Demokratik Eğitim: Birleşik Bir Mücadele Alanı

GİRİŞ

 

İnsan ve eğitim, kopmaz bağlarla birbirlerine bağlı kavramlardır. Çünkü eğitim, insanın tarihiyle başlar. Eğitimin ilkel dönemi, sözel ve davranış ilişkilerinin yaşam içindeki örgütsüz halidir. Sınıflı toplumların başlangıcı ile eğitim, bir üstyapı kurumu olarak şekillenmiş ve devlet örgütlenmesinin en temel organlarından birisi olmuştur. Eğitimin tarih boyunca devlet örgütlenmesi altındaki temel işlevi, egemen sınıfın iktisadi egemenliğini ve devlet yönetimindeki devamlılığını güçlendirmek olmuştur. Eğitim, okul içi ve okul dışı faaliyetlerini egemen sınıfın ihtiyaçlarına göre planlar, uygular ve kurumsallaşmasını bu ihtiyaca bağlı olarak tamamlar. Şekillenmesi ise, sosyo-ekonomik yapıya göredir.

Sanayi Devrimi öncesinde seçkin azınlığın kullandığı bir “lüks” olan eğitim, devrim sonrasında, üretimin ihtiyaçları çerçevesinde kitleselleşmiştir. Kitleselleşen eğitimin bir hak olarak kabul edilmesi Fransız Devrimi’nin ertesinde, bu hakkın fiilen yaşam bulması ise Ekim Devrimi’nin yarattığı koşullarda gerçekleşmiştir.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren, bilimsel sıçramalar ile birlikte eğitim, tarih boyunca hiç olmadığı kadar önemli bir konuma yükselmiştir. Günümüzde de eğitimin bu önemi artarak devam etmektedir.

 

DEMOKRASİ VE EĞİTİM

Demokrasi, başta tanımlayanın sınıfsal konumu ve siyasi anlayışı olmak üzere, zamana, mekâna ve koşullara göre farklı biçimlerde algılanan bir kavramdır[1]. Bu, aynı zamanda, demokrasinin, hem kendisine çok fazla işlev yüklenen ve çeşitli biçimlerde yüceltilen hem de en fazla çekiştirilen kavramlardan olduğu anlamındadır.

Oysa tüm kavram ve ifadelendirdiği olgu ya da şeyler gibi, demokrasi de, tarihseldir ve belirli bir sınıf içeriğine sahiptir. Tarih, sınıflar ve devletin ilk oluşma dönemlerinde, henüz ilkel komünal toplum tamamıyla çözülmemişken askeri demokrasiye ve ardından, köleci eski Yunan ve Roma’da köle sahiplerinin demokrasisine tanıklık etmiş, sonra feodal toplumun aristokratik demokrasisi de görünmüştür. Komünal toplumun tüm üyelerini kapsayan demokrasisi bir yana bırakılırsa, diğerleri, köle sahipleri ve feodal egemenler için demokrasi olmuş ve kölelerle serfler için zorbalıktan başka bir anlam taşımamıştır.

Demokrasi üzerine çok konuşulmasıysa kapitalizmle birlikte olmuştur. Kapitalizmin doğup gelişmesiyle birlikte feodal ayrıcalıklar ve zorbalığa karşı oluşan tepki, bir yandan rasyonalizmin yükselişiyle Aydınlanmaya, diğer yanıyla ise eşitlikçi, demokratik, özgürlükçü fikirlerin yayılmasına zemin oluşturmuştur. Demokrasi, kuşkusuz burjuva demokrasisi olarak, bu zeminde şekillenmiş ve kapitalizmin gelişmesi için en elverişli koşulları sunmuştur. Eşitlik eşit değerler değişimi, özgürlük de ticaret özgürlüğü içeriğine sahip olmasına, bu nedenle güdüklüğüne ve sömürülen yığınları dışlamasına rağmen, feodal zorbalık karşısında modern demokrasi, tarihsel bakımdan ilerici, devrimci bir rol oynamıştır. Burjuvazinin kendi çıkarlarını bütün halkın çıkarları olarak ileri sürmesi ve kendi sınıf egemenliğini, demokrasiyi tanımlarken kullandığı “halkın egemenliği” olarak göstermesi, sorunun bir yanıdır ve demokrasinin sosyal temelleri ve gerçekleşme olanaklarını kapsayarak derinleştirilmesi ihtiyacına işaret eder. Ancak bu durum, toprağa ve kişiye bağımlılık ilişkileri ve imtiyazlarıyla birlikte feodal zorbalık karşıtlığının salt siyasal (biçimsel) içerik taşısa da eşitlikçilik ve özgürlükçülüğünün, aynı biçimsel içeriğiyle burjuva demokratik hakların ve siyasal demokrasinin tarihsel öneminden kaybettirmez. Hele öncesinde bile feodallerle uzlaşmaya ve gericiliğe eğilim gösteren burjuvazinin tekellerin egemenliği ve emperyalizmle birlikte tamamen gericileşmesi, demokratik hak ve özgürlükleri çiğneme ve demokrasi karşıtlığının asıl gücü haline gelmesi, demokratikleşmesini tamamlamamış emperyalizmin baskısı altındaki ülkeler bakımından özellikle geçerli olmak üzere, burjuva içerikli demokratik hakların ve siyasal demokrasinin değerinden kaybetmek bir yana, bugün hala anahtar rolü oynamak üzere önemini korumasının temel nedeni ve dayanağı durumundadır. Buradan, burjuva içeriğine karşın, demokratik hak ve özgürlükleriyle siyasal demokrasinin savunulmasının artık emekçi halka düştüğü sonucu çıkar. Demokratikleşme sürecini tamamlamamış ülkeler bakımından halkın demokrasi mücadelesi, artık Ortaçağ karanlığını da hizmetine koşan tekelci, yasakçı burjuva gericiliği karşısında burjuva demokratik hak ve özgürlüklerin savunulması mücadelesidir, bütün toplumsal mücadele alanlarını kucaklamaktadır ve toplumsal ilerlemenin zorunlu acil ihtiyacı durumundadır.

Bu, eğitim alanını da kapsamaktadır. Eğitimde demokrasi, günümüzün temel eğitim, bilim ve siyaset sorunları arasında yerini almıştır.

Eğitimde demokrasi iki şekilde ele alınmaktadır. Birincisi, eğitimin amaçlarıyla ve içeriğiyle ilgili olarak “demokratik eğitim”, ikincisi de eğitimin işleyişi açısından ele alınabilen “eğitimde (okulda) demokrasi”dir. Eğitimde demokrasi, demokratik eğitimin hem sonucu hem de ön koşullarından birisidir.

Eğitim, en basit tanımıyla bireyde davranış değiştirme sürecidir. Bireyde davranış değişikliğinin dayanacağı temeller ya da referans noktaları, bireyin içinde yaşadığı toplumun ekonomik, sosyal ve kültürel yapısıdır. Çünkü eğitim, davranış değiştirme süreci sonucunda bireyi toplumun uyumlu bir üyesi haline getirmeyi hedeflemektedir. Böylece, bir yandan birey toplumun değerlerini benimsemek suretiyle toplumda kendine bir yer edinebilmekte, öbür yandan da yetişen her bireyin topluma uyumu sonucunda mevcut toplumsal ilişkilerin devamı garanti altına alınabilmektedir. Bu bağlamda ele alındığında, eğitim, toplumdaki hâkim anlayışa göre şekillenmekte ve işlemektedir.

Bir toplumdaki eğitimin demokratik olup olmaması da o toplumun demokratik bir yönetim altında olup olmamasıyla doğrudan ilgilidir. Her ne kadar demokrasi “halkın egemenliği temeline dayalı bir yönetim biçimi” olarak tanımlansa da, halk egemenliğinin fiilen yaşam bulduğuna ilişkin kabuller açısından, sermaye ve emek kesimlerinin uzlaşması olanaklı değildir. Ve bu nedenle, demokrasiden söz edildiğinde, asgari olarak hukuk karşısında eşitlik ve burjuva içerikli düşünce, ifade, örgütlenme vb. siyasal özgürlükleri belirten demokratik haklar ve geçerlilikleri anlaşılmak gerektir.

Bu koşullar altında demokratik eğitimi, günümüzde Türkiye halklarının ihtiyaç ve talepleri üzerinden tanımlamak, özellikle sermaye kesiminin, emekçilerin kafasını bulandıran yıkıcı propagandalarından korunmak açısından zorunludur.

 

DEMOKRATİK EĞİTİMİN NİTELİKLERİ

Demokratik eğitim, öncelikle demokratik bir toplum yapısının varlığına bağlıdır. Ancak bu koşulun gerçekleşmediği durumlarda da demokratik eğitim, sınıflar arası mücadelenin sürdürüldüğü alanlardan birisi olmaktadır. Bu mücadelenin boyutları ise, “demokratik eğitim nedir? Ya da nasıl olmalıdır?” sorusuna verilecek yanıta göre şekillenmelidir.

Eğitime yön veren temel belge, eğitim programıdır (müfredat). Program, bir eğitim etkinliği sonucunda eğitilenlerde nasıl bir değişim yapılacağını ortaya koyan bir tür plandır. Programda, eğitimin amaçları, bu amaçları gerçekleştirecek içerik, içeriğin hangi araçlarla (ders kitabı vb.) sunulacağı ve içeriğin sunulma yöntemi yer almaktadır. Öncelikle eğitim programının amaçları, demokratiklik konusunda önemli ipuçları vermektedir. Demokratik bir eğitim programının amaçları; insan hak ve özgürlüklerine saygılı, laik, bilimsel, düşünce ve ifade özgürlüğüne dayalı, barışçıl, eşitlikçi, evrensel, ulusal ve toplumsal sorunlara duyarlı, emekten yana, kadın haklarına ve çevre sorunlarına duyarlı, değişime açık ve yerel ihtiyaçlara göre esneyebilen bir nitelikte olmalıdır.

