Acil küreselleşme programı ve akp

“Dünya, 21. yüzyılın başında, geçmiş dönemlerden farklı bir dönüşüm geçirmektedir. Hızla gelişen bilgi ve teknoloji, insan hayatına yeni boyutlar katmaktadır. İletişim araçlarının, uzak coğrafyalarda yaşayan insanlar arasında kurduğu köprülerden akan bilgi, toplumsal kurumları ve siyasal ilkeleri yeniden şekillendirmektedir. İki kutuplu Dünya’nın çatışmaya dayalı siyasal anlayışları, yerini mal ve hizmetlerin, bilgi, emek ve sermayenin serbest dolaşımını öngören bölgesel ekonomik ve siyasal bütünleşme hareketlerine bırakmaktadır.
(…) Dünyada köklü dönüşümler yaşanırken, Türkiye zamanını ve enerjisini iç meselelerle uğraşarak tüketmektedir.
(…) Uygulanan yanlış politikalar yüzünden, sağlıklı bir özelleştirme gerçekleştirilememiş, devletin ekonomideki rolü azaltılamamış, servetin toplumsal kesimler arasındaki dağılımında adalet sağlanamamıştır.
(…) Ülke, iç ve dış yatırımcılar açısından cazibesini kaybetmiş, bunun sonucunda Türkiye ürkütücü boyutlarda mali ve beşeri sermaye kaybına uğramıştır.
“Her şey Türkiye için!” sloganı ile seçim meydanlarında boy gösteren AKP’nin “Seçim Beyannamesi”nin ilk sayfasında yer alan bu ifadeler, onun iktidara geldikten sonra uygulayacağı ekonomik politikaların ve yönetim anlayışının en temel noktalarına işaret ediyor. Yukarıda yer alan ifadeler, küreselleşmeci güçlerin, emperyalist sermaye odaklarının ve propaganda merkezlerinin bugüne kadar işçi ve emekçileri yedeklemek için, özünde sosyalizme yönelttikleri saldırının temel özelliklerini içinde taşıyor.
Bilgi teknolojisi ve iletişim sektöründeki gelişmelerle, uluslararası tekellerin önlerindeki tüm “ulusal” engelleri ortadan kaldırarak, dünyayı kendi sınıf çıkarlarına göre paylaşma ve yeniden düzenleme hedefleri birbirine bağlanarak, bunların hepsi birden “totaliter”lik iması ile karalanan sosyalizmin karşısında, insanlığın önünde açılan yeni ve “şeffaf” bir sayfa gibi sunuluyor. “Servetin toplumsal kesimler arasındaki dağılımında adaletin sağlanması” gibi ifadelerle de, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar eliyle dünya emekçilerine karşı sürdürülen saldırıların, onlarda yarattığı tepkiyi dikkate alarak, onları bu politikalara yeniden yedeklemenin yolları aranıyor. Emperyalist merkezlerde uzunca süredir bu türden bir arayışın olduğu da zaten biliniyor. Dünya Ticaret Örgütü’nün toplantı düzenlediği her yerde, küreselleşme karşıtı, kapitalizm karşıtı eylemlerin boy verdiği dikkate alındığında, emperyalist kurumların bu arayışlarının bir sınıf taktiği olarak anlaşılması gerektiği de daha iyi anlaşılacaktır. ABD memuru Derviş’in, uzun süren son ABD yolculuğunun ardından döndüğü Türkiye’de “sosyal-liberal sentez” diyerek ortada dolaşması, bu taktiğin programatik yönüne işaret ediyordu. AKP’nin “Seçim Beyannamesi’nin özü de, Dervişle aynı mantığın izlerini taşıyor ve IMF politikalarının işinden ettiği, hâlâ işi olanlarınsa ekmeklerini her gün biraz daha küçülttüğünü, bunun işçi ve emekçiler üstünde yarattığı etkiyi dikkate alarak, onların tepkilerini yeniden aynı IMF politikalarına, küreselleşmeci programa “kazanılmasını” sağlamayı amaçlayan bir stratejiye bağlanıyor. Çocukluğunda “simit” satan, halkın içinden gelen “Kasımpaşa delikanlısı” imajı da bu politikanın halka dönük popüler figürlerini oluşturmaktadır.

YÖNETİMİN YENİDEN YAPILANDIRILMASI YA DA İŞBİRLİKÇİLİĞİN DERİNLEŞTİRİLMESİ
Yerel söylemlerle küresel hedefleri harmanlayarak küreselleşmeci güçlerin programını geniş yığınlara benimsetmeyi bir ilke olarak benimseyen AKP’nin “Seçim Beyannamesi”nde dikkati çeken bir nokta da, yine bu hedefe bağlanan “Yönetimin Yeniden Yapılandırılması” projesidir. Bu konuda AKP’nin “Seçim Beyannamesi”nde şu ifadelere yer verilmektedir: “Küreselleşme ve bilgi toplumuna dönük gelişmeler, geleneksel devlet ve yönetim yaklaşımlarını büyük ölçüde geçersiz hale getirmektedir. Devletin toplum üzerindeki geleneksel kontrol ve müdahalesi azalmakta, yerel ve uluslarüstü düzeylerde çok aktörlü politikalar oluşturulmaktadır.
(…) 21. Yüzyılın demokratik devletinde, yöneticilerin hesap verme sorumluluğu, katılımcılık, öngörülebilirlik ve şeffaflık, temel unsurlar olarak öne çıkmaktadır.
(…) Merkeziyetçi ve katı hiyerarşik yapıları aşmak için; ulusal önceliklerle yerel farklılıklar barıştırılarak kamu hizmetlerinin yerinden karşılanması temel ilke olacak, devlet tarafından yürütülmesi zorunlu olmayan
hizmetler, kaynaklarıyla birlikte yerel yönetimlere devredilecektir.(1)
AKP’nin Seçim Beyannamesi’ndeki işbirlikçi özü deşifre eden değerlendirmelerden birisi Prof. Dr. Birgül Ayman Güler’in “AKP’nin hedefi: Yönetişimci Devlet” başlığını taşıyan makalesiydi. Güler, AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından açıklanan, yeni hükümetin 1 yıllık “Acil Eylem Programı” ve AKP’nin hedef ve amaçlarını deşifre ettiği makalesinde şu gerçeklere dikkat çekti: “Küresel örgütler ANAP ve diğer koalisyon hükümetleri eliyle 1980’den bu yana kamu sektöründeki dev KİT’leri tasfiye etmişler, sıra devletin çekirdek örgütlerine gelmişti. Bu işi yapmak, ‘Yönetişimci Devlet Reformu’nu gerçekleştirmek, son iki yılda Kemal Derviş Hazinesinin yönetimindeydi. Şimdi nöbeti AKP almıştır.
(…) Devleti küçültecek, devlet diye geriye kalan kısım da şirket gibi yönetilecek. Bu sözler ile bu niyet yeni değildir; bunlar ‘Devlet Personel Rejimi Reformu’ adı altında, Dünya Bankası Türkiye Temsilciliği marifetiyle yürütülmekte olan işlerdir. AKP, bu işleri bir yıl içinde tamamlama sözü vermekten fazla bir şey yapmamaktadır. Meraklısı ve uzmanı bilir ki, ‘şeffaflık’, şirketler ve sermaye dünyasının, devlet karar alma sürecinin açık olmasını istemelerinden kaynaklanır. Aynı talep, bir de küresel örgütlerden ulusal devletlere yönelmiştir. Şirketler karar alma sürecine açıkça nüfuz ederek kârlarını artırma ve kendi lehlerine karar çıkarma; küresel örgütler de ulusal egemenlikleri eritme amacıyla şeffaflık isterler.” Prof. Dr. Birgül Ayman Güler, yazısını şu cümle ile bağlıyor: “Sonuç: AKP, IMF-Dünya Bankası şebekesinin yeni sesi olarak, ulusal ve sosyal devleti tasfiye misyonunu yüklenmiş bulunmaktadır.(2)
Erdoğan’ın açıkladığı “Acil Eylem Programı”nın biraz daha genişletilmiş hali, daha sonra yeni hükümetin Başbakanı Abdullah Gül tarafından hükümet programı olarak açıklandı. IMF programının uygulanmasını garanti eden, özelleştirmenin tarım, eğitim ve sağlık sektörüne kadar yaygınlaştırılmasını, yabancı sermayenin önündeki engellerin kaldırılmasını esas alan program Mali Milat uygulamasının kaldırılarak, kara paracıların, hortumcuların derdine derman olacağını da gösterdi.

KARAPARACILARIN “AK” PARTİSİ
2003 yılı başında yürürlüğe girecek olan “Nereden buldun” uygulamasını devreye sokacak olan düzenleme, eleştirilecek birçok yönüne rağmen kayıt-dışı ekonomiyi kayda alma konusunda bir adım oluşturuyordu. Asgari ücretli işçi, aylık brüt geliri üzerinden yüzde 11 oranında gelir vergisi öderken. 2002 yılında 26.7.2001 – 31.12.2002 tarihleri arasında ihraç edilen devlet tahvilleri ve hazine bonolarının faiz geliri ve elden çıkarılmasından sağlanan diğer kazançların toplamının 76,6 milyarı gelir vergisinden istisnadır. Devlet bütçesindeki vergi gelirleri, para babalarına borç faizi olarak ödenmektedir. Son yılların bütün devlet bütçelerinde vergi gelirlerinin büyük çoğunluğunun adaletsiz ve haksız dolaylı vergilerden sağlandığı görülmektedir. Meclis’e sunulan 2003 Bütçesi’nde dolaylı vergilerin oranı yüzde 70’tır. Büyük patronlar, holdingler, sermaye sahipleri, vergi yasaları ile getirilen istisna ve muafiyetler çerçevesinde neredeyse hiç vergi ödemezken, vergi yükü geniş ölçüde emekçilerin, yoksul halk kesimlerinin üstüne kalmaktadır. Tüm bu gerçekler ortadayken “Mali Milat” uygulamasının kaldırılması, verginin yine yoksul halk kesimlerinden alınması, hortumcuların ve kara paracıların, büyük patronların bu “yük’ten kurtarılması anlamına gelecektir. Bir iktidarın uyguladığı ekonomik politikaların niteliğinin o iktidarın dayandığı sınıfları da gösterdiği düşünüldüğünde, AKP’nin, Özallı yıllarla düğmesine basılan politikaların bir takipçisi olduğu açıktır. Dolayısıyla AKP hükümeti, bir sınıf iktidarı olarak önceki sermaye hükümetlerinin bir devamıdır. Ancak bu açık sınıf karakteri ile birlikte onu kendisinden önceki hükümet ortaklarından ayıran temel niteliğin, küreselleşmeci güçlerin emrettiği politikaları “geleneksel” endişelerle hareket etmeden yerine getirmek olduğu söylenebilir.
İktidara geldiğinden beri AKP kurmaylarının ekonomik politikalardan, dış politikaya kadar uzanan temel tutumlarının, kendi konumlarını ABD-AB gibi emperyalist güçlerin taleplerini karşılayıp, onların desteğini arkasına alma ve içeride devlet katında kendisine belirli bir şüphe ile yaklaşan güçleri böyle dengeleme üstüne kurulu olduğu görülmektedir. Bu yanıyla Erdoğan AKP’si, arkasında önemli bir iç desteğin oluştuğunu da görmektedir. Daha iktidar olmadan önce TÜSİAD başta olmak üzere büyük patron örgütlerinin ve TÜSİAD sermayesinin kontrol ettiği medya gruplarının desteğini arkasına alan Erdoğan ve kurmayları, bu desteği iktidar olduktan sonra da daha açıktan gördüler. TÜSİAD’ın işi, AKP için AB ülkelerinde kulis yapmaya kadar vardırması, AKP ile ilgili olarak batı merkezlerinde oluşması muhtemel soru işaretlerini, şüpheleri gidermeye çalışması yine bunun işaretiydi.
ABD başta olmak üzere, Türkiye’deki iktidarın politikalarında etkili olmak isteyen güçlerin, hem Irak’a saldırı konusunda açık destek verecek, hem de IMF ve DB’nin dayattığı yeniden yapılandırma hamlelerinde daha radikal ve hızlı davranacak bir hükümet formülü açısından AKP tam biçilmiş kaftandır.

BİR 11 EYLÜL PROTOTİPİ
Erdoğan’ın AKP’si bu yönüyle hem AB ülkelerine, geleneksel değil, “küresel İslamcı” politikaların temsilcisi olduğu mesajını göndermekte, ABD’ye de 11 Eylül sonrası konsepti açısından kendisini Ortadoğu’da örnek bir iktidar olarak pazarlamak istemektedir. Bu yanıyla değerlendirildiğinde AKP, bölge ülkelerinin işbirlikçileştirilmesi politikalarında ABD açısından çok önemli bir özellik taşımaktadır.
Egemen sınıfların çıkarlarını savunan burjuva medya da, AKP’ye bu açıdan yaklaşmaktadır. Örneğin, Cumhuriyet gazetesinin “laiklik” savunuculuğu adı altında manşetlerine taşıdığı “türban” olayı gibi gelişmelere, Aydın Doğan’ın gazeteleri farklı yaklaşmış ve AKP’yi bu noktada, yormadan, yıpratmadan toparlamaya çalışmıştır. Burada birbiri ile bağlantılı iki temel tutum belirleyicidir. Bunlardan birisi, AKP’nin, küreselleşme programına bağlılık konusunda ortaya koyduğu açık tavır ve buna bağlı olarak kendisini “küresel İslamcı” medya ile sınırlamayan bir ilişki ağını benimsemesi. İkincisi de, küreselleşme programından beslenen medya organlarının, hem ekonomik çıkarları, hem de ona bağlanan ideolojik tutumlarıyla uyum konusunda AKP’nin takındığı tutuma, medyanın da bu çıkarları gereği yanıt vermesi.
Dolayısıyla AKP’li iktidar dönemini, Erbakan başbakanlığında oluşturulan Refah-yol iktidarından daha farklı olarak izlemek gerekecektir. Büyük sermaye medyasının AKP’ye karşı tutumu, onu, “zinde güçler”i arkasına alarak “laiklik” vb. konularda sınava çekmek değil, bu türden hassas konularda bile onu küreselleşme programına uygun bir biçimde “kazanmaya” dönük olacağı görülmektedir. Ancak ne zaman ki AKP, büyük sermaye grupları arasındaki rekabette, genel denge ve kollama tutumunda yalpalama yapıp, büyük medya gruplarının patronlarının çıkarları ile karşı karşıya gelirse, “laiklik”ten tutun da daha bir dizi konu o zaman manşetlere taşınacaktır. Dolayısıyla, ona bir şekil verene kadar “takiyyeci”likle eleştirdiği AKP’ye karşı medyanın takınacağı politik tutumun çekirdeğindeki ticari kaygıları görmemek, olup biteni anlamayı da güçleştirecektir.

SERMAYE MEDYASI, AKP VE KÜRESELLEŞME PROGRAMI
Bundan sonraki süreçte, hem iktidara gelir gelmez ona taleplerini ileten büyük sermaye örgütlerinin, hem emperyalist merkezlerin, hem de onların çıkarlarının içerideki düzenleyicisi durumundaki medya organlarının AKP’ye yaklaşımında, onun vaat ettiği “sistemle” ve küreselleşme programının hedefleriyle uyumda göstereceği tutum belirleyici olacaktır. Bu bakımlardan AKP’nin göstereceği herhangi bir sapma karşısında, içerideki büyük sermaye örgütlerinin ve onların bağlandığı dış odakların, AKP’ye çeki düzen vermek konusunda içeride egemen güçlerin “gelenekselci” kanadı ile uzlaşacakları da şüphe götürmez. Gelişmelerin şu anki yönü ise, AKP’nin sırtını küreselleşmeci güçlere dayayarak içerideki konumunu pekiştirme ve egemen çevrelerin “geleneksel” endişelerle hareket eden kesimini de küreselleşme programına kazanmaya özen gösterme yönünde olduğu görülmektedir.
Ancak, sonuçta bunların toplamı AKP’nin işbirlikçi bir sermaye partisi olarak izleyeceği hattın yönü ile ilgilidir. Bu noktada gözden uzak tutulmaması gereken şey ise, ülke kaynaklarının emperyalist sermayeye peşkeş çekilmesi, yabancı sermayenin önündeki tüm engelleri kaldıracak tarzda devletin yeniden yapılandırılması, bu konuda devletin “hantallıkları”nın törpülenmesini benimseyen AKP’nin, emekçiler için diğer burjuva partilerinden farklı bir anlam içermediğidir.
AKP’nin dillendirdiği, en yoksul kesimlerin belirlenerek onlara yardım yapacak fonlar oluşturma vb. politikalar ise, sonuçta vahşi sömürü biçiminin devamının ilanından başka bir şey değildir. Sömürü derinleşerek sürecektir ve bu gerçek tespit edilerek, onun doğal bir sonucu olan yoksullaşmanın sistem için tehlike yaratmasının önüne geçilmesi için de yer yer bu türden “tedbir”ler düşünülecektir. AKP’nin “Seçim Beyannamesi”nden küreselleşme programının esaslarına bağlılıkla birlikte ifade edilen “insan merkezli bir ekonomik yaklaşım”ın, insani yanı da, bölüşüm ve paylaşım dengesini değiştirecek düzenlemeler, ona uygun bir vergi sistemi gibi adımlarla değil, “sadaka” usulü düzenlemelerle küreselleşme programına yol aldırmaya çalışmak biçiminde olacaktır.

Dipnotlar:
1) AKP’nin Seçim Beyannamesi, s. 29
2) Günlük Evrensel. 23 Kasım 2002

IMF’ci partilerin ülkeye ve emekçilere faturası

Türkiye 1 ay sonra seçime gidiyor. Her seçim dönemi, çıkarları birbirine karşıt olan sınıflar açısından siyasetin daha da yoğunlaştığı dönemlerdir. Sermaye partileri açısından bu dönemler, işçi ve emekçilerin oylarını alarak, onları sermaye iktidarının, onun bağlandığı dış odakların çıkarlarını gizleyen politikalarına yedeklemek için daha özel bir çalışmayı gerektirmektedir. Seçimin hemen sonrasında unutulacak vaatlerde bulunup bulunmamanın ahlaki yüküyle ilgilenecek bir karakter taşıması beklenemeyecek olan burjuva politikacısı ile -çünkü sonuçta burjuvazi için aslolan sınıf çıkarlarını, kendi egemenliğini garantiye almaktır, bunu yapmak için her yol mubahtır- ona yedeklenmemek için sürekli uyanık olması gereken işçi sınıfının, halkın politikacıları arasındaki çatışma seçim dönemlerinde ister istemez daha ayrı bir önem kazanır. Elbette sınıf mücadelesinde aslolan sürekliliktir ve politik çalışmayı seçim dönemlerine indirgemek egemen burjuva siyasetin, aslında halkı siyaset dışına itme taktiğinin bir ürünüdür. Ve işçi sınıfı politikacısı açısından da temel olan şey, emekçi sınıfları, kendi sınıf çıkarları etrafında birleştirmeyi sağlayacak bir faaliyeti her gün aynı diriliği ile canlı tutmak olmalıdır. Ancak, burjuva temsil sisteminin henüz emekçiler nezdinde kırılamamış olan siyasete seçim dönemleri daha yakın durma alışkanlığı, ister istemez işçi sınıfı politikacılarına da, politikayı sermayenin bir ayrıcalığı olmaktan çıkarmak, işçi ve emekçilerin en geniş yığınlarını kendi çıkarları etrafında örgütlü olarak politika yapar hale getirmek açısından, seçim süreçlerini üzerinde daha fazla yoğunlaşılması gereken dönemler haline getirmektedir.
Bu faaliyetin işçi sınıfı politikacıları açısından en önemli yanlarından birisi de, düzen partilerini halkın gözünde teşhir edecek bir ajitasyonu sürekli kılmaktır. Bu da, onların söyledikleri ile yaptıkları arasındaki çelişkileri, yalanlarını ortaya koymayı gerektirmekte, bunu yapmak için de somut veriler sunmak zorunlu olmaktadır. Nasıl ki, olgularla sınırlı kalan, onları belirli bir sınıf politikasının, programının içine oturtamayan bir ajitasyon iktidar mücadelesi açısından işçi sınıfına bir şey kazandırmazsa, verilerle desteklenmeyen genel bir ajitasyon da, emekçilerin politikaya henüz mesafeli duran kesimlerini aydınlatmakta sınırlı kalması kaçınılmazdır.
Bu nedenle bu yazı da, işçi ve emekçileri açlığa, işsizliğe mahkûm eden, ancak buna rağmen halkın karşısına çıkıp oy isteyen IMF’ci partilerin daha çok verileri esas alan, söyledikleri ile yaptıkları arasındaki farka işaret eden bir teşhiri yapılmaya çalışılacaktır.

NE DEDİLER, NE YAPTILAR?
Şu an burjuvazinin, başta medya olmak üzere çeşitli kurumları aracılığıyla parlatılarak iktidara taşımak istediği partiler arasında CHP’nin özel bir yer tuttuğu bilinmektedir. 12 Eylül darbesinin ardından, cunta desteği uygulanmaya çalışılan IMF politikalarının has partisi Turgut Özal’ın ANAP’ının bugün barajın altında gözükmesi, hükümette bulunan diğer sermaye partilerinin de halkın gözünde ne kadar yıprandığının, kamuoyu anketleriyle ortaya çıkmış olması; hem Türkiye’nin işbirlikçi sermayesi için, hem de onun bağlı bulunduğu emperyalist kurumlar için CHP’yi halkı yedeklemek açısından önemli bir alternatif haline getirmektedir.
Oysa CHP’nin daha yakın geçmişteki vaatleri ile yaptıkları arasındaki çelişkiler bile, onun, sermayenin çıkarı için her türlü yalanı mubah sayan bir parti olduğunu göstermektedir. CHP ile DYP’nin koalisyonundan oluşan 52. Hükümetin programında şu vaatler ve hedefler dile getirilmiştir: “Toplumsal barışı sağlamaya ve gelir dağılımındaki adaletsizliği iyileştirmeye yönelik çabalarımızı sürdüreceğiz” (Hükümet Programı, 31.10.1995, s.9)
“Enflasyon karşısında alım güçleri azalan kesimlere, çalışanlara, ücretlilere, emeklilere, muhtaç yaşlılara, dul ve yetimlere sahip çıkmak, Hükümetimizin bir diğer temel politikasını oluşturacaktır.” (Hükümet Programı 31.10.1995, s.10)
Ancak, DYP-CHP hükümeti bütçe açığını kapatmak için yüksek faizle borç aldı. Bu uygulama enflasyonu düşürme yerine daha tırmandırdı. Bu nedenle de, enflasyon, ekonominin ve toplumun en önemli sorunu olmaya devam etti. 1995 yılında DYP ve CHP tarafından kurulan 52. Hükümet döneminde enflasyon, Aralık ayı itibariyle yüzde 65,6 oranında gerçekleşti. 1995 yılında vergi gelirlerinin yüzde 122,3’üyle borç ödendi. Eğitime ayrılan pay 1994 yılında zaten yüzde 14,9 gibi ihtiyacın çok altındayken, bu oran CHP’nin koalisyon ortağı olarak hükümette yer aldığı 1995 yılında yüzde 13,5’e düştü. Aynı şekilde sağlığa 1994 yılında ayrılan yüzde 4,4’lük komik pay da CHP-DYP koalisyonuna çok geldi ve o da yüzde 3,6’ya indirildi.
CHP, emekçi düşmanı politikalarını, iktidarda olmadığı zamanlarda bile uygulamayı başardı. CHP’nin ortağı olduğu İş Bankası’nın Aydın Doğanla birlikte satın aldığı Petrol Ofisi A.Ş.’de 2 bin 749 işçi işten atıldı. Yine CHP’nin İş Bankası aracılığıyla ortak olduğu Paşabahçe Şişe-cam’da 130 işçi zorla emekli edildi, yüzlercesi de başka illere gönderildi. CHP’nin ortağı olduğu başka bir fabrika olan Bergama Pamuk İpliği ve Dokuma Sanayi TAŞ.’de 600 olan işçi sayısı iki yıl içinde yan yarıya indi.
Emekçileri enflasyona ezdirmemek, bütün IMF partilerinin programlarında yer alan ama uygulamada tam aksi yapılan bir yalandan ibaret olarak kaldı. ANAP ve DYP partilerinden oluşan 53. Hükümet de bu konuda şunları vaat etmişti:
“Gelir dağılımının istikrarlı bir şekilde iyileştirilmesi, toplumsal refahın yükseltilmesi ve yaygınlaştırılması temel amaçtır.” (Ortak Hükümet Protokolü, 3.3.1996, s. 19)
“Hedefimiz enflasyonun tek haneli rakamlara indirilmesidir.” (Hükümet Programı, 7.3.1996, s.9)
RP ve DYP’den oluşan 54. Hükümetin de aynı konudaki vaadi şu şekildeydi:
“Gelir dağılımının istikrarlı bir şekilde iyileştirilmesi sağlanacaktır.” (Hükümet Protokolü, Haziran 1996, s.5)
Ancak, bu sermaye partilerinin tamamı, seçim döneminin ardından halka vaat ettikleri bu politikalar yerine, halkı ezen politikaları esas aldılar. Enflasyonu tek haneli rakama indirmeyi programlarına koyan ANAP ve DYP’den oluşan 53. Hükümet ile aynı yıl kurulan 54. Hükümet (RP ve DYP) döneminde enflasyon yükselişe geçti. Yılsonu itibariyle enflasyon oranı; yüzde 84,9 olarak gerçekleşti.
Ayrıca bu dönem, eğitim ve sağlığa ayrılan payda da önemli bir düşüş yaşandı. 1995’te eğitime ayrılan pay yüzde 13,5 iken, bu oran 1996’da yüzde 9,8’e indi. Sağlığa 1995’te ayrılan yüzde 3,5’lik pay da 1996’da yüzde 2,8’e düştü.
ANAP, DSP ve DTP’den oluşan 55. Hükümet ise aynı konuda şu vaat de bulunmuştu:
“Ekonomik ve sosyal politikaların uygulanmasında yoksulluğun azaltılmasına, sabit gelirlilerin, emekli, dul, yetim, küçük esnaf ve çiftçilerin fakirleşmesinin önlenmesine, işsizlere iş bulmaya önem verilecektir” (Hükümet Programı, 7.7.1997, s.41)
Görüldüğü gibi, peş peşe aynı partilerden farklı hükümetler kurulmaya devam ediyor ve hükümet programlarında enflasyon ile ilgili yer alan ifadeler değişmiyor. Ancak değişen bir şey var ki o da enflasyon. Ve enflasyon yükseldikçe yükseliyor; 91,0.
Ve 55. Hükümet döneminde de, uygulanmasından ödün verilmeyen ve halka yönelik kamu harcamalarını yük gören ekonomi politikaları nedeniyle eğitim ve sağlığa bütçeden ayrılan pay, vaat edilenin aksine bir önceki döneme göre daha da geriye düştü. 1998’de eğitime ayrılan pay yüzde 8,4, sağlığa ayrılan pay ise yüzde 2,6 idi. DSP’nin tek başına kurduğu 56. Azınlık Hükümeti’nin programında da bu konuda şöyle deniliyordu:
“Enflasyonla mücadele kararlılıkla sürdürülecektir” (Hükümet Programı, 12.1.1999, s. 15)
DSP, ANAP ve MHP’den oluşan 57. Hükümetin, yani şu an iktidarda bulunan koalisyonun programında ise şu ifadelere yer verilmişti:
“Hükümetimiz, acil sorunların çözülmesi ve yapısal reformların gerçekleştirilmesi, kronik enflasyonun süratle tek haneli düzeye indirilmesi, istikrarlı bir büyümenin sağlanması, sosyal devlet anlayışı ile gelir bölüşümünün iyileştirilmesi, refahın topluma yayılması, bölgeler arası gelişmişlik farklarının azaltılması, kaynakların etkili ve verimli kullanılmasını esas alan ve rekabetçi bir pazar ekonomisi anlayışına dayanan ekonomi ve maliye politikalarını özenle uygulamakta kararlıdır. Enflasyonla mücadele sürdürülürken, dar gelirlilerin mağdur edilmemesine özen gösterilecektir.” (Hükümet Programı)
Enflasyon hedefinin yüzde 30 olduğunu belirterek memur maaş artışını yüzde 15, asgari ücret artışını ise yüzde 17 oranında artıran 57. Hükümetin enflasyon balonu çabuk söndü. 1999 Aralık ayında, bir önceki aya göre toptan eşya fiyatları yüzde 6,8, tüketici fiyatları yüzde 5,9 oranında arttı. Aralık ayı itibariyle son bir yıllık enflasyon toptan eşyada yüzde 62,9 olarak gerçekleşti.
Eğitim ve sağlığa bütçeden ayrılan paydaki düşüş 57. hükümet döneminde de hızla devam etti. 2000 yılında eğitime yüzde 7,1’lik oranda bir pay ayrılırken, sağlığa da yüzde 2,3 oranın da pay ayrıldı.

FAİZ VE BORÇ SARMALI
IMF’ci sermaye partilerinin uyguladığı ekonomik politikaların ülkeyi sürüklediği yıkımın en önemli göstergelerinden birisi de faiz, borç ve hortum sarmalıdır. Son 22 yılda iyice derinleştirilen IMF bağımlılığına dayalı dışa bağımlı ekonomik düzenin bir sonucu olarak bugün faiz ödemeleri için ayrılan pay vergi gelirlerini aşmış bulunuyor. 1980’de verginin yüzde 4,2’lik bölümü faiz ödemelerine gidiyordu. 1987’de faizlerin oranı vergi gelirlerinin 4’te birine ulaştı. 1994 yılında vergi gelirlerinin yarısı faize gitti. 1997 yılında faizin vergi gelirlerine oranı yüzde 48’di, 1999 yılında yüzde 72,4 oldu.
2000 yılında ise yüzde 77,1’e çıktı. 2001 yılı sonunda ise, faizlerin vergiye oranı yüzde 103,3’ü görerek vergiyi aştı.
Borçlara giden vergi oranı bakımından da durum farklı değil. 1980’de verginin yüzde 7,7’si borçlara harcandı. Bu oran 1984’te yüzde 21,3’e, 1985’te ise yüzde 41,2’ye çıktı. 1987’de yüzde 59,5 olan borçlara giden vergi oranı, 1990 yılına gelindiğinde yüzde 36,4’e geriledi ancak bu gerileme hiç de uzun sürmedi. 1995 yılında vergi gelirlerinin yüzde 122,3’üyle borç ödendi. Bu oran, 2001’de ise yüzde 133’ü buldu.
“Milliyetçi sol” bir söylem kullanan DSP ile “milliyetçi sağ” söylemle oy toplamaya çalışan MHP’nin ortağı olduğu bugünkü hükümet döneminde Türkiye IMF’ye en borçlu ülke haline getirildi. Türkiye bu dönemde toplam 30 milyar dolarlık krediyle IMF’ye en borçlu ülke oldu. Ayrıca, IMF programının yol açtığı krizde Türkiye ekonomisi yüzde 9,4 oranında küçüldü. Böylece Türkiye, geçen yıl, İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkış yılı olan 1945’ten bu yana en ağır yoksullaşmayı yaşadı. 2000 yılında 202 milyar dolar olan Gayri Safi Milli Hâsıla (GSMH), 2001’de 148 milyar doları ancak buldu. 2000’e göre 54 milyar dolarlık bir milli gelir kaybına uğrayan Türkiye’nin kişi başına geliri de 2000’de gerçekleşen 3095 dolardan 2160 dolara düştü. Sadece milli gelir düşüşleri ve borç stokundaki artış 2001 yılında Türkiye’ye 129 milyar dolarlık ek bir yük getirdi. Bu toplam 129 milyar dolarlık yük, 14 bin 500’e yakın aileye bölündüğünde ise aile başına yükün yaklaşık 9000 doları bulduğu görülüyor. Kişi başına gelir 3000 dolardan 2160 dolara indi.
Bu yıkımın gerçekleştiği dönem bugünkü DSP-MHP-ANAP hükümeti dönemi, ancak DSP’den kopanların oluşturduğu YTP’nin kurmayları da en yetkili makamlarında bulundukları bu hükümetle birlikte bu yıkımın birincil dereceden sorumluları arasındadır. Önce “sol”u birleştirmeye çalışarak, ardından da CHP’de etkin bir pozisyona gelerek emekçileri IMF programına yedeklemek isteyen ABD memuru Kemal Derviş de bu yıkım gerçekleşirken hükümetin ekonomiden sorumlu patronu durumunda bulunuyordu. Dolayısıyla hem o hem de bugün onun başına geçtiği CHP’yi de bu vebalin sorumlusu ve gönüllü ortağı olarak adlandırmak gerekir.

İŞÇİ VE EMEKÇİLER KURBAN EDİLDİ, ÜLKE RANT CENNETİ HALİNE GETİRİLDİ
Kriz yılı 2001’de, alım gücü en çok azalanlar imalat sanayisi işçileri oldu. İmalat sanayisinde üretimde çalışanların saat başına reel ücretleri sektör genelinde yüzde 14,4 azaldı. Düşüş kamu imalat sanayisinde yüzde 12 olurken özel kesimde yüzde 15,2’yi buldu. İmalat sanayisi işçi ücretleri petrol ürünleri kesiminde reel olarak yüzde 19,4 azalırken gıda sanayisinde yüzde 17,7, kimya kesiminde ise yüzde 16,4 oldu. Kamu kesiminde 22 Mayıs 2001’de yenilenen toplusözleşmeyle sağlanan zamlar, enflasyonla baş edemeyince kamu kesimi çalışanlarının reel gelirleri yüzde 11,6 oranında azaldı. Temmuz 2001’de yılın ikinci yarısı için yeniden belirlenen asgari ücret de enflasyon karşısında tutunamadı ve asgari ücretlinin alım gücü 2001 yılında yüzde 13,8 oranında geriledi. Memurlara 2001’in ilk yarısında yüzde 10, ikinci yarısında yüzde 5 zam yapıldı. Ayrıca ek artışlar da yapıldı. Ama yine de memurların 2001 sonunda reel gelirleri yüzde 4 oranında geriledi. Emekli maaşları da 2001’deki aşınmadan payını aldı. Emeklilerin reel gelirleri 2001’de yüzde 4’e yakın düştü.
“Devleti küçültme” adı altında bütçeden kamu hizmetlerine ayrılan pay her geçen yıl daha da azalırken, personel giderleri de kısıldı. Ve 10 yıldır hedeflenen enflasyon gerçekleşen enflasyonun altında kaldığı için memurlar enflasyona ezildi.
Sadece son 3 yılda reel ücretlerinden yaklaşık 250 milyon liralık kayıpları olan memurlar, hükümetle oturdukları toplugörüşme masasında da IMF dayatmalarıyla karşılaştılar. Hortumlanan bankalar için bir gecede milyar dolarlar bulan hükümet, memura yine “kaynak yok” dedi.
Bugüne kadarki bütün hükümetler asgari ücretliyi açlığa mahkûm etti. Bir yandan zam sağanağı sürdürülürken, diğer yandan asgari ücretliye yaşanamayacak bir ücret reva görülüyor. Yoksulluk sınırının 1 milyarı aştığı, açlık sınırının bile 400 milyonu bulduğu bir ortamda asgari ücret sadece 184 milyon lira. İşçilerin asgari ücretin vergi dışı bırakılması isteğini duymazdan gelen sermaye partileri, patronların milyarları bulan vergi borçlarını defalarca affettiler. İşçinin, bırakın ailesini, kendisini bile geçindiremeyecek olan asgari ücretten ise ayda 66 milyon liralık kesinti yapılıyor. Başta CHP olmak üzere, IMF programını uygulamaya devam edeceklerini söyleyen partiler, asgari ücretliye “daha fazla sefalet” vaat ediyor.
Son 3 yıl içinde özelleştirme nedeniyle, kamu bankalarının tasfiyesi de dâhil olmak üzere toplam 32 bin kişi işsiz kaldı. Bu sayıya, kamu bankalarının tasfiyesi nedeniyle işsiz kalan 24 bin banka çalışanı dâhil değil. Sadece Petrol-İş’in örgütlü olduğu işletmelerde son 4 ayda 1700 kişi işini kaybetti. Petrol-İş, özelleştirme nedeniyle son 10 yılda kaybettiği üye sayısını da 11 bin 724 olarak belirledi. (PETKİM, POAŞ, TÜPRAŞ, PETLAS gibi işyerlerinden atılan işçiler.)
Türkiye 2001 Şubat’ında, İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne kadarki en derin ekonomik ve mali krizi yaşadı. Dünya Bankası raporuna göre Türkiye’de 2001 yılı sonu itibariyle yaklaşık 2,3 milyon kişi (toplam istihdamın yüzde 10,6’sı) işsiz kaldı. Çeşitli nedenlerden dolayı 1989–1999 yılları arasında atılan işçi sayısı ise 11 milyon 697 bin.
Resmi işsizlik oranı bile yüzde 9,6 olarak açıklanırken, özelleştirme ve resen emeklilik gibi uygulamalar da işsizliğin büyümesine neden oldu. İşsizlik bu şekilde büyürken, ülke her gün biraz daha rant cenneti haline getirildi. Türkiye’de bugün, 1 milyon doları olan bir spekülatör, hiç çalışmadan, 7 ayda 750 bin dolar kazanabilirken, bir asgari ücretlinin aynı parayı kazanmak için, yemeden içmeden 50 yıl çalışması gerekiyor. 20 milyon doların 7 ayda 15 milyon dolarlık faiz getirisi PETKİM’in 2001 yılı kârına eşit. Bir başka çarpıcı veri olarak da, 10 milyon doların 7 ayda 7,7 milyon dolarlık faiz getirişi, 72 bin 500 asgari ücretlinin maaşına denk. 5 milyon doların 7 ayda 3,4 milyon dolarlık faiz getirisi ile 4 fabrika kurulabilir.

