Ev içi emek

Kadının özel bir emek örgütlenmesi ve bunun denetlenmesi biçimi olarak ev içi emeği, toplumun artık sınıflara bölündüğü tarihsel sürece tekabül eden tek eşli aile birimi temelinde örgütlenmesi ile başlar. Diğer bir deyişle, kadının ev içi emeği “ev” ve onun ilkel örgütlenmesi kadar eskidir. Ne var ki bu özel emek örgütlenmesi biçiminin yaşamsal maddelerin üretimi sürecinden ayrışması, kapitalist üretim biçiminin ortaya çıkmasıyla gerçekleşmiştir. Yani Marx’ın kooperasyon diye andığı, işçilerin bir ve aynı çatı altında aynı patron için aynı metayı ürettiği basit kapitalist üretim modelini önceleyen, ailenin temel üretim birimi olduğu üretim biçimlerinde kadının ev içi emeği ile tarıma dayalı yaşamsal madde üretimi arasında dolaysız bir ilişki varken, bu ilişki, kapitalizmin doğuşu ile birlikte emeğin örgütlenmesi bakımından ayrışmış ve dolaylı bir hale gelmiştir. Bu durum, elbette toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümünün kapitalizmle birlikte doğduğu anlamına gelmez. Kapitalizm öncesinde de –yukarıda belirttiğimiz gibi evin özel örgütlenmesinin ortaya çıkmasından itibaren– “kadın işi” ve “erkek işi” ayrımı vardır. Kapitalizmle birlikte gelen yenilik, “kadın işinin” meta üretimi ile bağının koparılması, kadının ev içi emeğinin üretim ilişkilerine olan ilişkisinin “dolayımlı” hale getirilmesidir.
Marksizm ile birçok feminist yaklaşım arasında kadının ev içi emeği üzerine yürütülen tartışmaların kilit noktası, bu ilişkinin karakterize edilmesinde, yani dolayımlı ya da dolayımsız olup olmamasındadır. Daha yalın bir ifade ile, kadının ev içi emeğinin değer üretip üretmediğidir. Bu sorunun cevabı, kadının ev içi emeğinin ücretlendirilmesi ya da ücretlendirilmemesi gerektiğinin de yanıtına ışık tutacak niteliktedir. Bu yazının ilk bölümünde, ev içi emeğin Marksist açıdan nasıl kavramsallaştırıldığı ve kavramsallaştırılabileceğini tartışarak, bu soruları yanıtlamaya; ikinci bölümde ise, kapitalist üretim biçiminde tarihsel olarak kadının ev içi emeğinin yeri ve önemi, daha da özel olarak neoliberalizmle birlikte bu konumun edindiği karakteri ortaya koymaya çalışacağız.

EV İÇİ EMEĞİN KAVRAMSALLAŞTIRILMASI
Ücret, Emek ve Ücretli/Ücretsiz Emek
Kavramlar tarihsel süreçte maddi koşulların dayattığı şekilde ve ölçüde ortaya çıkarlar. Bu önermeyi ev içi emek için somutlayacak olursak, kadın kapitalizm öncesinde de bulaşık yıkaması karşılığında para almıyorken, bu emeğine ücretsiz emek denmez. Diğer bir deyişle, ev içi emek, ancak “ücret” kavramı ortaya çıktıktan sonra ve bundan itibaren “ücretsiz emek” olarak kavramsallaştırılabilir. Yani kadının kapitalizm öncesi ev içi emeği, kapitalizmle birlikte ücretsiz emek karakteri taşımaya başlamıştır. Genel olarak, “ev içi emek ücretsiz emektir” demek ise, elbette malumun ilanının ötesinde bir şey ifade etmeyecektir. Fakat neden ücretsiz emek olduğu sorusunun cevabı, değer üretip üretmediğinin somutlanması bakımından önemlidir. Bu da, ücret ve emek kavramları arasındaki ilişkinin açılması ihtiyacını doğurmaktadır.