Amaçların demokratik bir nitelikte olması tek başına yeterli değildir. Programın amaçlarına ulaşılabilmesi için, seçilen derslere ilişkin kitaplar ve diğer yardımcı ders araç gereçleri de önemlidir. Ders kitapları, fiziksel olarak (kâğıt kalitesi, resimler, yazı karakteri vb.) sahip olması gereken özelliklerden önce, içerik olarak programın amaçlarında sayılan nitelikleri karşılayabilmelidir.

Program açısından belki de en fazla göz ardı edilen nokta, yöntemdir. Programın amaçlarına ulaşılmasında izlenecek yöntemin demokratik olmasının ön koşullarından bir tanesi, eğitim bilimlerinin ortaya koyduğu bilimsel gerçeklere uygun olmasıdır. Burada esas alınması gereken temel nokta, başarıdır. Başarı, hangi sosyal çevreden gelirse gelsin, tüm öğrenciler açısından, programın amaçlarına ulaşılması anlamına gelmektedir. Bir diğer deyişle, öğrenmenin gerçekleşmesidir. Eğitim bilimlerinin yöntem üzerine yaptığı çalışmalar göstermektedir ki, bir çocuğun kendi dilinde (ana dilinde) eğitim alması, başarılı olma olasılığını oldukça yükseltmektedir. Günümüzde politik bir sorun olarak tartışılan anadilde eğitim, gerçekte bir yöntem sorunudur ve demokratik eğitimin olmazsa olmazlarındandır[2]. Yönteme ilişkin diğer değişkenler ise, eğitim sürecinin planlı olması, öğrenciyi ve ihtiyaçlarını merkeze alması, her türlü şiddet ve ceza uygulamalarından arındırılmış olması şeklinde sıralanabilir.

Özetlenecek olursa, demokratik eğitim; demokratik amaçlara ulaşmak için seçilmiş içeriğin, bu amaçlara uyumlu ders araç gereçlerini kullanarak, amaçlara götüren bir yöntemin varlığı sonucunda oluşmaktadır. Ancak böylesine bir sonucun gerçekleşmesi, öncelikle, “eğitimde demokrasi”nin işletilmesi ile olanaklıdır.

Daha önce de söylendiği gibi, eğitimde demokrasi, demokratik eğitimin hem sonucu, hem de ön koşuludur. Sonucudur, çünkü eğitimde demokrasi olabilmesi için, eğitimin, yukarıda açıklanmaya çalışıldığı şekilde, demokratik bir program çerçevesine oturtulması gerekmektedir. Öte yandan eğitimde demokrasi, demokratik bir programın işlemesini sağlaması açısından, demokratik eğitimin ön koşuludur.

Eğitimde demokrasi, eğitim sisteminin işleyişi ile ilgili boyutları kapsamaktadır. Öğrencilerin okula kayıtlarından mezuniyetlerine kadar geçen süreçte karşılaştıkları her türlü uygulama, eğitim programının hazırlanmasından uygulama sonuçlarının değerlendirilmesine kadar geçen süreçler, yetiştirme ve istihdam süreçlerinde eğitim ve bilim emekçilerinin karşılaştıkları uygulamalar ve daha birçok yönetim süreci, eğitimde demokrasinin işletilebileceği alanlardır. Bu çerçevede eğitimde demokrasinin kapsamı ya da hangi durumlarda eğitimde demokrasiden bahsedilebileceğine ilişkin açıklamalar, bu yazının sınırlarını aşacak bir ayrıntı ve genişliğe sahiptir.

Ancak yine de eğitimde demokrasinin işletilebilmesi açısından gerekli olan birkaç temel nokta olduğu söylenebilir:

Öncelikle eğitim hizmeti herkese açık olmalıdır. Hiç kimse ekonomik, toplumsal, kültürel, siyasi ya da başka bir nedenle eğitim hizmetinden mahrum kalmamalıdır. Bunun için, ülkedeki yasalar herkesin eğitim almasını güvence altına alacak şekilde düzenlenmeli ve devlet, dezavantajlı (yoksul, sokakta yaşayan, engelli, kırsal kesimde yaşayan, gecekonduda yaşayan, kız vb.) çocuklara olumlu ayrımcı uygulamalarla destek olmalıdır. Elbetteki herkes için eğitim olanaklarının oluşturulması, halkın bu konudaki talebini yüksek sesle dile getirmesine ve devletin gerekli olan kaynakları sağlama konusunda zorlanmasına bağlıdır.

İkincisi, eğitim bir kamu görevi olarak, devlet tarafından sunulmalı ve gerekli olan finansman kaynakları devlet bütçesinden karşılanmalıdır. Bir diğer deyişle, eğitim, herkes için parasız olmalıdır. Eğitimin parasız olması, bir yandan okulların öğrenciden kayıt veya başka adlar altında ücret almamasını, öbür yandan bir öğrencinin beslenme ve sağlık giderlerini de kapsayacak şekilde eğitime devam edebilmesi için gerekli giderlerin karşılanmasını, bir diğer yandan da özel sektör tarafından eğitim kurumu işletilmesinin engellenmesini içermektedir. Yani eğitimde demokrasiden bahsedilebilmesi için, eğitimin kamu tarafından finanse edilmesi ve özel sektörün bu alana “girişmesinin” engellenmesi gerekmektedir.

Eğitimde demokrasinin işleyebilmesinin koşullarından birisi de, yönetim süreçlerine ilişkin uygulamalardır. Eğitimde demokrasi, eğitim ile doğrudan ilgili tarafların (öğrenciler, eğitim ve bilim emekçileri, veliler ve onları temsil eden örgütler) yönetime katılabilmelerine, yönetimi denetleyebilmelerini, yöneticileri seçebilmelerine ve gerektiğinde değiştirebilmelerine olanak tanınmasını gereksinir. Başka türlü demokrasi laf düzeyinde kalacak ve ancak dayatmalardan söz edilebilecektir.

 

DEMOKRATİK EĞİTİM ÖNÜNDEKİ ENGELLERİN TEMELİ

Eğitimde demokrasinin koşullarına ilişkin olarak sıralanan bu üç nokta (herkese eğitim, parasız eğitim, yönetime katılma), tersinden bakıldığında, günümüzde demokratik eğitim ya da eğitimde demokrasinin önündeki en önemli engeller olarak görünmektedir. Türkiye’de yüz binlerce çocuk ve genç, en temel haklarından biri olan zorunlu eğitime dahi devam edememektedir. Çeşitli adlar altında devlet okullarında ailelerden yüklü miktarlarda ödeme yapmaları istenmekte, artan devlet teşvikleriyle birlikte her gün yeni bir özel okul ortaya çıkmaktadır. Merkezden en ücra birime kadar yönetim kademeleri, anti demokratik uygulamalarla ön plana çıkmakta ve iktidarın kadrolaşma açgözlülüğü içinde, kamu görevleri, yetersiz ellere teslim edilmektedir.

Gerçekte bu sorunlar, yalnızca Türkiye’ye özgü değildir. Kapitalizmin piyasa ilişkileri içinde, emperyalizmin sömürüsü altında ezilen tüm azgelişmiş ve geri kalmış ülkeler bu sorunlarla karşı karşıyadırlar. Çünkü IMF, DB, DTÖ, BM gibi uluslararası örgütler tarafından dünyaya dayatılan yeni liberal ekonomi politikaları; özelleştirme, yerelleşme, yönetişim, TKY vb. uygulamalarla eğitimin demokratikleşmesi önünde tüm dünyada engeller oluşturmaktadırlar.

İnsanın temel gereksinimlerini karşılamaktan uzak, insan emeği üzerinden verimliliği artırmasına rağmen üretkenlik ve yaratıcılığı kapitalizmin hizmetine sunan bugünün eğitim sisteminde insan kişiliği;

– sisteme hizmet

– çıkar kaygısı güden bireycilik

– yabancılaşma

–          “değişim”e uyum eksenine oturtulmaktadır.

Bir diğer deyişle, eğitimde ayrıcalıklı-eşitsiz yapılanma, sınıflı toplumlar açısından kaçınılmaz bir durumdur. Günümüz kapitalist-emperyalist sistemde idealist felsefi düşünceden beslenen eğitim, eşitsizliği alabildiğine sistemleştirmiş ve bürokratik merkeziyetçi bir yapıya ulaşmıştır. Kapitalist emperyalist sistemde eğitim ayrıcalıklıdır; işçilere, emekçilere, dünya halklarının ihtiyaçlarına, halkların daha mutlu bir yaşam kurmalarına yönelik gelişmelere kapalıdır. Azami kâr yasasına hizmet etmeyen hiçbir eğitim değişikliğine olanak tanımaz. Ancak bu durum, mücadele edilerek bir kısım hak ve özgürlüklerin kazanılması ve kullanılmasının, eğitimde de sağlanamayacağı anlamına gelmez. Ve demokratik eğitim, bu nedenle, -bileşenleri, öğrenciler, eğitimciler ve veliler, yani bütün halk olan- demokrasi mücadelesinin belli başlı taleplerinden biri durumundadır.

 

DEMOKRATİK EĞİTİM TALEBİ BİRLEŞİK BİR MÜCADELE OLANAĞI YARATMAKTADIR

Demokratik eğitim taleplerinin bir hak olarak elde edilmesi, eğitimin doğrudan ilgili tarafları ile eğitim hizmetini sağlamakla görevli olan devlet arasındaki ilişki (işbirliği ya da mücadele) sonucunda şekillenecektir ki, sözü edilen ilişkinin bugünkü somut şekillenişi, ciddi bir mücadeleye işaret etmektedir.

