsrail’i hedef almaması düşünülemez. Libya saldırısı ve işgal planlarının, emperyalizme ve Siyonizme ve aynı zamanda suskun ve sessiz kalan ülke yönetimlerine karşı yeni birikimler yaratacağı da söylenebilir. Filistin yönetimindeki iki başlılık, Mahmut Abbas’ın Mısır’daki halk ayaklanması sürecinde Mübarek yanlısı bir tutum alması ve statükoyu sürdürmeye yönelik açıklamalarda bulunmasından sonra ortaya çıkan tepkilerin gösterdiği de bu yönlü bir gelişmenin olduğudur zaten.

Arap Halkları yeni bir döneme girerken, İsrail ve Filistin Sorunu

Emperyalistlerce istedikleri her an ateşlemeye hazır bir silah olarak Ortadoğu’ya yerleştirilen, desteklenip donatılan İsrail, sadece Filistin topraklarını işgal etmek ve Filistin halkına büyük acılar yaşatmakla kalmadı, aynı zamanda tüm Arap dünyasının ortasına yerleştirilmiş bir çok yönlü nifak işlevi gördü ve görmeye devam ediyor. İsrail’in Filistin topraklarını, Golan Tepeleri’ni işgali, Suveyş Kanalı’nın Mısır’ın ulusalcı lideri Nasır tarafından millileştirilmesi girişimine karşı başlatılan savaş, Lübnan’a saldırı ve başkaca bir çok gelişme bir çok defa İsrail Arap savaşına neden oldu.

1897 yılında Siyonist hareketin merkezi olarak hedefe konulan Filistin toprakları adım adım işgal edilerek, güçlü bir devlet yaratıldı. 1916’da yapılan, Arap topraklarının paylaşılmasına dayanan Sykes Picot Anlaşmasıyla elleri hepten güçlenen İngiltere ve Fransa bölgenin kaderini sınırlarıyla birlikte çiziyordu. Bu dönem, Siyonizm için fırsat olarak değerlendirilen “altın çağ” denilebilecek bir dönem oldu. I. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiliz Yönetimi hazırladığı bir düzenlemeye dayanarak (Belfour Deklerasyonu) mandası altındaki Filistin topraklarına 16.500 Yahudinin yerleştirilmesi için karar aldı. Bundan önce toplam Filistin nüfusu 700 bin dolayındaydı; 574 bini Müslüman, 74 bini Hıristiyan ve 56 bini Yahudi idi. İngilizler Suveyş Kanalı’na yönelik bir tampon bölge oluşturmayı da amaçlayarak, ABD’nin de desteğini alarak “Filistin topraklarında Yahudilere ‘Milli Yurt’ kurulması” için hızla adım atıyorlardı.

1921’de buna tepki olarak Kudüs merkezli büyük bir Arap ayaklanması çıksa da, bastırılması zaman almadı. Ürdün’ün Filistin’den ayrılması, iki devletin de İngilizlerin mandasına alınması ve “Churchill Bildirisi”nin yayınlanması 30’lu yıllara kadar bir sessizlik sürecine neden oldu. Bu süre içinde Yahudi nüfusun artışı devam ediyordu. 1930’da 40 bin olan sayı, 1935’de 62 bine ulaşmıştı. 1931’de, 22 Arap ülke temsilcisi Müslüman Ülkeler Kongresi’ni toplayarak “Siyonist Tehlikeye Dur” diyeceklerini ilan ettiler. Ancak emperyalist ülkelerin hızlanan desteği, Yahudi nüfusunun hızla artışı, Filistinlilerin işsizlik, açlık ve yoksulluk girdabına sürüklenmeleri ve giderek kendi topraklarında ikinci sınıf vatandaş uygulamalarına tabi tutulmaları Arapları telaşlandırıyordu. 1936 yılında toplanan Arap liderleri Yahudilerin işgalini engellemek amacıyla Arap Yüksek Komitesi’ni oluşturarak gelişmelerin karşısında tutum almak istediler ve arkasından başlattıkları genel grevi İngilizleri de hedefleyen biçimde bir ulusal ayaklanmaya dönüştürdüler. Filistin’in bölüştürülmesi gerektiğini öneren Peel Raporu bardağı taşıran son damla oldu. Bu rapor, Filistinlilerin bağımsızlıklarını gölgeleyecek şekilde topraklarını ikiye böldüğü için Arapların ayaklanmasının daha da şiddetlenmesine neden oldu. 1931 yılında 20 kadar İslam ülkesi Kudüs’te bir araya gelerek “Siyonist tehlike” olarak gördükleri bu yığılmayı durdurma hesapları yaptılar. Ancak 1935’teki gelişmeler ve giderek kendi topraklarında ikinci sınıf vatandaş durumuna düşen Filistinliler harekete geçtiler. Beş Arap partisi bir araya gelerek ortak tutum almaya başladı. 1936-1939 yılları boyunca her yere yayılan ayaklanmalar İngilizleri tedirgin etmeye yetti. Ortadoğu’daki gücünü muhafaza etme çabasındaki İngiltere, 1920’den beri mandası altındaki Filistinlileri ve Arapları rahatlatacak bir hamle yapmak amacıyla, Beyaz Belge adlı bir açıklama yaptı. İlerleyen yıllarda İsrail’i rahatlatacak ve işbirliğini ilerletecek yeni hamleler yapmak durumunda kalan İngiltere bu belge ile esas olarak, Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması planının İngiliz siyasetinin bir unsuru olmadığını, bölgeye yerleşecek olan Yahudi mültecilerin kabulünün ancak Arapların onayı ile ve tedricen olabileceğini açıklıyordu. ABD ile İngiliz politikalarının ve İngiliz Yahudi ilişkilerini de etkileyen bu tutum karşısında, Araplar arasında tutum farklılıkları da ortaya çıktı ve direniş hareketi etkisizleşti.

Ancak 1947’de Filistin topraklarının verimli bölümlerini oluşturan %56’sının Yahudilerin yerleşimine verilmesi, çöl ve verimsiz alanların ise Filistinlilere bırakılması ve hızla buralara yerleşen Yahudilerin şiddete de baş vurarak Filistin topraklarını işgal etmeleri, Araplar arasında huzursuzluğu artırmakla kalmadı, örgütlenmenin ve direnişin ivmesini de yükseltti. BM tarafından yürürlüğe konan ve o sıralar Filistin’de %31’lik bir nüfusa sahip olan Yahudilere %56 oranında toprak veren bu karar, Arap ülkeleri tarafından kabul edilmemesine rağmen yürürlüğe girdi. II. Dünya Savaşı boyunca Hitler faşizmi tarafından tarifsiz acılar yaşatılan ve soykırıma tabi tutulan Yahudilerin Filistin topraklarına yerleşimi de hız kazandı. ABD, bu girişimi özellikle destekleyip teşvik etti.

14 Mayıs 1948’de, Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Milli Konseyi, bir bildiri yayınlayarak İsrail Devleti’nin kuruluşunu ilan ettikten hemen sonra, Arapların muhalefetine rağmen, BM tarafından onaylandı. Ancak Siyonizmin merkez üssü işlevi biçilen  İsrail’in kuruluşuna karşı tepkiler gecikmedi. İsrail’in kuruluşunun ilanından sonra Arap Birliği, İsrail devletinin ilanının kabul edilmeyeceğini açıklayarak karşı çıktı. 1948’de Mısır, Suriye, Irak ve Ürdün silahlı güçlerini de harekete geçirerek İsraile karşı saldırıya geçti. Ancak olası bir saldırıya karşı hazırlıklı olan İsrail, bu saldırıya İngiliz, Fransız ve Amerikan desteğinde yanıt vermekte gecikmedi ve Arapları püskürtmeyi başardı.