TARIMDA ÇÖKÜŞ, KAMUDA PERSONEL KIYIMI
Bireysel ve kurumsal rantiyelere 2001 yılında 40,5 katrilyon lira faiz geliri aktaran hükümet, işgücünün yüzde 35’ini oluşturan 7 milyon 200 bin çiftçiye ise doğrudan gelir desteği olarak 938 trilyon lira ödedi. Türkiye genelinde 2 bin 160 dolar olan kişi başına düşen milli gelir, tarım sektöründe 878 dolara kadar geriledi.
Türkiye, tarıma 1995 yılında 5 milyar dolar, 1999 yılında 2,9 milyar dolar, 2000 yılında ise 2 milyar dolar destek uyguladı. Bu rakamlar ABD’de 97 milyar dolar, AB ülkelerinde ise 127 milyar Euro olarak gerçekleşti.
Kendi kendine yeten 7 tarım ülkesinden biri olan Türkiye, 2001 yılında 124 milyon dolarlık buğday, 94 milyon dolarlık ayçiçeği, 83 milyon dolarlık soya fasulyesi, 16,2 milyon dolarlık nohut, 2,8 milyon dolarlık şeker, 45,8 milyon dolarlık mısır yağı ithalatı yaptı. Türkiye’nin tarım ürünleri ihracatı ile ithalatı arasında 2 milyar dolarlık bir fark bulunuyor. İthalat ihracat arasındaki makas ithalat lehine açılıyor.
Bu tablonun, kamuda çalışan emekçilere dönük yüzü de farklı değil. IMF’ye verilen niyet mektubunda, başta KİT’ler olmak üzere, kamu kuruluşlarındaki memur, işçi ve sözleşmeli personel istihdam düzeyinin aşağı çekileceği ve üçte iki oranında bir işten çıkartmanın olacağı ifade edildi.
İlk etapta Telekom ve Özelleştirme İdaresi portföyünde yer alan kamu şirketlerinde en geç Mart ayı sonuna kadar işten çıkartmaların olacağı, işten atmaların 2003 Haziran’ına kadar tamamlanacağı belirtildi. Hükümet hiçbir yeni işe alıma izin verilmeyeceğinin de altını çizerken, boşalan kadroların süratli bir biçimde tasfiye edileceği kaydedildi. Ayrıca kamu bankalarından 800 şube daha Haziran ayına kadar kapatılacak.

İKTİDAR OLMADAN İŞÇİ DÜŞMANLIĞINA İKİ ÖRNEK: UZAN VE ERDOĞAN
Yukarıdaki veriler, şu ana kadar iktidar olmuş partilerin uyguladıkları IMF politikalarının ülke ve emekçiler üzerindeki faturasının bir bilânçosunu sunuyor. Ancak, IMF politikalarını uygulamak için illa iktidar olmak gerekmiyor. Şu anda IMF’ye karşı bir söylemle emekçilerin desteğini arkasına almaya çalışan Genç Parti’nin lideri patron Cem Uzan, bir siyasi parti liderinin işçi düşmanı, IMF işbirlikçisi yönünü görmek için illa iktidara gelmesinin gerekmediğine bir örnek oluşturuyor. “IMF’ye rahmet okutuyor” başlığı ile yayınlanan bir haberde, Cem Uzan’ın devletten satın aldığı çimento fabrikalarında hem düşük ücretle işçi çalıştırdığını, hem de Trabzon ve Samsun’daki çimento fabrikalarında çalışan onlarca işçiyi sadece sendikalaştıkları için işten attığına dikkat çekiliyordu. Haberde görüşüne yer verilen TÜMTİS Karadeniz Bölge Şube Başkanı Muharrem Yıldırım, Trabzon’da Çimento Fabrikası’nda 2000 yılında sendikaya üye olan işçilerin bir hafta sonra Cem Uzan tarafından işten atıldığını dile getiriyor ve Samsun’da kurulan Lâdik Çimento Fabrikası’nda da aynı uygulamaların yaşandığını söylüyor. (Günlük Evrensel, Şahin Bayar, 27 Eylül 2002)
İktidar olmadığı halde, uyguladığı ekonomik politikalarla emekçileri yıkıma uğratanlardan birisi de AKP Lideri Tayyip Erdoğan. “Erdoğan’ın İETT hatırası” başlığını taşıyan bir haber de, Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken sendikasız bıraktığı İETT işçilerinin, şimdi ekonomik sıkıntı çektikleri, bu sıkıntının onları intihara kadar götürdüğüne dikkat çekiliyor. Haberde Recep Tayyip Erdoğan’ın İETT’de bıraktıkları arasında şunlara dikkat çekiliyor: “Ekonomik sıkıntı nedeni ile intihar eden işçi sayısı: 8, Hastanede tedavi gören işçi sayısı: 270, Evine haciz gelen işçi sayısı: 495, Maaşına haciz gelen işçi sayısı: 960, Milyarın üstünde faizli borcu olan işçi sayısı: 2800” (Günlük Evrensel, Sinan İmrek, 26 Eylül 2002)
IMF’ci partilerin ülkeye ve ülke emekçilerine faturasını gösteren bu tablo, halktan bugün yine oy isteyen bu partilerin bundan sonra yapacaklarının da “teminatını” oluşturuyor.

Küreselleşmeci güçlerin en etkin olduğu seçim

Seçim süreçlerinde, seçime giren partilerin, halkın önüne koydukları politikalar, hedefler, onların hangi sınıfların çıkarlarına uygun olarak davranacaklarının, kime hizmet edeceklerinin de ipuçlarını verir. Elbette seçim süreçleri, aynı zamanda tüm burjuva partiler bakımından, mümkünse tek başına iktidar olabilmek için halka en fazla yalan söylenen dönemlerdir. Bu dönemlerde, halkın vergilerinden oluşan kaynaklar kullanılarak kendilerine Hazine’den verilen seçim yardımlarını halkın oyunu kazanmak için şaşaalı kampanyalarda harcamakla yetinmeyen düzen partilerince; seçim öncesi halka tencere dağıtıp kapağını da seçimden sonra verme vaatlerinin, geniş nüfuslu aşiretlere ‘kaynak’ aktararak oylarını satın almaya kadar uzanan örneklerin sergilendiği bilinmektedir. Tüm bu ve benzeri tutumlar, tek tek partilerin halk karşısındaki tutumlarını, samimiyet düzeylerini göstermek bakımından elbette izlenmesi ve teşhir edilmesi gereken örneklerdir.
Ancak, daha çok seçim dönemlerine özgü, bu dönemlerde olup biten bu ve benzeri örneklerin yanında, oyu istenen halk kesimleri açısından asıl önemli olması gereken, hangi partinin hangi sınıf ve güçlerin çıkarlarına Hizmet edecek programları savunduğu, ülkenin önünde duran temel sorunlara nasıl yaklaştığıdır.
3 Kasım seçimlerine bu açıdan bakıldığında, şu temel faktörler önem kazanmaktadır. Sadece son hükümet döneminde 30 milyar dolarlık borçla, ülkeyi dünyanın IMF’ye en borçlu ülkesi durumuna getiren; açlığı, yoksulluğu derinleştiren, ülke tarımını bitme noktasına getiren, ülke sanayisini çökerten, esnafı iflasa sürükleyen IMF programı ve politikaları konusunda hangi parti nasıl tavır almaktadır, 4 Kasım’da hangi parti ne yapacaktır?
İkinci temel faktör olarak, ABD’nin ülkeyi sürüklemek istediği olası bir Irak savaşı karşısında hangi partinin tutumu nedir?
Üçüncü temel faktörse, Türk, Kürt tüm milliyetlerden halk kesimlerinin ihtiyaç duyduğu demokratikleşme konusunda hangi parti hangi tutumu ortaya koymaktadır?
Eğitim, sağlık, işsizlik, gençlik ve daha da uzatabileceğimiz, tümü IMF programı ile dolaysız bağlantılı konularda partilerin yaklaşımlarının ne olduğu da önemlidir.

3 KASIM’A GİDERKEN ORTAM: IMF, AB VE ABD’NİN MÜDAHALELERİ
Tek tek partilerin bu açılardan pozisyonlarının ne olduğuna geçmeden önce, seçimin gerçekleştiği ve seçime katılan sermaye partilerini -parlamento dışındaki partilerden bazılarını da- doğrudan etkileyen politik ortamın niteliği hakkında birkaç söz söylemek yerinde olacaktır.
Öncelikle girilen seçimler, küreselleşmeci emperyalist güçlerin en etkin olduğu seçimlerdir. Bugüne kadar, dolaylı müdahaleleri ile tanıdığımız güçler, bugün halkın seçimlerde ortaya koyacağı iradeyi belirlemeye dönük açıktan müdahalelerde bulunmakta sakınca görmemektedirler. AB Dönem Başkanı Danimarka Başbakanı Rasmussen’in şu sözleri buna açık bir örnektir: “Seçimlerden sonra AB karşıtı bir hükümet kurulursa tam üyelik tarihi verme konusunda soru işaretleri doğar.” Bu sözlerle, Türkiye’de sandığa gidecek herkese söylenen şudur: “Eğer size cennet olarak vaat edilen AB’ye erken girmek istiyorsanız, o zaman AB karşıtı partilere oy vermeyin.” Bu sözlerle, ülke siyasetini belirlemede güç sahibi olan egemen çevrelere de, ‘diplomatik’ bir dille şu mesaj verilmektedir: “Ne yapıp edin. 4 Kasım’da AB karşıtı bir hükümet oluşmasını engelleyin.” Son AB tartışmalarından, hiçbir sermaye partisinin AB karşıtı olmadığını, “karşıt” pozisyonda gösterilenlerin de “onurlu üyelik”ten yana yandaşlar olduklarını bildiğimiz için, mesajın öz Türkçesi, AB karşısında ayak sürtecek, küçük de olsa sorun çıkartacak bir hükümet ve bu tür partilerin hükümet ortaklığının istenmediğidir.
Diğer taraftan, gerek Beyaz Saray yetkililerinin ağzından dile gelen, gerekse dünya kamuoyunu belirlemede etkin olan ABD’nin belli başlı gazetelerinde yer alan haber ve yorumların üzerinde birleştiği temel nokta ise, ABD’nin Irak’a saldırı planında güçlük çıkaracak bir hükümet oluşumuna izin verilmemesi yönündedir.
Küreselleşme programı açısından diğer bir temel nokta da, ABD’den, Dünya Bankası’nın Başkan Yardımcılığı görevinden getirilen Kemal Derviş’in, “sol bir koalisyonla’ yeniden can kazandırmak istediği IMF programı ile ilgilidir. Kısa bir süre önce basına yansıyan şu haber bu açıdan fikir vericidir: “Merkez Bankası Başkanı Serdengeçti, ekonomik programın seçim sonrasında da devam edeceğinin garantisini veren bir metin hazırlıyor. Bütün partilerden mutabakat metnini imzalamaları istenecek.” (25 Ağustos 2002 Radikal)
DSP-MHP-ANAP hükümetinin koalisyon ortaklarının liderleri tarafından imzalanan ek niyet mektuplarından sonra, iş, aynı tutumun bütün partilerden istenmesine kadar varmıştır. Yani, IMF programına gösterilebilecek olası bir muhalefetin önü de önceden alınmak isteniyor. Bunun anlamı, uyguladıkları ve uygulayacaklarını açıkladıkları program ve politikalarıyla zaten IMF partisi haline gelmiş, işbirlikçileşmiş tüm partilerin dizginlerinin sonuna kadar kasılarak ve en küçük bir sekmeye olanak vermeyecek şekilde uygun adım yürüyüşlerinin garanti altına alınmak istenmesidir. Bu aşamaya gelinmiş olmasında, IMF politikalarına bağlılık yemini eden sermaye partilerinin açtığı yol, onların içeriden verdiği destek kuşkusuz belirleyici bir öneme sahiptir.
Elbette diğer önemli bir faktör de, içeride IMF politikalarına karşı geliştirilen muhalefetin düzeyi ve küreselleşmeci güçlerin dünya ölçeğinde aldığı yolla ilgilidir. Sosyalizmin ancak biçimsel kalıntılarının geçerli olduğu SSCB’nin varlığı ile belirlenen iki kutuplu dünyada dahi, içeride emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı geliştirilen devrimci muhalefetin, sermaye partilerini de atacakları adımlar konusunda baskı altına almış olduğu 1970’li yıllarda, IMF ve Dünya Bankası yetkilileri ile Amerika’da yapılan gizli görüşmeler bile ülke içinde kıyametin kopmasına neden olurken; tüm bu dengelerde yaşanan değişimler, IMF ve onların yerli işbirlikçilerinin hareket serbestisini düne göre daha fazla geliştirmiştir. Yine Bülent Ecevit liderliğindeki CHP’nin o dönem, “Ne ezilen ne ezen, insanca hakça bir düzen”, ya da “Toprak işleyenin su kullananın” sloganlarını kullanması, kendi başına nasıl o dönem Ecevit’in ya da başında bulunduğu CHP’nin farkı ile açıklanamaz ise: ABD politikalarının misyoneri olarak davranan, halk kesimlerinin IMF programına olan tepkisini “sol”dan sisteme yedeklemek için birlik arayışları yürüten Kemal Derviş’in, bugün CHP’nin başına gelip oturmasını da, kendi başına CHP’de başlayıp biten bir tercih olarak göremeyiz. Küreselleşmeci güçlerin işçi ve emek hareketi ve sosyalizm karşısında kazandıkları mevzilerin düzeyi ile işçi ve emekçilerin -ülke içinde sermaye partilerinden hoşnutsuz olsalar da- IMF ve DB programlarında ifadesini bulan küreselleşme saldırıları ile mücadelede, onları püskürtücü mevzileri henüz tutamamış olmaları da, bu açıdan belirleyicidir. Bugün seçime girecek olan sermaye partileri, IMF politikalarına uyum konusunda düne göre daha rahat davranıyorlarsa; bu, hem küreselleşmeci güçlerin dünya ölçeğinde kazandıkları mevzilerin düzeyi ve onların buna bağlı olarak ülke içindeki artan etkileri ile karşılarındaki güçlerin pozisyonunun geriletiri bir noktaya varmamış olmasının doğal bir sonucudur. Ancak, buradan, küreselleşmecilerin “köpeksiz köyde değneksiz dolaşabilecekleri” ve her istediklerini yapabilecekleri koşullara sahip oldukları sonucu çıkarılamaz. Madalyonun diğer yüzünde, işçi ve emekçi kitlelerin hiç de küçümsenmeyecek genişlikteki kesimlerinin emperyalizm ve işbirlikçilerinin politikalarından, düzenden ve IMF programından duydukları hoşnutsuzlukla yeni arayışlara yönelmiş oldukları ve emek örgütleri ile emekten ve demokrasiden yana parti ve güçlerin sermayeden bağımsız bir platform etrafında birlik çağrısıyla yanıtlanması gereken bu arayışın, emeğin hak kazanımları ile ülkenin bağımsızlığı ve demokratikleşmesi ve bu hedeflere yönelik mücadelenin gelişmesi bakımından ciddi bir temel oluşturduğu gerçeği bulunmaktadır.

KÜRESELLEŞME PROGRAMI ÜZERİNDEN YARIŞIYORLAR
3 Kasım seçimlerine giderken, böyle bir ortamda tek tek sermaye partilerinin durumunun ne olduğu sorusuna gelince, öncelikle şu tablo karşımıza çıkmaktadır. Bir sermaye partisi, kendisini seçimde yarışacağı bir diğer sermaye partisinden ayırırken, bunu, emperyalist öğelerin Türkiye’ye dayattıkları konularda gönüllü kulluk üzerinden yarışarak yapmaktadır. Örneğin; barajın altında kalma korkusu ile seçimi erteletmekten, türlü ittifak arayışlarına kadar bir dizi girişimde bulunan ANAP, 4 Kasım’da diğer partilerden bir adım öne geçmek için kendisini en AB’ci parti olarak sunmakta ve böylelikle de, bugüne kadar sermaye medyası ile düzenin çeşitli propaganda aygıtları tarafından, AB lehine yapılan propagandanın halk kesimleri üzerindeki tüm olası etkilerini de kendi arkasında toplamayı hesaplamaktadır. Diğer taraftan DYP Genel Başkanı Tansu Çiller, AB ve IMF politikalarına bağlılıkla birlikte, “Irak’a saldırı durumunda ülkenin başında ben olmalıyım. Bu konulardaki en deneyimli lider benim” türünden çıkışlarla, en büyük emperyalist ABD’yi hoş tutacak bir formül olarak Irak’a saldırıyı kendisi için ayırıcı bir politika olarak sunmaktadır. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ise, geçen seçimlerde parlamento dışında kalan bir parti olarak, halkın iktidardaki partilere olan tepkisinin kendisini güçlendireceğini düşünmek dışında, partisine Kemal Derviş’i katarak, onun etrafında oluşan misyonun dış ve iç potansiyellerini kendisi için bir avantaja dönüştürmek istemektedir. Şu ana kadarki anketlerin en çok oyu alacağına işaret ettiği AKP’ye gelince, o da, “küreselleşmeci” güçlerle, içerideki ve dışarıdaki tüm uzantılarıyla iyi geçinmeyi, iktidara gelebilmek açısından en geçer akçe saymaktadır.
Bu partilerin, küreselleşmeci politikalar karşısındaki tutumunu biraz daha ayrıntılandırırken şu gerçeklere dikkat çekilebilir.

DERVİŞ’Lİ CHP: KÜRESELLEŞME PROGRAMINA TAM TESLİMİYET
CHP, Cumhuriyet’in kurucu partisi olmaktan gelen yönelimle, bugüne kadar kendisini diğer partilerden ayırırken, ambleminde de bulunan ve Atatürk ilkelerine işaret eden 6 oku kullanırdı. Bu topraklarda yaşayan halk kesimleri açısından olumlu, tarihsel çağrışımları olan bağımsızlık, halkçılık gibi ilkeler, sermaye politikalarını savunan CHP’nin kendisini diğer sermaye partilerinden ayırmak için kullandığı temel ilkelerdendi. Uzun yıllardır bunların gereğini yapmaz, ama yapacak gibi, en azından savunur gibi görünürdü. Üstelik NATO’ya girilmesinden, IMF ile anlaşmalar imzalanmasına kadar bir dizi temel konuda CHP ve ortağı olduğu iktidarlar bu ilkelere çoktan ihanet etmişlerdi. Ancak, bir gecede 7 milyar doların yabancı spekülatörlerce hiç edilmesine yol açarak patlak veren krizin hemen ardından Baykal’ın IMF’ye kulluk deklarasyonu olan “IMF Programının alternatifi yok” ilanı yakın geçmişin, dünün; ABD ve IMF-DB politikalarının açıktan misyonerliğini yapan, kendisini başlıca bu politikalarla ayıran bir ismin CHP’ye bu kadar etkin bir pozisyondan dâhil olması, bugünün olgusudur. Türkiye’de politika yapma koşulunu -önceden Baykal’ın “alternatifsiz” ilan ettiği- IMF programına istikrar kazandıracak bir hükümetin oluşmasına katkı yapmaya bağlayan bir isim, Derviş, bugün bir Mesih gibi getirilip CHP’nin merkezine yerleştirilmiştir.
Bu durumun, bundan sonraki CHP politikalarını nasıl etkileyeceği sorusunun yanıtı ise, CHP yönetimi tarafından zaten verilmiş bulunmaktadır. CHP yönetimi, Derviş’in partiye gelmesi ile birlikte, geçtiğimiz Temmuz ayında IMF’ye karşı olmasa bile IMF ile ilişkileri yürütenlere karşı kullandığı görece eleştirel üslubu da bir kenara bırakmıştır. Geriye, Derviş’in dün 57. Hükümetin ekonomi bakanı, bugün CHP’li “kurtarıcı” pozisyonları arasındaki uyum ile, IMF ilişkileri ve borçlar politikasına ilişkin “Borç yiğidin kamçısıdır, ama yiğit de yiğit olmalı” diye yiğitlenen AKP lideri Tayyip Erdoğan’ınkinin eşi “siz yapamadınız, ben yaparım” türünden, IMF’ye teslimiyeti benimseme üzerinden ucuz demagoji imkanından başka bir şey kalmamaktadır.
CHP’nin web sitesinde, 25 Temmuz 2002 tarihli ekonomi bülteninde, CHP’nin iktidar partilerini eleştirirken kullandığı İfadeler bile bu gerçeği görmeye yetecektir:
“DSP+ YTP+MHP+ANAP” SİYASETİNİN 6 aylık bütçe uygulamasında, faiz giderleri patladı, yatırımlar durdu, vergi gelirleri yetersiz kaldı, sosyal güvenlik giderleri arttı… SONUÇ: İşlevi kalmayan, halkı ezen, halka hizmet sunmayan, toplumdan kopan, İFLAS EDEN BÜTÇE…
IMF ile çok teslimiyetçi bir ilişki içindeyiz… Üretim ekonomisine geçilmeden, ulusal birikim ve değerler korunmadan ekonomik bunalım aşılamaz… Deniz BAYKAL
2002 yılı bütçesinin önceliği toplam bütçe harcamalarının yarısını aşan borç faizlerinin ödenebilmesi, iç borçlanmanın çevrilebilmesidir. Bütçe dengeleri ve tüm Hükümet uygulamaları buna odaklanmıştır.
* “DSP+YTP+MHP+ANAP” siyaseti bu yıl yüzde 33,2 oranında reel iç borç faizi ödenmesini öngörmüştür… Bu düzeyde fahiş reel faiz beklentisinin temel nedeni siyasi istikrarsızlıktır: ülkeyi yöneten ve yönetmekte olan siyasete duyulan güvensizliktir… Bu nedenle artan risk primidir…
Bu kapsamda; “DSP+YTP+MHP+ANAP” siyasetinin IMF ile mutabakat içinde uygulamaya koyduğu 3 Yıllık Programda, kamu borçlanma kâğıtları reel faiz oranının yüzde 33,2 gibi, hiçbir ülkede görülmeyen, olağanüstü yüksek, tüm yatırım ve üretim arzusunu kırıcı bir düzeyde oluşması, böylelikle kamu borçlanma kâğıtlarının yatırımcılar açısından çekiciliğinin artırılması öngörülmektedir. (Program; reel borçlanma faizinin 2003’de yüzde 27,5, 2004’de ise yüzde 20,5 olmasını öngörmektedir.)
*  “DSP+YTP+MHP+ANAP” siyaseti, bu yıl;
– Vergi gelirlerini ekonomiyi kayıt altına alarak artırmadan, kamu kesiminde tasarruf sağlamadan,
– Yatırımları askıya alarak, çiftçinin desteklenmesine son vererek, kamu çalışanlarını açlık ücretlerine mahkûm kılarak, konsolide bütçede 9 milyar dolarlık kaynak sağlamayı hedef almıştı…
* Bu kaynakla da, izlenmekte olan yanlış politikalar ve siyasi istikrarsızlık nedeniyle artan risk primi ile 40 milyar dolara yaklaşması kaçınılmaz görülen 2002 yılı borç faizlerinin yaklaşık yüzde 25’ini ödemeyi öngörmüştü:
-Bu kapsamda; “DSP+YTP+MHP+ANAP” siyasetinin IMF ile mutabakat içinde uygulamaya koyduğu 3 Yıllık Program ile,
* Konsolide Bütçede, Gayri Safi Milli Hâsıla’nın (GSMH) yüzde 5,4’ü,
* Toplam Kamu kesiminde ise yüzde 6,4’ü oranında, faiz dışı fazla yaratarak borçların hızla ödenmesi hedef alınmıştır. (Program; Konsolide Bütçe faiz dışı fazlasının GSMH’ye oranının 2003 ve 2004 ‘de yüzde 5,6 olmasını öngörmektedir.)
* Diğer bir deyimle, son üç yıl ekonomiyi yöneten DSP+YTP+MHP+ANAP siyasetinin, 2002 yılı bütçesi ile çiftçiyi korumayacağı, kamu çalışanlarına haklarını vermeyeceği, emeklilerin yoksullaşmasına göz yumacağı, yeni iş alanları yaratmak için gerekli yatırımları yapmayacağı, rekor düzeylere tırmanan işsizliğe, derinleşen eşitsizliklere duyarsız kalacağı, halka hizmet götürmeyeceği yılın başında da bilinmekteydi…
* Ancak, “DSP+YTP+MHP+ANAP siyasetinin etkinliği altında sürdürülen 2002 yılı bütçesinin ilk 6 aylık dönemine ait veriler, gerçeklerin, yukarıda özetlenen tablodan, yılbaşında ortaya konan öngörülerden çok daha vahim olduğunu ortaya koymaktadır.
Bütçenin ilk altı aylık döneminde;
– Kamu yatırımları rafa kaldırılmıştır: Yatırım harcamalarının toplam bütçe harcamalarına oranı yüzde 2,9 ile sınırlı kalmıştır. Oysa 2002 yılı bütçesi bu oranın yüzde 5,8 olmasını öngörmektedir.
Gerçekte yüzde 5,8 son yılların en düşük oranıdır. Buna rağmen Hükümet yatırımları tümüyle rafa kaldırarak bu hedefin dahi çok gerisinde kalınmıştır.
– Tarım ve çiftçi kaderine terk edilmiştir: Tarımsal destekleme harcamalarının toplam bütçe harcamalarına oranı yüzde 1,6 olmuştur. Doğrudan Gelir Desteği dışında kalan tarım destekleri ise 120 trilyon lira ile yani, bütçenin bu konudaki yılsonu hedefinin yüzde 16,6’sı ile sınırlı kalmıştır.
Bugüne değin hiçbir hükümet çiftçiyi ve tarımı bu ölçekte sahipsiz, kendi kaderi ile baş başa bırakmamıştır…
– Yılın ilk altı ayında ülkeyi yöneten “DSP+ YTP+MHP+ANAP siyaseti”,
– Depremzedelere desteği unutmuştur: Depremzedelere elini uzatmamış, vergi ile halktan para toplamasına rağmen deprem ödeneğinden hiç harcama yapmamıştır…
– İşsizlik sigortasını lafta bırakmıştır: Toplumsal bunalıma dönüşen rekor düzeyde işsizliğe rağmen, işsizlik sigortasının 520 trilyon liralık yetersiz düzeydeki yıllık toplam ödeneğinin sadece dörtte birini hak sahiplerine aktarmıştır…
– En büyük tasarruf ise Güvenlik Kuvvetleri’nin cari harcamalarında sağlanmıştır. “Diğer Cari” olarak belirlenen bu harcamalar için yılın bütününde öngörülen 7,8 katrilyon liralık ödeneğin, yılın ilk 6 ayında, sadece yüzde 25,6’sı harcanmıştır.
* Devlet bütçesi fiilen iflas ettirilmiştir: Kamu çalışanlarına ve emeklilere hak ettikleri onurlu bir yaşam için gerekli maaşı çok gören DSP+YTP+MHP+ANAP siyaseti, yılın ilk altı ayında, 28 katrilyon 465 trilyon lira faiz ödemiş; bir avuç rantiye kesimine vergisiz servet aktarmıştır. Böylece:
– Vergi gelirleri; geçen yılın eş dönemine göre gerilerken, faiz giderlerini karşılayamaz noktaya düşmüş,
– Faiz giderlerinin vergi gelirlerine oranı yüzde 117’e tırmanmış,
– Kısaca, devlet bütçesi fiilen iflas ettirilmiştir.
* “DSP+YTP+MHP+ANAP siyaseti”, yılın ilk 6 ayında, halkı çökertir, ekonomiyi iflas ettirir, bütçe üçte biri oranında açık verirken, “2002 Yılı Program hedefinin (on iki ayda 9 milyar dolar) üzerinde faiz dışı fazla sağlamakla (altı ayda 7,5 milyar dolar) övünmektedir”…
BÖYLESİNE ÇARPIK, IMF’YE BÖYLESİNE TESLİMİYETÇİ BİR ANLAYIŞ KABUL EDİLEMEZ…”
Bir alıntı açısından biraz uzunca sayılabilecek olan bu satırları özetlemeden buraya almamızın nedeni, sonu “IMF’YE BÖYLESİNE TESLİMİYETÇİ BİR ANLAYIŞ KABUL EDİLEMEZ…” cümlesiyle biten tüm bu politikaların, yarın parlamentoya girme ve bir biçimde iktidarda yer alma şansı yakalayabilmesi durumunda, CHP tarafından uygulanacak olmasıdır. Hükümetin uyguladığı ekonomik politikaların eleştirildiği yukarıdaki değerlendirme; CHP yönetimi tarafından, içinde Emek Programı’nı hazırlayan bazı bilim adamlarının, bağımsız iktisatçıların da bulunduğu bir gruba hazırlattırılmış ve “CHP işte bu politikalara karşı iktidar olmak istiyor” anlamına gelmek üzere, CHP’nin web sitesinde yayınlanmıştır. Ancak, Derviş’in partiye girmesi ile birlikte bu görüşler geri çekilmiştir. Çünkü bu görüşler, suçlanan “DSP-YTP-MHP-ANAP siyaseti”nin ekonomi koltuğunda oturan bizzat Derviş tarafından uygulanmıştır. Bugün Derviş’in, halkın artan ötesini yedeklemek için “sol bir birlik”le istikrar kazandırmaya çalıştığı politikalar bu politikalardır ve CHP’nin web sitesindeki ifadeden uyarlayarak söylersek bunun açık anlamı şudur: DERVİŞ’Lİ CHP: IMF’YE TAM TESLİMİYET!

İLHAN SELÇUK’TAN DERVİŞ’Lİ CHP’YE KREDİ
“Atatürk ilkelerinin yılmaz bekçiliği”nden “IMF ile uyuma” doğru, okura çaktırmamaya çalışan bir üslupla alttan alta yol alan Cumhuriyet gazetesi de, Derviş’in CHP’ye girişini, kendi seyrine uygun olarak, “renksiz”, ama temsil ettiği iddialar düşünüldüğünde onay olarak okunması gereken bir tarzda verdi. Derviş’in CHP’ye gireceğini açıkladığı haberi, Cumhuriyet’in manşetinde şu başlıkla yer aldı: “Derviş ‘CHP’ dedi” (22 Ağustos 2002) Cumhuriyet gazetesinin Yayın Kurulu Başkanı İlhan Selçuk ise, “Tayyip Erdoğan’a karşı Kemal Derviş mi?” başlığıyla yazdığı yazı ile kendi köşesinden, tüm Cumhuriyet okurlarına “önyargılı olmama” çağrısı yaparak şunları söyledi: “Hiçbir önyargıya kapılmadan beklemek ve görmek en doğru yöntemdir. Derviş’in yakasında düne kadar IMF’nin rozetini taşıdığı kesin… Artık CHP’nin rozetini takacak… İyi olur inşallah!” (23 Ağustos 2002)
İlhan Selçuk’un bu sözlerini, düne kadar IMF’nin rozetini taşıyan Derviş’in, CHP’nin rozetini takarak değişebileceğine ihtimal vermesinin bir ifadesi olarak değil, elbette kendisinin başında bulunduğu Cumhuriyet’in, bu yeni durumu okurlarına “yutturmak” için bir geçiş manevrası olarak okumak daha anlamlı olur. Bu ise, başka bir gerçeğe daha işaret etmektedir. Küreselleşmeci güçler, ülke içindeki mevzilerini güçlendirmek üzere herhangi bir parti ya da kurumu kendi programlarına “kazanırken”, onunla ittifak halindeki diğer güçleri de kazanıyorlar. Onlar bunu hesaplasa da, hesaplamasa da, süreç zaten böylesine zincirleme gelişiyor. Dolayısıyla bu seçim sürecini, küreselleşmeci güçlerin CHP ile birlikte Cumhuriyet gazetesini de “tam kazanma” süreçleri olarak tarihe not düşmek gerekecektir. Elbette bu gerçek, bugüne kadar sadece, bağımsızlıkçı, ilerici duygu ve düşüncelerle CHP’ye oy vermiş olanlarla birlikte Cumhuriyet’i bu anlayışla her gün bayiden alan okurların da, Atatürkçülüğü bağımsızlıkçılık olarak anladığını belirten aydın kesimlerin de, tutumlarını gözden geçirmelerini gerektirmektedir. Çünkü CHP ve Cumhuriyet gibi parti ve kurumlan IMF’de temsilini bulan küreselleşme politikaları etrafında yeniden yapılandırma hamlesi, sonuçta onların tabanlarını yeniden yapılandırmayı esas almaktadır.
CHP değerlendirilirken, unutulmaması gereken güncel bir örnek de, Paşabahçe direnişi sırasında CHP’nin aldığı tutumla ilgilidir. Şişe-cam Paşabahçe Fabrikasında işçiler fabrikanın kapatılmaması için günlerce direniş gösterirken, Beykoz halkı, fabrikalarının kapatılmasının kendilerinin de sonu anlamına geleceğinin bilinci ile günlerce eylemler düzenleyerek işçilere destek verirken; Paşabahçe’de CHP’nin tavrı, fabrikanın kapatılması yönünde olmuştur. Bunun anlamı da açıktır: CHP; IMF politikalarının emrettiği fabrika kapatmalar, işten atmalar konusunda IMF’nin yanındadır, işçi ve halk karşısında da tamamen düşman bir pozisyondadır. Zaten, çoktandır yatkın olduğu, izlediği politikaları anlayıp “alternatifsiz” saydığı ve uyum sağlayıp -işbirlikçilerine yönelik “sen yapamadın ben yaparım” içerikli politika metaı göstermelik eleştiriler bir yana- savunduğu IMF ve Dünya Bankası’nın adamı Derviş’i bu nedenle, “zil takıp oynayarak” davet edip baş tacı etmiştir. Şimdi Derviş’le bu yolda daha ileri adımlar atacağı, Derviş’li CHP’nin bu açıdan daha da pervasızlaşan bir CHP olacağından kuşku duyulamaz.
Derviş’li CHP’nin, ABD’nin Irak’a müdahalesine karşı çıkacak bir refleks göstermesi de beklenemez ve şu ana kadar CHP yönetimi tarafından bu yönde bir tutum da zaten alınmamıştır, 4 Kasım itibarıyla, Türkiye’yi içine alacak savaş konusunda, bir başka küreselleşmeci partinin, örneğin Irak saldırısına en iyi uyum göstereceği iddiasında olan Çiller’in DYP’sinin hükümet olması durumunda olacakların, CHP hükümeti halinde olacaklardan farklılığına ilişkin CHP’nin tek bir açıklaması yoktur.
Türkiye’nin önünde duran demokratikleşme sorunlarına yaklaşım bakımından da CHP’nin durumu ortadadır. ABD-AB ve MGK’nın politikalarını dengelemek dışında bir çizginin dışına çıkmayan ve çıkması da beklenemeyecek olan CHP, bu ülkede emekçilerin IMF politikalarına karşı örgütlülüklerinin güçlendirilmesi mücadelesinde bundan sonra da karşı tarafta olacaktır. Dahası girdiği ilişkiler, onun bu yönünü daha derinleştirecektir. Bunca sendikasızlaştırma saldırısı koşullarında sendikal örgütlenme özgürlüğü konusunda açıklama bile yapmayan, memurların grev hakkı konusunda sessiz kalan, seçim yasalarının demokratikleştirilmesine bile karşı çıkarak halkın iradesine saygısızlığını ve halkın egemenliğinden korktuğunu açığa vuran CHP’nin, Kürt emekçilerin taleplerine yaklaşımı da Kopenhag Kriterleri’nin bir adım ötesine gitmemektedir. Hakim siyasal konsept tarafından vereceği oy, kontrol edilmesi gereken bir oy olarak kabul edilen Kürt yoksulları DSP Lideri Ecevit tarafından nasıl ki, sisteme “kazanılması” gereken bir kesimi ifade ediyorlarsa, bu CHP için de geçerlidir.