Demokratik eğitimi tanımlayan mükemmel bir nitelik seti sıralamak tek başına bir şey ifade etmemektedir. Ayrıca bu özellikler, zamanla değişebilen, artan ya da azalan bir nitelik taşımaktadır. Eğitimin doğrudan tarafları ve diğer emekçiler tarafından bugün için talep edilen demokratik eğitim, parasız, bilimsel, laik ve herkesin ana dilinde olmalıdır. Böylesi bir eğitim hizmeti, hak mahrumiyeti yaşayanlar başta olmak üzere, tüm topluma açık olmalıdır. Bunun elde edilmesi ise, bu talep etrafında birleşik bir mücadele ile olanaklıdır.

Öğrenciler, eğitim ve bilim emekçileri ve veliler; iş ve toplumsal yaşamlarında sorunların giderilmesine dönük örgütlülükleriyle, bu birleşik mücadelenin doğrudan tarafı olmalıdırlar. Bir avuç azınlık dışında, toplumun tüm kesimleri bu mücadele ekseninde birleştirilebilir, çünkü demokratik eğitim talebi, nesnel olarak, eğitim süreciyle ilgili tüm halk kesimlerinin ortak talebi durumundadır.

Demokratik eğitim talebi, aynı zamanda emekçi sınıfın geniş kesimlerini birleştirme potansiyeline de sahiptir. Çünkü bugün insanca ve onurlu bir yaşam sürmek isteyen tüm kesimlerin (işçilerin, köylülerin, kadınların, yoksulların, Kürtlerin vb.) acilen demokratik eğitime ihtiyacı vardır.

Bir üst yapı kurumu olarak eğitim, iktidardaki sınıfın egemenliğinin dayanağı üretim ilişkilerinden bağımsız değildir. Ancak bu, burjuvazinin iktidarda olduğu kapitalist-emperyalist dönemde ve kapitalist ülkelerde, işçi ve emekçi sınıfların bu hakka ulaşabilmeleri için sosyalizmin kurulmasını beklemeleri anlamına gelmemelidir. Sosyalist bir iktidarın kurulmasına giden yollardan bir tanesi de, demokratik eğitim için verilecek güçlü ve birleşik bir mücadelenin örgütlenmesi ve kesintisiz olarak sürdürülmesidir.

Demokratik eğitim mücadelesinde yer alması gereken kadroların öncelikle bu mücadelenin kitlelerle buluşmak açısından yarattığı olanakları anlaması ve konuya bu çerçevede gereken önemi vermesi gerekmektedir. Bu kadroların dikkat etmesi gereken bir diğer nokta da, demokratik eğitim mücadelesinin eğitim ve bilim emekçileri, öğrenciler ve veliler yanında, diğer emekçiler tarafından da sahiplenilmesi zorunluluğu kadar, bunun tamamen olanaklı da olduğudur.



* Eğitim Sen Merkez Disiplin Kurulu Üyesi

[1] Demokrasi kavramının tanımlanması ya da bunun da ötesinde, ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal yaşamın her durumunda demokrasinin bir yönetim ya da davranış biçimi olarak uygulanması, tanımlayan ya da uygulama erkini elinde bulunduran sınıfın çıkarları çerçevesinde gerçekleşmektedir. Bu çerçevede “demokrasi” kavramını kullanan herkes, bu kavrama kendi değerlerini yüklemektedir.

[2] Anadilde eğitim sorununun eğitim bilimlerinin bir yöntem sorunu olarak ele alınması, eğitimde anadil kullanımının önemini azaltan değil, aksine artıran bir yaklaşımdır. Türkiye’de, son yirmi yıldır anadilde eğitim konusunun siyasal zeminde tartışılan bir konu olması, eğitim bilimcilerin bu alana ilişkin bilimsel çalışmaları yapma ve yayınlama konusunda ürkek davranmalarına neden olmuştur. Bu konudaki en cesur bilimsel girişimlerden bir tanesi, Eğitim Sen tarafından 1-5 Aralık 2004 tarihinde düzenlenmiş olan Demokratik Eğitim Kurultayı’nda tartışılmış olan rapordur. Daha fazla bilgi için bkz: Eğitim Sen. 4. Demokratik Eğitim Kurultayı ‘Eğitim Hakkı’, Ankara: Mart 2005, s. 171-272.

Halkın Sorunu: Eğitimde Özelleştirme

EĞİTİMİN SINIFSAL NİTELİĞİ

Eğitim, politik ekonomiden ve sınıfsal bağlamından kopuk olarak değerlendirilemeyecek olan ve değerlendirilmemesi gereken bir kavramdır. Günümüzde birçok eğitim bilimci, nesnel olma, politikadan uzak durma ve çok para kazanma kaygıları içinde, eğitimi sınıfsal bağlamından kopuk olarak incelemeye ve açıklamaya çalışmaktadır. Eğitimi, böylesine sınıflar üstü bir yaklaşımla değerlendirme çabaları, aslında politik bir tercihin sonucudur. Bu yöndeki çalışmalar, çoğunlukla burjuva ideolojisinin çizdiği sınırlar içine hapsolmakta ve ister istemez bu ideolojinin propagandasını yapmaktadır.

Oysa ki eğitim, sınıflı toplumlarda egemen sınıfın ideolojisinin yaygınlaştırılmasının ve yeniden üretilmesinin temel araçlarından birisi olarak kullanılagelen bir toplumsal olgudur. Bu çerçevede eğitim konusu ele alındığında, onu salt “davranış değiştirme süreci”, “insani gelişimi ve toplumsal ilerlemeyi sağlayan bir araç” olarak ele almak yeterli değildir. Bunun da ötesinde, eğitimin, iktidardaki sınıfın toplumu ideolojik olarak dönüştürmesi ve kendisine bağlamasının etkin bir aracı olduğu gerçeği, bilimsel analizlere dahil edilmelidir. Bu dönüştürme sonucunda, eğitim, insanın kendisini tüm yönleriyle geliştirmesini sağlayarak onu mutlu edebileceği gibi, geçen yüzyılın en büyük yıkımına yol açan bilimsel bir icadın (atomun parçalanması), burjuvazinin eline geçtikten sonra yolaçtığı sonuçlar gibi, bireysel ve toplumsal bir yok oluşa da götürebilir.

Eğitimin, atom bombasına benzetilmesi abartılı bulunabilir. Ancak insanlık tarihinin geçirdiği aşamalar, günümüzdeki durum ve –aynı yöndeki gidiş bugünden durdurulmadığına göre– yakın geleceğin alması olası yapısı ve bu oluşumda eğitimin yaptığı etki, bu “abartılı” ele alışın yanlış olmadığını göstermektedir. Günümüzde Ortadoğu’nun kan gölüne dönmüş olması, Afrika’daki açlık ve yoksulluğun dalga dalga bütün dünyaya yayılması, sanayileşmiş ülkelerde dahi işsizlik sorununun çığ gibi büyümesi, tedavi edilebilir hastalıklar yüzünden bile her gün binlerce insanın yaşamını kaybetmesi, geri kalmış ülkeler başta olmak üzere, bütün dünyada çocukların ticari ve cinsel sömürü metası olarak kullanılması, organ ticareti, küresel ısınma, hava ve çevre kirliliği ve daha onlarca yıkıcı sorun, açık ki, kapitalist emperyalizmin ürünüdür. Bütün yıkıcılığına rağmen, kapitalist emperyalizmin ve ideolojik biçimlerinin geçmişte ve günümüzde, tekellerin yağma ve boyunduruğu altında ezilen sınıflar ve ulusların büyük bir kısmı tarafından da trajik bir biçimde benimseniyor ve savunuluyor olmasında, burjuvazinin etkili strateji ve propagandaları yanında, tekellerin hizmetine sokulmuş eğitimin de “yıkıcı” etkilerinin olmadığını söylemek olanaklı değildir.

Ancak, burjuvazinin elinde atom bombasına da dönüştürülse, bilimsel bir icadın, insanlık tarihinin devrimci ilerlemesi açısından önemi reddedilemeyeceği gibi; eğitim de, halkların devrimci ve demokratik davranışlar geliştirmesinin araçlarından biri olarak ele alınmak durumundadır. Her ne kadar işçi sınıfının devrimci mücadelesi, eğitimli/diplomalı olmayı gerektirmese bile, mücadele içinde edinilen deneyim de bir tür eğitimdir. İşçi sınıfı ve ezilen ulusların sömürü düzenini değiştirmek için gereksinim duydukları teorik birikimin oluşmasında, bu tür bir eğitimin de rolü vardır. Ve kuşkusuz sömürülenler, bu pratik eğitimin yanında, düşünsel gelişimlerini ve aydınlanmalarını sağlayacak bir eğitime de ihtiyaç duyacaklardır.

