Müsaadenizle ben de okura veda edeyim.
“Der Sozialdemokrat” sahneden inmek zorunda. Ve sırf, diğer partiler karşısında defaatle ilan edildiği için değil; bunun çok ötesinde sebepleri var. “Der Sozialdemokrat” değişen koşullar altında zorunlu olarak artık başka bir gazete olacaktı; daha farklı bir misyon yüklenmiş, başka bir kadroya, başka bir okur çevresine sahip olacaktı. Ve böylesine belirli bir tarihsel rol oynamış olan bir gazete; sütunlarında –ve yalnızca orada– Alman işçi partisinin yaşamındaki o en belirleyici on iki seneyi yansıtmış bir gazete, böyle bir gazete, kendini değiştiremez ve değiştirmemelidir. Ya ne idiyse öyle kalmalı ya da varlığını sonlandırmalı. Bu konuda hepimiz hemfikiriz.
Bu gazetenin, ardında bir boşluk bırakmadan ortadan kalkamayacağı konusunda da bir o kadar hemfikiriz. Almanya içinde yayınlanan hiçbir yayın organı, yasal olsun ya da olmasın, onun yerini dolduramaz. Bunun, parti açısından yalnızca göreli bir mahsuru var. Parti artık başka mücadele koşullarına geçiyor, dolayısıyla da başka silahlara, başka strateji ve taktiklere ihtiyacı var. Fakat gazete çalışanları için, özel olarak da benim için mutlak bir kayıp anlamına geliyor.
Yaşamımda iki kez, basında etkin olmaya izin veren en elverişli iki koşula eksiksiz sahip olarak bir yayın organında çalışma onuruna ve sevincine eriştim: Birincisi, mutlak basın özgürlüğü ve ikincisi tam da sesinizin ulaşmasını istediğiniz dinleyici kitlesine ulaştığından emin olmak.
İlki, 1848-1849 yıllarında “Neue Rheinische Zeitung”daydı. Devrim günleriydi ve böyle günlerde günlük basında çalışmak zaten başlı başına bir keyiftir. Her bir sözcüğün yarattığı etki, gözünüzün önünde cereyan eder; makalelerin adeta el bombasıymışçasına isabet edişlerini ve nasıl infilak ettiklerini görürsünüz.
İkincisi de “Sozialdemokrat”daydı. Ve bu da, Parti, Wyden Kongresi’nde kendini yeniden bulduğu ve “her tür araçla”, yasal olsun ya da olmasın, mücadeleye tekrar atıldığı andan itibaren bir parça devrimdi. “Sozialdemokrat” bu yasadışılığın cisimleşmiş haliydi. Onun için bağlayıcı bir Reich anayasası, bir Reich ceza yasası, bir Prusya hukuku yoktu. Yasadışı bir şekilde, tüm Reich ve eyalet yasalarına inat, onları alaya alarak her hafta kutsal Alman imparatorluğunun sınırlarını aştı. Muhbirler, ajanlar, hafiyeler, provokatörler, gümrük memurları, ikiye üçe katlanmış sınır güvenlikleri acz içinde kaldı. Gazete, adeta bir senedin vade gününün dakikliğiyle abonesine ulaşıyordu. Hiç kimse , Alman Reich Postası’nın onu yollamak ve dağıtmak zorunda kalışını engelleyemiyordu. Ve tüm bunlar, Almanya’daki on bini aşkın abonenin varlığıyla gerçekleşiyordu. 1848 öncesinde yayınların ücreti burjuva alıcıları tarafından yalnızca en nadir durumlarda ödeniyorken, işçiler “Sozialdemokrat”lar için on iki yıl boyunca en büyük düzenlilikle ödeme yaptılar. Yazı kurulu, dağıtım ve aboneler arasındaki böylesine mükemmel, tıkır tıkır, sessizce işleyen bu karşılıklı etkileşime; haftadan haftaya, yıllar boyu aynı aksaksızlıkla yürüyen bu sistemli, ustalıkla örgütlenmiş devrimci faaliyete tanık oldukça bu yaşlı devrimcinin bedenindeki yürek ne çok kez güldü!
Bu gazete, dağıtımının mal olduğu zahmetlere ve tehlikelere değiyordu. Partinin bugüne kadar sahip olduklarının kesinlikle en iyisiydi. Üstelik bunun nedeni sırf tüm gazeteler arasında tam basın özgürlüğüne sahip olan yegane gazete olması değildi. Partinin ilkeleri az rastlanır bir durulukla ve kesinlikle ortaya konuyor ve saptanıyordu. Yazı kurulunun taktikleri neredeyse istisnasız olarak doğru taktiklerdi. Bir artısı daha vardı. Bizim burjuva basın en öldürücü sıkıcılık için gayret ediyorken, “Sozialdemokrat”, işçilerimizin polis zulmüne karşı mücadele yürütürken ortaya koyduğu o neşeli mizah anlayışını bolca yansıtıyordu. (…)
“Sozialdemokrat” Alman partisinin bayrağıydı; on iki yıllık mücadeleden parti zaferle çıktı. Sosyalistler Yasası kaldırıldı, Bismarck devrildi. Güçlü Alman İmparatorluğu elindeki tüm iktidar aygıtlarını bize karşı harekete geçirdi. Parti bunlarla alay etti, ta ki sonunda Alman İmparatorluğu bayrağını bizim bayrağımız karşısında yere sermek zorunda kalana dek. Reich hükümeti şimdilik işleri bizimle yeniden genel hukuk çerçevesinde yürütmeyi denemek istiyor; bu durumda biz de işimizi şimdilik yeniden, yasadışı araçları sonuna kadar kullanarak geri kazandığımız yasal araçlarla yürütmeyi denemek istiyoruz. Bu arada “yasal” araçların yeniden programa alınıp alınmayacağının pek de bir ehemmiyeti yok. Zaruri olan, öncelikli olarak yasal mücadele araçlarıyla yetinmeye çalışmaktır. Bunu yalnızca biz yapmıyoruz, bunu, işçilerin belirli bir hareket özgürlüğüne sahip olduğu tüm ülkelerin işçi partileri yapmaktadır. Şu basit sebeple ki, çünkü en fazla kazanımı bu durumda elde edebilmektedirler. Ancak bunun önkoşulu, karşı tarafın aynı şekilde yasal zeminde hareket etmesidir. Gerek yeni olağanüstü yasalarla, yasalara aykırı mahkeme kararlarıyla ve Reich mahkemeleri pratikleriyle, gerekse polis keyfiyetiyle ya da yürütmenin başkaca yasal olmayan saldırılarıyla partimiz yeniden gerçekten genel hukukun kapsamı dışına çıkarılmaya çalışılırsa; bu durumda Alman sosyal demokrasisi tekrar yasadışı yola, kendisine kalan tek yola başvurmak zorunda kalacaktır. En büyük yasasever ulus olan İngilizlerde bile, halk açısından yasallığın birinci koşulu, diğer güç faktörlerinin de aynı şekilde yasal sınırlar içinde kalmasıdır; bu gerçekleşmezse eğer, İngiliz hukuk anlayışına göre, isyan etmek, en birincil yurttaşlık görevidir.
Böyle bir durum yaşanırsa, ne olacak? Parti barikatlar mı kuracak, silah zoruna başvurma çağrısında mı bulunacak? Bu iyiliği elbette düşmanlarına yapmayacaktır. Onu bundan koruyacak olan, her genel Reichstag seçiminin sağladığı, kendi gücünün durumu hakkındaki bilgisi olacaktır. Kullanılan oyların yüzde yirmisi hatırı sayılır bir rakam; ancak bu aynı zamanda, karşısındaki birleşmiş düşmanlarının halen yüzde seksenine sahip olduğunu da gösterir. Ve bu sırada partimiz, oy sayısını son üç yılda tam iki katına çıkardığını ve bir sonraki seçimlerde daha da büyük bir artış bekleyebileceğini görmesi karşısında, bugün sahip olduğu yirmiyle, üstüne ordunun da eklendiği yüzde seksene karşı bir darbeye girişmek için aklını kaçırmış olması gerekir. Böyle bir girişimin kesin neticesi yirmi beş yıllık kazanılmış güç mevzilerinin tamamının yitirilmesi olur.
Parti çok daha iyi, esaslı bir şekilde sınanmış bir araca sahip. Genel hukukun bize tanınmamaya kalkıldığı gün, “Sozialdemokrat” yeniden yayınlanır. Böyle bir ihtimal için yedekte tutulan eski mekanizma, yeniden işlemeye başlayacak; hem de iyileştirilmiş, büyümüş ve yeni yağlanmış bir şekilde. Ve bir şey kesin: Alman İmparatorluğu ikinci defa buna on iki yıl boyunca dayanamaz.
“Proletaryanın yiğit, vefalı ve yüce savunucusu”
Engels, “Wilhelm Wolff adlı çalışmasını Haziran-Kasım 1876’da, Wilhelm Liebknecht tarafından yönetilen “Die Neue Welt” (Yeni Dünya – çev.) dergisi için kaleme aldı. Makaleler dizisi; Marx’ın, temel eseri “Kapital”in ilk cildini anısına adadığı, döneminin en tanınmış Alman proleter devrimcisinin yaşamını kısa fakat özlü bir biçimde anlatıyor. Marx da bir Wilhelm Wolff biyografisi yazmayı tasarlamış, fakat o dönemde Wolff un yaşamı hakkında gerekli verilere sahip olmadığı için bu tasarısından vazgeçmiştir. Engels, yazdığı uzun biyografiyi, sonradan kısaltarak, Wilhelm Wolff’un makalelerinin derlendiği bir broşüre giriş olarak yeniden yayınlamıştır. Bizim buraya aldığımız biyografi, kısa olanıdır. Türkiyeli okuyucunun yakından bilmediği ve Marx’ın “proletaryanın yiğit, vefalı ve yüce savunucusu” olarak andığı Wilhelm Wolff ün yaşamını konu alan bu makale, büyük devrimcilerin yaşamlarının devrimci kadrolar için önemli bir eğitim malzemesi olduğu göz önünde tutularak okunmalıdır Bu makale Olcay Dönmez tarafından Türkçeye çevrilmiştir.
Yanılmıyorsam, Nisan 1846 sonlarına doğruydu. Marx ve ben, o zamanlar Brüksel’in bir banliyösünde oturuyorduk. Almanya’dan bir bayın bizimle görüşmek istediği iletildiği sırada, ortak bir çalışmamız (1) üzerinde çalışıyorduk. Kısa boylu, tıknaz yapılı bir adam ile karşılaştık. Yüz ifadesi, sakin bir kararlılığın yanı sıra samimiyet de yansıtıyordu; görünüşü ise, küçük burjuva kılığındaki bir Doğu Alman köylüsüne benziyordu. Bu, Wilhelm Wolff tu. Basın suçu nedeniyle aranırken, Prusya hapishanelerine düşmemeyi başarmıştı. İlk bakışta, bu silik dış görünüşün, ne kadar az rastlanır türden bir adamı gizlediğinin farkında değildik. Bu yeni mültecilik yoldaşıyla candan bir dostluk kurmamız ve sıradan bir insanla karşı karşıya olmadığımızı anlamamız için birkaç gün yeterli oldu. Klasik antikçağ okulunda incelikle eğitilmiş zekâsı, zengin mizah gücü, zor teorik sorunları duru bir biçimde kavrayışı, halkları ezen bütün zalimlere karşı beslediği alev alev nefreti, enerjik ama yine de sakin yapısı kısa zamanda kendini ortaya koydu. Ancak, sarsılmaz güçlü kişiliğinin, kesin ve şüphe götürmez güvenilirliğinin, dosta, düşmana ve kendine karşı aynı derecede katı sağlam sorumluluk duygusunun her yönüyle denenmesi için; mücadelede, zafer ve yenilgide, iyi ve kötü zamanda, uzun yıllar boyu süren bir birliktelik ve arkadaşlık ilişkisini gerektirdi.
* * *
Wilhelm Wolff, 21 Haziran 1809’da Silezya bölgesinin Frankenstein civarındaki Tarnau (2) kentinde doğdu. Babası serfti ve aynı zamanda, onu, karısı ve çocuklarıyla birlikte beyefendinin feodal angaryalarını görmek zorunluluğundan kurtarmayan mahkeme kretçamını (meyhane -Lehçe’de karczma-, burada köy duruşmaları yapılıyordu) da işletiyordu. Wilhelm, böylece, çocuk yaştayken uysal Doğu Almanya köylülerinin kötü durumunu öğrenmekle kalmadı, bizzat yaşadı. Fakat bundan fazlasını da öğrendi. Hep özel bir bağlılıkla söz ettiği ve o günkü koşulların üstünde bir eğitime sahip olan annesi, onda, köylülerin feodal beyler tarafından pervasız sömürüsüne ve uğradıkları aşağılayıcı muamelelere karşı öfke uyandırdı ve besledi. Ve bu öfkenin ömrü boyunca içinde nasıl mayalanıp kaynadığını; nihayet onu açıkça dışa vurduğu o yaşam dilimine geldiğimizde göreceğiz. Köylü çocuğunun yetenekleri ve öğrenme hevesi kendini kısa süre içinde belli etti; liseye gidecekti; fakat bunun için birçok engelin aşılması gerekiyordu. Maddi olanaksızlıklar bir yana bırakılırsa, beyefendi ve kâhya engeli vardı, onların izni olmadan adım atılamazdı. Serflik, gerçi 1810 yılında sözüm ona kaldırılmıştı, fakat feodal bağımlılık, angarya, veraset mahkemesi, toprak beyliği polisi varlıklarını sürdürüyor ve bunlar sertliğin fiilen devam etmesine neden oluyordu. Ve bey ile onun hizmetindekiler, bu köylü çocuğunun öğrenciden çok bir domuz çobanı olmasını yeğlerlerdi. Bu arada, tüm engeller aşıldı. Wolff, Schweidniz’de liseye kaydoldu, sonra da Breslau’da üniversiteye. Her iki öğrenim sürecinde de geçimini esas olarak özel ders vererek sağlamak zorundaydı. Üniversitede tercihini klasik filoloji üzerine yaptı; fakat o, eski okulun hece didikleyen filologlarından değildi. Yunan ve Roma şair ve yazarlarını benimsedi ve onların eserleri, ömrü boyunca onun en sevdiği eserler olarak kaldılar.