Böylece, Ortadoğu’da bir emperyalist ileri karakol olarak kurulan İsrail, peyderpey yerleştiği ve 1948’de devlet ilan ettiği topraklarla da yetinmeyip yeni topraklar işgal ederek önemli bir emperyalist üs haline geleceğine kesinlik kazandırmış oldu. Daha devlet olmayı ilan etmeden 1947’de işgal ettiği % 56’lık Filistin toprağıyla da yetinmeyerek kısa süre içinde bunu %78 düzeyine çıkaran İsrail, Filistinlileri topraklarından sürüyordu. Savaşta 700 bin kadar Filistinli topraklarını terk etmek zorunda kaldı. Yerlerini yurtlarını terk eden Filistinlilerin 250 bin kadarı Gazze’ye yerleşirken, bir bölümü de farklı ülkelere ve başka Arap bölgelerine sığınmak zorunda bırakıldı.

Savaştan karlı çıkan, elde ettiği zaferi aynı zamanda meşruiyet kazanma hesabına dönüştüren İsrail, emperyalistlerin desteğiyle Mısır, Irak, Suriye ve diğer Arap ülkeleriyle ateşkes imzalamak için girişimde bulunmakta gecikmedi. Böylece  parçaladığı Filistin toprakları üzerinde söz ve karar sahibi olacağını düşünüyordu. Parçalanmış ve paylaştırılmış topraklardan sürülen Filistinliler mülteci yaşama mahkum edilirken, Filistinlilerden boşalan topraklara SSSB, Polonya, Romanya gibi ülkelerden getirilerek yerleştirilen Yahudi nüfusu hızla artıyordu. Savaştan sonra Batı Şeria, Ürdün topraklarına eklenirken, Kudüs’ün doğu kesimi de bu ülkenin kontrolünde kaldı. Gazze’nin denetimi Mısır’a bırakılırken, Kudüs’ün batı kesimi İsrail’in kontrolüne geçti.

Bu gelişmelerle birlikte, İsrail tarafından işgal edilen topraklardaki Yahudi yerleşimi çarpıcı rakamlara ulaşıyordu. 1920’lerde Yahudilerin yerleşim alanı 60.100 hektar iken, 1940’da sahip olunan toprak 155.200 hektara ulaşmıştı. Filistin’de yaşayan Yahudi sayısı ise 1914’te 85 bin, 1943’te 539 bin, 1946’da 608 bin iken 1947’de 650 bin olmuş, savaştan sonra ise hızlı bir toplanma ve yerleşim yaşanmış ve Filistin topraklarındaki Yahudi nüfusu 1949’da 758 bine ulaşmıştı.

Anlaşılacağı gibi, 1948 Arap-İsrail Savaşı aynı zamanda Arap dünyasında büyük çalkalanmaların, rejim arayışlarının ve değişikliklerinin de başlangıcı oldu.  Zaten fazla zaman geçmeden Mısır’da Kral Faruk bir askeri darbeyle devrildi ve yerine darbe yapan subayların lideri Cemal Abdülnasır geçti.

Mısır, Süveyş Kanalı’nı millileştirmeye kalkınca…

Asya ile Avrupa arasındaki deniz ulaşımında, Afrika çevresinde dolaşmaya gerek kalmadan taşımacılık yapılmasını sağlayan Süveyş Kanalı’nın emperyalist ülkelerin denetiminden alınarak, Mısır’ın eline geçmesi yönlü girişimlerin 1956 yılında başlatılmasıyla birlikte, yeni bir İsrail-Arap krizi gündeme geldi. İngiltere, Fransa ve ABD İsrail’i destekleyerek Mısır’ın Süveyş Kanalı’nı devletleştirme hesaplarını bozmak için harekete geçirdi. Özgür Subaylar Hareketi’nin Kral Faruk’u devirmesinden sonra, 1952 yılında Mısır’ın başına geçen hareketin lideri konumundaki Arap Milliyetçisi Cemal Abdülnasır, sadece Mısır halkı üzerinde değil, tüm Arap dünyasında da ilgi uyandırıyordu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra faşizmin yenilgisi, bir çok ülkenin halk cumhuriyetleri ve sosyalizm yolunda gelişme göstermesinin de yarattığı etkiyle, Arap halkları emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı gelişen her hareketlenmeye sempatiyle bakıyor, destek sunuyordu. İsrail’e karşı yaptığı açıklama ve tutumuyla da sempati toplayan Nasır’ın Süveyş Kanalı’nı devletleştirme girişimi de sadece Mısır halkı içinde değil, tüm Arap halkları ve dünya halkları tarafından sempatiyle karşılık buldu. İsrail’in işgal ettiği topraklardan çıkması gerektiğini ilan ederek tutum alan Nasır, Filistin-Arap davasının sembol ismi olarak da dikkat çekiyordu.

Ancak Süveyş Kanalı’nı işleten şirketi milleştiren Nasır, İngiltere ve Fransa’nın hışmıyla karşı karşıya kaldı. ABD de bu gelişmenin kabul edilemez olduğunu ilan etti. Zira emperyalistler için Süveyş Kanalı, Basra Körfezi ülkelerinden batıya taşınan petrol için hayati derecede önemliydi. Bir süredir SSCB ile ekonomik, askeri ve siyasi ilişkiler kuran ve Arap milliyetçiliğinde başa oynayan Nasır’ın kanal şirketini millileştirme girişimi emperyalist ülkelerin harekete geçmelerine neden oldu. Emperyalist güçler, yıllardır destek sunarak önemli bir karakol olarak tahkim ettikleri İsrail’i devreye soktular. İsrail’in Mısır’a saldırısı için yapılan planlar zaman geçmeden devreye sokuldu.

İngiltere, Fransa ve İsrail Anlaşması olarak da bilinen görüşmelerden sonra hızla savaş ortamı yaratıldı ve saldırıya geçildi. Mısır’ı kararından vazgeçirmek için toplanan Londra Konferansı‘ndan bir sonuç sağlanamayınca, İngiltere Başbakanı Antony Eden Fransa ile tutum belirlemek üzere Paris’e gitti ve kısa süre sonra İngiltere, Fransa ve İsrail, Mısır’a askeri müdahale kararı aldıklarını ilan ettiler. Emperyalist ülkeler, kanalın denetimini elden bırakmak istemiyor, bunu gerekçe ederek Sovyetler’in artan etkisini de kırmak üzere yeni pozisyon kazanmayı da hesaplıyorlardı. Bunun için yapılan hesap çok açıktı; İsrail Mısır’a saldıracak, İngiltere ve Fransa, savaşı durdurmak için harekete geçecek, kanalın denetimi ele geçirildikten sonra da orada emperyalist askeri bir birlik (güvenliği sağlamak üzere!) uzun süreli olarak konumlandırılacak, Süveyş Kanalı’nın komutasını da üzerine alacaktı.