AKP: ABD, AB, IMF, İSRAİL, MÜSİAD, TÜSİAD
Milli Görüş geleneğinin içinde yetişen ve bir zamanlar, daha önceki seçimlere yoksulluk, işsizlik ve diz boyuna varan yolsuzluklardan bıkan halkın oyunu alabilmek için “Adil düzen” sloganı ile katılan Erbakan liderliğindeki RP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığını yapmış olan Recep Tayyip Erdoğan, son dönemlerin en süratle küreselleşme programına biat eden siyasi siması durumunda.
Hocasının iktidardan düşürülmesine götüren 28 Şubat süreciyle birlikte, partisinde hizip örgütleyen ve Soğuk Savaş sonrası Türk dış politikasının temel yönlerinden biri olan ve ABD tarafından dayatılan Türkiye-İsrail ittifakının da bir gereği olarak, içeride gidilen yeniden yapılanma ihtiyaçlarını çok çabuk gören ve bunda ABD’nin belirleyiciliğini bilen Erdoğan, hocasının partisini bölerek kurduğu AKP’yi bu ihtiyaçlara uydurmakta hiç gecikmedi.
ABD’ye yaptığı gezi sırasında, kendisi ve kurmayları ile Beyaz Saray düzeyinde değil, ancak Beyaz Saray için politika üreten think-tank kuruluşları üzerinden görüşülmesini “bizim zaten resmi bir görüşme talebimiz yoktu” diyerek açıklamaya çalışan Erdoğan, ABD’nin soğuk savaş sonrası Türkiye’sine artık İsrail’le “stratejik ittifak” üzerinden rol biçtiğini bildiği için, orada Musevi lobisinin etkin kurumlarıyla görüşmeyi de ihmal etmedi. İsrail’in Filistin halkına yönelik kanlı katliamlar gerçekleştirdiği bir dönemde, İsrail’e karşı açık tavır almak yerine, açıklamalar düzeyinde kalan dengeli bir “muhalefetle” durumu idare etmeye çalışması, Erdoğan’ın AKP’sine rengini veren taktik ve strateji hattına son derece uygundu. Milyonların oyunu alacağı iddiasında olan, anketlerin 1. Parti gösterdiği ve lideri İstanbul Belediye Başkanlığı yapmış ve üstelik “inançlı bir Müslüman” olduğunu açıklayan bir parti, en azından İstanbul’da en azından “birkaç bin” kişilik bir İsrail’i protesto gösterisi bile yapmaktan kaçınarak “yeni” pozisyonunu ortaya koymaktan geri durmadı.
Medyada yer alan “asker takiyye yaptığından hâlâ şüphe ediyor” biçimindeki değerlendirmelere bir yanıt olmak üzere, denk geldiği bir resepsiyonda, gidip Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun elini sıkıp, hatırını ve sağlığını soran, ardından da “hiçbir soğukluk hissetmedim” sözleriyle gazetelere manşet olan Erdoğan, bir MÜSİAD partisi görüntüsünden sıyrılmak için TÜSİAD ve onun kontrolündeki medya organlarıyla da iyi geçinmeye özen gösterdi. Bu özenin karşılığını da çok kısa bir süre içinde nakite dönüştürmeyi başardı. Aydın Doğan’ın Almanya’daki tesisinin açılışında, “Türkiye’nin AB’ye giremediğini, ama Sayın Aydın Doğan’ın bu değerli tesisle AB’ye girmiş bulunduğunu” söylemesi, bu gruba ait gazete ve televizyonlarda hatırı sayılır bir haber olarak görüldü. Doğan Grubu’nun en çok tirajlı gazetesi Hürriyet’in, imaj oluşturmakta mahir genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök, onun için şunları yazdı: “Benim kafamda AKP’nin meşruiyeti ile ilgili bir sorun yok.” (24 Temmuz 2002)
Ertuğrul Özkök’ün izinden gidenlerden birisi de, Doğan Grubu’nun, “en entelektüel solcusu” Murat Belge oldu. Belge, Radikal’deki köşesinde, AKP’nin alacağı oyların kimi çevrelerde rahatsızlık yarattığına değindiği yazısında, Özkök’ün işaret ettiği “meşruiyet” sorununun çözümüne bir “katkı” sunmak için Marksist birikimini de ortaya koyarak şunları söyledi: “En kısa ve kestirme söyleyişle bu, güvenmediğiniz ‘özne’yi dışarıda tutarak değil tersine, içeriye buyur ederek, onu bir ‘tehlike’ olmaktan çıkarmaktır” (25 Ağustos 2002)
Zaten parti olarak kurulduğundan bu yana “içeriye” doğru koşan AKP kurmayları, Belge ve benzerlerinin de katkısıyla küreselleşme sürecinin yeni konukları arasına hızla katıldı. ABD’nin Irak’a saldırı hazırlıkları karşısında tepki vermeyen eskinin hızlı “İslam kardeşliği” ve “cihad” savunucusu Erdoğan ve partisinin, ABD’nin kendisine güveninde pürüz doğuracak hiçbir tutum geliştirmemeye özen gösterme politikasının, parlamentoya girme olanağı yakalaması halinde daha da “dikkatle” devam edeceği açıktır.
Erdoğan’ın AKP’sinin ekonomik programı da, küreselleşme programı ile uyuma büyük bir dikkat gösterildiğini ortaya koymaktadır.

AKP’NİN EKONOMİ PROGRAMI DERVİŞ’İNKİNİN KOPYASI
AKP Ekonomiden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ali Coşkun’un, partisinin İktidara gelmesi durumunda uygulayacağı ekonomik programı açıklarken söylediği su süsler bunun açık bir ifadesidir: “Elbette biz IMF’ye karşı değiliz. Aynen devlette de devamlılık esastır. Ancak, ülke gerçeklerini anlatarak daha gerçekçi politikalar izleyeceğiz. IMF hedef koyar, bunun nasıl yapılacağını konuşuruz.” Şu andaki IMF programının en önemli sorununun programı destekleyecek “sürdürülebilir bir siyasi otorite” bulunmaması olduğunu dile getirerek, adeta Kemal Derviş’in sözlerini tekrar eden Ali Coşkun, şöyle devam ediyor: “Bu yüzden ülke ekonomisi için yararlı olan hususlar gerçekleştirilemedi. Bazı konular ise kısa vadede Türkiye gerçeklerine uymadığı için ters etki yaptı. Doğal olarak halkın nazarında da bu olumsuzluğun sorumlusu IMF gözükmeye başladı. Hâlbuki ne IMF ne de Kemal Derviş sorumludur. Asıl sorumlu hükümettir.” (27 Ağustos 2002 Hürriyet) Program sanki, bütün yaptıkları ona uyum sağlamaya çalışmak olan Ecevit ve ortaklarınınmış gibi, Baykal ve CHP’si türünden, programıyla birlikte, IMF ve adamı Derviş’i savunup 57. Hükümeti suçlayarak, “IMF’nin koyacağı hedeflere nasıl ulaşılacağı” peşinde olan AKP’nin, eğer hükümet partisi olursa, 4 Kasım’la birlikte yapacakları, IMF’nin dayatıp Derviş’in bugüne kadar yaptıklarının kötüsü olacak ama iyisi olmayacaktır. IMF ve ABD’nin misyoneri gibi ortalıkta dolaşıp IMF programını eksiksiz uygulayacak bir hükümet kurmaya çalışan Kemal Derviş’i ayıran AKP’li Coşkun’un, eleştiri oklarını sadece sonu gelmiş olan hükümete yöneltmesi bile, AKP siyasetinin küreselleşme programına uyum açısından, sadece “Yeni Hoca”sına değil, kendisi dışında memleketteki tüm partilere dirsek dayamakta bir sakınca görmeyeceğinin ifadesidir. Coşkun, uygulayacakları ekonomik politikaları sıralarken aynı konuşmada şunların altını çizmektedir:
“-Tüm kurumları ve kuralları ile piyasa ekonomisi işleyecek.
-Özelleştirme, rasyonel ekonomi için araç.
-Yabancı sermaye Türkiye için çok önemli.
-AB, Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşlarla ilişkiler sürdürülecek.
-Devlet ekonomik faaliyetten çıkmalı.”
Bunların her biri, AKP’nin Ekonomiden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ali Coşkun’un görünüşte eleştirdiği hükümetin de uyguladığı politikalardır ve ülkeye yıkım, açlık, işsizlik, yoksulluk, dışa bağımlılığın derinleşmesi, IMF’ye en borçlu ülke olmaktan başka bir şey getirmemiştir. Dolayısıyla AKP’nin önerdiği program, ülkeyi yıkıma götüren Derviş programıdır ya da temsilciliğini Derviş’in yaptığı IMF Programı’dır ve bu programın diğer sermaye partilerinin programlarından, örneğin; Saadet Partisi’ninkinden fazlası vardır, ama eksiği yoktur.
Bu görüşleri destekleyen bir dizi açıklama daha önce çeşitli AKP kurmaylarınca da dile getirilmiştir.
Örneğin; Abdullah Gül’ün şu sözleri buna örnektir: “IMF-Dünya Bankası ile iyi ilişkiler içinde olmak zorundayız. Borcu olan bir ülkenin ben seni tanımıyorum demesi mümkün değil. Gerçekçi olmamız gerekir.” (Tempo, 25 Temmuz 2002)
IMF programına bağlılık ANAP, DSP, YTP ve DYP’nin ekonomik programlarında da ilk sırayı oluşturuyor. MHP ise daha çok, altına imza attığı ekonomik politikaların getirdiği yıkımın faturasını diğer ortaklarının üstüne yıkarak aradan sıyrılmak için Derviş’i eleştirerek, halk kesimlerine kendisini IMF karşıtı gibi göstermeye çalışıyor. Bu partinin “IMF karşıtlığının, Baykal-Coşkun ya da CHP-AKP türü, demagojik, görünüşte eleştirel “IMF’ye evet, ama ben daha iyisini yapacağım” yandaşlığından nüansın ötesinde bir farkı yoktur. Eğer var ise, hala hükümet ortağıdır ve halen uygulanmakta olan IMF Programı’nın altından imzasını çekip programın uygulanmasını durdurmak elindedir! Oysa sadece oyuna talip olduğu ezilenlere yönelik demagoji yapmaktadır.
Ayrıca MHP’nin halkı yedeklemek için, kendisini bir önceki seçimlerde iktidara taşıdığını gördüğü, Öcalan ve Kürt sorunu üstünden politika yapma tutumunu, bu seçimlerde de kendisini AB’ye onay veren diğer partilerden ayıran bir özellik olarak, sürdürmeye çalıştığı görülmektedir. Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edildiği önceki seçimlerin arifesinde, içeride oluşturulan şovenist dalgayı arkasına alarak, Öcalan’ı “idam” etme sözü veren Bahçeli liderliğindeki MHP’nin iktidar ortağı olmasının ardından, ülkenin bağlı bulunduğu “merkezleri” karşısına almamak adına Öcalan’ın idamının erteletilmesi yönünde diğer ortakları ile birlikte imza koyduğu gerçeği ortada iken, bugün idamın kaldırılmasının da içinde bulunduğu AB’ye uyum yasalarına oy veren diğer partilerden kendisini ayırmak ve bu konuda yıllardır körüklenen şovenist politikaların oluşturduğu kitle tabanının desteğini arkasına alabilmek umuduyla, “Bölücübaşı F tipine konulmalı” diye ortaya düşmesi ilginçtir, ama şaşırtıcı değildir.
Tüm bunlar, ulusal bağımsızlık ve ülkenin demokratikleştirilmesi için ihtiyaç duyulan taleplerin, burjuva partileri tarafından sadece kendi konumlarını güçlendirmeye dönük bir oy potansiyeli olmak dışında bir anlama gelmediğini ortaya koymaktadır. DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in, HADEP’i bir potansiyel “tehlike” olarak gösteren sözleri de aynı kapsamda değerlendirilmelidir.
Ayrıca IMF politikalarını savunan tüm düzen partilerinin, halkın ihtiyaç duyduğu parasız sağlık ve eğitim gibi bir dizi temel konuda bu seçimlerde hiç oralı bile olmamalarının gerisinde, yine, bu seçimleri diğerlerinden ayıran bir faktör olarak, IMF politikalarına kayıtsız şartsız teslimiyet yatmaktadır.
Sonuç olarak, tüm düzen partileri bu seçimlerde oyu halktan isterken, icazeti de, işçi ve halk düşmanı bir karakter taşıyan, emperyalist sermayenin çıkarlarını temsil eden küreselleşme programlarına hükmeden ABD, AB, IMF ve DB’den istemektedir. Bu, elbette yazının giriş bölümünde de dile getirildiği gibi, bir sürecin sonucudur ve bunu tersine çevirmek için de, işçi ve emekçileri emperyalist odaklar ve onların içerideki işbirlikçilerine karşı birleştirmek açısından içinde bulunduğumuz seçim süreci büyük önem taşımaktadır.

Hegemonya mücadelesi ve uluslararası ceza mahkemesi

Merkezi Hollanda’nın Lahey kenti olan ve kuruluş amaçları “soykırım, insanlığa karşı suç ve savaş suçu”yla ilgili davalara bakmak olarak açıklanan Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), 1 Temmuz 2002 tarihinden itibaren yürürlüğe girdi.
Dünyanın ilk daimi uluslararası savaş suçları mahkemesi olan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kuruluşunu 74 ülke onayladı. ABD, İsrail, Rusya ve Çin gibi ülkeler ise muhalefet ediyorlar. UCM’yi destekleyenler arasında, AB’nin 15 üyesi, Nijerya, Sierra Leone, Bosna-Hersek, Ekvador gibi onlarca Avrupa, Afrika, Latin Amerika ve Asya ülkesi bulunuyor. Anlaşmayı imzalamayan ülkeler arasında Türkiye, Pakistan ve Hindistan bulunurken, Ortadoğu’da ise Ürdün anlaşmayı onaylayan tek ülke oldu, İsrail anlaşmayı imzaladı ancak onaylamadı. George W. Bush yönetimi UCM’yi kesinlikle reddediyor. Washington en son BM Güvenlik Konseyi’nin Amerikan askerlerine, UCM karşısında dokunulmazlık garantisi vermemesi durumunda, BM barış gücü operasyonlarından çekilme tehdidinde bulundu.

“İNSAN HAKLARI” VE “ULUSLARARASI ADALET” KAVRAMLARI ETRAFINDA HEGEMONYA MÜCADELESİ
“Mahkeme” kelimesinin kendisinin bir yaptırımı içerdiği düşünüldüğünde, bunun bir de “Uluslararası” bir sıfatla tanınmış halinden söz edildiğinde, o zaman karşımızda duran şeyin, dünyaya hâkim olan uluslararası güçlerin birbirlerine karşı yürüttükleri hegemonya mücadelesinde, dünyadaki egemenlik ilişkileri içinde ele alınması kaçınılmazdır. Söz konusu kurumun amacının “insan haklarını” savunmak, “soykırım, insanlığa karşı suç ve savaş suçlularını” yargılamak gibi insani ideallerle tanımlanmış olması bu gerçeği değiştirmez. Son yirmi yıl içinde, başta ABD olmak üzere, NATO güçlerinin, AB ülkelerinin başını çektiği, “çıbanbaşı” ülkeleri “dize getirme” operasyonlarının neredeyse tamamının insani gerekçelerle tanımlanmış olması bunun bir ifadesidir. “Ben emperyalist çıkarlarımın, kendi hegemonik hesaplarımın bir gereği olarak bu saldırıyı gerçekleştiriyorum” diyen bir emperyaliste bugüne kadar rastlanmamıştır, rastlanması da mümkün değildir. Bu “haydut’luğun baştan kabulü anlamına gelmektedir ki, “haydut’luğun da emperyalistlerin hedefe koydukları ülkelere ve onların liderlerine karşı kullandıkları bir tanımlama olduğu bilinmektedir. ABD’nin Ortadoğu’da kendi çıkarlarına aykırı konumda gördüğü ülkeleri “haydut” diye nitelendirdiği hatırlanacaktır. ABD’li bir kongre üyesinin, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni de “haydut mahkeme” olarak nitelendirdiği basına yansımıştır. Dolayısıyla bir kavramın içerdiği çağrışımların değil, o kavramın hangi güçler tarafından, hangi amaca bağlanarak kullanıldığının önemli olduğu gerçeği, bu tartışma bakımından da kilit bir önem taşımaktadır.
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin ne gibi işlevler göreceği, sonunun nereye varacağını öngörmek için, tarihte kısa bir gezinti yapmak yararlı olacaktır.
Tekelci kapitalist düzenle birlikte, sermayenin girdiği yoğunlaşma ve merkezileşme süreci, mevcut devletlerin sınırlarını zorlayan bir gelişkinlik düzeyine ulaşarak, dünya yüzeyine yayılma eğilimi göstermiş, bu da emperyalist paylaşım mücadelelerini beraberinde getirmiştir. Tüm bu gelişme, dünya ölçeğindeki güç ilişkilerinin konjonktürel değişimine uyarlı olarak da yeni biçimler almış, karşılıklı güçlerin birbirleri ile mücadelelerinin düzeyinin oluşturduğu denge bu yeni biçimleri de doğrudan belirlemiştir.

SOSYALİZMİN VARLIĞI İLE BELİRLENEN DÜNYANIN ETKİLERİ
1917 Ekim devriminin sonrasındaki gelişmeler, artık bu dengeleri sosyalist ve kapitalist olarak üzere, birbirine karşıt iki bloğun varlığıyla belirlemiştir. Lenin’in “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” ilkesi, kapitalist bloğun, tek tek ülkeleri kendisine bağımlı kılma üzerine kurulu emperyalist müdahalesine karşı açık bir tavrı içerirken, karşı blok da bunu dönemin koşulları içinde 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Wilson ve Churchill öncülüğünde doruğuna çıkarılan “self determinasyon” teziyle kendi çıkarları bakımından kesmeye çalışmıştır.
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında da, iki blok arasındaki mücadelenin belirlediği dengenin seyri, bundan sonraki kurumlara rengini vermiştir. Görevi, “uluslararası barışı koruma” olarak açıklanan Birleşmiş Milletler (BM)’nin ilkeleri arasında, “güç kullanma ve güç kullanma tehdidinde bulunma yasağı”da vardır. Ancak BM Şartı’nın VII. Bölümü, bu kısıtlamaya önemli istisnalar oluşturmaktadır. “VII. Bölüm, ‘barışın tehdidi, bozulması ve saldırı eylemlerine karşı önlemler’ getirmekte ve Güvenlik Konseyi’ne ‘uluslararası barışı ve güvenliği korumak’ amacıyla harekete geçme yetkisini vermektedir. Bu yetkiler arasında Güvenlik Konseyi’nin güç kullanma yetkisi (m.42) de vardır. Şart ayrıca, üye devletlerden birinin silahlı bir saldırıya uğraması durumunda, Güvenlik Konseyi önlem alıncaya kadar, saldırıya uğrayan devletin tek başına veya kolektif olarak ‘öz-savunması’nı da tanımaktadır (m.51). Müdahale yasağı ilkesine BM Şartı’nın getirdiği bu istisnalar, soğuk savaş döneminden günümüze değin gerçekleştirilen askeri müdahalelerin meşrulaştırılmasında önemli rol oynamışlardır. Şart, her ne kadar self-determinasyon ilkesini ve müdahale yasağını tanımış olsa da, getirdiği ‘istisnai’ durumlarla bu ilkelerin ihlal edilmesinin temellerini de atmıştır.”(1)
Sovyetler Birliği’nin askeri gücü ve baskısı ABD’nin emperyalist yayılma girişimlerini önemli bir süre için engellemiş ve bu da yukarıda sözü edilen ‘istisnalar’ın ABD tarafından bir kaideye dönüştürülmesinin önünün alınmasında uzunca bir süre için etkili olmuştur. Kore ve Vietnam gibi bir dizi askeri müdahale ile ABD bunu delmiş olsa da, bu Sovyetler Birliği’nin varlığıyla belirlenen soğuk savaş koşullarında daha çok ekonomik ve politik sömürgecilik araçlarını devreye sokarak emperyalist amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmıştır.

SOSYALİZMİN GERİYE DÜŞÜŞÜ VE BM’NİN ABD’NİN DİPLOMATİK AYGITINA DÖNÜŞMESİ
Sovyetler Birliği’ndeki rejimin “sosyalist” karakterini kaybetmeye başlama süreci, ABD’nin askeri operasyonlarının önündeki “uluslararası hukuk engellerini” tanımama sürecini hızlandırmıştır. Sovyetler Birliği’nin Doğu Bloğu sınırları dışına taşan ilk askeri müdahalesi ise, 1979’da Afganistan’a girişidir. Bu dönemde karşımızda olan Sovyetler Birliği, sosyal emperyalist bir karakter taşımaktadır.
1990’ların başında sosyalist sistemin biçimsel varlığının da son bulması ile birlikte, insan hakları” kavramına dayalı yeni bir müdahalecilik güç kazanmaya başlamıştır. Başta ABD olmak üzere, emperyalist güçler, kendilerini sınırlayan sosyalizm engelinin ortadan kalkması ile askeri operasyonlarını yoğunlaştırmış ve bunun ideolojik meşruiyet araçlarını da insani ideallerle tanımlamaya başlamışlardır. Körfez Savaşı ile birlikte ABD emperyalist saldırılarını “insani müdahale” argümanıyla meşrulaştırmaya çalışmıştır. “Körfez Savaşı ile NATO’nun Kosova’ya müdahalesi arasında geçen dönemde, kimi zaman Güvenlik Konseyi’ni de arkasına alan ABD’nin pek çok müdahalesine tanık olunmuştur. Irak’a 1998 Aralık ayında başlayan son saldırı ile Kosova Savaşı’nda Güvenlik Konseyi’nin bariz biçimde ‘by-pass’ edilmesi ise 1945 sonrası dünya düzeninin egemenlerinin bileşiminde meydana gelen değişikliklerin doğrudan sonuçlarıdır.”(2)
ABD, savaş gemilerinin Körfez’e dayanması ile Saddam’a geri adım attırıldığı bir dönemde, BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın, bu durumu “Silah destekli diplomasinin bir zaferi” olarak tanımlaması ise, tüm bu gerçekliğin birinci elden itirafıdır. Sosyalizmin olmadığı koşulların belirlediği bugünün BM’si, ABD ve İngiltere’nin elinde oyuncağa dönüşmüştür. “Dünyanın korunması” gibi bir idealle ortaya çıkan bir kurumun en yetkili makamında oturan kişinin, “silah destekli diplomasi” tanımı, “uluslararası hukukun” emperyalist müdahalelerin meşrulaştırıcı şemsiyesine dönüştüğünde başkaca bir anlama gelmemektedir.
Bu ilişkinin ekonomi politiğine örnek olması bakımından başka bir çarpıcı alıntıyı da, New York Times’in başyazarı ve ABD medyasının önde gelen yorumcularından birisi olan Thomas L. Friedman’dan yapabiliriz. Friedman, son Yugoslavya bombardımanının başlamasından birkaç gün sonra, 28 Mart 1999’da New York Times’ta “Bir hızlı dünya manifestosu” başlığı ile yayımlanan makalesinde, “Küreselleşmenin sürdürülmesi ulusal çıkarlarımıza uygundur… Küreselleşme ABD’dir” dedikten sonra şöyle devam ediyor: “Piyasanın gizli eli, gizli yumruk olmadan asla işlemez: F-15’in yapımcısı McDonnell Douglas olmadan McDonald’s gelişemez. Ve Silikon Vadisi teknolojileri için dünyayı güvenli hale getiren bu gizli yumruğa, ABD ordusu, Hava Kuvvetleri, Donanması ve Deniz Piyadeleri denilir.”(3)
New York Times’in başyazarının, piyasanın gizli elini garantileyen güç olarak anlattığı ABD’nin silahlı gücü, BM Genel Sekreteri Annan’ın “başarılı diplomasinin çekirdeği olarak kabul ettiği güçten başka bir şey değildir.
BM’nin kuruluşundan bugüne kadarki seyrinde nasıl dünya ölçeğindeki güç ilişkilerindeki değişimler etkili oldu ise, aynı gelişmeleri ona göre henüz çok kısa bir tarihe sahip olan “Uluslararası Ceza Mahkemesi” konusunda da gördük.
ABD Başkanı Clinton, Eski Yugoslavya Başkanı Milosevic için kurulan, Savaş Suçları Mahkemesi’ni destekledi. Bu mahkeme, ABD ve onun müttefiklerinin Balkanlar’da gerçekleştirdikleri emperyalist saldırı ve işgale “uluslararası” düzeyde bir “hukuksal” meşruiyet sağlamanın aracı olarak kullanıldı.
Uluslararası Ceza Mahkemesi fikri, bu düzeyde pratikleştiğinde, ABD’nin de işine yarıyor ve onun saldırılarına “hukuksal” bir dokunulmazlık da kazandırıyordu. Ve 1998’de Roma’daki uluslararası konferansta, soykırım ve insanlığa karşı suç davalarına bakacak bir uluslararası ceza mahkemesinin kurulmasına ilişkin anlaşma imzalandığında, Clinton da o dönemin dengeleri içinde, bunun ABD’nin “insani müdahale” bahanesiyle gerekçelendirdiği saldırılarında hedefe koyduğu ülkenin liderlerinin, ya da bir biçimde kendi çıkarlarına ayak bağı olanların yargılanacağı bir mahkeme olacağını düşünmüştü. Miloseviç’in yargılandığı, yarın belki becerilebilirse Saddam’ın, Kaddafi’nin ve diğerlerinin yargılanmasının hesaplandığı bir mahkeme.

EN BÜYÜK EMPERYALİSTLER UCM’NİN YETKİLERİNİ ASKIYA ALABİLECEK
Ancak Pentagon ve Beyaz Saray, böylesi bir mahkemenin, dünyanın bir dizi bölgesinde operasyonlara sürekli “gerek” duyan ABD açısından bir ayak bağına dönüşebileceğini, ABD’ye bağlı hareket eden güçlerin, bu mahkemede yargılanma ihtimalinin doğabileceğini düşünerek, Clinton’ın attığı imzayı onaylamamayı uygun buldu. Kararını geçtiğimiz Eylül ayında açıklamayı düşünen Bush yönetimi, 11 Eylül saldırılarının ardından “terörle mücadele” bahanesiyle başlattığı savaşta uluslararası destek aradığı, “Uluslararası Ceza Mahkemesi” gibi bir oluşuma, uluslararası desteğe ihtiyaç duyduğu bir dönemde karşı çıkmasının kendisini zayıflatacağını düşünerek kararını açıklamayı bir süre erteledi.
Bush yönetimi, Afganistan’ı yerle bir edip, orada kendi çıkarlarına uygun bir şekillenmeye gittikten sonra ise UCM’yi tanımayacağını açıktan söylemeye başladı. ABD Başkanı George W. Bush, “Bu mahkeme barış için çalışsa bile, diplomatlarımız ve askerlerimizin bu mahkemeye çıkma riski bulunmaktadır.” diyerek bu mahkemeyi tanımayacaklarını ilan etti. Buna rağmen 1 Temmuz günü, bu mahkemenin kuruluşunun, Roma Anlaşması’nı imzalayan 139 ülkeden 74’ünün imzası ile onaylanıp ilan edilmesi üzerine çileden çıkmış bir ABD yönetimi gördük.
ABD, Bosna’da görev yapan BM barış misyonunun görev süresinin uzatılmasını veto etti. ABD yönetimi, Barış Gücü’ne yönelik yaptırımlarla da yetinmedi. Temsilciler Meclisi yaptığı oylamayla, UCM tarafından tutuklanan herhangi bir ABD’liyi kurtarmak için, Başkan Bush’a kuvvet dâhil her türlü imkânı devreye sokması için tam yetki verdi.
Karar tasarısının mimarı Cumhuriyetçi Parti’nin Teksas temsilcisi Tom DeLay, ülkesinin bir ABD askerinin veya seçilmiş bir liderinin bu mahkemeye çıkarıldığını asla görmek istemediğini belirterek, UCM’yi, “haydut mahkeme” diye niteledi.
Ve ABD bu mahkemenin, kendisine rakip durumdaki AB ülkeleri başta olmak üzere diğer güçlerin çıkarları ekseninde, ABD’nin uluslararası yayılımını “insan hakları” gerekçesi ile denetleme yönünde kullanılacağından endişe ederek başlattığı karşı kampanyada etkili oldu. Bu baskı, “Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin daha doğarken sakat doğmasını getirdi.
Ulusal mahkemelerin yerine geçmeyecek, ancak sadece bu mahkemeler ağır suçları soruşturma ve yargılamada yetersiz kaldığında devreye girecek olan, 1998’de imzalanan Roma Anlaşması ile kurulan UCM, çalışmalarına başlamasından sonra işlenen suçlarla ilgili yargılama yapacak.
Lahey’deki 16 katlı binasında göreve başlayan UCM’de, 2003 yılı başına kadar başsavcı ve 18 yargıcın belirlenmesi çalışmaları yürütülecek. UCM’de, Roma Anlaşması’nı onaylayan devletler, BM Güvenlik Konseyi ve mahkeme savcıları tarafından üç yargıcın onayıyla dava açılabilecek. ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere’den oluşan BM Güvenlik Konseyi’nin ise, “uluslararası barış ve güvenlik çabalarını tıkadığına inandığı” zaman UCM’nin soruşturma ve yargılama gücünü “askıya alma” yetkisi bulunuyor.
Yani, gücü yeten ve BM Güvenlik Konseyi’nde bu gücü diğerlerine göre daha baskın olarak kullanmaya başaran emperyalist güç, “uluslararası barışın tesisi” ve “insani müdahale” gibi gerekçeleri gerçekleştirdiği emperyalist saldırılarda, “Uluslararası Ceza Mahkemesi”nin yaptırımından kurtulmuş olacak. Bunun yanında, böylesi bir mahkemenin varlığı koşullarında gerçekleşen emperyalist bir saldırının, “uluslararası hukukun” onayı ve şemsiyesi altında gerçekleşmiş olma payesi kazanacağı da düşünüldüğünde, bu mahkeme daha kuruluşu ile birlikte ilan ettiği amaçların tersine bir işlevi üstlenmiş oluyor.
Bu mahkemelerin önemli bir eksikliği de, “savunmanın” kurumsal olarak bulunmaması. Hukukçular bunun önemini tespit ederken şu gerçeklere dikkat çekiyorlar: Kurumsal olarak savunma bu kurumlarda yok. Buna en çok bizim Türkiye’deki sistem sevinir. Çünkü bizde de yok. Bütün demokratik kurumlarda savunma kurumsal olarak yerini alıyor. Önemli bir yere sahip. Çünkü başka türlü yargılama yapılmaz. Savunmanın yargının içinde olup olmaması bir demokratik çizginin ana noktalarıdır, ayraçlarıdır. Yargıyı sadece savcı ve yargıçtan ibaret gören despotik bir anlayış var. Bununla 200 yıl mücadele edildi. Demokratik ülkelerde bu siyasi çizgi kırıldı, yerine yargıyı iddia, savunma ve hükümden ibaret gören bir başka anlayış geldi. Çünkü başka türlü yargının diyalektiğini sağlayamazsınız. Doğaya da aykırı. Tez ve anti-tezin olmadığı, onların çatışmasından senteze ulaşılmadığı bir doğa döngüsü olmaz. Zıtların çelişkisi olmadığı sürece bir diyalektiği, bir enerjiyi, değişimi sağlayabilmeniz, bir şeyi yaratmanız mümkün değil. Yargıda da bu çelişki ve çekişme vardır.” (4)
Ayrıca, daha UCM’nin kuruluşunun üzerinden on gün bile geçmeden, ABD’nin BM’den UCM karşısında, dış görev yapan askerleri için bir yıl süre boyunca dokunulmazlık alması da, bu mahkemenin “ölü doğduğunun” bir başka kanıtını oluşturdu.
BM’nin, ABD’nin “Diplomatik meşrulaştırıcı” aracına dönüştürülmesinde gönüllü davranan BM Genel Sekreteri Annan, ABD’nin UCM’den aldığı 1 yıllık dokunulmazlığın muhtemelen sürekli hale geleceğini de açıklayarak, kuruluş amaçları ile karşılaştırıldığında bu mahkemenin sonunu daha baştan ilan etmiş oldu. Önümüzdeki dönemde, İngiltere başta olmak üzere, diğer birçok etkin emperyalist gücün bu türden muafiyetler isteyecek olmasına da şaşırmamalı.
UCM’nin tüzüğüne bakıldığında, aslında ABD’nin “endişelerinin” ve itirazlarının önemli ölçüde dikkate alındığı da görülüyor. Örneğin; bir kişi kendi ülkesinde yargılanmaya başladığı an, UCM’nin onu yargılama yetkisinin bitmesi ve BM Güvenlik Konseyi’nin toplanarak UCM’deki herhangi bir yargılamanın bir yıl ertelenmesine karar verebilmesi -bunu daha sonra yine ertelemek de mümkün- zaten başta ABD olmak üzere BM’de etkin güçlerin işini kolaylaştıran bir nitelik taşıyor. Ancak, ABD siyasetine yön veren, şu an iktidarda olan ve “şahin” olarak adlandırılan kanat, ABD’li bir yetkilinin, askerin, ya da adı ABD politikaları ile cisimleşmiş bir ABD işbirlikçisinin uluslararası bir mahkeme tarafından yargılama tehdidi altına sokulmasını bile ABD’nin “ulusal çıkarları” açısından bir tehdit olarak görüyor. ABD yönetimi, yargılama tehdidi altına sokulmayı bile dünya yüzeyindeki hegemonya mücadelesinde kendi işini güçleştirici bir pürüz olarak görüyor ve en küçük bir engel bile istemiyor.
Bu haliyle bakıldığında, UCM’nin daha çok gücü yetenin etki göstereceği bir mahkemeye dönüştüğü ve giderek, Miloseviç için kurulan “uluslararası mahkeme”nin sürekli kılınması gibi bir işleve oturacağı söylenebilir.
Bu da, önümüze şu gerçeği çıkarıyor. Sosyalizmin baskısından kurtulan kapitalist bir dünyada, bu dünyanın çeşitli emperyalistlerin “insan hakları” ve “adalet” kavramlarını birbirine karşı bir hegemonya aracı olarak kullanmalarının, dünyanın ezilen haklarının adalete duyduğu ihtiyacı gidermesi mümkün değil. Büyük iddialarla ortaya konulan ve emperyalist savaşların mağduru durumundaki ülke ve halkların desteğini kazanmaya çalışan UCM’nin, daha kuruluşundan bugüne kadar geçen kısa süre içinde, dünyanın en büyük savaş suçlusu ABD karşısında işlevsiz hale gelmesi, sosyalizmsiz bir dünyada bu türden oluşumların iddia hükmünün bile ne kadar kısa ve kırılgan olduğunu göstermektedir. BM, sosyalizmin güçlü bir karşı blok olarak kapitalizmi, onun emperyalist saldırganlığını dizginlediği için, UCM’ye göre çok daha uzun bir süre kuruluş iddialarını koruyabilmişti. UCM’nin yaşadığı süreç, daha kuruluşundan kısa bir süre içinde geldiği nokta, hem onu şekillendiren güçlerin niyeti ve “kudretinin” ölçüsünü göstermekte, hem de insanlığa gerçek adaleti getirecek ve bunu uluslararası düzeyde gerçekleştirecek gücün, dünyanın işçi ve emekçilerinin, ezilen halklarının mücadeleleri üzerinde yükselen, onlara dayanan bir güç olması gerektiğini göstermektedir. Tarihin hiçbir döneminde sınıflar-üstü bir karakter taşımamış olan hukuk ve adalet, bugün de insanlıkla uluslararası düzeyde buluşabilmek için, ya da bir anlamda insan içine çıkabilmek için işçiler ve dünyanın tüm ezilen halklarının örgütlü müdahalesini beklemektedir.