Ulusal Meclisin (3) ve Avusturya ile Prusya hükümetlerinin durulmuş olan “Demagoglar kışkırtması” (4) 20’li yıllarda yeniden başladığında, üniversite öğrenimini bitirmek üzereydi. Burschenschaft (Üniversite Öğrencileri Derneği-çev.) üyesi olarak 1834’te tutuklandı. Senelerce tutuklu olarak cezaevi cezaevi dolaştırıldı, sonunda da hüküm giydi. Ne için? Öyle sanıyorum ki, hiçbir zaman bunu açıklamaya değer bulmadı. Yeter. Spielberg kalesine götürüldü. Orada dert ortakları buldu, özellikle de Fritz Reuter’i. Ölümünden birkaç ay önce, Wolff un eline Reuter’in yazdığı “Ut mine Festungstid” (Cezaevi Anılarım -çev.) geçti. Yazarın eski dert ortağı olduğunu anlayınca, hemen, yayınevi yoluyla ona haber yolladı. Reuter, ona, bekletmeden -şu anda önümde duran ve o yaşlı “Demagog”un 12 Ocak 1864’te uysal bir dalkavuğun dışında her şey olduğunu kanıtlayan- uzun ve çok candan bir mektupla yanıt verdi.
“Şimdi burada oturuyorum,” diye yazıyordu “saçlarım ağaralı otuz yıl oluyor ve halk iradesini şöyle enerjik bir biçimde yansıtacak şiddetli bir devrim bekliyorum, ama neye yarar? … Bari Prusya halkı vergi boykotuna başvursaydı; bu, Bismarck ve hempalarından kurtulmanın ve ihtiyar kralı öldüresiye kızdırmanın tek yoludur.”
Wolff, Spielberg’de, Fritz Reuter’in yukarda adını andığımız kitabında çok canlı ve mizahi bir üslupla anlattığı, tutuklu “Demagogların” yaşadığı tüm o büyük güçlükleri ve o tek tük sevinçleri yaşadı. Nemli hücrelere ve dondurucu kışlara karşılık, yaşlı kaya yuvasının garnizoncular olarak da adlandırılan idari personelinin, yaşlı sakatlardan oluşması; bunların katılıklarıyla ünlü olmayışları ve bazen de sert bir içkiye ya da birkaç meteliğe taviz vermeleri sadece küçük bir teselliydi. Neyse; 1839’da Wolffun sağlığı o kadar bozuldu ki, affedildi.
Breslau’a gitti. Burada öğretmen olarak yaşamını sürdürmeye çalışacaktı. Fakat o, ev sahibini hesaba katmamıştı; ev sahibi Prusya hükümetiydi. Öğreniminin tam ortasında tutuklanması nedeniyle, önünde bitirmesi gereken üç seneyi bitirememiş ve bitirme sınavını verememişti. Oysa Prusya’da, ancak bütün bu kuralları yerine getiren, öğretmenliğe aday olabiliyordu. Bunun dışındaki herkes, konusunda çok iyi olsa da -Wolff un klasik filolojide olduğu gibi- loncaya alınmıyor, bilgisi resmi değerlendirmenin dışında bırakılıyordu. Geriye özel öğretmen olarak şansını denemek kalıyordu. Ancak bunun için de hükümetin verdiği ruhsata ihtiyaç vardı ve Wolffun ruhsat için başvurusu reddedildi. Prusya’da Polonyalılar olmasaydı, “Demagog” ya açlıktan ölecek ya da köyünde yeniden angaryalığa dönecekti. Poznan’da, bir toprak beyi, onu evine özel öğretmen olarak kabul etti; onun yanında, hep özel bir keyifle bahsettiği birkaç yıl geçirdi.
Breslau’a geri dönünce, sürekli yaptığı şikâyetlerle ve başvurularını durmadan yinelemesiyle, ısrarlı ricalarıyla bıktırması sonucunda, nihayet çok yüce kral hükümetinden özel öğretmenlik yapma iznini aldı. Artık kendine mütevazı bir yaşam kurabilirdi. Hemen hiçbir ihtiyacı olmayan bu adam, daha fazlasını da istemiyordu.
Aynı sırada, o zamanki kötü şartlar olanak tanıdığı ölçüde, yaşanan baskılara karşı mücadeleye yeniden atıldı. Memurlar, toprak beyleri ya da fabrikatörler hakkında, tek tek gerçekleri kamuoyuna duyurmakla yetinmek zorundaydı ve burada dahi sansür engeliyle karşılaşıyordu. Fakat bildiğini yapmayı sürdürüyordu. O zamanlar yeni kurulan yüksek sansür mahkemesinin Breslau’lu özel öğretmen Wolff kadar inatçı, hep yeniden önlerine gelen bir başka daimi müşterisi yoktu. Sansürü aldatmaktan daha büyük bir zevk yoktu onun için. Bu da, sansürcülerin aptallıkları sayesinde ve de onların zayıf yanlarının bilgisine sahip olunca pek zor sayılmazdı. Sofuluğu, bu şekilde son derece rezil eden de oydu. Hâlâ bazı yerlerde kiliselerde kullanılan eski bir ilahiler kitabında, cezasını çekmeye hazır bir günahkârı anlatan, aşağıdaki ana ilahiyi (her ayinde mutlaka okunan ilahi-çev.) keşfetti ve Silezya’nın yerel gazetelerinde yayınladı:
Ben tam bir leş kargasıyım,
Gerçek bir günah sakatıyım.
Rus’un soğan yediği gibi,
Oburca günah tıkınanım.
Hz. İsa, köpek olan beni kulağımdan tut.
Önüme merhamet kemiğini at,
Ve yontulmamış günahkâr bir herif olan ben
Merhamet cennetine at.
Bu ilahi, hızla ilerleyen bir yangın gibi, allahsızlara yankılanan kahkahalar attırarak ve “ülkenin sessizlerini” öfkelendirerek tüm Almanya’ya yayıldı. Sansürcü iyice azarlandı ve hükümet yeniden gözünü, o beş yıl kale tut-saklığıyla bile ehlileştirilemeyen, bu rahat durmayan dalavereci özel öğretmen Wolff’un üzerinden ayırmamaya başladı. Ona yeniden dava açmak için bir bahane bulmak uzun sürmedi. Eski Prusya yasama yetkisi, ülke çapında ustaca bezenmiş tuzaklar, ilmikler, kapanlar ve ağlarla dolu bir sistemdi, sadık hizmetkârlar bile zaman zaman bundan nasiplerini alırken, sadık olmayanları bir o kadar büyük kesinlikle ağına düşürüyordu.
Wolff’un, 1845 sonu veya 1846 başında, ona dava açılmasına neden olan basın suçu öylesine önemsizdi ki, artık hiçbirimiz durumu ayrıntılarıyla hatırlayamıyoruz. Fakat üzerindeki takip öyle boyutlar kazandı ki, Prusya cezaevlerinden ve kalelerinden bıkan Wolff, onu tehdit eden tutuklamadan kaçtı ve Mecklenburg’a gitti. (Wermuth-Stieber’e göre: Wolff, Breslau eyaleti yüksek mahkemesince “basın suçu işlemekten” üç ay hapis cezasına çarptırıldı. “19. yüzyıldaki Komünist Komploları”, II., S.141 -1886’da Engels’in notu-) Burada, Hamburg’dan Londra’ya pürüzsüz bir gemi yolculuğu ayarlayana kadar, arkadaşlarının yanında güvenli bir yer buldu. Yasal bir dernekte -hâlâ varlığını sürdüren Alman Komünist İşçileri Eğitim Derneği- ilk kez kalabalık karşısında konuştuğu Londra’da uzun süre kalmadı
***
Brüksel’de, kısa süre içinde, Alman gazetelerine Fransa, İngiltere ve Belçika haberleri veren ve bunları koşullar olanak tanıdığı ölçüde sosyal demokrat bir ruhla yazan bir haber ajansında iş buldu. Wolff, “Alman-Brüksel Gazetesi” (5) kendini partinin emrine sunduğunda, orada çalıştı. Wolff, kısa zamanda, o dönemde kurduğumuz Brüksel Alman İşçileri Derneği’nde (6) en sevilen konuşmacılardan biri oldu. Burada haftalık olarak, güncel gelişmeler üzerine genel bir değerlendirme yapıyordu. Her konuşması popüler, bir o kadar da espriliydi ve güçlü bir anlatımı vardı. Almanya’daki beylerin ve onların hizmetindekilerin hasislik ve alçaklıklarını layık oldukları biçimde mahkûm ediyordu. Bu politik yorumlar, onun öylesine sevdiği bir iş haline geldi ki, bunları katıldığı her toplantıda, hep aynı usta popüler anlatımla yapıyordu.
Şubat Devrimi patlamıştı ve anında Brüksel’de yankı buldu. Her akşam yığınlarla insan, milis ve jandarmanın işgali altında bulunan Belediye binasının önündeki büyük pazaryerinde toplanıyordu. Pazaryeri etrafında çokça bulunan birahane ve meyhaneler tıka basa doluydu. İnsanlar “Vive la Republique!” diye haykırıyor, Marseillaise söyleniyor, itişiyor, itiliyor ve itiyorlardı. Hükümet görünürde ses çıkarmıyor, fakat taşrada, yedekleri ve izinlileri orduya alıyordu. Hükümet. Belçika’nın en tanınmış cumhuriyetçisi olan Bay Jotterand’a el altından; kralın, eğer halk isterse çekilmeye hazır olduğunu ve bunu, dilediği zaman, kralın bizzat kendisinin de duyabileceğini iletti. Jotterand gerçekten de Leopold’e, yüzüne karşı, kendisinin de yürekten bir cumhuriyetçi olduğunu ve eğer Belçika kendisini cumhuriyet olarak kurmak isterse, asla buna engel olmayacağını; sadece bütün bunların düzen içinde ve kan dökülmeden gerçekleştirilmesini istediğini ve en azından doğru düzgün bir emeklilik umduğunu söyletti. Bu haber, el altından çabucak yayıldı ve hareketi öylesine dindirdi ki ayaklanma denemesi bile yapılmadı. Fakat yedekler bir araya getirilir getirilmez ve birliklerin çoğunluğu Brüksel etrafında konumlandırılır konumlandırılmaz -bu küçücük ülkede üç dört gün yeterliydi-, artık çekilme söz konusu bile değildi, jandarma bir akşam, pazaryerindeki insan yığınlarına aniden saldırdı ve her yerde tutuklamalar başladı. İlk saldırıya uğrayanların ve tutuklananların arasında Wolff da vardı. Belediye binasına götürüldü, burada kızgın ve sarhoş milisler tarafından yeniden tartaklanarak birkaç günlük gözaltından sonra sınır dışına. Fransa’ya götürüldü.
Paris’te uzun süre kalmadı. Berlin’deki Mart Devrimi ve Frankfurt Parlamentosu ile Berlin Ulusal Meclis toplantılarının hazırlıkları onun, radikal bir seçim faaliyetini hayata geçirmek üzere Silezya’ya gitmesine neden oldu. Bizim, ister Köln’de, ister Berlin’de bir gazete kurma tasarımız gerçekleşir gerçekleşmez yanımıza gelmek istiyordu. Herkes tarafından sevilmesi ve güçlü popülaritesi ve ikna yeteneğiyle kırsal alan seçmen çevrelerinde, o olmadan çıkma şansları bile olmayan radikal adayların çıkarılmasını başardı.
Bu arada, 1 Haziran’da Marx’ın yazar ve yönetmen olarak başında bulunduğu “Neue Rheinische Zeitung” (Yeni Ren Gazetesi- çev.) yayınlandı ve Wolff kısa süre sonra yazı kurulunda görev almak üzere geldi. Yorulmak bilmez çalışkanlığı, hiçbir şekilde sarsılmaz titiz özenliliği, birçok genç insandan oluşan yazı kurulunda onun için bir dezavantaj oluşturuyordu. Diğerleri arada sırada “Lupus (Lupus; Latincede kurt anlamına gelmektedir. Almancada Wolff ismi tek ” f ” ile okununca “Wolf kelimesi kurt anlamı verir.-çev.) nasıl olsa gazetenin çıkmasını sağlar” güveniyle ekstradan bir saat kaytarıyorlardı ve kendimi de kesinlikle bunların dışında tutmak istemiyorum. Gazetenin ilk zamanlarında Wolff’un başyazılardan çok, günlük işlerle meşgul olması bundan kaynaklanıyordu. Fakat kısa sürede buna bir çare bularak onları da çalışmasına kattı. “Reich’tan” adlı sütunda, Almanya’nın küçük devletlerinden gelen ve yönetenlerin olduğu gibi, yönetilenlerin de küçük devlet ve küçük kasaba dar-kafalılıklarını, eşine az rastlanır bir mizah gücü ile ele alan haberler derleniyordu. Aynı zamanda Demokratlar Derneği’nde (7) her hafta verdiği günlük gelişmeleri ele alan yorumlar, burada da onu en sevilen ve en etkili konuşmacılardan biri haline getirdi.