Süveyş Krizi; İngiltere, Fransa desteğinde İsrail’in Araplara Saldırısı

İsrail, 29 Ekim 1956’da Sina yarımadasını işgal ederek Mısır’a karşı harekete geçtiğinde, hazır tetikte bekleyen İngiltere ve Fransa  gecikmeden Süveyş Kanalı bölgesine silahlı askerlerini göndererek “arabulucu” rolüyle Mısır-İsrail savaşını durdurma çağrısında bulundu. Bu çağrıyı reddederek savaşacağını açıklayan Nasır, yeni bir saldırı dalgasıyla karşı karşıya kaldı. ABD durumu izliyor gibi görünse de Mısır’ın ezilmesi için yoğun bir çaba gösterdi. Bir yandan da Körfez Krizi’nin büyük ve hızlı bir yarılmaya neden olmaması ve SB’nin tüm Ortadoğu ve Arap dünyasında güç ve sempati kazanmasını engelleyici planları devreye sokmakla meşguldü. ABD ileride daha etkin olmak için tüm bu gelişmeleri takip etmek ve yeni planlar uygulamak üzere çalışmalar içindeydi. II. Dünya Savaşı’nda güçlenerek çıkmış olan ABD, Ortadoğu’da esas tehlikenin SSCB olduğunu düşünüyor ve giderek her türlü etkisi zayıflayan Fransa ve İngiltere’nin bölgede kendisi için bir rakip değil, olsa olsa yedek güç olacağından hareketle, İsrail üzerinde esaslı bir denetim ve etki yaratmak için hızla harekete geçiyordu.

ABD, İsrail’in kendi emperyalist emelleri için ne denli önemli olduğunu fark etmiş ve İsrail ile özel olarak ilgilenmiş bir devlet politikası devreye sokmakta gecikmeyecekti. Zira petrol bölgesinin Sovyetler Birliği’nin etkisi ya da denetimine geçmesi büyük bir tehlike olurdu! SB ise, Nasır yanlısı gözükmek ve Arap halkının yükselen öfkesine anlayan ve destekleyen devlet görünümünde hareket ederek İngiltere ve Fransa’ya yönelik tehditlerde bulunsa da, etkili bir tutum almaktan kaçınıyor, alçak sesle gürlemekten öte bir icraat içine girmiyordu.

Nihayet İngiltere ve Fransa uçak gemilerinin de katıldığı savaşı başlattı. Ancak Sovyetler Birliği bu dönemi, bölgede etki ve güç kazanarak değerlendirdi. Nasır ile iyi ilişkiler geliştiren SB, İngiliz ve Fransız sömürgecilerine karşı gelişen bağımsızlık mücadelelerini destekleyen açıklamalarda bulunmakla birlikte, bunu açık bir politikayla desteklemeye vardırmakta uzak kalıyordu.

Çok geçmeden İsrail, İngiliz ve Fransız askerleri Mısır’ın direncini kırarak üstünlük sağladılar ve Kanal bölgesini ele geçirdiler. İngiltere, Fransa ve emperyalist tekeller için şimdilik bu kadarı yeterliydi; İsrail verilen görevi yerine getirmiş, iyi iş çıkarmış, yeni topraklar elde etme olanağı da yaratmıştı. Şimdi sıra bu durumu anlaşmalarla kalıcı hale getirmek, işgal ettiği topraklar üzerinde söz ve karar sahibi olmaktı. Emperyalist ülkeler tam bir işbirliği içinde hareket ediyorlardı. Barış ve masa başında zafer için Kanada devreye sokuldu ve barış görüşmelerinin mimarı olarak görevlendirildi. Mısır ve İsrail arasındaki savaşın büyümemesi için Barış Gücü kurulması ve Gazze Şeridi, Sina Yarım Adası ve Süveyş Kanalı’nın Barış Gücü’nün denetimine verilmesi gündeme getirildi. Emperyalistlerin planı olarak bu karar, Arapların toparlanıp yeniden harekete geçmeleri anlamına da gelen 1967’deki Altı Gün Savaşı çıkıncaya kadar uygulandı.

Mısır’ın Arap Dünyasının ‘Büyük Abi’si Olması Engellendi

Bilindiği gibi, “Ortadoğu’da Mısır’sız savaş, Suriye’siz barış olmaz” sözü, emperyalistlerin hem yakıştırması ve hem de rol biçmeleri anlamına gelmektedir. Mısır gerçekten de Ortadoğu’da Arap dünyası için amiral gemisi! Süveyş Krizi’nde büyük asker kaybı vermekle kalmamış, savaşı da kaybetmiş Mısır bu durumu değiştirme arayışından vazgeçmedi. BM Acil Müdahale Gücü’nün Sina Yarım Adası ve Gazze Şeridi’ne yerleşmelerini kabul eden Nasır güç kaybetmişti. Ancak başka gelişmeler de yaşanmış, savaştan sonra, 1881’den beri Mısır üzerinde süren İngilizlerin hakimiyeti önemli oranda darbe almış; İngiltere’nin Arap devletleriyle ilişkileri onarılamaz düzeye gelmişti. Bu gelişme İngiliz kamuoyu ve partileri arasında da çalkantılara neden olmuş ve İngiliz Başbakanı Eden istifaya zorlanmış, Fransa ise bölgedeki eski sömürgeleri üzerinde güç ve itibar kaybına uğramıştı.

Kanal üzerinden yaptığı çıkışla öne çıkan Nasır, yenilse de ünlenmiş ve tüm Arap halkları için dikkat merkezi olmuştu. Bu dönem Arap ulusal uyanışının ve sömürgeciliğe karşı tutum ve direnişlerin ve SB’ye yönelik ilgi ve sosyalizme sempatinin arttığı bir dönemdi. Filistin direnişinin sadece Arap halklarınca değil, tüm Müslüman dünya başta olmak üzere ilerici demokrat kamuoyunca da destek bulduğu bir dönemdi.1948 İsrail-Arap Savaşı’nda Arap arkadaşlarıyla İsrail’e karşı savaşmak üzere Kahire’de okuduğu üniversiteyi bırakan genç Yaser Arafat’ın Süveyş krizinde Mısır ordusuna çağrıldığı,  savaştan sonra işgal edilen bölgeden çıkarak Kuveyt’e gittiği de bir not olarak düşülmelidir. Bunun aynı zamanda Filistin halk temsiliyetinin önünü açan, Nasır ve diğer Arap liderlerince teşvik edilen bir durum olduğu görülmektedir.

Bu süre boyunca SB, Süveyş Kanalı krizi ile başlayan süreçte açtığı yollardan hızla ilerleyerek bölge ülkeleri ile ilişkilerini daha da geliştirdi. Arap milliyetçiliği, Nasır’a destek çıkan tutumuyla birlikte Sovyetler Birliği’ne karşı büyük ilgi duymuş, bazı Arap milliyetçileri kendilerini sosyalist parti ve devletler olarak ilan etmeye kadar vardırmışlardı. Bu sürecin BAAS hareketinin gelişiminde önemli rol oynadığı da bir gerçek.