Dipnotlar:
(1) Yasemin Özdek, Uluslararası Politika ve İnsan Hakları, Öteki Yay, Nisan 2000, sayfa 74-75
(2) a.g.y, s.88
(3) Ellen Meiksins Wood, “Kosova ve Yeni Emperyalizm”, Derleyen Tarık Ali, Evrenin Efendileri Om Yay, 2001, s.271
(4) Hacer Yücel’in Yücel Sayman’la söyleşisi, Günlük Evrensel, 15 Temmuz 2002, sayfa 2
36 özgürlük dünyası / ağustos 2002

“Üç tarz-ı siyaset”ten küreselleşme ülkücülüğüne

Siyasal fikirler, doktrinler, onların hangi tarihsel ve toplumsal koşulların ürünü olduğu, hangi sosyal güçlerin ihtiyaçlarına yanıt verdiği soruları ile ilgilenmeyenler için, onları ortaya atanların kişisel tezlerinden başka bir şey değildir. Siyasal fikirlerin, doktrinlerin ortaya çıkışını böyle ele alanlar, doğaldır ki, eğer belirli bir fikir ve doktrin eğer hoşlarına gitmiyor ya da çıkarlarıyla çatışıyorsa, onu çürütmek için yazarının psikolojik durumunun tahliline kadar varan metafizik değerlendirmeler yapacak, sonunda onun bir deli saçması olduğunu bile iddia edebilecektir. Ancak bu tartışmayı tarihsel ve diyalektik materyalizmin bilimsel teorisiyle yaptığınızda, o zaman bir siyasal fikrin ortaya çıkış nedenlerini de, onun zamanla geçirdiği aşamaları da ve hangi sosyal güçler elinde nasıl kullanıldığını da anlamanız kolaylaşacaktır.

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN DOĞUŞ KOŞULLARI
Bu tartışmanın güncel bir yanını oluşturan “MHP değişti mi, değişmedi mi?” sorusuna yaklaşımda da, aynı yöntem farklılığının izlerini görüyoruz. Bu soruya verilecek yanıta geçmeden önce, yine Türk milliyetçiliği ile ilgili olarak, konunun geçmişine dair benzer bazı sorulara yanıtlar vererek ilerlemek yararlı olabilir. Osmanlı siyasetine yön vermeyi amaçlayan binlerce sayfalık birçok çalışma, tarihte bir dipnot olarak bile anılamazken Yusuf Akçura’nın ince bir broşür boyutundaki “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı makalesini Türk milliyetçiliğinin manifestosu kılan nedir? Tarihi, kişilerin dehasıyla açıklayanlar, bu soruya, “Akçura dönemi içindeki diğer tüm tarihçi ve siyasetçilerden daha akıllıydı” demekten daha ileri bir yanıt veremeyecektir. Oysa “Üç Tarz-ı Siyaset”i etkili kılan temel faktörler, Akçura’nın tahlil yeteneği ile birlikte dönemin özelliklerinde saklıdır. Yusuf Akçura’nın, Kahire’de “Türk” adıyla çıkan -ancak kendisi Osmanlıcı olan gazeteye- gönderdiği “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı makalesi, Avrupa tarafından Osmanlı’ya “hasta adam” muamelesi yapıldığı bir dönemde, 1904 yılında yayınlanmıştır. “Birincisi bir Osmanlı ulusu fikri, Osmanlıcılık; ikincisi yurttaşlık ölçütü olarak İslam’ı yani Müslüman olmayı temel alan bir devlet fikri, İslamcılık; üçüncüsü Türk ırkını temel alan bir Türk milliyetçiliği, Türkçülük” üzerine kurulu üç temel politikayı işaret eden “Üç Tarz-ı Siyaset”, dönemi içinde Osmanlı’yı dağılmaktan kurtarma amacına dönük bir formülasyona işaret ediyordu.
Ancak, Osmanlı’yı tedrici ve devletin bir parçası olarak içeriden değiştirmeye yönelen burjuva-bürokrat Jön-Türk kadroları açısından Osmanlıcılık ‘devleti kurtarma’ projelerinin o döneme kadarki sürecini karşılayacak bir yaklaşımı ifade ediyordu ve art arda gelen Balkan yenilgileri ile Arnavutluk’un da imparatorluktan kopmasından sonra yeni iktidarın resmi ideolojisi Pan-Türkizm oldu. Jön-Türk dönemi, özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında, Pan-Türkçülüğü bir süre için hâkim ideoloji olarak gördü.
Dolayısıyla Yusuf Akçura’nın küçük ama Türk milliyetçiliğinin tarihi açısından büyük bir kaynak oluşturan “Üç Tarz-ı Siyaset” de tarihsel ve toplumsal koşulların, Osmanlı’nın içindeki ve dışındaki dengelerin değişmesi ile ömrünü tamamlamış oldu.
Ardından gelen süreçte Akçura’nın üçlemesini, dönemin ihtiyaçları üzerinden değiştiren ise dönemin Jön-Türkler’in ideologlarından biri olan Ziya Gökalp’tı. “Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak” biçiminde sistematize ettiği görüşleriyle kendisinden sonraki Türkçülerin de ilham kaynağı olan Ziya Gökalp, “Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan \ Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan” sözleriyle de, dağılan Osmanlı’nın fetihçi geçmişine geri dönüş hülyasını diri tutmuş oluyordu.
Siyasal düşüncelerin ortaya çıkış süreci ve ömrünü onu ortaya atanların kişisel dehaları ile açıklayanlar, Yusuf Akçura’nın, “Osmanlıcılık-İslamcılık-Ümmetçilik” üçlemesi üzerine kurulu “Üç Tarz-ı Siyaset’inin neden daha sonra yerini Ziya Gökalp’ın “Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak” üçlemesine bırakmak durumunda kaldığına bilimsel bir yanıt bulmakla herhalde bir hayli zorlanacaklardır.

CUMHURİYET SONRASI DÖNEM
Bu soruyu, Türk milliyetçiliğinin tarihi içinde bugüne doğru yürütmeye devam ettiğimizde bir sonraki durağımız Kurtuluş Savaşı’na öncülük eden Kemalist kadroların milliyetçiğidir. Mustafa Kemal önderliğindeki Türk Ulusal Kurtuluş hareketinin milliyetçiliğinin referanslarını belirleyen belli başlı etkenler ise şöyle sıralanabilir. Batılı emperyalistler, “Avrupa’nın hasta adamı” olarak tanımladıkları Osmanlı Devleti’ni aralarında paylaşmak için harekete geçmişlerdir. Mustafa Kemal önderliğindeki kadro, emperyalistlere karşı kurtuluş mücadelesi içinde iken sadece hemen yanı başındaki Bolşevik Rusyası’ndan destek görmektedir. Mustafa Kemal’in Lenin önderliğindeki Sosyalist Rusya’dan istediği silah ve para yardımı hemen karşılanmış, Bolşevikler, emperyalizmle mücadele ettiği sürece onların yanında olacağını belirtmişlerdir. Ve Bolşevik Rusya, Yusuf Akçura’ların ayrılarak Türkçülük hareketini başlattıkları Çarlık Rusyası’nın Panslavizm siyasetini de reddetmektedir. Kemalistler bu durum karşısında, ‘hasta adam’dan kendine güvenli bir çocuk yaratırken başvurdukları “Türkçülüğün” referanslarını da tüm bu ilişkileri göz önünde tutarak belirlemek durumunda kalmışlardır. Bunu Rusya’nın verdiği destekle birlikte, izlediği siyaset ve bölgesel konumu da etkilemiştir. Artık, Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp’ın ‘Turancı yaklaşımlarında da karşılığını bulan Enver Paşa’nın Kafkaslar ve Orta Asya’daki Turan düşü siyasetinden, Kemalistlerin “Misak-i Milli Milliyetçiliği”ne geçilmiştir.
Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanmasının ardından kurulan Cumhuriyet’in temel karakteristiklerini belirleyen Batıcılık ve Laiklik ilkeleri de Kemalist milliyetçilik anlayışının kuruluş dönemindeki diğer belirleyenleridir. Hilafete son verilmiş ve Batılı anlamda burjuva toplumun gereksinim duyduğu kurumsallaşmaları yaratmak amacıyla laiklik benimsenmiştir. Kuruluş aşamasında kendini laik olarak tanımlayan Mustafa Kemal, Cumhuriyeti, yeniden inşayı başarabilmek için “Bir Türk dünyaya bedeldir” sözünde de ifadesini bulduğu gibi Türkçülüğü alabildiğine yüceltmiştir. Ancak bununla birlikte “Yurtta sulh cihanda sulh” da denilerek, başta Rusya’ya “Biz Enver gibi Turancı, yayılmacı bir Türkçülüğü benimsemiyoruz” mesajı da verilmiştir.
Dolayısıyla bu dönemin milliyetçiliği, dışarıya karşı saldırgan bir yönle değil, savunmacı bir yaklaşımla karakterize olmuştur.
Türk milliyetçiliği ve ona ilişkin devlet siyasetinin belirlenmesinde, dönemin konjonktürel özelliklerinin ve dış faktörlerinin ne kadar büyük bir etkisinin olduğunu göstermesi bakımından en önemli örneklerinden birisi 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı dönemidir. Türkiye’de Pan-Türkçü hareketler, 1941’de Nazi saldırısının başlaması ile birlikte, TSK dâhil olmak üzere devlet yönetenlerinin önlerini açmasıyla birlikte güçlendikleri bir dönem yaşadılar. İçeride solcu yayınlara karşı ciddi bir sansür süreci başlatılırken, Turancı yayınlar özellikle teşvik edildi. Ancak, hesaplananın aksine Naziler Stalingrad önlerinde büyük bir yenilgiye uğratılınca ve bu süreçle birlikte Nazilerin savaşı kaybedeceğinin açık bir biçimde görülmeye başlayınca Türkiye yönetenleri, kısa bir süre öncesine kadar teşvik ettikleri, kol kola davrandıkları yayılmacı Pan-Türkçüler üzerinde baskı kurmaya yöneldiler. Pan-Türkçülük yasaklandı ve Pan-Türkçüler hakkında, 3 Mayıs 1944’te yapılan bir anti-komünist gösterinin ardından dava açıldı. Yargılananların arasında faşist Türk milliyetçiliğinin önemli simalarından Hüseyin Nihal Atsız ve kardeşi Necdet Sancar, Prof. Dr. Ahmet Velidi Togan ile Alparslan Türkeş ve Fethi Tevetoğlu gibi subaylar vardı. İktidardaki Kemalist rejimin milliyetçiliğinin bu dönemdeki referansları, yukarıda belirtildiği gibi önemli oranda dış etkenlerce belirlendi. Naziler yükselirken, Pan-Türkçüleri destekleyen iktidar, Cumhuriyetin başında dillendirilen “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” politikasının bir yana bırakabileceğini hesaplıyor ve Sovyetler üzerinde Envervari hayaller kurabiliyordu. Ancak Sosyalist Sovyetler, Nazileri yenilgiye uğratınca, yeniden yayılmacı milliyetçilik fikri yerine savunmacı milliyetçilik pozisyonuna geçildi ve komünizme tavır alan içerideki faşistler yargılandı.

SOĞUK SAVAŞ, ANTİ-KOMÜNİZM VE MHP’NİN DOĞUŞU
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında, ABD’nin kapitalist bloğun lideri olduğu yeni dengeler içinde de, hem devletin resmi milliyetçiliği, hem de bugünün MHP’sine kaynaklık eden Turancı milliyetçilik birbirini destekleyen özelliklerle ilerledi. Cumhuriyetin kuruluşundan beri yönünü Batı kapitalizmine dönmüş olan devletin yönetici kadroları ve devlet siyasetine yön veren güçler, Soğuk Savaş döneminde batının yeni imparatoru olan ABD emperyalizminin öne çıkardığı ve çeşitli biçimlerde desteklediği anti-komünizmi baskın bir renk olarak benimsediler. Resmi milliyetçilik de bundan böyle, öncesine göre çok daha baskın bir biçimde emperyalizme bağımlılığı gizleyen bir içerik kazandı. Bu süreçle birlikte, “sosyalizm tehdidi”ne karşı, diğer NATO ülkelerinde olduğu gibi ABD destekli ‘yerli milliyetçilikler’, kontra örgütlenmeler olarak harekete geçirildi. 1962 Kasımı’nda yeni kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) İstanbul’da yaptığı mitingler örgütlü kalabalıkların saldırısına uğradı. Önce 1950-53’te Necdet Sancar’ın önderliğinde Zonguldak’ta, daha sonra 1956-60’da Burhanettin Şener önderliğinde İstanbul’da öğrencilerin ve profesörlerin de katılımıyla faaliyet gösteren Komünizmle Mücadele Derneği 1963’te İzmir’de yeniden canlandırıldı. Pan-Türkçü düşünceden esinlenen ve tutucu İslami çevrelerce kuvvetle desteklenen dernek, 1965’te bütün Türkiye’de 110 şubeye sahipti ve Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel bile kısa bir süre derneğin fahri başkanı olmuştu. ABD ve onun yerli işbirlikçisi olarak davranan iktidarın desteğini arkasına alan faşist kontra milliyetçiliğinin bundan sonraki eylemleri, ülkenin bağımsızlığını ve sosyalizmi savunan çok sayıda kişinin katledilmesi ile sonuçlandı.
Bu faşist milliyetçi dalganın kendisini bir parti ile ifade etmeye başlaması da çok gecikmedi. Faşist hareket, çok partili rejim sürecinde partisine Türkeş’le kavuştu.

ABD’NİN “BAŞARILI” ÖĞRENCİSİNİN “YÜZDE YÜZ YERLİ DOKTRİNİ” DOKUZ IŞIK
Alparslan Türkeş’in, önce Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, 1969’da ise Milliyetçi Hareket Partisi ile gerçekleştirdiği “milliyetçilik” anlayışının programatik ifadesini, kendisinin yazdığı “Dokuz Işık” oluşturuyordu. Atatürk’ün CHP’yi kurarken söz ettiği dokuz ilkeden yola çıkarak benimsenen “Dokuz Işık” içinde doğduğu konjonktürün özelliklerini içeriyordu. Türkeş’in, 1965’te yayınlanan ‘doktrini’nin girişinde kendisini anlattığı bir sayfalık biyografisinin aşağı yukarı yarım sayfası NATO’da Türkiye’yi temsilen verdiği ‘hizmetler ve ABD’deki ‘başarılı’ eğitimine ayrılmış.
1948’de Genelkurmay’ın açtığı sınavı kazanıyor ve Amerika’ya tahsile gönderiliyor. Amerikan Piyade Okulu ve Amerikan Harp Akademisi’nde tahsil görmüş ve kendisinin ifadesiyle “bunları da iyi bir derece ile bitirmiş” olan Alparslan Türkeş, 1955’te Kurmay Binbaşı olarak, Washington’da bulunan “Daimi Grup” nezdinde Türk Genelkurmayının Temsil Heyeti üyeliğine tayin edilmiş ve yine kendisinin ifadeleriyle 1957 yılı sonuna kadar bu görevini “başarı ile ifa etmiş.” Bu süre içinde University of America (Amerikan Üniversitesi)’ne devam etmiş. Bu kadar “başarılı” askeri ve politik Amerikan eğitimi de, Türkeş’in, “Yüzde yüz milli doktrin” olarak tanımladığı “Dokuz Işık’a” fazlasıyla yansımış. Kitabında ABD ile ilişkilerin geliştirilmesi üzerine sayfalarca önerilerde bulunan Türkeş, Rusya’yı da “Dünya’nın tanıdığı en korkunç emperyalizm” olarak tanımlıyor. Onun bu “milliyetçi” doktrininin aslında ABD’ye bağımlılığı yerli bir söylemle kamufle eden bir işbirlikçilikten başka bir şey olmadığını en açık biçimde gösteren ifadelerinden biri de “Tam bağımsız Türkiye” isteyenlere karşı aldığı tutumdur. Türkeş Dokuz Işık’ta bu konuda şu ifadeleri kullanıyor: ‘”Tam bağımsız Türkiye’ sloganı altında anarşi yaratan komünistlerin gerçek niyeti, Türkiye’yi NATO’dan ayırıp, Varşova Paktı içinde Rusya’ya bağlamaktır.” (Sayfa 129-130)
Dolayısıyla Türkeş’in “milliyetçiliği” kendisinden önce bu iddiayı ortaya atmış olanların tümünden daha baskın bir işbirlikçi karakter taşımaktadır.
Bundan sonra Türkiye’de resmi ya da gayri resmi tüm “milliyetçi” siyasetler, ABD’nin Türkiye’nin bulunduğu bölgeye ilişkin siyasetinin dolaysız izlerini taşıyarak şekilleneceklerdir. Örneğin Cumhuriyetin kuruluş yıllarında benimsenen laiklik politikası ile Ziya Gökalp milliyetçiliğinin üçlemesinin geriye çekilen “İslamcılık” ayağı, ABD’nin Sovyetler Birliği’ni yeşil bir kuşakla çevreleme politikasını devreye sokması ile birlikte yeniden yaşam bulmaya başladı. Necmettin Erbakan’ın 1969’da kurduğu “Milli Nizam Partisi” bu politikanın bir ürünü ve sonucuydu.
Türkeş’in doktrini ile yetişen faşist milliyetçi militanların devrimcileri katletmek için ileri sürüldüğü 70’li yılların ardından gelen 1980 darbesi, halkta “tarafsızlık” görüntüsü yaratarak desteğini genişletme, sisteme ve devlete güveni tesis etme politikasının bir sonucu olarak Türkeş’i de cezaevine koydu, ancak onun da dediği gibi, “Fikri iktidarda, kendisi içeride”ydi.
28 Şubat 1997 MGK kararlarında ifadesini bulan askeri müdahale ise, Türk milliyetçiliğinin referanslarını belirleyen Ziya Gökalp’ın üçlemesindeki “İslamcılık” yanını yeniden geriye iten bir “milliyetçiliği” resmi politika olarak benimsedi. Bu da yine dönemin, ABD’nin Türkiye’nin Ortadoğu’daki bundan sonraki rolünü İsrail’le ortaklığa koşullaması politikasının gerektirdiği bir iç dizayn olarak gerçekleşti. Bu müdahale ile birlikte, dini söylemi “milli” söylemle harmanlayan BBP ve dini yanı baskın bir “milli” söylemi benimseyen Erbakan’ın RP’si, iktidardan uzaklaştırılırken, sistemin gerektirdiği istikrarın teminatı olarak MHP’nin önü açıldı.

SOĞUK SAVAŞ SONRASI MHP’NİN BESLENDİĞİ YENİ TEHDİT KONSEPTİ
Ancak, bu arada önemle dikkat çekilmesi gereken bir konu olarak, solun bir bölümünü de kapsayan, tarihin ve siyasetin yönünün belirlenmesinde komplocu yaklaşımların MHP’nin iniş çıkışlarını anlamakta yanıltıcı sonuçlar vereceği belirtilmeli. Siyasi gelişmeler, yukarıdan kurulup, devreye sokulması ile birlikte aşağıdan hemen sonuç veren gelişmeleri doğurmuyor. Tarihsel ve toplumsal etkenler, çeşitli toplumsal güçlerin birbirlerine karşı konumları, iç ve dış etkenler ele alınmadan siyasal gelişmelerin doğru tahlilinin yapılması mümkün değil. Dolayısıyla MHP’nin son seçimlerde, MHP kurmaylarını bile şaşırtan bir oy oranına ulaşmasının kaynağının da tek belirleyici olarak, çokça iddia edildiği gibi Öcalan’ın İtalya’ya geçişi iler birlikte içeride genelgelerle yönlendirilen şovenist kışkırtmanın oluşturduğu iklim ve MHP’nin bu iklimde girdiği seçimlerde Öcalan’ın idamına dair vaatlerde bulunmasını göstermek, diğer tüm etkenleri kapı dışarı etmek yanıltıcıdır. Öcalan’ın Türkiye’ye iadesi süreci ile birlikte girilen seçimlerde, yaratılan şovenist ortamın milliyetçi solun temsilcisi DSP ile milliyetçi sağın temsilcisi MHP’nin önünü açtığı gerçeği ile birlikte, milliyetçiliğin Türkiye egemenleri ve onların bağımlı bulundukları odaklar bakımından beslenen ve sistemin koruyucu unsuru olarak yedekte tutulan bir konumu hep olmuştur. Bu yazının bundan önceki bölümlerinde Türk milliyetçiliğinin tarihsel seyri anlatılırken verilen çeşitli örneklerle birlikte, 1980’lerden sonra Türkiye’nin bulunduğu bölgedeki gelişmeler ve içeride başka bazı gelişmeler Türk milliyetçiliğinin besleneceği kaynakların oluşumunu güçlendirmiştir.
1980’lerin ortalarından itibaren ülkenin bir bölümünde sıcak olarak yaşanan, ancak bütününü etkileyen sonuçlar veren Kürt sorunu etrafındaki çatışma, MHP’nin kendisine beslenme kaynağı olarak gördüğü temel iç faktörü oluşturmuştur. Soğuk Savaşın son bulması ile birlikte, MHP için “anti-komünizm”in yerini, artık daha çok Kürt sorunu etrafında tanımlanan “tehdit” unsuru almıştır.
Bu dönemle birlikte, MHP’nin beslendiği diğer önemli motif ise Sovyetlerin dağılması ile birlikte devlet politikası düzeyinde de öne çıkarılan “Dış Türkler” politikasıdır. Sovyetlerdeki çöküşün ardından “Adriyatik’ten Çin Şeddine” politikası bir devlet politikası olarak benimsendi.
Kafkasya ve Orta Asya’daki Türkî Cumhuriyetlerde Sovyetlerin dağılmasının ardından dirilen ve tırmanan Türkçülük, Türkiye’de hem devlet düzeyinde ‘turana’ bir ilgiye mazhar oldu, hem de MHP’nin yükselişine moral ve politik bir destek sundu. Türkiye Cumhurbaşkanı, Türkeş’i de yanına alarak Türkî Cumhuriyetlere özel geziler düzenledi, devletin bünyesinde “TÎKA” gibi özel kurumsallaşmalara gidildi. Turan’ın “Dış Türkler” ayağı yeniden güç kazandı. Azerbaycan’daki darbe tertibi, Turan’ın, Enver’den sonra çıktığı ilk seferdi ve başarısız oldu. Sovyetlerin arka bahçesini oluşturan bu cumhuriyetler, sahip oldukları petrol ve enerji kaynakları nedeni ile ABD’nin de ilgisini çekiyor, Türkiye egemenlerinin bu konudaki cüreti de zaten kendisini ABD’nin çıkarlarına bağlayarak gerçekleştiriyordu.
Dolayısıyla MHP’nin yükselişinde, Öcalan’la ilgili son gelişmelere bağlı olarak kışkırtılan şovenist iklimler birlikte girilen seçim sürecinde MHP’nin güttüğü politik hatla birlikte, Türkiye’de seçime hiç girmeyen resmi milliyetçiliğin, MHP’nin gelişimini koşullayan politikalarının etkisi de büyüktür.
1980’li yılların ortalarında stadyumlarda, milli takımı destekleyenler arasında üç hilalli bayrak görülmeye başlanması “tekbir” ve “Ya Allah Bismillah, Allah-u Ekber” seslerinin duyulması, Avrupa kupalarında oynayan bütün takımların “milli takım” muamelesi görmeye başlaması, yine seçime girmeyen devlet milliyetçiliğinin koşulladığı ve medya eliyle popülerleştirilerek yeniden üretilen faktörlerdendi. “Şehit cenazeleri”, asker uğurlamaları, sokaklarda popüler bir tüketim nesnesi olarak üç hilalli yüzükler, kolyeler bu iklimi toplum nezdinde meşrulaştıran, dolaşımını yoğunlaştıran gelişmelerdendi.

İKTİDAR VE DEĞİŞİM
Son seçimlerin kendisine açtığı yol ve MGK icazeti ile oluşturulan koalisyon hükümetinin ikinci büyük ortağı olmak, MHP’de yeni bir sürecin de kapısını açtı. “Küreselleşme” sürecinin dayattıkları ve işbirlikçi sermayenin bu sürecin gereklerine uygun olarak içerideki hukuksal ve ekonomik düzeni yeniden yapılandırma politikası, iktidardaki sermaye partilerini de, yeniden yapılanmaya zorluyordu. ANAP gibi bu sürecin politikalarını gönüllü üstlenen hükümet ortakları için bu süreç zaten bir gereklilik olarak görülüyordu. Ancak, “milli” bir söylem üzerinden kendisini ifade eden ve taban bulmaya çalışan MHP açısından bu yeni süreç, daha sancılı bir süreçti. Bunun nedeni MHP’nin, IMF ve DB gibi kurumların dayattığı “küreselleşme” programlarından rahatsız olması değil, bu geleneğin kendisini sürekli iç ve dış “tehdit” politikası üstünden var etmesiydi. Bu yeni süreçte MHP’ye MGK ve sistemin diğer iç ve dış egemen güçleri tarafından yüklenen temel işlev, sistemin istikrarını garantiye alan bir tutum sergilemesi, bunu yaparken milletin canını yakacak konularda “popülist” davranmamasıydı. “Yolsuzluk ve yolsuzlukla savaş”, “Öcalan’ın idamı” gibi vaatlerle iktidara gelen MHP açısından bu süreç, diğer tüm sermaye partileri gibi kimliksizleştirici ve tamamen “küreselleşme” sürecinin içinde eritici bir süreçti. “Anti-komünizm” ve ardından da, Kürt sorunu karşısında şovenist kutuplaşmanın temel unsuru olarak şekillenen ülkücü kadrolar MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Öcalan’ın idamının ertelenmesine imza atması karşısında rahatsız oldular ve bu MHP’nin “değişim” süreci içindeki en sancılı gerilim konularından biri olarak var oldu. Bahçeli’nin genelgesi ile “değişimin” bir işareti olarak bıyıklarını kesen ülkücü kadrolar, işin politikanın temel konularında da bu düzeyde bir bıyık tıraşını gerektireceğini sonradan öğrendiler.

SOSYALİZMİN AYRIŞTIRDIKLARINI KÜRESELLEŞME BİRLEŞTİRİYOR
Burjuva siyasetin sağını, solunu, laik’ini, İslamcısını yeniden yapılandıran “küreselleşme” sürecinin yeni piyasa ilişkilerinin MHP’yi yeniden yapılandırmaması, ona “ya sev ya terk et” demesi kaçınılmazdı. O artık yeni sürecin, her an saldıracakmış gibi duran “bozkurt’u değil, ne zaman saldıracağı belli olmayan, ancak ondan daha öldürücü bir “doberman” olacaktı. Ondan beklenen yeni görev, yabancı sermayenin önündeki engelleri tamamen kaldıran politikaları “milli” bir söylemle, tüm millet nezdinde meşrulaştırmasıydı. Bahçeli’nin AB’ye üyelik konusunda dile getirdiği “onurlu üyelik” formülü, IMF direktiflerini itiraz eder gibi görünerek onaylaması bu görevin hakkının verildiğinin işaretleriydi. Ve izlenen bu politika MHP’ye içeride hiç ummadığı yerlerden bile destek getirdi. Cumhuriyet gazetesi yazarı Cüneyt Arcayürek’in Ecevit’i IMF kararlarının altına büyük bir gayretkeşlikle imza atmakla eleştirirken, Bahçeli’nin en azından ayak sürçer görünmesini övgü konusu yapan yazılar yazması, ondan bir süre sonra İlhan Selçuk’un Bahçeli ile izdivacı bunun en güncel örneklerini oluşturdu. Sosyalizmin bir blok olarak var olduğu koşullarda, onun yarattığı havanın baskısının ayrıştırıcılığı ortadan kalkınca dünün “cuntacı milliyetçi sol”u olarak davrananların, bugün MHP ile böylesi bir izdivaca girmiş olmalarından şaşırtıcı bir yan bulunmuyor. Sosyalizmin ayrıştırdıklarını “küreselleşme” birleştiriyor.
“MHP değişti mi, değişmedi mi?”, sorusuna yanıt olarak yukarıda verilen yanıtlara ek olarak, bu geleneğin kendi içinden bu soruya verilen bir yanıtı aktarmak da yararlı olacaktır. Türkeş’in oğlu, Aydınlık Türkiye Partisi’nin Genel Başkanı Tuğrul Türkeş, bir gazeteye verdiği röportajda bu soruyu şöyle yanıtladı: “Bugünkü CHP nasıl Atatürk’ün CHP’si değilse, MHP de artık babamın MHP’si değildir.” (Sabah, 11 Mart 2002) Oğul Türkeş’in bu söyledikleri sadece bugünün MHP’sini değil, aslında medya kendisi ile röportaj yapmasa yaşayıp yaşamadığından bile herhalde birçok kişinin haberi olamayacağı kendi durumunu da açıklıyor. Bahçeli’nin MHP’si bugünün piyasa ilişkilerinin emrettiği “küreselleşme ülkücülüğü”nü inşa etmeyi kabullendiği için, bu değişimi gerçekleştirmeye koyulduğu için iktidarda tutuluyor.
Bu değişim sürecinin MHP içinden ifadesini, Alparslan Türkeş okulundan yetişen MHP’nin bugünkü Grup Başkanvekili Mehmet Şandır’ın Ortadoğu gazetesinde yayınlanan üç günlük röportajında bulmak mümkün. 18 Şubat 2002 günü başlayan röportajın ilk bölümünde Şandır, Meclis ve hükümet koltuğuna oturduklarında aldıkları tavırlarını, “Duygularımıza kapılmadan, ideolojik saplantılara meseleyi feda etmeden, akıllıca, objektif ve ilmi olarak yapılması gerekeni yapmak sorumluluğundaydık. Bizi incitse de, acıtsa da yapılması gerekeni yapmak…” sözleriyle açıkladı.

BİR GÖZÜ MGK’DA, DİĞERİ ABD’DE
Şandır, yüklendikleri misyonun gereklerini yerine getirmek konusunda yaptıklarının Türkiye’de iktidarı yönlendiren iç ve dış odaklar tarafından takdirle karşılandığının farkında olduklarını da şu sözlerle ifade etti: “Devleti yönetenler, toplumun önünde olanlar, gerek ekonomi, gerek iş hayatı, medya, bürokrasinin önünde olanlar da MHP’nin bu konudaki kararlılığını ve mantık sağlamlığını, ahlak dürüstlüğünü, tutarlılığı gördü. İnanıyorum kimini yurtdışı, Avrupa ve Amerika da gördü. Türkiye’nin geleceğinde artık MHP bu milletin adına, her anlamda görev yüklenmeye, yeni işbirlikleri yapmaya hazır olduğunu ispat etti.”
MHP, bugün Şandır’ın dediği gibi, sistemin istediği zemine kendisini oturttuğu için, MHP içinde bu süreçle birlikte yaşanan kopuş ve tasfiyelere, sistem ve onun hislerine tercüman olan medya tarafından “piyasanın kutsal ihtiyaçlarının kefareti” olarak bakılıyor. İktidardan düşürülmek ve parçalanmak istenen “Adil Düzen” geleneği içinden çıkan Tayyip Erdoğan’a, partisini bölme aşamasında “yenilikçi” adını takarak destek olan medya, MHP içi muhalefete aynı ilgiyi göstermiyor; çünkü MHP açısından istenen çizgiyi Bahçeli’nin temsil ettiği çizgi oluşturuyor. Uluslararası sermayenin, IMF’nin, Dünya Bankası’nın ve ABD’nin adamı Kemal Derviş’le çatışan Enis Öksüz, Abdulhaluk Çay gibi bakanlarını tasfiye eden Bahçeli’nin tüm bunları piyasanın “kutsal ihtiyaçları” için yaptığı düşünüldüğünden medyadan da bu tasfiyelerle ilgili olarak “demokratik” bir itirazla karşılanmadı ve bilakis bunun için teşvik edildi ve istenileni yaptığında da alkışlandı.
Ancak bu noktada gözden kaçırılmaması gereken temel bir yön de, Bahçeli’nin tasfiyelerindeki sınıf seçiciliği ile ilgilidir. Bahçeli, o kadar bilgi ve belgeye, kamuoyu baskısına rağmen Koray Aydın’ı ezdirmemeye özen gösteren bir çizgi izlerken, Kamu-Sen Genel Başkanı Bahçeli’yi harcamakta hiçbir çekince duymadı. Kamu emekçileri içinde en büyük memur konfederasyonu olmak için, medyanın kendisine göstermeye başladığı ilgiyi de arkasına alan Akay, kamu emekçileri IMF’nin mağduru durumunda olduğu için iktidarla, dolayısıyla iktidar ortaklarından MHP ile de polemik yapmaya başlayan bir çizgi izleyince çizgiyi aşmaya başladığı düşünüldü ve tasfiyesi için bizzat Bahçeli’nin talimatı ile düğmeye basıldı.

