Üniversite mücadelesinde daha da ileri, ama nasıl?

Ülkemizde, üniversite gençliği üzerinde polis baskısı hiç eksik olmadı. Bu kötü gelenek, 10. yılını geride bırakan AKP döneminde de devam ediyor. Devletin baskıları ve moda tabirle “orantısız güç kullanmak” biçimindeki polis saldırıları öyle bir noktaya vardırıldı ki, bu durum, bu kez üniversiteler ve akademi çevrelerinde zaten daha önceden biriken tepkilerin açığa çıkmasına da neden oldu. Buna, çeşitli toplumsal kesimler içinde ve medyanın bir bölümünde oluşan rahatsızlığı da eklemek gerekir.
Bu rahatsızlığı ifade eden son yıllardaki en önemli tepki, polisin Dolmabahçe saldırısı sonrasında oluşmuştu. Rektörlerin Dolmabahçe Zirvesi’ni protesto eden öğrencilere polis acımasızca saldırmış, ekrana yansıyan görüntüler toplumsal tepkilere neden olmuştu. Üstelik bir kadın öğrenci polis tekmelerine maruz kalarak bebeğini düşürmüştü. Ardı sıra gelişen protesto hareketleri (kitlesel bir özellik kazanamasa da), büyük kent merkezleri ile birlikte diğer birçok kent ve üniversiteyi de içine almıştı. Üniversitelerde sömestr tatilinin araya girmesiyle bu protesto hareketi dinmiş, ikinci yarıyılda ise üniversitelerde neredeyse “yaprak bile kıpırdamamıştı”. Üniversiteler sessizliğe bürünürken, bu kez “ÖSS sınavında yaşanan yolsuzluklara karşı” liseli gençlik ayağa kalkmıştı. Liselerde son 30 yılın en kitlesel eylemleri yaşanırken;  yükseköğrenim gençlik mücadelesinin bünyesel kimi zaafları nedeniyle, ortaya birleşik ve yığınsal bir gençlik hareketi çıkamamıştı.
Bugün, yani 2012- 2013 öğretim yılında üniversiteler yine bir ara tatil dönemine girmiş bulunuyor. Hemen öncesindeyse, yani 2012’nin Aralık ayında, üniversiteler akademisyenler ve öğrencilerin katıldığı son yılların en kitlesel eylemlerine sahne oldu. Eylemlerin merkezinde ise ODTÜ vardı.
Başbakan Erdoğan’ın, Göktürk- 2 uydusunun fırlatılması nedeniyle ODTÜ’ye gelmesi doğal olarak bir protesto ile karşılaşacaktı. Fakat Başbakan, yanına bir polis ordusu alarak, adeta “işgalci” bir edayla ODTÜ’ye girmeye çalışınca olanlar oldu!
Saatlerce süren saldırılar öğrencilerin direnciyle karşılaştı. Yüzlerce öğrenci ağaçlık alanda kıstırılarak tek tek dayaktan geçirildi. Akademisyenler bu duruma seyirci kalmadılar ve öğrencilere sahip çıkarak eylemi bir üst aşamaya çıkardılar. Zaten ODTÜ’de, akademi dünyası üzerindeki iktidar baskısı da belirli bir öfkenin mayalanmasını sağlamıştı. Öğrencilere yapılan saldırı bardağı taşıran son damla gibiydi. Artık hareket; iş bırakmalar, boykotlar ve gösterilerle ODTÜ’nün ayağa kalkacağı bir sürece evrilecekti. Şüphe yok ki, bu harcın karılmasında Başbakan’ın da büyük katkısı oldu. Çünkü gözü karartarak ve pusulayı şaşırarak, protestocu öğrencilerle birlikte bütün bir ODTÜ’yü bizzat kendisi hedefe koydu. Tabii ki bu ‘hata’nın faturası da aynı ölçüde ağır oldu. Ülkenin birçok üniversitesi artık “ODTÜ, ODTÜ” sloganlarıyla yürüyordu. Üstelik ülkenin dört bir ucuna yayılmaya başlayan bu eylemler sadece bir öğrenci eylemi olmaktan çıkmış; öğrencisi, akademisyeni ve kimi yerde çalışanların da katılımıyla, tüm üniversite bileşenlerinin içinde yer almaya başladığı bir harekete dönüşmüştü.
Hareketin merkezi durumundaki ODTÜ’de son derece öğretici deneyler birbirini takip ediyordu. ODTÜ’deki polis saldırısının ve Başbakan’ın açıklamalarının ardından yüzlerce öğrenciyle birlikte öğretim üyeleri ve asistanlar bir araya gelerek bir amfi toplantısı düzenlediler. Bu toplantıya ÖED başkanı ve rektör de katıldı. Gece saat ikiye kadar süren toplantıda bir günlük iş bırakma ve boykot kararı alındı. Alınan karar başarıyla hayata geçirildi. Boykota, hazırlık sınıflarında yüzde 100, diğer fakültelerde ise yüzde 80 oranında katılım oldu. Böylece hareket bir üst aşamaya çıkmayı başardı.
ODTÜ eylemleri, güçlenerek hükümet baskısına karşı direnirken, diğer üniversiteler de ODTÜ’yü desteklediler. Ortaya çıkan tablodan ürken ve bu durumu üniversiteleri bölmek için bir vesile olarak kullanmak isteyen Hükümet düğmeye bastı. Peş peşe çeşitli üniversite rektörlerinden ODTÜ’yü kınama açıklamaları gelmeye başladı. ODTÜ’lüler bu kez farklı bir tepki gösterdiler. Yalakalığı yererek; “ODTÜ ayakta” eylemini gerçekleştirdiler. Binlerce genç ve akademisyen, tarihi ODTÜ stadına yürüyerek, son yıllarda görülmemiş bir kitleselliği yakalamayı da başarmış oldu.
Aynı günlerde, üniversitelerde, ODTÜ’yü kınayan rektörlere karşı akademisyenler deklarasyonlar yayınlamaya başladı. Kimi üniversitelerde ise ODTÜ’yü kınayan rektörler eylemlerle baskı altına alındı. ODTÜ ile dayanışma biçiminde ortaya çıkan eylemlerden en dikkat çekenleri ise Galatasaray Üniversitesi (GSÜ) ile Mimar Sinan Üniversiteleri (MSÜ) oldu. GSÜ öğrencileri ve akademisyenler, ODTÜ’yü kınayan rektörlerinin adeta burnundan getirdiler ve onu özür dilemeye mecbur ettiler. Eğitim-Sen üyesi olan MSÜ rektörü de benzer bir tepki alarak, geri adım attı. Tabii ki en çok akıllarda kalan, GSÜ rektörünün öğrenciler tarafından kuşatma altına alınması oldu.
Başbakan’ın çıkarması nasıl ki ODTÜ’de bardağı taşıran son damla olduysa, ODTÜ üzerinde kurulan baskı da İstanbul üniversitelerinde benzer bir etki yarattı. Çünkü iş buraya gelene kadar İstanbul’da zaten ciddi bir mayalanma vardı. Polis baskısı ve tutuklama dalgası üniversitelerde özgürlük arayışını güçlendirirken, YÖK yasa tasarısına karşı gelişen tepkiler de, bir dönemdir özelikle asistanları ve akademisyenleri harekete geçirmeye başlamıştı.
İTÜ’lü asistanların tasfiyesi ile gündeme gelen mücadele yeni deneylerin ve derslerin ortaya çıkmasını sağladı. Üzerine ölü toprağı serpilmiş üniversitelerde mücadele bayrağını bu kez onlar ellerine alıyorlardı. Üniversiteyi terk etmeme eylemleri, üniversite forumları, direniş çadırları ve iş bırakmalar derken, asistanlar, artık üniversitenin diğer bileşenlerini harekete geçmeye zorluyordu. Bu zemine dayanarak, İstanbul Beyazıt Meydan’ında yapılan 25 Aralık eylemi, birleşik mücadele açısından, son yıllarda atılmış en önemli adımlardan biriydi. Her ne kadar öğrenci katılımı zayıf olsa da, üniversite bileşenlerin ortak bir çıkış yapması bakımından bu eylem önemliydi.
ODTÜ ile başlayan eylem dalgası ülkenin birçok üniversitesinden destek gördü. Bunlar içinde Tunceli Üniversitesi belki çok küçük bir ayrıntı olarak görülebilir. Fakat eylem ateşinin son noktaya kadar yandığı bir küçük üniversite olarak dikkat çekmeyi başardı. Dersim Üniversitesi mücadelenin ilk yarı finalini sınav boykotuyla gerçekleştirdi. Ve nihayetinde, gençler sınavları iptal ettirmeyi başardı. Bu dönemde Dicle ve diğer bölge üniversitelerinde de irili ufaklı eylemler oldu, ama Dersim, başarılı boykot örneğiyle öne çıktı ve öğretici oldu. Ve sömestr tatili nedeniyle eylemler de bir süreliğine dinmiş oldu.
Toplumsal eylemler sürekli bir yükseliş eğilimi izlemezler. Dolayısıyla çeşitli dönemlerde; duraksama, nefes alma, geriye çekilip toparlanma, sıçrama ya da her şeye rağmen gerileme ve sönümlenmeden söz edebiliriz. Fakat sömestr tatilinin, bir şekilde hükümete, devlete ve üniversiteleri kökünden yapılandırmak isteyen sermaye güçlerine derin bir nefes aldırdığını da kaydetmek gerekir.
Peki, asıl şimdi ne olacak? Bu soruya bugünden “şöyle olacak” demek elbette mümkün değil. Ama olmasını temenni ettiğimiz bir ikinci yarıyıl için neler yapılması gerektiğini, belli başlı yönleriyle tartışabiliriz.

1- ÜNİVERSİTE BİLEŞENLERİ MÜCADELEYİ BİRLİKTE ÖRGÜTLEMEK ZORUNDADIR
Birinci yarıyılın sonunda üniversitelerde baş gösteren eylem dalgası, ikinci yarıyılda (geride kalan kesimleri de yanına alarak) sürekliliğini korumak zorundadır. Aksi takdirde sermaye ve Hükümet boş durmayacak ve olası bir sessizlik yerini baskı karşısında sinmişliğe bırakacaktır. Üniversiteleri bekleyen en önemli tehlikelerden biri budur.
Hareketin geldiği düzey şunu göstermiştir ki; akademisyenler ve asistanlar enerjik ve kitlesel bir eylem gücü olarak öğrenci gençliği yanına almak zorundadır. Son dönemdeki girişimler de daha çok bu eğilimi yansıtmaktadır. ODTÜ, GSÜ ve MSÜ bunun başarılı örnekleri olmayı hak etmişlerdir. Bununla birlikte, yürünecek daha çok yol vardır.
İÜ’de ve İTÜ’de ise akademisyen ve asistanların bir hareketlenme içinde olduğunu, fakat henüz öğrenci gençlik kitlesiyle yeterince birleşilemediğini belirtmek gerekir. Bu yönlü girişimler ise daha çok politik gençlik grupları üzerinden yapılmakta, ama sonuç pek de başarılı olmamaktadır. Nitekim 25 Aralık Beyazıt eylemi akademisyen katılımı bakımından dikkat çekerken, sadece politik gençlik örgütleri üzerinden gerçekleştirilen böylesi bir girişim nedeniyle öğrenci kesimini bünyesine gerektiği gibi katamamıştır.
Bazı üniversitelerde, akademisyenler nezdinde politik “sol” gençlik grupları öğrenci gençliği temsil ediyor gibi göründü ve bu nedenle daha baştan öğrencilerle birleşme çabası daralmış oldu. Üstelik sözü edilen bu gruplar, yılların getirdiği fraksiyon çekişmeleri nedeniyle de çeşitli sorunlar yaşıyorlar.
Dolayısıyla; akademisyenler ve asistanlar öğrenci gençlikle birlikte güçlü bir mücadeleyi önlerine koyacaklarsa, yüzlerini geniş öğrenci kesimlerine çevirmelidirler. ODTÜ, bu açıdan, birçok yönüyle örnektir. Bu nedenle, akademisyenler –şüphesiz öğrencilerle el ele–; sınıf, amfi ve bölümlerde kümelenmiş ve zaten ders verdikleri her görüşten öğrencilere seslenerek, bu mücadele platformunu örgütlemelidirler. Böyle bir mücadele zemini sağlandığında, politik olarak örgütlü gençlik gruplarının kimi sorunlu yaklaşımları da daha kolay törpülenecektir. Mücadelenin önünde yer alan öğrenciler ve Üniversiteli Emek Gençliği de akademisyenlerle bu temelde ortak bir mücadeleyi örgütlemek üzere mevzisini değiştirmelidir. Akademisyen, asistan ve öğrencilerin birlikte yapacakları bu örgütlenmeler sınıf, amfi, bölüm ve fakülte temelinde fiilen yapılacağı gibi, bu örgütlenmeye TMMOB Oda gençlik komisyonları, ÖTK fakülte, bölüm ve sınıf temsilcileri, kol, kulüp ve topluluklar da dâhil edilmelidir.
ODTÜ’yü utanmadan kınayanların arasında, kimi üniversitelerin (Hükümet yandaşı olduğu her hallerinden belli) ÖTK başkanları da vardı. Burada şu soruları soralım ve hep birlikte düşünelim: Üniversite ÖTK başkanları Hükümet karşısında hazır ola geçip tek tek ODTÜ’yü kınayan açıklamalar yaparken, acaba gerçekten tüm ÖTK temsilcilerine ve öğrencilere sorarak mı bunu yapıyorlar? Elbette hayır. Peki, böyle değilse, neden aşağıdan ÖTK sınıf, bölüm ve fakülte temsilcilerinin bu durumu reddeden açıklamaları örgütlenemiyor? Neden TÖK, TMMOB gençlik komisyonları vb. örgütler karşı açıklamalar yapamıyor? Yoksa gerçekten hiç demokrat ve muhalif öğrenci temsilcisi kalmadı mı? Elbette durum böyle de değil. Böyle olsaydı zaten, öğretim üyesi, asistanı, çalışanı ve öğrencisiyle binlerce ODTÜ’lü nasıl ayakta olabilirdi ki? Ama sorun şudur ki; bu ufka ve böylesi bir kitle çalışmasına genel olarak bir yaklaşım zayıflığı var.
Daha radikal bir soru ortaya atalım; tüm bileşenleriyle ODTÜ ayakta iken ODTÜ ÖTK ne yaptı? Diyelim, tüm ÖTK temsilcileri hükümet yandaşı olsunlar. Peki, o zaman, ayağa kalkmış binlerce ODTÜ öğrencisi, (Avrupa örneklerinde olduğu gibi) neden kendi konseyini fiilen seçerek, ÖTK’yı boşa düşürmüyor, düşüremiyor? Çünkü eylem ufku örgütlenme ufkuyla birleşemiyor. Oysa ki kitlesel bir mücadeleden ve bir kitle hareketinden söz ediliyorsa, o harekete kitlesel bir örgütlenme ya da örgüt gerekir. Dolayısıyla bugünkü üniversite gençlik hareketinin önünde duran en önemli sorunlardan biri de –bugünkü mücadele zemininden de yararlanarak– tüm öğrencileri kapsayan kitlevi bir örgütün nasıl hayat bulacağı sorunudur.
Bu bölümü son bir vurguyla kapatalım; Yükseköğrenimin ikinci yarıyılını düşündüğümüzde, bölge üniversiteleriyle batı üniversitelerindeki mücadelenin birleştirilmesi büyük önem taşımaktadır. Bu durum karşılıklı deney alış verişini gerektirdiği kadar iyi bir koordinasyonu da ihtiyaç haline getirmektedir. Fakat Kürt kentlerinin ve bölgenin ulusal, demokratik ve bu ölçüde de birikmiş siyasal sorunları daha ön plandadır. Bu nedenle üniversite mücadelesinin birliği, batı üniversitelerinin Kürt sorununa duyarlılık düzeyi ile de doğrudan alakalı bir sınav verecektir. Ancak kuşkusuz bu, Kürt sorununun tek sorun gibi algılanmasıyla (öğrencisi, akademisyeniyle) üniversiteleri ODTÜ’deki türden ayağa kaldırabilecek sorunlar ve sorun yumaklarının görmezden gelinmesi anlamına gelmez. Öte yandan Türkiye’nin emperyalist bir savaşın parçası yapılmasına karşı mücadele, Kürt sorununun demokratik çözümü ve Türkiye’nin iç barışının sağlanması mücadelesiyle de iç içe geçmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla savaşa karşı ülke sathına yayılmış ve bütün üniversiteleri içine alan bir mücadelenin örgütlenmesi ikinci dönemin en başat çalışmalarından biri olmalıdır.

2- ÖĞRETİM ÜYESİ, ASİSTANI, ÖĞRENCİSİ VE ÇALIŞANIYLA ÜNİVERSİTELER, ODTÜ’YÜ MERKEZ ALAN BİR TARTIŞMA VE KONFERANS SÜRECİ ÖRGÜTLENMELİDİR
Aralık ayında cereyan eden üniversite hareketinin merkezinde ODTÜ’nün bulunduğunu artık herkes biliyor. Yükseköğrenim gençlik hareketi ve üniversitelerin en azından son 10 yıllık halini düşününce, ODTÜ’de yaşanan deneyler daha bir önem kazanmaktadır. Çünkü 5-10 yıla yayılabilecek deneyler sadece birkaç hafta içinde cereyan edebilmiştir.
İş bırakmalar, boykotlar, ivmesi giderek yükselen gösteriler, akademisyenlerle öğrencilerin ortak bir mücadele platformu içinde hareket etmeyi başarmaları, eylem süreci içinde geliştirilen karar alma yöntemleri ve mekanizmaları, tüm ODTÜ adına rektörün Başbakan’la görüşmeye gitmesi ve Başbakanın bunu kabul etmek zorunda kalması vb, vb…
Yukarıda sıralanan bütün bu gelişmeler ortaya son derece değerli mücadele deney ve birikiminin çıktığını göstermektedir. Ne ki, eylem sürecinin sıcaklığı içinde bütün bu birikimler çoğunlukla geri planda kalmış ve küçük “haber” ayrıntısı olmanın ötesine geçememiştir. İşte şimdi, ara tatil döneminde ya da hemen üniversitelerin açıldığı ilk günlerde, “yangın” sırasında pek de fark edilmeyen o “hazine sandığı”nı açmanın vaktidir. Bunun için, (ikinci yarıyıla hazırlığı da kapsayacak) mücadelenin deney ve tecrübelerinden dersler çıkartmak üzere bir tartışma sürecini başlatmak yararlı olacaktır. Peki, bu nasıl yapılabilir?
Birincisi; tüm yazılı, görsel, işitsel araçları ve platformları kullanarak, mücadelenin içinde öne çıkmış unsurları bir tartışma zeminine çekmek ve en geniş üniversite çevrelerine de bu tartışmaları duyurmak üzere bir çalışma örgütlenebilir. Burada işçi basını ve halk televizyonu elbette en önemli iki araç durumundadır ve en etkili şekilde değerlendirilmelidir. İkincisi; ODTÜ’nün merkezinde olacağı (ev sahipliği biçiminde de olabilir) bir “Üniversite Konferansı” örgütlenebilir. Böylesi bir konferans öğrencisi, öğretim üyesi, asistanı ve çalışanıyla tüm üniversite bileşenlerince, birlikte örgütlenmelidir. Böylelikle hem ODTÜ kendi birikimine yaslanarak ileri sıçrama imkânı yakalamış olacak, hem de ülkenin tüm üniversiteleriyle birleşerek tecrübeleri ortak bir potada birleştirme olanağı yakalayacaktır. Böylesi bir çalışma, hareketin genel koordinasyonu açısından da fayda sağlayacaktır.
Sonuçta ODTÜ’lüler de belirli oranda şunu bilmektedirler ki; ortaya çıkan eylem süreci son derece etkili olmuştur, fakat sermaye ve devletin kapsamlı saldırılarını püskürtmek için daha fazlasına ihtiyaç vardır. Bu nedenle, eylem sürecine katılan ve hükümete tepki gösteren kitlenin daha örgütlü hale getirilmesi gerektiği açıktır. Bunun yanı sıra, rektörü de içine alacak kadar ilerleyen ODTÜ muhalefetinin diğer üniversite ve fakültelerle daha güçlü bağlar kurması gerekmektedir. Bu durum, tersten bakıldığında da, diğer üniversiteler için ODTÜ ile bağları güçlendirmeyi gerektirmektedir.
Eylem dalgasının büyümesinden kaygı duyan burjuva medyanın ODTÜ’yü nostalji deryasına ve tarih öykünmeciliğine sürükleme gayreti dikkat çekidir. Bunda, kitle mücadelesine ve taleplerine yabancı kalan kimi akım ve anlayışların da katkısı olmuştur. Böylece 60’lı ve 70’li yılların eylem ritüelleri, bayatlamış bir sos olarak harekete boca edilmeye çalışılmış ve bir yandan da iş adeta sulandırılmaya çalışılmıştır. Hareket, üniversitelerin, akademisyenlerin ve öğrenci gençlerin somut talepleri üzerinden ilerleyeceğine ve YÖK yasa tasarısıyla birlikte geliştirilen saldırı dalgasına karşı mücadeleyi önüne koyacağına, nostaljik özentilerle gereksiz yere oyalanılabilmiştir.
Dolayısıyla hareketin bundan sonra daha örgütlü ve daha bilinçli bir zeminde ilerlemesi (ki öğretim üyeleri ve asistanların mücadele içindeki yeri bunu daha mümkün kılmaktadır) kritik bir önem kazanmıştır.
Burada bir diğer önemli sorun da, akademisyenlerin hangi örgütte yer alacakları sorunudur. Zaten “Eğitim-Sen mi, yeniden ÖES mi, yoksa başka bir örgütlenme mi” diye öğretim üyeleri bir tartışma başlatmıştır. Eğitim-Sen’in akademisyenleri gerektiği ölçüde kucaklayamadığı da bu dönemde açığa çıkmıştır. Bu nedenle, hem sendika ve diğer meslek-bilim örgütlerinden doğru gelecek, hem de akademisyenlerden doğru yapılacak bir tartışmanın yürütülmesinde fayda vardır.
Ama esas sorun şudur ki; öğretim üyesi, asistanı, öğrencisiyle fakülteleri temel alan, talepler etrafında birliği sağlayacak örgütlenmelere şiddetle ihtiyaç vardır.

2- YENİ YÖK YASA TASARISI EN GÜÇLÜ ŞEKİLDE TEŞHİR EDİLMELİDİR
Bir ülkede, polis başta olmak üzere devletin kolluk güçleri üniversitelere neden bu kadar saldırır? Öncelikle bu durum o ülkede demokrasiden söz edilemeyeceğini gösteren güçlü bir kanıttır. Çünkü düşünce, örgütlenme, toplanma-gösteri ve nihayetinde ifade özgürlüğü bir bütün olarak ayaklar altındadır. Siyasal iktidar, kendisine muhalif her aykırı sesi bastırmak için terör estirirken, üniversiteler ve öğrenci gençlik bu baskıdan en fazla nasibini alan kesim olagelmiştir. Hükümetin ODTÜ başta olmak üzere kimi rektörlere ve akademiye uyguladığı baskılar da bu durumun başka bir biçimi ve kanıtıdır.
Üniversiteler üzerindeki polis baskısının bir nedeni; evet, iktidar baskısı ve demokrasi yoksunluğudur. Bir diğer neden ise şudur ki; sermayenin ihtiyaçlarına uygun olarak üniversiteler yeniden dizayn edilirken, bunun önündeki engeller bir an önce tepelenmek istenmektedir. Doğrusu eylemlerin sıcaklığı içinde sorunun birinci yönü öne çıkarken, çoğunlukla ikinci ve temel öneme sahip yönü üzerinde neredeyse hiç durulmamaktadır. AKP’ye ve iktidara muhalefet etmenin ötesinde acaba gerçekten üniversiteler ne istemektedir? Bu sorunun karşılığı halk kitleleri açısından belirsiz olduğu gibi, akademisyenler ve geniş öğrenci kitleleri açısından da benzer bir durumun olduğunu belirtmek gerekir.
Bu durumda, hareketin “protestoculuk”tan kurtulması ve taleplerini en kristal haliyle netleştirerek ne istediğini bilen bir çizgiye doğru ilerletilmesi görevi önümüze çıkar. Tam da burada, hükümetin “reform” adı altında piyasaya sürdüğü “Yeni YÖK yasa tasarısı”, meselenin bam teli haline gelmektedir. Çünkü üniversiteleri polis ordusuyla düzlemeye giderken, sermaye ve hükümetin koltuk altında işte bu tasarı vardı. Tasarının hedefinde ise öğretim üyesi, öğrencisi, asistanı, öğrenci velisi ve çalışanlarıyla neredeyse tüm kesimler bulunmaktadır. Bu nedenle de mücadelenin ortak bir temelde örgütlenmesi zorunlu hale gelmiştir.
Üniversiteleri tümüyle patronların denetimine bırakan ve piyasanın kurallarına tabi kılacak olan YÖK yasa taslağı üzerinde burada uzun uzadıya yazmak gerekmiyor. Zira önceki sayılarımızda bu yönlü oldukça kapsamlı yazılar yayınlandı.
İşin önemli yanı şudur ki; asistanlar ve öğretim üyelerinin bir bölümü bu tasarının kendilerine getireceği tehlikenin farkına varmıştır, ama aynı durum öğrenci gençlik için geçerli değildir. Akademisyen çevreleri bilim özgürlüğü açısından da yeni tasarıya karşı çıkmaktadırlar, evet, ama aynı zamanda iş güvenliğinin ortadan kalkacağını ve acımasız performans sisteminin geleceğini de görerek, sorunu daha yakın vadede bir mücadele sorunu olarak ele almaktadırlar. Bu nedenle Ankara’dan İstanbul’a ve diğer kentlere uzanan eylemlerde akademisyenlerin rolü yadsınmayacak düzeydedir. Akademisyenlerin (ODTÜ ile gelişen süreçte daha da ileri bir tutum alarak) mücadele içinde yer alış düzeyi son yıllarda hiç bu ölçüde olmamıştı. Bu durum öğrenci gençlik mücadelesi açısından da büyük bir avantajdır. Bu olanaktan da yararlanarak şimdi, YÖK yasa tasarısına ilişkin, tüm üniversite bileşenleri içinde ve öğrenci gençlik içinde yoğun bir propaganda-ajitasyon ve teşhir faaliyeti yürütülmelidir.
40 bin öğrencinin okuduğu bir kampüste, bütün bir yarıyıl boyunca, yasa tasarısına ilişkin sadece 300 ya da 500 tane bildiri dağıtmış olmak, herhalde “karıncanın filin kulağına bir şeyler fısıldaması” gibidir. Bu nedenle ikinci öğretim yılı için tüm üniversiteye seslenecek yaygın ve etkili bir ajitasyon ve teşhir faaliyeti örgütlenmelidir.
Yasa tasarısını akademi çok daha yakından hissediyor dedik. Peki, öğrenci gençlik içinde bu bakımdan hangi özgünlükte bir çalışma yürütülmelidir? En azından şu kadarını söyleyelim ki; sayıları 4 milyona dayanan üniversite öğrencileri, yeni yasa tasarısıyla birlikte 4 milyon yeni müşteri demektir. Hükümet, 1. öğretimde harçları kaldırarak büyük bir sükse yapmıştır. Ama yeni tasarıyla birlikte bunun kat be katını öğrencilerden çıkaracaktır. Bunu da devlet eliyle değil üniversitelerde kurulacak vezneler yoluyla tahsil edecektir. Ayrıca 4 milyon öğrenci demek 4 milyon gencin işsizliğinin en azından 4 yıl boyunca ötelenmesi demektir. Öte yandan işsizlikte artık yeni bir kategori doğmakta ve “diplomalı işsizler ordusu” çığ gibi büyümektedir. Üniversite dünyası giderek borsaya benzemekte ve diplomalar, değerini yitirmiş beş para etmez kuponlar haline gelmektedir. Bu nedenle YÖK yasa taslağına karşı yürütülecek teşhir faaliyeti, tasarının somut olarak öğrenci gençliği hangi tehlikelerle karşı karşıya getireceğini işlemelidir.