Burjuvazinin, Paris Haziran Çarpışmasından sonra giderek artan sersemliği ve korkaklığı, gericiliğin gücünü yeniden toparlamasına meydan vermişti. Viyana, Berlin, Münih vb. kamarillaları (bir büyük yetke sahibini perde arkasından yöneten kimse-çev.) asil kral naibi ile el ele çalışıyorlardı ve kuklaların iplerini, kulislerin arkasındaki Rus diplomasisi idare ediyordu. Şimdi, Eylül 1848’de, bu beyler için eyleme geçme zamanı yaklaşıyordu. Dolaylı ve dolaysız (Lord Palmerston aracılığıyla sağlanan) Rus baskısı altında, rezil Malmö (8) ateşkesi dolayısıyla ilk Schleswig-Holstein seferi kararlaştırıldı. Frankfurt Parlamentosu bu ateşkesi onaylayarak ve böylece açıkça ve şüphe götürmez bir şekilde devrimden ayrılarak, kendini alçalttı. 18 Eylül Frankfurt Ayaklanması buna yanıttı; bozguna uğratıldı. Hemen eşzamanlı olarak Berlin’de Anayasayı Kararlaştırma Meclisi (9) ile kraliyet arasında kriz baş göstermişti. 9 Ağustos’ta, Meclis, son derece uysal hatta çekingen bir kararla, hükümete, gerici subayların çekincesiz hareketlerini artık bu kadar alenen ve edepsiz bir tarzda sürdürmemeleri için ricada bulundu. Eylül’de bu kararın uygulamaya sokulmasını talep ettiğinde, yanıt, başında bir general bulunan, açık gerici Pfuel bakanlığının getirilmesi (19 Eylül) ve tanınmış Wrangel’i orgeneralliğe ataması oldu; Berlin Meclisi ya baş eğecek ya da dağıtılmayı kabul edecekti. Tansiyon genel olarak yükseldi. Köln’de de halk toplantıları düzenlenir ve bir güvenlik komisyonu atanır. Hükümet, ilk darbeyi Köln’e vurmaya karar verir. Buna göre 25 Eylül sabahında, aralarında eskiden “kızıl fırıncı” adıyla tanınan şimdiki belediye başkanının da bulunduğu birçok demokrat tutuklandı. Heyecan yükseliyordu. Öğleden sonra eski pazaryerinde bir halk toplantısı yapıldı. Toplantıya Wolff başkanlık ediyordu. Milis kitleyi çembere almış; demokratik harekete çok uzak değil, ancak öncelikle kendi çıkarlarını temsil ederek. Bir soru üzerine, halkı korumak için orada bulunduğunu açıklar. Birdenbire pazaryerindeki insanlar, “Prusyalılar geliyor!” çığlığı üzerine itişmeye başladılar. Sabah tutuklananların arasında olan, fakat halk tarafından kurtarılan ve o an konuşan Joseph Moll, şöyle seslendi: “Yurttaşlar! Prusyalılar karşısında mı dağılmak istiyorsunuz?” Yanıt “Hayır, hayır!”dı. “Öyleyse barikatlar kurmalıyız!” ve hemen orada işe başlandı -Köln Barikatlar gününün nasıl sonuçlandığı bilinir. Kuru gürültüden çıkan, direniş görmeden, silahsız milis usulca evine gitmiştir- tüm hareket kansız bir şekilde dağıldı; hükümet amacına ulaştı: Köln’de sıkıyönetim ilan edildi, milis silahsızlandırıldı, “Neue Rheinische Zeitung” geçici olarak kapatıldı, yazarları yurtdışına çıkmaya zorlandı.
* * *
Köln’deki sıkıyönetim uzun süreli olmadı. 4 Ekim günü kaldırıldı. 12’sinde “Neue Rheinische Zeitung” yeniden yayınlandı. Wolff, Palantina bölgesindeki Durkheim kentine gitmişti, orada rahattı. Birçok yazar gibi onun hakkında da, komplo vb. düzenlemek nedeniyle gıyabi tutuklama kararı vardı. Fakat bizim Wolff, Palantina’da fazla dayanamadı ve bağbozumunda, aniden Unter Hutmacher 17 sokağındaki yazı işleri odasında yeniden ortaya çıktı. Yanda, sokağa çıkmasına gerek kalmadan, bahçeden geçerek yazı işleri bürosuna ulaşabileceği bir daire bulmayı başardı. Bu arada hapislikten çabuk bıktı; uzun bir paltoyla ve geniş siperli bir şapka takarak hemen her akşam karanlıkta, tütün alma bahanesiyle sokağa çıkmaya başladı. Tanınmayacağını sanıyordu, oysa tuhaf biçimli vücut yapısı ve özgün yürüyüşü kesinlikle kamufle edilemezdi; yine de ihbar edilmedi. Bu şekilde birkaç ay yaşarken, biz diğerleri üstündeki takip parça parça kaldırılıyordu. Nihayet 1 Mart 1849’da bir tehlike kalmadığı haberi bize ulaştı ve Wolff, sorgu yargıcının önüne çıktı. Yargıç, tümüyle abartılı polis raporlarına dayandırılmış davanın düştüğünü açıkladı.
Bu sırada aralık ayı başında Berlin Meclisi dağıtılmış ve Manteuffel’ci gericilik dönemi açılmıştı. Yeni hükümetin aldığı ilk önlemlerden biri, doğu illeri feodal beylerin toprağı karşılıksız işleme haklarının tartışma konusu edilmesi konusunda sakinleştirmekti. Mart’tan sonra, doğu illeri köylüleri, her yerde feodal angaryada çalışmayı bırakmış, hatta orada burada sayın beylerin bu tür işten feragat ettiklerine dair imzalı belgeler vermelerini sağlamışlardı. Yani, mesele sadece fiili durumu yasal olarak ilan etmekti ve yeterince hırpalanan Doğu Elbe’li köylü artık özgür bir adam olacaktı. Fakat Berlin Meclisi, Fransız Ulusal Meclisi’nin tüm angarya hizmetleri kaldırdığı 4 Ağustos 1789’dan sonraki 59 yd boyunca hâlâ kendinde aynı adımı atma cesaretini bulamadı. Serf azadındaki koşullarda biraz kolaylık getirildi, fakat sadece bazı skandal yaratan ve hoşnutsuzluk doğuran angaryalar kaldırılacaktı; ancak bu yasa tasarısı kabul edilmeden önce, dağıtılma gerçekleşti ve bay Manteüffel hükümeti bu taslağı yasa haline getirmeyeceğini açıkladı. Böylece eski Prusya serf köylülerinin ümitleri yok edilmişti, artık durumlarını açıklayarak onları hareketlendirmek gerekiyordu. Wolff, bu işin adamıydı. Sadece kendisinin köken olarak uysal bir köylünün oğlu olmasından ve çocukluğunda bizzat hizmet etmek zorunda kalışından değil; sadece, ona böyle bir çocukluğu yaşatan feodal ezenlere karşı nefretini tüm canlılığıyla koruması değil; kimse onun kadar feodal köleciliği en ince ayrıntılarıyla tanımıyordu ve hele de tüm karakteristik biçimleriyle mükemmel bir örnek çıkaran eyalette -Silezya’da.
Şimdi bizim Wolff a dönelim. 19 Mayıs’ta “Neue Rheinische Zeitung”. kızıl renkteki son sayısı yayınlandıktan sonra polis tarafından basıldı. Prusya polisi, daha 23’ü askıda kalan basın davası dışında, her bir yazara saldırmak için o kadar çok bahanesi vardı ki, hepsi Köln ve Prusya’yı terk etti. Çoğunluğumuz, sonucun burada kesinleşeceği izlenimi veren Frankfurt’a gitti. Macarların zaferleri Rusların işgalini davet ediyordu; Reich Anayasası nedeniyle hükümetler ile Frankfurt parlamentosu arasındaki çelişki; Dresden, İserlohn ve Eberfeld’dekiler bastırılmış, Palantina’da hâlâ ilerleme halinde olan çeşitli ayaklanmaların çıkmasına yol açtı. Wolff, cebinde tarih çarpıtıcısı Stenzel’in yardımcısı konumuyla eski bir Breslau vekaleti taşıyordu; yaygaracı Stenzel sadece Wolffu yardımcısı olarak yanına alması şartıyla Frankfurt’a sokuldu. Tabii ki Stenzel, tüm iyi Prusyalılar gibi, Prusya hükümetinin Frankfurt’tan geri çağırma emrine uydu. Wolff ise onun yerine geçti.
Frankfurt parlamentosu, hükümetler ile Reich anayasası için ayaklanmış halk arasında ne yapacağını bilmez şekilde kalakalmıştı. O, kazanmış olduğu Almanya tarihi boyunca toplanan gelmiş geçmiş en güçlü parlamento olma konumunu, atıllığı ve aptallığı yüzünden kaybetmiş; tüm hükümetlerin ve bu arada Reich hükümetinin de en gerisine düşmüş ve doğan boşluk hükümetler tarafından doldurulmuştu. Ancak, henüz her şey kazanılacak durumdaydı, yeter ki Parlamento ve Güney Almanya hareketinin önderleri gerekli cesaret ve kararlılığı göstersin. Baden ve Palantina ordularını Ulusal Meclis’i korumak üzere Frankfurt’a çağıran bir parlamento kararı yeterli olacaktı. Ulusal Meclis böylece bir çırpıda halkın güvenini geri kazanacaktı. Hessen ve Darmstadt birliklerinin (gerici hükümet güçlerinden -çev.) ayrılması, Württemberg ve Bavyera’nın harekete katılması o zaman büyük bir kesinlikle beklenebilirdi; Orta Almanya’nın küçük devletleri de aynı şekilde hareketin içine çekilirlerdi; Prusya’nın başına yeterince iş çıkacaktı, ve Almanya’da öylesine devasa bir hareket karşısında Rusya, Macaristan’da ustaca kullandığı birliklerini Polonya’da tutmak zorunda kalacaktı. Yani Macaristan Frankfurt’ta kurtarılabilirdi; ayrıca her şey, Almanya’da başarıyla ilerleyen bir devrini karşısında Paris’te her an beklenen patlamanın 13 Haziran 1849’da gerçekleştiği gibi radikal dar-kafalıların mücadelesiz yenilgisiyle sonuçlanmayacağını gösteriyordu.
Olanaklar bundan daha uygun olamazdı. Baden ve Palantina güvenlik güçlerinin çağrılması tavsiyesi (1886’da eklenmiş: hepimiz tarafından) Frankfurt’ta verildi, Frankfurt üzerine çağrı yapılmaksızın saldırma tavsiyesi de Mannheim’da (1886’da eklenmiş: Marx ve benim tarafımdan) verildi. Fakat ne Baden’li önderler ne de Frakfurt’lu parlamenterler cesaret, ataklık ya da inisiyatif gösterebildiler.
Parlamento, harekete geçeceği yerde sanki şimdiye kadar fazlasıyla tartışmamış gibi, bir kez daha, üstelik yayınlanacak bir “Alman Halkına Açıklama”da bir kez daha tartışma kararı aldı. Bir komisyon oluşturuldu ve bu komisyon iki taslak çıkardı, çoğunluğun eğilimini yansıtan taslak von Uhland tarafından kaleme alındı. İkisi de sönük, kuru ve güçsüzdü. Ve sadece kendi kararsızlık ve cesaretsizliklerini ve Ulusal Meclis’in kötü niyetinin kendisini ifade ediyordu. 26 Mayıs’ta ortaya koyulduğu zaman, bizim Wolff’a, bay parlamenterlere ilk ve son olarak fikrini söyleme fırsatı doğdu. Bu konuşmanın steno kaydı şöyledir:
“Bresbu’dan Wolff:
‘Beyler! Çoğunluğun kaleme aldığı ve burada okunan, Halka Açıklamaya karşı çıktım, çünkü onun bugünkü koşullara kesinlikle denk düşmediğini düşünüyorum, çünkü onu fazlasıyla zayıf buluyorum -o sadece, bu açıklamanın kaleme alınmasına neden olan partiyi temsil eden gazete makalelerine uygundur, fakat Alman halkına yapılacak bir açıklamaya değil. Şimdi bir de bir ikincisi okunduğuna göre, bu arada ona, burada açıklamama gerek olmayan sebepler nedeniyle, daha da karşı olduğumu belirtmek istiyorum,’ (Ortalardan bir ses: ‘Neden gerek yok?’) ‘Sadece çoğunluğun bildirisi üzerine konuşuyorum; gerçi o da öyle sınırlı tutulmuş ki, Bay Buss bile ona karşı söyleyecek fazla bir şey bulamaz ve bu, bir bildiri için herhalde önerilebileceklerin en kötüsüdür. Hayır, beyler, hâlâ halk üstünde herhangi bir etkiniz olsun istiyorsanız, bildiride yaptığınız şekilde halka seslenmemelisiniz; orada yasallıktan, yasal zeminden ve benzerlerinden bahsetmemelisiniz, aksine yasa-dışılıktan, hem de hükümetlerin yaptığı, Rusların yaptığı tarzda. Ve ben, Rus adı altında Prusyalıları, Avusturyalıları, Bavyeralıları, Hannoverlileri anlıyorum.’ (Kargaşalık ve gülüşmeler) ‘Bunların hepsi Rus adı altında toplanmışlardır.’ (Büyük neşe) ‘Evet beyler, bu mecliste de Ruslar temsil edilmektedir. Siz onlara şöyle demelisiniz: Siz yasal zemine nasıl dayanıyorsanız, biz de aynı şekilde dayanıyoruz. Bu zemin, zorun zeminidir. Ve tırnak içinde yasallığınızı, Rusların toplarının karşısına koyduğunuz zor olarak açıklayın, düzenli hücum kıtalarını. Bir açıklama ilan edilecekse, bu, öncelikle baş halk hainini, Reich naibini yasadışı olarak ilan eden bir açıklama olmalıdır. (‘Düzen sağlansın!’ Sıralardan coşkulu alkışlar.) ‘Aynı şekilde tüm bakanlar!’ (Yeniden kargaşalık.) ‘Yo, kesmenize izin vermeyeceğim. O, baş halk hainidir.’
Başkan Reh: ‘Bay Wolff’un saygı sınırlarını tümüyle aşmış bulunduğunu düşünüyorum. Arşidük Reich naibi, bu çatı altında bir halk haini olarak nitelendirilemez ve bu nedenle onu düzeni bozmamaya çağırmak zorundayım…’
Wolff: ‘Kendi adıma çağrıyı kabul ediyorum ve düzeni bozmak istediğimi ve onun ve bakanlarının halk haini olduklarını açıklıyorum.’ (Her taraftan: ‘Düzen sağlansın, bu bayağılıktır!’)
Başkan: ‘Konuşma hakkınızı elinizden almak zorundayım.’
Wolff: ‘Tamam, protesto ediyorum; burada halkı adına konuşmak ve halkın nasıl düşündüğünü anlatmak istiyordum. Bu zihniyetle kaleme alınmış her tür açıklamayı da protesto ediyorum.'”