11 EYLÜL MİLLİYETÇİLİĞİ
Ancak, bu değişim süreci MHP açısından, iktidarda kalmanın, sistem tarafından onaylanmanın bir garantisi olurken, diğer taraftan da onun diğer sermaye partilerinden farkını silikleştirip “küreselleşme”nin aynasında aynılaştırırken, bir kimlik, dolayısıyla varlık sorunu da yaratıyor. Bunu fark eden MHP kurmayları, son dönemde, özgürlükleri daha da geriye iterken, demokrasiyi güvenlik bahanesinin baskısı altına alan ABD’nin 11 Eylül’den sonra ortaya attığı konseptini kendileri için bir dayanak noktası saydılar. AB’nin Türkiye’nin önüne koyduğu kriterlerin Türkiye’yi “böleceği” tezinden hareketle, ABD ile AB arasında iç politikayı da doğrudan etkileyen bölünmede, ABD’nin “anti-terör” konseptine ve AB’nin üyelik kriterlerine benzer geleneksel endişelerle karşı çıkan devlet içindeki eğilime dayanmayı kendilerini farklı kılacak bir kanal olarak değerlendirdiler.
MHP gibi, kendisinin diğer sermaye partilerinden farkını, varlığını tamamen belirli “tehdit’ler üzerine inşa eden bir partinin, tehditlerden beslenmeyen bir siyasi arenada varlık bulabilmesi mümkün değil. MHP, iktidardaki pozisyonunu korumak için, yabancı sermayenin ve onun yerli işbirlikçilerinin programını gözü kapalı uygularken, demokratikleşme taleplerine “milli güvenlik” gibi endişelerle yaklaşarak, köklü demokratikleşme atılımlarının ve bunların özellikle Kürt sorunu ile ilgili olanlarının ülkeyi “böleceği” üzerinden bir siyaset yapma tarzını sürdürecektir. Dış dinamikler açısından ABD’nin eğilimlerini kendisine eksen alan MHP kurmayları içeride de, MGK ve Genelkurmay’ın çizdiği hattı iyi izleyerek konumlarını garanti altına almaya çalışacaklar. MGK ve onun belirlediği Milli Güvenlik Siyaset Belgesi de, her dönem belirli “tehdit” konseptleri üzerinden politika belirlediği için tehditten beslenen MHP, bunu bir nimet sayıp, bundan sonra da MGK’nın bir kolu olarak davranmayı sürdürecektir.
MHP gibi partilerin panzehiri ise, “tehdit”ler üzerinden politika yapmaya elverişli zeminin ortadan kaldırılmasıdır. Bu da ancak, güçlü ve örgütlü işçi sınıfı inisiyatifi ile işçi ve emekçilerin politikaya müdahalesi ve belirleyici olmaları ile sağlanabilir. Kürt sorunu ile ilgili taleplerin Türk emekçileri nezdinde “tehdit” olarak algılanmayacağı, Kürt sorunu başta olmak üzere tüm demokrasi sorunlarının bu ülkede yaşayan işçi ve emekçilerin ortak iradeleri ile çözüldüğü bir demokratik yapıda MHP gibi partilerin yaşayabilmesi mümkün değildir. Halkları siyasetin dışına iterek, onları belirli “tehdit” unsurları üzerinden bölmek ve onları birbirine kırdırmak, kapitalizmin temel taktiklerinden birini oluşturuyor. MHP gibi partilerin beslendiği bu zeminin tamamen tasfiyesi ise, kapitalizmin alaşağı edilerek işçi sınıfının ellerinde yükselen sosyalizmin inşasıdır.

Bağımlı dış politikanın sonuçları ve zinciri jeostratejik halkadan kırmanın önemi

Türkiye dış politikasında içinde yaşanılan süreç, dışa bağımlı politikanın iflasının tesciline işaret ediyor. Aşağı yukarı son yarım yüzyıldır -elbette ki bu süreç bir bıçakla kesilir gibi tam elli yıl öncesinden başlamıyor- Türkiye burjuvazisinin kullandığı politik tercihler, bugün onları, dış politikada dışarıdan belirlenen politik hedefler arasında seçenek aramaktan başka hiçbir çıkışı olmayan bir noktaya getirmiştir.
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nı takiben kapitalist bloğun en büyük gücü durumuna gelen ABD’nin şekillendirdiği egemenlik ilişkileri içinde kendilerine “fırsat” arayan Türkiye egemenlerinin işbirlikçi tutumları nedeniyle, Türkiye, NATO’ya üyelikle birlikte, dış politikası ağırlıklı olarak ABD emperyalizmi tarafından belirlenen, onun tarafından yönlendirilen ilişkiler yumağının içine çekilmiştir.
Türkiye’yi ABD emperyalizmi ve diğer emperyalistler açısından cazibe merkezi haline getiren temel faktör ise, bulunduğu bölgede temsil ettiği jeopolitik konumdur. Ortadoğu, Orta Asya, Kafkaslar ve Balkanlar’ı birbirine bağlayan hattaki köprü konumu, bu hattaki politik dengeler değiştiğinde de Türkiye’ye yeni jeopolitik özellikler kazandırmış, jeostratejik önem de buna bağlı olarak sürmüştür. Bulunduğu bölgenin en güçlü NATO ordusuna sahip olmak ve çevresindeki coğrafyada bulunan halklarla, dinsel, etnik ve tarihi ortaklıklara sahip bulunmak da, bu jeostratejik önemi daha da belirginleştiren, güçlendiren faktörlerdir.
Şöyle bir bakıldığında, hem Türkiye’nin üzerinde hegemonya mücadelesi veren güçler, hem onlarla işbirliği halindeki Türkiye egemenleri, hem onların uşak ruhlu siyasi temsilcileri temel stratejilerini, Türkiye’nin sahip olduğu bu jeopolitik konumun temsil ettiği dengelere göre kurmaktadır. Ancak içinde yaşadığımız süreç iyi izlendiğinde, Türkiye’nin jeopolitik konumu üzerine gerici hesaplar yapanların emperyalistler ve onların işbirlikçileri ile sınırlı olmadığı, onlara Kürt siyasi çevrelerinden, kendini “sol”da tanımlayan, ancak sosyal-şoven politikalar üzerinden pirim toplamaya çalışan kimi partilerin de katıldığı görülecektir.

EMPERYALİSTLERİN TÜRK DIŞ POLİTİKASINI BELİRLEMEDEKİ ETKİSİ
Biraz açarsak, Türkiye’nin jeostratejik manzarası bakımından durum şöyledir. Türkiye’yi bir Truva atı olarak gören ABD, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’daki emperyalist hesaplan içinde Türkiye’ye “öncü taşeron” rolünü biçmektedir. Hem ABD Başkanı Bush, hem de ABD’li bakanlar Afganistan’a müdahale sırasında bunu sık sık dile getiren açıklamalar yapmış ve Türkiye’nin Müslüman bir ülke olarak ABD operasyonuna verdiği desteğin, bölgenin diğer Müslüman devletlerarasında bölünme yaratacağı ve bunun, söz konusu olan savaşın Hıristiyanlıkla İslam’ın değil, “uygarlık”la “terörizmin” savaşı olduğu kanısını destekleyerek bölgenin Müslüman halklarının ABD’nin çıkarlarına yedeklenmesinde önemli bir rol oynayacağını dile getirmişlerdir. İngiltere’nin de Türkiye’nin jeopolitik konumuna, dış politikasına biçtiği rol bu yöndedir.
ABD, Türkiye’yi bulunduğu bölgedeki hesapları açısından bir Truva atı olarak kullanmak için, kritik bir koz olarak ülke ekonomisinin geldiği durumu da değerlendirmektedir. Türkiye işbirlikçi iktidarlarının ülkeyi musallat ettiği IMF ve DB kredilerinin ipi büyük ölçüde ABD ve AB egemenlerinin elindedir. Bir oranlama yapıldığında ABD bu açıdan daha avantajlı bir konumdadır. Şu an hükümet eden Ecevit-Bahçeli-Yılmaz kabinesi ve onların ABD’li ekonomi bakanı Kemal Derviş, 11 Eylül sonrasında Türkiye’nin “fırsatı” iyi değerlendirerek ABD’ye aktif destek verip yeni IMF kredisini almayı başardığı propagandası ile halkı aldatmaya çalışsalar da, aslında söz konusu olan, Türkiye’yi IMF’ye en borçlu ülke haline getirecek adım için ABD yönetiminin onay vermesi ve bunu Türkiye’yi Ortadoğu batağına çekmek için bir şantaj olarak kullanmış olmasıdır.
ABD yönetimi bununla da yetinmemiş, verilmesini sağladığı yeni IMF borcunu ve aynı dönemde AB’nin Ankara’ya çektiği restleri de kendisi için bir avantaja dönüştürerek, karşılığında, Irak’a müdahale için Türkiye’nin açık desteğini istemiştir. Milli Savunma Bakanı Çakmakoğlu’nun, “yeni durumlar, yeni değerlendirmeler yapmayı gerekli kılabilir” sözleri, hem iç kamuoyunda, hem de emperyalist merkezlerde Türkiye’nin Irak konusundaki çekincesinden geri adım attığı biçiminde değerlendirilmiştir.
Başbakan Bülent Ecevit’in 16 Ocak 2002’de gerçekleşecek olan Washington ziyaretinin önemli konularından birini de Irak’a müdahale oluşturacaktır. Ecevit’in, ABD Başkanı Bush’la yapacağı görüşmede, Irak konusunu gündeme getirmeyeceğini, Bush’un gündeme getirmesi halinde Ankara’nın konuyla ilgili görüşünü belirteceğini söylemiş olmasının, “kişilikli dış politika” görüntüsünü vererek, iç kamuoyunda hükümetin itibar erozyonunu gidermeye yönelik bir taktikten öte değeri ve anlamı yoktur. Irak’a müdahale konusu zaten ABD’nin en yetkili ağızlarından, üzerinde düşünülen bir olasılık olarak bütün dünyaya ilan edilmiş durumdadır. Ve ABD yönetimi bu konuda en çok Türkiye’nin rolüne güvendiğini açıkça ifade etmiş, böylesi bir destek karşılığında Türkiye’ye rüşvet olarak Kerkük petrollerinden pay verileceği bile belirtilmiştir. En azından görüntü düzeyinde “kişilikli dış politika” bile, bu ülkenin Başbakan’ın, böylesi bir müdahaleye Türkiye’nin yardım ve yataklık etmeyeceğini açıktan ilan etmesini gerektirirdi. Ancak, yönetimde olan, gelmiş geçmiş hükümetler arasında en Amerikancılarından birisi olduğunu zaten defalarca kanıtlamış olan bir hükümet olduğu için, ondan böylesi bir tutum ve yetenek beklemek saflık olur.
Ayrıca Türkiye’nin Irak’a yönelik bir ABD müdahalesine destek vereceğine ilişkin haberler de basına yansımıştır. New York Times gazetesi 19 Aralık 2001 tarihinde yayınladığı haberde, ABD’nin Bağdat’a yönelik bir saldırıda Türkiye’nin üslerini kullanabileceğini yazdı. Ayrıca ABD Dışişleri Bakanı Powell da Aralık ayı ortasında yaptığı bir açıklamada, Kuzey Irak’a giden ABD heyetinin görevinin, “Irak içinde silahlı bir ayaklanma gerçekleştirme olasılıklarını incelemek” olduğunu ima etmişti. Kuzey Irak’ta, olası ABD saldırısı için zemin yoklayan bu heyet, Türkiyeli yetkililerle de konuyla ilgili görüşmeler yaptı.
Türkiye dış politikasında ABD’nin belirleyici olduğu diğer önemli hat, Orta Asya ve Kafkaslar’dır. 2001 Ocak ayında Türkiye ile Gürcistan arasında askeri konularda işbirliği anlaşması imzalanması ve ülkedeki Rus askerleri yerine Türk ordusunun görev alması, ayrıca geçen Haziran ayında Gürcistan’da, Türkiye ve ABD askerlerinin katılımıyla gerçekleşen NATO tatbikatı bu kapsamdaki gelişmelerdendir. ABD’nin, Kafkaslar ve Orta Asya’da Rusya’nın denetimine son vererek, bölgeye yerleşme planı çerçevesi içinde gerçekleşen bu gelişmeler, Rusya’yı fazlasıyla endişelendirmekte ve Moskova ile Ankara’ya karşı karşıya göstermektedir. Türkiye medyasına da yansıyan güncel bir gelişme olarak, Rusya iç istihbarat servisi FSB’nin son günlerde, Türkiye’nin Rusya’da casusluk faaliyetleri yürüttüğü iddialarını içeren yeni bir kampanya başlatması, aynı bağlamdaki gelişmelerdendir.
Bu sürece paralel olarak değerlendirilebilecek diğer bir güncel gelişme de, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP), bilinen adıyla da Avrupa ordusu ile ilgilidir. Bilindiği gibi, Ecevit hükümeti ve konu hakkında irade ortaya koyan askeri yetkililer, AGSP konusundaki çekincelerinden vazgeçtiklerini açıkladılar. Buna gerekçe olarak ise, gerek Başbakan’ın, gerek Dışişleri Bakanı’nın, gerekse Genelkurmay Başkanı’nın ağzından, ABD ve İngiltere’nin araya girmesiyle Türkiye’nin güvenlik konusundaki endişelerinin giderildiği açıklandı. Yapılan açıklamaya göre, Türkiye’ye, “iki NATO üyesi ülkeyi ilgilendiren soruna AGSP’nin müdahale edemeyeceği” ya da “bir NATO ülkesinin müdahale ettiği soruna AGSP’nin karışamayacağı” yolunda güvenceler verilmişti.
Siyasi ve askeri yetkililer, Türkiye’nin Yunanistan’la ilişkiler ve buna paralel olarak Ege’deki olası gelişmelerle ilgili endişelerinin böylelikle giderilmiş olduğunu öne sürdüler. Bununla eş zamanlı olarak da, yine ABD ve onun AB içindeki Truva atı İngiltere’nin devreye girmesiyle, AGSP’deki çekinceden vazgeçilmesine paralel Kıbrıs’taki çekincelerden de vazgeçildiğini gösteren hızlı gelişmeler yaşandı. Bugüne kadar, “çözümsüzlük çözümdür” politikasının “başarılı kurmayı” olarak görülen Denktaş, herkesi şaşırtan bir hamle ile Klerides’e görüşme teklif etti ve Kıbrıs konusunda iki taraf arasındaki doğrudan görüşmelerin önü de böylelikle açılmış oldu.
Oysa tüm bu gelişmelerin tercümesi, Türkiye’nin işbirlikçi egemenlerinin, Kıbrıs, Ege, Kafkaslar, Orta Asya, Balkanlar ve Ortadoğu’da, ABD’nin, Avrupa’yı da yeniden düzenleme politikasının bir unsuru olarak davranmış olmasından başka bir şey değildir. Türkiye egemenleri, bu adımla ABD’nin NATO içinde eriyen bir AGSP tercihinin Truva atı olma yönünde davranmıştır.
2002’nin Haziran ayında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tam üyelik açısından önünün açılacak ve 2004 yılında da tam üyeliğe kabul edileceğinin ilan edilmiş olması, Türkiye yönetenlerinin açmazlarını derinleştiren ve ABD ile İngiltere’nin böylesi bir “itmesi” karşısında adım atmaya mahkûm eden diğer bir etkendir.
Türkiye’nin içinde bulunduğu jeopolitik konuma AB’nin yüklediği stratejik değer ve bu bakımdan gerçekleşen güncel gelişmeler olarak da şunların altı çizilebilir. Kıbrıs vb. konular, AB açısından, Türkiye egemenlerinin burnunu sürterek, bulunduğu jeopolitik dengeler içinde Türkiye’nin dış politikasında etki kazanabilmek açısından birer manivela niteliğindedir. Yoksa ne Türkiye egemenleri Kıbrıs için AB’den vazgeçebilir, ne de AB egemenleri Türkiye’siz bir AB’yi uzun vadeli çıkarları bakımından uygun bulabilir. Üstelik AB egemenlerinin Türkiye’ye AB’ye üyelik adaylığı verirken, göz önünde bulundurdukları jeopolitik ve jeostratejik gerekçelerin önemi, 11 Eylül sonrası dengeler içinde daha fazla önem kazanmıştır. ABD’nin yanına İngiltere’yi de alarak Afganistan’a yönelik olarak başlattığı operasyon, bölgedeki hâkimiyeti tek başına ABD’ye kaptırmak istemeyen AB egemenleri için elbette ki endişe vericidir. Böylesi bir süreçte, kendi emperyalist taleplerine sırt çevirip tamamen ABD’nin yörüngesinde hareket eden bir Türkiye, Avrupalı emperyalistleri endişelendirmektedir. Türkiye hükümet sözcülerinin bir süre öncesinde, 11 Eylül sonrası dengelerde ABD’nin kendilerine biçtiği role yaslanarak AB’ye tavır göstermeleri karşısında; AB’nin Türkiye’nin tam üyelik için sunduğu sözde “ulusal rapor”a zayıf not vermesi ve Kıbrıs Rum yönetimi çatısı altında Kıbrıs’ın, Türkiye’ye rağmen de olsa, AB’ye alınacağını açıklaması bunun bir kanıtıydı. Ardından Laeken’de düzenlenen zirvede, Türkiye’nin iki yıl boyunca birliğin geleceğini belirleyecek olan ve “Konvansiyon” adı verilen AB platformuna dâhil edilerek Ankara’nın gönlünü alınması da, yine aynı dengelerin bir sonucudur. AB egemenleri, bir yandan ABD karşısında kendi çıkarlarına açık bir Türkiye için ellerindeki kozlarını kullanmakta, bu açıdan kendilerine kozlar yaratmaya çalışmakta, bunu yaparken, diğer yandan da Türkiye’yi kendilerinden koparıp tamamen ABD’nin kucağına düşürecek tür ve ölçekte gelişmelere izin vermemek için, ona “küçük” jestler yapmaktadırlar. Nitekim Laeken’den çıkan sonuç, AB yolunda somut bir sıçramayı ifade etmese de, hükümetin AB’den sorumlu bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, bunu, Türkiye’yi en geç 2010 yılında AB’ye tam üye yapacak önemli bir adım olarak öve öve bitirememiştir.
Kendi içinde de yekpare bir görüntü oluşturmayan ve emperyalistler arası çekişmeye sahne olan AB’nin Türkiye ile ilgili iniş çıkışları da, diğer bir dizi gelişme ile birlikte, hem AB’nin kendi içindeki hegemonya mücadelesi, hem de Türkiye’yi AB içindeki Truva atı olarak kullanmak isteyen ABD ile AB egemenleri arasındaki rekabetin o anki düzeyi tarafından belirlenecektir.

JEOPOLİTİĞİ PAZARLAMA ÜZERİNE KURULU İŞBİRLİKÇİLİK
Türkiye egemenlerinin bu gelişmeler karşısındaki pozisyonu ise, işbirlikçi bir hatta ortaklaşmakla birlikte, hangi emperyalist gücün politikalarına uyarlı olarak hareket edileceği konusunda yer yer farklılıklar göstermektedir. Örneğin, Başbakan Bülent Ecevit, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve askeri yetkililerle, TÜSİAD ile Yılmaz’ın Kıbrıs konusunda karşı karşıya gelmesi, bu konuda yapılan “AB mi daha stratejik, yoksa Kıbrıs mı?” tartışması, bunun bir işaretidir. Bu konuda, bazı yorumcuların ve kendini “sol”da tanımlayan kimi çevrelerin, Türkiye egemenlerini AB’ci ve ABD’ci iki ayrı blok olarak bıçakla keser gibi birbirinden ayırmaları ve bunun üzerinden politika kurmaları ise, hayatın doğruluk şansı tanımadığı açık olan bir şaşılıktır. Kıbrıs konusunda ya da değişik zamanlarda Kürt sorunu konusunda atılması gereken adımlar ve bu adımların zamanlaması bakımından karşı karşıya geldiği görülen egemen sınıf fraksiyonlarının, başka bir dizi temel konuda da birleştiği bilinmektedir. Örneğin, Türkiye’nin bir NATO üyesi olarak, Balkanlar’dan Irak’a ve son olarak Afganistan’a yönelik operasyonlarda aktif rol alması konusunda, hem TÜSİAD’çıların, hem de onlara göre daha “geleneksel” tutum aldıkları düşünülenlerin tutumu aynı olmuştur. Aradaki fark olarak ise, bugün TÜSİAD’ta temsilini bulan egemen sınıf fraksiyonunun -bu Türkiye sermayesi içindeki en etkili itici gücü oluşturan grup olarak öne çıkmaktadır- Kıbrıs vb. konularda, “Türkiye eğer Kafkaslar’dan Orta Asya’ya, oradan Ortadoğu’ya kadar içinde bulunduğu bölgede güçlü bir pozisyon edinmek istiyorsa, o zaman Kıbrıs, Kürt sorunu gibi kritik konulardaki ayak bağlarından bir an önce kurtulmalıdır. Bu sorunlarını çözmüş bir Türkiye, içinde bulunduğu bölgede daha aktif bir aktör olma şansını yakalayacaktır” tezini savunmaktadır. Daha “dinozor” olarak adlandırılan ve çoğu durumda etkin konumda olan taraf ise, yıllardır iç politikaya da tahvil edilen, sistemi tahkim için bir malzeme olarak kullanılan konularda atılacak adımlarda temkinli olunması ve acele edilmemesi gerektiğini öne sürerek ayak sürçer görünmektedir. Bu aslında Türkiye burjuvazisinin, yıllardır Kıbrıs, Kürt sorunu vb. kritik konularda savunduğu şovenist politikaların bugün kendi ayağına dolanır hale geldiğini göstermektedir. Ürettiği şoven politikalar bugün Türkiye burjuvazisini kendi içinde itiş kakış yaşamadan adım atamayacak bir duruma düşürmüştür.
Ancak bu noktada gözden ırak tutulmaması gereken temel gerçek, Türkiye egemen sınıflarının, değişik konular üzerinden zaman zaman karşı karşıya gelen hiçbir fraksiyonunun bağımsız bir ulusal politikayı temsil etmediğidir. Onlarca yıldır savundukları ve uyguladıkları işbirlikçi politikalar içinde, bugün dışarıdan, şu ya da bu emperyalist güç tarafından önlerine konulan politikalar dışında hiçbir politika belirleyememektedirler. Ne Kıbrıs’ta, ne Kuzey Irak konusunda, ne Balkanlar’da, ne Kafkaslar’da ne başka bir noktada bağımsız bir Türk dış politikasından bahsedilebilir. Türkiye egemen sınıfları ve onların siyasi sözcülerinin, halka dönüp “jeopolitik konumumuzu yine iyi kullanma başarısı gösterdik ve bu sayede hem IMF’den yeni kredi aldık, hem öncesine göre daha etkin bölgesel roller üstlendik, hem de AB’de yolumuz açıldı” demeleri, bu işbirlikçi konumlarını örterek, uşaklıktan halk desteği çıkarmak için başvurulan yalanlardan başka bir şey değildir.

TÜRK VE KÜRT MİLLİYETÇİ ‘SOLU’NUN JEOPOLİTİK HESAPLARI
Gerek değişik emperyalist güçlerin, jeopolitik ve jeostratejik öneminden kalkarak Türkiye üzerinde hesaplar yapması, Türkiye’nin “ulusal çıkarlarını” kendi bölgesel çıkarlarında eriterek Türkiye’nin dış politikasına yön vermeye çalışmaları, gerekse Türkiye egemen sınıflarının “jeopolitiği pazarlama” üzerine uşak bir emlakçı tavrıyla ülkenin dış politikasının rotasını emperyalistlere teslim etmelerinin yeni bir olgu olmadığı bilinmektedir. Onlarca yıldır, bu “geminin” rotasının tayini bakımından tüm bunlar oluyor. Bu konuda öncesine göre yeni olan şey, egemen sınıflara karşı halk kesimlerinin çıkarlarını savunur görünen kimi siyasi odakların tutumudur. Örneğin burjuva Kürt milliyetçiliği, uzunca bir süredir, Kürt sorunun sözde çözümü için ABD ve AB emperyalistlerinin tercihleri arasında salınıp durmaktadır. Bu konuda son gelinen nokta, AB’nin tam üyelik için Türkiye’nin önüne koyduğu Kopenhag kriterlerinden medet ummak ve Türkiye egemenlerine Kafkaslar, Orta Asya ve Ortadoğu’da daha etkin bir bölge gücü olabilmek için Kürt sorunu çözmeyi önermektir. Türkiye’nin jeopolitiği üzerine TÜSlAD’tan temelde ayrılmayan bir hesapla yaklaşmayı ifade eden bu tutumun, Kürt sorununda bağımsız ve halkçı bir politikayı ifade etmediği çok açıktır. Aynı çevrenin 11 Eylül sonrası süreçte izlediği siyasetse, bölgede oluşacak yeni dengeler içerisinde kendilerinin de tanınacağı bir biçimde Kürt sorununun yine ABD’nin başını çektiği güçlerin belirlediği politikalar etrafında “çözülmesi”ni ummak olmuştur. Bugünse bir yandan, Irak’a düzenlenecek bir ABD operasyonunda Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahalesinin kendi varlık koşullarını tehdit edeceği endişesini taşımakta, diğer yandan da kendilerinin dâhil edileceğini şu ya da bu biçimdeki bir “çözüm”ün olanakları konusunda zemin yoklamaktadırlar.
Diğer taraftan, ülkenin dış politikasına ve Türkiye’nin jeopolitik konumuna yaklaşımda, egemen sınıf fraksiyonlarından biri ile aynı politikaları savunan İP’in tutumu söz konusudur. İP Genel Başkanı Doğu Perinçek, kendisine açılan televizyon ekranlarından, Kıbrıs ve Kürt sorunu konusunda şoven politikaları savunarak Genelkurmay’a mesajlar göndermekte, hatta yükseliş döneminde iken eteklerine yapışarak güçleneceğini umduğu Kürt siyasi çevrelerini ve Kıbrıs’ta egemen siyasetten farklı çözümler önerenleri Genelkurmay’a şikâyet etme işgüzarlığını bile göstermektedir.
Ermeni meselesi gibi yıllardır, halkın şoven politikalarla şekillendirilmeye çalışıldığı konularda aynı şoven politikaları kullanarak, hem bu geri eğilimleri kendisine yedeklemeye çalışması, hem de Genelkurmay’ın, egemenlerin desteğini arkasına almaya uğraşması da cabasıdır. Bu konuda kraldan çok kralcı davranan Perinçek, Genelkurmay’a övgüler düzmekle de kalmamakta, ona taktikler önererek mihmandarlık da yapmaktadır. MHP’nin yıllardır savunduğu politikaları “sol” bir maske altında savunma anlayışını esas alan bu tutumun, seçimlerde MHP gibi bir “yükselişi” hesapladığı dikkatlerden kaçmamaktadır. Bu tutumun kendini “milli” bir söylemle ifade etmesi, elbette bir maskeden ibarettir ve bu tutum; bağımsız, işçi ve emekçilerin çıkarlarını esas alan ve bölge halkları ile kardeşliği gözeten bir dış politikaya da karşıdır.
Kendisini “sol”da tanımlayan ÖDP’nin de, emperyalizme karşı olmayı ABD’ye karşı olmakla sınırladığı, AB’ye karşı tavır alamadığı bilinmektedir. (Ortaya atılan “akçeli” sorunlara ilişkin iddialar ise, bu noktada, somut bir yanıtı gerekli kılmaktadır.) Sistemin net bir tercihi olan AB’ye tavır almayarak, sistemin solunu toparlayacağını düşünen ve böylelikle önünü açmaya çalışan bir partinin, tutarlı bir anti-emperyalizme dayalı bir dış politikayı savunabileceği düşünülemez.

AYDINLAR VE EMEKÇİ ÖRGÜTLERİ ŞOVENİZME DEĞİL, KIBRISLI EMEKÇİLERE DESTEK OLMALIDIR
Türk dış politikasını ilgilendiren konularda, aydınların önemli bir bölümünün aldığı tutumun da devletin resmi dış politikası ile paralellik gösterdiği, onu meşrulaştırma üzerine kurulduğu bilinmektedir. Son süreçte Türk dış politikasının, iç politik dengelerde de gerilime yol açan Kıbrıs sorunu konusunda bir grup aydının takındığı tutum benzer olmuştur. Bir dönem Denktaş’ın danışmanlığını yapan Prof. Dr. Mümtaz Soysal’ın da aralarında bulunduğu 50’yi aşkın öğretim üyesi yayınladıkları ortak bildiri ile Kıbrıs sorunu konusunda geleneksel tutumu eleştiren bazı kurumları, Yunanistan’ın yanında yer almakla suçlamıştır. Bu aydın grubunun tutumu, Kıbrıs sorununun çözümünü Ankara dâhil tüm dış müdahalelerden bağımsız olarak Kıbrıs’ta yaşayan her iki halkın kendi iradeleri ile belirlemesini savunması gereken aydın tutumuna tam karşı bir tutumdur. Bu aydınların tutumu, yıllardır “enosis” vb. politikaları savunarak, Kıbrıs sorununda kendi devletinin politikasını meşrulaştıran, ancak sorunun çözümünü de tıkayan Yunanistanlı benzer aydın gruplarından, farksızdır. Aynı biçimde, ABD’nin Kıbrıs’a emperyalist müdahalelerine meşruiyet kazandırmak için Beyaz Saray’ın Kıbrıs politikasını savunan ABD’li aydınların, ya da benzer tutumu kendi emperyalist devletinin tutumunu desteklemek için yapan AB’li aydınların tutumu da, nitelik olarak aynıdır.
Aydın sorumluluğu bakımından tartışıldığında, Türkiyeli bir aydın, dünyanın Türkiye’ye uzak bir bölgesindeki bir ulusal soruna karşı gösterdiği mesafeyi, Kıbrıs söz konusu olduğunda da korumayı bilmelidir. Şoven politikalara ya da herhangi bir emperyalist gücün politikalarına ideolojik memuriyet yapan aydınlar, ne Kıbrıs halkının ne de dünyanın başka bir halkının dostu olabilirler.
Kıbrıs sorununun devletin zirvesinde tartışmaya neden olduğu dönemde, benzer bir tutum da, bir işçi sendikası olan Türk-Metal’den geldi. Türk-Metal sendikası, Kıbrıs’ta şoven politikaların kurmayı Denktaş’a “Yılın Devlet Adamı Ödülü”nü verdi. Ödülü Denktaş’a takdim eden Türk-İş Başkanı Bayram Meral’in, Denktaş’ı öven, Kıbrıs ve Ermeni sorunları konusunda şoven politikalara katkıda bulunan sözleri, bir işçi sendikaları konfederasyonunun başkanı açısından hiçbir biçimde kabul edilemez. Çünkü işçi ve emekçilerin çıkarları, halkları birbirine kırdıran, onları birbirine düşman hale getiren, işçi ve emekçileri uyutmak için kullanılan şoven politikaları savunmaktan değil, halkların kardeşliğini ve kendi kaderlerini tayin hakkını savunmaktan geçer. Kıbrıslı işçi ve emekçilerin çıkarı, nasıl başta emperyalist güçler olmak üzere tüm dış müdahalelerden bağımsız olarak kendi kaderlerini belirlemekten geçiyorsa, Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin çıkarı da, bağımsız ve demokratik, federatif bir Kıbrıs’ı savunmayı gerektirmektedir. Çünkü böyle bir Kıbrıs, artık sadece ada halkı açısından değil, Yunanistan ve Türkiyeli işçi ve emekçiler açısından da, sürekli onları birbirine karşı düşman hale getirmek için kullanılan bir sorundan kurtulmak anlamına gelecektir. Türkiye’deki işçi, emekçi örgütlerinin, işçi ve emekçileri şoven politikalar aracılığıyla sömürücü ve işbirlikçi egemen sınıflara yedeklemek değil, onları bu politikalara karşı uyanık tutmak gibi bir görevi vardır. Kıbrıs sorununda kendi işbirlikçi egemen sınıflarını değil, Kıbrıs’ın Rum ve Türk emekçilerinin özgür tercihlerini savunan, onların iradelerine ipotek konulmasına karşı çıkan bir tutum, onlar için büyük bir moral ve maddi güç kaynağı olacaktır. Dolayısıyla Türkiye’deki işçi ve emekçi örgütlerinin, sendikalarının, kitle örgütlerinin, tüm demokratik kurum ve aydınlarının tutumu da bu yönde olmalıdır.

ZİNCİRİ JEOSTRATEJİK HALKASINDAN KIRMAK
Yazının önceki bölümlerinde, Türkiye’nin jeopolitik konumunun, emperyalistleri Türkiye’nin dış politikasını belirlemek için birbiri ile yarışa soktuğu, Türkiye’nin işbirlikçi egemenlerinin ise, bu jeopolitik konumu, uşak bir “komisyoncu” zihniyeti ile ele aldıkları, kendilerinin alacağı “nema” için ülkenin kaderini ve geleceğini pazarlamaktan çekinmedikleri belirtildi. Ancak, elbette burada problem olan şey, Türkiye’nin jeopolitik konumu değil, işbirlikçi egemenlerin onu ele alış şeklidir. Bilindiği gibi Türkiye, diğer birçok zenginlikle birlikte, aynı zamanda, hem tarım hem de bulunduğu bölgede giderek stratejik bir unsura dönüşen büyük bir su potansiyeline sahiptir. Tüm bunlar iyi değerlendirildiğinde, Türkiye için birer imkân durumundadırlar. Ancak girilen emperyalist ilişkiler ve uygulanan IMF direktifleri, DB programları, hem ülke tarımını çökerten hem de ülkenin tüm zenginliklerini emperyalistlere peşkeş çeken bir süreci de beraberinde getirmiştir. Türkiye sahip olduğu potansiyel zenginlikler bakımından bile dışa bağımlı bir hale getirilmiş, bu dışa bağımlılık, dış politikadaki dışa bağımlılığı da derinleştirmiştir. Dışa bağımlılıktan kurtulmadan, bağımsız bir dış politika savunmadan, Türkiye’nin kendi doğal zenginliklerini toplumsal bir refah unsuruna dönüştürmesi de mümkün olmayacaktır.
Ayrıca Türkiye’nin jeopolitik bakımdan, bulunduğu bölgedeki birçok dengeyi değiştirme potansiyeline sahip olduğu da doğrudur. Ancak bu potansiyel, emperyalist müdahaleler ve ülkenin ulusal çıkarlarını emperyalist güçlerin çıkarları içinde eriten işbirlikçi egemen sınıflar ve onların siyasi temsilcilerinin elinde, hem Türkiye’nin işçi ve emekçilerine, hem de komşu halklara karşıt hale getirilmiştir. Bu gerçeğin değişmesi, Türkiye’nin bu potansiyelinin hem Türkiye’nin işçi ve emekçileri, hem de komşu halklar açısından bir avantaja dönüşmesi için de, antiemperyalist, tüm dış müdahalelerden bağımsız bir dış politikanın benimsenmesi ve savunulması zorunludur. Bunun için yaslanılacak yegâne güç ise, bu ülkenin işçi ve emekçileridir.
Bağımsız bir dış politika savunma yeteneğini kazanmış demokratik bir Türkiye, bölgenin tüm komşu halkları açısından da, emperyalistlerin oyuncağı olmuş jeopolitik bir tehdit unsuru olmaktan çıkacak ve bir umuda dönüşecektir. Ve giderek emperyalizmin boyunduruğundan kurtulmuş bir Türkiye, Kafkaslar, Orta Asya, Ortadoğu ve Balkan halkları arasında emperyalizmden kurtuluş umudunu da kamçılayacaktır. Bu aynı zamanda, dünyanın, emperyalizmin tahakkümü altında yaşayan diğer bölgelerinde de, dengeleri halklar lehine değişmeye zorlayacak bir gelişme olacaktır. Çünkü Türkiye temsil ettiği konumla, emperyalizmin zincirinin jeostratejik bir halkasıdır.