3- İÜ REKTÖRLÜĞÜ’NE KARŞI OLUŞAN MUHALEFET YENİ BİR DAYANAK OLABİLİR
Aralık ayı eylemleri esnasında unutulan bir gelişme de İÜ Rektörlük seçimleriydi. Çünkü ODTÜ’nün etki gücü kadar İÜ de, üniversiteler üzerinde hala ciddi bir ağırlık oluşturuyor. Seçimlerde rektör Yunus Söylet oylarını artırarak yeniden seçildi. Demokratik muhalefetin adayı Raşit Tükel ise 600 civarında oy alarak güç tazeledi ve bir nevi “ana muhalefet” durumuna geldi.
Raşit Tükel ve onun etrafında oluşan muhalefetin en önemli avantajı hastanelerdeki gücüydü. Zira üniversite hastanelerinin tasfiyesine karşı mücadele İÜ’de önemli bir mücadele potansiyelini ortaya çıkarmıştı. Tükel etrafında oluşan muhalefetin en önemli zaafı ise, öğrenciler başta olmak üzere, tüm üniversite bileşenlerini kapsayacak bir eylem ve örgütlenme pratiğine sahip olamamasıydı. Böylesi bir anlayışı en somut ortaya koyan (teorik olarak) isim daha önceki seçimlerde aday olan, ama çok düşük oy alan Gediz Akdeniz’dir. Gediz hoca şöyle derdi: “Sandığı esas Beyazıt Meydanına kurun, bakalım kim daha çok oy alacak?” O, bu sözlerle hem seçim sistemine itiraz eder, hem de oy hakkı olmayan öğrencilere, asistanlara ve çalışanlara olan güvenini ifade ederdi. Ama onun bu sözlerini dikkate almak yerine, akademi camiası Gediz hocanın aldığı oya bakarak ona “marjinal” etiketi takmayı uygun gördü. “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” sözü de herhalde en çok onun bu durumu için geçerli olsa gerektir.
İÜ seçimlerinin ardından bugün, Tükel etrafında birleşen öğretim üyeleri ve asistanlar demokratik üniversite inisiyatifini oluşturmaya çalışıyorlar. Yapılan toplantılarda, örgütlenmenin fakülteler temelinde güçlendirilmesi kararlaştırıldı. Eğer ortaya çıkan bu muhalefet kendi birliğini korur, ilkelerine bağlı kalır ve fakülteleri esas alarak öğrencileri de içine alan bir örgütlenmeye yönelirse, ikinci yarıyıl üniversite mücadelesi açısından yeni kazanımları da beraberinde getirecektir. Fakat mesele şudur ki; bekleme hatasına düşmeden asistanı, hocası ve öğrencisiyle herkesin bu örgütlenmeye güç vermesi gerekmektedir.

5- “TAKVİM DEVRİMCİLİĞİNE” DÜŞÜLMEDEN İLERLEMEK GEREKİR
İkinci yarıyılı kapsayan Mart, Nisan ve Mayıs aylarına bakıldığında her yıl olduğu gibi yoğun bir eylem ve mücadele döneminin de yaşanacağı ortadadır. 8 Mart, 21 Mart, 1 Mayıs, 6 ve 8 Mayıslarla dolu dolu geçecek bir mücadele döneminden söz ediyoruz. Türkiye’nin birikmiş sorunlarını düşününce, elbette bu eylem takvimi ayrı bir anlam kazanmaktadır.
Bu eylem takvimi ve yoğunluğu köşeye sıkıştırılmak istenen üniversiteler için bir çıkış alanı yaratabilir. Çünkü mücadelesini işçi sınıfı ve emekçiler ve ezilen halkların mücadelesiyle birleştirebilen bir üniversite hareketi, ilerleme olanaklarını daha da geliştirecektir.
Fakat burada dikkat edilmesi gereken bir tehlike var! Bu tehlikenin adı “takvim devrimciliği”dir. Yani kendi çalışmasını tamamen eylem takvimlerine entegre eden, bunun dışında bir şey görmeyen bir yaklaşımdan söz ediyoruz. Eleştirilmesi ve uzak durulması gereken bu yaklaşım, aynı zamanda kitlelerin sorunlarına ve taleplerine ilgisizliği beraberinde getirmekte ve mücadeleci gençleri ana kitleden, (sınıf ve amfilerden) kopararak, eylemden eyleme koşturabilmektedir.
Oysaki üniversitelerde birinci dönemden yarım kalan bir mücadele ve onun da aşması gereken bir dizi sorun bulunmaktadır. Bunun da aşılacağı yer kitlelerin içi, bölüm ve fakültelerdir. Bu nedenle genele bağlanacak her çalışma ve eylem, ayağını güçlü bir biçimde yerele ve yerelin özgünlüklerine basmalıdır.
İkinci yarıyıl, aynı zamanda; öğrenci kongrelerine, akademik çalıştaylara ve bahar festivallerine perde açacaktır. Binlerce üniversitelinin iştirak ettiği bu etkinlikler, yukarıda sıralanan değerlendirmeleri de gözeterek, en verimli şekilde ve titizlikle örgütlenmelidir.
2012- 2013 yüksek öğretim yılı sonunda daha da güçlenmiş bir üniversite mücadelesi ve örgütlenmesi görebilmek; bugünden yapılacak planlara ve atılacak pratik adımlara bağlıdır.

Gençlik Kampı ve Gençlik Faaliyetinden Çıkarılacak Sonuçlar

GİRİŞ

İzmir-Selçuk’ta düzenlenen 22. Uluslararası Antifaşist Antiemperyalist Gençlik Kampı, 20 ülkeden binlerce gencin katılımıyla tamamlandı. Ağustos ayında gerçekleşen gençlik kampı, uluslararası alanda mücadele ve örgütlenme deneylerinin paylaşılmasına da hizmet etti. Kampın sonuç deklarasyonu, bir yandan gençliği kapitalizme ve emperyalizme karşı birleşmeye çağırırken, aynı zamanda da, tüm dünya gençlerine enternasyonal dayanışmayı ve mücadeleyi büyütme çağrısı yaptı.

Uluslararası antifaşist, antiemperyalist kamplarının ortaya çıkardığı gelenek, kamp hangi ülkede yapılıyorsa, o ülkenin gençlik mücadelesinin güç kazanmasını esas almaktaydı. Ev sahibi ülkedeki devrimci gençlik örgütünün güçlenmesini gözetmek de, bu geleneğin bir parçasını oluşturuyor. Kampın, genel hatlarıyla ve pratik sonuçları bakımından sözü edilen bu hedefe ulaştığını söyleyebiliriz. Gerek aylardır hazırlığı süren kamp çalışmalarında, gerekse kamp sürecinde, gençlerin önemli bir bölümü, Emek Gençliği saflarında örgütlü mücadeleye katılmış oldu.

Bununla birlikte, kampın bileşimi ve kampta belirlenen tartışma platformlarının ortaya çıkardığı kimi eğilimler, mücadele ve örgütlenmeye dair yaşanan sorunların aşılmasında Emek Gençliği’ne yardımcı olacak bazı işaretler sunuyor. Kürt, Türk, Arap, Laz ve her milliyetten Türkiye gençliğinin politik devrimci gençlik örgütü olan Emek Gençliği’nin her bakımdan güç kazanması; kamp çalışmaları üzerinden kendi çalışmasını yeniden gözden geçirmesini, gerekli sonuçlar çıkarmasını ve bunun üzerinden çalışmayı ilerletecek yeni görevler saptamasını gerektiriyor.

Yeni bir eğitim ve öğretim yılı başlarken, çalışmanın bu veriler üzerinden yeniden gözden geçirilmesi, yeni mücadele dönemine daha hazırlıklı girmeyi de kolaylaştıracaktır.

GENÇLİĞİN POLİTİK YÖNELİMLERİ VE ÖRGÜT ÇALIŞMASI

Gençlik kampına katılımda esas yoğunluğu liseli gençler oluşturmaktaydı. Üniversite katılımında ise dikkat çekici bir zayıflık göze çarpmaktaydı. İşçi, işsiz, üniversite ve liseli gençlerin yer aldığı kamp, genel olarak her kesimden gençliğin politikaya ve ideolojik meselelere nasıl bir yaklaşım gösterdiklerini yansıtması bakımından da yararlı oldu.

Kampa katılan gençlerin büyük çoğunluğu, yaşadıkları sorunlar etrafında bir araya gelme deneyine sahip olmamışlar. Gençlerin çoğunluğu, talepler üzerinden bir mücadelenin içinden gelmedikleri gibi, Emek Gençliği ile de böylesi bir mücadelenin içinden gelerek de bağ kurmuş değil.

Bir kıyaslama yapmak bakımından, isterseniz, 12 yıl öncesine gidelim ve Bergama Gençlik Kampı’nın bileşenine göz atalım. Baskın gelen çoğunluk, Bergama kampında, üniversitelilerdir. Bu, hem sayısal olarak böyledir, hem de üniversitelilerin tartışmalara rengini vermesi açısından böyledir. Çünkü 1998 yılında yapılan Bergama kampından önceki üç yıl, yükseköğrenim gençlik mücadelesinin kitlesellik bakımından 90’lı yıllarda zirve yaptığı yıllardır. 1995, 96 ve 97 yılları, harçlara yüzde 300’lere varan zamlara karşı üniversite gençliğinin kitlesel eylemler yaptığı yıllardır.

Üniversite gençliğinin 12 yılda geldiği durumu en iyi anlatan sözlerden biri de, bir matbaa işçisine ait. Beyazıt’ta çalışan bu matbaa işçisi şöyle diyor; “Eskiden bu meydana hep öğrenciler çıkar ve eylemler yapardı. Son on yıldır bu meydandan gelip geçerken artık onları göremez oldum.”

Türkiye gençlik hareketi içinde yükseköğrenim gençliği hep belirleyici bir role sahip oldu. O derlenip toparlanıp öne çıktığında, diğer gençlik kesimleri de hareketlendi. Üniversite gençlik mücadelesinin son 12 yılda yaşadığı bu gerileme, diğer gençlik kesimlerinin kitlesel bir temelde birleşip mücadele sahnesine çıkamamasının önemli nedenlerinden biri sayılmalıdır.

Üniversite gençlik hareketi ve Üniversiteli Emek Gençliği’nin örgütlenmesinde yaşanan bugünkü zayıflıklar, gençliğin genel politik düzeyine de yansımaktadır. Bu nedenle, Emek Gençliği zorluklara ve mazeretlere teslim olmadan, üniversite çalışmasında rutini aşan, hedefli bir çalışmayı önüne koymalı, ısrarcı olmalı ve üniversitedeki günlük politik çalışmada istikrar sağlamalıdır. Bu, örgütsel çalışmanın da temel ihtiyaçlarından biridir. Zira yükseköğrenim gençliği içindeki örgütlenmenin güçlenmesi, gençlik örgütünün genel politik düzeyinde de yükselişe yol açacaktır.

Elbette, gençlik örgütünün politik alana ilişkin çalışma sorunları, sadece üniversitelerdeki zayıflık meselesiyle sınırlı değildir. Bir diğer mesele de, gençliğin bugünkü politik eğilimlerini anlamak ve Emek Gençliği’nin çalışmasını bu duruma göre yeniden düzenlemekle ilgilidir. Gençlik kampı bu bakımdan da veriler sunmaktadır.

Biz, yeniden Selçuk kampına dönelim…

Kampa katılan binlerce genç, her ne kadar talepler üzerinden bir mücadele deneyi kazanarak gelmiş olmasa da, bu durum, gençlerin politikaya ilgisiz oldukları anlamına gelmiyor. Zira kampta “Kürt sorunu”, “demokratikleşme”, “referandum”, “Stalin dönemi Sovyet yönetimi”, “Kemalizm”, “liberalizm”, “ulusalcılık-milliyetçilik” ve “EMEP’in siyasal çizgisinin diğerlerinden farkı” gibi konular, en çok tartışılan başlıklar oldu. Bu politik tartışmalar, önceden planlanmış forum, panel ve atölyelerle de sınırlı kalmadı. Üstelik en canlı tartışmaların, çadır aralarında buluşan küçük gençlik kümeleri içinde yaşandığını söylemek, daha doğru olur.

Örneğin kampta, Kürt sorunu ve demokratikleşme meselelerine ilişkin yaşanan tartışmalarda, gençlerin ne kadar politikaya duyarlı ya da politikanın içinde olduğunu daha iyi görebiliriz.

Türkiye’de, diğer birçok ülkeden farklı olarak, çok ciddi bir demokrasi sorunu yaşanıyor. Bu sorunun baş gündeminde ise, Kürt sorunu bulunuyor. Kampta sözü edilen en hararetli tartışmalarda, Kürt sorunu ve demokratikleşme vardı. Kampa Diyarbakır’dan gelen gençlerin, özlemlerini, son günlerde yükselen milliyetçi kışkırtmalara karşılık verircesine, biraz da tepkisel bir biçimde ifade etmeleri, bu tartışmaları iyice alevlendirmiş oldu. Kendisini, “Türk, Atatürkçü ya da antiemperyalist solcu” olarak ifade eden birçok örgütsüz genç, Diyarbakırlı gençlere önce tepkiyle yanıt vermeye çalıştı. Milliyetçilikten gelen etkiler çabucak dışa yansımış oldu. Aslında bu durum, kamptaki yüzlerce gencin Kürt sorununu daha fazla tartışmasına ortam sağladı ve bu bakımdan faydalı da oldu. Bu tartışmalar vesilesiyle, batıdaki Türk gençler, Kürt ulusal hareketini ve Kürt halkının taleplerini daha yakından tanıma ve anlama imkanı buldu. Kürt gençliğine duyulan önyargıların kırılmasında da, bu örnek, ilerletici bir durum yarattı. Kürt sorununun çözümü ile ülkedeki demokratikleşme arasında bağ kurabilen gençler, bunu hızla diğer arkadaşlarına anlatmaya başladılar. Yaş ortalaması düştükçe, bu tartışmalara katılarak reaksiyon veren gençlerin sayısının artış göstermiş olması da, son günlerde artan politik duyarlılığın bir göstergesi olsa gerek.

Ülkede cereyan eden politik atmosfer, burjuva klikler arasında yaşanan siyasal hegemonya çatışması, liberaller tarafından desteklenen muhafazakârlar ile ulusalcı-Kemalistlerin kapışmaları, Kürt sorununun çözümsüzlüğünde ısrar ve artan operasyonlar vb. gelişmelerin, diğer toplumsal kesimler kadar, gençlik yığınlarını da politik bir tercih yapmaya zorladığını tespit etmek gerekir. Örneğin referanduma giden süreçte, bu tercih zorlaması, gençler için üç seçenekli bir test sorusunu andırıyor. “Evet”, “hayır” ya da “boykot” tercihleri, siyasal bir tartışma ortamı sağlarken, taraflaşmayı da teşvik etmiş oldu.

Ortaya çıkan bu veriler, gençlik içindeki devrimci çalışmaya dair, bir birleriyle bağlantılı iki görevin yerine getirilmesini gerekli kılıyor:

1- Gençliğin şu ya da bu biçimlerle ortaya çıkan politik-ideolojik eğilimlerinin, kendi yaşadıkları sorun ve taleplerle olan bağını göstermek. Tersten söylersek, kendi sorun ve taleplerinin mevcut sistemle olan çelişkilerini ortaya koyarak, doğru bir temelde politikaya atılmalarını sağlamak ve doğru bir politik tercih yapmalarına yardımcı olmak. Eğer bu başarılabilirse, talepler etrafında gençlik kitlelerinin birliğine de yeniden kapı açılacaktır.

2- Politik alana ilişkin gelişmelerden hareketle bize yönelen bir gence ya da gençlere; “önce talepler üzerinden mücadeleyi örelim, sonra politik meselelere bakarız” diye bir yaklaşım göstermek, gençlerin bugünkü mücadele eğilimlerini geriye çekmek olur. Bu yaklaşım doğru olmadığı gibi, kazanıcı da olmayacaktır. Ve kuşkusuz politik açıdan kazanmak üzere davranmak için, gençlerin Emek Gençliği’ne katılım eğilimi göstermeleri de gerekmemektedir. Bu nedenle, siyasal alanda cereyan eden gelişmeler (demokrasi, Kürt sorunu, dış politika, emek-sermaye karşıtlığı ve sosyalizm vb.), bu gelişmelere ilişkin yürütülecek propaganda ve ajitasyon çalışması, gençlik örgütünün günlük çalışmasının bir parçası olmak zorundadır.

Gençlik örgütünün bugüne kadar süregelen faaliyetlerinde, bu açıdan çeşitli sorunlar yaşandığını görmek gerekiyor. Gençliği, politik gelişmelerden uzak, donuk ve tepkisiz bir kitle olarak gören kimi yaklaşımlar, gençlik yığınlarıyla, hatta onların ileri çıkan kesimleriyle bağ kurmayı, sadece ekonomik ve akademik taleplerle sınırlandırmaktadır. Bu durum, gençlik örgütünü, çoğunlukla politik gelişmelerin ve bu gelişmelere ilgi duyan gençlik kesimlerinin dışına düşürebilmektedir. Türkiye gibi bir ülkede, demokrasi sorunları ya da dış politika alanında neredeyse her gün yeni bir sıcak gelişme yaşanırken ve bu gelişmeler ekonomik meseleler kadar kitlelerce tartışılırken; gençlik örgütünün faaliyetine, propaganda ve ajitasyon çalışmalarının kapsamına bakıldığında, bu konudaki yetersizlik hemen göze çarpmaktadır. Basılıp dağıtılan propaganda materyallerinin konuları, çeşitliliği ya da sayıları da, bu zayıflığı yansıtmaktadır.

Emek Gençliği örgütlerinde ve yönetim kademelerinde, politik gerilik ya da yetersizlik sorunu çokça dile getirilen bir sorundur. Bunu bir kez daha ya da her defasında dile getirmiş olmak ilerletici olmuyor. Esas mesele, başta yöneticiler olmak üzere, günlük çalışmanın içinde, politikayı izlemenin ve politik gelişmelere müdahale etmenin neden bir ihtiyaç haline gelmediği, gelemediğidir. Gençlik örgütünde, (istisnalar hariç) birçok yerde şöyle bir manzara ile karşılaşmak mümkündür; Gençlik il ya da ilçe yönetimi veya bir üniversite komitesi çok az gençle iş yapabilmektedir. Çalışmayı da, çok az kişiyle planlayarak hayata geçirmektedir. Çünkü örgüte kazanılmış olanlar zaten politikayı biliyor, izliyor sayılmakta, “ilişki” diye adlandırılan kesimler ise, politikaya zaten uzak ve politikadan ürken kişiler olarak değerlendirilmektedir. Bu durumda, Emek Gençliği, ne en yakınındakilerle ne de karşılaştığı gençlik çevreleriyle politik olarak gelişkin bir ilişki tesis edebilmektedir. Bu nedenledir ki, politik yetkinleşme ve teorik ufkun geliştirilmesi, günlük örgüt çalışmasının bir parçası olarak ihtiyaç haline gelememektedir. Örneğin, Emek Gençliği’ne heyecanla katılan, ama örgütlü olduktan sonra politik açlığına karşılık bulamadığını düşünen ve bunu ancak çok gerilere savrulduğunda söyleyebilme cesaretini gösteren gençlerin sayısı hiç de az değildir.

Burada ikinci bir örnek vermek gerekiyor. Geniş bir gençlik çevresinde (kampta da görüldüğü gibi), Emek Gençliği’ni tanıyan, ona sempati duyan ve Emek Gençleri için çok olumlu tanımlamalar yapan gençlerin, iş, Emek Gençliği’nin savunduğu politikalara (ki bu politika devrimci işçi partisinin politikasıdır) gelince, çoğunlukla bihaber oldukları ya da bu politikalara uzak oldukları görülmektedir. Kampa katılan gençlerle kamp sonunda yapılan anketler, bu açıdan hayli ilginç veriler sunuyor. Bu anketi dolduran gençlerden biri, bakın, “Emek Gençliği’ni nasıl buluyorsunuz” sorusuna cevaben ne yazmış: “Stalin gibi faşist birini savunabilen, bölücü terör örgütüne hak verebilen bir örgüt!”. “Kamp hayatınızda ne gibi değişikliklere yol açtı?” sorusuna, yine aynı gencin verdiği yanıtsa şöyle: “Emek Gençliği gibi çok disiplinli, fedakâr, çalışkan arkadaşlarla tanıştım. Daha iyi olacaklarını düşünüyorum.” Bu örnek, nasıl bir gençlik çevresinin Emek Gençliği’ne yöneldiğini anlamak, aynı zamanda ideolojik ve politik alandaki çalışma düzeyimizi de gözden geçirmek bakımından son derece çarpıcı olsa gerek.

Bu bölümde, politik gelişmelerin gençlikte bıraktığı etkilerden söz ederken, ideolojik alanda da gençliği yeni arayışlara iten gelişmeleri atlamamak gerekir. Kapitalist küresel krizin yol açtığı sorunlar, emperyalist işgal ve savaşlar, artan kitlesel işsizlik ve açlık, doğanın kapitalist şirketlerce tahrip edilmesi, bireycilik ve piyasacılığın geliştirdiği yozlaşma vb. sonuçlar, burjuva ideolojik değer yargılarının arkasından koşan gençlik yığınlarında, giderek daha fazla hayal kırıklığına ve güvensizliğe neden olmaktadır. Marksizmin bir bilim ve mücadele kılavuzu olarak gençliğin öne çıkan kesimleri arasında hızla ilgi bulması nedensiz değildir. Baskısız, sömürüsüz yeni bir dünya arayışı, sözü edilen gençlik kesimleri arasında daha çok kendisini göstermektedir. Böyle bir dünyanın nasıl olacağı ve kazanılacağı üzerine yürütülecek ideolojik faaliyetin günlük çalışma içinde sosyalist bir eğitimi de içermesi gerekir. Bu yönde yapılan en küçük faaliyetler bile etrafında gençleri toparlayabilmektedir.

Kampın bu açıdan da son derece öğretici sonuçlar çıkardığını söylemek gerek. Söyleşiler, paneller, kültürel ve sanatsal çalışmalarda açığa çıkan etkinlikler, forum ve tartışmalar bunu göstermektedir. Düzene, sisteme muhalif, onun ideolojisinin kötülüklerini fark etmiş, sistem politikalarından rahatsız çok geniş bir gençlik kesiminden söz etmek mümkün. Kamp gibi olanak ya da platformlar sunulduğunda, gençliğin her alanda bu rahatsızlığını bir potaya taşımak istediğini göreceğiz. Bu nedenle; kültürden sanata, çalışma hayatından eğitim sorunlarına, bilimden edebiyata, spordan felsefeye kadar her alanda platformlar açmak büyük önem taşıyor. Bu alanlar, Marksist ideoloji kadar devrimci politikanın da taşınabileceği alanlar olarak görülmelidir.