Bu birkaç sözcük, ürkmüş meclise bir yıldırım gibi düştü. İlk kez gerçek durum, açıkça ve sakınmasız olarak dile getirilmişti. Reich naibinin ve onun bakanlarının ihaneti herkesçe bilinen ama dillendirilmeyen bir sırdı: tanık olanların hepsi ihanetin gerçekleştirilişini izliyordu; fakat hiç kimse gördüklerini dile getirme cesaretini göstermedi. Ve şimdi, o küçük, saygısız Silezyalı geliyor ve bir çırpıda oyun kâğıtlarından kurulu şatolarını darmadağın ediyor! “Kararlı sol” dahi, gerçeklerin bu basit saptanmasıyla, parlamenter terbiyeye ilişkin her şeyin affedilmez bir biçimde incitilmesini enerjik olarak reddetmekten kendilerini alıkoyamadılar. Bunu dile getiren ise saygıdeğer Bay Karl Vogt idi (Vogt: Ağustos 1859’da hesabına 40.000 Fr geçirildi, Louis-Napoleon’un, ajanlarına ödediği ve 1870’de açıklanan rakamlar bunu söylüyor). Bay Vogt tartışmayı, alçakça bir sıkılganlık ve rezil bir yalancılıkla dolu aşağıdaki protestosuyla zenginleştirdi:
“Beyler, bir şair ruhundan kristal aydınlığıyla. Açıklamaya dökülen düşünceleri, hak etmediği karalamaya karşı savunmak için, bu son davranışla ortalığa saçılan, her şeye bulaşan ve her şeyi kirletme tehlikesi doğuran dışkıya karşı bu düşünceleri savunmak için söz istedim. Evet, beyler! Orada, düşünülebilecek tüm temiz şeylere, bu şekilde (!) atılan bir dışkı ve pislik var, ve ben böyle bir şeyin (!) yaşanabilmiş olmasını şiddetle protesto ediyorum.”
Wolff, açıklamanın Uhland tarafından kaleme alınmasına hiç değinmediği halde, tersine, yalnızca içeriğini çok zayıf olarak değerlendirmesine karşın, Bay Vogt’un tepkisini, “pislik”ini ve “dışkı”sını neye dayandırdığını anlamak mümkün değil. Ancak bu, bir yandan, “Neue Rheinische Zeitung”un Vogt cinsinden sahte dostları ele aldığı acımasız tarzı anımsamasından, öte yandan da Wolffun, bu aynı sahte dostlara, şimdiye kadar oynadıkları koltuklama oyununu, bundan sonra imkânsız hale getirdiği mertçe konuşmasına duyulan öfkeden kaynaklanıyordu. Gerçek devrim ile gericilik arasında tercih yapma durumunda kalan Vogt, sonuncular ile Reich naibi ve onun bakanları tarafında olduğunu açıkladı -“düşünülebilecek tüm temiz şeyler”in tarafında. Yazık ki gericilik, Bay Vogt’un sözünü bile ettirmiyordu.
Wolff daha aynı gün, milletvekili Wurth von Sigmaringen aracılığıyla Bay Vogt’u tabancalı düelloya, bunu reddetmesi üzerine de dövüşmeye davet etti. Vogt, Wolff a göre bedensel açıdan bir dev olmasına rağmen, kız kardeşinin korumasında meclisten kaçtı ve bundan sonra da onun refakati olmadan hiçbir yerde görünmemeye başladı. Wolff bu yalancı pehlivanla daha fazla uğraşmadı.
Bu olaydan birkaç gün sonra, Meclis, Reich naibi ve onun hükümetinden kaçarak Stuttgarts sığınarak kendini kurtarmasıyla Wolffun yorumlarını doğruladı, bunu herkes biliyor.
* * *
Sonuca geliyoruz. Wolff, Ulusal Meclis’in Württemberg birlikleri tarafından dağıtılması sırasında da Stuttgart’ta görevinde kaldı, ardından Baden’e geldi ve sonunda da, geri kalan mültecilerle İsviçre’ye. İkamet olarak kendisine Zürich’i seçer. Orada kısa süre sonra yine özel öğretmen olarak iş buldu, fakat doğal olarak oradaki birçok yüksek öğrenim görmüş mültecinin güçlü rekabeti ile karşılaştı. Bu durumun doğurduğu kötü yaşam koşullarına rağmen, Wolff, İsviçre’de kalacaktı. Ancak, İsviçre Konfederasyonu Meclisi’nin, Avrupa gericiliğinin emri doğrultusunda, tüm mültecileri, Wolff’un deyimiyle, eziyet ederek, İsviçre’den yavaş yavaş kapı-dışarı etmekte ısrarlı olduğu giderek daha açık bir biçimde ortaya çıkıyordu. Bunun anlamı, büyük çoğunluk için, Amerika’ya göç etmekti ve bu, hükümetlerin istediği bir şeydi. Mülteciler, okyanusun öte yanında oldukları sürece rahatsızlık veremezlerdi. Wolff da sıkça, oraya gitmiş birçok arkadaşının çağırdığı Amerika’ya göç etme düşüncesiyle meşgul oluyordu. “Eziyet” onun için de dayanılmaz hal alınca, Haziran 1851’de, onu alıkoyacağımız Londra’ya yarı karar vermiş olarak geldi. Burada da özel öğretmenlerin rekabeti çok güçlüydü. Wolff, büyük çabasına rağmen, en zorunlu ihtiyaçlarını sağlamakta güçlük çekiyordu. Durumu kötü olduğunda bunu, her zamanki gibi dostlarından olabildiğince gizlemeye çalışıyordu. Buna rağmen 1853 sonuna kadar, onu çok rahatsız eden, yaklaşık 750 mark borca girmek zorunda kaldı ve aynı yılın yazında günlüğüne şu satırları yazdı:
“21 Haziran 1853te doğum günümü neredeyse korkunç bir çaresizlik içinde geçirmek zorundaydım.”
Manchester’de onun gibi mülteci ve Breslau’dan arkadaşı olan bir Alman doktoru, ilişkileri dolayısıyla Wolff’a Manchester’de en azından yaşamını sürdürmeye yetecek kadar kazanmasını sağlayacak özel dersler bulmasaydı, Amerika’ya gitme niyeti bu kez, belki de gerçekleşecekti. Böylece Ocak 1854’te Manchester’e geldi (10). Başlangıçta epeyce sıkıntı çekti. Fakat orada tutunması sağlanmıştı ve çocuklarla anlaşmada ve onların sevgisini kazanmada olağanüstü bir yeteneğe sahip olan Wolff, kısa zamanda Almanlar arasında tanınır tanınmaz etkinlik alanının büyüyeceğini hesaba katabilirdi. Böyle de oldu. Birkaç yıl sonra ihtiyaçlarına göre epey iyi bir maddi duruma ulaşmıştı. Öğrencileri ona tapıyor, dürüstlüğü, sorumluluk duygusu ve neşeli nezaketiyle genci, yaşlısı, İngiliz’inden Alman’ına kadar herkesçe sayılıyor ve seviliyordu. İşinin doğası, çoğunlukla burjuvalarla, yani az ya da çok karşıt politik unsurlarla ilişkiye girmesini gerektiriyordu; ne karakterinden, ne de inancından en ufak bir ödün bile vermemesine rağmen, nadiren de olsa çatışma durumları yaşamak zorunda kalıyordu ve bunları onurlu bir şekilde yaşıyordu. Açık politik bir faaliyet o zamanlar hepimiz için olanaksızdı; gericiliğin yasama yetkisi tarafından susmaya zorlanıyorduk. Yayıncılar bizi, yaptığımız tekliflere olumsuz yanıt vermeye bile değer görmüyordu neredeyse; Bonapartizm tamamıyla sosyalizmi yenmiş görüntüsü veriyordu. Wolff, birkaç yıl boyunca, Manchester’de sahip olduğum tek düşünce yoldaşıydı; bu nedenle hemen her gün görüşmemiz ve orada da, onun, günlük gelişmeleri neredeyse içgüdüsel olarak doğru yorumlayışına hayran kalmam için yeterince olanak bulmam, hiç de şaşılacak bir şey değildi.
Wolff un titizliğini tanıtlamak için tek bir örnek yeter. Bir öğrencisinden, okul kitabından aldığı bir matematik problemini çözmesini istemişti. Öğrencinin verdiği çözümü kitapta verilen anahtarla karşılaştırdığında, öğrencisinin yanıtının yanlış olduğunu söyler. Fakat çocuğun birkaç kontrolden sonra hâlâ aynı sonuca ulaşması üzerine, Wolff problemi kendisi de çözer ve çocuğun haklı olduğunu görür; anahtarda bir baskı hatası bulunuyordu. Wolff, hemen oturur ve kitaptaki tüm problemleri sırasıyla, buna benzer başka hataların olup olmadığını kontrol etmek için çözmeye koyulur: “Bir daha böyle bir şey başıma gelmemelidir!”
Bu özenliliği, daha 55 yaşına gelmeden ölümüne de yol açtı. 1864 ilkbaharında aşırı çalışma sonucu, giderek tamamıyla uykusuzluk doğuran şiddetli baş ağrıları ortaya çıktı. Doktoru o sırada orada bulunmuyordu; bir başkasına ise danışmak istemiyordu. Derslerine bir süre ara vermesi için yapılan tüm ısrarlar sonuçsuz kaldı; bir kez yüklendiği sorumluluğun gereklerini yerine getirmek istiyordu. Ağrılar, dayanılmaz hal alınca arada sırada derslerine ara veriyordu. Fakat geç kalmıştı. Beyne fazla kan dolması sonucu doğan baş ağrıları giderek kötüleşiyor, uykusuzluk kronikleşiyordu. Beyinde bir kan kesesinin patlaması ve art arda gelen beyin kanamaları 9 Mayıs 1864’te ölümüne neden oldu. Ölümüyle, Marx ve ben en sadık dostumuzu ve Alman devrimi yeri doldurulamaz değere sahip bir neferini kaybetti.
DİPNOTLAR
1- Söz konusu olan, 1845/46 yıllarında Marx ve Engels’in üstünde çalıştıkları “Alman İdeolojisi”dir.
2- Yapılan en yeni araştırmalara göre Wolffun doğum yerinin Frankenstein (Zabowice Slaskie) yakınlarındaki Tarnau (Tarnów) değil, Schweidnitz (Swidnica) ilçesine bağlı Tarnau (Tarnawa) köyü olduğu ortaya çıktı. Ve ayrıca Wilhelm Wolff’un kale tutukluluğundan 30 Temmuz 1839’da serbest bırakıldığı saptandı.
3- Bundestag / Ulusal Meclis – Alman Konfederasyonu’nun Avusturya’nın daimi başkanlığında, Frankfurt’ta toplanan ve Alman gericiliğinin direnme üssü haline gelen merkezi organıydı.
4- Demagoglar – Ağustos 1819’da Alman devletleri bakanlarının yaptıkları Karlsbad Konferansının kararlarında, Alman muhalif aydın hareketinin taraftarlarına taktıkları sıfattır. Bu aydınlar, Viyana Kongresi’nden sonraki yıllarda Alman devletlerindeki gerici düzene karşı çıkmışlardı. “Demagoglar” Almanya’nın birleşmesi talebiyle politik gösteriler düzenliyorlardı. “Demagoglar”a karşı mücadele, muhalif hareket. Fransız Temmuz Devrimi’nin (1830) etkisi altında yükseldiğinde yeniden başlatıldı. Bu dönemde Demagoglar üstündeki baskının hukuksal dayanağını Viyana Konferansının (12 Temmuz 1834) sonuç bildirgesinde açıklanan Alman federe devletlerinin “düzenin korunması”na ilişkin ilkeleri oluşturuyordu.
5- Deutsche-Brüsseler Zeitung / Alman Brüksel Gazetesi – Brüksel’de Alman siyasi mültecilerin kurdukları gazete. 3 Ocak 1847’den Şubat 1848’e kadar haftada iki kez olmak üzere yayınlandı.
6- Brüksel Alman İşçileri Derneği — 1847’de Brüksel’de Marx ve Engels tarafından Belçika’da yaşayan Alman işçilerini siyasi olarak bilinçlendirmek ve bilimsel komünizmin düşünceleriyle tanıştırmak amacıyla kuruldu. Marx ve Engels’in ve mücadele yoldaşlarının önderliği altında, dernek, Belçika’daki devrimci proleter güçlerin etrafında toplandığı legal bir merkez haline geldi.
7- Demokrat Topluluk- Köln’de Nisan 1848’de kuruldu. Küçük burjuvaların yanı sıra işçiler de üyeydi. Marx ve Engels, Demokrat Topluluk’a işçiler üzerinde etkinlik kazanmak ve küçük burjuva demokratları daha kararlı tutumlar almaya sevk etmek için katıldılar. Nisan 1849’da Marx ve taraftarlarının bir proletarya partisi kurmaya giriştiklerinde örgütsel olarak da küçük burjuva demokrasisinden ayrılarak Demokrat Topluluk’undan istifa ettiler.
8- Malmö Ateşkesi – 26 Ağustos 1848’de Prusya ve Danimarka arasında yedi aylık bir sure için imzalandı. Schleswig ve Holstein’daki halk hareketi ile Danimarka’ya karşı savaş başlamıştı. Savaş, Alman yurtseverlerinin Almanya’nın birliği uğruna yürüttükleri devrimci mücadelenin bir parçasıydı. Alman devletlerinin hükümetleri -öncelikle Prusya- halkın baskısı karşısında bu savaşa katılmak zorunda kaldı. Gerçekteyse Prusya’nın egemen çevreleri, askeri harekâtları sabote ediyor ve Ağustos 1848’de ihanetçi ateşkesi kabul ediyordu.
9- Marx ve Engels, Mayıs 1848’de Berlin’de “Kral’ın işbirliğiyle” bir anayasa hazırlamak üzere toplantıya çağrılan Ulusal Meclisi, Anayasayı Kararlaştırma Meclisi olarak adlandırıyordu. Bu yöntemin kabul görmesi üzerine, Prusya Ulusal Meclisi halk egemenliği ilkesinden vazgeçti.
10- Marx, Engels ve Jenny Marx’ın mektupları Wolff’un 1853’te Manchester’e göç ettiğini belgeliyor.
(Marx – Engles, Werke, Cilt: 19, Sf: 55-63 ve 83-88, Dietz Verlag, Berlin, 1969)
Mayıs 1994 Sayı
Maymundan insana geçişte emeğin rolü
Kimi “emek en yüce değerdir” der, yasak savmak için ve ne denli gözden çıkarıp dışlamış olsa da, bunu, dilinde, emeğine göstermelik bir saygı sunduğu emekçiyi, burjuvazinin peşine takmanın aracı olarak yuvarlar. Emeğin dönüştürücü gücünden sadece korkan ve emekçiyle birleşmeye yanaşmayan, ama bu gücü kendi amaçları uğruna kullanma çabasından da hâlâ geri durmayan “çağdaş solcu”, bu tutumuyla, siyasette ve sosyal alanda olduğu kadar, başta iktisat olmak üzere bilim ve kültür alanında da faaldir.