Ocak 2002

Kıbrıs’ta açmaz ve federatif, bağımsız bir Kıbrıs seçeneği

Kıbrıs sorunu söz konusu olduğunda, bilimsellik iddiası taşıyan hiçbir değerlendirmenin üzerinden atlayamayacağı temel gerçeklik şudur: Tartışılan coğrafya, tarihi boyunca işgale uğramış bir coğrafyadır ve bu coğrafyanın halkının kendi kaderini tayin hakkı tarih boyunca bu coğrafyanın stratejik konumuna kurban edilmiştir. Kıbrıs Adası’nda yaşayan toplulukların kendi aralarında yaşadığı gerilim, (hiçbir topluluk için olamayacağı gibi) onların genlerinden gelen bir özellikten kaynaklanmaz, bu stratejik ada üzerinde hegemonya mücadelesi veren güçler tarafından üretilen gerilimlerdir. Ada’nın sahip olduğu jeopolitik konum onu, Akdeniz’in doğusu ve Ortadoğu dengeleri bakımından stratejik bir uçak gemisine, stratejik bir üsse dönüştürmektedir. Onu, bu bölgeleri kontrolü altında tutmak isteyen tüm büyük güçler için çekim merkezi haline getiren de bu jeostratejik konumudur. Ada’ya ilgisi NATO üyeliği ile birlikte artan Türkiye Cumhuriyeti de, müdahalelerini Ada’daki “Kıbrıs Türklerini korumak, kollamak” bahanesi üzerinden gerçekleştirmiş, ancak bu konuda uyguladığı müdahaleci politikalar onu “kurtardığını iddia ettiği Kıbrıs Türkleri nezdinde bile ciddi bir meşruiyet krizine sürüklemiştir.
Son dönemde, Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in “Kıbrıs için bedel ödemeye hazır olmalıyız” sözleri ile ifade ettiği çıkışı, Başbakan Ecevit’in “ilhak” tehditleri, Ada’ya ilişkin resmi politikada yaşanan tıkanıklığı gözler önüne sermekte, ancak öte yandan Ada’da yaşayan Kıbrıs Türkleri, Ada’daki Rumlarla federatif bir yapıyı tercih ettiklerini dile getirmektedir. Ortaya çıkan tablo, kendisini “kurtardığını” iddia eden Ankara’nın politikalarından yakasını kurtarmaya çalışan bir Kıbrıs Türkü gerçeğidir ve bu dile getirenler üzerinde baskı kurulması bu gerçeği değiştirmemektedir.

BİR İŞGALLER TARİHİ
Tekrar konunun güncel yanına dönmeden ve çözüm önerisine geçmeden önce Ada’nın tarihine ilişkin kısa bir özet, üzerinde tartıştığımız konunun anlaşılması bakımından yararlı olacaktır.
Yazının girişinde de belirtildiği gibi, Kıbrıs’ın tarihi bir yanıyla işgaller tarihidir.
Ada, MÖ 1000 yılında Fenikeli Tir Kralı Hiram tarafından işgal edilmiş ve Fenike’nin bu hakimiyeti yaklaşık MÖ 709 senesine kadar devam etmiştir. Fenikelilerin yanı sıra Ege, Yunan, Asur ve Pers medeniyetleri de, Kıbrıs üzerinde uzun yıllar egemenlik kurmuştur. Ada’da Bizans yönetimi MS 395–1184 yılları arasında aralıklı olarak devam etmiştir. Kıbrıs, 1192–1489 yılları arasında Lüzinyanların, 1489–1571 yılları arasında Venediklilerin, 1571–1878 yılına kadar Osmanlıların, 1878’den 1960’a kadar da İngilizlerin işgalini yaşamıştır. Ada’nın işgal edilmiş konumu bundan sonra da çok başlı olarak sürmüştür.
Ada üzerinde hegemonya mücadelesi veren tüm emperyalist güçlerin üzerinde birleştikleri temel tez, kendi müdahaleleri olmasa, Ada’da yaşayan iki toplumun bir arada yaşamasının da mümkün olmayacağı şeklindedir. Çünkü bu yaklaşım, onların adaya müdahalelerini meşrulaştırmalarının temel gerekçesidir.
2. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde Kıbrıs üzerinde oluşacak çok başlı yapının temelleri, yine savaşın dengeleri içinde şekillendi. Ada’yı egemenliği altında bulunduran İngiliz emperyalizmi, bir yandan savaşta Yunanistan’ı Almanya’ya karşı kendi yanına çekmek için ona yarım ağızla da olsa Kıbrıs’ı teklif ederken, diğer taraftan da Almanya’nın 1941’de Girit’i işgal etmesiyle birlikte dikkatlerini stratejik önemi tartışılmaz olan Kıbrıs’a daha fazla yöneltti. Hem Kıbrıs’taki asker sayısını artırdı, hem de savunmaya yönelik altyapı çalışmalarına hız verdi. Bu çalışmalarda 17.000 dolayında Kıbrıslı işçinin iş olanağı bulması, İngiliz askerlerin yaptıkları harcamalar ve Londra’dan gelen mali yardımlara Almanların denetimindeki Akdeniz’de ithalat yapma zorunlulukları sonucunda Ada’nın küçük çaplı endüstrisinin gelişmesi de eklenince, Kıbrıs ekonomisinde ciddi canlanma yaşandı. Bu, siyasal canlanmayı da beraberinde getirdi.

KIBRIS’TA İŞÇİ HAREKETİNİN DOĞUŞU VE SAĞLADIĞI DEMOKRATİK KAZANIMLAR
1941’de kurulan Kıbrıs Sendikal Komitesi (PTUC) savaş sonrasında Ada’nın siyasal yaşamında etkili olacak sendikal hareket ve sosyalizmin canlanması yönünde bir süreci başlattı. Bu alttan gelen dalga Ada’da İngiliz emperyalizminin hâkim kıldığı yasaklı yapıyı zorlayacak bir siyasal iklim yarattı, İngiliz yönetimi, bu itmenin etkisi ile 1941 yılında yerel yönetimler için seçim yapılmasını ve bu bunun için yapılacak siyasal faaliyetlere izin vermek durumunda kaldı. İngiliz yönetiminin siyasal faaliyetlere izin verileceğini açıklaması ile Ada’daki siyasal faaliyetler hız kazandı. 1941’de kurulan AKEL (Halkın İlerici Partisi) etkinliğini artırdı ve 1943 Mart’ında yapılan belediye seçimlerinde beş büyük kentten Limasol ve Magosa’nın belediye başkanlıklarını kazandı.
Ancak AKEL bir yandan Sovyet merkezli bir siyasal yapıyı savunurken, diğer yandan da, Kilise ile aynı platforma düşerek, Yunanistan’la birleşmeyi öngören “Enosis”i sıklıkla dile getirmiş, bu da, sendikal bağlantılar dolayısıyla Ada’daki Türk işçiler içinde de güçlenen AKEL’e karşı, Kıbrıs Türk milletçiliğinin güçleneceği bir zemini kışkırtmıştı.
Türkiye’de CHP’ye yakınlığı ile tanınan Necati Özkan ve Kıbrıs Türkçülüğünün babası kabul edilen Fazıl Küçük 18 Nisan 1943’te Kıbrıs Türk Azınlığı Kurumu’nu (KATAK) kurdular. Ancak “Enosis”e karşı sert bir politika izlenmesi gerektiğini savunan Fazıl Küçük liderliğindeki grup KATAK’tan ayrıldı ve 23 Nisan 1944’te Kıbrıs Milli Türk Halk Partisi’ni (KMTHP) kurdu. KATAK ve KMTMP de 6 Kasım 1949’da birleşti ve 1955’te Enosis karşıtlığını vurgulamak için Kıbrıs Türk’tür Partisi (KTP) adını aldı.
Bunun sendikal alandaki izdüşümü olarak da 1945’te Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri Kurumu kurulmuş ve bu sendika Ada’daki Türk emekçilerin sınıf çıkarlarını değil, Enosis’e karşı mücadeleyi ve AKEL’in Türk işçileri arasındaki “gizli faaliyetleri”ni etkisizleştirmeyi ön plana almıştı.
Bu süreç, Türkiye’nin resmi olarak Kıbrıs’la ilgilenmeye başladığı dönemdir aynı zamanda. Türkiye’nin resmî olarak Kıbrıs’a ilgisi 1950’lerin ortalarından sonradır. Türk yönetenleri daha önceleri Kıbrıs’ı Türkiye’nin bir sorunu olarak görmüyorlardı. Türkiye’de öğrenim gören ve Enosis’e karşı Taksim’i savunan Fazıl Küçük’ün başını çektiği hareketten etkilenen Kıbrıslı Türk öğrencilerden bazıları 1948’den itibaren Ankara ve İstanbul’da Kıbrıs Türk Kültür Dernekleri’ni kurdular. Bu derneklerin basınla da temasa geçmesi üzerine Türkiye’de Tasvir, Vatan ve Hürriyet gazetelerinde Kıbrıs’la ilgili haber ve yorumlar yer almaya başladı. İngilizlerce ve o dönemki dengeler içinde Yunanistan’la iyi geçinmek isteyen Türk hükümeti, o dönemlerde Türkiye’deki Kıbrıslı derneklerin ve gençlerin taleplerine temkinli yaklaşıyordu. Örneğin, Melek Fırat “Yunanistan’la ilişkiler” başlığıyla editörlüğünü Baskın Oran’ın yaptığı Türk Dış Politikası adlı kitapta, 23 Ocak 1950’de Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak’ın (CHP) şöyle dediğini aktarıyor: “Kıbrıs meselesi diye bir mesele yoktur… İngiltere hükümeti Kıbrıs adasını bir başka devlete terk etmeyecektir. Böyle olunca, gençlerimiz beyhude yere heyecana kapılıyorlar. Lüzumsuz yere yoruluyorlar.” (sf. 598, İletişim, 2001)
Aynı biçimde, 1950 seçimlerinde ne CHP ne de DP seçim programında Kıbrıs sorununa değinmediler. DP hükümetinin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü de, selefinin politikasını sürdürerek, 20 Haziran 1950’de gazetecilerin Kıbrıs’la ilgili sorularına verdiği yanıtta, Kıbrıs sorunu diye bir sorunun mevcut olmadığını açıkladı, (agy. sf. 598)
Ancak 1950’lerin ortalarından itibaren Kıbrıs sorunu uluslararası bir sorun durumuna yükseldi. 28 Temmuz 1954’te İngiliz Koloniler Bakan Yardımcısı Henry Hopkinson, Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada, Kıbrıs’ı kastederek “İngiliz Uluslar Topluluğu içinde öyle topraklar vardır ki, özel koşullar yüzünden hiçbir zaman tam anlamıyla bağımsız olmayı bekleyemezler” dedi. Aynı dönemde İngiltere’nin, Mısır üzerindeki etkisinin kırılması ve Süveyş Kanalı konusunda Nasır’ın güttüğü “ulusal politika” dolayısıyla, Süveyş kanalının elinden çıkması nedeni ile İngiltere’nin elinde kala kala Kıbrıs sömürgesi kalmıştı. Kıbrıs’ı da yitirmesi İngiltere için Ortadoğu’daki nüfuzuna elveda demek gibi bir şey olacaktı.
1950’lerden sonra, Soğuk Savaş dengeleri içinde Kıbrıs, kapitalist bloğun patronu ABD için de stratejik konumu ile çekim merkezi olmaya başlamış, özellikle Ortadoğu’da İsrail devletinin geleceği konusundaki belirsizlikler, bölgenin kontrolü ve SSCB’nin etkisini kırmak için ABD de kendisini Kıbrıs sorununa dâhil etmeye başlamıştı.
Hopkinson’un yukarıda aktarılan demecinin Yunanistan’da ve Kıbrıslı Rumlarda yarattığı tepki üzerine Yunanistan’da iktidarda bulunan Papagos, 16 Ağustos 1954’te BM Genel Sekreterliği’ne başvurarak, IX. Genel Kurul’un gündemine “Eşit haklar ve self determinasyon ilkelerinin, BM koruyuculuğu altında Kıbrıs adasında yaşayan nüfusa uygulanması” maddesinin konulmasını istedi ve böylece Kıbrıs sorunu ilk kez uluslararası bir sorun olarak dünya kamuoyunun gündemine girdi.
AKEL gibi Sovyetlere yakın duran bir partinin Kıbrıs’ta etkin bir güç olması da hem İngiltere, hem de ABD’yi Kıbrıs konusunda hareketlendiren faktörlerdendi ve Papagos’un bu tutumu üzerine İngiltere, ABD’nin de bilgisi dâhilinde Türkiye’yi de soruna dâhil etti. Papagos’un önerisi BM Genel Kurulu’nda reddedildi. Bu süreçle birlikte Ortadoğu ve Akdeniz’de çok çıkarlı hegemonya mücadelesinin yarattığı gerilim içinde Kıbrıs bir kazan gibi kaynamaya başladı. Yunan hükümetinin onayı ile Kıbrıs’ta Enosis’i gerçekleştirmek hedefi ile Kıbrıs Mücadelesi Ulusal Örgütü (EOKA) kuruldu. 1 Nisan 1955’te ilk sabotaj eylemlerine başlayan EOKA’nın hedefinde sadece Kıbrıs Türkleri değil, İngiliz subay, polis ve hükümet görevlileri, hain ilan edilen AKEL üyesi siviller de vardı. Bu gelişmeler üzerine bir süredir İngiltere ve ABD tarafından Sovyet etkisinin önünü kesmek için soruna dâhil edilen Türkiye hükümeti de Türk Mukavemet Teşkilatı’nı (TMT) kurdurdu, İngiliz yönetiminin memurluğunu yapmış olan şu anki KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş da TMT’nin kurucuları arasındaydı. Enosis’e karşı Taksim’i savunan TMT’nin hedefinde ise hem Kıbrıslı Rum milliyetçileri, işçi önderleri ve solcuları hem de hain ilan edilen Kıbrıs Türk’ü sendikacı ve ilericileri vardı. EOKA ve TMT karşılıklı cinayetlerle, karşıt kontra örgütler olarak Ada’nın kanlı tarihinde yerlerini aldılar. Bunu Türkiye’de Rumlara karşı tezgahlanan 6–7 Eylül olayları izledi.
Bu yıllar İngiltere’nin bölgedeki konumunun sarsıldığı yıllardır aynı zamanda. 1957 Eisenhower Doktrini ile İngiltere artık bölgede batının çıkarlarını koruma görevini ABD’ye devretmişti. Bundan sonra İngiltere için temel strateji, Ada’daki askeri üslerini koruma esası üzerine kuruluydu. 19 Aralık 1956’da Atina ve Ankara’yı ziyaret eden İngiliz Koloniler Bakanı Lennox-Boyd, İngiliz hükümetinin self determinasyon ilkesinin Kıbrıs’a uygulanmasını kabul ettiğini, ancak seçenekler arasında Kıbrıs’ın bölünmesinin de yer aldığını bildirdi, İngiltere böylelikle diğer sömürgelerinde uyguladığı “böl ve yönet” politikasını şimdi de Kıbrıs’ta uyguluyordu. Bunun üzerine Türkiye’de iktidarda bulunan Menderes de 28 Aralık 1956 günü bir açıklama yaparak, Türk hükümetinin yeni politikasının “Taksim” olduğunu bildirdi. Muhalefette bulunan İsmet İnönü de bunu destekledi. Artık Kıbrıs’la ilgili olarak Türkiye’de düzenlenen toplantılardaki temel slogan da “Ya Taksim Ya Ölüm” sloganı oldu. 1956’da Yunanistan hükümeti BM’ye yeniden başvurarak Kıbrıs’a self determinasyon hakkının tanınmasının gündeme alınmasını istedi. İngiltere de, Yunanistan’ı Kıbrıs’ta “terör” eylemlerini desteklediği gerekçesiyle BM’ye şikâyet etti. İki başvuru birleştirilip tek bir gündem haline getirilerek görüşüldüğü Genel Kurul’da, “barışçıl demokratik ve adil bir çözüm” için görüşmelerin başlaması ve sürmesi karan çıktı. Türk hükümeti bu kararı Enosis’in reddi ve Kıbrıs Türk toplumunun eşit hak sahibi bir birim olduğunun teyidi olarak yorumladı. Yunanistan’ın tepki ile karşıladığı bu soncun ardından taraflar arasındaki gerilim bitmedi ve İngiltere tarafından arka arkaya ortaya atılan formüller de soruna çözüm getirmedi. Gelişmeler giderek Türkiye-Yunanistan çatışmasına doğru evrilmeye başlayınca NATO’nun güney kanadının zayıflaması ve SSCB’nin bölgede güçlenmesinden korkan ABD, Ankara ve Atina nezdinde “bağımsızlık” konusunda görüşmelere başladı.
Tabii burada söz konusu olan “bağımsızlık” gerçek anlamda bir bağımsızlık değil, SSCB’nin soruna dâhil olup Akdeniz’de güç kazanmasının önünü kesmeye dönük, ABD himayesinde bir “bağımsızlık”tı. Kendi “ulusal çıkarlarını” NATO’nun genel çıkarları içinde erittikleri bir dış politikayı benimseyen Türkiye ve Yunanistan egemenleri ABD formülünde birleştiler. 1959’da Zürich’te yapılan görüşmelerde Türkiye’nin Ada’da üs ve Ada’daki Türk askerlerinin sayısının artırılması ile ortak bir komutanlık isteği toplantıyı dağılma noktasına getirdi. Ancak Yunanistan’ın ortak komutanlığı kabul etmesi, Türkiye’nin üs’ten vazgeçmesi ve Ada’daki Türk askerlerinin sayısının azaltılması ile bir “çözüm”e ulaşıldı ve 11 Şubat’ta ortak bir bildiri yayınlanarak, çözüm için genel bir plan etrafından Türkiye ve Yunanistan’ın anlaştıkları duyuruldu.

KIBRIS CUMHURİYETİ’NİN KURULUŞU
Ardından 19 Şubat’ta İngiliz, Yunan ve Türk başbakanları ile Kıbrıs Rum toplumu adına Makarios ve Kıbrıs Türk toplumu adına Fazıl Küçük tarafından imzalanan Londra anlaşmaları ise şu belgelerden oluşuyordu: Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kuruluşu’na İlişkin Temel Antlaşma, İngiltere, Yunanistan, Türkiye ile Kıbrıs Cumhuriyeti arasında Garanti Antlaşması, Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan ve Türkiye arasında ittifak Antlaşması, İngiltere hükümetinin bu belgeleri üslere ilişkin bazı esaslar eklenmesi koşuluyla kabul ettiğine dair 17 Şubat 1979 tarihli bildirisi, Makarios’un Londra’da imzalanan belgeleri kabul ettiğine ilişkin bildirisi, Küçük’ün Londra’da imzalanan belgeleri kabul ettiğine dair bildirisi, Kıbrıs Anayasası ve ilgili bölgelerin yürürlüğe konması için alınacak geçici önlemlerle ilgili sözleşme.
Bu belgeler arasında en önemlisi olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kuruluşu’na ilişkin Temel Antlaşmaya göre, “Kıbrıs başkanlık rejimi ile yönetilen bağımsız bir cumhuriyettir. Cumhurbaşkanı Rum, yardımcısı Türk olup, Rum ve Türk toplumları tarafından ayrı ayrı, genel oyla 5 yıl için seçilirler. Cumhuriyetin resmi dilleri Yunanca ve Türkçe olup, resmi belgeler iki dilde yayınlanmak zorundadır. Devletin bayrağı cumhurbaşkanı ve yardımcısı tarafından ortaklaşa seçilecek tarafsız bir renk ve biçimde olacaktır. Yasama yetkisi, yüzde 70’i Rum, yüzde 30’u Türk olup, her iki toplum tarafından ayrı ayrı, genel oyla 5 yıl için seçilecek 50 üyeli Temsilciler Meclisi eliyle kullanılacaktır. Yetki konusundaki anlaşmazlıklar, cumhurbaşkanı ve yardımcısı tarafından birlikte belirlenecek 1 Türk, 1 Rum ve 1 tarafsız yargıçtan oluşacak Yüksek Anayasa Mahkemesi tarafından çözülecekti. Seçime, belediyelere, gümrük ve vergi koymaya ilişkin yasalarda Türk ve Rum üyeler arasında ayrı ayrı oylama yapılacaktı. Ayrıca her toplumun kendisi tarafından belirlenecek sayıda üyeden oluşacak bir Cemaat Meclisi bulunacaktı.
Yürütme yetkisi cumhurbaşkanı ve yardımcısı tarafından bir bakanlar kuruluyla birlikte kullanılacaktı. Bakanlar kurulu cumhurbaşkanı tarafından seçilecek 7 Rum ve yardımcısı tarafından seçilecek 3 Türk bakandan oluşacaktı. Dışişleri, savunma ya da maliye bakanlıklarından biri Türklere verilecekti. Cumhurbaşkanı ve yardımcısı, dışişleri, savunma ve güvenlik konusundaki bütün kanun ve kararlar hakkında ayrı ayrı ya da ortak veto hakkına sahiplerdi. Kamu hizmetlerinin her kademesinde, görevlerin yüzde 70’i Rumlara, yüzde 30’u Türker’e verilecekti. Kıbrıs’ta yüzde 60’ı Rumlardan, yüzde 40’ı Türklerden oluşacak yaklaşık 2000 kişilik bir ordu kurulacaktı. Komutanlardan birinin Türk olması zorunluydu. 5 büyük kentte Türklerin ayrı belediyeleri olacaktı. Yargı yetkisi konusunda ise, davalı ve davacının aynı topluma mensup oldukları durumlarda, bu topluma mensup yargıçlardan kurulu bir mahkeme, eğer davalı ve davacı farklı toplumlara mensupsa, Yüksek Mahkeme tarafından belirlenecek yargıçlardan oluşacak bir karma mahkeme yetkili olacaktı.
Bu antlaşmalar TBMM’de 4 Mart 1959’da yapılan oylamada 487 üyenin 347’sinin olumlu oyuyla onaylandı.
16 Ağustos 1960’da Kıbrıs Cumhuriyeti bağımsızlığını ilan etti. Ancak, Ada’nın kendi emekçi yığınlarının iradesi üzerinde değil, Ada’yı bir NATO üssü olarak garanti altına almak amacıyla dış müdahalelerle kurulan bu yapı, bu yapının içerideki egemenlerinin itiş kakışıyla çatırdamaya başladı. Vergilerin toplanması, silahlı kuvvetlerin oluşturulması, kamu hizmetlerine katılım oranlarının belirlenmesi ve ayrı belediye sınırlarının belirlenmesi konusunda çıkan anlaşmazlıklar, bu anlaşmazlıklar üzerine Makarios’un, mevcut anayasa ile devletin işletilemeyeceğini söyleyerek, anayasada değişiklik yapmak istediğini söylemeye başlaması gerilimi büyüttü. Makarios 13 noktada anayasanın değiştirilmesine ilişkin görüşlerini İngiltere, Yunanistan ve Türkiye’ye bir nota ile iletti. Türkiye bu öneriyi kesin bir dille reddetti. Bu gerilim Kıbrıs’ta toplumlararası çatışmalara dönüşmekte gecikmedi. Çatışmalar 31 Aralık tarihine kadar tüm Ada’da iki toplumun birlikte bulunduğu her bölgeye yayıldı. Kıbrıs Rum güçleri, Türklere ait tüm köy ve mahalleleri izole edip, dışardan yardım almalarını önlediler. Buna karşılık Ada’da bulunan Türk askerî güçleri de, Lefkoşa-Gönyeli hattını denetim altına alarak, Kıbrıslı Rumların bu bölgeye girişlerini engellediler. Kıbrıs’ta fiilen iki ayrı yönetimin kurulmasının başlangıcı olarak Lefkoşa’yı iki bölgeye ayıran Yeşil Hat da böylece ortaya çıkmış oldu. Hemen arkasından da Türkiye’nin Ada’ya ilk müdahalesi gerçekleşti. Türk jetleri 8–9 Ağustos’ta 1964’te Ada’da Grivas komutasında Ulusal Muhafız Birliği’ni bombaladı. Bu bombardıman sonucunda 33 Kıbrıslı Rum ölürken, 230’u da yaralandı.

1974 ÇIKARMASINDA ABD, ECEVİT’İN YANINDAYDI
Türkiye’nin Kıbrıs’a ikinci müdahalesi ise, Yunanistan’da iktidara gelen Albaylar Cuntasının Kıbrıs’ta darbe yaparak Makarios’u devirmesinden sonra oldu. Ecevit’in başbakanlığındaki Türk hükümeti bu hareketi Kıbrıs’taki anayasal düzene indirilmiş bir darbe olarak değerlendirildi. Darbe haberinin Ankara’ya ulaşmasının hemen ardından MGK toplandı ve ilk açıklama şu sözlerle yapıldı: “Bu bir Yunan müdahalesidir. Ada’daki anayasal düzen yıkılmış, gayrimeşru bir askeri düzen kurulmuştur. Türkiye0bunu antlaşmaların ve garantilerin ihlali saymaktadır.”
Ve her ne kadar daha sonra Türkiye’nin müdahalesi karşısında ambargo koymuş olsa da, ABD, Kıbrıs harekâtı gerçekleştiğinde Türkiye’nin yanındaydı. Çıkarma gemilerinin Mersin’den yola çıktığı 19 Temmuz 1974’te ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Sisco, Ankara’da Başbakan Ecevit’le görüşüyordu.
1974’ten bugüne olan gelişmeler ise Türkiye’nin temel olarak ’74 öncesine dönmemek biçiminde belirlediği “çözümsüzlük çözümdür” formülüne dayalı resmi politikasının hem Türkiye egemenlerini, hükümetlerini yalnızlaştırmasına yol açmış, hem de “kurtarıldığı” iddia edilen Kıbrıs Türkleri kendilerini “kurtaranlardan kurtulmak” için adeta feryat eder bir noktaya gelmiştir. 1974’ten bu yana 40 binden fazla Kıbrıs Türkü Ada’yı terk etti. 1997 sayımlarına göre 160 bin olarak saptanan Kuzey Kıbrıs nüfusunun en az yarısının yerli olmadığı, Türkiye’nin stratejik çıkarlarının belirlediği politikalara taban oluşturmak amacıyla Türkiye’den Ada’ya gönderildiği biliniyor. Ada’nın kuzeyi kendisini “kurtaran Anavatandan ihraç edilen kara para aklama, mafya, gazino, kumarhane ekonomisinden kurtaramazken, Ada’nın güneyi ile kuzeyi arasındaki ekonomik fark bir uçuruma dönüşmüş durumda. Hükümetlerinin bile Ankara’nın müdahaleleri ile kurulduğu ve yıkıldığını gören Kuzey Kıbrıs Türkleri açısından 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adını almış olmak hiçbir şeyi değiştirmiyor. Ankara’dan başka kimsenin tanımadığı bu cumhuriyet, onların yaşam standartlarında herhangi bir iyileşmeye yol açmadığı gibi yalnızlaşma duygularını da giderek derinleştiriyor.
7 bin KKTC vatandaşının, 16 bin dolar milli gelire sahip Rum yönetiminin pasaportunu almayı tercih etmiş olması da, bu gerçeğin çıplak göstergelerinden birisidir. “Anavatan-yavruvatan” ilişkisinin Kuzey Kıbrıs’ı getirdiği noktayı sergilemek bakımından diğer bir gösterge de, Türkiye’de devletin tepesinde oturan Demirel’in eş dost akrabalarının ayyuka çıkan “hortumculuk”larının kendisini “yavruvatan”ın Demirel’i Denktaş’ta birebir olarak göstermiş olmasıdır. Süleyman Demirel’in, Azerbaycan’daki yatırımlarına kolaylık sağlaması için Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev’e de öve öve bitiremediği “yeğeni” Murat Demirel, sahibi bulunduğu Egebank’ın içini boşaltmış, Denktaş’ın dünürü ve Kıbrıs Kredi Bankası’nın sahibi Salih Boyacı da, Kuzey Kıbrıs’ta “hortumculuk”ta sınır tanımamıştır. Kuzey Kıbrıs’a yaklaşım bakımından “ver kurtul” politikasını benimseyen TÜSİAD sermayesinin kontrol ettiği Türkiye’de gazeteler, Boyacı için, Türkiye’nin KKTC’ye yardım olarak gönderdiği 7 trilyon lirayı da batırması üzerine “Hortum Dünür” başlıklı manşetler atmışlardır. Bu yazının ayrıntılı konusunu oluşturmadığı için Demirel’in “aile fotoğrafı”ndaki Cavit Çağlar gibi “mümtaz” simalarla, Denktaş’ın “aile fotoğrafı”ndaki benzer simalara uzun uzadıya girmiyoruz.
Ancak tüm bunlar, Türkiye egemenlerinin ve onların politikacılarının “stratejik” çıkarları bakımından bulundukları Kuzey Kıbrıs’ı, kendi hastalıklarının tümünü neredeyse kırıp geçiren bir virüs gibi taşıdıklarını göstermektedir. Halkın iradesini baskı altında tutarak sürdürülen Kıbrıs politikası, Kuzey Kıbrıs Türklerini hem Türkiye’den uzaklaştırmaya hizmet etmiş, hem de Ada’nın kara para vb. ilişkilerde bir arka bahçe olarak kullanılması nedeni ile Kuzey Kıbrıs, uluslararası örgütlerin yayınladığı, dünya uyuşturucu trafiği ve kara para cenneti sıralamasında üst sıralarda yer alarak, giderek bir bataklığa dönüşmüştür.
Bunun yanında, 1974 harekâtı ile birlikte Türkiye’nin Kıbrıs politikasında sıkça göreceğimiz Ecevit, bugüne kadar tutarlılıktan yoksun, birbiri ile çelişen önerileri arka arkaya sıralamıştır. Önce Kıbrıs’taki Rum ve Türk cemaatlerin irili ufaklı kantonlar şeklinde örgütleneceği “İsviçre Modeli”ni sunmuş, ardından Federasyon modelini savunmuş, ardından konfederasyon demiş 1997 Haziran’ında KKTC’nin özerk bir cumhuriyet olarak Türkiye ile bütünleşmesini savunmuş, bundan çok kısa bir süre sonra da Ağustos 1997’de “ilhak” yaklaşımını benimsemişti. Sorunun “çözümüne” ilişkin Türk resmi tezi şu anda da, Konfederasyonla “ilhak” arasında günün dengelerine göre sallanmaktadır.

TIKANMIŞLIĞIN ORTASINDA ÇIKIŞ ARAYIŞI VE 11 EYLÜL SONRASI TAKTİKLER
Ancak Türkiye egemenleri, “çözümsüzlük çözümdür” politikası bakımından da denizin sonuna geldiklerini fark etmeye başlamış, dahası buna zorunlu kaldıkları gelişmelerle yüz yüze kalmışlardır. Türkiye’nin AB’ye tam üyelik koşulu olarak 2002 yılına kadar Kıbrıs sorunun çözümünün dayatılmış olması ve bu tarihin de gelip çatması Türkiye yönetenlerinin açmazını büyütmektedir. Ve tam bu süreçte, 11 Eylül’de ABD’de gerçekleşen saldırılarla ortaya çıkan yeni dönemin “olanakları” Türkiye yönetenleri tarafından Kıbrıs açısından da ellerini güçlendirici bir nimet sayılmıştır. ABD’nin, İngiltere’yi de yanma alarak ve NATO’nun da onayı ile Afganistan’a saldırması, ABD’nin Ortadoğu, Kafkasya ve aslında giderek dünya hegemonyasında “terörle mücadele” olarak adlandırdığı konsepti bir manivela olarak kullanmaya başlaması, bu süreçte kendisine önce rol biçilen Türkiye tarafından kendi bölgesel pozisyonu bakımından kullanılmak istenmektedir. 11 Eylül saldırılarından sonra, Türk resmi yetkilileri ile Denktaş’ın Kıbrıs konusundaki demeçlerindeki şu “güncelleme” dikkat çekicidir: “Kıbrıs sorununun sorumlusu, 1963’ten beri adadaki Kıbrıs Türklerine karşı terör yöntemlerine başvuran Rumlardır.” Ve bu sözlerin arkası Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in “Kıbrıs için bedel ödeyebiliriz” sözleri ve Ecevit’in “ilhakı” dile getirmesi ile sürmüştür. Bu açıklamalar yapılırken, AB’nin Türkiye’yi dışlaması ve zorluk çıkarması durumunda kendi güvenliğini de tehlikeye atacağı dile getirilmiştir. Ancak AB yönetenleri de Türkiye yönetenlerinin bu blöfüne karşılık olarak, Türkiye’nin AB’ye sunduğu “ulusal programı” yetersiz bulduklarını açıklamışlar, buna ek olarak Türkiye Kıbrıs’ta çözüme yanaşmasa da Kıbrıs Rum tarafının 2004’te AB’ye alınacağını açıklamışlardır.
Şu anda Türkiye egemenleri açısından iki seçenek söz konusudur: AB’den vazgeçme uğruna Kıbrıs’tan taviz vermeme, ya da bugüne kadar iç politik dengeleri şoven Kıbrıs politikaları ile biçimlendirmenin yarattığı handikapları aşıcı taktikler geliştirerek, ortamı hazırlayarak bazı “taviz”ler vermek.
Bu hassas dengelerin ortasında 23 Kasım 2001 günü TBMM’de Kıbrıs’ın gizli görüşme ile ele alınması, hem yumurtanın kapıya dayandığının resmidir, hem de bu sorunun Türkiye yönetenleri tarafından nasıl ele alındığının bir göstergesidir. Kuzey Kıbrıs halkının ve yıllardır bu sorunla meşgul edilen Türkiye halkının iradesini tartışmaya dâhil etmeyi bırakın, onlardan gizli kapaklı olarak onların geleceğinin görüşülmesi nereden bakılırsa bakılsın rezaletin boyutunu göstermektedir. Bugüne kadar tarihi boyunca ABD ya da AB ile ilgili gizli bir görüşme yapmamış, bunu aklından bile geçirmemiş olan Türkiye yönetenleri Kuzey Kıbrıs söz konusu olduğunda bunu çok rahatlıkla yapabilmektedirler.
Sorunla ilgili diğer bir önemli nokta Türkiye’nin AB üyeliğinin, AB emperyalistleri açısından da Türkiye egemenleri açısından da Kıbrıs’tan daha stratejik bir önem taşıdığıdır. Türkiye ile köprüleri atacak olan bir AB, oluşan yeni dengeler içinde Kafkaslar ve Ortadoğu’daki konumunun zayıflayacağını düşünecek, Türkiye yönetenleri de AB’nin dışında kalmış bir Türkiye’nin hem Yunanistan’a karşı mevzi kaybedeceğini, hem de “dünya devleti” hedefinin bir ayağının topal kalacağını gözden uzak tutmayacaklardır. Ancak bunlar konunun egemenler açısından ifade ettikleri ile ilgilidir. Asıl önemli olansa Kıbrıs’ta yaşayan her iki toplumdan halk açısından kalıcı çözümün nasıl sağlanacağı, nasıl bir adımın ön açıcı olacağıdır.