Kamp sonrası işçi basınına ya da gençlik dergisine mektup gönderen gençler, genellikle kamptan büyülendiklerini ya da çok etkilendiklerini söylüyorlar. Fakat çıkardıkları sonuç, genelde, en fazla; “kampı şimdiden çok özledim, bir sonraki kampı iple çekiyorum” cümlesi oluyor. Elbette kamplarımızın böyle bir beğeni toplaması sevinilecek bir durumdur. Fakat neden bir yıl, bir sonraki kamp beklensin ki? Neden şimdi mücadelenin içinde olunmasın ve gençliğin ihtiyaç duyduğu bu tür etkinlikler her alanda birlikte örgütlenmesin? Emek Gençliği, bu soru üzerinde yoğunlaşmalıdır. Çünkü gençler bu paylaşım ve faaliyetleri kamptan kampa yaşamakta; işyerinde, okulda, mahallede bu platformları ve imkanları görememektedir. Gençlik evleri, işçi kültür ve dayanışma dernekleri, spor kulüpleri, turnuva organizasyonları vb.; sanayi sitelerinde ve emekçi mahallelerde gençliğin ihtiyaç duyduğu araç ve etkinliklerdir. Emek Gençliği, var olan bu araçları (dernekler vb.) en etkin biçimde kullanmalı, olmayan yerlerde böylesi araçların örgütlemesi için gençlere çağrılar yapmalıdır. Kamplarda biriken tecrübe, gazete-TV gibi araçlarımız ve aydın potansiyeli, bu araçları kurmanın ve işlevli hale getirmenin dayanakları olarak görülmelidir. Öğrenci gençlik içinde de bu tür araç ve imkanlar kısıtlıdır, ama daha fazla görünürdür. Öğrenci kol, kulüp ve toplulukları, bülten ve dergileri bunların başlıcalarıdır. Fakat hem bu örgütlerin büyük bir bölümü işlevsiz haldedir, hem de Emek Gençleri genellikle buraların aktif üyesi değildir. Bu durumu değiştirmek bir zorunluluk haline gelmiştir. Öte yandan, uluslararası çapta büyük bir kamp organizasyonunu başarıyla tamamlamış bir gençlik örgütü olarak, kültürel, sanatsal araçları kurma ve kullanmada her birimde daha özgüvenli ve cesaretli adımlar atılmalıdır. O zaman ideolojik ve politik çalışma alanı da genişlemiş olacaktır.

KİTLE ÇALIŞMASI, KİTLE ÖRGÜTLENMESİ VE KAMP ÇALIŞMASININ GÖSTERDİKLERİ

Uluslararası gençlik kampı; işçi, işsiz, üniversiteli ve liseli gençlik içinde Emek Gençliği’nin yürüttüğü kitle çalışması ve örgütlenmesine dair kimi ipuçlarını vermesi bakımından dikkate değerdir. Kamptaki forumlarda yürütülen tartışmalar bu yönde veriler sunmaktadır. İşçi, üniversite ve lise forumlarına göz atmak bu açıdan yararlı olacaktır.

1- İşçi Gençlik

Uluslararası gençlik kampında yapılan forumlarından biri işçi gençlere aitti. Sendikalı ve büyük işletmelerden işçilerin de mücadele deneylerini paylaştığı bu forumda, sanayi sitelerinden, atölyelerden gelen gençler yaşadıkları sorunları tartışma fırsatı buldular. Forumun sonunda ise, örgütlenmeye dair bir bildirge basıldı ve kampta dağıtıldı.

Görüldü ki; kapitalist krizle birlikte gelen saldırılar genç işçileri kitlesel bir işsizlik batağına sürüklemiş. Esnek çalışma, düşük ücret, çalışma saatlerinin yükseltilmesi, iş kazalarında yaşanan artış, neredeyse her yerde benzer sorunlar olarak dile getirildi.

Bununla birlikte, genç işçiler, genç olmaktan kaynaklanan taleplere de sahipler. Hayatlarında hiç sinemaya gitmemiş, tiyatro, konser yüzü görmemiş büyük bir işçi kitlesinden söz etmek mümkün. Örneğin İstanbul’da, İkitelli OSB’de bir kültür merkezi kurulmuş, fakat buradan işçiler yararlanamıyor. Kültür merkezi, sadece patronlara ve onların etrafındaki ayrıcalıklı şahsiyetlere hizmet veriyor. Etkinlikleri de, ancak bu ayrıcalıklı kesim izleyebiliyor. İstanbul İMES’te de benzer bir durum söz konusu. Örneğin emek yanlısı çevrelerin ortak düzenlediği bir kültür organizasyonuna genç işçiler yoğun bir katılım göstermişler. Panel ve söyleşilerden daha çok sinema gösterimlerine katılım yoğun olmuş.

Kampta yürütülen kültürel sanatsal aktivitelerin birçoğuna hayatlarında ilk defa tanık olan işçi gençler var. Fakat genç işçiler, katıldıkları bütün atölyelerde, işçilerin de sanattan anlayabileceklerini, sanat yapabileceklerini de göstermiş oldular. Kampın merkezi etkinliklerine katılan Pekim Aliağa İşçi Tiyatrosu ve Eskişehir Tepebaşı Temizlik İşçileri Korosu herkesin gıptayla izlediği çalışmalar sergilediler. İşçi sınıfı sanata el atarsa neler yapabilir sorusunun maddi karşılığı herkesçe görülmüş oldu. Bu açıdan, genç işçilerin bu tür etkinlikleri kendi bölgelerinde yapma fikrinin de güç kazandığını söyleyebiliriz.

Sanayi siteleri ve genç işçilerin yoğun çalıştığı bölgelerde örgütlenme çalışmasını doğrudan bir gençlik çalışması olarak ele almak ve sürdürmek, bir dönemdir tartışılan bir gündem. İşte bu alanların doğrudan bir gençlik çalışması olarak ele alınması için, gençliğin sosyal, kültürel, sportif ve sanatsal taleplerini karşılayacak bir çalışmayı örgütlemek gerekiyor. Bunun için de aydınlarla genç işçileri buluşturmak, kültürel çalışmaları işçi bölgelerine ve emekçi mahallelerine taşımak gerekiyor. Örneğin İMES’ten genç işçiler çalışma saatlerinin uzun olması nedeniyle futbol dışında bir uğraşa sahip olamıyorlar. Site içindeki sahalar ise paralı ve işçiler ücretsiz saha talep ediyorlar. Bunun için kampanya düzenlenmesi konuşuluyor.

Sanayi sitelerinde ve genç işçi bölgelerinde uzunca bir dönemdir parti örgütlerince sürdürülen çalışmalar, Emek Gençliği’nin inisiyatif aldığı bir gençlik çalışması olarak örgütlenmelidir. İşçi gençlik içinde kültürel, sanatsal ve sportif çalışmaların oldukça zayıf olduğu bir gerçektir. Bu durum değişmeden de buraların bir gençlik çalışması olarak örgütlenmesi mümkün değildir.

Kamp dönüşü, İstanbul’un İMES, Güneşli ve Çağlayan işçi bölgelerinde edinilen izlenimler, Emek Gençliği’nin işçi gençliğe neden ve nasıl yönelmesi gerektiğine de bir pencere açıyor.

Güneşli bölgesindeki genç işçilerin, güncel olarak yaşadığı temel sorun maaşlarının zamanında ödenmemesi. Sigorta, mesai ya da diğer sorunlar, onlar için henüz çok gerilerde sorunlar. Çünkü genç tekstil işçileri, kazanılmış hak olarak, sadece çalıştıkları döneme ait alacakları parayı biliyorlar. Patronlar şimdi bu paralara el koyuyor ve işçiler, ancak iş bıraktığında, bu paraları geri alabiliyor. İş bırakma eylemine katılan gençlerden biri 16 yaşında ve 5 yıldır durmaksızın çalıştığını söylüyor. Doğal olarak genç olmanın gerektirdiği birçok olanaktan mahrum kalmış. Güneşli’de görüşleri alınan genç işçiler, Emek Gençlerinden, kendilerine arkadaş olmalarını ve onların öğrendiği her şeyi bilmek istediklerini söylüyorlar.

Çağlayan tekstil bölgesinde, daha çok Kürt gençler ve genç kadın işçiler çalışıyor. Kürt gençlerdeki proleterleşme süreci, ulusal mücadelenin yanında, onların sınıfsal bir mücadeleye atılmalarını da hızlandırıyor. Bu nedenle, Emek Gençliği’nin siyasal propaganda ve örgütlenme faaliyeti de önem kazanıyor. Köyden kente geçiş ve karşılaşılan tablo, Çağlayan’da lümpenleşmeyi arttırmış durumda. Genç işçiler yozlaşmanın ve rekabetin içine çekilmişler. Bu nedenle dayanışmanın önde olduğu, sınıf bilincinin kazanıldığı birliklere, işçi evi yada derneklere ihtiyaç var. Ama bunun için de çok çalışmak ve örgütlenmek gerekiyor. Emekçi mahallerinde işçi, işsiz gençler arasında dayanışmayı güçlendirmek, talepler etrafında gençlik birlikleri kurmak da bu çalışmanın bir parçası olmalı.

Bu örnekler, Emek Gençliği’nin genç işçilere yönelmesinin aciliyetine ve önemine vurgu yapıyor. Elbette genç işçilerin Emek Gençliği’ne ihtiyacı var. Ama devrimci sosyalist gençlerin de genç işçiler içinde örgütlenmeye, bu çalışmadan öğrenmeye ihtiyaçları var. Öte yandan işçi gençliğin kendiliğinden sosyalizmi öğrenmesi de mümkün değil. Çünkü genç işçilere siyasal ve sosyalist bilinç, ancak dışarıdan, yani iktisadi mücadele alanının dışından ve tabii ki genç aydınlar ya da sosyalist Emek Gençleri tarafından götürülebilir.

Son bir örnekle bu bölümü kapatalım. İstanbul Kartal Emek Gençliği 15 günde bir çıkan gençlik dergisini en geniş kesimlere dağıtmak için önceden fon oluşturuyor. Gençlerin harçlıklarından, işçilerden, memurlardan ve esnaflardan toplanan bu fonla, 300 ile 1500 rakamları arasında değişen dergi bayiden alınıyor. Emek Gençliği grupları, derginin her sayısını mutlaka Kartal Otosanayi’ye götürüp genç işçilere dağıtıyorlar. “Biz Emek Gençliğiyiz, bu nedenle dergimizi önce işçi gençlere ulaştırmalıyız” diyorlar. Bu tutumun yaygınlık kazanması gerekliliği açık olsa gerektir.

2- Üniversiteli Gençlik

Kampta yapılan üniversiteli forumu iki oturum biçiminde gerçekleşti. İlkinde diğer ülkelerden gelen üniversiteli gençlerin konuşmaları yer bulurken, ikinci oturum, sadece Türkiyeli üniversitelilerin konuşmalarına ve tartışmalarına ayrıldı.

Türkiye oturumunda, üniversiteli gençlerin, genel eğitim politikalarına pek hakim olmadıkları söylenebilir. Bu durum, bir üniversitedeki herhangi bir sorunu genel sorunlara ve siteme bağlama özelliğinin de gelişkin olmadığını gösteriyor. Öte yandan üniversitelerde son yıllarda yaşanan hızlı dönüşümün de üniversiteli Emek Gençlerince yeterince izlenmediği görülüyor. Böyle olunca, ekonomik, akademik ya da demokratik mücadelenin güncel ve etkili bir niteliğe kavuşması gerçekleşemiyor. “YÖK’ün el değiştirmesi, Bologna Planı, uzaktan eğitim, ömür boyu üniversite” vb. birçok gelişme yeterli düzeyde ve derinlikte izlenmiyor. Hedeflerde iddiasızlık ve propagandada etkisizlik, bu noktada baş göstermeye başlıyor. O nedenle, Emek Gençliği üniversite örgütleri kendi çalışmasını gözden geçirmelidir. “Nasıl bir üniversite istiyoruz?” sorusu, çalışmanın ana konularından biri olmalıdır. Sınırlı da olsa piyasaya ayak uydurmayı reddetmiş dürüst, namuslu akademisyenlerden ve entelektüel birikimden de bu bakımdan yararlanmak gerekiyor.

Üniversite forumundaki konuşmaların gösterdiği bir diğer şey de, özel üniversitelerde artan gençlik nüfusudur. Sorunlarıyla birlikte bu kesim de, üniversite gençlik örgütlenmesinin bir alanı olarak ele alınmalıdır. Hemen her taşra ilinde bir üniversitenin açılmış olması da, çalışmanın kapsamını daha geniş tutmayı gerektiriyor.

Eğitim kalitesinin genel olarak düşmesi, mücadelenin ana konularından biri durumuna gelmiştir.

YÖK başta olmak üzere birçok üniversite yönetimini de ele geçirmeye başlayan AKP’ye ve arkasındaki güçlere karşı tepkiler de artmaktadır. Sessiz ve dağınık olan bu tepkileri birleşik bir mücadeleye çevirmek, yeni öğretim yılının başat çalışmalarından biri olarak görülmelidir. Bunun için “Demokratik Türkiye, Demokratik Üniversite” talebi daha çok yükseltilmelidir.

Ekonomik kriz ve yoksullaşmanın öğrenci gençlik üzerindeki etkileri de ağırlaşmış bulunuyor. Ulaşım, barınma, harç parası, pahalı yemek gibi sorunlar etrafında mücadelelerin örgütlenmesi her alanda güçlendirilmelidir.

Üniversitelerde genel olarak kol, kulüp, topluluk gibi araçlar zayıflarken, Emek Gençlinin de buralardaki mevzilerden çekildiği görülüyor. Kol, kulüp başkanı ya da yöneticisi Emek Gençleri’ni arar duruma gelmiş olmak, bunun bir ifadesidir. Ya da bu sıfatları taşıyan gençlerle birlikte çalışmalar örgütlemek de pek nadiren görülmektedir. Sözü edilen bu kurumlara sadece üye olmak yetmediği gibi, aktif çalışanı olmadan da, buralarda Emek Gençliği’nin etki sahibi olması beklenmemelidir.

Yükseköğrenim gençliği hâlâ kitlesel mücadele örgütlerini yaratabilmiş değildir. ÖTK’lar da bu bakımdan itibar sahibi olmadığı gibi, bürokratik bir yapı durumundadır. Emek Gençleri arasında ÖTK’nin bolca sözü edilirken, pratik tutum bunun tersini göstermektedir. Seçim tarihlerinin bilinmemesi, seçimlerin kaçırılmış olması, ne yazık ki az işitilen işlerden değildir. Kendi fakülte, bölüm ve üniversitesinin temsilcilerini tanımayan bir Emek Genci ne kadar ÖTK üzerine gerçekçi bir tartışma yapabilir? Demokratik bir öğrenci örgütü için ÖTK seçimleri ya da işleyişine müdahale eden bir mücadele yürütülmelidir.

Emek Gençliği üniversite çalışmasında güç biriktirmek zorundadır. Fakat ileriye doğru bir adım atılacaksa, yukarıda ifade edilen meselelerde bir tutum değişikliği yaşanmadan bu başarılamaz. Kamptaki üniversite forumunun gösterdiği başlıca noktalar bunlardır.

3- Liseli Gençlik

Uluslararası gençlik kampına Türkiye’den katılan gençlerin çoğunluğu liselilerden oluşuyor. Kampa ilk defa katılan liseliler, soru soracak birini bulduklarında, soru yağmuru başlıyor. Liseli gençlerin en çok sorduğu soru şu: “Kürt sorunu hakkında ne düşünüyorsunuz?” Bu soruyu, “PKK ile aynı safta mısınız, farkınız nedir?” gibi benzer sorular takip ediyor.

Genel olarak; özgürlüğe, insan haklarına, bağımsızlığa, eşitliğe, emperyalizme karşı mücadeleye ve devrimciliğe ilgili oldukları gözlenen kamptaki liseli gençlerin, Kürt sorunu konusunda kafalarının epeyce karışık olduğu söylenebilir. “Kürtler, Kürt halkı, Kürtlerin ulusal özgürlük mücadelesi, ulusal direniş hareketi” vb. kavramlar, ilk defa kampa gelen liselilerin önemli bir kesiminde ayrılıkçılığı, bölünmeyi, dış güçlerin kullandığı bir tehdidi çağrıştırıyor. “Kürt-Türk ayrımı yapmadan, devrimciler neden herkesi emekçi olarak görüp örgütlemiyor?”, “Sosyalizm geldiğinde zaten Kürtler kurtulmayacak mı, niye ayrı örgütlensinler?” türünden sorular peş peşe diziliyor. Okuldan, aileden, çevreden ve medyadan gelen milliyetçi basınç küçümsenmeyecek kadar etkili. Milliyetçilik ile iç içe geçmiş ya da onun etkisi altında olan “solcu” gelenek ve akımların da (CHP, TKP vb.) bu basınçta payı olduğunu atlamamak lazım.

22. Uluslararası Gençlik Kampı, antifaşist ve antiemperyalist bir kamptı. Antifaşizm, Türkiye’de gençliği ırkçılığa, milliyetçiliğe karşı mücadeleye kazanmaktan geçiyor. Kürt halkına karşı sürdürülen ırkçı, faşist ve milliyetçi saldırılara karşı mücadele, faşizme karşı mücadelenin temel bir parçasını oluşturuyor. Yeni gençlik kuşaklarının birer demokrat, antifaşist olarak yetişmeleri, hele hele devrimci ve sosyalist olabilmeleri için, ulusal soruna Marksist pencereden bakmayı öğrenmeleri, öyleyse öğretilmesi gerekiyor. Bu elbette kolay değil, ama üzerinden atlandığında, liseli gençleri politik olarak kazanmak da mümkün olmuyor.

Liseli gençlerin, belki kamp atmosferinden etkilenerek, belki de öncesinden gelen sorularından biri de sosyalizme ilişkindi. “Sosyalizm nedir?” sorusuna “sosyalizm ile komünizm arasındaki fark nedir?” ve “EMEP’in diğer sosyalist örgütlerden farkı nedir?” soruları eklendi.

Yazının başında değinilen ideolojik ve politik alana ilişkin görevlerin liseli gençlik çalışmasında da geçerli olduğunu belirtmek gerekiyor. Yeni liseli gençlerin siyasallaşmaya daha açık olduklarını görerek, Emek Gençliği propaganda ve örgütlenme planını yenilemelidir.

Sorulardan gitmeye devam edelim. “Okulumda örgütlenmek için neler yapabilirim?” Kampa katılan ve bu soruyu soran liseli gençlerin çoğu, kendi okullarında örgütlenmek üzere illerine döndüler. Ama bunu nasıl yapacaklarını bilmediklerini söylüyorlar ve her alanda örgütsel yardıma ihtiyaçları olduğu gözleniyor. Emek Gençliği’nin yapması gereken, daha cesaretle yaklaşarak örgütlenme adımlarını başlatmaktır.

Elbette her lisenin kendine özgü sorunları var ve bu özgünlükleri gözetmek gerekiyor. Kılık kıyafet yönetmeliği, elemeci sınavlar, uyuşturucu ve çeteler, dershane sistemi, kültürel ve sportif faaliyetlerin yok denecek kadar az olması, öğretmen baskısı, ülkücü baskılar, liseli gençlerin genellikle ortaklaştıkları sorunlar. Liseliler talepleri biliyorlar, ama söyleme gereği duymuyorlar. Çünkü değişebileceğini düşünmüyorlar. Bu yüzden talepler etrafında birleşmeyi başaramıyorlar. Esas örgütsel yardım da, burada bir ihtiyaç durumuna geliyor.

Sorunların baş gündeminde sınavlar var. Üniversiteye giriş sınavlarının bir gün ortadan kalkması hepsinin dileği. Dershane sistemi, okulların değer kaybetmesi, lise son sınıfın gereksiz hale gelmesini eleştiriyorlar. Ama bu duruma da mahkûm olduklarını düşünüyorlar. Bu nedenle, elemeci sınav sistemini hedefe koyan etkili bir çalışmayı eğitim yılı boyunca önde tutmak gerekiyor.

Meslek liseliler, sınav sistemi nedeniyle üniversite hayallerini kaybetmiş durumdalar. Kendilerine Milli Eğitim ve devlet tarafından üvey evlat muamelesi yapıldığını düşünüyorlar. İki yıllık eğitim fakültelerine girmenin bir şeye yaramayacağını söylüyorlar. Bu durum, sınav sistemine karşı mücadelede daha özgün talepleri ve propagandayı gerekli kılıyor. Elbette staj sömürüsü ve okullara iş alarak öğrencileri köle gibi çalıştırma uygulamalarına karşı da mücadele etmek gerekiyor.

Okullarda sadece sınav ve ders konuşmaktan bıkan liseliler, okul hayatında; turnuvalar, konserler, okul gazeteleri, tiyatro gösterileri vb. etkinlikler de görmek istiyor. Bu talepleri ileri sürmek ve bu etkinlikleri düzenlemek, liseli Emek Gençliği’ne geniş bir örgütlenme alanı oluşturacaktır.

Liselerde ÖTK’lar ya da Öğrenci Meclisleri’nin genellikle işlevsiz durumda olduğu söylenebilir. ÖTK’ların öğrencilerin gözündeki itibarı da yok denecek kadar az. ÖTK’larda bürokrasiyi kırmak kolay olmuyor, çünkü örgütün işlemesinin önüne bir yığın engel konmuş. Fakat ÖTK’ya seçilen temsilci ya da başkanlar, kendi okullarında etkinlikler yaptıklarında geniş bir çevreye sahip olabiliyorlar. Daha çok tabanda etkinlikler düzenleyerek ÖTK’da bürokrasiyi kırmak mümkün.

Yeni eğitim yılı açılırken; mücadeleye, örgütlenmeye, siyasallaşmaya açık oldukça dinamik bir liseli gençliğin varlığına bir kez daha dikkat çekmek ve buna göre hazırlık yapmak gerekiyor.

SONUÇ OLARAK

Kampın hoş bir seda olarak kalmaması için, kampta açığa çıkan potansiyeli hızla örgütlülüğe çevirmek gerekiyor. Kimi il ve ilçelerde başta referandum çalışması olmak üzere, çok sayıda yeni gencin çalışmalara katıldığı ve örgütlü çalışmaya kazanıldığı gözlenirken, bazı alanlarda ise, bunun başarılamadığını görülüyor. Hızla ve yeniden darlaşma, rehavete kapılma ve kendi kabuğuna çekilme biçiminde ortaya çıkan sonuçlar, bu yerlerde, kampla birlikte yakalanan kitle bağlarının yitirilmesine de neden oluyor. Bu durumun yaşanmasında “kampın kendiliğinden gençleri dönüştürüp çalışmaya katacağına” ilişkin beklentinin de payı vardır. Bu yaklaşımın tersine; kamptan dönen gençlerle günlük çalışmada bağ kuran, onları günlük çalışmadaki işlerin içine katan, devrimci çalışmaya cesaretle çağrılar yapan Emek Gençliği örgütleri ise, güç kazanmışlardır, izlenecek yol da, bugün budur.

Yukarıda, bütün yazı boyunca; gençlik kampının ortaya çıkardığı dayanaklara ve gençlik örgütünün faaliyetindeki sorunlara dikkat çekmeye çalıştık. Bu sorunların belki de en başında, günlük gazeteye ve halk televizyonuna yaklaşım meselesi gelmektedir. Zira on günlük kamp hayatı içinde bile, “büyük bir derya”nın içinde gazete ve TV’nin ne kadar zayıf kullanıldığı, kamp değerlendirme toplantılarında da tespit edilmiştir. Bu tespit, yaşanan birçok sorunun da kaynağına işaret etmektedir.

Günlük bir gazete ve halk televizyonu gibi muazzam olanaklar, gerçekten gençlik yığınlarının bir kürsüsü haline gelmeye başladığında ya da Emek Gençliği bu yönde daha kararlı adımlar attığında, hedeflere ulaşmak daha gerçekçi olacaktır.

Emek Gençliği’nin 5. Genel Konferansı’nda konuşan İhsan Çaralan; “Elindeki araçları kullanamayanlar, başkasının elindeki araçları hiç kullanamazlar” demişti. Bu sözlerle Çaralan, günlük gazete ve televizyon başta olmak üzere elimizdeki propaganda ve örgütlenme araçlarını olması gerektiği gibi kullandığımızda, nelerin yapılabileceğine de dikkat çekmişti. Şimdi gençlik örgütü, bu ana nokta üzerinde yoğunlaşmalıdır.

Sözü edilen bu araçların kullanılması, aynı zamanda işçi sınıfının, aydınların ve sosyalist hareketin toplam birikimiyle gençliğe seslenmek demektir. Gençliği kazanma mücadelesinde, burjuva ideolojik ve politik kuşatmaya karşı, bu birikime dayanmadan başarı elde etmek mümkün olamaz, olamamaktadır. Örneğin gençlik dergisini ele alalım. Sözü edilen birikimle birleşmeden, ondan güç almadan, gençlerin dergiyi etkili ve güçlü bir araca dönüştürmeleri ne kadar mümkündür? Emek Gençliği’nin bütün çalışmaları için bunu söyleyebiliriz ve çalışmanın içeriğinin değişmesi ya da yerini bulması da, bu birikimle ne oranda birleşildiğine bağlıdır.

Öte taraftan, Emek Gençliği, kendini en geniş yığınlara tanıtacak bir gençlik örgütü haline gelmek zorundadır. Bu nedenle, propaganda ve ajitasyon materyallerinde (afiş, bildiri, broşür vb.) çeşitlilik ve zenginlik mutlaka sağlanmalıdır. Aksi halde, sözü edilen platforma geniş gençlik yığınlarını çekmek –ne kadar istense de– mümkün olmayacaktır.

22. Uluslararası Antifaşist Antiemperyalist Gençlik Kampı, kapitalizmin aslında gençliğe ne kadar yabancı bir sistem olduğunu gösterirken, kapitalizme karşı gençliğin mücadele ve örgütlenme imkanlarını da geliştirmiştir. Daha kitlesel ve tazelenmiş bir güçle yeni mücadele dönemine giren Emek Gençliği, gençliğin kitlesel mücadele ve örgütlenmesinin kanallarını açacak potansiyele sahip tek devrimci politik gençlik örgütüdür ve kendi çalışmasını bu duruma göre planlamalıdır.