Giderek, “emeğin yüceliği”, iyice ucuna getirdiği dilinde, yere düşecek gibi eğreti durmaktadır. Çünkü arada bir yerlerde durmaya çalışarak ve emeği, emekçiyi ve haklarını savunuyor görünerek var olmaya uğraşmak hızla olanaksızlaşmaktadır. Azgınlaşan uluslararası sermaye egemenliği ve tekelci saldırganlık koşulları, kendine, emekle sermaye arasında ortalarda bir yer edinmeyi hem tehlikeli hale getirmekte hem de keskinleşen sınıf çelişkilerinin geçiş renklerini yok etmeye yönelik baskısı altında “uç”lardan birine kapılanmayı dayatmaktadır. Şimdi “çağdaş solcu”nun çoğu, neoliberalizmi düstur edinerek tamamen pervasızlaşan uluslararası sermayeye iltihak etmiştir ya da etme yolundadır. Neoliberal küreselleşmecilik ise ne emek tanımaktadır ne de hak. Bilim ve kültürel alan dâhil her sektör ve kurumu değişim çarkının dişlilerine bağlamada önemli adımlar atmış olan sermaye, artık ne değer yaratıcısı olarak ne insani ve toplumsal bir nitelik olarak emeğin adını anmaktadır. Burjuvazi, teorileri ve sözde bilimsel sözcüleriyle çoktan A. Smith ve D. Ricardo’nun gerisine fırlayıp gitmiştir. Her şeyi egemenlik altına alma ve tüm değerlere el koyma hırsı, emeği bütünüyle yok saymasına varmıştır. Oysa insan, diğer bütün değerleri olduğu gibi kendisini de emeğiyle var etmiştir. Geçmiş hayvanlığından gelecekteki yabancılaşmasını aşmış insansal insana uzanan süreç, bütün toplumsal, bilimsel, kültürel gelişmesiyle birlikte, en başta, bu alanlardaki gelişmelerle yaratıcılık ve üretkenlik düzeyi mükemmelleşen emeğin etkinlik sürecidir. Engels’in “Doğanın Diyalektiği” adlı eserinin bir makalesini oluşturan aşağıdaki yazının, emeğin sadece değer yaratan başlıca kategori oluşu yönüyle değil ama karşılıklı etkileşimi sürecinde düşünce ve bilimsel üretimle ilişkisindeki tayin edici rolü yönüyle de dikkate alınarak okunması yararlı olacaktır inancındayız. Sermaye tarafından çarpıtılıp çürütülen bilim ve sanat, yüzünü, emeğe ve emekçiye dönmedikçe kendi varlık ve gelişme koşulundan yoksun kalacağı gibi, “bilim adamı” ve “sanatçı” da içinde olmak üzere, emek karşıtı her kimse, atamız insansı maymundan ötesine geçememiş olacaktır.
Ekonomi politikçiler, emek bütün zenginliklerin kaynağıdır, der. Gerçekten de bir kaynaktır – ona, zenginliğe çevirdiği materyali sağlayan doğayla birlikte. Ama bundan da sınırsızca daha fazla bir şeydir. O, tüm insan varoluşunun birincil temel koşuludur ve belirli bir anlamda, bu öyle bir ölçüdedir ki, emek insanın kendisini yarattı demek gerekir.
Yüz binlerce yıl önce, jeologların dünya tarihinin üçüncü zaman dönemi dedikleri, henüz kesinlikle saptanamayan bir dönemi sırasında, belki de onun sonlarına doğru, dünyanın tropikal bölgesinde bir yerlerde -muhtemelen şimdi Hint Okyanusunun dibine batmış geniş bir kıta üzerinde- insansı (antropoide) maymunların son derece gelişmiş bir ırkı yaşıyordu. Darwin, atalarımız olması gereken bu maymunların yaklaşık bir betimlemesini bize vermiştir. Bunların bedeni tamamen kıllarla örtülüydü, sakalları ve sivri kulakları vardı ve ağaçlar üzerinde sürü halinde yaşıyorlardı.
Tırmanma, ellere ve ayaklara farklı işlevler kazandırmaktadır ve yaşam tarzları yerde hareket etmelerini gerektirdiğinde, bu maymunlar, yürürken ellerini kullanma alışkanlığını yavaş yavaş bırakmaya, dik biçimde bir yürüyüş kazanmaya başladılar. Böylece, maymundan insana geçişte kesin adım atılmış oldu.
Bugün yaşayan bütün insansı maymunlar dik olarak ayakta durabilirler ve yalnızca iki ayak üzerinde hareket edebilirler; ama bunu, yalnız zorunlu durumlarda ve pek beceriksizce yaparlar. Doğal yürüyüşleri yarı diktir ve yürümek için ellerini de kullanırlar. Çoğu, bükük parmaklarının orta kemiklerini yere dayar ve sakat bir kimsenin koltuk değnekleriyle yürüyüşü gibi bacakları bükük olarak bedenlerini uzun kollan arasında sallandırırlar. Genel olarak, biz, bugün bile, maymunlarda, dört ayak üzerinde yürümeden iki ayak üzerinde yürümeye geçişin bütün evrelerini gözleyebiliyoruz. Ama iki ayak üzerinde yürüme, onlarda, hiçbir zaman geçici bir önlemden öteye geçmemiştir.
Eğer kıllı atalarımızda dik yürüme, önce kural ve daha sonra da zamanı gelince bir gereklilik durumuna geldiyse, herhalde, bu arada, öteki çok farklı işlevlerin ellere aktarılmış olması zorunluluk olmuştur. Zaten maymunlarda, el ve ayakların kullanılış yollarında bazı farklılıklar vardır. Daha önce belirttiğimiz gibi, tırmanmak için, el, ayaktan başka bir biçimde kullanılır. Daha aşağı memeli hayvanların ön pençelerini kullandıkları gibi, el, artık, özellikle besin tutmaya ve devşirmeye yardım eder. Birçok maymun, ağaçlarda yuva ve hatta şempanze gibi, kötü havadan korunmak için dalların arasında çatı yapmakta ellerini kullanırlar. El ile düşmanlarına karşı korunmak için sopaları yakalar, ya da meyveleri ve taşları düşmanlarına fırlatırlar. Yakalandıklarında insanlardan kopya ettikleri birçok basit hareketler için ellerini kullanırlar. Ama insana en çok benzeyen maymunların bile gelişmemiş eli ile yüz binlerce yıllık emek yoluyla son derece gelişmiş insan eli arasındaki farkın ne kadar büyük olduğu burada anlaşılır. Kemiklerin ve kasların sayısı ve genel yapısı, ikisinde de aynıdır; ama en ilkel vahşinin eli, hiçbir maymunun elinin taklit edemeyeceği yüzlerce iş yapar. Hiçbir maymun eli, en kaba taş bıçağını bile asla imal etmemiştir.
Atalarımızın, binlerce yıllık sürede, maymundan insana geçiş döneminde, ellerini yavaş yavaş uyarlamayı öğrendikleri ilk hareketler, ancak en basit işlemler olabilirdi. En ilkel vahşiler, hatta aynı zamanda fiziksel bir gerileme göstererek daha çok hayvana benzer bir duruma dönüşenler bile, bu geçiş dönemi yaratıklarından çok daha üstündür, ilk çakmak taşı insan eliyle bıçak haline getirilinceye kadar, öyle dönemlerden geçilmiştir ki, bizce bilinen tarihsel dönem, onunla karşılaştırılınca önemsiz görünür; Ama asıl adım atılmıştı: el, serbest duruma gelmişti ve artık durmadan yeni beceriler kazanabilirdi. Böylece kazanılan daha büyük esneklik (soup-lesse) kuşaktan kuşağa geçiyor ve artıyordu.
O halde, el, yalnızca emeğin organı değildir, emeğin ürünüdür de. Ancak emeğin, giderek yeni işlemlere uygulanmasıyla, geliştirilmiş kasların, eklemlerin ve daha uzun aralıklarla, kemiklerin kalıtsal yoldan geçmesi, bu kalıtsal inceliğin, yeni, giderek daha karmaşık duruma gelmiş işlemlere, giderek yenilenen biçimde uygulanması, insan elini; Raphael’in tablolarını, Thorwaldsen’in heykellerini, Paganini’nin müziğini yaratabilecek bu yüksek yetkinlik düzeyine kadar getirmiştir.
Ama el, tek başına değildi. O, son derece karmaşık bir organizma bütününün üyelerinden yalnızca biriydi. Ve el için yararlı şey, hizmet ettiği bütün beden için de yararlıdır – hem de iki yoldan.
Birincisi, beden, Darvin’in karşılıklı gelişme yasası diye adlandırdığı yasadan yararlandı. Bu yasaya göre, bir organik varlığın ayrı kısımlarının belirli biçimleri, görünüşte onlarla bağıntısı olmayan öbür kısımların belirli biçimleriyle her zaman bağıntılıdır. Böylece, çekirdeksiz alyuvar hücrelerine sahip ve kafanın iki eklemle (kondil) birinci omura bağlandığı hayvanların istisnasız hepsinde, yavruları emzirmek için süt bezleri vardır. Bunun gibi memeli hayvanlardaki çift tırnaklar, kural olarak, geviş getirmeyi sağlayan kırkbayır ile bağıntılıdır. Belirli biçimlerdeki değişmeler, aradaki bağıntıyı açıklayabilecek durumda olmamamıza karşın, öteki beden kısımlarının biçiminde de değişmelere neden olur. Gözleri mavi olan tamamen beyaz kediler, her zaman, ya da hemen her zaman sağırdır, insan elinin gittikçe yetkinleşmesi ve buna paralel olarak ayağın dik yürüyüşe uyarlanması, hiç kuşkusuz böyle bir karşılıklı gelişme yoluyla organizmanın öteki kısımları üzerinde de etkisini göstermiştir. Bu etki ise, burada bu olguyu genel terimleriyle belirtmekten öte bir şey yapmamızı sağlayacak kadar henüz yeterince incelenmemiştir.
Elin gelişmesinin, dolaysız, gözle görülebilir biçimde organizmanın diğer kısımlarına yaptığı etki çok daha önemlidir. Daha önce belirttiğimiz gibi, bizim maymunsu atalarımız sürü halindeydiler; bütün hayvanların en toplumsalı olan insanın, toplumcul olmayan atadan türemiş olması elbette olanaklı değildir. Doğa üzerindeki egemenlik, elin gelişmesiyle, emek ile başladı ve her yeni ilerleme de, insanoğlunun ufkunu genişletti. İnsan, doğal nesnelerde, sürekli olarak, yeni, o güne kadar bilinmeyen özellikler keşfediyordu. Öte yandan emeğin gelişmesi, karşılıklı dayanışma, ortaklaşa etkinlik durumlarını çoğaltma ve bu ortaklaşa etkinliğin her birey için sağladığı yararın bilincine varma yoluyla toplum üyelerinin birbirine giderek yaklaşmasına zorunlu olarak yardım ediyordu. Kısacası, oluşum geçiren insanlar, birbirlerine söyleyecek bir şeylerinin bulunduğu noktaya eriştiler. Gereksinme kendine bir organ yarattı: maymunun gelişmemiş gırtlağı, durmadan daha gelişmiş modülasyon elde etmek için yapılan modülasyon yoluyla yavaş ama sağlam bir biçimde değişti ve ağız organları, yavaş yavaş birbiri ardından düşünce ifade eden sesler çıkarmayı öğrendi.
Hayvanlarla bir karşılaştırma, dilin kaynağının, emek sürecinden ve emek süreci ile birlikte doğduğu açıklamasının, tek doğru açıklama olduğunu gösterir. En gelişmiş hayvanların birbirlerine iletmek gereksinimini duydukları pek az şey bile, düşünce ifade eden konuşmayı gerektirmez. Doğal ortamda hiçbir hayvan, konuşmamayı ya da insan dilini anlamamayı bir eksiklik olarak duymaz. Ama hayvan, insanlar tarafından evcilleştirilirse, durum çok değişir. Köpek ve at, insanlarla olan ilişkilerinde düşünce ifade eden konuşmaya karşı öyle bir kulak geliştirmişlerdir ki, kavrayış çerçeveleri içinde her dili kolayca anlamayı öğrenirler. Ayrıca eskiden kendilerine yabancı olan, insana bağlılık, minnettarlık vb. gibi duyguları kazanma yeteneği edinmişlerdir. Böyle hayvanlarla fazla ilişkisi olan herkes, birçok durumda konuşamamalarını, onların şimdi ne yazık ki belli bir yönde çok gelişmiş ses organlarının artık ortadan kaldıramayacağı bir eksiklik olarak hissettiğini kabul etmekten kaçınamaz. Ama organın bulunduğu yerde, belirli sınırlar çerçevesinde bu yeteneksizlik bile ortadan kalkabilir. Kuşların ağız organları insanların ağız organlarından alabildiğine farklı olduğu halde, konuşmayı öğrenen tek hayvan kuştur. En çirkin sesli kuş olan papağan, en iyi konuşur. Onun konuştuğu şeyi anlamadığını söylememeli. Salt konuşma ve insanlarla bir arada bulunma zevkinden dolayı bütün sözcük hazinesini saatlerce konuştuğu ve yinelediği doğrudur. Ama kavrayışı çerçevesinde söylediklerini anlamasını da öğrenebilir. Papağana, anlamından bir şey kavrayabileceği küfür sözcükleri öğretin (sıcak ülkelerden dönen denizcilerin en çok hoşlandığı şeylerden biri); onu kızdırın ve küfür sözlerinin Berlinli bir seyyar sebze satıcısı kadar doğru değerlendirmeyi bildiğini hemen göreceksiniz. Şekerleme dilenirken de aynı şeyi yapar.