Bu bağlamda eğitim, sermaye ve emek açısından aynı anlama gelmemektedir. Ancak, sınıflı toplumlarda, hangisinin iktidarda olduğundan bağımsız olarak, eğitim; iktidarın elde edilmesinin, korunmasının ve yeniden üretilmesinin en önemli araçlarından birisidir. Ama bu iki karşıt gücün (sermaye ve emeğin) eğitimin içeriğine yaklaşımlarında büyük farklar bulunmaktadır. Tekellerin egemen olduğu kapitalist ülkelerde, eğitimin insan hak ve özgürlüklerini geliştirici bir öz taşıması beklenemez. Böyle ülkelerde eğitim, bir “sınıf atlama” aracı olarak halka pazarlanır. Ancak sonuçta, seçen ve eleyen bir süreç işler ve herkes, kendisine sınıfsal niteliğine göre önceden biçilmiş olan toplumsal rolüne uygun konumlara yerleştirilir. Oysa hak ve özgürlüklerin savunulması ve sahiplenilmesi üzerine kurulu, gerçekten demokratik ve bilimsel, sömürüsüz ve sınıfsız bir toplum oluşturma çabalarına katkı sunacak bir eğitim, çoğunluğun egemenliğini ve sosyalizmin varlık koşullarını varsayan bir eğitimdir. Bu gerçek, kapitalist ülkelerde, eğitim hakkı için mücadele edilmemesine kuşkusuz götürmez. İşçi sınıfının 200 yıllık mücadelesi sayesinde, eğitim, kendi ihtiyaçlarının dayatmasının yanında (fabrika işçisinin makinaları kullanabilmek için belirli bir eğitimden geçmiş olması zorunludur), burjuvazi tarafından da bir hak olarak kabul edilmiştir. Bu hakkın ilerletilmesi de, yine başlıca burjuvaziye karşı verilecek mücadeleye bağlıdır.

 

BİR HAK OLARAK EĞİTİM

Başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi olmak üzere, birçok uluslararası belgede, ülkelerin anayasalarında ve eğitim yasalarında, eğitimin bir insan hakkı olduğu vurgusuna rastlanmaktadır[1]. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 26’ncı maddesi eğitim hakkını düzenlemektedir[2]:

1. Herkes, eğitim hakkına sahiptir. Eğitim, en azından ilk ve temel eğitim aşamasında parasızdır. İlköğretim zorunludur. Teknik ve mesleksel eğitim herkese açıktır. Yüksek öğrenim, yeteneğe göre, herkese eşit olarak sağlanır.

2. Eğitim, insan kişiliğini tam geliştirmeye ve insan haklarına ve temel özgürlüklere saygıyı güçlendirmeye yöneliktir. Eğitim, tüm uluslar, ırklar ve dinsel gruplar arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu özendirir ve Birleşmiş Milletlerin, barışın korunması yolundaki etkinliklerini daha da geliştirir.

3. Ana babalar, çocuklarına verilecek eğitimi seçmede öncelikle hak sahibidir.*

Eğitim hakkına vurgu yapan diğer bir uluslararası belge, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’dir[3]. Sözleşmenin 13 ve 14’üncü maddeleri eğitim hakkı ile ilgilidir. On dördüncü madde, zorunlu ve parasız ilköğretimin aşamalı olarak yaygınlaştırılmasını, taraf devletçe sözleşmenin kabulünden itibaren iki yıl içinde planlama yükümlülüğü getirmektedir. On üçüncü maddenin ilk üç fıkrasında; herkesin eğitim hakkına sahip olduğu vurgulanmakta, bu hakkın yaşama geçirilebilmesi için devletler tarafından alınması gereken önlemler (ilköğretimin zorunlu ve parasız olması, ortaöğretimin herkes için açık ve ulaşılabilir olması vb.) sıralanmakta ve ebeveynlerin çocukları için özel okulları seçme özgürlüğü ve çocuklarına kendi inançlarına uygun dinsel ve ahlaki eğitim verme serbestlikleri yer almaktadır. Dördüncü fıkra ise, hak kavramı ile çelişen bir biçimde eğitimde özel girişimin serbestliğini düzenlemektedir: “Bu maddenin hiç bir hükmü, bireylerin ve kuruluşların eğitim kurumları kurma ve yönetme özgürlüklerini kısıtlayacak şekilde yorumlanamaz; bu özgürlüğün kullanılması, daima, bu maddenin 1. fıkrasında ortaya konmuş olan ilkelere uyulmasına ve böyle kurumlarda verilen eğitimin Devlet tarafından belirlenebilecek asgari standartlara uygun olması gereğine bağlıdır.” İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi de, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi de, eğitimi bir hak olarak tanımlamıştır. Ancak, ikincisinde daha belirgin olmakla birlikte, her ikisinde de, eğitimin paralı olması ile eğitim hakkı bir arada ele alınmaktadır. Oysa ki, pazar ekonomisinin geçerli olduğu toplumlarda, yani bir hakkın ticari meta yapıldığı bir durumda, o hakkın tam olarak kullanılabilirliğinden söz etmek olanaklı değildir.

Eğitimin temel bir insan hakkı olması, kamusal sorumluluğu, yani devletin herhangi bir ayrım gözetmeden, herkese, nitelikli eğitimi parasız olarak sunmasını gerektirmektedir. Eğitimin kamusal bir sorumluluk değil, parayla alınabilen bir mal olması ise, onun bir hak değil, kişilerin maddi olanaklarına göre yararlanabildikleri bir ayrıcalık durumuna dönüşmesine yol açmaktadır[4]. Eğitimin hak olarak görülmesi devlete bir sorumluk yüklerken, bir hak değil de “gereksinim” olarak algılanması, bu sorumluluğun ailelere ve bireylere devredilmesi anlamına gelir. Gereksinim-hak söylemleri bilinçli tercihlerdir. “Gereksinim” söyleminin tercihi, eğitimin özelleştirilmesini, hak söylemi ise, eğitimin kamu tarafından finanse edilmesini gerektirmektedir[5].

Eğitimin bir hak olduğundan bahseden uluslararası belgeler, eğitimin özelleştirilmesini yasaklamadığı gibi, yasaklanmasını da engelleyici hükümler içermektedir. Eğitimin bir hak olduğunu söyleyen bu belgelerdeki özelleştirmeyi ve paralı eğitimi savunan anlayış, nasıl açıklanacaktır? Aslında dikkatli incelendiğinde, gerek Birleşmiş Milletler, gerekse Avrupa Birliği tarafından kabul edilen bu tür metinlerde, eğitim hakkı, zorunlu ilköğretim düzeyi ile sınırlı tutulmakta, ortaöğretim ve yükseköğretim düzeylerinde eğitim, tam anlamıyla bir hak olarak tanımlanmamaktadır. Çünkü eğitim hakkının olmazsa olmaz koşullarından birisi olan “parasız eğitim”, bu düzeylerde zorunlu tutulmamaktadır. Uluslararası örgütlerin bu çelişkili tutumları, elbette ki, onların burjuva, emperyalist nitelikleriyle uyumludur ve yön verici kapitalist emperyalist devletlerin baskın konumlarıyla ilgilidir. Bu konum, sosyalist devletlerin kapitalizme geri dönüşleriyle birlikte daha belirgin bir hal almıştır. Bilindiği gibi, genelde ekonomide, özel olarak da eğitimde özelleştirme uygulamaları, Sovyetler Birliği’nin çözülme sürecinin yaşandığı 80’li yıllardan itibaren hızlanmıştır.

 

ÖZELLEŞTİRME

Özelleştirme, devlet tarafından yürütülen mal ve hizmet üretimi etkinliklerinin, çeşitli yollarla, “özel teşebbüs”e (sermaye sahiplerine) devredilmesi olarak tanımlanabilir. Bu devir işlemi, yalnızca mülkiyet devri ya da satış şeklinde değildir. Dünyada özelleştirmenin başlangıcından bu yana, özelleştirme yanlısı iktisatçılar, hükümet ve devlet yöneticileri tarafından, karşılarına çıkan muhalefetin gücünü zayıflatabilmek için, çok çeşitli özelleştirme yolları bulunmuştur. Özelleştirme yazınında, genellikle dört tür özelleştirme uygulamasından bahsedilmektedir[6]:

1. Devlet mülkiyetindeki işletmelerin özel sektöre satılması. Özelleştirme yanlısı iktisatçılar, satış yoluyla özelleştirmenin, devlete çok kısa sürede önemli tutarlarda gelir sağladığını ileri sürmektedirler. Ancak yakın zamanda TÜPRAŞ’ın satışında da görüldüğü gibi, özelleştirme, devlete gelir sağlamak şöyle dursun, devletin gelecekte elde edebileceği yüksek gelirlerden vazgeçmesi şeklinde sonuçlanmaktadır[7].

2. Mal ve hizmet üretimindeki devlet tekelinin kaldırılması. Bu tür özelleştirmede devlet, yaptığı yasal ve kurumsal düzenlemeler yoluyla, sermayenin, tekel durumundaki sektöre girişine izin vermektedir. Türkiye’de PTT’nin özelleştirilmesine, 1991 yılında bu tür yasal ve kurumsal düzenlemelerle başlanmıştır[8]. Özelleştirme taraftarları, mal ve hizmet üretiminde devlet tekelinin kaldırılmasının, rekabete ve seçmeye olanak tanıyarak, tüketicinin lehine olacağını iddia etmektedirler. Ancak sonuç hiç de böyle değildir. Özellikle cep telefonu faturalarının yüksekliği, özelleştirmenin tüketicilerin değil, işletme sahiplerinin çıkarına sonuçlandığını göstermektedir.

3. Mal ve hizmet üretiminin özel kesime ihale edilmesi (hizmet satın alınması). Finansmanı devlet tarafından karşılanmak koşuluyla, çeşitli mal ve hizmetlerin üretiminin özel kesime yaptırılmasıdır. Örneğin, otoyolların, okul, hastane vb. hizmet binalarının yaptırılması gibi inşaat işleri, çöp toplama, personel taşımacılığı vb.,bir çok hizmet, bu şekilde özel kesime gördürülmektedir. İhaleye katılan şirketler arasında oluşacak rekabet sonucunda işin daha ucuza yaptırılacağını, böylece bütçede tasarruf sağlanacağını iddia eden burjuva iktisatçıları; gerçekte tam rekabetin sağlanmadığını (sağlansa bile özellikle kamu hizmetlerinin bu yolla hak olmaktan çıkarıldığını), işlerin istenilen nitelikte yapılmadığını, ihalelerde büyük çaplı yolsuzlukların yaşandığını ve özellikle hizmet işkolunda görüldüğü gibi işçilerin çok düşük ücretlere çalıştırılarak, sermaye tarafından haksız kazançlar elde edildiğini gizlemektedirler. İşlerin ihale yoluyla özel kesime yaptırılması, kaynak tasarrufunu değil, olsa olsa kaynakların sermayeye aktarımını sağlamaktadır.