Mısır; Arapların ‘Kutup Yıldızı’

Daha önce de dikkat çekildiği gibi 1956’da yaşanan Süveyş Krizi, Mısır için önemli bir askeri yenilgi olmakla birlikte, yeni dönem ve konjonktürün de sunduğu koşullarla birlikte önemli bir süreç oldu. Hiçbir Arap ülkesi İsrail’i meşru görmüyor ve halkın öfkesini de hesaba katarak diplomatik ilişkiler geliştirmiyordu. Hatta Suriye gibi ülkelerde biriken öfke İsrail’e karşı gerilla savaşına dönüşüyordu. Nasır’ın özel çabalarıyla da  birleşen hemen tüm Arap dünyasını etkileyen yeni bir politik atmosfer  oluşmaktaydı.

İsrail de bu süre içinde güç ve moral bularak durumunu korumakla kalmamış daha da güçlenmişti. SB’nin de baskı unsuru olduğu bu süre içinde, İsrail’in işgal ettiği Sina Yarımadası’ndan çekilmesi önemli bir kazanım olarak sunuldu ve bu Nasır’ın hanesine bir başarı olarak kaydedildi. Ancak Nasır’a prim yaptırılmak istenmiş olsa da, İsrail genişlettiği işgal edilmiş Filistin topraklarında yeni saldırılar için güç topluyordu. Bu süre içinde Süveyş krizi baş gösterdiğinde Mısır tarafından İsrail gemilerine kapatılmış olan ve İsrail’in stratejik önemde malzemeler taşımakta kullanacağı Tiran Boğazı da tekrar açılıyordu. İlerleyen yıllar, İsrail’in bu dönem yapılan anlaşmalarla önemli pozisyon kazandığı, ABD ve emperyalist ülkelerin Süveyş Kanalı ve geçiş yolları üzerinde önemli kazanımlar elde ettiğini gösterecekti. Ancak görüşme, anlaşma ve uygulamalarla geçen bu sürede Nasır yönetimindeki Mısır’ın başını çektiği Arap-İsrail çatışması bir süreliğine ertelenmiş olsa da, İsrail’in işgal edilmiş topraklara su ihtiyacını gidermek üzere başlattığı bazı girişimler, zaten bitmeyen kavgayı, için için yanan koru yeniden alevlendirdi.

Ürdün Nehri Suyu, El Samu Kampına Saldırı ve yeni Arap-İsrail Çatışması

İsrail’in 1964 yılında gündeme getirdiği Ürdün Nehri’nin İsrail’e akıtılması girişimi, Arap ülkelerini yeniden ayağa kaldıran bir gelişme oldu. Ürdün Nehri’nden su almaya başlayan İsrail, başta Suriye olmak üzere, Arap tepkisini karşısında bulmakta gecikmedi. 1965 yılında Ürdün Nehri üzerinde Suriye tarafından başlatılan baraja yönelik İsrail saldırısı ise “bardağı taşırmaya” yetti. Üç ay boyunca Suriye baraj tesislerine saldırıda bulunan İsrail, yeni bir çatışmayı da tetiklemiş oldu. Bu gelişmeleri takip eden aylarda İsrail ile Ürdün arasında da sorunlar başladı ve bir yıl sonra 12 Kasım 1966’da İsrail bir mayına çarpan araçta ölen üç askerini gerekçe göstererek 13 Kasım’da Ürdün’deki Batı Şeria-El Samu’ya saldırıya geçti. 4 bin kişilik bir askeri kuvvetle son on yıldaki en büyük saldırıyı gerçekleştiren İsrail, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) denetiminde bulunan, kendi topraklarından sürülmüş olan Filistinli mültecilerin yaşadığı dört bini aşkın insanın yaşadığı El Samu’da 100’ü aşkın evi yerle bir etti. Uçaklarla desteklenen ve tankların katıldığı vahşice bir saldırı gerçekleştirildi. Filistinlileri desteklemek üzere çatışmaya giren Ürdünlü askerler de öldü. Saldırı karşısında, El Samu’ya sığınmış mülteci Filistinlileri korumakta aciz kalan Kral Hüseyin’e karşı da büyük bir tepki olmuştu. 6 Gün Savaşı’na yol açan koşulları da hazırlayan bu saldırı, aynı zamanda Nasır’ın da yönlendirmesiyle, Yaser Arafat’ın FKÖ’nün başına geçmesinin yolunu açıyordu.

Ürdünlüler, Filistin ve Araplar bu saldırıdan sonra İsrail’e karşı öfkelerini arttırdı. Ancak Filistinlilerin ve Arapların Ürdün topraklarından İsrail’e karşı harekete geçeceği, yanıt vereceği korkusuyla, Ürdün yönetimi, ABD ve İsrail ağız birliği ederek Ürdün askerlerinin ölümünü gizlemeyi sürdürdüler. Bu durum, Ürdün halkı içindeki tepkiyi daha da büyüttü. Ürdün ile İsrail arasında bir denge kurma çabasında olan ABD, telaşla bu gelişmenin üstünü örtmeye ve Ürdün Kralı Hüseyin’i rahatlatacak arayışlara girdi. İsrail’i azarlama tutumunu hissettirmeye çalıştı. Ancak bu operasyon, İsrail için önemli bir tatbikat, askeri teknikleri deneme olanağı da yaratmıştı ve ABD de bundan oldukça memnundu. Hem Arap ülkelerinde ve Arap halklarında, hem de dünya ölçeğinde gelişen tepkiler karşısında 25 Kasım 1966’da BM Güvenlik Konseyi İsrail’i kınamak zorunda kaldı. Bu tipte kapsamlı bir operasyonun yapılması halinde  “BM gerekli karşı önlemler alacaktır” çerçevesinde bir açıklama yapıldı.

Tiran Boğazı İsrail’e yeniden Kapatıldı

Mısır 22 Mayıs 1967’de yaptığı bir açıklama ile Tiran Boğazı’nı geçişine kapatacağını duyurdu. “Gemilerin İsrail’e stratejik malzemeler taşıdığı”nı gerekçe gösteren Mısır, 23 Mayıs’ta Boğaz’ı İsrail bandıralı gemilerin geçişine kapattı. Bunu kabul etmeyeceğini ilan eden İsrail, yeni savaş ve çatışma nedenleri aramaya başladı. Ürdün’ü etkisiz kılarak Mısır ve Suriye’den koparmayı bir İngiliz, Fransız, ABD ve İsrail stratejisi olara gören güçler bunda başarılı olamadıklarını görüyor ve endişe duyuyorlardı. Zaten El Samu saldırısı ile büyük tepki toplayan, “emperyalizm uşağı” olarak çağrılan ve Nasır tarafından da itham edilen Ürdün Kralı, durumu kurtarmak için uygun bir ortam yaratmış olduğunu düşünerek Filistin ile bir askeri anlaşma imzaladı. Mısır ve Suriye’nin yanında yer alacağını açıklayan Kral Hüseyin böylece İsrail karşısında Mısır, Ürdün ve Suriye eksenli bir Arap birliğinde yer almış oldu. Ürdün ve diğer Arap ülkelerine dağılmış olan Filistinlileri örgütlemek ve İsrail’e karşı etkili bir mücadele vermek üzere, 1964 Mayısı’nda, Ürdün’ün denetimindeki Doğu Kudüs’te I. Filistin Kongresi’nin toplanıp FKÖ’nün kuruluşunun ilan edildiği süreçten sonra yaşananlar, bu cephede de önemli gelişmelere ve toparlanmaya neden oldu. Ürdün’ün savaşa dahil olması, toparlanan ve hazırlık içinde olan Batı Şeria’daki Filistinlilerin hiçbir engelle karşı karşıya kalmadan İsrail saldırısına karşı direneceği anlamına geliyordu. İsrail, ABD ve diğer emperyalist güçler Ürdün’ü olası bir savaşa dahil olmaması için ikna etmek için oldukça çaba gösterseler de Arap baskısı ağır bastı, emperyalistler başarılı olamadılar. Savaşa girmekte kararsız olan Ürdün Kralı büyük bir ikilem içinde kalsa da, Arap halk baskısı onu İsrail karşısında tutum almaya mecbur bıraktı.