FEDERATİF VE BAĞIMSIZ BİR KIBRIS
Kıbrıs tarihi, Enosis ve taksim politikalarının iflası ile birlikte diğer emperyalist çözüm önerilerinin de “böl-yönet” taktiğini içinde taşıdığını ve onların da iflas ettiğini göstermiştir. Ada’da bulunan her iki kesimden “solarlardan bazıları Yunanistan ve Türkiye egemenlerinden farklı bir çıkış olarak umudu AB üyeliğine endeksli olarak düşünmeyi aşamamaktadırlar. Ancak Ada halkı için, her iki kesimin iradesinin hâkim olacağı federatif bir Kıbrıs seçeneği öncesine göre daha da öne çıkmaktadır. Geride bıraktığımız Kasım ayı içinde Kuzey Kıbrıs’ta Yakın Doğu Üniversitesi öğrencilerinin katılımıyla yapılan program da bu gerçeği teyit etmişlerdir. Programa katılan üniversite gençleri, göreceği baskının tedirginliği ile sınırlı kavramlarla da olsa, Türkiye’yi eleştirmiş ve Rum tarafı ile kardeşlik içinde bir federasyonu istediklerini dile getirmişlerdir. Daha sonra üniversite yönetiminin bu öğrenciler hakkında soruşturma başlattığı ve Denktaş’ın bu öğrencilere tepki gösteren demeçleri de basına yansımıştır. Ada’da bu tür konularda, Türkiye’deki MGK iradesine bağlı hareket eden Güvenlik Komutanlığı’nın dediğinin olduğu bilinmektedir ve bu gelişme Ankara’nın bu formülden rahatsızlığını bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Ada’da kurulacak bağımsız ve federatif bir Kıbrıs, Balkanlar ve Ortadoğu’da anti-emperyalist mücadelenin imkânlarını güçlendirecektir. Federatif bir Kıbrıs, iki taraf halkının giderek Ada’yı tüm dış güçlerden ve emperyalist üslerden arındıracakları bir sürecin önünü de açacaktır

Aralık 2001

“Ulusal güvenlik” tartışması ve gerçek bağımsızlıkçılık

Mesut Yılmaz’ın, partisinin kongresinde yaptığı konuşmada dile getirdiği “ulusal güvenlik” tartışmasına, her politik güç, başka her tartışmada olduğu gibi, kendi bulunduğu yerden ve bağlı bulunduğu ilişkilerin bir temsilcisi olarak katıldı. Hiçbir ulusal özellik taşımayan işbirlikçi egemen sınıfların temsilcileri ve kurumlarının, tartışma içindeki işbirlikçi pozisyonlarını gizleyen tekelci burjuva medya, tartışmanın özüne işaret eden emekçi sınıfların temsilcilerinin görüşlerinin tartışmaya dâhil edilmemesine her zamanki gibi özen gösterdi. “Ulusal güvenlik rejimi mi, yoksa demokratikleşme ve AB’ye üyelik koşullan mı?” gibi bir karşıtlık üzerine oturtulan tartışma, Türkiye ile ilgili her temel meselede olduğu gibi, antiemperyalist güçler, ezilen sınıfların temsilcilerinin görüşleri dışta tutularak doğru bir temelde tartışılamaz. Kaldı ki, eğer bağımsızlıkçılık anlamında bir ulusallıktan söz ediliyorsa, bu tartışmanın tek geçerli tarafı, işçi sınıfı ve emekçilerin temsilcileridir, işbirlikçilerin “ulusal güvenlik” tartışması, işbirlikçi ilişkilerin hegemonya mücadelesinin bir ürünü olmaktan öteye geçemez ve bu tartışmada da geçmemiştir.

YILMAZ’IN HESABI VE KONUMU
Türkiye’nin AB’ye aday üyeliğinin kabulü, bilindiği gibi, Türkiye egemen siyasetinde AB tartışmalarını daha da güncelleştirmiştir. Ve yine bilindiği gibi, AB egemenleri, dünya yüzeyindeki hegemonya mücadelelerinde insan hakları ve demokrasi söylemini öne çıkarmakta, piyasacı, emperyalist hesaplarını “demokratik” bir ambalajın içinde gizlemektedir. Dünya yüzeyindeki en büyük emperyalist güç olan ABD’nin hegemonya mücadelesi içindeki pozisyonunun ağırlıklı olarak, askeri ve müdahaleci bir tarzda biçimlendiği düşünüldüğünde, AB’nin bu ambalajının, ona, dünyanın ezilen, demokrasi ve insan haklarına özlem duyan halkların gözünde daha fazla bir prestij kazandıracağının hesaplandığı söylenebilir. Mesut Yılmaz da, partisinin kongresinde yaptığı konuşmada, “ulusal güvenlik sendromu her türlü gelişmenin önünü kesiyor” deyip, sonra da bunu “AB kriterlerinin yerine getirilmesinde bu sendrom sorun çıkarıyor” diye geliştirdiğinde aynı hesabı güdüyordu.
Yüzde 5’lerin altına düşmüş bir burjuva partinin liderinin bu çıkışında, hem AB gibi emperyalist odaklara yönelik olarak, “Sizin Türkiye’deki en militan temsilciniz benim, siz de benim arkamda durun” mesajı vardı, hem de içeride hâkim “ulusal güvenlik” konseptinin mağduru durumundaki Kürtlerin, 28 Şubat’tan bu yana dışlandıklarını düşünen İslamcı çevrelerin ve din eksenli politikalardan etkilenmiş olan halk kesimleri ile liberal sol çevrelerin desteğini arkasına alma hesabı vardı.
Yılmaz’ın açıklamasına, Genelkurmaydan gelen sert tepkinin ardından TÜSİAD’ın Yılmaz’a açık destek veren açıklaması da, onun bu tartışmada yalnız ve yalınkılıç olmadığının göstergelerindendi.
Yılmaz’ın bu çıkışı, sistemin kurumlarından, partilerinden umudunu kestiği kamuoyu araştırmalarınca da sıkça ortaya konulan ve demokrasiye büyük özlem duyan ezilen kesimlerin desteğini arkasına almayı hesaplamakla birlikte, esas olarak, bir dizi gerçeği gizliyordu.
Öncelikle Mesut Yılmaz, Turgut Özal’ın öğrencisi olarak, neoliberal politikaların Türkiye’de hâkim olmasında, tüm devlet erkinin uluslararası sermayenin çıkarlarına uygun biçimde yeniden yapılandırılmasında diğer partilere göre hep bir adım önde görüntü vermeye özen gösteren bir geleneğin temsilcisidir. Ulusal güvenlik tartışmasındaki pozisyonu da, bu yönünün özelliklerini tamamen içermektedir. Yabancı sermayenin Türkiye’den yapmasını istediği ve IMF/Derviş Programı ile daha pervasız bir boyuta sıçrayan emperyalist yeniden yapılandırmanın önündeki en küçük “ulusal” engelin bile kaldırılması planının partisidir, ANAP. Yılmaz’ın “ulusal güvenlik” konusunda demokrasi havariliği ile gizlemeye çalıştığı temel yön de budur.
Ancak elbette, Türkiye’de birtakım “sol” muhalif güçlere de sirayet ettiği üzere, “Yılmaz ve ANAP AB’ci, Genelkurmay Amerikancı” ya da “Yılmaz AB’ci, Genelkurmay emperyalizme karşı ulusal bir tavrın temsilcisi” gibi basitliklere düşülerek bu ilişkileri anlamak da mümkün değildir. Yılmaz ve partisi, aynı zamanda, ABD’nin bölge konseptinin Türkiye’de hâkim kılınması için çaba harcayan, bir gözü hep orada olan bir siyasi geleneği temsil etmektedir.
Askerin, ABD ile ilişkilerin düzenlenmesindeki tarihsel ağırlığını da ima ederek -Hazar çıkışı bunun bir ifadesidir-, AB’ye girişte ülkenin iktidar yapısında kendi hâkim pozisyonunu korumaya çalışması ve Yılmaz’ın bu manzara karşısında kendi argümanlarını sürekli AB kriterlerine dayandırması, kafa karıştırıcı bir görüntü oluştursa da; ABD ve AB’nin, Türkiye’nin AB üyeliğinde “stratejik” olarak birleşmeleriyle Türkiye’ye AB’nin bekleme salonunda da olsa bir yer verildiği bilinmektedir.
Ayrıca AB’nin de, MGK’nın birçok bildirisinde, girilmesi için çaba gösterilen bir hedef olarak vurgulandığı, gelmiş geçmiş tüm Genelkurmay Başkanları’nın, AB üyeliğini, Atatürk’ün “batıcılık” anlayışının bir gereği olarak dile getirdikleri bilinmektedir. Bu yanıyla, Genelkurmay’ın da AB’ye karşı olmadığı; ancak tarihsel dengeler, kendi pozisyonunu yitirmeme ve “iç tehdit” diye adlandırdığı konularda, demokratik açılımların taviz olarak görülebileceği endişesiyle “antiterör” politikasını elden bırakmama gibi kaygıların, onun tutumuna şekil verdiği söylenebilir. Nitekim bu tartışmanın hemen ardından gerçekleşen MGK’da, askerin ağırlığını koymasıyla, Eylül ayında Meclis’in gündemine gelecek olan Anayasa değişikliklerinin “olgunlaştırılarak” gerçekleştirilmesinin benimsenmesi de, yine bunun bir ifadesidir.

GENELKURMAYIN TAVRININ İÇERDİĞİ MESAJ
Tartışmada, Genelkurmay Başkanlığından yayınlanan bildirinin dili, “onursuzluk” gibi kelimelerin bile kullanılmış olması, konunun Genelkurmay tarafından taktik değil, tamamen stratejik bir nitelik taşıdığının göstergesidir. 50 yılı aşkın süredir NATO’nun bölge jandarmalığını üstlenen işbirlikçi konuma rağmen, kendini “ulusal güvenlik”le tanımlayan, iç ve dış tehdit sarmalı ile ülke yönetimi ve sistemin bekasını, uzun vadeli çıkarlarını garanti altına almaya çalışan askeri siyaset; bu tartışmada yaptığı çıkışla, iktidar dizginlerini bırakmak niyetinde olmadığını göstermiştir.
28 Şubat müdahalesi ile sistemin yıpranan kurumlarını yeniden tahkim ederken, kendi pozisyonunu da, diğer tüm hâkim politik güçlerin kurmayı olarak pekiştiren generallerin konumu tartışılmadan, konunun temellerine inmek mümkün değildir.
Genelkurmay bildirisinde Yılmaz’a verilen yanıtın özünü oluşturan, “Böyle söyler ulu orta, dünyaya şikâyet eder bir tarzda değil, MGK’da tartışılır” vurgusu, burjuva iktidar anlayışının bile en geri biçimini yansıtmakta, halkı tamamen tartışma dışı tutmaktadır. Tartışıldığı söylenen şey, “ulusal” bir meseledir, ancak ulus ve kuşkusuz halk, böyle bir tartışmada olmayacaktır! Bu tartışmalar, yapısı burjuva temsil anlayışı bakımından bile kabul edilemez olan MGK’da yapılarak karara bağlanacak, sonra da, o kırmızı kitap kozmik kasadaki yerine dönecek ve Anayasa, yasa, yönetmelik gibi, halkın ne yapacağına, neyi nereye kadar yapacağına, neyi ne kadar yaşayacağına hükmeden her şey de, onun özüne uygun olacak! Zaten “piyasa” tahakkümü nedeni ile kanalları ciddi olarak tıkalı bulunan burjuva temsil sistemi, seçim, parlamento gibi mekanizmalar da, bir gölge oyununun sahnesi olmaktan öteye geçmeyecek. Çünkü sonuçta, her şeyi, adına Milli Güvenlik Siyaset Belgesi denen gizli anayasa belirliyor.

MGSB, YASAKLANAN GREVLER VE KAFA KARIŞTIRICI TEORİLER
Ve bu gizli Anayasa, 1960’lardan bu yana, tamamen Türkiye’nin jeopolitik konumunun, emperyalist ilişkiler içindeki rolünün iç ve dış dizaynından öteye gitmeyen, bağımsızlıkçılık anlamında ulusal bir değeri bulunmayan bir belgeden başka bir şey değil.
SSCB’nin şeklen de dağılmasına kadar anti-komünizme kilitlenmiş bir soğuk savaş belgesi olan bu belgenin, kendisini “milli” kavram ve hedeflerle ifade etmesi özünü değiştirmiyor. Çünkü ülke siyasetinde “stratejilerin stratejisi” diyebileceğimiz bu belge, Türkiye işbirlikçi egemenlerinin bağlı bulunduğu ilişkilerin gereklerini kristalize eden, Türkiye’nin çıkarlarını, ABD’nin başını çektiği emperyalistlerin bölgesel çıkarları içinde eriten bir nitelik taşıyor. Konumlandığı ve koruduğu güçler bakımından değerlendirildiğinde de, işbirlikçi kapitalist düzenlemeleri garantiye alıyor.
Türkiye’ye dayatılan IMF ve Dünya Bankası programlarının uygulanması bakımından da, bu belgenin ve onun temsil ettiği siyasetin sağladığı olanakların payı belirleyicidir. Faşist 12 Eylül cuntasının başı Kenan Evren’in, “12 Eylül olmasaydı, 24 Ocak Kararları hayata geçirilemezdi” sözleri bunun birinci elden itirafıdır. Uyanış içindeki emekçi kesimlerin, devrimci muhalefetin önünü kesmek için kullanılan ve binlerce faili meçhulün altında imzası bulunan kontrgerilla örgütlenmesi de, bu konseptin çelik çekirdeğini oluşturmuştur.
Türkiye egemenlerinin, hükümetinin işbirlikçi bir tutumla uygulamaya giriştiği IMF programını delmek, kendi sınıf çıkarlarını ve ülkenin ulusal çıkarlarını korumak için grev ve direnişler yapan, alanları dolduran işçi ve emekçiler, “milli güvenlik” engeli ile karşılaşıyorlar. Patronları zora sokan ve IMF dayatmalarını püskürtmeye çalışan işçi grevlerinin “milli güvenliği tehdit ettiği” gerekçesiyle yasaklanmaları, bunun bir ifadesidir. Emperyalist siyanürcü tekele karşı, kararlı bir mücadele veren Bergama köylülerinin önüne sürekli jandarma çıkarılması da buna işaret etmektedir. Tüm bunlar, emekçi düşmanlığı olmanın yanında ulusal ihanet politikasından başka nedir?
Bunun yanında, İP gibi bazı çevrelerin “Şanghay Beşlisi” gibi kurtuluş reçeteleri sunması da; içeride 28 Şubat generalleri üzerinden egemen sınıflara, sisteme yedeklenme, dışarıda da bazı emperyalistlere karşı (ABD-AB), başka bazı emperyalistlere (Rusya-Çin) yaltaklanma politikasından başka bir şeye hizmet etmiyor.
“Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’dan sonra Özbekistan’ın da girmesi ve Türkmenistan’ın gözlemci sıfatıyla katılmasıyla birlikte Şanghay Beşlisi, 13–14 Haziran 2001 tarihli zirvede, Şanghay işbirliği Örgütü’ne dönüştü. Avrasya dayanışması, artık resmen güvenlik ve işbirliği alanlarını da kapsıyordu. Böylece Çin-Rusya-Türk Cumhuriyetleri ekseni oluştu. Başka deyişle Rus-Çin-Türk coğrafyasını kapsayan Turan kurulmuş oluyordu. Pakistan ve Kore DHC de Şanghay İşbirliği’ne katılmak için başvurmuştu. Avrasya kalesi, şimdiden dünyanın en büyük gücü olarak, ABD’nin tek kutuplu dünya projesini iflas ettirmişti.” Bu sözler Doğru Perinçek’e ait ve şöyle devam ediyor:
“Yarım yüzyıllık küçük Amerika sürecinin sonuna geliyoruz. Böylece Küçük Amerika beylerinin de sonu göründü. Türkiye, bu süreçte yalnız ABD ve Avrupa’ya bağımlılıktan değil, onların oluşturduğu mafya-tarikat sisteminden de kurtuluş sancılarını yaşıyor.” {Aydınlık, 1 Temmuz 2001.)
Görüldüğü gibi, İP’in bu önerisi, tartışmaya egemen sınıfların bir kliği cephesinden katılan İkinci Cumhuriyetçilerden özünde farklı değil. Çünkü ikisi de, farklı farklı emperyalistlere de olsa, sonuçta emperyalistlere çıkıyor. Emperyalist bir düzlemde “ulusal” bir bayrak taşımak mümkün olmadığı için, bu tür teoriler, geçmişteki benzer teoriler gibi, tarih önünde hiçbir hükmü bulunmayan gerici teoriler sınıfındandır. Kaldı ki, askeri bürokrasinin ABD’nin çıkarları ekseninde girdiği Kafkaslar macerası, Perinçek’in sözlerini, daha mürekkebi kurumadan çürütmüştür.
Ancak “ulusal güvenlik” üzerinden yapılan bu tartışma, daha önce günlük işçi basınında yayınlanan makalelerde de vurgulandığı gibi, dikkatle izlenmesi ve müdahale edilmesi gereken bir nitelik taşıyor. Çünkü tartışma, “ulusal güvenlik” bağlamındaki sıradan bir asayiş sorununu değil, ülkenin demokrasi sorunundan bağımsızlığına, içerideki iktidar yapısından dışarıda emperyalistlerle girilen ilişkilere kadar uzanan özellikleri içinde barındırıyor.
Türkiye egemenleri, Ulusal Kurtuluş Savaşı mirasının halk nezdinde temsil ettiği değeri de hesaba katarak, kendi uzun vadeli çıkarlarını “ulusal güvenlik rejimi” söylemi ile garantiye almaya çalışıyorlar. Türkiye egemen siyasetinin, geleneksel damarının dayandığı bu belge, Türkiye’de dünyaya gelen her çocuğun okula başlaması ile birlikte sistemli olarak maruz kalacağı temel bilgilere de rengini veriyor. Türkiye Milli Eğitim Müfredatı, ona olur veren Talim ve Terbiye Kurulu, bu belgeyi, kırmızı kitabı ele alıyor. Bu ülkenin insanları ortaöğretime başladıklarında, kırmızı kitabın ABC’sini de öğrenmeye başlıyorlar. Dış tehdit, iç tehdit, ulusal güvenlik gibi başlıklarla tarih ve sosyal bilgiler kitapları ile birlikte, coğrafya kitaplarına bile yedirilen hakim konsept, hakim rejimin de çimentosudur. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tümünün bu çimentoyu içselleştirmesi, onun bir ideolojik öznesi olması, bu konseptin kitle desteği ve sürekliliğinin de yegâne yolu olarak görülüyor. Kürt sorununda, bir Türk’te oluşan önyargılar açısından da, bu biçimlenme, belirleyici bir etkiye sahip. Bir Türk emekçinin çocuğunun hem sınıf bilinci kazanması, hem de buna bağlı olarak, bir Kürt emekçisi ile sınıf kardeşi olduğunu fark etmesi, onun üzerindeki şoven baskıyı görmesi ve onun kimlik ve kültür taleplerine yaklaşımda devrimci bir bakış edinmesi için, önce kendi “içine yerleştirilen” bu hâkim konseptle hesaplaşması gerekiyor. Bunu aşmadan, demokrasi ve bağımsızlık sorununa doğru yaklaşması da mümkün olmuyor. Bu konsept, “milli” söylemlerin içini gerici değerlerle dolduran parti ve kurumlara taban sağlayıcı bir özellik taşıdığı için, onu aşamayan bir emekçi çocuğunun, ya da bir yetişkin emekçinin, dünyaya doğru bir temelde yaklaşması da mümkün olmuyor.
Bugün kendisini “küreselleşme” adıyla pazarlayan emperyalizmin, ulusal ve sınıfsal çatışmaların sonunun geldiğini vaaz ederken, “ulusallığı” kendi planlarını hayata geçirmek bakımından kullanıyor olması da, tartışmanın güncel yönü bakımından ayrı bir önem taşıyor. Türkiye emekçilerini daha fazla sefalete iten, açlığı ve işsizliği hiç yaşanmamış boyutlara taşıyan uluslararası tekellerin önündeki engelleri kaldırmak için, Meclis’e, “bu yasaları 15 gün içinde çıkaracaksın” diye talimat veren Derviş Programı’nın adı, “ulusal programı”! AB’nin Türkiye üzerindeki hegemonyasını derinleştirmeyi amaçlayan, AB’ye tam üyelik kriterlerini düzenleyen programın ismi de “Ulusal Uyum Programı”! Derviş’i Türkiye’ye kendilerinin gönderdiklerini belirten emperyalist odaklar da, IMF ve DB programlarının hayata geçmesi için o ülkenin “yerli” aktörlerinin iş başında olmasını daha yararlı gördüklerini belirtmişlerdi.
Derviş’in, döne döne vurguladığı Türkiye sevgisi ve “Bu program IMF’nin değil, bizim programımız” sözleri, kuşkusuz aynı projenin bir ürünüdür. Yerellik vurgusu, bugün emperyalizmin küresel çıkarlarını Türkiye gibi ülkelere “meşru” bir temelde yedirme planının parçasıdır.
MGK’nın son toplantısında belirli bir noktada düğümlenen “ulusal güvenlik” tartışması, bundan sonra da değişik vesilede egemen sınıflar açısından gündeme gelecek ve bu tartışmanın tarafları muhtemelen yer yer inişli çıkışlı tavırlar da gösterebilecektir. Örneğin, daha önce Yeni Dünya Düzeninin iç dizaynının hızlı gerçekleştirilmesi için hazırladığı “Demokrasi” programında MGK’nın lağvedilmesini isteyen TÜSİAD, Genelkurmayın bastırması üzerine geri adım atmış, daha tedrici bir anlayışı benimseyen bir noktaya çekilmişti. Yılmaz’ın son çıkışında ise, “artık eski dengeleri bir tarafa bırakıp, yeni dengeler kurulmalıdır. Bu dengeler de AB’ye üyelik koşulları ve Kopenhag kriterleri üzerinden kurulacaktır” anlamına gelen bir açıklama yaptı.
“Küreselleşme” politikalarının inşası konusunda çatıdaki anlayış farkını yansıtan bu türden gerilimler, bundan sonra da, iç siyaset ve uluslararası arenadaki gelişmelere bağlı olarak yeniden gündeme gelecektir.

“ULUSAL GÜVENLİK” KONSEPTİNE GÜNCEL GEREKÇELER
Hazar sorunu üzerinden gündeme gelen Kafkasya macerası, silahlı bürokrasi tarafından, içerideki ulusal güvenlik tartışmasıyla, öncesine göre, daha geniş ölçekli eleştiri konusu yapılan pozisyonunu halkın gözünde yeniden pekiştirmek bakımından da değerlendirilmekte, iktidar dengelerindeki mevzi kaybı frenlenmek istenmektedir. Medyada, Genelkurmayın konumunu, TÜSİAD cephesinden piyasacı dengeye tam olarak oturtmak bakımından eleştiri konusu yapan yazarlar, şimdi Genelkurmayın Kafkasya çıkarmasına methiyeler düzmektedirler.
Yine bir süre öncesine kadar, “irtica tehdidi”nin sembolü haline getirilen RP/FP’nin parçalanması için alttan alta desteklenen Tayyip Erdoğan’a ait “kıyam”lı konuşmaların yer aldığı kasetlerin ekranlara taşınması da, 28 Şubat generallerinin “iç tehdit” ve “ulusal güvenlik” gerekçelerini güçlendiren güncel gerekçeler haline getirilmiştir. Her “milli görüşçü”nün evinde eğitim faaliyetinin aracı olarak rastlanabilecek, Türk istihbarat birimlerinin de bilgisi dahilinde olacağından kuşku duyulamayacak olan bu kasetlerin yıllar sonra ortaya çıkarılması, “irtica tehdidinin” Erdoğan şahsında hortlatılması ihtiyacının bir ürünüdür. Bu “tehdit’in, parlatılan yeni parçasını da bölme, marjinalleştirme planı ile birlikte, Genelkurmay eksenli “ulusal güvenlik” politikalarının güçlendirici bir güncel nedeni olarak da rantabl görülmüştür. Genelkurmay Başkanı’nın, MGK’da “ulusal güvenlik” tartışmasını örtülü bir üslupla gündeme getiren Yılmaz’a, “Erdoğan’a ait kasetleri izlediniz mi?” diye sorması, bunun bir ifadesidir.
Kafkaslar’daki son gelişmeler, “irticai ve bölücü terör tehdidi” gibi gerekçeler, askerin MGK’da gündeme getirdiği ve MGK sonuç bildirgesine yansıyan gerekçelerdir. Bunların zemini ise, MGK’dan kısa bir süre önce medya eliyle hazırlanmıştır. Kaynak gösterilmeden, istihbarat birimlerine atfen ekranlara getirilen, yazılı medyada öne çıkarılan iki rapordan birisi “irtica”, diğeri de “bölücü terör” diye tanımlanan “tehdit” unsurları ile ilgilidir. Bu raporlarda yer alan, ekonomik krizin, halkın umutsuzluğunu derinleştirerek “irticai ve bölücü teröre taban sağladığı yönündeki görüşler, yine diğer piyasa güçlerine karşı askeri bürokrasinin kozlarını güçlendiren gerekçeler olarak öne sürülmüştür.

TARTIŞMANIN ALNI AK TARAFI: TÜRK VE KÜRT EMEKÇİLERİ
Bu tartışmayı emperyalist ilişkilerin Türkiye’deki uzantılarının elinden kurtarıp, doğru bir temele oturtmadan, Türk’ü ve Kürt’ü ile tüm milletlerden emekçileri ile, ezilenlerin kaderinin değişmesi mümkün olmayacaktır. Ülkenin kaderinin değişmesi de yine buna bağlıdır. Emekçi sınıfların iş, ekmek ve özgürlük mücadelesinde kazanacağı mevziler, işbirlikçi IMF politikalarının, NATO menşeli “ulusal güvenlik” politikalarının geçersizleşmesinin önünü açacak ve bağımsız, demokratik bir Türkiye’nin inşası da ancak bu yolla gerçekleşebilecektir. Fabrikalarda, tarım alanlarında IMF politikalarının sonuçlarının iliklerine kadar yaşayan bu ülkenin işçisi, emekçisi, köylüsü ile kültürü, kimliği yok sayılan ya da talepleri emperyalistlerin çıkarlarına yedeklenmeye çalışılan Kürt yoksulları bu tartışmanın alnı ak tek tarafıdır. İşbirlikçilerin yalanlarına karşı onları sistemli bir biçimde aydınlatmak ve bilinçlendirmek de işçi sınıfının devrimci partisine düşmektedir.

Eylül 2001

Egemenlerin FP manevrası, tehlikeler ve olanaklar

Fazilet Partisi’nin kapatılması, hem bu partinin kendisi ile ilgili olan, hem de ucu iç politikadan Avrupa Birliği sürecine kadar uzanan özellikler taşımaktadır.
Öncelikle kararı veren Anayasa Mahkemesinin Meclis’teki milletvekili dengeleri bakımından erken seçim ihtimalini gündeme getirecek bir karar vermemesi, egemenler ve programlarını uyguladıkları emperyalist efendilerinin üzerine titrediği “istikrardın sarsılmamasına dikkat edildiğinin göstergesidir.

KAPATMA KARARI İLE VERİLEN MESAJLAR
Kararın açıklanmasından hemen sonra Başbakan Bülent Ecevit’in kararın ekonomik dengeleri etkilememesi gerektiğini söylemesi, bunun beklenen bir karar olduğunu dile getirmesi de bunun bir ifadesidir. Kararın borsa kapandıktan sonra açıklanması da aynı yöndeki bir başka gelişmedir.
Burada ikili bir durum dikkati çekmektedir. Birincisi, Türkiye yönetenleri, bir partiyi kapatırken ya da halka karşı bir baskı ve dayatmada bulunurken bile öncelikle, bağlı bulundukları emperyalist güçlerin dayattığı programları sarsmamak, ona uygun olarak görmek durumundadırlar, ikincisi de, Türkiye’de FP’nin kapatılmasında etkin olanlar, bu tavırlarıyla, hem bu partinin kapatılmasına çekince koyan AB’ye, hem de onun bu yaklaşımını paylaşan Türkiye’deki başka hâkim ve sözde “muhalif” güçlere mesaj vermiş olmaktadırlar. Kendisini “laik cumhuriyetin” koruyucu ve hâkim gücü olarak hissettiren kurum ve aktörler, bu kararla, AB’ye giden yolun her şeyden önce kendilerinden geçtiğini, onların olurları istikametinde gidileceğini ima etmişlerdir.
FP’nin, kendisinden önce kapatılan RP ile kıyaslandığında rejim için tehdit olarak algılanacak kadar belirgin bir tutum içine girmemiş olduğundan hareket edenler bu kararı garipseseler de, milletvekilliği düşürülen Nazlı Ilıcak ve Bekir Sobacı’nın, kendisini “irtica tehdidi ile mücadele” etmekle gerekçelendiren askeri güçlerle girdikleri polemik, başörtüsü üstünden siyasetin simgesi olmaya aday olan Merve Kavakçı’nın aldığı tutumlar bu kararı alanlar için yeterli kanıtlardır. Ayrıca FP’nin kapatılmasının, 28 Şubat 1997 tarihli MGK kararlarının uygulanması bakımından da FP üstünden yeni bir hatırlatma içerdiği de söylenebilir. Bu kararın MGK’daki sivil sayısının artırılmasının benimsendiği koşullarda verilmiş olması da ayrıca düşünmeye değerdir.
Ancak, 28 Şubat müdahalesinin kendisini gerekçelendirdiği “irtica” tehdidi nasıl suni bir nitelik taşımıyorsa, bu müdahalenin tek nedeninin bu olmadığı da bilinmektedir. Sistemin yıpranan kurumlarını yeniden tahkim etmek, bunu yaparken toplumun ilerici diye bilinen kurumlarını da sisteme yedeklemek isteyen bu güçler, FP’nin kapatılmasıyla, amaçlan bakımından kan tazelemiş olmaktadırlar.
Kararın, Türkiye üzerinde hegemonya mücadelesi veren ABD ve AB tarafından nasıl karşılandığı da, bu kararla ilgili yapılan etraflı her değerlendirme için önem taşımaktadır. AB’nin karara itiraz ederken, “AİHM’deki RP kararı beklenmeliydi” demesi, onun Türkiye ile ilgili hesaplarını temel olarak, insan hakları üstünden gerçeklendirmesiyle ilgilidir. Ancak, FP’nin RP’nin devamı olmaktan değil, “odak olmaktan” kapatılması AB’nin bu itirazının “alıcı” bulmasını engellemiştir. Kapatma kararını savunan medya organları ve köşe yazarları, hatta AB’ci hukukçuların bir kısmı, Anayasa Mahkemesi’nin, bu “dikkatli” tutumu nedeniyle AB’ye çalım attığını savundular ve onu alkışladılar.
ABD’nin, kararı eleştirirken “Parlamentoda grubu bulunan bir partinin kapatılmasının doğru bulunmadığı” gibi usulden bir tavır göstermesi de yine onun pozisyonunun bir sonucudur. ABD yönetimi bu tutumu ile hem bu kararı alan “dostlarına” güçlük çıkarmamıştır, hem de kendisinden icazet almak için Washington’a gelen FP’nin her iki kanadından temsilcilerinin “gönlünü almıştır”.
Tüm bunların, ABD’nin Ortadoğu politikası ve bu politikada “siyasal İslam”ın ele alınış tarzı içinde bir yere oturmuş olduğu da söylenmelidir. İran’da ABD ile “barışma”, piyasa ilişkileri bakımından tedrici olarak da olsa yeniden yapılanma işaretleri veren Hatemi’ye yakın duran Washington yönetiminin, Türkiye’de de “siyasal İslam’ın yeniden yapılandırılarak, piyasa ilişkilerinin merkezine, (yani bir anlamda da ABD’nin kendisine) doğru çekilmesinden memnun olduğu ortadadır. FP’nin “radikal İslamcı” bir program ve söyleme sahip olup olmamasından ziyade, onun üstünden verilen mesajın ABD’nin bölgesel konsepti ve uzun vadeli çıkarlarıyla uyumlu olup olmaması önemlidir. FP ve onun destekçisi yazarlar her ne kadar karara itiraz ederken ABD’nin “usulen” gösterdiği eleştiriyi arkasına alsalar da, bu onların sempatizanlarını motive etmekten öte bir anlam taşımayacaktır.
Konuya, FP’nin destekçisi durumundaki bu tip yazarlara göre farklı yaklaşan Fehmi Koru, Yeni Dünya Düzeni’nin en zorlandığı alanlardan birisinin İslam dünyası olduğunu savunduğu yazısında, FP’yi kapatma kararını Yeni Dünya Düzeni’ne uyum sürecinin bir parçası olarak gördüğünü belirtti: “Başörtüsü ve İslami Siyaset’ konulan Batı’nın işbirliği yaptığı elitlerin eğilimleri istikametinde standartlaşıyor gibi. Anayasa Mahkemesi’nin FP’yi kapatması da, kapatma gerekçesini ‘başörtüsü’ üzerine oturtması da tesadüf değil. Karar, ekonomik ve siyasi yönden Batı’ya entegre etmeyi kabullenmiş elitlerin, yeni dünya düzenine bir katkısı…” (Fehmi Koru, Mihver Fikir, Yeni Şafak, 29 Haziran 2001)

DAVA SÜRECİNİN DERİNLEŞTİĞİ BÖLÜNME
Sürecin doğrudan FP ile ilgili kısmı ise, bu kapatma kararından iki yıl önce, FP’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra gündeme gelmiş olan kapatma davasıdır. Kapatılma tehdidinin iki yıl boyunca bu partinin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanması, bir taşla birden fazla kuşun vurulması türünden bir sonuç yaratmıştır. Öncelikle medya desteğiyle kurulan baskı, FP içinde Yeni Dünya Düzenci, “küreselleşmeci” politikalara daha hızlı ayak uyduran ve yine medya tarafından “yenilikçi” olarak adlandırılan -özünde onların “yenilikçiliği” Yeni Dünya Düzeni’nin “Yeni”sinden farklı değil- kanadın, kendisini diğerlerinden ayırması sürecini hızlandırmıştı. Geçtiğimiz yılın Mayıs ayının 15’inde yapılan FP kongresinde Milli Görüş hareketinin kurucusu ve 30 yıllık lideri Erbakan’ın emanetçisi olan Recai Kutan 633 oy alırken, “yenilikçi” diye cilalanan kanadın adayı Abdullah Gül’ün 521 oy almış olması, “küreselleşmeci”lerin bu ayrışmada epey bir başarı sağladıklarını göstermişti.
Bunun yanında kapatılma tehdidi altında bulunmak, Meclis’teki temsil niceliği bakımından “ana muhalefet” konumunda bulunan FP’lilerin, burjuva siyasetin bir gereği olan manevraları yapabilmesi bakımından ihtiyaç duyduğu alanı da daraltmıştır. Halkın, iktidarın uyguladığı politikalardan duyduğu rahatsızlığı kendisine desteğe dönüştürebilmek adına alacağı bir tavırla, sistemi kilitleyecek herhangi bir tutuma girmek, zaten “potansiyel suçlu” ilan edilmiş bir parti için -hele bu bir de kapatılmasına en sıradan tepkiyi bile gösteremeyen bir sermaye partisi ise- hiç kolay değildir.
IMF politikaları, özelleştirmeler gibi “küreselleşmeci” politikalar bakımından Erbakan’ın da iktidarda olduğu Refah-yol döneminde rüştünü ispatlamış olduğu, dolayısıyla Tayyip Erdoğan tarafından temsil edilen diğer gruba göre “milli” bir özellik taşımadığı bilinmektedir. Ancak TÜSİAD-MÜSİAD çatışmasına da konu olan Türkiye’deki egemenlik ilişkilerinde Erdoğan ve çevresinin daha hızlı bir gelişim gösterdiği, sistemin işleyişi bakımından yer yer ayak bağı olacak bir “ideoloji partisi” gibi durmadığı da ortadadır. Örneğin, Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde temsil edilen çizgi kendisini Özal’la özdeşleştirirken, “ak saçlı” ya da “gelenekçi” olarak da adlandırılan diğerleri bu açıdan şerhli yaklaşmaktadır.
FP’nin kapatılmasından sonra, Bil-kent’te yapılan “Birlik” toplantısında Özal tartışması çıkmış, Nevzat Yalçıntaş Özal’ı överken, Erbakan’ın en yakınındaki isimlerden Oğuzhan Asiltürk buna itiraz etmiştir.