4. Kupon sistemi. Kupon sisteminde, devlet, mal ve hizmetlerden yararlanacak olan tüketicilere, ihtiyaçlarını karşılamaları için ödeme yapmaktadır. Örneğin, özel eğitime muhtaç çocuğu olan bir aile, çocuğunu devlete ait olmayan bir özel eğitim ve rehabilitasyon kurumuna götürdüğünde, devlet, aile adına kuruma ödeme yapmaktadır. Benzer bir şekilde, kamu görevlilerinin özel hastanelerden yararlanmaları durumunda da belli bir miktar ödeme, devlet tarafından yapılmaktadır. Dünyada, kupon sisteminin en yaygın olarak kullanıldığı alanlardan birisi de eğitimdir. Özelleştirme yanlıları, bu tür özelleştirmede de kamu harcamalarında tasarruf sağlandığını iddia etmektedirler. Halbuki gerçek böyle değildir. Tüketicilerin özel işletmelere yönlendirilmesinin altındaki gerçek amaç, özel “girişim”in desteklenmesi, devletin bu alanlardaki mal ve hizmet üretiminin daraltılması ve giderek ortadan kaldırılmasıdır. 2006 yılının daha ilk on ayında sağlık bütçesinin tüketilmiş olması, özelleştirmenin kaynak tasarrufu sağlamadığını göstermektedir.

Bu dört özelleştirme türünün ilk olarak uygulandığı ülke İngiltere’dir. 1979 yılında Thatcher’ın iktidara gelmesiyle başlayan özelleştirme vurgunu, kapitalistler açısından çok da rahat yürümemiştir. İngiltere’de, başta özelleştirilen işletmelerde çalışan işçiler olmak üzere, bu işletmelerin ürünlerini kullanan tüketicilerin de dahil olduğu, özelleştirmeye muhalif bir hareket ortaya çıkmıştır. Hükümet, bu muhalefeti kırmak amacıyla çeşitli yollara başvurmuş ve sonuçta da “başarıya” ulaşmıştır. Thatcher hükümeti tarafından geliştirilen ve uygulamaya konulan özelleştirme stratejisi, işçi sınıfının ve halkın büyük bir kesiminin muhaliflikten taraftarlığa geçmelerine neden olmuştur. Bu süreçte, özelleştirme karşıtı muhalefeti dağıtan en etkili silah, ideolojik ve politik propagandanın yanında, işçilere ve halka bedelsiz ya da indirimli hisse satışı olmuştur[9].

1984’te, –işçi sendikalarının tepkilerine rağmen– İngiliz telefon kuruluşu British Telecom’un satılması, bir anda, İngiltere’de herhangi bir türde hisse sahibi olan kişilerin sayısını ikiye katlayarak, iki milyon yeni İngiliz yatırımcısı yaratan stratejinin klasik bir örneğidir. Şimdi artık, özelleştirilmiş bulunan British Telecom’u destekleyen o kadar geniş bir hisse sahibi seçim çevresi var ki, yeniden millileştirmenin politik olarak bu yolla oldukça zorlaştırılmış olduğunu söylemeye gerek yoktur.

Özelleştirme yanlısı bir iktisatçı olan Butler’ın görüşleri, işçi sınıfının nasıl kandırıldığı ve bölündüğünün ispatıdır. Butler, İngiltere’de yaşama geçirilen bu stratejinin, “üçüncü dünya ülkeleri” için örnek alınacak dersler içerdiğini söyleyerek, özelleştirme için anahtar öğenin, “işçi sınıfı ve halkın muhalefetini kıracak uygun ortamın yaratılması” olduğunu belirtmektedir. Butler’ın özelleştirme yapacak devletlere önerileri kısaca şunlardır[10]:

1. Devlet yönetiminin yeniden yapılandırılması. Buna göre, devlet, mal ve hizmet üreticisi olarak değil, mal ve hizmetlerin sunulmasını kolaylaştıracak biçimde örgütlenmektedir. Türkiye’de, 1980’lerin başından itibaren, kamu yönetiminin bu amaç çerçevesinde yapılandırılmasına ilişkin çok sayıda yasal düzenleme yapılmıştır. Bu konudaki en yakın ve çarpıcı örnek, üst kurulların (Enerji Piyasası Üst Kurulu vb.) kurulmasıdır.

2. Talebin özel kesime kaydırılması. Bir yandan kamu tarafından sunulan hizmetlerin nicel ve nitel olarak özel “teşebbüs” karşısında geriletilmesi, diğer yandan da politik ve psikolojik propaganda ve özel işletmelerin afişe edilmesi yoluyla, tüketicilerin mal ve hizmet ihtiyaçlarını özel işletmelerden karşılamalarına ilişkin istekleri artırılmaktadır. Örneğin, kuşkusuz maddi olanaklara sahiphastaların devlet hastaneleri yerine, özel hastaneleri “tercih etmeleri”, böylesi bir özelleştirme stratejisinin sonucudur. Çünkü halkın “kuyruklar”la ve personel ve cihaz vb. yetersizlikleriyle bıktırıldığı Türkiye’de, devlet hastanelerine karşı, devlet tarafından ciddi bir güvensizlik geliştirilmiştir.

3. Özelleştirme yandaşı koalisyonlar oluşturmak. Özelleştirme kararının ardından oluşacak muhalefeti bölmek ve zayıflatmak amacıyla, özelleştirmeden çıkar sağlayacak kesimler, devlet tarafından özelleştirme öncesinde örgütlenmekte ve desteklenmektedir. Bu destekten nasibini alan bazı “sivil toplum örgütleri”, hükümetlerin özelleştirme hareketlerindeki en büyük yardımcısı olarak işlev görmektedirler. Fonlanmış “STK” ve benzeri örgütlenmelerin yaygın medyayı da kullanarak yaptıkları propaganda, özelleştirme karşıtı muhalefetin bölünmesine ve zayıflamasına neden olmaktadır.

4. Özelleştirme karşıtı birlikleri ortadan kaldırmaya girişmek. Özelleştirme karşısındaki en önemli güç, kamuda çalışan emekçilerdir. Özelleştirilen işletmelerde çalışan işçi ve kamu emekçilerinin, işlerini kaybetme korkuları, bu muhalefetin en önemli zaafıdır. Bu nedenle özelleştirmeci hükümetler, özelleştirilen kurumlarda çalışan kamu emekçilerini, diğer kamu kurumlarına aktararak, emeklilikleri dolanları emekli ederek ve/veya özelleştirme karşıtı eylemleri anti demokratik yöntemlerle bastırarak, özelleştirme karşısında oluşan birlikleri ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Hatta Türkiye’de işçi sınıfı, sağcı-solcu, Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik-anti laik vb. yapay gerekçelerle baştan bölündükleri ve farklı sendikalarda örgütlendikleri için, özelleştirmeci hükümetler, sınıfın birliğini dağıtmakta çok da zorlanmamaktadırlar.

5. Mülkiyeti yaygınlaştırmak. Yukarıda anlatılan British Telecom örneğinde olduğu gibi, özelleştirilecek bir işletmenin hisseleri, çalışanlara ve halka satılmaktadır. Böylece özelleştirmeye karşı çıkması muhtemel kesimler, özelleştirmenin ortağı durumuna getirilmektedir. Türkiye’de de, “halka arz” adı altında, KİT’lerin hisseleri satılmaktadır. Ancak zaman içinde bu hisseler, büyük sermaye gruplarının ellerinde toplanmakta ve halka arz, bir aldatmacadan öte gitmemektedir.

6. Vergi teşviklerini artırmak. Gerek sermayeye, gerekse tüketicilere sağlanan vergi teşvikleri, özelleştirmenin gerçekleştirilmesi sürecinde bir araç olarak kullanılmaktadır. Türkiye’de, özel sigortacılık hizmetlerinden yararlananlara getirilen vergi matrahı indirimi, böylesine bir uygulamadır.

Yukarıda sıralanan uygulamalar, özelleştirmeci hükümetlerin, işçi sınıfı ve halk muhalefetini kırmak için kullandığı stratejileri göstermektedir. Özelleştirme karşıtlarının, bu stratejiler karşısında, ciddi sınıfsal mücadele programları oluşturmaları zorunludur. Çünkü özelleştirme, ‘sınıf’ın içine kadar girmiş bir sorundur.

EĞİTİMDE ÖZELLEŞTİRME

Türkiye’de eğitim, Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne kadar, hiçbir dönemde tam olarak kamusal hizmet ve bir hak konumuna gelememiş, Cumhuriyet hükümetleri de bunun için gerekli çabayı göstermemiştir. Cumhuriyet’in kurulduğu ilk yıllardaki özel yabancı ve azınlık okullarına, 1950’lerden itibaren özel (Türk) okulları eklenmeye başlanmış, 1980’lerden sonraysa özel okul sayısı hızla artmıştır. Bir diğer deyişle, Türkiye’de eğitim hizmeti, hiçbir zaman devlet tekeli altında bulunmamış ve özellikle yoksul ailelerin çocukları başta olmak üzere, kız çocukları, kırsal kesimde ve/veya doğuda yaşayan çocuklar; eğitim hakkından tam olarak yararlanamamıştır. Bölgesel, cinsel, sınıfsal vb. eşitsizlikler, Cumhuriyet hükümetlerinin çözemediği eğitim sorunları arasında daima ilk sırada yer almıştır. Bu sorunun çözülememesinin temelinde, başa gelen hükümetlerce eğitimin bir hak olarak görülmemesi; eğitim olanakları konusunda özel ve devlet okulları arasında yaratılan uçurumun, bizzat devlet tarafından, kendi okulları (Anadolu Lisesi, Süper Lise ve Genel Lise) arasında da yaratılmasına yol açan özelleştirmeci politikalar yatmaktadır.