Mayıs 1967’de Nasır tarafından yapılan bir açıklama ile Mısır, Ürdün, Suriye ve Lübnan ordularının İsrail’e karşı hazırlandığı ilan edildi. İşgal edilen Arap topraklarının geri alınacağını açıklayan, Irak, Cezayir, Kuveyt, Sudan ve tüm Arap halkının da hazır olduğu ve destek verdiğini duyuran Nasır, hemen tüm Arap devletlerini ortak bir tutum etrafında birleştirmişti. Nasır, İsrail’i baskı altına almak, gücünü göstermek, SB, ABD ve diğer güçler karşısında güçlü bir tablo sergilemek istiyordu. SB’nin desteğine de güvenen Nasır, Sovyet yapımı 450 savaş uçağına ve yine SB’nin güç ve destek sunduğu, silah sattığı Suriye’ye güveniyordu. Oysa Ortadoğu’da emperyalizmin ileri karakolu olarak konumlandırılan İsrail’in 264 bin askeri vardı. 100 bin askerini Sina Yarımadası’na yerleştiren Mısır’ın 167 bin, Ürdün’ün 55 bin, Suriye’nin ise 75 bin askeri bulunuyordu. Bekleyiş başladı ve bir süre sonra 5 Haziran 1967’de İsrail’in Mısır’a saldırısıyla savaş başlamış oldu.

1967 ‘Altı Gün Savaşı’

5 Haziran 1967’de İsrail ile Araplar arasında başlayan ve altı gün sürdüğünden dolayı Altı Gün Savaşı adı alan Arap-İsrail Savaşı, Arap milliyetçiliğinin zirve yaptığı bir zamanda, Nasır’ın SB ile geliştirdiği siyasi, askeri ve ekonomik ilişkilerin de yarattığı güvenle başlayan üçüncü Arap-İsrail savaşıdır. İsrail’e karşı geniş Arap ittifakının sağlandığı savaşa Mısır, Ürdün ve Suriye ile birlikte girerken, Irak, S. Arabistan, Sudan, Fas, Tunus, Cezayir gibi Arap ülkeleri de asker ve silah da dahil olmak üzere destek ve güç verdiler. SB’de bu cepheyi destekliyor görünüyordu. Ancak ABD ve tüm emperyalistlerin açık desteğini alan İsrail, bu savaştan da galip çıkmış, işgal ettiği yeni bölgelerle birlikte denetimindeki toprakları dört katına çıkarmıştı. İsrail, Mısır’ın Sina Yarımadası’nı işgal etmekle kalmadı, Suriye’nin Golan Tepeleri’ni, Filistin’in Gazze Şeridi ile birlikte Batı Şeria topraklarını da işgal ederek yerleşmeye başladı.

ABD’nin yeni pozisyon elde etmekten kaynaklı telkin ve yönlendirmesi, BM üzerinden sürdürülen yeni etki hesapları hızla sürüyordu. “Barış Gücü”nün yerleştirilmesi kesinleştikten sonra, Filistinli gerillaların etkisiz kılındığını da düşünerek Sina Yarımadası’ndan çekileceğini açıklamış olsa da, İsrail, ne BM kararlarını ne de uluslararası baskıyı ciddiye aldı. İsrail, Golan Tepeleri’nde elde ettiği nihai zaferi ilan etti ve arkasından ateşkes imzalamaya yanaştı. Yapılan anlaşmada İsrail; Doğu Kudüs Golan Tepeleri, Gazze Şeridi ve Sina Çölü’nde kalıyordu. Böylece Ürdün, Suriye ve Mısır topraklarında 68 bin 300 kilometrekarelik bir alanı da işgal ederek sınırlarını iki buçuk kat genişletmiş oldu. BM kararlarına rağmen işgal ettiği topraklardan çıkmayan İsrail, Kudüs’ü, hiç bir devlet tanımasa da “sonsuza kadar ve bölünmez başkent” olarak kabul ettiğini bir kez daha tekrarlıyordu.

Ancak bu gelişmenin Filistin cephesine yansımaları başka türlü devam ediyordu. Nasır ve ittifak güçlerinin kaybettiği savaş, Filistinlilerin Arafat ve El Fetih Örgütü etrafında birleşmelerine neden olmuş ve daha önce çeşitli Arap ülkelerinden medet umar durumda olan Filistinliler kendi davalarını sürdürmenin yollarını aramaya başlamışlardı.

İngiltere ve ABD İsrail’in Arkasında

Savaş, Arap ülkeleri arasında bir dağılma ve güvensizlik unsuru olmakla kalmadı, ABD emperyalizminin bölge ülkeleriyle işbirliğini geliştirmesinde de önemli bir başlangıç oldu. Ortadoğu’ya silah ambargosu olmasına rağmen, İsrail’e silah sevkiyatı için her türlü yardımı yapmış ve sürekli olarak desteklemiş olan ABD’nin, Mısır kara kuvvetlerinin yerlerini gece tespit ederek bilgilerini İsrail’e veridiği ve İsrail’in buraları bombaladığı da açığa çıktı. İngiliz bölüklerinin İsrail askerlerinin yanında savaşa girdiği, yine uçak gemilerinden kalkan ABD ve İngiliz uçaklarının Mısır’a sortiler düzenlediği tartışma konusu oldu. Bu yıllarda Libya’daki Amerikan Wheelus Hava Üssü’nden kalkan uçakların Mısır’ın içlerini vurduğu iddialarını Kaddafi hükümeti de onayladı. Amerikan casus uydularının İsrail’e görüntüler sunduğu bir çok kanıtla desteklendi. 6. Filo’nun bölgede bulunduğu bu dönemde, stratejik önemde askeri bölgelere yapılan saldırıların İngiliz ve ABD bilgi ve desteğiyle yapıldığı iddiaları İsrail, ABD ve İngiltere tarafından yalanlansa da, dünya kamuoyu İsrail’in başarısını ABD’nin desteğine bağlıyordu. Açığa çıkan bu destek tablosu karşısında petrol üreten Arap ülkeleri, İngiltere ve ABD’ye ambargo uygulamaya karar verdiler ve halkın öfkesi dininceye kadar bu tutum devam etti. Arap ülkelerinden altısı ABD ile diplomatik bağlarını keserken, Lübnan, Amerikan elçisini geri çağırdı. ABD’nin İsrail’den yana açık tutum almasıyla birlikte Arap halkları içinde ABD karşıtlığı giderek yayıldı ve Altı Gün Savaşı sonrasında Ortadoğu’da anti-Amerikancılık güç ve dinamizm kazandı. Radikal İslamcı örgütlerin güçlendiği ABD karşıtlığı buradan beslenmiş olsa da, ilerleyen yıllarda ABD’nin bunu büyütüp kışkırtacak çok daha fazla neden yarattığı biliniyor.