Gençlik ve Siyasete Katılım Sorunu Üzerine Araştırmalar

Gençliğin politik yaşama katılması ya da politika yapması sorunu, bizimki gibi genç nüfusun ağırlıkta olduğu bir ülke için sürekli tartışmayı gerektiren bir konu. Ülkeyi ya da dünyayı değiştirme, gidişata müdahale etme iddiasındaki bütün siyasal hareketler bu sorunu bir biçimde gündemlerinde tutmuşlardır. Çünkü “gençliği kazananın geleceği de kazanacağı” fikri, proleter sosyalist hareket kadar, burjuva ve küçük-burjuva siyasal akımlar için de kabul gören bir gerçekliktir.

Gençliğin sosyal, ekonomik ve kültürel durumuna ilişkin yapılan araştırmalarda son yıllarda bir artış yaşandığını söylemek mümkün. Gençlik ve politika ilişkisinde ise, daha çok seçimden-seçime gündeme gelen anket çalışmaları göze çarpıyor. Fakat son birkaç yılda, bu alanda önemli çalışmalar yapılmaya başlandı. TÜSES (Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasi Araştırmalar Vakfı) tarafından basılan “Gençler Tartışıyor” isimli kitap bu bakımdan dikkat çekici. Cemil Boyraz tarafından derlenen bu kitapta, çeşitli üniversitelerden 9 akademisyenin imzasını taşıyan araştırma makalelerine yer verilmiş. Kitabın alt başlığı ise; “Siyasete katılım, sorunlar ve çözüm önerileri” şeklinde.

Dikkate ve incelemeye değer bu kitap, gençlik ve politika bağlamında son derece çarpıcı veriler sunuyor. Kitabın hazırlanma amacı “tıkanan siyaseti gençlik anahtarıyla açma” biçiminde özetlenebilir. Biz de, kitapta sunulan verilere dayanarak, “tıkanan hangi sınıf ya da sistemin siyasetidir?” sorusuna yanıt vermeye çalışacağız. Elbette gençliğin devrim ve sosyalizm mücadelesine kazanılmasının önündeki bazı sorunlara da dikkat çekmek üzere, yine kitapta yer alan kimi çarpıcı verilere başvuracağız. Yazının gereğinden uzun hale gelmemesi için, makale başlıklarını ve yazarlarını, bu yazının en sonunda bir kaynak olarak topluca vermeyi tercih ettik.

 

GENÇLİĞİN SİYASETE KATILIM DÜZEYİ

Kitapta yer verilen bir ankete göre, gençlerin yaklaşık yüzde 91’i siyasi partilere üye olmadıklarını ve faaliyetlerine katılmadıkları ifade etmiş. Aktif ya da pasif bir durumda üye olanların oranı yüzde 4,6. Gençlerin yüzde 9’u da, siyasi partilerle şu ya da bu şekilde iletişim içerisinde görünmektedir.

Sözü edilen anketin gösterdiği bu tablo, burjuva düzen partilerinin gençliği üye olarak kazanamadığının bir kanıtıdır. Tüm toplumu baskı altında tutan burjuva devlet yönetimi, 12 Eylül ve 12 Mart dönemlerinde en açık biçimiyle görüldüğü üzere, muhalif toplumsal hareketleri zor ve baskı yoluyla ezmekten de çekinmemiştir. 1990’lı yıllar ise, Kürt gençliğine uygulanan baskı ve katliamlarla anılmaktadır. Yıllarca devam eden bu saldırılar gençliği de hedef tahtasına koymuştur. Gençliğin depolitizasyon sürecine tabii tutulması, bu saldırı kampanyasının bir parçasıdır. Fakat gelinen yerde, burjuvazi, kendi sistemini yeniden yapılandırmak için, sistem partilerinin dışına düşmüş bu yüzde 91’lik genç nüfusu dert edinmiş görünmektedir. Dolayısıyla bu durum, kitapta genel olarak vurgulanan siyasetteki tıkanmadan daha çok, burjuva sınıfın siyasetindeki bir tıkanma olarak görülmelidir. Bu nedenledir ki, bu tablo, karşısına geçip dövünülmesi gereken bir tablo değildir. Çünkü sınıflar savaşı en üstte partiler savaşıdır. Ve tüm hegomonik etkisine, işçi sınıfı üzerindeki baskısına rağmen, burjuvazi gençliği partileşme sürecine istediği gibi kazanamamıştır.

Kitaptaki anketlerin verileri şöyle devam ediyor: “Gençlerin yüzde 70’inin siyasi partiler haricinde, herhangi bir STK’ya üye olma fikrini de reddettiği görülmektedir. ‘Boykot, yürüyüş’ ve son zamanlarda gelişen bir trend olan ‘internet üzerinden protesto’ eylemi gibi siyasi katılım türlerine ise, gençlerin yaklaşık yüzde 60’ı olumsuz yaklaşmaktadır. Türkiye’de 18 yaş üstü nüfusu temsil edenler içinde yapılan çalışmada; seçmenlerin yüzde 11’inin bir siyasi partiye üye olduğunu, yüzde 12’sinin bir partinin mitingine katıldığını, yüzde 7’sinin bir partinin ev toplantısına katıldığını, yüzde 9’unun ise bir başkasını bu anlamda bir katılım için etkilemeye çalıştığını belirtmektedir. Siyasi partilerle ilişkili etkinliklere gelince, seçmenler arasında ev ev tanıtım yapanlar, afiş asanlar ve tanıtım broşürü dağıtanların oranı ise yüzde 3 civarında kalmaktadır. 2002 seçim kampanyası gibi görece uzun süren bir dönemde bile bu oranların yüzde 3 civarında olması, siyasi partilerin en önemli fonksiyonlarından biri olan kampanyalarda, insan kaynaklarının mobilize etme yeteneğinin de son derece azalmış olduğunu göstermektedir.

Yukarıdaki alıntıdan, benzer bir biçimde yola çıkıldığında; “gençlik eylem ve yürüyüşlere, ülke meselelerine ne kadar uzak” diye bir sonuç çıkartmak mümkündür. İşçi sınıfı ve halk açısından değerlendirip sonuçlar çıkartmak da pekala mümkündür. Fakat dikkat edilmesi gereken esas noktab “siyasi partilerin insan kaynaklarını mobilize etme yeteneğinin son derece azalmış olduğu” vurgusudur. Eğer bu tablo tersini gösterseydi; yani burjuva düzen partileri gençliğin enerjisini mobilize etme rakamlarını yüzde 3’lerden yüzde 80’lere çıkarmış olsaydı, elbette işçi sınıfının ve halkın işi daha zor olurdu. Nitekim burjuvazinin arayışı da bugün bu yöndedir.

Siyasi partilerle bağı olan yüzde 9’luk oran, siyasi parti yandaşlıkları bazında da analiz edilmiş. Burada en dikkat çekici husus ise DTP olarak saptanmış. Kendilerini DTP’ye yakın hissettiğini belirtmiş olan gençler bu grup içerisinde yüzde 18’e yakın bir oranı almakta ve AKP yandaşı olan gençlerin ardından, ikinci büyük grubu oluşturmaktadır.

Sonuçlar, DTP’li gençlerin diğerlerine göre daha fazla siyasallaşmış olduğunu ve siyasi parti faaliyetlerine daha fazla katıldığını göstermektedir. Peki, ulusal mücadele içinde siyasallaşan Kürt gençliğinin DTP üzerinden AKP’yi zorlaması ya da diğer tüm burjuva partileri aşağıda bırakmasını nasıl yorumlanmalı? Bunu genel olarak bir başarısızlık ve “liberal demokrasi”nin önündeki bir engel olarak değerlendirdiğinizde, o zaman size AKP, CHP, MHP vb. partilere çözüm sunmak için “yol haritaları” üretmek düşüyor. Tek tek yazarları ve kitaba emek veren araştırmacıları tenzih ederek söyleyelim; ne yazık ki, kitap, tam da bunu amaçlıyor. Aşağıdaki alıntı paragrafı bunu daha açık ifade ediyor:

Söz konusu siyasi katılım olduğunda, Türkiye gençliğinin ‘katılmadığı’, Türkiye sınırları içerisinde yaşamakta olan ortalama bir gencin siyasete doğrudan katılmasının beklenmemesi gerektiği, bir sosyal kanun olarak önümüze gelmektedir. Yapılan bütün çalışmalar, siyasi kültürümüzde siyasi katılımın çok ender rastlanan bir şey olduğunu ve gençlik adı verdiğimiz kitle içerisinde siyasete katılım eğiliminin son derece düşük olduğunu gösteriyor. Siyasi katılımın bir konu olarak siyaset bilimi alanında işlenmeye başladığı 1970’lerden bu yana oy verme harici siyasi katılım düşüklüğünün sebeplerini anlamaya yönelik çok yol kat edilse de, liberal demokrasinin vazgeçilmez koşulu siyasi katılımın nasıl sağlanabileceği konusunda çok fazla yol haritası üretilmiş değil.

Yani söylenen şudur: “Siyasetin dışında bırakılmış gençler siyasete kazanılsınlar da, kim kazanırsa kazansın”. Siyasi partilere eşit mesafede durma adına, bütün siyasal partiler liberal demokrasinin bir zenginliği olarak görülmekte ve burjuva düzen partilerinin eşitsizlik üzerine kurulu hegomonik üstünlüğü zaten işin doğası kabul edilmektedir. Sakatlık tam da burada baş göstermektedir. Çünkü işçi sınıfının devrimci partisi olan EMEP’le birlikte, BDP ve ÖDP gibi partiler üzerinde de baskı eksik edilmemekte, yasaklar, hak arama yolunu seçmeye yönelen gençlerin önüne bir duvar gibi çıkarılmaktadır. Anti demokratik seçim ve siyasi partiler yasası da bu eşitsizliği tesis etmek üzerine bina edilmiştir. Nitekim seçim barajı dururken ve devlet kasasından imtiyazlı düzen partilerine trilyonlar akıtılırken, politikada özgürce tercih ve eşitlik ilkesinden söz edilemeyeceği açık değil midir?

Her ne kadar burjuva düzen partileri için gençliği siyasete katma yönünde liberal çözüm önerileri geliştirilse de, bugün hakim olan tarz, gençliği politik örgütlenmelerin ve karar mekanizmalarının uzağında tutma yönündedir. Siyasi (burjuva) partilere gençliğin katıl(ama)ma sorununun bir diğer yüzünü de bu gerçek oluşturmaktadır. Geleneksel burjuva siyaset tarzı, hâlâ büyük oranda gençliği bir oy deposu olarak görme ve değerlendirme üzerine kuruludur. Burjuvaziye ait olan bu yöntem, gençliğe, siyasette etken değil, edilgen bir rol biçmektedir. Kitaptaki benzer anketlerin gösterdikleri sonuçlar da bunu söylemektedir:

Oy kullanmak gençler arasında en yaygın olan siyasal katılım biçimi olarak ön plana çıkmaktadır. 1990 yılında yüzde 62, 2003’de yüzde 53 olan bu oran, 2008’de yüzde 48 olarak ölçülmüştür. Gençlerin geleneksel (konvansiyonel) siyasal katılım konusunda pek aktif olmadıkları da görülmektedir. Herhangi bir siyasi partinin gençlik koluna üye olanların oranı 1999’dan 2008’e değişmemiş ve yüzde 10 civarında kalmıştır. Benzer şekilde siyasi partiye gençlik kolları dışında üye olmak yüzde 4-6, seçim kampanyasında aktif rol oynamak yüzde 5 civarındadır.

 

SİYASAL TERCİHLERİ BELİRLEYEN UNSURLAR

Anketlerde, odak grup çalışmalarına katılan gençlerin neden siyasete katıldıkları sorgulandığında, aile, en önemli itici faktörlerden biri olarak ortaya çıkıyor. Anketler üzerinden yapılan değerlendirmede; ideolojik yelpazedeki yeri ne olursa olsun, gençlerin yakın çevresinde siyaseten aktif birilerinin bulunmasının gençleri katılmaya iten ortak bir olgu olduğu belirtiliyor.

Hemen her yerel ya da genel seçimden sonra yapılan değerlendirmelerde yukarıdakine benzer yorumların yapıldığını hatırlarız. “Ata partisine oy verme” geleneği olarak tanımlanan bu eleştirinin içinde elbette gençlerin siyasal tercihlerine ilişkin analizler de var. Fakat gerçek şudur ki; ata partisi geleneğine sahip çıkmak ya da ailenin siyasal tercihlerine göre siyasal tutum belirlemek, modern bir ayrışmayı ifade etmemektedir. Türkiye’deki siyasal tercihlerin modernleşmeye paralel olarak bir değişim içinde olduğu söylenebilir mi? En azından köklü bir değişikliğin olmadığı açıktır. Bu durum, bir yandan genel bir zayıflık ve siyasal çalışmaya dair dezavantajlı bir durumu ifade etmektedir. Fakat öte yandan, sınıf çatışmasını esas alan ve talepler üzerinden birleşmeyi ve mücadele etmeyi savunan modern bir proleterya partisi için ise, bu durum, avantajlı bir durumu da ihtiva ediyor. Çünkü aileye göre siyasal tercih sorunu, hem feodal bir kalıntı, hem de kapitalizmin gelişmesiyle çözülmeye yüz tutan ve eskiyen bir kültür anlamına gelmektedir. Şüphesiz, devrimci işçi partisinin örgütleri ve Emek Gençliği, siyasal tercih bilincini oluşturma imkanı bulamayan milyonlarca gence daha yaygın ve etkin çağrılarla seslendiğinde geniş bir örgütlenme alanı bulacaktır. Burjuva düzen partileri sanıldığının aksine, gençlik yığınlarının örgütlenmesi açısından çok büyük bir boşluk alanı bırakmışlardır.

Kitapta, anketlerin yanı sıra farklı deneklerle konuşarak eğilim belirleme yöntemi de uygulanmış. Kürt gençlerinin siyasallaşma tercihleri oldukça ilginç biçimde dile getiriliyor. Bu söyleşilerde, hemen her yerde baskılara maruz kalan Kürt gençlerinin kendiliğinden bir gruplaşma içine girdikleri ve buna bağlı olarak siyasallaştıkları görülüyor. Bir Kürt genci şöyle konuşuyor:

Mesela şey vardır. Bir güç vardır. Kürt halkına karşı bir güç vardır. Şimdi senin bu güç karşısında durabilmen için senin de bir güç olman gerekiyor. Bizimkisi biraz doğallığında da gelişiyor. Bizim birlikte olmamız, kampüste birlikte gidip gelmemiz hani biraz doğallığında da gelişiyor. Çünkü biz birlikte olmadığımız zaman tamamıyla eziliyoruz. Ama birlikte olduğumuz zaman o ezikliği hissetmiyorsun. O güce karşı bir güç olarak kalabiliyoruz.

Bu bölümde, bir ilginç örnek de, EMEP’e katılan bir gencin öyküsüyle verilmiş. EMEP’e katılan bu gencin adı YC10A şeklinde kodlanmış. Evrensel üzerinden EMEP’e katılan gencin öyküsü şöyle:

Aslında YC10A, son derece politik bir aile ortamından geliyor. Babası aktif bir CHP’liyken, dayılarının Marksist geçmişleri var. Buna rağmen yolu FEM dershanesiyle çakışabiliyor. Lise döneminde Grup Yorum dinleyen, sosyalizme ilgi duymaya başlayan YC10A, benzer birçok hikâyede gördüğümüz gibi, tesadüflerin yardımıyla, EMEP’li oluyor. Üniversiteye siyaset yapma isteğiyle gelen, ama örgütlü yapılar arasındaki farkları henüz bilmeyen YC10A, Evrensel Gazetesi satanlar aracılığıyla EMEP’le tanışıyor.

 

LİSELERDE SİYASAL TABLO

Liseliler arasındaki siyasal gruplaşma oranları da oldukça çarpıcı bir grafikle sunulmuş:

Buna göre İmam Hatip Lisesinde okuyan gençlerin yüzde 64.7’si kendilerini İslamcı olarak tanımlarken, bu oran sırasıyla Meslek Liselerinde yüzde 37.5, Düz Liselerde yüzde 19.9, Özel Liselerde yüzde 18.3, Anadolu liselerindeyse 12.4 olarak ortaya çıkıyor. Okul tipi ve Ülkücülük arasındaki ilişkiye bakıldığında, en yüksek oran Meslek Liselerinde yüzde 20.6 olarak görülür. Bu oran sırasıyla Anadolu Liselerinde yüzde 9.7, Özel liselerde yüzde 9.5, Düz liselerde yüzde 8.4 iken en düşük oran yüzde 7.1’le İmam Hatip Liselerindedir…

Aynı olguya, kendilerini solcu olarak tanımlayanlar açısından bakıldığında, okul tiplerine göre şöyle bir dağılım ortaya çıkıyor. En çok solcu Anadolu Liselerinde yüzde 12.7, bu oranı Düz Liseliler izliyor yüzde 10.1. Özel Liselerde bu oran yüzde 6.9 iken Meslek Liselerinde yüzde 6.8. En düşük oranlar yüzde 0.9’la İmam Hatip Liselerinden çıkıyor.

Liseler, siyasal tercih bakımından üniversitelere göre daha küçük bir yaş grubunu ifade eder. Elbette yukarıdaki liselerde siyasallaşma oranlarına ilişkin verilerin oluşmasında ailelerin önemli bir rolü vardır. Ama liselerdeki siyasallaşma tercihinde aile tek unsur değildir. Peki, ailelerin etkisi açısından ele alındığında hangi sonuca varılır, aile dışı unsurlara bakıldığında hangi sonuçlara varmak mümkün olur?

Milliyetçi ya da muhafazakar taban olarak tanımlanan yoksul emekçi ailelerin çocukları büyük oranda meslek, düz ya da imam hatip liselerinde okuyorlar. Kendilerini solcu (CHP ağırlıklı) olarak tanımlayan liselilerin yoğunluğu ise, Anadolu liselerinde bulunuyor. İşçi sınıfının geleceğini düz ve meslek liselerin oluşturduğunu gözeterek, devrimci siyasal çalışmayı, önyargılardan uzak durarak, esas olarak bu kesim içinde yoğunlaştırmak gerekmektedir.

“Aile dışı unsurlar” derken, buradan kastedilen, liselere dönük örgütlü çalışma yürüten “teşkilatlar”dır. Cemaat-tarikat örgütlenmelerinin liselerde kat ettiği mesafe bilinmez değil. Meslek liselerinin ise, esas olarak Ülkücü Ocakları tarafından kuşatıldığı bu tablo ile de kanıtlanmış oluyor. Meslek liselerinde “reislik” sistemini önemli oranda oturtan MHP, nerdeyse her meslek lisesinin yanına bir ocak açmış bulunmaktadır. MHP, böylece, başta metal iş kolunda olmak üzere, fabrikaların da kaderini kendi denetimi altında tutmak istemektedir. Bu durum, yoksul liseli gençlik üzerinde ciddi bir cemaatçi ve ülkücü kuşatmasına da işaret etmektedir.

Bu tablodan, elbette Anadolu liselerinin önemli olmadığı sonucu çıkmaz, çıkarılmamalıdır. Çünkü üniversiteye açılan kapının adı büyük oranda Anadolu liseleridir. Burayı politik bakımdan kazananlar, geleceğin üniversiteleri ve aydın hareketi üzerinde de önemli etki oluşturacaklardır. Fakat buradaki esas mesele, “sol”u ancak, genel olarak varlıklı ya da orta halli ailelerin çocukları içinde örgütlenebilir görmektir. Oysa ki, devrimci ve sosyalist emek hareketi, gerici politik akımlarca kuşatma altında bulunan meslek ve düz liselerde de örgütlenmek zorundadır. Sözü edilen bu okulların burjuva ya da küçük burjuva sol akımlarca terk edilmiş olması, işçi sınıfını temel alan devrimci gençlik çalışmanın hayat bulmasını da kolaylaştırmaktadır.

 

KAPİTALİZME KARŞI SİSTEME BAĞLI

“Gençliğin siyasete katılımı” sorununa eğilen önemli bir çalışma da, değişik partilerden gençlerle yapılan söyleşilerden oluşuyor. Bu söyleşiler dikkatle okunduğunda şu görülmektedir ki; gençlerin örgütlendikleri parti ya da örgütler farklıdır, ama hemen hepsi sistemle bir sorun yaşadığını ve sistemi değiştirmek isteğini söylemektedir.

Örneğin, MHP’li gençler kapitalizm konusunda eleştirel olmakla beraber, bu konudaki eleştirileri, Doğu-Batı mücadelesi veya devletlerarası mücadelelerle ilgili tespitleriyle iç içe giriyor. Temelde sorun devletlerarası mücadele ve Batı-Doğu mücadelesiyken, kapitalizm, bu mücadelede güçlülerin tercih ettiği, dayattığı sistem olarak eleştiriliyor. “Dünyadaki en önemli sorunlar nedir?” sorusuna YC2B’nin verdiği yanıt, bu bağlamda özetleyici: “Gelir dağılımı eşitsizliği, yani gelir eşitsizliği. Küreselleşme sonucunda kapitalist sermayenin kazanmasıyla Doğu ile Batı arasındaki farkın açılması diyebiliriz. Batının gücünü korumak için Doğu’nun kaynaklarına saldırması, orada büyüyen kapitalizm sonucunda ve para-sermaye hareketlerinin kolaylaşması sonucunda artık Doğuya daha çabuk ve daha emin bir şekilde saldırması en büyük problemdir.” “Kapitalizmin sonu gelirse ne olur alternatif olarak?” diye sorulduğunda ise cevap şöyle geliyor: “Eşitsizlik bitmez bence dünyada, dünya kurulduğundan beri bir eşitsizlik var, dünya eşitsizlikler üzerine kurulu ama Doğuya geçebilir… Bizim burada yapacağımız, eşitsizlik bitmez ama eğer adaletli bir şekilde bu gücü elimize geçirirsek, eşitsizliği azaltabiliriz. Sosyal reformlarla bütün dünyaya adalet getirebiliriz. Osmanlının yaptığı gibi. Ama bunun gitmeyeceği inancındayım.

Benzer bir örneği, Milli Görüş’e sahip bir gençle yapılan söyleşi ifade ediyor;

Erbakan’ın şöyle bir lafı vardır ‘bizi yönlendirmeye çalışıyorlar, yani sen sağcı olacaksın, sen solcu, yani ya sağcısın ya solcu. Sana ne? Belki ben helikoptere binip yukarı çıkmak istiyorum?’ diyor. Biz ne sağcıyız ne solcu, yani milli görüş çizgisi bu aslında. Milli Görüş’ün kapitalizm ve sosyalizme alternatif bir Üçüncü Yol olarak görme tavrını YC5D, yine Erbakan’dan yola çıkarak savunuyor: ‘Kapitalizmle Sosyalizm timsahın iki altlı üslü çeneleridir. Birbirine zıt gibi görünür ama arada olanları ezer. Hocamın çok güzel bir lafıdır’…

Yelpazenin ‘sol’una doğru yönelen aynı araştırma, bu kez CHP’li gençlere ulaşıyor:

“CHP’li gençlerin kendi parti yönetimlerine karşı en eleştirel grup olduğu görülüyor. Gençliğin çoğu, kendilerinin sol değerle bağlılıklarını, hatta bu noktada Genel Merkez’den daha solda olduklarını vurgulamaya özen gösterdiler. ‘Dünyanın en önemli sorunları nelerdir?’ sorusuna YC9D’nin verdiği yanıt, grup açısından özetleyici: ‘Ezen ezilen çelişkisi diyorum. Dünyanın en büyük sorununu sol parti temsilcisi olarak bunu görüyorum, emek üzerindeki sömürü veya zengin ulusların fakir ulusları sömürmesi, çeşitli mekanizmalarla idare etmesi olarak görüyorum.”

Seçerek sunduğumuz bu üç örnekten görüldüğü üzere, kapitalizmden nefret duyan gençler ondan kurtulmak için arayışlara giriyorlar. Sağ ya da “sol” tarafta olmaları, kapitalizm eleştirisini, katıldıkları partilerin politik argümanlarıyla yapmalarını sağlıyor. Bu elbette doğal, ama gençlerin, bu partilerde ne tutarlı bir kapitalizm eleştirisi görmeleri mümkün, ne de kapitalizmin iç çelişkilerini gerektiği kadar anlamaları. İş “kapitalizme karşı nasıl bir mücadele?” sorusuna gelince ya da alternatif sorulunca, “kötü kapitalizme karşı iyi kapitalizm” denebilecek bir ortak cevap geliyor. Kapitalizmle sosyalizm aynı kefeye konuyor. Birbirine zıt bu iki toplumsal sistem, ya savaşılması gereken düşman ikizler olarak yorumlanıyor ya da “üçüncü bir yol” arayışından bahsediliyor. Osmanlı’ya öykünme zavallılığı tam da burada uç veriyor. En babası kapitalizmi sosyal açıdan restore edecek reformlarla kurtuluşun geleceğine inanıyor.

Hemen hepsindeki ortak noktalardan biri de, gençliğin talepler üzerinden mücadele birliğine tamamen uzak ve hatta kapalı oluşları. Çünkü kurtuluş ancak tabi oldukları görüşün ya da partinin iktidara gelmesi ile mümkün olacak! Gençliğin taleplerinin karşılanmasının tek yolu da buraya bağlanmış durumda. Bu yaklaşım; aynı zamanda gençliğin sosyal ve ekonomik talepler üzerinden mücadelesini engelleyen, hoşnutsuz gençlik yığınlarını beklemeye alan bir itfaiye rolü de oynuyor.