Eğitimde özelleştirme konusu iki açıdan incelenebilir. Birincisi, doğrudan eğitim öğretim ile ilgili hizmetlerin özelleştirilmesi, ikincisi de, eğitim öğretime destek olarak sunulması zorunlu hizmetlerin (temizlik hizmetleri vb.) özelleştirilmesidir. Her iki tür özelleştirmenin de, 24 Ocak 1980 ekonomik kararları ertesinde hızlandığı söylenebilir. Ancak unutulmamalıdır ki, ’80 öncesi “planlı kalkınma” dönemi de, eğitimde özelleştirme girişimlerinin yaşandığı bir dönemdir. 1965 yılında kabul edilen Özel Öğretim Kurumları Kanunu, ’60’ların sonunda yaşama geçirilen özel meslek yüksekokulları girişimi ve özel okul teşviklerinin artırılması; bu dönemin (’60-80 dönemi), ’80’lerin özelleştirme altyapısının oluşturulduğu yıllar olduğunu göstermektedir. Hatta bu dönem, kimi iktisatçılarca, “devlet eliyle planlı bir biçimde zengin yaratma dönemi” olarak tanımlanmaktadır ki, bu, hiç de yanlış bir saptama değildir[11].

1960-80 döneminde eğitimde yaşanan özelleştirme uygulamaları, Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda, –önceki üç plandan farklı bir yaklaşımla– bir sorun olarak dile getirilmiştir: “Ekonomik ve toplumsal alanlarda alınacak diğer önlemlere paralel olarak eğitim sisteminde yapılacak düzenlemelerle eğitimin artan hızla ticari meta haline dönüşmesini engellemek, olanak eşitliğini sağlamak temel ilkelerdendir.[12] 12 Eylül darbesi yapılmamış olsaydı, bu ilke yaşama geçirilebilir miydi bilinemez, ancak en azından darbenin buna engel olduğu ileri sürülebilir. Çünkü darbe, tam da yeni liberal politikaları getiren 24 Ocak 1980 ekonomik kararlarının ertesinde yapılmış ve darbe sonrasındaki ilk genel seçimlerde, bu kararların mimarı bir bürokrat olan Turgut Özal, darbeden sonra kurduğu Anavatan Partisi’ni iktidara taşımıştır.

24 Ocak Kararlarının dayandığı yeni liberal politikalar, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin yarattığı baskıcı ortamda yaşama geçirilmiştir. Bu süreç, “planlama” anlayışının da –en azından Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planına göre– değiştiği yeni bir dönemin habercisi olmuştur. Darbe sonrasının ilk “kalkınma planı” olan Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda, eğitimde özelleştirme girişimi açık olarak kendisini göstermiştir[13]:

“Beşinci Plan Dönemi sonunda ilkokul öncesi okullaşma oranı % 10’a çıkarılacaktır. Bu hedefin gerçekleştirilmesi ve ana okullarıyla ana sınıflarının yaygınlaştırılması için kamu ve özel kuruluş imkanlarından azami derecede yararlanılacaktır.

“…

“Devlet-işçi-işverenin katılacağı hem yaygın eğitim, hem hizmet-içi eğitim maksadıyla mesleki yaygın eğitim fonu kurulacaktır.

“…

“Özel okullar teşvik edilecektir.

“…

“Eğitim hizmetlerinin maliyetine katılma uygulamasına başlanacaktır.”

Türkiye’deki eğitimde özelleştirme uygulamaları, özelleştirmenin dört türü ile karşılaştırıldığında, şu sonuçlara ulaşılmaktadır:

1. Okulların özel kesime satılması. Son yirmi yıl içinde, hükümetler tarafından, okulların satışı için birkaç kez girişimde bulunulmasına karşın, şimdiye kadar böyle bir satış işleminin olduğu görülmemektedir. Okul satışına ilişkin girişimler, özellikle Ankara ve İstanbul gibi metropol illerin merkezi ya da arsa rantı yüksek yerlerindeki okullar için söz konusu olmuştur. Bu girişimlerdeki temel amaç, satılacak okulların arsasına yapılacak iş merkezi vb. binaların sağlayacağı yüksek rantın, sermayeye aktarılmasıdır. Okul satışlarında hiçbir zaman, satılacak okulun özel mülkiyet sahipleri tarafından eğitim öğretim amacıyla işletilmesi düşünülmemiştir. Ancak unutulmamalıdır ki, özelleştirme uygulamalarının nihai hedefi, kamudan özel kesime mülkiyet ve yönetim devrinin gerçekleştirilmesidir. Bu nedenle önümüzdeki yıllarda, okul satışı ya da okul yönetiminin devri şeklindeki özelleştirme girişimleri ile karşılaşılması olasıdır. Hatta, özelleştirmecilerin “mülkiyetin yaygınlaştırılması” stratejileri çerçevesinde, okulların hisselerinin ya da yönetimlerinin, velilere ya da okul çalışanlarına devri şeklindeki uygulamalarla da karşılaşılabilir.

Öte yandan her öğretim yılı başında, okullara ödenek gönderilmediği halde, dönemin Milli Eğitim Bakanı tarafından, “Bu yıl kayıt parası alınmayacaktır!” denilmesine karşın, kayıt parası ödemek, veliler için genel bir dayatma durumuna getirilmiştir. Okul müdürleri, neden kayıt parası aldıkları sorulduğunda, çoğunlukla, okulun zorunlu giderleri (yakacak, elektrik, su, temizlik, onarım vb.) için devletin okula ödenek göndermediğini söylemektedirler. Doğrudur, devlet okullara ödenek göndermemektedir. Okulun ihtiyaçlarını karşılamak zorunda olan okul yöneticileri, hükümetlerin bu yanlış politikası ile mücadele etmek yerine, kolay ve koltukları için tehlikesiz yolları seçmekte ve ellerini velilerin ceplerine sokmaktadırlar. Böyle davranan bir okul yöneticisinin kamu görevlisi olduğu ya da kamusal bir hizmeti yerine getirdiği söylenebilir mi? Okulu, işletme olarak görmeye başlayan bir okul yöneticisi, bir süre sonra kendisini de işletme sahibi olarak görmeye başlayacak, böylece okul, sanki özel söktöre devredilmiş gibi işlemeye başlayacaktır[14]. Bu nedenle, okulların satışını gerektiren bir durum kalmamaktadır. Çünkü, işletme sahibi gibi davranan okul yöneticileri yüzünden, eğitim hizmeti, kamusal bir hak olmaktan adım adım uzaklaştırılmakta, ticari bir meta haline getirilmektedir. Halbuki okul yöneticisi de bir kamu emekçisidir ve halk için hizmet üreten bir kamu görevlisi bilinciyle davranmak durumundadır. Bunun gereği olarak, eğitimin özelleştirilmesine karşı çıkmak ve yöneticilik görevinden alınmayı da göze alarak, özelleştirme karşıtı birliğin bir parçası olmak zorundadır. Ancak, kuşkusuz ki, okulların özelleştirilmesi sorunu, “işletme sahibi gibi davranan” ve kendilerine dayatılan velilerin cebine el atmaya karşı tutum geliştirme cesareti gösteremeyen “müdürlerin sorunu” değildir, ama, tekeller ve neo-liberal politikalarıyla, bu politikaların yürütücüsü hükümetleri kapsayarak, sistem sorunudur. Şimdi müdürlerin de bu sisteme bağlanarak, onun bir parçası haline getirilmesi yönündeki gelişmeyle karşı karşıyayız ki, sorunu doğru koyarak, müdürleri de, kendilerine dayatılana karşı çıkmaya ve eğitim hakkı için gençliğin ve halkın mücadelesine bağlamaya çalışmak, doğru olacaktır.

2. Eğitimde devlet tekelinin kaldırılması. Daha önce de söylendiği gibi, Türkiye’de hiçbir dönem eğitim hizmeti sunumunda devlet tekeli olmamıştır. Yalnızca yükseköğretim alanında kısıtlayıcı bir takım hükümler bulunmaktaydı. Bu da, 6 Kasım 1981 tarihli 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nda yapılan düzenleme ile ortadan kaldırıldı. Türkiye’de ilk özel üniversite, 20 Ekim 1984 tarihinde kuruldu[15]. Özel Öğretim Kurumları Kanunu’nda yapılan değişikliklerle, son yıllarda özel okullara yeni teşvikler ve vergi indirimleri sağlanma yoluna gidilmektedir. Ayrıca Türkiye’de kurs, dershane, etüt merkezi, eğitim merkezi vb. eğitim kurumları açma konusunda özel kesime büyük ölçüde kurumsal ve yasal kolaylıklar sağlanmış bulunmaktadır.