Altı Gün Savaşı’nda büyük darbe alan Arap Birliği ve Arap milliyetçiliğinin ilk yansımaları devletler üzerinde görüldü. Bölge yönetimleri İsrail’in gücü karşısında daha temkinli davrandılar, açık tutum almaktan kaçındılar. Dahası, dümeni ABD’den yana kırmaya başladılar. Filistin halkının kurtuluş mücadelesinde “temkinli” olmak, diplomatik destek ve dayanışma mesajlarıyla yetinmek gibi yol ve yöntemler geliştirdiler. İsrail’in işgal ettiği toprakların geri alınması mücadelesi de ortak bir sorun olmaktan çıkarılarak, her ülkenin ayrı sorunu olarak gündemde kaldı. Filistin’i el altında destekleme vb. ince yöntemler geliştirdiler.

Rogers Planı devrede

1970’de İsrail tarafından “barış” adına gündeme getirilen Rogers Planı, ABD’nin ve SB’nin Ortadoğu’daki gelişmeler üzerinden bir mutabakata varma anlaşması olarak şekillendi. Rogers-Gromiko Planı da denilen, İsrail için zafer anlamına gelen planı, SB’ye umut besleyen Arap halkları için bir dönemin kapanması, Filistin direnişinin denetim altına alınması için ise bir tuzak işlevi gördü. İsrail baskısıyla yaşadıkları ülkelerden kovulan ve Lübnan, Suriye, Ürdün ve diğer Arap ülkelerinde oldukça kötü koşullarda mülteci olarak yaşayan Filistinlilerin ve işgal altındaki topraklarda yaşayanların aynı anda başlattıkları direnişin boğulması için tek merkezden, özellikle Ürdün Kralı üzerinden tezgahlanan bir çok provokasyon da devreye sokuldu.

Aileden geleneksel İngiliz ajanı Ürdün Kralı Hüseyin, Filistin halkının mücadelesi karşısında bir İngiliz-Amerikan işbirlikçisi olarak açıkça rol üstlendi. CIA ve İsrail tarafından örgütlenen ve başlatılan saldırılar bir bir devreye sokuldu. Arap dünyasında bir silahlı mücadele ve emperyalizme karşı tutum alan ulusalcı direnişlerin önünü kesmek için Filistin silahlı direnişinin boğulması, sadece emperyalistler için değil, bölgede Arap işbirlikçi yönetimler için de oldukça önemliydi. Arap direnişinin yaygınlaşması sadece İsrail’in işgaline son vermek, el koyduğu topraklardan püskürtülmesini sağlamakla kalmayacak, aynı zamanda İsrail devletinin varlığını da tehlikeye düşürecekti.

Dolayısıyla Rogers –Gromiko Planı aslında Arap uyanışını bastırarak, İsrail devletine yol açmak, işbirlikçi yönetimleri güçlendirmek, Arap milliyetçiliğini parçalayarak etkisiz kılmak, ABD ve SB hegemonyasını tescil etmek ve El Fetih’i ve silahlı Filistin direnişini yok etmek planı olarak devreye sokulmuştu. Filistinliler bu plana karşı tepki ve direniş gösterdiler ancak Amman ve Ürdün’deki Filistin kamplarının yerle bir edilmesini engelleyemediler. Kral Hüseyin’in askerlerinin başını çektiği, tank ve toplarla süren saldırıda çocuk, kadın, gerilla ayrımı yapılmadan Filistinliler katledildi. Ürdün askerlerinden binlercesinin öldüğü saldırıda, Filistinliler büyük bir komplo ile karşı karşıya kalmış ve Arap işbirlikçi yönetimlerinin de desteğiyle büyük bir darbe almışlardı. Bu gelişme Arap dünyasında büyük bir yankı uyandırmış, Kral Hüseyin’e karşı büyük bir nefret oluşmuştu. Daha sonra Filistin direnişini etkisiz kılmak ve örgütlerini tasfiye amaçlı olarak El-Fetih ile Kral Hüseyin arasında imzalatılmak istenen “ateşkes” kuşatması başlatıldı. Arap milli burjuvazisinin kararsız, bocalayan durumu büyük bir fırsat olarak değerlendirilerek, emperyalistlerce ayrıntısına kadar değerlendirildi. SB ve ABD tarafından hesaplarına uygun olarak etkisiz hale getirilmiş olan Arap ulusal direniş hareketleri ise bunu reddederek direnişi sürdürme tutumundaydı. Gerçekleşen “ateşkes”in yeniden Filistin direnişiyle sürdürülmesi uzun zaman almadı. Bu gelişmenin Arap gericiliğine karşı devrimci direnişi bilediği gibi halk arasında bir kafa karışıklığına ve bölünmeye denk geldiği de eklenmelidir.

Kral Faruk’u deviren ve İngilizlerin Mısır ve Süveyş Kanalı üzerindeki tahakkümüne son vererek Arap dünyasında hayranlık uyandıran, uzun bir dönem SB ile ABD arasında gidip gelen, bu iki güç arasındaki çelişkiler üzerinden manevralar yapan, Mısır ile Suriye’nin birleştirilmesi çabasında başarısız olan ve son yıllarında İsrail ile girdiği savaşta aldığı yenilgiyle sarsılan Cemal Abdul Nasır’ın 28 Eylül 1970’de ölümü, Ortadoğu’da önemli bir figürün de yok olması demekti.

Nasır’ın ölümü, tutarsız olsa da Filistin davasının savunulmasında, Filistinliler ve Araplar için önemli bir kayıp olmuştu. İsrail güç ve moral bulmuştu.

1973 Yom Kippur Savaşı (Arap-İsrail Savaşı)

Mısır, Ürdün, Suriye ile İsrail arasında 6-26 Ekim 1973’te Yom Kippur’da başlayan savaş, dördüncü savaş olarak da bilinmektedir. 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra adeta bozguna uğrayan Arap devletleri, emperyalistlerin denetimindeki kurum ve temsilcilikleri etrafında yapılan toplantılarla zaman geçirmeye başladılar. BM toplantıları, “barış görüşmeleri” ABD ve SB arasındaki görüşme ve toplantıları dikkatle ve umut besleyerek izlediler. Ancak gelişmeler lehlerine işliyor ve içeriden yükselen halk muhalefeti ve İsrail karşıtlığı Arap liderlerini sıkıştırıyordu.

1967’deki Altı Gün Savaşı’nda mağlup çıkan Mısır, Ürdün ve Suriye çıkardıkları derslerle yeniden İsrail’e karşı bir savaş hazırlığına giriştiler. Golan Tepeleri, Ürdün Nehri’nin Batı Yakası, Gazze Şeridi ve Şarm El Şeyh ve diğer işgal edilmiş toprakların geri alınması ve Filistin topraklarındaki işgalin son bularak Filistinlilerin kendi topraklarında bir devlet olarak yaşamaları duygu ve fikrinin halk içerisindeki gücü karşısında Arap devlet yönetimleri yerlerinde rahat oturamıyorlardı. Nasır’ın yenilgisini ABD ve İngiliz desteğine bağlayan Araplar, Enver Sedat’ın işbirlikçi tutumlarına da sıcak bakmıyor, onun hakkında kuşku ve endişe yayıyorlardı.1 Nisan 1973’te Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile Suriye Devlet Başkanı Hafız Esat arasında varılan mutabakattan sonra, ‘tatbikat’ diye savaş hazırlıklarına başlanıldı. Lübnan ve Ürdün resmen yer almasalar da savaşta Mısır ve Suriye’ye destek vereceklerini, diğer Arap ülkeleri ise mali, siyasi ve askeri olarak tam bir dayanışma ve destek içinde bulunacaklarını açıkladılar.