 

EMEK PARTİSİ VE EMEK GENÇLİĞİ

İşçi sınıfının devrimci partisi Emek Partisi (EMEP), kitapta yeterli olmamakla birlikte, kimi araştırmaların konusu olarak ele alınmış. Bu çalışmalarda, EMEP’e dair kimi olgular gerçekliği yansıtmakla birlikte, bazı makalelerde, “tutuculuk” ve “ideolojik olarak yenilenmeye direnme” üzerinden eleştiriler de yapılmıyor değil. Sözü edilen bu makaleleri yazanlar, bunu sadece söyleştikleri gençlerin sözleri üzerinden edindikleri izlenimlerle yapsalar, buna, belki “eksik bir değerlendirme” deyip geçmek mümkün olabilirdi. Ama kitabın genel konsepti ve varmak istediği sonuç, bu tanımlamaların eksiklikle bir ilgisinin olmadığını gösteriyor. Zira, kitapta yazan bazı akademisyenlerin de inandıkları “siyaset dünyasına liberal demokrasiyi getirme” fikri, araştırma yorumlarının arasına, bu fikre direnenlerin eleştirisini yerleştirmeye gereksinim duyuyor. Bu minvalde iki örnek sunmakla yetinelim:

EMEP gençlerini TKP’lilerden ayıran, demokrasi vurgusuna daha fazla sahip olmaları. ‘Kürtlük, Alevilik’ gibi kimliklerin geçici önemi veya önemsizliğinden ziyade, bunların özgürce yaşanmasının sosyalist harekete daha fazla katkıda bulunabileceğine inanmaları. TKP’liler kimliğe sahip çıkmayı ‘sapma’ olarak görme eğilimindeyken, EMEP’liler, bunların özgürce yaşanmasının sınıf hareketini daha fazla güçlendireceğini, gereğinden fazla kutuplaştırıcı boyutlarını zayıflatacağına inanıyorlar. EMEP’liler bu noktada ÖDP’lilere yaklaşırken, ÖDP’li gençlerin bu tür sorunlara kendi sosyalist anlayışlarında yer açmaya en fazla istekli gençlik olduğunu; reel olanın geçiciliğinden ziyade; önemsenmesi üzerinden solculuğu tarif etmeye çalıştıkları söylenebilir. Yani ÖDP’lilerde pratik hayatın, sosyalist ideolojisine tutarlı hale gelmesi gerektiği konusunda daha yoğun bir kaygı olduğu söylenebilir. İdeolojik yenilenme ihtiyacını en çok onların vurgulaması da, tesadüf olmasa gerektir. Gençlere ulaşamamak konusunda, diğer partililerin vurguladıkları dışsal faktörleri tekrarlamakla beraber, solun geleneksel yöntemlerden sıyrılamamasına da dikkat çektikleri eklenmeli.

Anlaşılacağı üzere, EMEP’liler, “reel olanın geçiciliğini kullanıyor” ve demokrasi talebini ÖDP’liler kadar içselleştiremiyor! Bunu nasıl anlayalım? Bu öylesine bir içselleştirme olmalı ki, sosyalist kalıpları kırmayı, başkalaşmayı ve “ideolojik yenilenme ihtiyacını en çok vurgulamayı” dile getirmeli. Peki, güzel! İkinci alıntıyla devam edelim:

EMEP gençliğiyle yapılan söyleşide, parti ideolojisinin sertliğine rağmen, gençlik politikasında daha esnek bir tavra yöneldiklerini gözlemlediğimizi vurgulamalıyız. TKP’lilerde parti ideolojisinin genç kadrolar tarafından yeniden üretilmesinde gözlenen homojenlik, EMEP’de dikkati çekmiyor. Böylece ideolojisinin yeni koşullara uyarlamaya direnen bir partinin, “pratiğini” koşullara uyarlaması gibi bir durum çıkıyor ortaya…

Aynı yaklaşım, bu kıyaslamada da devam ediyor. Aslında söylenen basitçe şu: “Parti ideolojin gereğinden fazla sert ve dünyanın bugünkü gerçekliğine uygun değil. Allahtan gençliğinde bu homojenlikte bir sertlik görünmüyor. Gençlik politikasına ilişkin pratiğin daha yumuşak, ama ideolojinin sertliğinden taviz vermezsen bu işe yaramaz ve garip karşılanırsın. İyisi mi sen ideolojik sertliğini gözden geçir!”

Belirtmek gerekir ki, Emek Partisi, Türkiye gençliğine, düzene karşı olan her gencin üye olabileceği bir politik gençlik örgütü armağan etmiştir. Aynı zamanda bir sosyalizm ve mücadele okulu olan bu örgütün adı, Emek Gençliği’dir. Gençlik örgütü için “EMEPliler” ya da “EMEP’li gençler” diye bir tanımlamanın kullanılması da doğru değildir. Ve kitapta geçen makalelerde hep Emek Gençliği yerine “EMEP’liler” ya da “EMEP’li gençler” tabiri kullanılmıştır. Tanımlamayı doğru koymayınca, işçi sınıfı partisinin gençlik örgütünün esnekliğini doğru anlamak da, tabii ki mümkün olmamaktadır. Gençliğin antifaşist ve antiemperyalist demokratik mücadele birliğini örgütlemek, gençlik yığınlarını işçi sınıfının ve devrimci demokratik halk iktidarı mücadelesinin tarafı yapmak ve gençlerin sosyalizm öğretisini pratik mücadele içinde kavramasını sağlamak için; Emek Gençliği üyelerine, “ideolojik sertlikleri” bir ayıraç olarak sunmak gerekmiyor. Yazarın anlamadığı ya da anlamak istemediği gerçek budur. Bu durum, ideoloji ve pratik arasında bir çelişkiyi değil, diyalektik bir birliği ifade eder. EMEP’in “ideolojik sertliği” ile gençlik pratiği arasında ille de bir çelişki aramak, gençliği “ideolojik sertliği” olan bir işçi partisine karşı liberal bir yola çağırmak niyeti taşımasın sakın!

Ne yazık ki, elmalarla armutları yan yana koyarak, gençliği tüm sistem içi ve sistem dışı partilerin karşısındaki bir kesim olarak değerlendirmek, kitapta başlıca yöntem olarak benimsenmiş. “Partiler gençliği anlamıyor, ya partiler kendine çekidüzen vermeli ya da gençlik kendine, partilerin dar kalıplarını kıracak liberal bir yol tutturmalı”, işte kitabın ana felsefesi bu fikre dayandırılıyor. Kitap daha çok partilere seslenmeyi ve dizayn etmeyi tercih ediyor, onlara, liberalleşme görevi çıkarıyor. Bu seçeneğin tutmama ihtimali gözetilmiş olacak ki, gençliğe de yol gösteriliyor; kıçı başı belli olmayan şekilsiz bir liberalizmi örgütlemek!

Okurlarımız bunun nasıl bir örgüt olduğu tasavvur etmek istiyorlarsa, onlara yine kitaptan bir alıntı yaparak yardımcı olalım. Ve DV1A biçiminde kodlanmış “Genç Siviller”den bir gençle yapılan söyleşiye bakalım:

Genç Siviller’in ben Türkiye’de –mütevazı olmak lazım elbette ama– şöyle bir şey olduğunu düşünüyorum; hakikaten bazı anlamlarda ezber bozan girişim olduğunu düşünüyorum. Hem dilindeki o mizah şeyi, ama ondan öte şöyle, Genç Siviller hakikaten ideolojilerden bağımsız bir hareket, bu beni çok heyecanlandırıyor. Türkiye’de mesela birçok örgüt var, genç örgüt var, çok da takdirle izlediğim, yani çok da beğendiğim gençlik örgütleri var. Belli ideolojik çevre üzerinden, işte sosyalistler bir araya gelmişler, ‘Troçki şuydu buydu’… Biraz da severler böyle bölünmeyi. Farklı şeyler, ama ortak bir ideolojik şey. Müslüman dernekleri var, sağ dernekleri var, şunlar var, liberaller var, ama Genç Siviller bunun ötesinde bir şey, Genç Siviller bunu yapmıyor. Bizim burada hem fikir olduğumuz bir çerçeve var, bu da, demokratik temel hak ve özgürlükler… Burada farklı ideolojiden bir sürü insan var, sosyalist de vardır, feminist de vardır, çevreci de vardır ve daha önce bütün bu organizasyonlarda görev yapmış insanlar vardır; Müslüman vardır, liberal vardır, demokrat vardır. Yani bunların bir araya geldiği bir çeşitlilik. Şöyle bir durum var, bu yüzden mesela çok ciddi bir sıkıntı var şimdi, Genç Siviller’i nereye koymak lazım? Fettullahçı, Soroscu, AKP’li, AB’li, liboş falan filan yani. İlk başta bu bana çok şey geliyordu, yani gerçekten sinir oluyordum, tamam kardeşim, burada iyi niyetle bir şey yapıyoruz, ona rağmen işte.

SON SÖZ

Sosyal araştırma biliminin çeşitli yöntemlerini uygulayarak “gençliğin siyasete katılımı” üzerine elde edilen bu veriler, eleştirel bir gözle bakıldığında, her zaman dönüp bakılacak bir kaynak olarak değerlendirilebilir. Büyük emekler sarf ederek gençlik alanında çalışmalara yönelen genç akademisyenlerin bu çabalarını önemsiyoruz. Ama aynı zamanda, onları, liberal platformların yedeğine düşmemeleri konusunda daha dikkatli olmaya çağırıyoruz.

Biz, kendimize bu kitaptan bir görev çıkarmadan, noktayı koyamazdık. Kimsenin şüphesi olmasın; liberalizme ve her türden burjuva akıma karşı ideolojik mücadelemizi elden bırakmayacak, tersine güçlendireceğiz. Gençlik gelecektir ve gelecek sosyalizm olacaktır. Liberal masallara karşı gençler siyasal tercihini bu yönde kullanmalıdır. Liberalizmin batağında debelenmekte ısrar edenler için ise yapacak çok da bir şey yok doğrusu!

KAYNAK:

Gençler Tartışıyor (Siyasete Katılım, Sorunlar ve Çözüm Önerileri) – TÜSES Yayınları

Derleyen: Cemil Boyraz

Kitaptaki Makaleler:

Kemal Kılıç: Kentsel Gençlik Araştırması Anketi Bağlamında: Gençlerin Siyasal Eğilimlerini Etkileyen Faktörler

Emre Erdoğan: Olasılıksızlığın Kuramını Anlamak: Türk Gençliği ve Siyasal Partilere Katılım

Yüksel Taşkın: Siyasi Partilerin Gençlik Kolları: Politikleşme Öyküleri ve İdeolojik Yönelimler Üzerinden Bir Değerlendirme

Cemil Boyraz: Siyasi Partilerin Teşkilatlarında Siyaset ve Demokratik Katılım

Pınar Uyan Semerci: Gençlerle Beraber Siyasal Alanın Sınırlarını Düşünmek: Günlük Yaşam, Aileler ve “Özgürce’ Karar Almak

Demet Lüküslü: Gençlerin Siyaset Algıları ve Deneyimleri: Yeni Bir Siyaset Modeli Üzerine Düşünmek

Volkan Yılmaz: Siyasi Örgütlenmelerde Genç Olmak: Kurtarmaya Giderken Yakalandıklarımız

Cemil Boyraz – H. Ege Özen: Gençlik ve Siyaset: Uluslar arası İlişkileri Anlamlandırmak

Barış Gençer Baykan – Demet Lüküslü: Gençlere Göre Çevre: Küresel Ama Satırarası Bir Sorun

Yeni Dönem, Gençlik ve Blok

İşçi sınıfının devrimci partisi EMEP, 16-17 Temmuz tarihlerinde merkezi bir konferans gerçekleştirdi. Çünkü 2011 yılının başlarından itibaren belirginleşen ve 12 Haziran Genel Seçimleri öncesinde somutlaşarak ilerleyen gelişmeler, gerek Türkiye’de gerekse Ortadoğu’da “yeni dönem”den söz ettirecek kadar önemliydi.

Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da ayaklanan Arap halklarının özgürlük kavgası diktatörleri deviriyor, özgürlük rüzgârı tüm bölgeyi etkisi altına alıyordu. Kürt halkı bu gelişmeleri coşkuyla karşılarken “Arap Baharını Kürt Yazı ile tamamlamak fikri baş gündemlerden biri oluyordu. Avrupa ve diğer kapitalist merkezlerde ise krizin etkileri, ülkelerde iflas bayraklarının çekilmesi ile sonuçlanıyordu. Yunanistan, İspanya, İrlanda, İtalya ve daha birçok ülkede emekçiler, gençler krizin faturasını reddederek, genel grevler, boykotlar gerçekleştirmiş ve sokaklara çıkmıştı. Elbette bütün bu gelişmeler, Türk, Kürt ve her milliyetten Türkiye gençliğini etkisi altına almadan edemezdi.

Çevre ülkelerde ve bölgede bu gelişmeler yaşanırken Türkiye 12 Haziran Genel Seçimleri’ne girdi. Emperyalizme, kapitalizme, diktatörlere ve gericiliklere karşı gelişen bu tepkileri bir tehdit olarak gören iktidar partisi yeni bir demagojik propaganda kampanyası başlattı. Çevreyi kuşatan bu istikrarsızlık tablosu içerisinde “İstikrar Sürsün Türkiye Büyüsün” sloganı öne sürüldü. Her ne kadar bu propaganda kampanyasından oylarını arttırmış olarak da çıksa, AKP yeni Anayasa için ihtiyaç duyduğu milletvekili sayısını yakalayamadı. Buna karşın Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok’u 36 milletvekili çıkararak “seçimin esas galibi” unvanını aldı. Blok, sokağa ve halka dayanarak fiilen ana muhalefet yapabilecek bir pozisyon yakaladı. Bunu sezen hükümet partisi ve devlet çok yoğun bir saldırı dalgası başlattı ve bu gelişmelerle birlikte bilinen “yemin krizi” gündeme geldi.

Sistemle çatışmaya giren toplum kesimlerinin mücadelesinin istikrar kazanması bakımından da Blok bir dayanak olarak ortaya çıkmaya başladı. Aleviler, çevre hareketleri ve köylüler, sermaye ve hükümet tarafından baskı altına alınan meslek odaları ve sendikalar, kadınlar ve tabii ki mücadele etmek isteyen gençler; bütün bu yaşanan saldırı dalgası karşısında, bir muhalefet odağı olarak Blok’u izlemeye ve tartışmaya başladılar.

Üstelik AKP, meclis çoğunluğunun yanı sıra yargı, istihbarat, hükümet ve nihayetinde üniversiteyi de ele geçirmişti. Aydınlar, yazarlar, akademisyenler peş peşe açıklamalar yaparak, Blok’a olan desteklerini açıkladılar. Bu kesimler içinde genç akademisyenlerin çabası ise dikkat çekiciydi.

Böylece hem bölgesel planda, hem de iç politikadaki gelişmeler açısından Blok hareketi, beklentilerin üzerinde bir mesafe kaydederek önemli bir pozisyon yakaladı. Bugün Blok’un partileşme süreci tartışılıyor.

İşte bu dönemde işçi sınıfının devrimci partisi “Yeni Dönemin Eşiğinde İşçi Sınıfına Bağlanmak ve Amatörlükten Kurtulmak için Mücadeleyi Yükseltelim” şiarıyla Genel Konferans’ını topladı. Zira Emek Partisi güçlenmeden ve yeni dönemi karşılayacak örgütsel bir dönüşümü sağlamadan; ne Blok’un güçlenmesi mümkündü, ne de toplumsal mücadelenin birleşik bir karakter kazanarak ilerlemesi. Bu nedenle “Emek Partisi güçlendikçe Blok, Blok güçlendikçe Emek Partisi güçlenecektir” yaklaşımı, konferansta temel bir prensip olarak saptanmıştır.

“Yeni dönem”in örgütsel bir hazırlık ve donanımla karşılanması için tüm örgütsel çalışma alanlarının masaya yatırılması, zaaf ve hatalardan süratle arınmak ve temel çalışma prensiplerini hayata geçirmek gerekmekteydi. Parti konferansı da zaten bu amaçla toplanmıştı. İşte bu yazı, parti çalışmasının temel alanlarından biri olan gençlik alanındaki kimi meselelere (yukarıda ifade edilen gelişmelere bağlı olarak) dikkat çekmeyi amaçlıyor.

1- GENÇLİK MÜCADELESİNİN İLERLETİLMESİ BAKIMINDAN BLOK

2010-2011 eğitim ve öğretim yılı öğrenci gençlik eylemleriyle birlikte açılmış ve bu eylemler çeşitli biçimlerde eğitim yılının sonuna kadar sürmüştü. Eylül ayıyla birlikte açılacak yeni dönemin de canlı geçeceği şimdiden söylenebilir. Fakat mesele, eylemlerin olup olmaması ya da canlı geçip geçmemesinden çok, nasıl ilerletileceği ve sonuç alacağı ile ilgilidir. Gençlik mücadelesi birleşik bir mücadeleye ve örgütlenmeye nasıl evrilecek, kitleselleşmeyi nasıl sağlayacak? –Sorun bu.

Geçtiğimiz dönem öğrenci gençlik hareketine kısaca bir göz atarsak, bu sorulara daha kolay yanıtlar bulabiliriz. 2010-2011 eğitim ve öğretim yılında cereyan eden öğrenci gençlik eylemleri şu başlıklar altında toplanabilir:

a-            Özellikle taşra üniversitelerinde yurt, ulaşım, barınma vb sorunlara karşı eylemler (üniversitelerde en kitlesel geçen eylemler bunlardır).

b-            Hükümet ve YÖK’ün elbirliği ile üniversitelere, bilime, özgürlüklere dönük saldırılarına karşı eylemler (basında daha çok bunlar yer edinmiştir).

c-            Anadilde eğitim başta olmak üzere inkâra ve baskılara karşı bölgede gerçekleşen eylemler ve boykotlar (doğrudan siyasal taleplerle gerçekleşen oldukça kitlesel eylemler olması bakımından dikkat çekicidir).

d-    YGS başta olmak üzere KPSS, ALES vb. sınavlarda baş gösteren kopya skandallarına karşı gelişen protesto eylemleri ve boykotlar (en belirgin olanı YGS karşıtı eylemlerdir).

e-    Mesleki ve özlük haklara, iş güvencesine dönük saldırılara karşı emekçi örgütleriyle birleşen gençlik eylemleri (tıp ve diş hekimleri öğrencileri, TMMOB gençlik komisyonları vb.).

Gençlik; eğitim alanındaki skandallar (ÖSYM), YÖK’ün baskıları karşısında duyulan infiallere karşın, “sol” grupların gençliğin ileri kesimlerini bölmüş olmasının zaaflarını taşımaktadır. Zaman zaman kitleselleşme alametleri gösteren öğrenci gençlik eylemleri, örneğin YGS protestolarında olduğu gibi, bir adım sonrasında çeşitli “sol” grupların girişimleriyle bölünüp ana kitleden kopmuş, “ileri güçlerin” kendi aralarındaki itiş kakışa dönüşmüştür.

Dolayısıyla yeni döneme girerken, “sol” grupların fraksiyoncu ve gençlik hareketine zarar veren tutumlarına karşı mücadele önem kazanmış bulunuyor. Emek Gençliği’nin kitle çalışmasında, en geniş öğrenci kesimlerinin taleplerini esas alması ve bunda ısrar etmesi hala belirleyici bir öneme sahip. Bununla birlikte talepleri için harekete geçen tüm gençlerin karar mekanizmalarında yer alabileceği bir eylem ve örgütlenme platformunu hayata geçirmek, gençlik hareketinin hala ana sorunlarından biridir. Bu durumun değişmesi, elbette Emek Gençliği’nin örgütsel çalışma düzeyini ne oranda ilerletip ilerletemeyeceğine bağlıdır. Bu açıdan yaz dönemi çalışmaları ile birlikte yaz kampında yürütülecek tartışmalar da önem kazanmış bulunuyor.

Bugün, gençlik hareketindeki kimi sorunların aşılması bakımından, Blok ile birlikte yeni imkanlardan söz edilebilir. Elbette bu durum, Blok’un, gençlik mücadelesinde yaşanan tüm dertleri ortadan kaldıracak sihirli bir ilaç olduğu anlamına gelmez.

Peki, Blok’un ortaya çıkardığı imkanlar nelerdir? Öncelikle belirtmek gerekir ki; farklı taleplerle ayağa kalkan gençlik kesimlerinin birleşmesi kadar, gençlik mücadelesinin işçi ve emekçilerin yanı sıra demokrasi mücadelesiyle birleşmesi bakımından da, Blok önem kazanmış bulunuyor. Blok’un ezilen, sömürülen ve baskı altında tutulan kesimlerle (sendikalar, Aleviler, çevre hareketleri, gençlik vb) birleşerek güçlenmesi, gençlik alanında yaşanan kimi sorunların aşılmasında da ilerletici olacaktır. Üstelik fraksiyoncu çekişmeler nedeniyle mücadeleden uzaklaşan gençlerin en azından bir bölümü böylece birlik zemini içinde mücadeleye yeniden katılabilecektir.

Gençliğin önünde bulunan “YÖK’ün kaldırılması, üniversiteden polisin gitmesi, bilimin üzerindeki baskılara son verilmesi, demokratik lise vb.” talepler, aynı zamanda demokratikleşme ve demokrasi mücadelesinin kapsamındadır. Bugün için, daha çok demokratikleşme talepleri ve demokrasi mücadelesi ile öne çıkmış bulunan Blok, üniversitelerin ve eğitimin de demokratikleşmesi için imkanlar sunuyor. Gençliğin taleplerinin ve temsiliyetinin Anayasa’da yer bulabilmesi ve bunun için yürütülen mücadele bakımından da Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun yakaladığı pozisyon, önemli bir avantaja işarettir.

Blok, Türk ve Kürt emekçilerinin mücadele birliğinin gelişmesi açısından da önem taşıyor. 12 Haziran Genel Seçimleri’nde yürütülen çalışmalar içinde emekçiler arasındaki ön yargıların kırıldığına dair sayısız örnekten bahsedilebilir. Bu durum, talepleri için mücadeleye yönelen Türk ve Kürt gençler açısından da böyledir. Parasız, bilimsel, demokratik eğitim mücadelesi içerisinde, sözüne ettiğimiz bu önyargılar, gençliğin eylem birliğini de çoğu zaman sekteye uğratmıştır. Örneğin YGS eylemlerinde Kürt gençlerin anadilde eğitim talebi kimi “sol”cu gruplar tarafından bastırılmak istenmiş ve Kürt gençler büyük kentlerde eylemlerin dışına itilmeye çalışılmıştır. Devlet güçlerinin üniversite öğrencilerine dönük şiddetinin artığı dönemde gerçekleşen Üniversite Konferansı öncesinde, Kürt öğrencilerin katılımı ve konuşmaları üzerine “ön şart koşan” tutum ve yaklaşımlar da buna eklenebilir. Gelinen yerde, Blok’la birlikte, Kürt ve Türk gençlerin mücadele birliği yeni bir gelişme şansı yakalamış bulunmaktadır.

Geçtiğimiz dönem, ileri işçilerin inisiyatifiyle gerçekleşen “İşçi Kurultayları”nda genç işçilerin mücadele isteği dikkat çekicidir. 12 Haziran Genel Seçimleri’nde genç ve Kürt işçiler çalışmalara ulusal talepleri kadar sınıfsal talepleriyle de olumlu yanıt vermişlerdir. Blok’un güçlenmesi Kürt, Türk her milliyetten işçi, işsiz, köylü gençlerin kendi talepleri için mücadeleye katılmalarını kolaylaştıracaktır.

Evet, Blok, gençlik mücadelesinin ilerlemesi için oldukça önemli imkanlar sunmaktadır. Fakat bunun kendiliğinden gerçekleşmeyeceği de açıktır. İmkanın gerçekliğe dönüşmesi, öncelikle gençlik içindeki parti çalışmasının düzeyine ve Emek Gençliği’ne bağlıdır. Blok bileşenleri içinde iki temel güç olan EMEP ve Kürt Özgürlük Hareketinin ortak çalışma düzeyi ise, hedeflere ulaşmanın ikinci yönünü oluşturmaktadır.

Bu nedenle, gençlik yığınlarına Blok’a katılma ve Blok etrafında birleşme çağrısı yapmak güncel görevlerden biri olarak öne çıkmaktadır. Bu nedenle, gençliğin talepleri ve çıkarları ile Blok’un mücadelesi arasındaki bağın iyi anlaşılması ya da kavratılması önem kazanmış bulunuyor.

2- KÜRT SORUNU, BLOK VE GENÇLİK

Yukarıdaki bölümde gençliğin mücadele birliğinin örülmesinde milliyetçiliğe karşı mücadelenin öneminden bahsettik. Burjuva gericilik, Türk gençliğini Kürt halkının talepleri karşısında şoven ve milliyetçi bir çizgide tutarak gençliği “tekçi” fikre kazanmaya gayret göstermektedir.

Bölge ve Türkiye ölçeğinde yaşanan gelişmeler, Kürt sorununun çözümünde artık bir eşiğe gelindiğini göstermektedir. 12 Haziran seçim sonuçları da bu açıdan dikkat çekicidir. Kürt halkı bu dönemi “ya onurlu barış ya görkemli direniş” biçiminde ifade etmektedir. DTK’nın açıkladığı özerklik ilanı ise, sürecin nereye dayandığını gösteren bir diğer önemli gelişmedir.

Kürt sorununun aşılması açısından bu gelişmeler yaşanırken, hükümet ve devlet yeniden operasyonları devreye sokmakta, inkar politikalarına sarılmaktadır. Provokasyonlar ve linç kampanyaları bu tutumdan cesaret alarak hızla artmaktadır. Bu nedenle, önümüzdeki sürecin bir hayli sert ve gerilimlerle geçeceğini söylemek mümkün.