Ercan, özel okulların kurulmasının, kamudan özele bir mülkiyet değişimi gerçekleşmemesi nedeniyle, özelleştirme olarak değerlendirilmemesi gerektiğini söylemektedir[16]. Ancak, devletin kendisinin kullanabileceği kaynakları, özel okullara aktarması da bir tür “mülkiyet aktarımı” olarak düşünülebilir. Ve özel okulların kurulmuş olması, bu aktarımın sağlanmasının bir ön koşuludur. Ve belirtildiği gibi, özelleştirme, yalnızca kamu mülkiyetindeki varlıkların özel kesime devri anlamına gelmemektedir. Bununla birlikte, özelleştirme, devletin etkinlik yürüttüğü bir alanda, özel kesimin de girişimde bulunabilmesine olanak sağlayan yasal ve kurumsal düzenlemelerdir. 2547 sayılı Yasa ile getirilen izinler olmasaydı, yıllık ücretleri öğrenci başına 10 bin YTL’nin üzerine çıkmış özel üniversiteler kurulmamış olacaklardı.

Bugün Türkiye’de, eğitimin tüm düzeylerinde (okulöncesinden yükseköğretime kadar) faaliyet gösteren 1500’ün üzerindeki özel okul ve üniversitede 350 bine yakın öğrenci öğrenim görmekte ve 30 binin üzerinde öğretmen ve öğretim elemanı görev yapmaktadır. Tüm eğitim kurumlarındaki toplam öğrencinin % 2’den, öğretmenlerin ise % 5’ten fazlası özel kesimin işlettiği eğitim kurumlarında bulunmaktadır.

3. Eğitimin özel kesime ihale edilmesi. Eğitimde özelleştirme uygulamalarının bir diğeri de, eğitim öğretim hizmetinin yürütülebilmesi için zorunlu bir takım işlerin özel sektöre gördürülmesidir. Bu konudaki en çarpıcı uygulama, ilk ve ortaöğretim kurumlarında ücretsiz olarak dağıtılan ders kitaplarının özel sektöre ihale edilmesidir. Devlet, kendi bastırdığı ders kitaplarını kullanmak yerine, büyük rakamlar ödeyerek piyasadan ders kitabı satın almaktadır. Bunun yanında, zorunlu ilköğretim düzeyinde, köylerde yaşayan öğrencilerin merkezi okullara taşınması da özel sektöre ihale edilmektedir. Okul binalarının yapımı ve onarımı, temizlik ve güvenlik işleri, ders araç ve gereçlerinin temini, merkezi ya da yerel düzeyde ihale edilmek suretiyle özel sektörden karşılanmaktadır. Kamu hizmetlerindeki taşeronlaştırma yoluyla özelleştirme uygulamaları öyle bir noktaya gelmiştir ki, ileride taşeron eğitim şirketleri kurulur ve bu şirketler devlet okullarına öğretmen atamaya başlarlarsa, buna hiç şaşırmamak gerekecektir. Çünkü son beş yılda, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından istihdam edilen öğretmenlerin çoğunluğu, kadrolu devlet memuru olarak değil, geçici sözleşmeli personel olarak atanmaktadır. Sendikasız ve güvencesiz olarak, kadrolu öğretmenlerden çok daha düşük ücrete çalışan sözleşmeli öğretmenler, öğretim hizmetlerinin taşeronlaştırılması için uygun bir pozisyonda bulunmaktadırlar.

4. Kupon sistemi. Özellikle Amerika kıtasında geniş bir uygulaması olan kupon sisteminin Türkiye’de uygulanabilirliği konusunda, eğitim bilimciler arasında öteden beri tartışmalar yapıldığı görülmektedir. Eğitimde kupon sistemi, devletin öğrenci başına belirleyeceği standart bir ödeneği velilere aktarması, velilerin de, seçtikleri okullara yapacakları ödemeyi, devletten aldıkları bu para ile gerçekleştirmesi şeklinde işlemektedir. Türkiye’de, henüz böyle bir uygulama bulunmamaktadır. Ancak devlet üniversitelerinde harç ücretlerini ödeme güçlüğü çekenlere verilen harç kredisi ile, özel üniversitelere yapılan devlet yardımları ve bu üniversitelere burslu öğrenci alınması, dolaylı olarak kupon sistemi olarak değerlendirilebilir. Ayrıca AKP’nin büyük bir reform gibi lanse ettiği “10 bin öğrencinin özel okullarda okutulması” girişimi, tam manasıyla kupon sistemi yoluyla özelleştirmedir.

 

SORUN HALKTA!

Halkın sorunu ya da ona dayatılan ve üstesinden gelmeye güç yetiremediği şey, tepkisizliğe sıkıştırılması ya da dayatmaları içselleştirmek üzere “zihinsel bir dönüşüm”e uğratılmaya zorlanmasıdır. Sevgi Altun’un, 26 Ekim 2006 tarihli Evrensel Gazetesi’nin okur yazar köşesinde yayınlanmış olan mektubunda anlattıkları, bu sorunu net olarak ortaya koymaktadır:

“…Maliyeti 5 bin YTL olan bu tahtanın alınmasını kabul edersek parasını 3. sınıf velileri olarak biz ödeyecektik. Ben buna hiç şaşırmadım. Ben ve benim gibi birkaç veli buna karşı çıktık. ‘Çocuklarımızın böyle bir eğitim görmesi çok güzel, ama bunu devlet karşılasın’ dedik. Ama bütün veliler bizim gibi düşünmüyor, ‘Her şeyi devletten beklemeyelim’ diyenler oldu.”

“Her şeyi devletten beklemeyelim” diyen bir veli, eğitimin, devletin temel görevlerinden birisi olduğunu göremeyecek kadar tekelci burjuvazinin etkisi altına girmiş ve eğitimde özelleştirmenin gönüllü/gönülsüz yandaşı konumuna gelmiş demektir.

Eğitimde özelleştirme, bir yandan eğitim öğretim hizmetlerinin eşitlik ve sosyal adalet içinde hak sahiplerine sunulmasını engellemekte ve sınıfta (okullarda) tamiri güç sorunlara yol açmakta; öbür yandan da, ideolojik ve politik etkileri sonucunda işçi sınıfın belirli bir kesimini de kapsayarak halkın bölünmesine ve genel anlamda özelleştirme karşısındaki mücadelenin zayıflamasına neden olmaktadır. Belki de esas tehlike bu noktadadır. Başlangıçta, “bağış” adı altında küçük paralar ödemeleri istenerek veliler –kuşkusuz, okula “ödemeler” yapabilmek üzere belirli bir gelire sahip olanlar, daha çok orta ve üst kesimleriyle küçük burjuvazi–, okullara para ödemeye alıştırılmışlardır. Şimdi ise, okulun çeşitli ihtiyaçları için “aidat” adı altında velilerden yıllık ücretler istenebilmektedir[17]. Yarın ise bunun adının “okul ücreti” olması; temel bir insan hakkı olan eğitimin, parası olanın yararlanabildiği, parası olmayanın ise, okullara ancak temizlik görevlisi olarak girebildiği eşitsiz ve adaletsiz bir duruma gelmesi olasıdır.

Tekeller ve özelleştirmeci hükümetler, özelleştirme karşıtı birliğin dağıtılmasının, amaçlarına ulaşmaları açısından hayati bir önemi olduğunu bildiklerinden, bu birliği dağıtmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Devlet okullarında para toplama işinin Okul Aile Birlikleri kanalıyla velilerin üzerine yıkılması, velileri; öğretmenlerin uzman ve başöğretmen şeklinde kariyer basamaklarına ayrılmaları ve para toplamayan öğretmenler üzerindeki idari baskılar, eğitim emekçilerini; para getiremeyen öğrenciler üzerindeki psikolojik baskılar da öğrencileri bölmektedir. Bu bölünmenin önlenmesi ve sürecin tersine çevrilmesi göreviyse, eğitimin bir hak olduğunu ısrarla savunan eğitim emekçilerine, velilere, öğrencilere, genel olarak halka ve örgütlerine düşmektedir.

 

EĞİTİMDE ÖZELLEŞTİRMEYİ DURDURMAK MÜMKÜNDÜR

Butler’ın aktardığımız görüşleri dikkatlice incelendiğinde, anahtar kavramın, özelleştirmeye uygun bir ortamın sağlanması olduğu görülmektedir. Özelleştirme için uygun ortamın yaratılmasında, işçi sınıfının kontrolü dışında bir takım etkenler bulunmaktadır[18]. Ancak özelleştirmeci iktisatçı Butler’ın ısrarla vurguladığı nokta, özelleştirme karşıtı birliğin dağıtılmasıdır. Öyleyse eğitimde özelleştirmenin durdurulması için yapılacak ilk iş, özelleştirme karşıtı birliği güçlendirmektir.[19]

Eğitimde özelleştirme karşısında kurulacak bu birliğin unsurları; (1) eğitim ve bilim emekçileri (okul yöneticileri, öğretmenler, eğitim uzmanları, akademisyenler, müfettişler ve diğer çalışanlar), eğitim ve bilim emekçilerinin sendikaları; (2) veliler, veli dernekleri ve okul aile birlikleri; (3) öğrenciler, öğrenci dernekleri, öğrenci meclisleri, öğrenci temsilciler kurulları; (4) demokratik kitle örgütleri (İnsan Hakları Derneği vb.), meslek örgütleri (TMMOB vb.), diğer sendikalar ve emek ve demokrasi yanlısı siyasi partiler olarak sıralanabilir.

1. Eğitimde özelleştirmenin durdurulması konusunda eğitim ve bilim emekçileri ve onların sendikalarının önemli bir rolü vardır. Bu konuda Eğitim Sen, Eylül ayında başlattığı “Eğitime Yeterli Bütçe, Okuluma Ödenek İstiyorum” kampanyasıyla ilk adımı atmıştır. Bu kampanyanın, işyerlerine taşınması ve okulun bileşenleriyle buluşturulması gerekmektedir. Bunu yapacak olan, Eğitim Sen şube yönetimleridir.