6 Ekim 1973’te Suriye İsrail’in büyük Bayram’ı (Yom Kippur) kutladığı gün işgal altındaki Golan Tepeleri’ndeki İsrail askerlerine karşı saldırıya geçti. Ancak Sina bölgesinde Mısır, Golan Tepeleri’nde Suriye ilerlemesi çok sürmedi. Suveyş Kanalı’nın batısını da kullanan İsrail güçleri Mısır ve Suriye ordularını durdurdu. İsrail’i durdurmaya yönelik BM kararları da etkili olmuyordu. SB’nin bölgeye kuvvet göndereceğini açıklaması ve ABD’nin elde edilen “başarıyı” yeterli bulması gibi nedenler ve “Barış Gücü”nün bölgeye gelmesiyle birlikte, 26 Ekim 1973’te İsrail ateşkese uyacağını açıkladı. ABD’nin ve emperyalist güçlerin bir kez daha güç ve moral bulduğu bu savaştan sonra, İsrail, ABD himayesinde daha aktif rol alacak bir ülke konumuna gelmiş oldu.

Camp David Anlaşması

Camp David’de Sedat, Begin ve Carter tarafından yapılan anlaşmadan sonra yayınlanan bildiride geçici bir barış sağlandığı ilan edildi. Batı Yakası, Gazze Şeridi ve Necef çölü üzerindeki İsrail işgalinin tedricen son bulması gibi oyalamaya yönelik kararlar alındı. Buna göre, İsrail’in 5 yıl içinde Ürdün Nehri’nin batı yakası ve Gazze’den tedricen çekileceği ve bölgeye Filistinlilerin yerleştirilerek bir Otonom (Özerk) Bölge oluşturulacağı taahhüt edilse de, bölgede ABD himayesi arttırılarak, Filistinlilerin Mısır, Ürdün ve İsrail denetiminde yaşamaları tescil edilmiş oluyordu. Bölgede, İsrail ve Ürdün polis gücünün kurularak Filistinlilerin iradesinin ve haklarının ipotek altına alınması anlamına gelen Camp David Barış Anlaşması, aslında bir “İsrail-Mısır Barış Anlaşması” olarak ABD’nin elini güçlendiren, Mısır’a batıda yeni kredi açan bir işlev gördü. Filistin halkını yok sayan, direnişi tasfiye etmeyi amaçlayan bir anlaşma olarak tarihe geçen Camp David Anlaşması ile beş yıl boyunca etkisiz kılınan Filistin halkı, aynı zamanda beklenti içine sokuldu. Böylece Filistin ve Arap halkları ABD, İsrail ve Sedat politikalarına mahkumiyetiyle yüz yüze kaldı.

Anlaşma kapsamında Filistinliler için hiçbir ilerleme ve kazanım bulunmuyordu. Onca görüşme ve diploması trafiğinden sonra “dağ fare doğurmuştu”. Anlaşma ile Sedat’ı memnun edecek, ABD himayesini güçlendirecek bazı adımlar da atılarak bir İsrail gücü ve bir bölüm Yahudinin Sina’dan çekilmesi sağlandı. ABD’nin bir başarısı olarak Ortadoğu ve Arap halkları üzerindeki hegemonyasını artırmanın anlaşması olan Camp Davit Anlaşması’nın hemen ardından Ürdün, anlaşmada imzalarının olmadığını açıklarken, Suriye, Cezayir, Fas, Libya ve diğer bazı Arap ülkeleri anlaşmanın kabul edilmeyeceğini açıkladılar. Ancak ABD, Arap devletlerine anlaşmaya uymaları ve alınan kararları desteklemeleri için rüşvet de dahil olmak üzere yoğun bir baskı uyguladı, diplomatik çaba gösterdi. ABD’nin belli bir kıvama getirdiği Mısır devlet başkanı Enver Sedat ile İsrail  başbakanı Menahem Begin arasında günlerce süren gizli pazarlıklardan sonra, 17 aralık 1978’de ABD başkanı Jimmy Carter’ın gözetiminde gerçekleşen ve (26 Mart 1979) yürürlüğe girecek olan sözleşmeye göre, İsrail, Mısır ile diplomatik ilişkilerini de geliştirecek, Mısır ile İsrail arasında petrol satışı ile birlikte tüm ticari ilişkiler hızlandırılacak, Altı Gün Savaşı’nda İsrail’in işgal ettiği Sina Yarımadası, Mısır’a geri verilecekti. Buna karşılık Mısır, İsrail’i resmen tanıyacak ve karşılıklı ilişkiler başlatılacaktı. Gazze ve Batı Şeria’da yaşayan Filistinlilere Mısır ve Ürdün’ün belirleyeceği şekilde özerklik verilecek, özerklik statüsü üç yıl sonra Mısır – Ürdün – İsrail – Filistin arasında Batı Şeria ve Gazze statüsünü belirlemek için tekrar görüşme yapılacak, İsrail – Ürdün arasında barış görüşmeleri başlayacak, İsrail Filistin’deki asker sayısını azaltacaktı. Bu anlaşmadan sonra barışa katkılarından dolayı, Menahem Begin ve Enver Sedat’ın, 1978 yılı Nobel Barış Ödülü’ne birlikte layık görüldüklerini de atlamamak gerek!

Filistin sorununa bağlı olarak Lübnan sorunu ve İsrail saldırganlığı

Arap-İsrail savaşlarının başlangıcını Filistin’in işgal edilmiş toprakları oluştursa da, 1948’de İsrail devletinin ilanından sonra yaşananlar bölgede oldukça farklılıklar gösteren gelişmelere neden oldu. İsrail’in kuruluşu aynı zamanda II. Dünya Savaşı’ndan sonraki emperyalist politikaların hayat bulması, Arap halkları üzerinde baskı ve hegemonya oluşturmak, işbirlikçi yönetimler aracılığıyla Arap halklarının teslim  alınması, bölgenin petrol kaynaklarının ve diğer stratejik önemdeki varlıklarının gasp edilmesi demek oldu. Bu süre boyunca bir çok Arap ülkesi İsrail saldırısıyla yüz yüze kalmış, İsrail, Mısır, Lübnan, Suriye gibi ülkelerin topraklarını işgal etmekle kalmamış, bu bölgelerde yarattığı istikrarsızlıkla iç karışıklıklara, provokasyonlara ve saldırılara başvurmuştur. Lübnan bu durumun yaşandığı ülkelerin başında gelmektedir. Yom Kippur Savaşı’ndan sonra Filistinlilerin varlık göstermeye başladıkları Lübnan’da İsrail’den ve arkasındaki emperyalist güçlerden bağımsız düşünülmeyecek olan katliamlarla dolu bir süreç yaşandı.