Blok içinde, kapsadığı politik platformla bir “zamk” işlevi gören EMEP’in, bu süreçteki rolü zaten biliniyor. Bu nedenle gerek devrimci işçi partisinin gerekse Emek Gençliği’nin gençlik yığınları içinde yürüteceği faaliyet belirleyici bir öneme sahip olacaktır. Öyleyse ilk elden, başta Blok milletvekillerine konan engeller ve ilan edilen özerklik beyanı olmak üzere, yaşanan gelişmelerin ne anlama geldiğini Türk gençliğine anlatmak gerecektir. Bu ise, cesaretli, zengin içeriğe sahip ve yaygın bir propaganda faaliyetini gerektirir.

Kürt halkının talepleri ve eşit haklar temelinde bir arada yaşama isteği karşısında yükseltilen ırkçı ve milliyetçi dalga, Kürt gençlerinin linç edildiği kampanyalara dönüştürülüyor. Böylesi bir dönemde hem milliyetçi propagandanın kırılması, hem de Kürt halkına ve Kürt gençliğine sahip çıkan militan bir tutumun geliştirilmesi elzemdir. Elbette kendi başına bu da yetmez. Bununla birlikte gençlik yığınlarının sosyal, eğitsel, iktisadi, kültürel vb. sorun ve taleplerinin sahiplenilmesi, milliyetçiliğin kırılması ve bu çalışmanın başarısı için de gerekli ve zorunludur.

Fraksiyonculuk ya da geleneksel Türk ulusalcılığının etkisiyle Kürt halkına ve Blok’a mesafeli duran ve kendini “sol”cu olarak adlandıran çevrelerle ideolojik bir mücadele sürdürmek ve bu akımların etkisi altındaki gençlerle açıktan, ama kazanıcı bir tartışma yürütmek, sözü edilen mücadelenin vazgeçilmez bir parçasıdır.

3- BLOK DIŞINDA KALAN “SOL” AKIMLARA KARŞI İDEOLOJİK MÜCADELE

a-) ÖDP, TKP, Halkevi gibi “sol” parti ve çevreler Blok’a katılmadılar. ÖDP, TKP, HE gibi, seçimi, ülkenin içinde bulunduğu koşulları, Kürt sorunu ve öteki başlıca sorunların çözümünde bir güç oluşturma kaygısı gütmeyip sadece “kendi grubunun ihtiyaçları” açısından değerlendiren örgütler, Blok dışında kalarak, aslında büyük güçler arasındaki çatışmanın dolayısıyla “siyasetin dışına” düştüler. Ve onların bu grupçu, fraksiyoncu tutumu; kendi yakın çevrelerinde bile itibar görmedi. ÖDP seçime katılamamanın sancılarıyla malulken, HE zaten kendi isteği ile seçim sürecinde politikanın dışında kalarak siyasi bir grup olmayı bile reddeden bir tutuma düştü. TKP ise, onca iddiasına karşın eskiden aldığı oyların bile çok gerisinde oy alarak, bir iç sorgulama-tartışma sürecine girdi.

Seçim süreci ve seçim taktiği tartışmaları diğer kesimler kadar gençliğin ileri kesimleri arasında da cereyan etti, ediyor. Blok çalışmaları ve partileşme tartışmalarıyla cereyan bugün de belirli yönleriyle sürmektedir. Blok milletvekillerine reva görülen uygulamalar, Kürt gençlerine dönük yürütülen linç kampanyaları, faşist saldırılar; bütün bunlar elbette ülkenin ve dünyanın geleceğini sorgulayan ve bunun için mücadele eden gençleri de etkilemektedir.

İşçilere, emekçilere ve gençliğin sosyal haklarına dönük saldırılar artarken, insan hakları ayaklar altına alınmakta, bölgede operasyonlara hız verilmekte, yaşanan çatışmalarda yine Türk ve Kürt gençler hayatlarını kaybetmektedir. Milliyetçi kışkırtmalarla sokağa çıkılamaz bir ortam yaratılmak istenirken, Aynur Doğan’a yapılan saldırıda olduğu gibi, bir kez daha “ya sev ya terk et” sloganı devreye sokulmaktadır. Oldukça sıcak ve sert geçen siyasal gelişmeler artık gerçeklerin daha açık ve net bir biçimde görünmesini sağlamaktadır. Gerçeklerden kaçmak mümkün olmadığı gibi, gerçekliği teğet geçen politikaların devrimci kalması da mümkün değildir. Bu nedenle emek, demokrasi, eşitlik ve özgürlük isteyen tüm güçlerin (elbette tüm gençlerin de) sermaye saldırılarına ve milliyetçi-faşist kışkırtmalara karşı birleşmesi gerekmektedir. Bu mücadele, diğer taleplerle birlikte, Kürt halkının eşit haklar temelinde taleplerini elde edeceği bir kapsama sahip olmak zorundadır.

Gerçekliği temel almayan ve devrimci politikanın dışına düşen bu parti ve çevreleri, elbette Emek, Demokrasi ve Özgürlük mücadelesinde birleşmeleri için çağırmaya devam edeceğiz. Doğru yaptıklarında “devam edin” demesini bildiğimiz kadar, yanlış yola saptıklarında gittikleri yolun çıkmaz olduğunu söylemekten de geri durmayacağız. Bu nedenle gençlik mücadelesi içinde yer alan tüm devrimci, demokratik gruplar ve gençler Blok’a katılmalıdır. İşçilerin birliği ve halkların kardeşliğini esas alan Blok taktiği, bugün için gençlik açısından da izlenebilecek esas devrimci taktiktir. Blok karşıtı bir taktik üzerinde ısrar etmek ise, bunu sürdürecek olanları demokrasi mücadelesinin dışına itecektir. Bu nedenle dar fraksiyoncu ve “grupçu” kaygılardan uzak durarak, Türk ve Kürt gençlerinin mücadele birliğine temel oluşturacak bu birlik içinde en kararlı şekilde yer almak gerekir.

Blok’la birlikte esen rüzgar üniversitelerde de hissedilmeye başlanmış ve genç akademisyenler arasında ciddi bir etki yaratmıştır. Tüm yeniliğine ve taşıdığı acemilikten gelen sorunlara karşın, üniversiteli Emek Gençliği, bu sorunları yaşayan Blok güçlerinin birliğinin güçlenmesi ve genişlemesi için kararlı ve donanımlı bir çalışmayı hayata geçirmek durumundadır. En geniş gençlik kesimlerinin Blok’a katılmaları da bu mücadelenin bir parçasıdır.

Öte yandan, Blok’un yakaladığı başarının önemini anlamayan ve AKP’nin aldığı oy oranına bakıp paniğe kapılan küçük burjuva yaklaşımlar da yok değildir. Öğrenci gençliği dar AKP karşıtlığına hapsetmeye çalışan ve siyasal planda ortada bırakıp CHP çizgisine mahkum eden bu türden “solcu” çevrelere karşı ideolojik bir mücadele yürütmek, elbette “yeni dönem”in temel çalışmalarından biri olacaktır. Ortaya çıkan seçim sonuçları nedeniyle halkı suçlayan, emekçileri koyun yerine koyan ve işçilere gericilik yaftasını yapıştırmaya kalkan bu akım ve anlayışlara karşı; işçi sınıfına bağlanan ve halk sevgisine dayanan bir kitle mücadelesi anlayışını, gençlik içinde savunmak esas olarak Emek Gençliği’nin görevidir.

b-) Peki, önüne arkasına bakmadan, güç ilişkilerini gözetmeden her seçimde “boykot” çağrısı yapanlara ne demeli? CHP çizgisine kadar uzanan yedeklenmenin ve “siyasetin dışına düşme”nin en iyi savunması Blok’a saldırmak oluyor. Marksizm-Leninizm’in kıyısından bile geçmediği anlaşılan bu çevreler, devrim tarihinin sayısız seçim ve parlamento deneyini de yok saymayı devrimcilik sanıyorlar. Oy kullanma oranının yüzde 85’lere ulaştığı 12 Haziran seçimleri için bir boykot çağrısı yapmanın toplum bilimiyle ve sosyalizmle nasıl bir alakası olabilir? Her koşulda boykot demenin, her zaman gençler için devrimci bir çağrışım yapacağını düşünenler acaba gençlere haksızlık yapmış olmuyor mu? Onlara göre, Blok içindeki güçler “devrim ideallerini parlamentoya feda etmektedir”! Meclise girmesi fiilen engellenen 36 milletvekili için verilen sokak mücadelesini görmezden gelen, bir kez olsun desteğe gelmeyen çevrelerin, “çözüm yeri burjuva meclis mi?” diye sorması demagoji yapmak değilse nedir? Boykot gücünü bugün elinde tutan ve fiilen parlamentoyu boykot eden (yemin etmeme biçiminde) Blok’un bu mücadelesini görmezden gelmek, bu tutumun bir devamı olsa gerek.

Bir çocukluk hastalığı olan “solculuk”tan kurtulamamakta ısrar eden bu çevrelerin Marksizm-Leninizm’i daha fazla çarpıtmalarına seyirci kalınamayacağı kesindir. Bu nedenle bilimsel sosyalizmin teorik birikimini öğrenmek ve dünya ölçeğindeki pratik tarihsel deneylerini edinmek için daha çok çabaya ihtiyaç var.

c-) Blok, bölgedeki halk isyanlarını destekleyip, halkların kendi kaderini tayin hakkını savunurken, aynı zamanda bölgeye emperyalist müdahalelere karşı çıkan en önemli mihraktır. Bu yüzden de Blok, demokrasi mücadelesinin olduğu kadar antiemperyalist mücadelenin de bir mihrakı olarak şekilleniyor. Antiemperyalist mücadeleye oldukça yatkın olan Türkiye gençliğine, bu mücadelenin Kürt sorunu ve demokrasi mücadelesi ile olan kopmaz bağını kavratmak son derece önemlidir. Yoksa antiemperyalizmin de içeriği boşaltılacak ve bozuşturulacaktır. Kürt halkının ve Ortadoğu’daki Arap halklarının her mücadelesinde, bu mücadelenin arkasında emperyalist bir kışkırtma ya da işbirliği aramak, liberal solculuğun ya da liberal sol aydınların en tipik hastalıklarından biridir. Dolayısıyla antiemperyalizm bayrağına sarılarak milliyetçi ve egemen ulus taraftarlığına savrulan yaklaşımların gençlik içindeki etkilerine karşı mücadele, yeni dönemde önem kazanmış bulunuyor.

4- GENÇLİK ÇALIŞMASINDA DÖNÜŞÜM, BLOK VE EMEK GENÇLİĞİ

Genel seçimler ve seçim çalışmaları ne gösterdi? Bu sorunun gençlik alanındaki karşılığı herhalde şöyle olmalıdır; “Emekçilere, gençliğe ve halka gidildiğinde, halkın mücadele ve örgütlenmeye istekli olduğu görülmüştür. Ne var ki, sorun bizim çalışmamızda ve örgütsel çalışmamızın düzeyindedir”. Dolayısıyla mesele, parti genel konferansının da dikkat çektiği üzere, gençlik alanındaki örgütsel çalışmanın amatörlükten kurtarılması ve birimler temelinde yeniden ayağa dikilmesi meselesidir. Yeni dönemin örgütlenmesi ve hazırlığı bakımından ilk elden şu konulara eğilmek gerekir:

a-) Seçim kampanyasında ve Blok çalışmalarında, gençlik çok önemli bir öneme sahip olmasına karşın genel olarak çalışmanın dinamik bir gücü haline getirilemedi. Mahallelerde ve özellikle kadın alanında yaşanan çalışma birliğinin gençlik alanında yeterince yaşanmadığını kabul etmek gerekir. Elbette bunun birçok nedeninden bahsedilebilir. Blok içinde başta Emek Gençliği ile Kürt yurtsever gençliği arasında ortak bir çalışma birliği bir biçimde sağlanmalıdır.

Seçim sürecinde Emek Gençliği, gücü oranında ortaya çıkan bu boşluğu (ortak çalışma birliğinden kaynaklanan) ve zayıflığı kapatmak için ajitasyon çalışmalarının yükünü omuzlamış ve bunu yaptığı yerlerde takdir ve sempati toplamıştır. İşte izlenecek pratik tutum budur; ancak iş yaparak, yardımcı olarak sözün yanında pratikte de birliğin önü açarak sorunlar aşılabilir. Elbette iki örgüt arasında eylem biçimi, slogan türleri, örgüt anlayışı bakımından farklı yaklaşımlar olabilir. Ortak mücadelenin önündeki sorunların aşılması, birbirini anlayarak yardımcı olma tutumuyla birleşerek ve ortak mücadele içinde mümkün olacaktır.

Seçim sürecinde kimi üniversitelerde, gecikmeli de olsa ortak “Blok komiteleri” kurulmuş ve ortak etkinlikler yapılabilmişti. Fakat bu çabalar henüz çok yetersizdir. Bu nedenle, yeni dönem Blok çalışmalarının gençlik alanlarında örgütlenmesi için Emek Gençliği ile yurtsever gençlik arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesi gerekir.

b-) Emek Gençliği’nin çeşitli dönemlerde temas ettiği gençlerin seçimlerde yeterince çalışmaya katılmadığı tartışılan bir sorundur. YGS eylemlerinden gençlik kamplarına kadar, gençlik örgütüyle tanışan ya da partiye sempati duyan binlerce gençten söz etmek mümkün. Fakat sorun şudur ki, politik hareketliliğin bu kadar yoğun ve sert geçişlerle ilerlediği bir dönemde, sözü edilen gençler her gelişme karşısında yeniden politik-taktik platforma kazanılmadan çalışma içine çekilemiyor. Bu nedenle Blok taktiği başta olmak üzere, “EMEP bölgede ve ülkede ne yapmak istiyor?” sorusuna karşılık gelecek sistemli bir kazanma, kavratma faaliyeti belirleyici olacaktır.

c-) Seçim çalışmaları boyunca Emek Gençliği daha çok ajitasyon grupları biçiminde çalıştı. Elbette bu konuda da epey bir tecrübe de kazandı. Fakat gençliğin kendi talepleri üzerinden gençlik alanına özgü bir çalışmayı hayata geçirmede gerekli özen ve yardımın parti örgütleri tarafından sağlandığı tam olarak söylenemez. Dolayısıyla bundan sonraki süreçte işin (Blok çalışmalarının da) esas olarak bu temelde örgütlenmesi gerekmektedir.

d-) Gençlik çalışmasında hala temel sorun “partinin tüm gövdesi ile gençlik çalışmasına girişmemiş” olmasıdır. Bundan anlaşılması gereken, her alanda ve en aşağıda gençlik çalışmasının parti birim örgütlerince yürütülememesi sorunudur. Örneğin gençlik ve kadın çalışmasının olmadığı bir mahalle çalışmasının güçlenmesi beklenemez. Burada elbette kastedilen Emek Gençliği’nin bir kenara bırakılması değildir.

Ayrıca bugünkü gençlik hareketinin düzeyi de gözetilerek gençlik çalışmasına parti örgütlerinin daha fazla ağırlık vermesi gerekir. Emek Gençliği bu dönemde daha inisiyatifli bir tutumla hareket etmelidir. Fakat parti örgütleri, sorunu ortaya koyarken, meseleyi partinin gençlik çalışması sorunu olarak tartışmalı ve örgütsel çalışmalar buna göre yapılmalıdır.

e-) İşçi çalışması bugün için esas olarak parti örgütleri üzerinden sürmektedir. İMES, Çağlayan, OSTİM ve birçok sanayi sitesi ya da bölgesinde parti çalışması etrafında toplanmış genç işçi gruplarından söz edilebilir. İşte bu gruplar, esas olarak “Emek Gençliği” grupları olarak örgütlenmeli ve gençlik çalışmasının temeli haline getirilmelidir.

f-) Bölge’de gençlik örgütlenmesinin farklı bir düzeyde ele alınması gerektiği açıktır. Bölge gençliğinin talepleri gözetilerek buna uygun bir propaganda faaliyeti örgütlenmeli ve Türkçenin yanında esas olarak Kürtçe propaganda araçları geliştirilmelidir.

5- GENÇLİK ÇALIŞMASINDA PROPAGANDANIN İDEOLOJİK BOYUTU

EMEP Genel Konferansı’nda da ifade edildiği üzere, bu dönemde “propagandamızın ideolojik boyutu önem kazanmıştır”. Bu nedenle öncelikle propaganda, ajitasyon ve teşhir faaliyetinin düzeyi değişmeli ve güç kazanmalı. Ajitasyon faaliyeti yürütürken kesinlikle bir anlaşılırlık ve bilgilendiricilik sorunu yaşanıyor. Örneğin yıllardır dile getirilen “Parasız, sınavsız eğitim” taleplerinin altı doldurulmadığında, bu tür sloganlar gençlik için hem mümkün olmayan, hem de anlaşılmaz talepler durumuna düşebiliyor. Dolayısıyla ajitasyon, gençlik kitleleri için anlaşılmaz ve soyut kalıyor. Bu nedenle, propagandanın içeriği değişmek ve zenginleşmek zorunda. Merkezi ajitasyonla birlikte yerel ajitasyonun örgütlenmesi ve bu iki ajitasyon alanının arasında bir bağ kurmada yeterli ustalıkta olunmadığı ise ortadadır. Bu sorunları aşmada gerekli adımları atmadan günün görevlerinin üstesinden gelmek mümkün değildir.

Propagandanın ideolojik boyutunu ele alırken, EMEP Genel Konferansı’nda da gündeme getirilen şu dört başlığı gençlik içinde bir plan haline getirmek gerekir:

a-) “Yeni Dünya Düzeni” değerler sisteminin çöküşünün gelip geçici olmadığını göstermek, bu açıdan uluslararası “yeni emperyalizm” teorilerine ve onların yerli uzantılarına karşı sıcak bir mücadele,

b-) Dinci, muhafazakar gericilik, milliyetçilik, Yeni Osmanlıcılık gibi yerli görünüşlü düşüncelere karşı savaş,

c-) Revizyonist ve liberal “sosyalist” akımların Marksizmi bozuşturucu tutumlarını mahkum etmek,

d-) Taleplerin ve sloganların içeriğinin anlamı, ekonomi-politik ve felsefi içeriklerinin açıklanması. Propaganda ve ajitasyonda acil ve güncel taleplerin sosyalizm propagandası ile birleştirilerek ele alınması.

6- GENÇLİK ÇALIŞMASINDA POLİTİK İÇERİK SORUNU; GAZETE VE TELEVİZYON

Gelinen noktada ve yeni döneme hazırlık bakımından gazetenin ele alınış düzeyi kabul edilemez. 12 Haziran Genel Seçim çalışmalarında bu açıdan sınıfta kaldığımız kabul edilmelidir. Gençlik örgütünün çalışmasında ya da parti örgütlerinin yürüttükleri gençlik çalışmasında gazetenin tuttuğu yer de bunun bir kanıtıdır.

Önceki birçok çalışmada olduğu gibi, ama ondan da öte, 12 Haziran Genel Seçimleri süresince yürütülen çalışmaya bir bakalım. Ne görürüz? Örgüt ve genel propaganda-ajitasyon faaliyetimizle gazetenin birbirinden kopuk ele alındığını. Adeta örgüt çalışması ayrı bir yerde, gazete ayrı bir yerde durmaktadır. Peki, bu durum neden böyledir?

Kabul etmek gerekir ki, örgütümüz gazete meselesini daha çok kaba bir “tiraj” meselesi olarak ele almıştır. Bu durum, çalışmanın hedef ve içeriğinden gazeteyi kopararak, gazetenin ek bir işmiş gibi ele alınmasına yol açmıştır. Bu nedenle, gazetenin ele alınışı sorunu hep bir yükmüş gibi algılanmıştır.

Oysaki gazete, her şeyden önce örgütsel çalışmamızın politik bir muhtevaya sahip olması ve politik hedeflere bağlanması için vardır. Günlük politik çalışmanın olmadığı bir faaliyette, elbette kendiliğindenlik ve ekonomizm, dolayısıyla amatörlük egemen hale gelir. Gazete, örgütün ve kitlelerin politik eğitimi kadar, yürütülen propaganda, ajitasyon ve teşhir çalışmasının içeriğinin siyasal bir karakter taşıması için de her gün yol gösteren bir kılavuzdur.

Parti çalışmasının diğer alanlarında olduğu gibi gençlik çalışmasında da kendini gösteren; gazete ile örgüt arasındaki bu kopukluk, aslında gençlik çalışmasının içeriğinin ne oranda politikadan uzak kaldığını göstermektedir.

Çok uzağa gitmeye gerek yok. 12 Haziran seçim çalışmalarının değerlendirildiği parti ya da gençlik örgütlerinin toplantılarında anlatılan deneylere, gözlemlere ve değerlendirmelere bir bakalım. Ya da bugün yürütülmekte olan gençlik kampı çalışmalarına bakalım. Ve hep birlikte şu soruyu soralım: “İyi de, bu anlatılan çalışma örneklerini biz gazeteden neden okuyamadık?” Bu örnek bile yürütülen çalışma ile gazete arasında nasıl bir kopukluk olduğunu göstermeye yeterlidir. Gazete ile aramıza örülen duvar, aslında parti merkezi ile gençlik çalışmamızın arasına örülmüş olmaktadır.

15 günlük bir gençlik eki ve haftada bir gün çıkan köşe yazısı ile gençlik çalışmasının muhtevasını ve düzeyini ilerletmek mümkün değildir. Eğer gençlik örgütü, gençlik yığınlarına seslenişini parti merkezinden beslenerek politik bir içerikle gerçekleştirecekse, 15 günlük dergi ritmi ile çalışmaya son verilmelidir. Keza tüm gövdesiyle gençlik çalışmasına dalmış bir parti olma kararlılığı lafta kalmayacaksa eğer, gençlerle ve gençlik örgütüyle gazete üzerinden kurulacak ilişki tümüyle değişmek durumundadır. Gençliğe ideolojik ve politik önderlik yapmak günlük bir temele ancak gazete ile oturabilir. Çünkü işçilerin olduğu kadar gençliğin de politik eğitimi esas olarak gazete üzerinden sağlanır.

Yeni döneme hazırlanmak ve örgütsel dönüşümü sağlamak için işçilerin yanında, gençlere de gidilmelidir. Çünkü enerji, dinamizm, kadro rezervi ve geleceğimiz gençliktedir. “Gençliğe gitmek” derken, elbette onu her türden burjuva ve küçük burjuva etkilere karşı günlük politik taktik platformumuza ve programımıza, devrim ve sosyalizme kazanmayı kastediyoruz. Gençlere, gazeteyi günlük politik çalışmanın bir aracı olarak kullanmasını öğretmeyi kastediyoruz.

Gençlik çalışması çok yönlüdür, gençlik çalışmasının sorunları da öyle! Fakat yoğunlaşacağımız ve işin bam teline dokunacağımız esas mesele, gençlik çalışmasında politik faaliyetin, dolayısıyla gazetenin ele alınışıdır. Çünkü gençliği kazanmak için sonuç alacağımız esas mesele budur.

Gazetenin yanında ikinci muazzam bir araç daha var; televizyon. Yukarıda sıralanan meseleleri bir kez de televizyon için sıralamak gerekmiyor. Gençlik alanına seslenmek ve gençlik alanlarından beslenmek için televizyon üzerine oldukça yetersiz kalındığı ortada. Bununla birlikte program çekimleri bakımından önemli adımların atıldığı da biliniyor. Gençlik açısından belki de en önemli sorun televizyonunun tanınması ve izlenmesi sorunudur. Bu yönde etkili ve yaratıcı çalışmalar, her alanda hayata geçirilmek durumundadır. Yoksa yapılan programlar da etkisini yitirecektir.

BİTİRİRKEN…

Bölgede ve ülkede son derece kritik gelişmelerin yaşandığı bir dönemde Emek Gençliği “Türkiye Gençliğinin Özgürlük Buluşması adında yeni bir gençlik kampına daha hazırlanıyor. Kampın örgütlenme çalışmalarında da görüldüğü üzere, çok çeşitli kesimlerden ve çevrelerden gelip kamp programına katkı sunan geniş bir aydın ve sanatçı desteği söz konusu. Bunda Emek Gençliği’nin düzenlediği ve geleneksel hale gelen kampların prestiji kadar, Blok’un yarattığı havanın da etkisi vardır.

Yaz dönemi gençlik çalışmaları açısından 2011 kampı, önemli bir fırsattır. Fakat günlük örgüt çalışmasından ve hedeflerden kopuk bir kamp çalışmasının ilerletici olmayacağı da görülmelidir. Bu nedenle birimler temelinde hem mücadelenin örgütlenmesi, hem de kampın hazırlanması, içi içe geçen ve birbirini besleyen bir çalışma olarak ele alınmalıdır.

Sonuç olarak gençlik, kuşku yok ki partinin ve Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok’unun hem enerjisi hem de geleceği olacaktır. Yeter ki, günün gerektiği görevleri cesaret, kararlılık ve disiplinle örgütleyebilelim.

Gençliğin Gündemi, Güncel Görevler ve Emek Gençliği

Türkiye’de uzunca bir süredir, ekonomik alanda kapitalist kriz ve siyasal alanda (merkezinde Kürt sorunu bulunan) demokrasi meselesi gündemin başına oturmuş bulunuyor. İşçi sınıfı ve diğer ezilen toplumsal kesimlerle birlikte milyonlarca genç de, bu iki sorunu derin bir biçimde yaşıyor.

Ekonomik kriz, işçi ve emekçi sınıflar için yoksullaşma, daha fazla işsizlik ve eldeki kazanımların bir bir budanması anlamına geliyor. Gençlik yığınları için; iş, güvenilir bir gelecek ve parasız eğitim her geçen gün daha uzak bir hayale dönüşüyor. Genç bir nüfusa sahip olan ülkemiz, milyonlarca genç işçinin kapı önüne konduğu, genç işçilerin kahve köşelerine itildiği, beş parasız gençlerin sokaklara düştüğü işsizler ordusu tablosuyla işsizlik sıralamasının zirvesine tırmanıyor.