Önce emek, sonra onunla birlikte dil – bir maymunun beynini etkileyen ve en önemli iki dürtü bunlardır ve bu etki altında maymun beyni, bütün benzerliğine karşın çok daha büyük ve çok daha yetkin bir insan beynine doğru gelişmiştir. Ama beynin gelişimiyle, onun en yakın araçlarının, duyu organlarının gelişimi yan yana gitmiştir. Dilin sürekli gelişimi içinde işitme organının aynı ölçüde incelmesi zorunlu olarak nasıl yan yana gitmişse, bir bütün olarak beynin gelişimine paralel olarak da bütün duyular gelişmiştir. Kartal, insandan çok daha uzağı görür, ama insanın gözü, şeylerde, kartalın gözünden çok daha fazlasını görür. Köpeğin burnu insana göre çok daha keskindir, ama insan için değişik şeyleri ayırmaya yarayan kokuların yüzde birini bile ayırt edemez. Ve maymunun en kaba ilk biçimiyle bile sahip olmadığı dokunma duyusu, ancak bizzat insan elinin gelişimi ile birlikte, emek aracılığı ile gelişmiştir.
Beynin ve ona eşlik eden duyularının gelişmesinin, gittikçe durulaşan bilincin, soyutlama ve sonuç çıkarma yeteneğinin emek ve dil üzerindeki tepkisi, hem emeğe, hem de konuşmaya daha çok gelişme için durmadan yenilenen bir dürtü verdi. Bu gelişme sonunda insan, maymundan ayrılınca, bitiş noktasına gelmedi, değişik zamanlarda, değişik insan topluluklarında, derecesi ve yönü değişerek, hatta orada burada yerel ya da geçici bir gerilemeyle kesintiye uğrayarak, tüm olarak büyük ilerlemeler gösterdi, Oluşumunu tamamlamış insanın ortaya çıkışı ile birlikte sahneye çıkan yeni bir öğe, yani toplum bu gelişimi hem güçlü bir biçimde hızlandırdı ve hem de bu gelişime daha kesin bir yön verdi.
Kuşkusuz, ağaca tırmanan maymunlar topluluğundan bir insan toplumu oluşuncaya kadar yüz binlerce yıl -dünya tarihi içinde insan yaşamının bir saniyesine eşdeğer- geçti. (Bu konuda önde gelen bir otorite olan Sir W. Thomson, üzerinde bitkilerin ve hayvanların yaşayacağı kadar dünyanın soğuduğu zamandan bu yana yüz milyon yıldan ancak biraz daha fazla bir zaman geçmiş olabileceğini hesaplamıştır. (Engels’in notu.)) Ama sonunda bu da oldu. Maymun sürüsü ile insan toplumu arasında karakteristik ayrım olarak gene ne buluruz? Emek. Maymun sürüsü coğrafi durumun ya da komşu sürülerin direncinin ona tanıdığı beslenme bölgesinde otlanmakla yetiniyordu, yeni bir yemlenme alanı elde etmek için yürüyüşlere ve savaşımlara girişiyordu ama yemlenme bölgesinde doğanın sağladığından, farkına varmadan kendi döküntüleriyle gübrelendiği toprağın verdiğinden fazlasını elde edecek durumda değildi. Bütün beslenme bölgeleri dolunca, maymun nüfusunda artış da olamazdı. Olsa olsa hayvanların sayısı aynı kalabilirdi. Ancak bütün hayvanlar, son derece fazla yiyecek maddesi israf ederler. Bunun yanı sıra yetişmekte olan bir yiyecek maddesini, filiz halindeyken öldürürler. Kurt, avcının tersine, ertesi yıl ona yavrular verecek olan dişi geyiği esirgemez. Yunanistan’da taze çalıları büyümeden kemiren keçiler, ülkenin dağlarını kelleştirmiştir. Hayvanların bu “yağma ekonomisi”, kanlarının farklı bir kimyasal bileşim edinmesi sayesinde, onları, alışılagelmiş besinden başkasına uymaya zorlayarak, türlerin yavaş yavaş değişmesinde önemli bir rol oynar ve uyum gösterememiş türler yok olup giderlerken, tüm fiziksel yapı giderek değişir. Atalarımızın maymundan insana geçişine, bu yağma ekonomisinin güçlü bir biçimde katkıda bulunduğundan kuşku duyulamaz. Zekâ ve uyarlanabilirlik yetisi bakımından öteki ırklardan çok ilerde olan bir maymun ırkında yağma ekonomisi, yiyecek bitkilerinin sayısının sürekli olarak çoğalmasına ve bu bitkilerin yenebilecek kısımlarının tüketilmesine yol açmış olmalıdır. Kısacası yiyecekler giderek çeşitlenmiş ve bununla birlikte maymundan insana geçişin kimyasal öncüleri olan ve bedene giren maddeler de çeşitlenmiştir. Ama bütün bunlar, sözcüğün gerçek anlamıyla emek değildi henüz. Emek, alet oluşturmakla başlar. Bulabildiğimiz en eski aletler nelerdir? Tarih öncesi insanların keşfedilmiş kalıntılarına ve şimdiki en ilkel insanların ve en eski tarih çağlarındaki insanların yaşayış biçimine göre en eski olan aletler nelerdir? Bunlar, avcılık ve balıkçılık aletleridir; birinciler aynı zamanda silah yerine geçerler. Avlanma ve balıkçılık ise, salt bitkiyle beslenmeden, etin de yenmesine geçişi öngörür. Ve bu, maymunların insana geçiş sürecinde bir başka önemli adımdır. Et yemek, organizmanın metabolizma için gerektirdiği en önemli maddelerin hemen hazır bir durumda bulunmasını da sağlıyordu; aynı zamanda, sindirim için gerekli süreyi kısaltarak, bitkicil yaşamınkine uygun düşen öbür bitkisel beden süreçlerini de kısaltıyor ve böylece gerçek anlamda hayvan yaşamına uygun etkin belirtiler için daha çok zaman, daha çok madde ve daha çok istek kazandırıyordu. Oluş halindeki insan, bitkiden uzaklaştıkça, aynı ölçüde de hayvanın üstüne çıkıyordu. Et yanında bitkiyle beslenmeye de alışma, vahşi kedi ve köpekleri nasıl insanın uşağı yapmışsa, bitki yeme yanında etle beslenmeye alışma da, oluş halindeki insana beden gücü ve bağımsızlık vermekte büyük rol oynamıştır. Ancak, etle beslenme, etkisini en çok, beslenmesi ve gelişmesi için gerekli olan maddeleri şimdi eskisinden daha çok sağlayan ve bu nedenle de kuşaktan kuşağa daha hızlı ve daha yeterli gelişebilen, beyin üzerinde göstermişti. Yalnız bitkisel yiyecek alan insanlara olan saygımız bir yana, insan, etle beslenmeseydi, varlığına ulaşamazdı ve eğer etle beslenme de, tanıdığımız bütün halklarda şu ya da bu zamanda yamyamlığa neden olmuşsa (Berlinlilerin ataları olan Weletabianlar ya da Wilzianlar 10. yüzyılda bile ana-babalarını yiyorlardı), bunun bugün bizim için bir önemi yoktur.
Et yemek, çok önemli iki yeni ilerleme sağladı: ateşin kullanılması ve hayvanların evcilleştirilmesi. Birincisi, yemeği nerdeyse yarı-sindirilmiş durumda ağza getirerek, sindirim sürecini daha da kısalttı, ikincisi de avcılık yanında yeni ve daha düzenli bir beslenme kaynağı açarak, daha bol et elde etmeyi sağladı. Ayrıca, süt ve süt ürünleriyle, madde karışımları bakımından en azından etle aynı değerde bir yeni yiyecek maddesi getiriyordu. Bu iki ilerleme, insan için yeni kurtuluş araçları demekti. Bunların insanın ve toplumun gelişmesi için çok önem taşımasına karşın, dolaysız etkilerinin ayrıntılarına kadar inmek, bizi alanımızın çok dışına çıkartır.
İnsan, bütün yenebilen şeyleri yemesini nasıl öğrenmişse, her iklimde yaşamasını da öğrenmiştir. Barınılabilir dünyanın tümüne yayıldı ve kendi gücüyle bunu tam anlamıyla, başarabilecek tek hayvandı: Bütün iklimlere alışmış öteki hayvanlar, ev hayvanları ve haşarat, bunu kendiliğinden değil, ancak insanı izleyerek öğrenmişlerdir. Her zaman sıcak olan anayurt ikliminden daha soğuk bölgelere, yılın yaza ve kışa bölündüğü yerlere geçiş, soğuktan ve ıslanmaktan korunmak için ev ve giyim gibi yeni gereksinmeler, yeni çalışma alanları, insanı hayvandan durmadan uzaklaştıran yeni etkinlik biçimleri ortaya çıkardı.
Elin, konuşma organlarının ve beynin birlikte eylemiyle yalnızca her bireyde değil, aynı zamanda toplumda da, insanlar, giderek daha karmaşık işleri yapabilecek, giderek daha yüce hedeflere yönelecek ve erişecek güce ulaştı. Emek de kuşaktan kuşağa değişti, daha yetkin ve çok yönlü duruma geldi. Avcılığa ve hayvancılığa tarım, tarıma örgücülük ve dokumacılık, metallerin işlenmesi, çömlekçilik, gemicilik eklendi. Ticaret ve sanayinin yanı sıra, en sonu sanat ve bilim ortaya çıktı, kabileler, uluslar ve devletler halinde değişti; hukuk ve siyaset gelişti; bunlarla birlikte insan kafasında insani şeylerin gerçeği aşan yansıması ortaya çıktı: din. Önce kafanın ürünü olarak ortaya çıkan ve insan toplumlarına egemen gibi görünen bütün bu oluşumlar karşısında, çalışan elin daha mütevazı ürünleri arka plana geçti, bu, emeği planlayan kafa henüz ilk başlangıç durumundaki toplumsal gelişme basamağında (örneğin ilkel bir aile durumunda), kendisininkinden başka ellerle planlanmış emeğe sahip olabildiği ölçüde daha fazla oldu. Toplumun hızlı gelişmesinin bütün kazançlar; zihne, beynin gelişmesine ve etkinliğine dayandırıldı; insanlar, etkinliklerini, gereksinmeleriyle açıklamak (gene de bunlar zihinde yansır ve bilinçleşir) yerine, düşünceleriyle açıklamaya alıştılar. Böylece, zamanla, özellikle antik dünyanın batışından bu yana zihinleri etkilemiş olan idealist dünya görüşü oluştu. Bu idealist dünya görüşü, insanlara hâlâ o kadar egemendir ki, Darwinci okulun en materyalist doğa bilimcileri bile, insanın kökeni konusunda hâlâ herhangi bir duru görüş oluşturmaktan acizdirler, çünkü bu ideolojik etki altında, bu konuda emeğin oynadığı rolü kavramıyorlar.
Yukarıda belirtildiği gibi, hayvanlar, etkinlikleri yoluyla, insanın yaptığı ölçüde olmasa bile aynı biçimde çevreyi değiştirirler ve bu değişiklikler, gördüğümüz gibi, bu kez de başka etkiler doğurur ve onları oluşturanları değiştirirler. Çünkü doğada hiçbir şey ayrı ayrı oluşmaz. Her şey, diğerlerini etkiler ve diğerlerinin etkisi altında kalır ve çoğu zaman da, doğa bilimcilerin en basit şeyleri bile açıkça görmesini önleyen, bu çok yönlü hareketin ve karşılıklı etkilerin unutulmasıdır. Keçilerin Yunanistan’ın yeniden ormanlaşmasını nasıl önlediklerini gördük. St. Helen adasında buraya ilk gelenlerin getirdikleri keçiler ve domuzlar, adanın eski bitkilerinin tamamen kökünü kazımayı başarmışlardır. Böylece daha sonraki gemicilerin ve göçmenlerin getirdikleri bitkilerin yayılması için ortam hazırlamışlardır. Ama hayvanların çevreleri üzerinde yaptıkları sürekli etkileme bir niyete dayanmaz ve hayvanların kendisi için de bir rastlantıdır. Ancak insanlar hayvandan uzaklaştıkça, onların doğa üzerindeki etkisi giderek daha çok düşünülmüş, planlanmış, belirgin ve önceden bilinen hedeflere yönelmiş bir eylem niteliği alır. Hayvan, bir yerin bitkilerini, ne yaptığını bilmeden yok eder. İnsan, bunları, boş kalan toprağa tarla ürünleri ekmek ya da kendisine ekilenin birkaç katını getirebileceğini bildiği ağaçlar ve bağlar yetiştirmek için yok eder. Yararlı bitkileri ve ev hayvanlarını bir yerden bir yere taşır, böylece dünyanın her yanında bitkileri ve hayvan yaşamını değiştirir. Bunun da ötesine gider. Yapay üretme yoluyla bitki ve hayvanlar insan eliyle o kadar değiştirilmişlerdir ki, tanınmaz duruma gelmişlerdir. Tahıl cinslerinin kökeni olan yabani bitkileri artık bulmak olanaksızdır. Kendi aralarında bile çok değişik olan köpeklerimizin, hangi vahşi hayvanlardan ya da çok sayıda ırkları bulunan atların, nereden geldiği bugün bile tartışma konusudur.
Söylemeye gerek yok ki, hayvanların yöntemli, önceden tasarlanmış biçimde hareket etme yeteneğini tartışmak bizim için söz konusu değildir. Tersine, protoplazmanın, canlı albüminin bulunduğu ve tepki gösterdiği, basit de olsa belirli hareketlerin, dıştan gelen belirli uyarmaların sonucu olarak oluştuğu her yerde embriyon halinde yöntemli hareket tarzı vardır. Böyle bir tepki, sinir hücresi bir yana, hiçbir hücrenin bulunmaması durumunda bile oluşur. Böcek yiyen bitkilerin avını yakalama yolu da, tamamen bilinçsiz olmakla birlikte, bir bakıma yöntemli gibidir. Hayvanlarda bilinçli ve yöntemli eylem yeteneği, sinir sisteminin gelişmesi oranında gelişir ve memeli hayvanlarda yüksek bir düzeye erişir. İngiltere’de yapılan tilki avı sırasında, tilkinin kendisini kovalayanlardan kaçmak için, çok üstün yer saptama bilgisini kullanmayı nasıl becerdiğini, her yeri ne kadar iyi tanıdığını ve bu yerleri kovalamacayı kesmek için nasıl kullandığını her gün gözlemek olanaklıdır. İnsanla birlikte oluşu dolayısıyla çok gelişmiş ev hayvanlarımız arasında, insan çocuklarıyla aynı aşamaya kadar varan kurnazlık durumlarını her gün görebiliriz. Çünkü insan embriyonunun ana rahmindeki gelişmesinin tarihçesi, hayvan olan atalarımızın, solucandan başlayarak milyonlarca yıl sürmüş bedensel gelişme tarihinin kısa bir yinelenmesi olduğu gibi, bir çocuğun ruhsal gelişmesi de aynı atalarımızın, hiç değilse daha sonrakilerin düşünsel gelişmesinin daha kısa bir yinelenmesinden başka bir şey değildir. Ama bütün hayvanların bütün yöntemli eylemi, dünyaya, onların iradesinin damgasını vurmayı sağlayamamıştır. Bunu, insan yapmıştır.