1975 yılında başlayan dini etiketli çatışmaların bir iç savaşa ulaştığı hala akıllardadır. 1991 yılına kadar süren, toplam 150 bin insanın ölümüne, başta Beyrut olmak üzere, Lübnan’ın yerle bir olmasına neden olan savaşın yaraları hala sarılmış değil. Lübnan iç savaşı, Lübnan, Suriye, Mısır, Kuveyt ve Suudi Arabistan, İran arasında bir sorun olmakla kalmamış, Arap halklarının bölünmesinde de rol oynamıştır. FKÖ güçlerinin sıkıştırılmak istendiği bu gelişmeler süresinde 1976’da yapılan Riyad Toplantısı kararlarına göre, FKÖ’nün Lübnan’da kalması kabul edilmiş ancak belirlenen bir cenderede sıkışıp kalması dayatılmıştır. İsrail’in belirlediği ve Litani Nehrine uzanan Güney Lübnan topraklarını kendisi için güvenlik bölgesi ilan etmesi karşısında sessiz kalan Arap ülkeleri, Filistinlilerin “taşkınlıkları”ndan dolayı kaygı duymakta ve sık sık uyarma gereği duymaktadırlar. Dahası İsrail Siyonistlerinin Beyrut’u kuşatarak FKÖ’nün Lübnan’ı terk etmeye zorlamaları karşısında da Arap devletleri ihanetçi bir tutum sergilediler. İsrail, Filistin halkına burada da rahat vermedi. FKÖ’ne bağlı güçler ve Filistinliler dünyanın gözü önünde süren saldırılara maruz kaldılar ve 21 Ağustos 1982’de Beyrut’tan ayrılmak zorunda bırakıldılar. Ancak sorunun Filistinliler olmadığı, 1985’te yeniden başlayan ya da başlatılan Müslüman-Hıristiyan çatışmasıyla bir kez daha görüldü. 1989’dan sonra bir bölüm FKÖ’lü yeniden Güney Lübnan’a dönse de, İsrail ve arkasındaki emperyalist güçler ve işbirlikçi Arap yönetimleri, Filistin halkının mücadelesine önemli bir darbe vurmayı başarmışlardı.

FKÖ ve OSLO Anlaşması

1964’te Kudüs’te, El-Fetih, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi gibi işgal edilmiş Filistin topraklarının geri alınması amacıyla kurulan FKÖ, 70’li yıllar boyunca meşruiyetini arttırdı ve Filistin halkının temsilcisi olarak kabul gördü. 1979’da Ankara’da temsilcilik açan FKÖ, yüzden fazla devlet tarafından tanındı. 1967’de yaşanan Arap-İsrail savaşından sonra Filistin halkı üzerinde inisiyatif sahibi oldu. Uzun yıllar boyunca resmi görüşmelerin başlaması için ABD tarafından ileri sürülen koşulların Arafat tarafından kabul edilmesiyle birlikte FKÖ, ABD tarafından da kabul gördü. İsrail devletinin yok edilmesi hedefini revize eden Arafat, 1949 sınırları içinde bir İsrail devleti ile Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde bir Filistin devleti kurulmasını kabul ediyordu. 2 Nisan 1989’da Arafat, Filistin Ulusal Konseyi’nin merkezi tarafından ilan edilen Filistin devletinin başkanı seçildi. Oslo Anlaşmasıyla FKÖ’yu İsrail de tanımış oldu.
İlerleyen yıllarda; 4 Mayıs 1994’te Filistin Kurtuluş Örgütü ile İsrail, 1993’te Oslo görüşmeleri sonunda imzalanan bildirinin yürürlüğe konması konusunda anlaştılar. Buna göre İsrail, Yahudi yerleşimleri hariç, Gazze Şeridi’nin büyük bölümünden ve Batı Şeria’daki Eriha kentinden çekilecekti. Batı Şeria’ya bağlı El Halil kentinde Yahudi bir fanatiğin namaz kılan Filistinlilere ateş açıp 29 kişiyi öldürmesi görüşmeleri zora soksa da, imzalanan Oslo Anlaşmasına göre, beş yıllık bir geçiş süreci hesaplanıyordu. Filistin devletinin kuruluşu, Kudüs’ün yeni statüsü, Yahudi yerleşim alanlarının belirlenmesi, Filistinli mültecilerin durumu ile birlikte, İsrail birliklerinin geri çekilmesi de bu süre içinde karar altına alındı.

Anlaşmadan sonra Yaser Arafat, özerk bölgelerde kurulan Filistin Yönetimi’nin başına getirildi. 1996 yılının Ocak ayında ise Filistin halkı tarafından yönetimin başkanı seçildi. Ancak Oslo Anlaşması 4 milyon kadar mülteci Filistinlinin durumuna bir açıklık getirmemişti. Bir yandan da çeşitli gerekçelerle sürdürülen İsrail saldırganlığının devam etmesine karşı bir çözüm olamamıştı. Bu gerçek orta yerde dururken, Arap ülkelerinin işbirlikçi yönetimleri ABD ve İsrail baskısıyla anlaşmaya alkış tuttular. Filistin sorununun “nasıl olursa olsun bir çözüme bağlansın” mantığıyla ele alındığı ve Filistin sorunun bir yük olarak görüldüğünü her vesileyle gösteren halka yabancı Arap yönetimleri bugün büyük bir halk öfkesiyle karşı karşıya bulunuyor ve bir bir devriliyorlarsa, Filistin halkının çektiği acılara karşı biriken öfkenin de payı bulunmaktadır bunda. Bir bölüm Filistin örgütü tarafından kabul edilmeyen ve Arafat’ı hain ilan edecek kadar tepki gösterilen Oslo Anlaşması’ndan sonra da İsrail’in işgali ve saldırırları devam etmekle kalmadı, İsrail yeni yerleşim birimleri inşa etmekten de geri durmadı. 1978’de imzalanan Camp David anlaşmasının ardından yaptığı gibi, toprak gaspı da hızla devam etti. Bugün hala çözülmemiş bir Filistin sorunu ile karşı karşıyayız. Üstelik kendi iç sorunlarıyla boğuşan örgütlerin birbiriyle kıyasıya bir mücadeleye girdiği, Arafat’tan sonra yönetimi devralan Mahmut Abbas’ın uzlaşmacı-teslimiyetçi tutumunun büyük tepki topladığı günümüzde, emperyalist müdahalenin desteklendiği, halk ayaklanmalarını desteklemek yerine, halkın hedefi haline gelen diktatörlerle dayanışma içinde olduğunu açıklayan bir Filistin Devlet Başkanı ile karşı karşıyayız.

Tunus’tan başlayıp Mısır’da zirveye ulaşan, Libya’da iç çatışmaya ve giderek emperyalist müdahaleye dönüşen, Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’nun tüm ülkelerine sirayet eden halk ayaklanmalarının, halkçı-devrimci gelişmelerin, tarihi acılarla dolu Filistin halkınca sevgi, sempati ve dayanışmayla karşılanması anlaşılır bir durum. Ancak gelişmelerin bununla sınırlı kalmayacağı, Filistin halkının İsrail Siyonizmine ve İsrail’i destekleyen emperyalist güçlere karşı mücadeleye atılacağını beklemek hiç de hayalcilik olmayacaktır. Arap halk ayaklanmalarının aynı zamanda Filistin sorununu gündemine alacak devrimler olarak gelişmesi, Ortadoğu’da yeni bir dönemin yaşanmasında yeni bir aşama olacaktır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