Fabrikalarda, sanayi sitelerinde, atölyeler ve tarım işçiliğinde çalışan işçi gençliğin hep süregelen sorun ve talepleri krizle birlikte önemli ölçüde bastırılmış ve geriye itilmiş durumda. Her zaman yaşadıkları işten atılma korkusu krizle birlikte tırmanışa geçen genç işçiler, çalışma saatlerinin yükseltilmesine, iş yükünün her türden ağırlaştırılmasına, ücretlerin düşürülmesine ve esnek çalışmaya sessiz kalmayı tercih ediyorlar. En azından bir dönem daha böyle gitmeyi bile şans sayacakları anlaşılıyor. Çünkü dışarıda bekleyen bir işsizler ordusu var, bu her defasında kafalarına vuruluyor. Elbette genç işçilerin bütün bu gelişmelere rağmen, hak arayan, patron baskısına karşı direnen, eyleme geçen, sendikalaşan girişimleri hiç yok değil. Fakat bu dönem baskın olan eğilimin, daha çok; rekabet, kendini kurtarma çabası ve çalışma şansını bulmuşsa kabuğuna çekilme olduğu söylenebilir. İşçi gençlerin birbirlerine rakip kılınması ve yarıştırılmaları kadar bir önemli mesele de, işsiz gençlerle olan rekabette kendini gösteriyor. Bu durumda, yaşamak ve ayakta kalmak için boyun eğmek, kabuğuna çekilmek ve yalnızlaşmak tek çözüm yolu olarak dayatılıyor.

İşsiz kalan, iş bulamayan, yoksul mahallelerde çaresiz bırakılmış emekçi gençler için; çalışmak dışında bir gelir kapısı, koruyucu bir uygulama ve güvence bulunmuyor. Devlet ya da belediyeler tarafından tanınması gereken “işsizlik ödeneği”, “ücretsiz sağlık ve ulaşım hakkı” gibi haklar, yoksul gençlerin pek de tanıdık olmadıkları kavramlar. Destek, hak ve güvencenin olmadığı yerde yalnızlık ve çaresizlik duygusuna kapılan gençler ya da gençlik kümeleri için rekabet, çözülme, kendi içinde çatışma ve umutsuzluk öne çıkıyor.

Elbette kapitalist bir sistemde, topluma egemen olan sosyal çözülme ve bireycilik sadece kriz dönemlerinde açığa çıkmaz. Fakat ekonomik kriz süreçleri bu çözülmeyi hızlandıran koşullar oluşturuyor. İşçi, işsiz, kır emekçisi gençliğin yanı sıra öğrenci gençliğin de bu süreçten derinden etkilendiğini söylemek gerekiyor. Gelir adaletsizliğindeki uçurumun derinleşmesi, emekçi ailelerin yıkıma uğraması ile birlikte emekçi çocuklarının eğitim alma olanakları giderek daralıyor. Okulların ardından, artık aynı okul içindeki sınıflar bile parası olan-olmayan ayrımına göre çeşitlendiriliyor. Okul okumak, bitirmek, üniversiteyi kazanmak, iş bulmak; bütün bunlar, paranın gücüne göre geçilebilecek engeller olarak gençlerin önüne çıkıyor. Böylesi bir sistemde kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkan elemecilik, öğrenci gençlerin büyük bir bölümünü daha erken yaşlarda yarışın dışında bırakıyor. Sınav bunalımı, kayıt bunalımı, barınma-ulaşım-beslenme bunalımı birbirini izleyerek öğrencide toplam bir bunalıma ve çöküşe yol açıyor. Elemecilik ve ayak çelmecilik ana karakter olarak özendirilirken, gençler arasındaki sosyal dayanışma sürekli bir biçimde dinamitleniyor.

Kapitalist krizin tetiklediği sözü edilen bu gelişmelere, aynı zamanda, burjuva propaganda aygıtlarının siyasal, kültürel ve “sanatsal” bombardımanı da eşlik ediyor. Bu kuşatma altında, gençliğin çürümeye, yozlaşmaya, uyuşturucuya, çeteleşmeye, özgüvensizliğe ve umutsuzluğa kapılması genel bir karakter olarak ortaya çıkıyor.

İşçi, işsiz ve yoksul gençlik kesimleri içinde milliyetçi ya da dinsel motifli burjuva ideolojiler bu dönemde prim yaparken, küçük-burjuva ve daha çok genç aydın öğrenciler içinde çeşitli türden liberal söylemlerin etki uyandırdığını söylemek mümkün. Dolayısıyla ülkedeki genel ekonomik-sosyal gelişmeler kadar siyasal gelişme ve taraflaşmaya da paralel bir gençlik profilinden söz edilebilir. En çok da demokratikleşme ve Kürt sorunu üzerinden gençlik içinde siyasal bir tartışma ve ayrışmanın yaşandığı gözleniyor. Kürt sorununda yaşanan güncel yeni gelişmelerin de bunda önemli bir payı bulunuyor.

Çerçevesini ana hatlarıyla çizmeye çalıştığımız yukarıdaki tabloyu ve nesnel durumu değerlendirmeden gençliğe dair sonuçlar çıkarmak, devrimci çalışmada çoğunlukla yanılmayı beraberinde getirebiliyor. Gençlik çalışmasında “kolay ve hızlı sonuç almayı” temenni edip çoğunlukla hayal kırıklığına uğramanın bir nedeni de budur. Emek Gençliği’nin faaliyetinde (aynı zamanda bir zayıflık olarak ele alınması gereken) görülen sürekli genel bir sesleniş ve genel bir mücadele çağrısıyla sınırlı çalışma tarzı da, yine buradan kaynaklanmaktadır. Oysa ki, en geniş gençlik kesimleri için birleşmek, birbirlerine güven duymak ve dayanışmayı öğrenmek öncelikli gerekler haline gelmiş bulunmaktadır. Bu gerekler yerine gelmeye başladıkça, her birimde en çok zorluk çekilen örgütlenme sorunu da aşılmaya başlayabilecektir.

İçinden geçmekte olduğumuz ekonomik kriz, toplumsal mücadele potansiyelini hiç kuşku yok ki güçlendirmektedir. Hemen her yerde, en küçük devrimci bir yardım ve müdahalede gençlik kesimlerinin bu müdahale etrafında toparlanmaya başladığı görülmektedir. İşçi basınımıza da konu olan işten atmalara, işsizliğe, paralı eğitime karşı yürütülen çalışmalara sorunun mağduru gençler yanıt vermekte, ama örgütlenme (özelde mücadelenin örgütlenmesi) çoğunlukla başarılamamaktadır.

İşçi, işsiz, köylü, öğrenci gençliğin devrimci politik gençlik örgütü olan Emek Gençliği’nin 5. Konferansı işte bu gelişmeler ve sorunların ele alınması ve tartışılarak sonuçlar çıkarılması bakımından önemli bir süreç olarak değerlendirilmelidir. Genel değerlendirmelerin de ötesinde; Emek Gençliği’nin ve onun örgütlerinin bu gelişmeler karşısında kendi rolünü tartışması, çalışma tarzını gözden geçirmesi, hem gençlik hareketinin gidişatı açısından hem de Emek Gençliği’nin güç kazanması ve kitleselleşmesi açısından gerekli görünmektedir.

Elinizdeki bu yazı, bu sürece katkı sunmak amacıyla; gençlik hareketi açısından kimi güncel gelişmelere dikkat çekmeyi ve ortaya çıkan sorunlara işaret etmeyi hedeflemektedir.

Öncelikle gençliğe dair geçtiğimiz günlerde basına konu olan çarpıcı bazı örneklere bir göz atalım.

KRİZDEN GENÇLİK MANZARALARI

Yapılan açıklamalara göre, Türkiye’de lise çağında bulunan ve eğitim alması gereken gençlerin yüzde 47’si örgün eğitimden yararlanamıyor. Son resmi verilere göre, genç nüfusta işsizlik oranı yüzde 23.5’e yükseldi. İstanbul Çağlayan’da işsiz kalan üç genç paralarını birleştirip öğlen tek simit yiyor. Türkiye’de eğitim almış her 3 gençten biri işsiz geziyor. Kayseri Erciyes Üniversitesi’ne 200 TL karşılığında kobaylık yapmak için başvuranların sayısı 12.000’i geçerken, bu oranın içinde öğrenciler kitlesel olarak bulunuyor ve büyük bir yer tutuyor.

Aynı günlerde Marmara Üniversitesi Rektörü Necla Pur, öğrencilerin çoğunun günde bir öğün yemek yediğini ve derste açlıktan bayılanlar olduğunu söyledi. 900 öğrenciye (içine ekmek kırıntıları atarak) sabah çorbası vermeye başladıklarını söyleyen Pur hayırseverlere de şöyle sesleniyor: “Hayır yapmak sadece Ramazan’da kalmamalı. Sabah kahvaltısı verebilirsiniz. 10 ev kadını buluşup bin poğaça yapıp sabahları çorbanın yanında dağıtsa bu çocuklara bundan daha büyük hayır olur mu?”

Eğitim yılı  başlarken İstanbul’daki 240 okulun elektriğinin borcundan dolayı  kesik olduğu bildirildi. Gaz ve su faturalarından dolayı da benzer kesintilerin olacağından endişe ediliyor. Sendikaların araştırmalarına göre, bir öğrenci okula başlarken 40 kalem harcama yapıyor ve bunun veliye maliyeti minimum 2030 TL.

ODTÜ Fizik Öğretmenliği’ni birincilikle bitiren gencin, KPSS sınavında da birinci olmasına rağmen, kadro olmadığı gerekçesiyle ataması yapılmadı.

Üniversitelerde hem okuyup hem de çalışan 20 bin öğrencinin işine son verilince, okulu bırakmayı düşünen öğrencilerin sayısında artış yaşandı. Ataması yapılmayan öğretmen adaylarının sayısı ise, 230 bine yükseldi. 50-d mağduru asistanlar, ödenek almadan, öğrenci statüsü ile çalıştırılıyor. CHP’nin açtığı dava nedeniyle, Belediyelerden burs alan binlerce öğrencinin bursları kesildi…

Haber örneklerini çoğaltmak mümkün, fakat bu kadarı bile, gençliğin karşı karşıya bulunduğu saldırıların boyutunu görmek için yeterli olsa gerek. Yani genel olarak sorunu tarif edip işin etrafında dolanmak gerekmiyor. Rektörleri bile sitem edecek hale getiren bu somut sorunlar karşısında sorulacak soru; “Peki biz bu somut ve çarpıcı sorunlar üzerine somut nasıl bir ajitasyon ve örgütlenme faaliyeti yürüttük, yürütüyoruz?” olmalıdır.

Gençlik çalışmasında kriz ve krizin sonuçları üzerine çok soyut ve genel bir çalışma içinde olunduğu, krizin derinleştirdiği her bir somut soruna inip çalışmanın örgütlenemediği; bu soruya verilecek her bir yanıtta kendisini gösterecektir. Değiştirilmesi gereken öncelikli sorun; herkesin birbirine anlattığı genel ve soyut analizcilik hastalığından kurtulmak ve en küçük birimlerde baş gösteren (sarsıcı genel etki potansiyeli de taşıyan) somut talepler etrafında bir faaliyete koyulmaktır.

Gençlik mücadelesinde YÖK ve 6 Kasım’ın özel bir yer tuttuğu biliniyor. Geçtiğimiz 6 Kasım birçok yönüyle tartışma ve değerlendirme konusu yapılabilir, yapılıyor da. Fakat biz yine faaliyetin rutinliği, soyut ve genelliğine bir ayna tutması bakımından geçtiğimiz 6 Kasım eylemlerine, bir örnek olarak yakından bakalım.

CUNTA BEKÇİLİĞİNDEN PİYASA TACİRLİĞİNE: YÖK DÜZENİ VE 6 KASIM

Üniversitelerin piyasaya açılması tartışması yeni değil, fakat Bologna Planı’nın YÖK eliyle devreye sokulması ile birlikte süreç büyük bir hız kazandı. Üniversitelerin piyasalaştırılması bakımından, YÖK, otobüsten inip uçağa bindi diyebiliriz.

Bologna Planı, başlangıcında bir Avrupa planı olarak ortaya çıktı. Gelişmiş Avrupa ülkelerinin bir araya gelerek başlattıkları üniversiteleri piyasaya açma planına, bir süre sonra bütün Avrupa ülkeleri katıldı. Bugün Bologna Planına 45 ülke imza atmış bulunuyor.

Bologna Planı’nın uzun uzadıya ayrıntılarına girmek, bu yazının kapsamı bakımından gerekmiyor. Fakat özetlemek gerekirse; bir yandan üniversiteler arasında öğretim üyesi ve öğrenci transferleri (hareketliliği) yaratılmak istenirken, öte yandan üniversite yönetimlerine patron örgütlerinin temsilcileri dahil ediliyor. Öğrenci ve öğretim üyesi hareketliliği büyük bir pazar oluştururken, aynı zamanda, üniversitelere ucuz işgücü ve rekabet koşullarında köleliği (küreselleştirerek) getiriyor. “Dış paydaşlar” adıyla üniversitelerin danışma kurullarına çağrılan patron temsilcilerinin oynayacağı rol çeşitli biçimlerde basında tartışıldı. Fakat pek üzerinde durulmayan başka bir unsur, en az bu kadar büyük bir tehlikeyi barındırıyor: “İç Paydaşlar”.

Üniversitelerin danışma kurullarına “dış paydaşlar” kadar üniversite bileşenlerini ifade eden “iç paydaşlar”ın da girmelerini isteyen Bologna Planı, böylece öğrenci temsilcileri ile patron temsilcilerinin yan yana oturmasını istiyor. Yani patronlar satın alacak, kâr alanları oluşturacak, öğrenciler de “demokratik” bir şekilde kafa sallayarak, bu yağmaya onay verecek.

Darbe Anayasası  ile kurulan ve darbe yönetimini uzun yıllar üniversitelerde egemen hale getiren YÖK, her fırsatta öğrenci örgütlerinin üzerine baskı  ve şiddetle gitti. YÖK düzeninde, örgütlenmenin önü, baskı, sindirme, okuldan atma ve polis-jandarma-sivil faşist terörüyle kesilmeye çalışıldı. Öğretim üyeleri de, bu baskıdan nasibini aldı.

Bugün yükseköğrenim gençliğinin büyük zorluklarla kurduğu Kol, Kulüp ve Toplulukları bulunuyor. Üniversitelerde YÖK eliyle getirilen ÖTK temsilciliklerinde muhalif öğrencilerin sayısı ve etkisi her geçen gün biraz daha artıyor. Bologna Planı, kaleyi içerden zayıflatan, patronlarla öğrencileri yönetime taşıyarak öğrencilerin örgütlerini kariyer ve girişimcilik bürolarına çeviren ve öğrencileri nihayetinde mücadeleden alıkoymayı hedefleyen bir planı ifade ediyor. Aynı durum, öğretim üyeleri için de geçerli ve benzerlik gösteriyor.

Gelinen yerde, bugün sadece baskı ve ceberutluk yönünü öne çıkararak YÖK’e karşı bir mücadeleyi ele almak, son derece sığ kalacaktır. Eğitimi piyasalaştırmak, üniversiteleri küresel sermayenin ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden biçimlendirmek, kampuslarda şirket büroları açmak; “öğrencilere yeni iş imkanları” olarak yutturulmaya çalışılmaktadır. Etkili ve yaygın, ama derinlemesine bir aydınlatma faaliyeti ve tartışma ortamı yaratılmadan, bugün için, bu gerici kapitalist planları boşa düşürmek mümkün görünmemektedir.

Üniversitelerde yaşanan piyasalaştırma süreci ile birlikte birçok kavram ve uygulama yeniden tartışılmak ve tanımlanmak durumunda. Bu kavramlardan biri de; özerklik.

Başörtüsü  yasağını öne sürerek “zulme karşı direneceğiz” sloganıyla meydanlara dökülen siyasal İslam’ın etkisindeki binlerce genç için, YÖK, o yıllarda dağıtılması gereken dikte edici bir aygıttı. Parlamento seçimlerinde sermaye desteğini arkasına alan AKP rüzgarı, kısa bir süre içinde bu gençlerin hareketini bünyesine almayı başardı. “Karşısındaki aygıtı yıkamıyorsan ele geçir” felsefesi, geçerli pragmatist bir felsefe olarak, üniversitelerde de kabul gördü. Dün YÖK’e karşı mücadele eden geniş bir İslami gençlik tabanı, bugün AKP ve YÖK eliyle piyasacılığın savunucuları haline geldiler. YÖK, artık bu kesimler için tasfiye edilmesi gereken dikte edici bir aygıt değil, güçlendirilmesi gereken liberal bir piyasa yöneticisi.

Bologna Planı  ile birlikte artık yeni bir özerklik tanımı getiriliyor. Üniversiteler özerk olmalı, ama bu özerklik bilimsel değil, “mali ve idari” olmalıdır. Yani sermayeye hizmet eden, sermayenin tahakkümü altına girmiş bir “bilimsel üretim” öngörülmekte, öte yandan üniversiteler devlet desteğinden yoksun bırakılmaktadır. “Kendi yağınla kavrul” şeklinde bir mali-idari özerklik dayatılmakta ve “kavrulamıyorsan, seni kavuracak bir patron bul” anlayışı yerleştirilmek istenmektedir.

Dolayısıyla Bologna Planı ile devreye konan üniversite projesinde, YÖK, kendine bakir bir yönetsel alan bulmakta, geriliğe karşı modernliği vaat etmekte ve gençlere iş kapısı masalını anlatmaktadır. Bu yaklaşıma göre, özgürlükler ve demokrasi ise zaten piyasaya entegrasyonla gelecektir!

Sermaye çevrelerinin YÖK ve MEB eliyle devreye soktukları bir proje de, üniversite sayılarının arttırılmasıyla ilgilidir. Başbakan Erdoğan, 81 ilde 193 üniversite açtıklarını övünerek her fırsatta söylüyor. Bu üniversitelerin 40 tanesi özel ve vakıf üniversiteler. Böylece üniversite kapılarındaki yığılma azalacak, bütün ülke gençliği üniversite okuyacak, ülkenin eğitim kalitesi yükselmiş olacaktır! İyi ama, Tunceli Üniversitesi’ne profesör bile nice zaman sonra daha yeni atandı. Yeni açılan, tabelası değiştirilen birçok üniversite, gerçekte “kümes üniversiteler”dir. Ama yine de yükseköğrenim gençliğinin mücadele potansiyelinin 81 ile yayıldığını söyleyebiliriz.

Sermaye örgütleri, “Türkiye’nin ihtiyacı asıl olarak ara elemandır” tespitinden hareketle, devlet elindeki Mesleki ve Teknik Eğitim Okullarını, Yüksek Okulları eleştiriyor ve buralara sızmaya çalışıyorlar. Okullardaki mütevelli heyetlerin içine patron temsilcilerinin yerleştirilmesi için hazırlıklar yapılıyor. Bu propagandanın bir sonucu olarak, bir yandan da özel yüksek okullar mantar gibi çoğalmaya başladı. Başını özel Okan ve Işık okullarının çektiği bu yüksek okullarda para karşılığı zanaat öğretiliyor. Özel eğitim sektörüne yeni bir piyasa alanı böylece açılmış oluyor.

Peki, üniversiteler için yeni modele uygun bir kefen dikilirken, 2009 6 Kasım eylemleri neyi gösterdi?

Birincisi, en azından YÖK’ü protesto eden öğrenciler bakımından, YÖK’ün kaldırılması için güçlü bir isteğin olduğu bir gerçek. Parasız, bilimsel, demokratik ve anadilde eğitim talepleri de öne çıkan talepler oldu. Ama Bologna Planını da içeren sermayenin yeni atılımları ile YÖK’ün taşeron rolü arasındaki bağ sergilenemedi. “Gençlere iş kapısı, kaliteli eğitim, yabancı okullarda okuma” vb. propagandaları içeren yalanların üzerine gidilemedi. Bir dönem “ulusalcılık” adına AKP’ye direnen, YÖK’ün ve onun rektörlerinin safında yer tutan kimi politik çevreler, bugün bağırmaya başladılar. Kimi çevrelerden yükselen ve sadece “üniversiteleri AKP’ye teslim etmeyeceğiz“, “AKP’nin YÖK’ünü istemiyoruz” sloganına sıkışan yaklaşımda da yeni dönemi anlamayan bir darlık kendini gösterdi. AKP’nin değil de kimin YÖK’ü mubah olabilir ki?  CHP’nin mi, askerin mi, devletin mi YÖK’ü kabul edilebilir?

AKP gerici bir partidir, bilime düşmandır, üstelik üniversitelerde kadrolaşmaktadır ve buna karşı mücadele edilmelidir. Ama Y. Z. Özcan’a gelinceye kadar YÖK’ün AKP’nin elinde olmadığı ve yine savunulacak yanı olmadığı yaşandı, biliniyor. Ve en nihayetinde perde arkasında iş yürüten ve üniversiteler üzerinde büyük bir planı devreye sokan emperyalistler ve işbirlikçi kapitalistlerdir ve esas onlara karşı birleşmek neredeyse unutulmuştur.

İkincisi, birçok ilde 6 Kasım bir tek alanda protesto edildi ve sınırlı sayıda öğrenci bu eylemlere katıldı. Sınıflarda tartışmalar, amfilerde konuşmalar, fakültelerde protesto gösterileri ve forumlar örgütlenerek hareket edilmedi. Geleneksel protestocu ve kitlelerden kopuk yaklaşım bir kez daha öne geçti. Mevcut cılızlıklarına karşın öğrenci kulüp, topluluk ve temsilcilikleri öne çıkarılamadı, tersine ötelendi. Böyle olunca, en geniş gençlik kesimleri karar ve eylem süreçlerine katılamamış oldu.

Üçüncüsü, son yıllarda yükseköğrenim gençliğinde iş, meslek ve güvenilir bir gelecek kaygısı öne geçmiş görünüyor. Zira, ataması yapılmayan öğretmenler, peyzajcılar, genç eczacılık öğrencileri, işsiz ve düşük ücretli mühendisler, fen-edebiyat öğrencileri vb. kesimler iş talebiyle sayısız eylemler yaptılar, platformlar kurdular. Özellikle 3. ve 4. sınıf öğrencileri de, bu platformlara ve eylemlere katılmaya başladı. Örneğin İTÜ’de yapılan “işsiz mühendisler ve düşük ücretli mühendisler kurultayı”, bu açıdan büyük bir önem taşıyor. Meslek örgütleri ile öğrenciler arasındaki ortak mücadele ve örgütlenme daha da güçleniyor. Bütün sözü edilen bu kesimlerin kendi talepleriyle 6 Kasım protestolarında yer almamaları, bu eylemlerin bir bileşeni olmamaları, eylemi örgütleyen kesimlerin ele alıp tartışmaları gereken bir sorun olarak durmaktadır. Çünkü bundan sonraki mücadele de bu eksen üzerinde devam edecektir.

Dördüncüsü, devlet üniversiteleri kadar özel üniversite ve özel yüksek okullarda da büyük bir nüfus oluşmaktadır. Üstelik bu öğrencilerin önemli bir bölümü geçmiş yıllardan farklı olarak artık zengin çocuğu da değildir. Dolayısıyla bu kesimlerin mücadeleye çekilmesi ve bu okullarda da mücadele örgütlerinin kurulması hareketin genel gidişatı açısından da önem taşımaktadır.

Peki, yukarıda dört maddede bahsedilen görevler yerine getirilemez görevler midir? Gelişmeler bu imkanları ortaya çıkarmışsa, Emek Gençliği neden bu süreci gerektiği örgütleyememiştir? Elbette, soruyu tek bir nedenle açıklamak doğru olmaz. Ama genel doğruları söylemenin ve sadece eleştirel bir tavır içinde bulunmanın da Emek Gençliği’ni ilerletmeyeceği açık olsa gerek. Temel mesele; ortaya konan platforma uygun pratik adımların atılamaması, en somut talepleri baz alarak çalışmanın örgütlenememesinde yatmaktadır. Her defasında kolay yola sapılarak çıkmaz sokağa çıkılırken, en aşağıdan başlayarak somut çalışma ve örgütlenmeyi ilerletmede, esas zorlu patika yollarda adım atılmamaktadır. Nadiren de olsa bu yola atılan adımlarda sonuç alındığı görülmektedir.

PARALI EĞİTİM, BASKI VE ÖSS KISKACINDA, LİSELİ GENÇLİK

Yükseköğrenim gençliğine nazaran ortaöğrenim gençliğinin son yıllarda daha hareketli ve örgütlenme arayışı bakımından daha dinamik olduğu görülüyor. Bu tespiti pekiştiren bazı gelişmelere bir kez daha bakmakta fayda var.

Eğitim ve öğrenim yılının açılması ile birlikte birikmiş sorunlar da çığ gibi öğrencilerin ve velilerin üzerine devrildi. Sivas’ta hademe olmadığı gerekçesiyle okulun temizlik işleri velilere yaptırıldı. Liselerde büyük bir yığılma yaşanırken, okullaşma ve derslik sayılarında yaşanan uçurum daha da büyüdü. ÖSS sınavlarında sıfır çeken, başarı ortalaması düşük olan okulların öne çıkan sorunlarından biri, zaten sınıf mevcutlarının çok fazla olması ve öğretmen sayısının yetersiz kalışıdır. Ankara merkezli başlatılan ve tüm illere doğru genişletilen yeni bir uygulama ile okul kapılarına beli silahlı polisler dikilmeye başlandı. Bu gelişmenin ardından, okullardaki polis vukuatları da artmaya başladı. Okul önlerine asılan pankartlarda üniversiteyi kazananların listeleri sıralanıyor. Okullar başarılarını üniversiteyi kazananlarla reklam edip marka olmaya çalışırken, kazanamayanların listesini soran bile olmuyor. “Meslek lisesi memleket meselesi” sloganı ile yeni bir operasyonun sinyalini veren TÜSİAD ve özellikle Koç Grubu, okulların başına patron temsilcilerini oturtmaya hazırlanıyor. ÖSS sınavları yeniden 2 aşamalı hale getirilirken, gençlerin yarış atı olarak birbirleriyle rekabet ettirilmesinden vazgeçilmiyor. Dershane sektöründe ise, trilyonlar dönmeye devam ediyor.