Okul yöneticileri, öğrenci velilerinin de desteğini alarak, okullarında velilerden para toplanmasına son vermeli; okulun ihtiyaçlarının karşılanması için, bağlı oldukları il ve ilçe milli eğitim müdürlüklerini, Anayasa’nın emrettiği eğitim hakkını sağlama görevlerini yerine getirmeye davet etmelidirler. Bu girişim, okul yöneticilerinin soruşturulmalarına ve görevden alınmalarına neden olabilir. Ancak, eğitim hakkının anayasal bir hak olduğu düşünüldüğünde, böylesi bir girişimin, hem hukuki hem de meşru olduğu unutulmamalı ve mücadelesi verilmelidir.

Öğretmenler, para toplamalarını isteyen okul yöneticilerine karşı direnmeli ve para toplamanın yasal sorumlulukları altında olmadığını bilmelidirler. Mevcut yasalar çerçevesinde hiçbir öğretmene, öğrencilerden para toplamadığı için, okul yöneticileri tarafından idari bir ceza verilmesi olanaklı değildir.

Eğitim uzmanları ve akademisyenler, eğitimde özelleştirmenin yıkıcı sonuçları konusunda halkı bilgilendirici yazı ve konuşmalarıyla, mücadelenin teorik altyapısını güçlendirmelidirler. Eğitim deneticileri, özelleştirme karşıtı mücadele nedeniyle soruşturulacak eğitim emekçileri hakkında, eğitimin anayasal bir hak ve özelleştirmenin, bu hakkın kullanımını engelleyen bir unsur olduğunu göz önüne alarak karar vermelidirler. Diğer eğitim çalışanları ise (memur, hizmetli vb.), hizmet alanlarının taşeronlaştırılmasına karşı mücadele etmeli, işlerine ve ekmeklerine sahip çıkmalıdırlar.

2. Veliler, eğitimin temel bir hak olduğunu ve devletin, kendilerinin ödediği vergilerle eğitimi finanse etmek zorunda olduğunu bilmelidirler. Bu bilince sahip veliler, veli toplantıları sırasında diğer velilerin de bilinçlenmesi için çaba harcamalı, hiçbir şekilde okula ödeme yapmamalı ve Okul Aile Birliklerinde görev alarak, okullarda para toplanmasına son vermelidirler ki, bu, onların en doğal hakkıdır.

3. Öğrenciler, okul tarafından istenen paraları ödeyemeyen/ödemeyen ailelerini suçlamak yerine, okulların, kendilerine eğitim öğretim hizmeti sunmak üzere kurulmuş kamu kurumları olduğunu kavramalıdırlar. Para ödememeleri nedeniyle okul yönetimi ya da öğretmenler tarafından kendilerine yapılacak her türlü psikolojik baskı karşısında haklarını sonuna kadar savunacak idari ve hukuki yolları kullanmalıdırlar[20]. Ayrıca öğrenci örgütleri, eğitimde özelleştirme karşıtı ve eğitim hakkı mücadelesini, temel etkinlikleri arasına almalıdırlar.

4. Eğitim hakkının korunması ve bu hakkı ortadan kaldıran özelleştirme ile mücadele edilmesi, yalnızca eğitimin bileşenlerinin işi olarak görülmemelidir. Başta insan hakları dernekleri olmak üzere, demokratik bir toplum talebi olan tüm demokratik kitle örgütlerinin, meslek odalarının, işçi ve kamu emekçisi sendikalarının ve emekten ve demokrasiden yana siyasi partilerin, bu mücadeleye tüm güçleriyle katılmaları gerekmektedir:

Çünkü saldırı sınıfsaldır ve tüm halka karşıdır. Lokal olarak kamu hizmeti veren kurumları savunmak anlamlıdır. Ancak bu savunma hattı tüm ülkeye yayılmadıkça ve Seydişehir’i savunan işçi ile sendikasını savunan eğitim emekçisinin mücadelesi ve gücü birleştirilmedikçe, özelleştirmeye karşı kazanılacak olan zafer, biraz daha geleceğe ertelenmiş olacaktır. İşçi, köylü ve kamu emekçilerine tek merkezden yönelmiş özelleştirme saldırılarına karşı yürütülecek mücadele, birleşik bir mücadele olmak zorundadır.[21]

 

 

 


* Eğitim Sen Merkez Disiplin Kurulu Üyesi (erdalkucuker@yahoo.com)

[1] Eğitim hakkı konusunda daha fazla bilgi için bkz: Eğitim Sen. 4. Demokratik Eğitim Kurultayı ‘Eğitim Hakkı’, Ankara: Mart 2005, s. 15-170

[2] 10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul ve ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 27 Mayıs 1949 tarihinde kabul edilmiştir.

* İyiniyetli, özgürlüklerden söz eden, hak mücadelesine dayanaklık edecek açıklamalar kuşkusuz iyidir, ancak, günümüzde örneğin “hoşgörü”nün, ezen, saldırgan büyük uluslara, saldırganlık ve işgallerinde vb. hoşgörü anlamına geldiği ve BM ile barış ve barışın korunması kavramlarının hiç de bir arada kullanılamayacağı ortadadır. Yine ana-babaların seçme hakkının, tıpkı parasız ve eşit eğitim gibi, gerçekleşme koşullarının varolmadığını hepimiz bilmekteyiz.

[3] Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi, 16 Aralık 1966 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilerek üye ülkelerin imzasına açılmış, 3 Ocak 1976 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ise, Sözleşme’yi, kabul tarihinden 34 yıl, yürürlük tarihinden de 24 yıl sonra imzalamış, TBMM tarafından 4 Haziran 2003 tarihinde, 13. maddesinin (3) ve (4)’üncü fıkralarına çekince konularak onaylanmıştır. Daha fazla bilgi için bkz: Eğitim Sen. 4. Demokratik Eğitim Kurultayı ‘Eğitim Hakkı’, Ankara: Mart 2005, s. 171-236

[4] Seçkin Özsoy, “Eğitim Hakkı: Kendi Dilini Bulamamış Bir Söylem”, Eğitim Bilim Toplum Dergisi, Ankara: Eğitim Sen Yayını, 2004

[5] Eğitim Sen, 4. Demokratik Eğitim Kurultayı ‘Eğitim Hakkı’, Ankara: Mart 2005, s. 19

[6] Stuart M. Butler (Çev. Coşkun Can Aktan), “Kamu Hizmetlerinin Özelleştirilmesi”, www.canaktan.org/ekonomi/

[7] Kamu İktisadi Teşebbüslerinin mülkiyet devri şeklinde satışına ve satış sonucunda bu işletmelerin ne duruma geldiklerine ilişkin olarak bkz: Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB), 20. Yılında Türkiye’de Özelleştirme Gerçeği Sempozyumu 26-27 Mayıs 2005, Ankara: 2005, s. 71-373

[8] Aynı, s. 97

[9] Butler, Ön. ver.

[10] Aynı.

[11] Yalçın Küçük, Planlama Kalkınma Türkiye, İstanbul: Tekin Yayınevi, 1978, s. 298.

[12] Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), Kalkınma Planlarında Eğitim, Ankara: Araştırma Planlama ve Koordinasyon Kurulu Başkanlığı Yayını, 1993, s. 173.

[13] Aynı, s. 182-185.

[14] Eğitim Sen’in Eylül ayında başlatmış olduğu “Eğitime Yeterli Bütçe, Okuluma Ödenek İstiyorum Kampanyası”, diğer hedeflerinin yanında, okullarda velilerden para toplanmasının önlenmesi açısından önemli bir kampanyadır. Ancak bu kampanyanın sonuç alıcı olabilmesi; eğitim emekçileri, veliler ve öğrencilerin birlik olabilmelerine ve hayatın her alanına bu kampanyayı yayabilmelerine bağlıdır.

[15] 2547 sayılı Yasa’da, özel üniversitelerin vakıf üniversitesi olarak adlandırılması, basit bir aldatmacadan başka bir şey değildir. 1984 yılında kurulan Bilkent Üniversitesi, 10 binin üzerindeki öğrenci sayısıyla, hayli kârlı bir fabrika gibi işletilmektedir.

[16] Fuat Ercan, Eğitim ve Kapitalizm Neo-Liberal Eğitim Ekonomisinin Eleştirisi, İstanbul: Bilim-Öğretim Elemanları Sendikası ortak yayını, 1998, s. 172

[17] Evrensel Gazetesi, 27 Ekim 2006, Yıl 5, Sayı 1899, s. 5.

[18] Türkiye’de eğitimde özelleştirmenin gündeme gelmesini sağlayan etkenler için bkz: Ercan, Ön. ver., s. 165-168.

[19] Özelleştirme karşıtı birliğin bileşenlerine düşen görevler konusunda daha ayrıntılı bilgi almak için bkz: İhsan Çaralan, “Gençliğin Eğitim Hakkı Mücadelesi”, Özgürlük Dünyası, Ekim 2006, Sayı 174, s. 2-7.

[20] Eğitim hakkı ihlallerine karşı UNESCO’ya yakınmada bulunmak olanaklıdır. Öğrenci ve velilerin uluslararası sözleşmelerden doğan hakları ve bu hakların korunmasına ilişkin daha ayrıntılı bilgi için bkz: Mesut Gülmez, “Eğitim Hakkını Koruma Yollarını Biliyor muyuz?” ABECE Dergisi, Ekim 2004, Sayı 218.

[21] Erdal Küçüker, “Eğitimde Özelleştirme” 20. Yılında Türkiye’de Özelleştirme Gerçeği Sempozyum 26-27 Mayıs 2005, Ankara: TMMOB Yayını, 2005, s. 380.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