Kısacası, hayvan dış doğadan yalnızca yararlanır ve salt varlığı ile onda değişiklikler oluşturur; insan onda değişiklikler oluşturarak, amaçlarına yarar duruma sokar, ona egemen olur. insanın öteki hayvanlardan son ve temel farkı budur, bu farkı oluşturan da gene emektir. (Elyazmasının kenarına kurşun kalemle şu not edilmiştir: “Soylulaştırma”. -Ed.)
Bununla birlikte, doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır. Her zaferin beklediğimiz sonuçları ilk planda sağladığı doğrudur, ama ikinci ve üçüncü planda da büyük çoğunlukla ilk sonuçları ortadan kaldıran, bambaşka, önceden görülmeyen etkileri vardır. Mezopotamya, Yunanistan, Küçük Asya ve başka yerlerde işlenecek toprak elde etmek için ormanları yok eden insanlar, ormanlarla birlikte nem koruyan ve biriktiren merkezlerin ellerinden gittiğini, bu ülkelerin şimdiki çölleşmiş durumuna zemin hazırladıklarını akıllarına hiç getirmiyorlardı. Alplerdeki İtalyanlar, dağların kuzey yamaçlarında dikkatle korunan çam ormanlarını güney yamaçlarında yok ederken, bölgelerinde sütçülük sanayinin köklerini kazıdıklarını sezemiyorlardı. Böylece, yılın büyük kısmında, dağlardaki kaynakların suyunu kuruttuklarını, aynı zamanda da yağmur mevsiminde azgın sel yığınlarının ovaları basmasına neden olduklarını hiç bilemiyorlardı. Avrupa’da patatesi yayanlar, nişastalı yumrularla birlikte, sıraca hastalığını yaydıklarını bilmiyorlardı, işte böylece her adımda anımsıyoruz ki, hiçbir zaman, başka topluluğa egemen olan bir fatih, doğa dışında bulunan bir kişi gibi, doğaya egemen değiliz; tersine, etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız, onun tam ortasındayız, onun üzerinde kurduğumuz bütün egemenlik, başka bütün yaratıklardan önce onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip olmamızdan öte gitmez.
Ve aslında her geçen gün bu yasaları daha doğru anlamayı öğreniyor, doğanın geleneksel akışına yaptığımız müdahalelerin yakın ve uzak etkilerinin farkına varıyoruz. Özellikle yüzyılımızda doğa bilimin sağladığı büyük ilerlemelerden sonra hiç değilse günlük üretim ekinliklerimizin en uzak doğal etkilerini bile öğreniyor ve onların farkına varabilecek ve dolayısıyla onları denetleyebilecek bir durumda bulunuyoruz. Ama bu ilerlemeler ölçüsünde insanlar, doğa ile olan iç içe durumlarını yalnızca sezme/f/e dalmıyor, daha iyi de öğreniyorlar; Avrupa’da klasik çağın bitiminden bu yana ortaya çıkan ve Hıristiyanlıkta en yüce gelişme noktasına varan, düşünce ile madde, insan ile doğa, ruh ile beden arasında bir karşıtlığın, bu anlamsız ve doğaya aykırı düşüncesi bu ölçüde olanaksız duruma geliyor.
Üretime yönelmiş etkinliklerimizin en uzak doğal etkilerini hesaplamayı bir dereceye kadar öğreninceye dek, binlerce yıllık bir emek gerekli olmuşsa da, bu eylemlerin daha uzak toplumsal etkileri bakımından bu iş çok daha güç olmuştur. Patatese ve onunla birlikte yayılan sıraca hastalığına değindik. Oysa işçilerin yiyeceklerinin yalnız patatese indirgenmesinin bütün ülkelerin halk yığınlarının yaşayış durumu üzerinde yaptığı etkilerle, 1847 yılında patates hastalığı dolayısıyla İrlanda’nın uğradığı, yalnızca ve yalnızca patates yiyen bir milyon İrlandalıyı mezara yollayan ve iki milyonunu da denizaşırı ülkelere göç etmeye zorlayan açlıkla karşılaştırıldığı zaman, sıraca hastalığı nedir ki? Araplar alkol damıtmayı öğrendikleri zaman, o zamanlar henüz keşfedilmemiş olan Amerika’nın asıl yerlilerinin ortadan kalkmasına yarayan başlıca silahlardan birini oluşturduklarını düşlerinde bile görmemişlerdi. Ve sonradan Kolomb, Amerika’yı keşfettiğinde, Avrupa’da çok önceleri yenilgiye uğrayan köleliği yeniden canlandırmakta ve Zenci ticaretinin temelini atmakta olduğunu bilmiyordu. 17. ve 18. yüzyıllarda, buhar makinesinin yapımı üzerinde çalışan insanlar, başka her şeyden daha çok tüm dünyanın toplumsal ilişkilerini kökten değiştiren ve özellikle Avrupa’da, zenginliğin azınlık tarafında ve yoksulluğun büyük çoğunluk tarafında yoğunlaşmasını, önce burjuvazinin toplumsal ve siyasal egemenlik elde etmesini, sonra da burjuvazi ile proletarya arasında, ancak burjuvazinin yıkılması ve bütün sınıf karşıtlıklarının ortadan kalkmasıyla sona erebilecek olan bir sınıf savaşımını ortaya çıkaran aracı hazırladıklarından habersizdiler. Ama bu alanda da yavaş yavaş, uzun ve çoğunlukla sert deneyler, tarihsel malzemenin toplanması ve incelenmesi sonucu, üretim etkinliğimizin dolaylı, daha uzak toplumsal etkileri konusunda aydınlığa varmayı öğrenmekteyiz; böylece, bu etkileri denetleme ve onları düzenleme olanağına da kavuşuyoruz.
Bu düzenlemeyi gerçekleştirmek için de; salt bilgiden başka şeyler gereklidir. Bunun için bugüne kadarki üretim tarzında ve onunla birlikte tüm toplumsal düzenimizde tam bir devrim gereklidir.
Şimdiye dek var olmuş bütün üretim tarzları, ancak emeğin en yakın, en dolaysız yararlı etkisine ulaşmayı hedef almıştır. İlerde ortaya çıkan, yavaş yavaş yinelenerek ve yığılarak etkili duruma gelen daha sonraki sonuçlar tamamen ihmal edilmiştir, Toprağın ilkel ortak mülkiyeti, bir yandan, ufukları genel olarak sınırlı olan insanların gelişme düzeyine tekabül ediyor, öte yandan ise, bu en ilkel ekonominin olası kötü sonuçları karşısın da, belirli bir telafi olanağı sağlayan, işlenebilir fazla toprağı gerektiriyordu. Bu toprak fazlalığı tükenince, ortak mülkiyet de son buluyordu. Oysa daha ileri bütün üretim tarzları, nüfusun çeşitli sınıflara bölünmesine ve bununla birlikte de egemen ve ezilen sınıflar arasındaki karşıtlığa götürüyordu; ama aynı zamanda; egemen sınıfların çıkarları üretimin itici unsuru haline geldi, çünkü üretim, artık ezilen halkın en temel tüketim araçlarının sağlanmasıyla sınırlı değildi. Bu, bugün batı Avrupa’da egemen olan kapitalist üretim tarzı içinde, en iyi biçimde yerine getirildi. Üretime ve değişime egemen olan bireysel kapitalistler, yalnızca etkinliklerinin en yakın yararlı etkileriyle ilgilenebilmektedirler. Hatta bu yararlı etki bile -üretilen ya da değişilen malın yararlılığı söz konusu olduğu ölçüde- tamamen arka plana geçer; satıştan elde edilecek kâr, tek itici güç olur.
Burjuvazinin toplumsal bilimi, klasik ekonomi politik, daha çok yalnız üretim ve değişim alanlarındaki insan eylemlerinin gerçekten tasarlanmış toplumsal etkilerini ele alır. Bu, onun teorik olarak ifade ettiği toplumsal düzene tamamen uygundur. Kapitalistler, doğrudan doğruya kâr için üretim ve değişim yaptıklarından, ilk planda yalnızca en yakın, en dolaysız sonuçlar hesaba katılmalıdır. Bir fabrikatör ya da tüccar, ürettiği ya da satın aldığı metaı normal bir kârla satarsa, durumdan hoşnuttur ve metaın ve alıcısının sonradan ne olacağı onu ilgilendirmez. Bu etkinliklerin doğal etkileri için de aynı şey geçerlidir. Küba’da dağ yamaçlarındaki ormanları yakarak en verimli kahve ağacının bir kuşağına yetecek gübreyi bunların külünden sağlayan İspanyol tarımcılarını, sonradan şiddetli tropikal yağmurların artık korunamayan üst toprak tabakasını alıp götürmesi ve geriye yalnız çıplak kayalar bırakması ilgilendirir miydi? Bugünkü üretim tarzında, toplum karşısında olduğu gibi doğa karşısında da, daha çok, doğrudan ve elle tutulur sonuç dikkate alınır. Sonradan da, buna yönelmiş etkinliklerin en uzak etkilerini tamamen değişik ve tamamen ters düşen öteki sonuçlarından dolayı, arz ve talep dengesinin, her on yılda bir sanayi çevriminin gösterdiği ve hatta Almanya’nın da bu “çöküntü”de bütün deneyimini biraz daha önce geçirdiği gibi, çok tersine dönüşmesinden dolayı; kişinin kendi emeği üzerine kurulu özel mülkiyetin, zorunlu olarak, işçilerin mülksüzleştirilmeleri yönünde gelişmesi, buna karşılık bütün zenginliklerin giderek işçi olmayanların elinde toplanmasından dolayı şaşakalırlar. (…) (Elyazması burada kesiliyor. -Ed.)
F. Engels, Doğanın Diyalektiği
Çev: Arif Gelen, Sol Yayınları,
Ankara 1996, sf. 186–200.
Haziran 2001
“İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu”ndan
Lord Ashley’in, 15 Mart 1844’de Avam Kamarası’nda on saatlik çalışmaya ilişkin yasa tasarısını takdim ettiği konuşmasından bazı ifadeleri ele alalım. Lord Ashley burada, işçilerin cinsiyet ve yaş durumlarına ilişkin bazı bilgiler veriyor… 1839’da Britanya İmparatorluğu’ndaki fabrikalarda çalışan 419.590 işçinin 192.887’si ya da yaklaşık yarısı on sekiz yaşın altındaydı ve 242.296 kadın işçiden 112.192’si on sekizinden küçüktü. Böylece geriye on sekiz yaşın altında 80.695 erkek işçi ve 96.599 yetişkin erkek işçi kalıyor, yani toplam rakamın dörtte biri bile değil. Pamuk fabrikalarında çalışan tüm işçilerin yüzde 56.25’i; yün atölyelerindekilerin yüzde 69.5’i; ipek ve keten imalathanelerindekilerin yüzde 70.5’i kadındır. Bu rakamlar, yetişkin erkek işçilere yer kalmadığını doğruluyor. Bu gerçeği teyit etmek için sadece en yakın fabrikaya gitmeniz yeter. Onlara dayatılan tersine çevrilmiş toplumsal düzen sonucu ortaya çıkan zorunluluğun getirdikleri işçiler üzerinde oldukça yıkıcı etki yaptı. Kadınların çalışması aileyi parçalıyor; kadın her gün on iki ya da on üç saatini fabrikada geçirirken kocası da aynı süre içinde orada veya başka bir yerde çalıştığı zaman, çocukların hali ne olur? Yaban otları gibi büyüyorlar; haftada bir şilin ya da on sekiz peni karşılığında bakıcıya bırakılıyorlar ve nasıl muamele gördüklerini tahmin edebilirsiniz. Fabrika bölgelerinde küçük çocukların kurbanı olduğu kazalar, korkunç boyutlarda bir artış gösterdi. Sanayi şehri olmayan Liverpool’da on iki ay içinde ölümle sonuçlanmış 146 kaza meydana gelirken; Manchester’da sebebi bilinmeyen ölüm olaylarını inceleyen memurun kayıtlarına göre 9 ayın listesi şöyle: … toplam 215 ölümlü kaza vakası. (1842’de Manchester’da revire getirilen hastaların 189’u yanık vakasıydı. Ne kadarının ölümle sonuçlandığı belirtilmemiş). Her ikisinde de maden kazaları dahil edilmemiştir. … Manchester Guardian, hemen her sayısında, bir veya daha fazla yanarak ölüm haberi veriyor. Küçük çocukların ölüm oranının, annelerin çalışmasıyla arttığı apaçık ortadadır ve acı gerçekler bu konuda hiçbir şüpheye mahal vermiyor. Kadınlar çoğunlukla loğusalıklarının üç veya dördüncü gününde fabrikaya dönerler, tabii bebeklerini bırakarak. Akşam yemek saatinde eve dönüp çocuklarını yedirmek ve kendileri de alelacele bir şeyler yemek zorundalar ve bu koşullarda bebeklerini nasıl emzirdiklerini tahmin etmek hiç de zor değil. Lord Ashley, pek çok kadın işçinin sözlerini şöyle aktarıyor:
“Yirmi yaşındaki M.H.’nin iki çocuğu var; küçük bebeğe biraz daha büyük olan diğeri bakıyor. Anne sabah 5’i biraz geçe fabrikaya gidiyor ve akşam eve 8’de dönüyor; bütün gün göğüslerinden damlayan süt elbisesini ıslatıyor.” “H.W.’nin üç çocuğu var. İşe pazartesi sabah 5’de gidip cumartesi akşam dönüyor; çocuklar için yapılacak o kadar çok şey var ki sabah 3’den önce yatamıyor. Çoğunlukla iliklerine kadar ıslanmış oluyor ve bu durumda çalışmak zorunda kalıyor. Diyor ki:”Göğüslerim bana korkunç acı veriyor ve akan sütten sırılsıklam oluyorum.”