Elbette, sorunları  daha fazlasıyla sıralamak mümkün. Fakat liseli gençlik bu gelişmeler karşısında hepten boynu eğik de değil. Örneğin Hakkari’de dershane hakkından mahrum kaldıkları için 500 öğrenci yürüdü. Kantin boykotu, müdür baskısını protesto, parasız eğitim için imza kampanyaları vb. birçok eylem, bu dönemde ortaya çıktı. Öğrenci Meclis seçimlerine katılım oranı yükselirken, meclisler de mücadelenin sorunlarına el atmaya başladılar.

Liseli gençliğe dönük en küçük faaliyetin bile hızla sonuç aldığı bir gerçek. Örneğin İstanbul Yenibosna Lisesi’nde parasını verene özel sınıfların kapıları açılırken, parası olmayanlar bakımsız sınıflara gönderiliyor. Emek Gençliği sorunu işçi basınına haber olarak taşıyor ve bu haber üzerinden yapılan dağıtım okulda bir uyanışın örgütlenmesini sağlıyor. Nihayetinde, okul önünde yapılan açıklamaya 50 civarında öğrenci katılıyor, 6 Kasım’da ise, ilçe milli eğitim müdürlüğü önünde yapılan eylemle öğrenciler topladıkları imzayı yetkililere teslim ediyorlar. Liseli gençlik, en küçük yardımda ve birazcık özgüven kazandığında, kitlesel olarak mücadeleye atılıyor ve Emek Gençliği saflarına katılıyor. Dolayısıyla liselere dönük çalışmada birkaç ilişki üzerinden değil, lisenin tüm öğrencilerine seslenen daha cesaretli bir çalışma yürütmek gerekiyor.

BARIŞ, KÜRT SORUNU VE EMEK GENÇLİĞİ

Siyasal alanda ne Kürt sorunu ne de demokratikleşme meselesi eski yerinde duruyor. Gençlik içinde milliyetçiliğin kışkırtılması sürekli pompalanırken, sorunun bir biçimde çözümüne ilişkin beklenti de güç kazanıyor.

Geçtiğimiz yıl, anadilde eğitim talebiyle on binlerin katıldığı eylemler düzenlendi. Eylemler, bu eğitim ve öğrenim yılının açılmasıyla birlikte devam etti. Yine eğitim yılı başlarken, Diyarbakır’da, temsili Kürtçe Fizik dersi yapıldı.

Bir dönem önce üzerine konuşulması bile düşünülemeyen, üniversitelerde Kürt dili ve edebiyatı ya da Kürdoloji bölümlerinin açılması, YÖK, MEB ve rektörlerin tartıştığı, hazırlık yaptıkları bir çalışma haline geldi. Anadilde eğitim, artık gerçekleşmesi gereken ana taleplerden biri durumuna gelmiş bulunuyor ve gelinen yerde bu talebin gerisine artık düşülemez.

Kürt halkının mücadelesiyle gelinen bu sürecin aynı zamanda sancılı  ve zikzaklar çizen bir süreç olduğu da gözler önünde. Operasyonlara yer yer devam edilirken, Meclis sınır ötesi harekatı içeren tezkereyi bir yıl uzatma kararı aldı. Bugün hala 3000 Kürt çocuk siyasi nedenlerle yargılanıyor. 1000’den fazla Kürt çocuğu ise, demir parmaklıkların arkasında büyüyor. Tarım işçisi binlerce Kürt çocuğu eğitim hakkından mahrum kalırken, bölge okulları da içler acısı durumda olmayı sürdürüyor. Müfredatta gerici, şoven, milliyetçi öz korunmaya devam ediyor. Evinde Kürtçe kurs veren çocuklara ceza yağdırılıyor.

Öcalan’ın çağrısı ile Türkiye’ye gelen Barış Grubu’nu yüz binler karşıladı. Sorunun artık bir şekilde çözülmesi eğilimi geniş bir taban bulurken, medya, MHP ve CHP’nin kışkırtmasıyla, Barış Gurubu’nun gelişi sokaklarda milliyetçi gösterilere dönüştürüldü. Provokasyonların beklendiği üniversite ve liselerde ise, genel olarak sağduyu hakim oldu. Kürt sorununun demokratik çözümünü tartışmak, sorunun esasta Türk gençliğinin bir sorunu olduğunu anlatmak için oldukça uygun koşullar oluşuyor.

AKP Gençlik Kolları, caddelere, Başbakan Erdoğan’ın “Annelerin gözyaşının ideolojisi olmaz” sözlerinin yazılı olduğu pankartlar asıyor. Fakat hükümetin ve devletin uygulamaları ile analar ağlamaya devam ediyor.

Peki, bu gelişmeler yaşanırken, Emek Gençliği ne tür çalışmalar yapmaktadır?

“İki Dil Bir Bavul” filminin gösterimlerini örgütleyen Emek Gençliği grupları ve devrimci öğretmenler, kardeşleşme açısından önemli bir çalışmayı yerine getirmektedir. Boğaziçi Üniversitesi, 9 Eylül ve ODTÜ’de Barış ve Kardeşlik etkinlikleri düzenlenmekte, birçok üniversitede de benzer kararlar alınmaktadır. İstanbul Bağcılar’da Emek Gençliği’nin düzenlediği 68 söyleşisi, Kürt sorununun tartışıldığı bir foruma dönüşmüş ve tartışma ortamı açıldığında gençlerin buna hızla ve coşkuyla yanıt verdiklerini göstermiştir. Bu yöndeki çabaların arttırılması ve hızlandırılması günün temel görevlerindedir.

Ne var ki, bu yönde atılan adımların oldukça cılız ve reflekslerin de zayıf olduğunu belirtmek gerekiyor. Örneğin bir önceki Emek Gençliği Bölge Konferansı’nda üniversitelerde Kürdoloji, Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin açılması için kampanya yürütülmesi kararlaştırılmıştı. Bugün gelinen yerde bunu rektörler tartışıyor. İ.Ü rektörü Söylet, Kürdoloji bölümlerinin açılması için hazırlık yaptıklarını söylüyor. Anadilde eğitime hayır diyen ve Kürt öğrencilere soruşturma terörü uygulayan YÖK, açılım havarisi kesilebiliyor. Ama kabul etmek gerekir ki, pratik refleksler ve çalışmanın örgütlenmesi bakımından Emek Gençliği grupları oldukça atıl kalmış bulunuyor. Yine bu dönemde, Eğitim-Sen İstanbul 3 No’lu Şube’nin “Anadilde Eğitim Kurultayı” yapmasına Emek Gençliği’nin tepkisiz kalması, pratik reflekslerin durumuna bir işaret olsa gerek. Oysa ki, çeşitli üniversitelerden öğrencileri ve örgütlerini bu kurultayın bir parçası yapmak pek ala mümkünken, bu işin bir görev olarak saptanmamış olduğu anlaşılmaktadır.

Öte yandan, 6 Kasım protestoları nedeniyle oluşan platformlarda Kürt sorunu ve anadilde eğitim talebi çeşitli tartışmalara neden oldu. TKP, Öğrenci Kolektifleri, Gençlik Muhalefeti ve Emek Gençliği bazı illerde eylem birliği yaparken, birçok ilde daha geniş birlikler sağlandı. Fakat bazı illerde TKP ve Öğrenci Kolektifleri, Kürt yurtsever gençlerin eylemlere katılmamasını şart koşan “ilkeler” öne sürebildiler. Anadilde eğitim talebinin basın metinlerine ve dövizlere yazılması uzun tartışmalardan sonra olabildi. “Yaşasın Halkların Kardeşliği sloganı bir kez atılsın” denilerek, iş trajikomik bir hale getirildi. Fakat bütün bu tartışmalar neticesinde sözü edilen demokratik gençlik hareketlerinin Emek Gençliği’nin ısrarıyla daha ileri bir çizgiye geldiklerini, gelmek zorunda kaldıklarını da belirtmek gerek. Zira bu süreçte sadece Kürt sorunu üzerine çeşitli eylem ve etkinliklerin de yapılması yönündeki önerilere de sıcak bakılıyor.

Bu dönem, batı  gençliği içinde Kürt sorunu üzerinden bir çalışmayı ve birleşmeyi önemli kılarken, bu çalışmaları Kürt demokratik gençlik çevrelerine iyi anlatmak gerekiyor. Çünkü çeşitli etki ve duygulara açık olan Kürt siyasal gençlik çevreleri, batıdaki böylesi çabaları Kürtlerden uzaklaşma ve Kürtlere karşı bloklaşma olarak anlayabiliyor. Nitekim Günlük gazetesinde yayınlanan ve Ankara 6 Kasım’ını konu edinen  “6 Kasım’da Ergenekon ayrışması mı?” başlıklı haber, tam da bu yanlış algıyı kışkırtan bir üslupta yazılmış bir haber olarak dikkat çekti. Oysa ki, Ankara’da Emek Gençliği her hangi bir siyasal grupla eylem birliği içine girmemiş, kol ve topluluklar üzerinden yapılan eylemin örgütlenmesine güç vermişti. Kendi başına bu örnek bile, atılan adımlarda Kürt yurtsever gençleriyle ilişkilerin önemine işaret etmektedir.

Kürt sorunu, barış ve yapılacaklara ilişkin değerlendirmeler, politik duruş, Emek Gençleri tarafından, birçok platformda kararlılıkla dile getirilmektedir. Fakat Emek Gençliği görevlerini bununla sınırlayamayacağı gibi, her alanda bunu bir çalışmanın planı haline getirip uygulamaya geçirmelidir.

SONUÇ OLARAK

Yazımızın da başlığını ifade eden “Gençliğin gündemi ve güncel görevler…” derken, elbette bütün bu yazılanlardan kendi örgütsel çalışmamıza bir takım görevler çıkarmamız gerekiyor. Buradan hareket edersek, birkaç meseleye 4 madde üzerinden dikkat çekmek faydalı olacaktır.

1- Gençlik yığınlarının içinde bulunduğu geleceksizlik ve bunalımı gözeten milliyetçi, muhafazakar ya da liberal akımlar, düne göre daha yoğun bir propaganda içine girmiş bulunmaktadırlar. Yine bu gerici akımlar için daha açık kürsülerin oluşturulduğunu belirtmek gerekiyor. Emek Gençliği, bu akımlarla “kavga”yı ve polemiği gerçekleştirmeden bir kitle gücüne erişemez. Öte yandan, bire bir dar ilişki ağından çıkıp, kürsüyü sokağa, işyerlerine ve okullara kurmak gerekmektedir. Böylesi bir açıklık ve cesaretten yoksun bir çalışmanın gençlik yığınlarını örgütlemesi beklenmemelidir.

2- Dünyanın bütün proleter devrimci partileri ve komünist gençlik örgütleri, gençliği gazete ile örgütlemiş ve harekete geçirmiştir. Gazete, gençliğin hem bir kürsüsü, hem de mücadelesinin örgütlenmesine yardımcı olan en etkili silahtır. Ama bizde 15 günlük dergi periyodu gazetenin önüne geçmiştir. Bunu, kelimeyi eğip bükmeden, açıkça tespit etmek gerekir. Yeni ve devrimci olan ise, aylık ya da 15 günlük değil, günlük mücadele platformuna adım atmaktır. Bu adım geciktikçe, diğer bütün atılan adımlar gerçek bir dönüşümü sağlamaya yeterli olamayacaktır.

3- Sosyalist ve toplumcu gerçekçi yayın külliyatının gençlik çalışmasında bulduğu yer ne kadardır? Cevabın oldukça düşündürücü olduğu aşikârdır. Örneğin Keynes iktisadının tartışıldığı bir dönemde “Keynes’e Karşı Marx” kitabı, aradan haftalar geçmesine rağmen, hala birçok üniversiteye ulaşmıyorsa, yürütülen gençlik çalışmasının karakteri nasıl tanımlanabilir? Yönetim kademelerinden başlayarak, yayınlar ve bunların etrafında ideolojik bir eğitimin ve propagandanın gerçekleşmediği bir gençlik çalışmasının kök salma şansı bulunmamaktadır.

4- Yabancılaşmanın ve çelişkinin aşılmasında devrimci gençlik örgütü, kendi sınıfından öğrenmek zorundadır. Emek Gençliği çalışmasının uzunca bir dönemdir yaşadığı temel meselelerden biri, kendi sınıfının gençliği içinde çalışma yürütmekten kopmuş olmasıdır. Emek Gençliği’nin omurgası olarak tanımlanan işçi gençlik içinde çalışmanın örgütlenmesi ve buradan kazanılacak deneyler, diğer başka sorunların da aşılmasını hiç kuşku yok ki kolaylaştıracaktır. İşçi gençlik ile birlikte yoksul semt gençliği, işsiz ve köylü gençlik içinde çalışma yürütmek de, bu görevin bir parçasıdır.

Kılınçaslan’ı Okumak

 

İşçi partisi, işçi gazetesi derken, bu kez bir işçi televizyonunu kurmak için yollara düşülmüş, il, il örgütler dolaşılmaya başlanmıştı. Sırada Adana ve güney illeri vardı. Bu bölgedeki görevi Memet Kılınçaslan almıştı. Kılınçaslan; yani partimizin işçi önderlerinden biri o.  İstanbul’dan Adana’ya 2 Aralık 2006’da birlikte gidecektik, ama olmadı. Zamansız bir kalp krizi ile hayata gözlerini kapadı. Adana’ya gidemedi, ama on binlerin alın teri ve ortak çabasıyla Türkiye işçi sınıfı ilk kez bir televizyona sahip oldu. Ülkemiz işçi sınıfının ilklerinde Kılınçaslan’ın tek katkısı bununla sınırlı değil elbette.

Eylül karanlığından sonra 1988 1 Mayıs’ında eylem sahnesine çıkandır o.  İşçiler çeşitli noktalarda birikmiş ve sendikacılardan eylem işareti beklemektedir. Keskin nişancılar tarafından vurulmaktan korktuğunu söyleyen birçok sendikacı eylemden vazgeçmek üzeredir. 1 Mayıs kutlanamayacaktır. Sabri Topçu ile birlikte ilk sloganı atarak eylemi başlatan ve sınıf tarihine iz bırakandır Kılınçaslan. Türkiye’de proleter sosyalist hareketin birikimiyle işçi hareketinin namuslu temsilcilerinin buluştuğu Emek Partisi’nin kurucularındandır.

Sınıflar mücadelesi, tarihin çeşitli dönemeçlerinde kendi kahramanlarını yarattı. Tarihsel belgeler kadar dünya sosyalist edebiyatında da bu kahramanlar yerlerini aldılar. Özellikle proleter devrimci karakterleri, Türkiye dışındaki tarihi ve edebi eserlerde okumaya alışmış bir toplumsal kuşak olarak, ülkemizdeki kahramanlıkları da çoğunlukla köylü, öğrenci-genç ya da aydın karakterlerde gördük, okuduk. Evrensel Basım-Yayın tarafından basılan, Şengül Karadağ ve Devrim Büyükacaroğlu’nun titiz çalışmalarıyla hazırlanan “Bir işçi önderi, Memet KILINÇASLAN” isimli kitap edebi bir eser olmamakla birlikte, bir anı ve biyografi kitabı olarak politik işçi kahramanlarımıza ışık tutmanın yolunu açan iddialı bir tarihsel belge olmaya adaydır.  

Kitap, Kılınçaslan’ı tanıyan, birlikte mücadele eden insanların yazı ve röportajlarından oluşmaktadır. Bu nedenledir ki, bu işçi önderini sadece kendi dünyasında yaşamış, mücadele etmiş bir şahsiyet olarak değil, tersine birlikte mücadele ettiği insanların dünyasında yaşamış ve onları da şekillendiren bir karakter olarak okuma şansı buluyoruz.

“Tarihi kahramanlar yaratmaz, tarihsel koşullar kendi kahramanını yaratır.” İşte bu tarihsel işçi önderinin filizlenmesindeki koşullar içinde yaşamış ve birer unsur olarak yer almış bu insanların dilinden Kılınçaslanı dinlemek, kitaba ayrı bir anlam kazandırıyor. Eşi, çocukları, grevci arkadaşları, partili yoldaşları ile bütün bu anlatıcı insanlarla yoğrulmuş olan bu dev adam, toplumsal mücadelenin birçok alanında yaşayan ve yol gösteren bir ışık olmaya devam ediyor. Kitapla birlikte bu ışığı yakalamak, artık mümkün hale geliyor. Levent TÜZEL bunu kitabın önsözünde şöyle anlatmış; “Bu kitabı eşitlik ve özgürlük isteyen, barışın ve kardeşliğin ülkesine kavuşmayı arzulayan, safını mazlumlardan yana belirleyen her işçi, genç, kadın ve aydın okumalı; bu işçi önderini tanımalıdır. Eminim ki bu; Memet Kılınçaslan gibi daha nicelerini bağrından çıkartacak olan işçi hareketinin ve sınıflar mücadelesinin yeni önderlerinin şekillenmesine katkı sağlayacaktır.”      

 

Hayatı işçilerden öğrenmek

Kılınçaslan ülke gündemini çok yakından izler ve il başkanı olarak gelişmelere ilişkin sıklıkla basın açıklamaları yapardı. Halk diliyle ustaca konuşabilen, en entelektüel konuşmacıları bile basit sözcüklerle sarsabilen bir üslubu vardı. Fakat iş yazmaya gelince, bizden yardım isterdi. Bana ne zaman bir görev verse heyecanlanır ve saatlerce bir sayfalık açıklama metni için çalışırdım. Hazırladığım metni ne zaman uzatsam; “oku bakalım” derdi. Nihayetinde, “Eline sağlık, çok güzel olmuş, şimdi sen bunu sakla, sana ilerde lazım olur. Şimdi ben söyleyeyim, sen yaz” der ve metni baştan yazdırırdı. Böylece, her defasında toplumsal gelişmelere sınıfın penceresinden nasıl bakıldığını görür, işçi üslubunun sadelik içeren vuruculuğuna tanık olurdum.

Bir işçiden öğrenmek, hele bir politik işçi önderinden öğrenerek hayata ve mücadeleye atılmak, özellikle gençlerin devrimci enerjisini Marksist bir eksene yaslaması açısından tarifsiz imkânlar sunacaktır. Dünyayı değiştirmek için yola koyulan her genç devrimci için işçilere gitmek, emekçilerden öğrenmek vazgeçilemez bir görev olmaktadır. Bu görevle birlikte işçilerden ve işçi önderlerinden öğrenmek için okumak da gerekiyor. Kılınçaslan kitabında hem güldürecek, hem düşündürecek örnekler çarpıcı bir çeşitliliğe sahip. Bugün bir doktor olan kızı Övgü’nün, babasını anlatan yazısı öğretici örnekler içeriyor. Örneğin Kılınçaslan, kızı Övgü’ye sınıfları anlatıyor;

          Dünyada iki sınıf vardır, işçiler ve patronlar.

          Baba doktorlar ne oluyor peki?

          Kime hizmet ediyorlarsa o sınıftan oluyorlar.

 

Patronlar ve fabrikalar

Alboy, Ülker ve Maga Deri…

Bu üç fabrika, Kılınçaslan’ın ayakkabıcılıkla başlayan işçilik hayatının modern üretim ilişkileriyle tanıştığı ve sendikal mücadeleyi örgütlediği yerlerdir.

Cem Boyner, Sabri Ülker, Ali Şen…

Bu üç patron, işçilerin grev ve direnişlerinde en ön safta duran Kılınçaslan’ın rakipleridir. Her üçü de işçi Memet’i iyi tanır, ondan iyi korkar. Rüşvet olarak ev teklif edilir, o sadece “bantımın başına dönmek istiyorum” der. Maga’dan, Alboy’dan, Ülker’den işçilerin tanıklığı ile verilen direnişlerle birlikte Kılınçaslan kitabı, bir dönemin patron ve işçi temsilcilerinin nasıl karşı karşıya geldiklerini de anlatıyor.

 

“Ben işçiyim, işçi partisinde mücadele ediyorum”

Fabrikalarda tek, tek patronlara karşı verilen mücadele artık yeterli değildir. Kılınçaslan, bir işçi önderi olarak politikaya atılmaya karar verir ve arayışlar başlar. Sabri Topçu ile Kuruçeşme toplantılarında karşılaşırlar. Çıktıktan sonra sohbet ederler. Bu toplantılar için “Hikâye anlatıyorlar. İşçi yok, sınıf yok, hiçbir şey yok. Burada kendi kendilerine parti kuruyorlar.” diye değerlendirme yaparlar. Yolları Emek Partisi’nin kuruluş sürecinde kesişir.

Partinin kuruluşunun üzerinden daha 6 ay geçmemiştir. Genel seçimlere bağımsız adaylarla girilir. 1995 seçimleri PTT işçisi Mürüvet Günel’in aday tanıtım toplantısında konuşur;

 “Bugün özgürsünüz, aç kalmakta özgürsünüz. Bugün özgürsünüz sokakta kalmaya özgürsünüz. Özgürsününüz çalışmakta, baskı altında çalışmakta özgürsünüz. Ama derseniz ki ‘ben niye açım’, suç işliyorsunuz; ‘niye insanlar sokakta’ diyorsanız suç işliyorsunuz… Bir tek amaçları var; sermaye sınıfının çıkarlarını savunmak. Onların karlarına kar katmak…”

Kılınçaslan, dün fabrika direnişinde yüklendiği Cem Boyner’e bu kez yine bu toplantıda, siyasal zeminde yüklenecektir;

“…Mevcut partiler yıprandı, işçiler başka örgütlenme kurmasınlar diye Cem Boyner’i çıkardılar. Cem Boyner fabrika sahibidir. En son işçi kıyımı da onun fabrikasında oldu. Grev yapan 200 insanı sokağa attı. Aç bıraktı. Sendikaya tahammül edemedi. Ama bugün diyor ki; ben toplumun partisiyim. … Kürtlerin de hakkını ben savunacağım diyor. Ey Cem Boyner! Sen patronsun, patron partisi kurmuşsun, ben de işçiyim, işçi partisinde mücadele veriyorum…”

Kitapta ayrıca Kılınçaslan’ın çeşitli miting, kongre ve toplantılarda yapmış olduğu bazı konuşmalar için de bir bölüm yer alıyor. Bu konuşmaların her biri, işçi hareketi, devrimci işçi partisinin örgütlenme sorunları, politik gelişmelerle ilgili döneme ilişkin fikir oluşturma imkânı da sunuyor.

 

“En büyük miras örgütlerimizdir”

Güney illeri gezisi sırasında bir disiplin vakası için Kılınçaslan’a başvuruldu. Zira bir kamu emekçisi partili örgütle uyumsuzluk içindeydi ve huysuzlukları ile iç yaşamı bozuyordu. Her şeye karşın onu kaybetmek istemiyorduk ve son kez olsun Kılnçaslan’ın görüşmesinin etkili olabileceğini düşünüyorduk. Memet Başkan, bu şahsı bir süre dinledikten sonra; “sen partiden ayrılmaya kararını vermişsin, yapacak bir şey yok, gidebilirsin” dedi. Bu yanıtı beklemediği anlaşılan disiplinlik şahıs, hayretler içinde bir üslupla “beni atmak bu kadar kolay mı, benim bu partide 16 yıllık emeğim var, emeğim ne olacak?” biçiminde bir soru sordu. Kılınçaslan yine o bildik üslubu ve kıvrak zekâsı ile lafı kondurdu; “Git o zaman, hadi git partinin muhasebesine, söyle sana hesaplasınlar, ne kadar tutuyorsa versinler!”

Parti ve emek, Kılınçaslan için büyük derinliği olan kavramlardı. Bu derinliği anlamak için, yine kitapta yer verilen konuşmasının şu bölümüne bakmak yerinde olsa gerektir;

“Dün ufkum sadece fabrikada iken, giderek ufkum o sendikal camiayken ve giderek ufkum İstanbul iken ve yan fabrikayla da anlaşamazken, bugün ufkum Türkiye çapında, Dünya çapında açıktır… Ben bu partide dayanışmayı öğrendim, kolektif yaşamayı öğrendim. Ben bu partide mirasımın örgütüm olduğunu öğrendim… Şimdi dönüp geriye baktığımızda en büyük mirasımız kurduğumuz örgütlerdir, güvencemiz odur, yani şu partidir. Bu benimle başlayıp benimle bitmez. Bazı solcular vardır kendiyle başlamış, kendi özü bittiği için, “sınıf hareketi öldü, bitti, daha olmaz.” Olur, senle başlayıp senle bitmiyor ki, bu memlekette işsizlik, yoksulluk varken, bu memlekette hala kapitalistler iktidarken, sınıf mücadelesi devam eder.”

Kılınçaslan Kitabı’nı bitirdiğinizde inancınız güç kazanıyor; geride bıraktığı örgütler çoğalacak ve parti bayrağı daha da yükselecek. Çünkü sınıf mücadelesi bunu gerekli ve zorunlu kılıyor.

Bu en güzel mirasın kapağın açma fırsatını veren, kitapta emeği geçen herkesin eline sağlık.

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