ASKERLERE VE PATRONLARA GÜVENCE
Ayrıca medyaya yansıyan haberlere göre Tayyip Erdoğan, hem patronlara görüşlerini anlatmış, hem de RP’nin kapatılmasında, FP’nin de kapatılma tehdidi altına sokulmasında belirleyici etkiye sahip askeri çevrelerden bir Koramiral ve Albay’la görüşmüş, “laiklik” konusunda güvence vermiştir. (“Askerle iki Temas”, Hürriyet, 25 Haziran 2001) Genelkurmay Başkanlığının daha sonra yaptığı yalanlama ise, Genelkurmay Başkanı ya da onun görevlendirdiği kişiler dışında yapılan açıklamaların TSK’yı bağlamayacağı yönünde olmuş, dolayısıyla bu satır aralarını okuyabilenlerce Hürriyet’in haberinin tümden bir tekzibi olarak değerlendirilmemiştir.
Erdoğan’ın temsil ettiği çizgi, 28 Şu-bat’ın sıcak günlerinde kendisini daha açıktan hissettiren TÜSİAD-MÜSİAD kapışmasını da, sistem lehine çözmeye aday bir konumda bulunmaktadır. Kendisini “yeşil sermaye” gibi yakıştırmalarla da adlandırılan MÜİSAD’ın siyasetçisi olarak sunmayı bir “darlaşma” olarak gören Erdoğan, TÜSlAD gibi Türkiye siyasetinde etkin unsurları karşısına almamaya özen göstermekte, bilakis onlar tarafından onaylanmaya açık bir siyaset izlemekte, dahası bunun için özel bir çaba sarf etmekte, programını bu dengeye oturtmaktadır.
Anadolu sermayesi diye tanımlanan kesime dayanan, kır orta sınıf ve yoksulları ile birlikte özellikle 1980 sonlarından itibaren metropollerin kenar mahallelerini de ev ev dolaşarak arkasında toplamaya çalışan “Adil Düzen” programı, Erdoğan’ın temsil ettiği çizgi bakımından geri bir nokta olarak görülmektedir. Türkiye siyasetinde etkin olan Batı’nın emperyalist güçlerinin, tekellerinin işbirlikçisi durumundaki güçleri de kapsayan, onlar tarafından kabul edilen Özal-vari bir parti kurmayı amaçlayan Erdoğan ve çevresindekiler, bir cemaatin partisi olmaktan çok, temsil ettikleri cemaatleri sisteme entegre etmeyi amaçlamaktadır. Böyle bir çaba, hem İstanbul sermayesi olarak adlandırılan çevre ile kentli “liberal” aydınlan cezp etmekte, hem de Türkiye yönetenleri ile Türkiye üzerinde hegemonya mücadelesi veren ABD ve AB tarafından da daha kabul edilebilir bulunmaktadır.
28 Şubat’ın hâkim güçlerinin, “irtica tehdidinin” tamamen ortadan kalkmadığını söylemelerine rağmen, epey bir yol aldıklarını gösteren ifadelere, onların kendi raporlarında da rastlanmaktadır. MGK’nın son toplantısına sunulan “irtica ile mücadele” raporunda yer alan şu ifadeler bu bakımdan ilginçtir: “Tarikat ve mezheplerin önde gelenleri ile kurulan diyaloglar ve bu çerçevede sürdürülen çalışmalar sonucu bu grupların devlet ve hukuk sisteminin içerisine çekilmesi ve devletin yanında yer almaları noktasında önemli mesafeler alındı.” {Hürriyet, 30 Haziran 2001)
Kapatılan FP’den iki ya da üç partinin doğması, FP operasyonunu yönlendirenler ve yürütenlerin amacına ulaştığının bir işareti olacaktır. Bu gelişmelerin hangi boyutlara geldiğini gösteren güncel bir başka gelişme de Milli Görüş hareketinin 30 yıllık lideri Erbakan’ın içine düştüğü panik durumudur. Koltuğunun altından alınmaya çalışılmasına tepki gösteren Erbakan’ın, bir salonda hitap ettiği partililerine Milli Gazete’yi en büyük gazete haline getirmek için yemin ettirmesi bile bunun işaretidir.
Kanal 7, Yeni Şafak, Akit ve Zaman’ı kontrol edemeyen Erbakan, onların Erdoğan’a ağırlık tanıyan tutumları nedeniyle elindeki emin olduğu son silahı daha iyi kullanmak güdüsü ile hareket etmiştir.
Erbakan’ın bu konuşmasının ekranlara yansımasından sonra, rakibi Erdoğan’ın sesi olan Yeni Şafak’ın Başyazarı Ahmet Taşgetiren’in alınganlık göstermesi ve bunu köşesinde “Bir siyaset üslubunun eleştirisi” (29 Haziran 2001) başlıklı yazısıyla ifade etmesi bile bu camiadaki kaynamanın boyutlarını göstermektedir.

EMEKÇİLERİ YEDEKLEME MANEVRALARI
Geçmişte ABD’nin “kızıl tehdit” olarak gördüğü Sovyetleri çevrelemek için ortaya attığı “Yeşil Kuşak” projesinin sağladığı elverişli iklimden beslenen ve buna paralel olarak evrilen iç dengeler içinde kendisine ihtiyaç duyulan “Milli Görüş”ün, bugün böyle bir muamele görmesi, “küreselleşme” politikaları ve içeride bu politikaları temsil eden güçlerin onu arka koltuğa alma ihtiyaçlarının bir sonucudur. Dolayısıyla işin buraya kadarki bölümü, sistemle ve egemen sınıflarla bu partinin arasındaki ilişkiye dairdir.
Olayın emekçi sınıfları daha doğrudan ilgilendiren yönünde ise ciddi tehlikeler gizlidir. Küreselleşme politikalarını temsil eden siyasal güçlerin ve medyanın Türkiye’de bugün bir umut gibi cilaladığı, “yeni” diye gösterdiği güçlerden birisi ABD’nin memuru Kemal Derviş ise, bir diğeri de Recep Tayyip Erdoğan etrafından kotarılan harekettir.
Kendisini “solcu” olarak adlandıran Kemal Derviş “laik” diye bölümlendirilen, Erdoğan da muhafazakâr olarak adlandırılan çevrelerin “küreselleşme” merkezinde toparlayacak, “sağdan” ve “soldan” YDD politikaları bakımından tehdit olarak görülen aşırılıkları törpüleyecek isimler gibi sunulmaktadır. Bunların hangisinin ne kadar tutup tutmayacağı da “bekleyip göreceğiz” diyerek açıklanamayacak bir şeydir. Keza, siyaseti, egemen güçlerin çekip çevirdiği bir alandan ibaret görenler zaten daha baştan kaybetmeye mahkûmdurlar.
Ülke kaynaklarının emperyalistlere peşkeş çekilmesine ve işçinin, emekçinin, çiftçinin açlığa mahkûm edilmesine hizmet eden Derviş programı, nasıl onun emekçi sınıflar gözündeki teşhiri için imkânları da genişletiyorsa, FP olayındaki gelişmeler de benzer özellikler göstermektedir.
Öncelikle bu hareket, tırmanışa geçtiği 1990’lı yılların başında, kendisini diğer düzen partilerinden ayırmak için kullandığı “Adil Düzen” sloganını bile terk etmiş, ev ev dolaşarak halkı kendi politikalarına kazanmayı bir kenara bırakarak diğer sermaye partileri gibi, siyaseti halkın dışında elitler eliyle yürütülen bir uğraş olarak görmeye başlamıştır. Kapatılma tehdidinden kurtulmak için, önceden “batıl” dediği Batıyı kutsayan bir siyasal yapılanmaya dönüşen bu hareketin Refah-yol döneminde uyguladığı politikalar için onun teşhiri bakımından zengin malzemeler sunmaktadır. RP’li belediyeler işçi çıkartma rekoru kırmış, önceden Siyonist denilen İsrail’le ikili anlaşmalar yine bu partinin iktidarı döneminde yaşanmıştır.

OKUNUP ÜFLENMİŞ LİBERALİZME KARŞI YENİ OLANAKLAR
FP’nin kapatılma süreci ise, FP kurmayları arasında tam bir koltuk kapma yarışına sahne olmuş, tüm burjuva partilerinde görülen entrikalar FP içinde de kıyasıya yaşanmış ve yaşanmaya da devam etmektedir. AB’ye girmeyi, NATO’da kalmayı savunan her iki kanat da, “milli” söylemleri tamamen halkı kandırmak için kullanmaktadırlar.
Üstelik tüm bunlar, diğerlerinden farklı olmak adına, halkın dini inançları da kullanılarak yapılmaktadır. Kapatılan FP’nin içinden çıkacak bir oluşumun programı, emperyalist IMF politikalarına, yağma düzenine karşı tavır alıcı olmayacaktır. Böyle bir iddiaları da bulunmamaktadır. Bu hareketin bundan sonraki seyri, ayak bağı olarak görülen “ideoloji partisi” kimliğinden hızla uzaklaşma ve uyum bakımından kendisini sisteme kanıtlama, kabul ettirme yönünde olacaktır. Geçmişte, var olan sömürü düzenine karşı olmak, emperyalist yağmaya izin vermemek gibi duygu ve düşüncelerle RP-FP çizgisinden partilere oy vermiş olan emekçiler için, bu siyasi gelenek artık söylem düzeyinde bile bu iddiaları terk etmiş, kapitalizmin, emperyalist IMF programlarını, okuyup üfleyerek kabul ettirme misyonuna soyunmuştur.
Geçmişte RP-FP geleneğinin söyleminden etkilenmiş olan, işçi ve emekçilerin, kendi çıkarları etrafında birleşmeleri, kendi sınıf partilerinde örgütlenmeye yönelmeleri bakımından bugün fırsatlar, düne göre genişlemiştir. FP’nin kapatılması ile birlikte MHP’nin “transfer” telaşına düşmesi, DYP’nin büyük kentlerde, pankartlar yoluyla yaygın bir propaganda faaliyetine girişmesi bu fırsatı değerlendirme telaşının bir ürünüdür. Emekçi sınıflar, çıkarları açısından biri diğerinden farklı olmayan bu işbirlikçi sermaye partilerinin oyunlarını boşa çıkarmak, FP geleneğinin kendi tabanı olarak görerek sisteme yedeklemeye çalıştığı, yoksul halk kesimleri, işçi ve emekçiler içinde yaygın ve canlı bir çalışma ile mümkündür.

Temmuz 2001

Resmi Kıbrıs politikasının iflası

Türkiye egemenleri, bugüne kadar sadece dış politikada değil, iç politikada da bol bol kullandıkları Kıbrıs konusunda tarihlerinin en zor dönemlerinden birini yaşıyorlar. Doğu Akdeniz ve çevresi açısından jeostratejik önemi nedeni ile Kıbrıs’ı “ezeli rakibi” Yunanistan’ın egemenliğine terk etmek istemeyen Türkiye, kendisinin bu yöndeki çıkarlarına uluslararası düzeyde bir meşruiyet kazandırmak için “Kıbrıs Türkü’nün can güvenliğini koruma” gerekçesini öne çıkarıyor, başka ülkeler tarafından “işgal gücü” olarak tanımlanan Ada’daki askeri varlığını da bununla açıklıyordu. Ayrı bir parlamentosu olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)’nin ilanı bile temel olarak bu gerekçeye dayanıyordu. Böylelikle soruna müdahil olan uluslararası güçlere, “Tıpkı Güney Kıbrıs Rum yönetimi gibi Kuzey Kıbrıs’ta da bağımsız ve kendi parlamentosu olan bir Türk Cumhuriyeti var. Bu cumhuriyetin, halk tarafından seçilen parlamentosu ve hükümeti, Türkiye’yi kendi varlığının devamını garantiye alacak bir garantör olarak görmek istediği sürece, biz de doğal olarak onların yanında olacağız” denmiş oluyordu. Türkiye bu “taşıma devlet”le meşruiyet oluşturma politikasını garantiye alacak daha “derin” mekanizmalar da geliştirmiş, “Anavatan”dan taşınan on binlerce Türk aracılığıyla Kuzey Kıbrıs Parlamentosu’na, hükümetlerinin oluşumuna Ankara’nın resmi Kıbrıs politikasının sürekli hakim kılınması için kitle tabanı oluşturulmuştu. Denktaş ve Kuzey Kıbrıs’ta onunla birlikte davranan “şahinler”in kitle tabanını oluşturan “taşıma Türk”lere rağmen, Ankara politikalarının Kuzey Kıbrıs’taki egemenliğinin sallantıya gireceğinden endişe duyulan bütün seçimlere de zaten Ankara’nın müdahale etmiş olduğu bir sır değildir.
Ayrıca Kıbrıs politikası, Türkiye’deki siyasi odaklar bakımından hiçbir zaman sadece kendisini ifade eden bir sorun olmamış, Türkiye’deki iç politik dengeleri etkilemiş, onlardan etkilenmiştir. Kendi varlığının bir dayanağını “milliyetçilik” üstünden geniş halk yığınlarını arkasına almakta gören tüm siyasi güçler, bugüne kadar Kürt sorununu nasıl kendi varlıklarını güçlendirecek bir “iç tehdit” unsuru olarak kullandılarsa, Kıbrıs’ı da içeride kendilerine rakip partileri yıpratarak onlardan bir adım öne geçmek için öyle kullanmışlardır. Generallerden başlayarak, devlet bürokrasisine hakim olan bu eğilimin “sivil siyasi” tarafını sağdan MHP, “sol”dan da DSP ve İP gibi partiler oluşturmaktadır.
Kuzey Kıbrıs’ta, Denktaş ve onun Ankara’daki uzantılarının hedefe konulduğu mitinglere bu siyasi odakların “şahin” bir tepki ile karşılık vermeleri de, bu gerçekliğin somut göstergesidir. Kuzey Kıbrıs’ta çok sayıda siyasi parti, sendika ve kitle örgütü tarafından oluşturulan “Bu Memleket Bizim” Plaftormu tarafından düzenlenen mitinglerin geçtiğimiz Ocak ayının ortasında Kuzey Kıbrıs nüfusunun dörtte birine kadar ulaşması, hem Denktaş’ı hem onu destekleyen Türkiye’deki güçleri fazlasıyla endişelendirmiştir. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın oğlunun başında bulunduğu koalisyon ortağı partinin bile bu mitinglere katılım konusunda milletvekillerini serbest bırakacak duruma gelmesi, Ankara politikalarına karşı muhalefetin Kuzey Kıbrıs’ta ulaştığı boyutun öncesine göre çok daha ileri bir noktaya ulaştığını göstermektedir.

SAĞDAN ‘SOL’A KUZEY KIBRIS TÜRKLERİNE MEYDAN OKUYAN ANAVATAN TÜRKÇÜLÜĞÜ
Bugüne kadar “yavruvatan Türklerini” koruma üstüne siyaset yapan Türkiye’deki siyasi çevrelerde endişe uyandıran bu durum karşısında Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özkök’ün “Dikkatle izliyoruz” demesi, seçimde tarihi bir hezimet yaşayan DSP Genel Başkanı Ecevit’in katıldığı bir dizi toplantı ve konferansta “Kıbrıs elden gidiyor” türünden değerlendirmelerle kaybettiği “milliyetçi sol” tabanı yeniden genişletmeye çalışması, onunla birlikte barajın altına düşen MHP’nin benzer bir tutum içine girmesi, bu bakımdan hiç de sürpriz olmayan gelişmelerdendi. Kuzey Kıbrıs’ta alanları doldurarak Denktaş’ın istifasını isteyen ve Ankara’nın müdahalelerini reddeden Kuzey Kıbrıs Türklerine yanıt olarak harekete geçen Ülkü Ocakları mensupları Türkiye’nin çeşitli illerinde “Kıbrıs Türk’tür Türk kalacaktır” mitingleri düzenlediler.
Okurlarına promosyon olarak Türk-KKTC bayrağı veren Ortadoğu gazetesinin “Milli ruh şahlandı” başlığı ile manşetine taşınan haberde şöyle deniliyordu: “Gazetemiz Ortadoğu’nun verdiği KKTC ve Türk bayrakları ile on binler, tüm dünyaya Denktaş’ın yanında olduklarını haykırdılar. Dün Mersin, Tekirdağ, Konya, Samsun ve Niğde’de yapılan mitinglerde, Annan Planı’nın adayı Rum’a teslim etmekten öte bir anlamı olmadığı belirtildi.” (19 Ocak 2003)
28 Şubat askeri müdahalesi ile eşzamanlı olarak, MGK’yı “sol milliyetçi” bir noktadan desteklemek konusunda “militan” bir siyasi hat izleyen İşçi Partisi (İP) de, büyük kentlerin sokaklarını “Kıbrıs’ı veren, Türkiye’yi verir” yazılı afişlerle donattı. Varlıklarını, halkı “iç tehdit”, “dış tehdit” ve onunla bağlantılı “iç düşman”, “dış düşman” kamplaştırmasında gören bu akımları parlamento içinde de CHP destekledi. Tek başına iktidar olan AKP’nin lideri Erdoğan’ın, içeride elini güçlendirmek, kendisine başbakanlık yolunu açmak ve partisine belirli endişelerle yaklaşan çevrelere karşı “küresel güçlerin” desteğini arkasına alma siyasetinin bir ürünü olarak Annan Planı’na yakın durmasını fırsat bilen CHP; böylelikle Türkiye emekçilerini işsizliğe ve yoksulluğa mahkûm eden, ülke kaynaklarının sınırsız bir biçimde emperyalist güçlere peşkeş çekilmesinin önünü açan IMF-DB politikalarına karşı tek bir laf söylememenin yarattığı “kuşkuyu”, Türkiye emekçilerinin yıllarca milliyetçi önyargılarla manipüle edildiği Kıbrıs sorununda sözde “milli” bir pozisyon alarak kamufle etmeye yöneldi. Bu akımları destekleyenler arasında siyaseten ciddi bir pozisyonu bulunmasa da “Türk Solu” çevresini de atlamayalım. “Sol milliyetçi” siyaseti provokatif bir zeminden yapan bu dergi çevresi de, Annan Planı üstünden yapılan tartışmaya, “BM’nin Kıbrıs Planı Türkleri ablukaya alıyor” değerlendirmesi ile katıldı ve şuna “dikkat” çekti: “Kıbrıslı Türkler ve liderleri Denktaş, bu mücadelede yanlarında en çok Türk hükümetini görmek isterlerdi. Ama olmuyor. Ancak elbette Türk halkının Milli davaya olan sarsılmaz bağlılığından şüphe duymuyorlar. Halkın Denktaş hakkındaki gerçek düşüncelerini ise, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, Denktaş’ı Ankara’da İbni Sina Hastanesi’nde ziyaret ederken söylüyor: ‘Mücadeleci ruhu yüzüne vurmuş, çok yüce bir kişilik. Bir ömrü, inandığı dava uğruna harcamış bir kişi. Onun görmem bana her zaman yüreklilik ve cesaret vermiştir.’ Genelkurmay Başkanı Özkök, Denktaş’ın huzurunda ilgililere Milli davanın sahipsiz olmadığını bir kere daha bildiriyor.” (16\12\2002)
Bu siyasi parti ve çevrelere ek olarak, Türkiye medyasının konuya yaklaşımının en tipik örneklerinden birini Hürriyet gazetesi sergiledi. Gazetenin başyazarı Oktay Ekşi’nin de aralarında bulunduğu Hürriyet mareşallerinin Kıbrıs’a yaptıkları çıkarma, Denktaş-Ankara politikalarına karşı tarihinin en kitlesel gösterilerini yapan Kuzey Kıbrıs Türklerini hedefe koydu. Bugüne kadar, “düşman” muamelesi yapmak dışında muhatap almadıkları Güney Kıbrıs Lideri Klerides’le görüşen Hürriyet yazarlarının, “Klerides Kıbrıslı Türklere seslendi: Rauf Gitmesin” (22 Ocak 2003) başlığını manşete taşımaları, Kuzey Kıbrıs Türklerine yönelik “Bakın sizin yaptığını düşman yapmıyor. Sizin sokaklara dökülüp gitmesini istediğiniz liderinizi, onun ezeli düşmanı Klerides bile destekliyor” mesajını içeriyordu. Daha çok bir azarlama niteliği taşıyan bu mesajın ardından bir sonraki gün de Oktay Ekşi, “Mitinglerin bir başka yüzü” başlığı ile yayımlanan yazısında, daha önce Bergama köylülerinin mücadelelerini karalamak için başvurulan yöntemi kullanarak, Kuzey Kıbrıs’taki mitinglerin arkasında bazı Amerikan vakıflarının desteğinin olduğunu iddia etti. Bu kara propagandaların tümü, Kıbrıs sorunun, Türkiye medyası açısından aslında Kuzey Kıbrıslıların değil, Türkiye’nin stratejik çıkarları sorunu olarak kavrandığının açık bir itirafını oluşturmaktadır.
Ekşi bu tutumunu adaya gitmeden önce de şu sözlerle zaten ima etmişti:
“Halk oylamasında Annan Planı’nı isteyenler kazanırsa mesele kalmaz. Kıbrıs’la Türkiye’nin yolları ayrılır. Kıbrıs Girit olur. Türkiye bir ‘Kuzey Kıbrıs’ olmadan ‘Türklüğünü’ nasıl sürdürdüyse yine de sürdürür. Ama Kuzey Kıbrıs’ta şimdi yollara düşenler de acaba sürdürebilir mi? ‘Sürdüremezsek size ne’ diyenlere peşin söyleyelim: Ama sonra ağlama yok.” (Oktay Ekşi, Hürriyet, 16 Ocak 2003)

ADAM YERİNE KOYMAMA SİYASETİNİN SONU
Oktay Ekşi’nin, “Ama sonra ağlama yok” diye ifade ettiği bu aşağılama, “aşağılayarak kurtarma” tutumu, aslında Türkiye egemenlerini Kuzey Kıbrıs Türklerinin gözünde kendisini tecrit eden politikaların da kaynaklarından birini oluşturmaktadır. Kuzey Kıbrıs Türkünü “Adam yerine koymama siyaseti”, Kuzey Kıbrıs’ta oluşturulan parlamento ve kimsenin tanımamasından yakınılan “taşıma devletin” artık Kuzey Kıbrıslılar için bir yük haline dönüşmüş olmasının gerisindeki temel tutumlardandır. Bu tutum, Osmanlı’dan bugüne kadar değişmemiş bir tutumdur: “Kıbrıs’ta Türk tarafının bugünkü zor duruma düşmesini -bir başka deyişle, birçok ülke tarafından ‘işgalci’ olarak görülmesini- pek çok faktöre bağlayabiliriz. Burada sadece pek konuşulmayan bir faktör ele alınacak. O da Kıbrıs Türklerinin hiçbir zaman ciddiye alınmaması veya daha kaba bir tabirle ‘adam yerine konmaması’dır. Kıbrıs Türkleri ne Rumlar, ne Avrupalılar ne Amerikalılar ve ne de yazık ki Türkler tarafından hiçbir zaman ciddiye alınmadı. Kıbrıs Türkü, adanın Osmanlılar tarafından İngilizlere kiralandığı 1878’den beri ciddiye alınmamasına rağmen sömürgeci İngiliz idaresine karşı varlığını ve Türklüğü’nü sürdürmüştür.
Kıbrıs Türk’ü, 1950’li ve 60’lı yıllarda bu sefer Rumların tüm baskılarına ve mezalimine -yani adam yerine konulmamasına- rağmen yine varlığını ve Türklüğü’nü sürdürmüştür. Kıbrıs Türkü bu mücadeleyi vermeseydi bugün bir Kıbrıs sorunu olmaz ve Kıbrıs tamamen bir Elen adası olurdu.
1974 Barış Harekâtı’ndan sonra özgürlüğünü ve bağımsızlığını kazanan Kıbrıs Türkü, bu sefer de yıllar içinde Türk ve Kıbrıs Türk yönetici seçkinleri tarafından ciddiye alınmamıştır. Sonuç ise içler acısıdır. Bugün Kıbrıs Türkü, üretimden kopuk; Türkiye’nin yardımına muhtaç konumdadır. Hatta KKTC’de kendi kendini tam bağımsız şekilde yönetmesine bile izin verilmemiştir. Türk tezine alternatif tez üretenler ‘vatan haini’ olarak mimlenmiştir. Bundan dolayı da, Kıbrıs Türkü’ne Türkiye’deki bazı çevreler tarafından ‘tembel’, ‘asalak’, ‘kadir kıymet bilmez’ gibi haksız sıfatlar yakıştırılmıştır. Bu ağır koşullar içinde de birçok Kıbrıs Türkü adayı terk edip, ekmeğini başka ülkelerde aramaktadır.
KKTC’deki böyle bir görüntü, sadece müzakere masasında Türk tarafını zora sokmakla kalmayıp Türkiye’yi uluslararası platformlarda da zor durumda bırakmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin son kararı da bilindiği gibi adanın kuzeyinde sorumlu otorite olarak Kıbrıs Türklerini değil, Türkiye’yi görmektedir. Türkiye kabul etmelidir ki -Kıbrıs konusunda ne kadar haklı olursa olsun- bu görüntüyü bizzat kendisi yaratmıştır.” (Ahmet Sözen, “AB Sürecinde Kıbrıs Uyuşmazlığı: Tünelin Ucundaki Işık”, Foreign Policy, Türkiye Baskısı, Mayıs-Haziran/Temmuz-Ağustos 2002 s.68-69)
Ne var ki, ‘adam yerine koymama’ tutumu, sadece devletin yönetme geleneği ya da onu sağdan ve ‘sol’dan destekleyen çevrelerle sınırlı olmayan yaygın bir özellik taşıyor. “İşçi Mücadelesi” dergisi, “Emperyalizmin ve şovenizmin kıskacında Kıbrıs” başlığını taşıyan yazısında, “Ne yazık ki, çözüm yanlısı olan güçler emperyalist egemenliği sorgulamamakta ve umutlarını emperyalist AB’ye bağlamaktadır” dedikten sonra şöyle devam ediyor: “Sol adına, sosyalizm adına emperyalizmin çizdiği çerçeve içinde, hareket etmeyi kabul eden, Kıbrıs burjuvazisinin sözcüleriyle birlikte davranıp, aynı görüşleri paylaşan sınıf işbirlikçisi ve emperyalizm yanlısı tutumun sosyalizmle bir ilgili bulunmadığı açıktır ve bu tutum teşhir edilmelidir.” (Kasım-Aralık 2002)
Öncelikle Kıbrıs’ta “Bu memleket bizim” platformunu oluşturan güçlerin tümünün tercihlerini AB’den yana kullanmadıklarını hatırlattıktan sonra, Kuzey Kıbrıs muhalefeti gerçeği içinde AB’ye yüklenen anlamla Türkiye’deki arasında bir fark bulunduğunu belirtmek gerekir. Türkiye burjuvazisinin Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana savunduğu temel politikalarının bir sonucu olarak bugün Türkiye’de -her ne kadar girişin tarzına ilişkin tartışmalar bulunuyor da olsa- MGK kararı olarak savunulan AB’yi, Kuzey Kıbrıs’ta savunan güçler, Ada’da bulunan MGK’cı şahin takımının hışmından kurtulamamakta, hatta saldırıya bile uğramaktadır. Bu gerçeklik, Kuzey Kıbrıs’ta çözüm yanlılarının özgürlük ve barış taleplerini dillendirirken, AB konusunda yaşadıkları sınıf kaymasını da etkileyen, onlarda Ankara’nın ve Denktaş’ın temsil ettiği resmi Kıbrıs politikasına karşı tavır almakla neredeyse eşanlamlı hale dönüşen bir özellik taşımaktır. Bu gerçeğin AB gerçeğini değiştirmiyor olduğunu söyleyip, işin bu tarafını tamamen kestirip atmak, Kuzey Kıbrıs gerçeğinde muhalefetin niteliğini çözümleme ve onu ileriye doğru değiştirme iradesini de olumsuz yönde etkileyecek bir özellik taşımaktadır. Zaten bu görüşü savunanların bugün için Kuzey Kıbrıs Türklerine önerdikleri bir şey de bulunmamaktadır. İşçi Mücadelesi dergisinin yukarıda aktarma yaptığımız yazısının devamında ifade edilen şu tespitler bu açıdan tipiktir: “Devrimci Marksistler Kıbrıs sorununun çözümünün, Kıbrıs halkına ait olduğunu, emperyalistlerin yer almadığı, eşit, adil, demokratik ve enternasyonalist bir yaklaşımla sorunların aşılabileceğini savunurlar. Kıbrıs’ın geleceğiyle ilgili, dünyanın bu bölgesindeki devrim ve sosyalizm mücadelesini gözeterek tavır almak gerektiğini ve buradaki asli rolün de Rum ve Türk işçi ve emekçileriyle, onların gelecekteki devrimci siyasal partisine düştüğünü bıkmadan savunurlar.”
Bir paragrafta geçen onca “devrim”, “sosyalizm”, “işçi ve emekçi” laflarının ardından çözümün “gelecekteki devrimci siyasal parti”ye havale edilmiş olmasını, bugüne ilişkin politikasızlıktan başka neyle açıklayalım? Kıbrıslı Türk ve Rum emekçinin bugün yaşadığı gerçeklik konusunda, karşısına çıkan duruma nasıl tavır alması değil, onlara nasıl davranmaması gerektiğini söyleyen ve işi geleceğe havale eden bir yaklaşımın, geleceği değil bugünü yaşayan bir emekçiye hayrı dokunabilir mi? Hayattan tamamen kopuk, “labaratuvar sosyalizm”inin sınırlarını aşmayan bu türden değerlendirmeler, çözüm bekleyen yaşamın güncel gerçekleri karşısında ciddiyetten uzak bir özellik taşımaktadır. Yeni bir durumu, onun belirleyici öznelerinin emperyalist bir karakter taşıdığı gerekçesiyle reddederken, içinde yaşanılan durumun da emperyalist bir statüko olduğu unutulmamalı; dolayısıyla ortaya çıkan her yeni durumu, bu gerçeklikten kurtulma olanakları açısından değerlendirmenin gerekliliği de göz ardı edilmemelidir.

KUZEY KIBRIS HALKININ İRADESİNE SAYGI GÖSTERİLMELİ
Kıbrıs sorununda şovenizmin beslendiği zemini kaydıracak her türlü gelişimin, buraya kadar belirli örnekleri sıralanan şovenist kışkırtma siyasetin altını oyacağı, dolayısıyla Türkiye işçi ve emekçilerine dönük saldırılarda sık sık gözbağı olarak kullanılan bir sorundan onları kurtaracağı açıktır. Kuzey Kıbrıslı tüm emek örgütlerinin “Bu Memleket Bizim” adı altında oluşturdukları ortak platformun çatısı altında kendi kaderlerini tayin etme taleplerine bu biçimde yanıt verenlerin derdi; Kıbrıs Türk’ü olmadığı gibi, aslında Türkiye’nin ya da Türkiyeli emekçilerin çıkarı da olmadığı açıktır. Çünkü enternasyonalist bir politikadan beklenen doğal tepki Kuzey Kıbrıslıların ortaya koydukları taleplere saygılı davranmaktır. Kıbrıs sorunu konusunda Kıbrıslı Türk’ten daha fazla iddia sahibi olma yaklaşımı, Türkiye işçi ve emekçilerini fetihçi, şoven politikalara yedekleme siyasetinden başka bir amaca hizmet etmeyeceği için, Türkiyeli emek örgütlerinin de bu tür yaklaşımlara karşı uyanık olması ve karşısına enternasyonalist bir tutumla çıkmasını gerektirmektedir. Kıbrıs sorununda gerici bir tutum alan ülke egemenleri ile onlara sağdan ‘sol’a kitle tabanı oluşturmaya çalışan güçlerin, Türkiye’nin demokratikleşme sorunları konusunda ortak davranmaları, Kürt sorununun demokratik çözümünden diğer birçok temel demokrasi gündemine kadar ortak bir hatta hareket etmeleri tesadüf değildir. Ülkenin demokratikleştirilmesi için mücadele eden emek ve demokrasi güçlerinin, bu konuda da resmi tutumdan farklı davranmaları bir zorunluluktur.
Kıbrıslı Türk ve Rum emekçilerin çıkarı, Ada’ya dışarıdan yapılan müdahalelerin son bulmasını gerektirmektedir. İngiliz üsleri başta olmak üzere Ada’ya dışarıdan taşınan askeri varlıktan kurtulmadan, onların gölgesinden, onların politikaya ve tüm yaşama müdahalesinden kurtulmak da mümkün değildir. Ancak, Ada’nın her iki kesiminin egemenlik hakkını tanıyan bir adımın, Ada üzerinde stratejik çıkarları bulunan Ankara ve Atina’nın “güvenlik” endişelerinin dayattığı ideolojik iklimin gölgesinde kalmadan değerlendirilmesi gerekir. Kıbrıs’ın Türk-Rum işçi ve emekçilerinin, kendi kaderlerini özgürce tayin edebilme olanaklarını geliştirmek açısından, buna nispi düzeyde de olsa olanak tanıyabilecek her yeni durumu görme ve onu kendi lehlerine derinleştirmeyi tercih etmeleri göz ardı edilemeyecek bir gerekliliktir. Vaktiyle, içinde yaşadıkları Ada ile birlikte Osmanlılar tarafından İngilizlere “kiralanan” Türkler, bugün geldikleri noktada, “Artık kendi kaderimizi tayin etmek istiyoruz” diyorlarsa, ona Ankara politikalarını temsil eden güçlerin yaptığı gibi “Henüz gerçekleri göremiyorsun” demek yerine saygı göstermek en doğru tutum olur.
Bugüne kadar yaşadığı toprak parçasına, kontrgerilla talim merkezi, karapara aklama merkezi, kumarhane ekonomisinin merkezi muamelesini reva görenlerle artık aralarına büyük bir mesafe koyan Kuzey Kıbrıs Türklerine, “düşmanın elini güçlendiriyorlar” gibi gerekçelerle baskı ve kuşku ile yaklaşma tutumu, kendisini tecrit etmekten başka bir şeye yaramayacaktır.
Gelinen nokta; Ankara’nın onlarca yıldır uyguladığı resmi Kıbrıs politikasının iflasına işaret etmektedir. Bunu dikkate almayarak Türkiye ile birleşme iddiasında ısrar etmekse, Kuzey Kıbrıs Türklerinin başka ülkelere göç ederek terki diyar ettikleri bir kara parçası ile birleşmekten başka bir şeyi doğurmayacaktır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