Bu rezil sistem, çocukların sakinleştirilmesi için uyuşturucu kullanımını teşvik ediyor ve bu durum fabrika bölgelerinde çok yaygın; Manchester’da baş müfettiş olan Dr. Johns’a göre, katılmalarla gelen ölüm olaylarının başlıca nedeni, bu alışkanlık. Kadının çalışması kaçınılmaz olarak aileyi çözüyor ve bu çözülme, aileye dayalı bugünkü toplumumuzda, çocuklar için olduğu kadar ana babalar için de moral bozucu sonuçlara yol açıyor. Çocuğuyla uğraşmaya, ona ilk yılında ihtiyacı olan şefkati göstermeye zamanı olmayan, çocuğunu çok az gören bir anne, onun için gerçek bir anne olamaz, kaçınılmaz bir biçimde çocuğuna karşı duygusuzlaşır, ona bir yabancı gibi sevgisiz davranır. Bu koşullarda büyüyen çocukların gelecekteki aile yaşamları da bozuk olur; hep yalnızlığa alıştıklarından kendi kurdukları ailede de bir yuva sıcaklığını hissedemez ve böylece genel olarak işçi ailesinde var olan çözülmeye katkıda bulunurlar. Benzer bir çözülme, çocukların çalışma yaşamına girmesi ile de ortaya çıkar. Çocuklar haftalık olarak, ailelerin kendileri için harcadığından daha fazlasını kazanmaya başladığında, ana babalarına barınma ve beslenme için bir miktar para vermeye ve kalanını kendileri için saklamaya başlarlar. Bu, genellikle on dört, on beş yaşlarından itibaren görülür. Sözün kısası, çocuklar kendilerini kurtarır ve baba ocağını ekseriya hoşlarına gitmediğinde değiştirdikleri bir pansiyon gibi kullanırlar.
Pek çok hadisede, kadının çalışması ile aile bütünüyle dağılmaz ama ilişkiler tersine döner. Kadın ailenin geçimini sağlar, koca ise evde oturur, çocuklara bakar, temizlik yapar ve yemek pişirir. Bu çok sık görülen bir durumdur: yalnız Manchester’da ev işlerine mahkum böyle yüzlerce erkekten söz edilebilir. Diğer toplumsal koşullar değişmeden kalırken, aile içindeki tüm ilişkilerin böyle tersine dönmesinin erkek işçiler arasında yarattığı öfkeyi tahmin etmek hiç de güç değil. Bir İngiliz erkek işçinin Oastler’a yazdığı mektup önümde duruyor: …
Bu işçi mektubunda, başka bir işçi arkadaşının avare avare dolaşırken, Lancashire’da St.Helens’e geldiğini ve orada eski bir arkadaşını aradığını anlatıyor. Onu sefil, nemli ve çok az eşyası olan bir bodrum katında buluyor:
“Zavallı arkadaşım içeri girdiğinde, zavallı Jack’i ateşin yanında otururken bulduğunda, Jack ne yapıyordu dersiniz? Oturmuş tığ ile karısının çoraplarını onarıyordu; eski arkadaşını kapıda görür görmez elindekileri gizlemeye çalıştı. Fakat Joe, bu benim arkadaşımın adı, onu görmüştü ve dedi ki: “Jack, sen ne yapıyorsun? Karın nerede? Bu senin işin mi?” Zavallı Jack utandı ve dedi ki:” Değil elbette. Bunun benim işim olmadığını biliyorum, fakat zavallı karım fabrikada; her sabah beşbuçukta evden çıkıyor ve akşam sekize kadar çalışıyor, eve geldiğinde öylesine bitkin oluyor ki bir şey yapacak hali kalmıyor; bu yüzden onun için elimden geleni yapmak zorundayım. Üç yılı aşkın bir zamandır işsizim ve yaşadığım sürece artık bir işim olmayacak.” Ve ardından göz yaşlarına boğuldu. Ardından şunları söyledi: “Buralarda kadınlar ve çocuklar için yeteri kadar iş var, fakat erkekler için yok. …”
Bu mektupta anlatılanlardan daha akıldışı bir durum hayal edilebilir mi? Erkeği cinsiyetsizleştiren ve kadını kadınlığından eden, ne kadını ne de erkeği karşı cinse gerçek bir kadınlık ve erkeklik sunamaz duruma getiren, her iki cinsi dolayısıyla da insanlığı en utanç verici biçimde alçaltan bu durum, o pek övgüye değer uygarlığımızın en son marifeti ve kendilerinin ve gelecek nesillerin durumunu düzeltmek için yüzlerce nesil tarafından verilen tüm çaba ve mücadelelerin en son başarısıdır. Ya tüm emeğimizin ve uğraşlarımızın böyle anlamsızca sonuçlandığına bakıp insanlıktan, onun amaç ve çabalarından ümidi keseceğiz; ya da insan toplumunun bugüne kadar kurtuluşu yanlış bir yönde aradığını kabul edeceğiz. Cinsiyetlerin konumlarının böyle tamamen tersine çevrilmesinin, cinsiyetlerin baştan yanlış konumlandırılmasından kaynaklandığın kabul etmemiz gerekir. Eğer fabrika sisteminin kaçınılmaz olarak ortaya çıkardığı erkek üzerindeki kadın hakimiyeti insanlık dışıysa, o zaman önceki durum, yani kocanın kadın üzerindeki hakimiyeti de bir o kadar insanlık dışıdır. Kadın şu andaki hakimiyetini, evin ortak geçiminin büyük bir kısmını, hatta tümünü sağladığı gerçeğine dayandırıyorsa, buradan çıkacak zorunlu sonuç şudur; aile üyelerinden biri daha çok katkı sağladığı için tiksindirici bir şekilde övünüyorsa bu mülkiyet birliği, gerçek ve rasyonel bir birlik değildir. Bugünkü toplumumuzda aile böyle çözülüyorsa, bu çözülme, ailenin temelini oluşturan bağın aile sevgisi değil, mülkiyet birliği görüntüsü altında gizli gizli hüküm süren özel çıkarlar olduğunu gösterir . Aynı ilişki, beslenme giderlerine doğrudan katkıda bulunamayan işsiz ebeveynlerine destek olan çocukların bir kısmında da görülüyor. Zaten Dr. Hawkins, Fabrika İnceleme Komisyonu Raporu’nda, bu ilişkinin başta Manchester olmak üzere çok yaygın olduğunu ortaya koydu. Bu durumdaki çocuklar daha önce belirttiğimiz kadınlar gibi evin reisi pozisyonundalar. Lord Ashley konuşmasında bunun da bir örneğini veriyor: Adamın biri iki kızını meyhaneye gittikleri için azarlamış. Onlar da ona artık emir almaktan bıktıklarını söyleyip “Allah seni kahretsin, sana bakmak zorundayız” demişler. Kazandıklarını kendileri için saklamaya kararı veren çocuklar, baba evini terk etmişler ve ebeveynlerini kaderleriyle baş başa bırakmışlar.
Fabrikalarda büyüyen evlenmemiş kadınların durumunun, evli olanlardan daha iyi olduğu söylenemez. Zaten kimse dokuz yaşından beri fabrikada çalışan bir kız çocuğunun ev işlerinden anlamasını da bekleyemez. Kaldı ki kadın işçilerin durumu, ev kadını olarak tümüyle deneyimsiz olduklarını ve bu işe uygun olmadıklarını doğruluyor. Onlar ne örgü, dikiş, yemek ve çamaşır yıkamayı ne de ev kadınının en sıradan görevlerini biliyorlar. Bakmaları gereken küçük çocukları olduğunda ise, en ufak bir fikirleri bile olmuyor bu konuda. …
Ancak bu daha buzdağının su üstündeki kısmı. Kadınların fabrikalarda çalıştırılmasının ahlaki sonuçları çok daha kötü. Hem akli hem de ahlaki yönden eğitimsiz olan her iki cinsten ve her yaştan insanları tek bir odaya toplamak, küçücük bir yere tıkıştırmak ve kaçınılmaz temaslar, kadın karakterinin uygun bir şekilde gelişmesini hesaba katmaz. Fabrikatör, tabii eğer ilgilenirse, olaylar skandal boyutuna vardığı zaman müdahale eder sadece; kötü karakterli kişilerin daha ahlaklı ve özellikle daha genç olanları nasıl da belli etmeden ama derinden etkilediğini göremez ve sonuç olarak da engelleyemez. Oysa bu etki, en zararlı olanıdır. 1833 raporundaki tanıklıklarda, fabrikalarda kullanılan dil “ahlaksız”, “kötü”, “iğrenç” vb. olarak nitelendiriliyor. Küçük işyerlerindeki ilişkiler, büyük şehirlerdeki büyük işyerlerinde tanık olduklarımızla aynı. Nüfusun belli bir noktada yoğunlaşması, ister küçük bir fabrikada, isterse de büyük bir şehirde olsun, aynı insanlar üzerinde aynı etkiyi yapar. Fabrika ne kadar küçükse insanlar o kadar balık istifi çalışır ve temas da bir o kadar kaçınılmaz olur; ortaya istenmeyen sonuçlar çıkar. Leicester’daki bir tanık, kızının fabrikada çalışmasındansa dilenmesini tercih edeceğini söyledi çünkü, kentteki fahişelerin bu durumlarını cehenneme açılan kapı diye tanımladığı fabrikada çalışmalarına borçlu olduğunu düşünüyor. Manchester’daki bir başkası ise “tereddütsüz bir şekilde on dört ile yirmi yaş arasındaki genç fabrika işçilerinin dörtte üçünün iffetsiz olduklarını ileri sürdü.”…
Bunun yanı sıra, işçinin fabrikada gördüğü hizmetin, patrona tanınan ilk gece hakkını da içermesi gayet doğal bir şeydir. Bu bakımdan işveren, kişiler ve işçilerinin cazibeleri üzerinde de egemenlik sahibidir. Kovulma tehdidi, yüzde doksan dokuz değilse bile olayların onda dokuzunda, iffet duygusu güçlü olmayan kızların direnç göstermemesi için yeterli bir nedendir. Eğer patron alçak biri ise, ki resmi raporlar pek çok böyle örnek veriyor, fabrika aynı zamanda onun haremidir ve bütün fabrikatörlerin bu güçlerini kullanmamaları kızların durumunu hiçbir biçimde değiştirmez. İmalat sanayiinin başlangıcında; hiçbir eğitim almadan ya da toplumun ikiyüzlülüğüne itibar etmeden birden zenginleşen işverenlerin çoğu, kazanılmış haklarını kullanmada hiçbir engel tanımadılar.
Fabrikadaki işçi kadınların loğusalık dönemini diğer kadınlardan daha zor geçirdiği ve çocuk düşürmeye daha müsait oldukları, pek çok ebe tarafından da doğrulanıyor. Üstelik bütün işçilerin ortak sorunu olan takatsizliği de onlar da yaşıyor ve hamileyken bile son ana kadar fabrikada çalışmaya devam ediyorlar. Aksi takdirde ücretlerini alamazlar ve de işi bırakırlarsa yerlerine bir başkasını almakla korkutulurlar. Kadınların bir gece işte olup ertesi sabah doğum yapmasına çok sık rastlanır ve fabrikada makineler arasında doğurmaları hiç de az görülen vakalardan değildir. Eğer burjuva beyefendiler bu durumda utanç verici bir şey görmüyorlarsa, belki karıları, hamile bir kadını, doğum yapacağı güne kadar, ayakta ve sık sık eğilerek, günde on iki on üç saat (eskiden daha uzundu) çalışmaya zorlamanın barbarca bir davranış ve gaddarlık olduğunu teslim edecektir. Fakat hepsi bu kadar değil. Eğer bu kadınlar iki hafta sonra işe dönmek zorunda bırakılmazlarsa müteşekkir olmalı ve kendilerini şanslı saymalıdırlar. Pek çoğu, sekiz hatta üç dört gün sonra tam gün çalışmak üzere fabrikaya dönerler. Vaktiyle bir fabrikatör ile usta başı arasında şöyle bir konuşmaya tanık olmuştum: “Falanca henüz geri dönmedi mi?” “Hayır.” “Doğum yapalı ne kadar oldu?” “Bir hafta.” “Çok daha önce dönmüş olmalıydı. Bak şuradaki kadın üç gün sonra döndü.” Doğal olarak, işten atılma ve aç kalma korkusu, tüm güçsüzlüğüne ve acılarına rağmen onu fabrikaya döndürür. Fabrikatörün çıkarı, işçinin hastalık nedeniyle evde kalmasına izin vermez: işçiler hastalanmamalıdır; uzun bir süre loğusa yatmaya cüret etmemelidir, aksi takdirde patron makineleri durdurmak zorunda kalacak ya da yeni bir düzenleme nedeniyle başı ağrıyacaktır ki bunları yaşamaktansa o, hastalanan işçilerini işten atar. Dinleyin:
“Bir kız, işini yapamayacak kadar hasta hissediyor kendini. ‘Niçin eve gidip dinlenmek için izin istemiyorsun?’ ‘Bilirsiniz bayım, patron bu konuda çok serttir; eğer çeyrek gün çalışmamışsak, kovulmayı göze almamız gerekir’.”
Ya da Dr. Barry’yi dinleyin:
İşçi Thomas McDurt’ın biraz ateşi vardır. “İşini kaybetme korkusuyla dört günden fazla işe gelmemeyi göze alamıyor.”
Bu durum hemen hemen bütün fabrikalarda böyle sürüp gider. Genç kızların çalıştırılması, gelişme çağında çeşitli bozukluklara yol açar. Özellikle daha iyi beslenenlerde, fabrikaların sıcaklığı bu süreci hızlandırır, öyle ki, 13 ve 14 yaşlarındaki kızlar tamamen olgunlaşırlar. … Böyle durumlarda fabrikadaki sıcaklık, tropik iklimle aynı etkiyi yapıyor ve bu iklimlerde olduğu gibi, anormal erken gelişme ve aynı oranda da erken yaşlanma ve takatsizlik görülüyor. Öte yandan, kadının fiziksel gelişiminde gecikmelere de rastlanıyor, göğüsler ya geç gelişiyor veya hiç gelişmiyor. 17 ya da 18 yaşlarında adet görüyorlar, bazen de 20 yaşında ve bu genellikle düzensiz oluyor. Herkesçe kabul edilen resmi sağlık raporlarına göre düzensiz adet, ağrılı cinsel ilişki, sayısız hastalıklar ve özellikle kansızlık çok sık görülüyor.