Kabaca, emeği üretken insan faaliyeti, ücreti de emeğin fiyatı olarak tanımlayıp bu kavramları açmaya başlayalım. Bu durumda, ücret, belirli bir nicelikteki üretken insan faaliyeti için ödenen belirli bir nicelikteki para olarak karşımıza çıkar (ör; x birim emek = y birim para). Bu iki niceliğin doğrudan eşitlenebilmesi mümkün değildir; 5 “birim” üretken insan faaliyeti, diye bir şey olamayacağı gibi. Dolayısıyla (1) bu üretken insan faaliyetini nicel olarak ifade etmek için bir ölçüm birimine, (2) bu eşitliğin iki yanındaki (emek ve para) nicelikler arasındaki ilişkiyi kurabilmek için üçüncü bir biçime ihtiyacımız var. İkincisi için, açık bir şekilde görülebileceği gibi, emek ve para arasındaki dolayım, belirli bir türdeki ve belirli bir amaç için sarf edilen üretken insan faaliyetinin ürünüdür. Bu durumda ücret, örneğin, bir terzinin diktiği bir etek için aldığı 10 lira olarak görünür. Fakat, bir terzinin diktiği etek ile 20 liraya sattığı bir elbise ya da pantolon arasındaki fark nasıl belirlenir? Terzinin etek için harcadığı emek ile elbise için harcadığı emek arasında niteliksel bir fark yoktur. Diğer bir ifade ile, ikisi için de kumaş kesip biçmesi, kesip biçilen parçaları belli bir kalıp üzerinden dikerek birleştirmesi aynı türden emeklerdir. Fakat, ikisi için harcadığı emek miktarı, dolayısıyla harcadığı zaman değişkendir. Böylece eşitliğin (1) tarafında ihtiyacımız olan birim zaman olarak ortaya çıkar.
Ancak, kurduğumuz bu eşitlikte şimdiye kadar totolojik bir ifadeden öteye gidememiş oluruz. Çünkü, bir etek dikmek için harcanan zamanı 3 saat olarak belirlersek, eşitlik “3 emek-saati (emek) = 3 saatlik emeğin değeri (para)” olur. Yani terzinin emeğinin fiyatı ürününün fiyatına eşit olur. Dolayısıyla bu eşitlik, kapitalist üretim ilişkilerindeki emek ve ücret ilişkisini ifade etmediği gibi, kapitalizmin dayandığı artı-değer üretimini de açıklamaz; terzinin emeği bir “ücretli emek” biçimi değildir. Burada, emeğin bir ürünü olarak etek, yararlı bir nesnedir ve bir kullanım değeri ifade eder. Bu kullanım değeri ise, terzinin emeğinin kullanım değerinin nesneleşmiş biçiminde temsilinden, söz konusu eşitlik ise, takas ilişkisinden başka bir şey ifade etmez. Terzi, bu eteği örneğin 1 kilo pirinç ile de değiştirebilirdi.
Şimdi de, belirli bir nitelikteki bir emek sürecinin ürünü olarak eteğin meta biçimini aldığı durumlara ve eteği üreten emeğin karakterine bakalım. İnsan ihtiyacını karşılayan bir nesne olarak etek bir kullanım değerine sahiptir, demiştik. Bu kullanım değeri, her ne kadar terzinin emeğinin kullanım değerinin nesneleşmiş hali olsa da, terzinin harcadığı emek miktarından bağımsızdır. Yani terzi bu eteği 3 saatte de 6 saatte de dikmiş olsa, eteği giymek için satın alan kişi için etek sadece giyilecek bir nesnedir; 3 saat yerine 6 saatte dikilmiş olması eteğin kullanımı açısından bir değişiklik yaratmaz. Fakat eteğin bir kullanım değeri olması onun piyasada alınıp satılan bir nesne olmasının ilk ve zorunlu koşuludur. Etek bir kez alınıp satılan bir nesne olarak piyasaya girdiğinde, yani bir başka alınıp satılan nesne ile takas edilebilir olduğunda ise –örneğin, “1 etek=1 kilo pirinç”– bir değişim değeri edinir; meta biçimini alır. Bir adet etek ile bir kilo pirincin takas edilebilmesi için ikisinin de eşdeğere sahip olmaları, ikisinde de ortak olan bir özelliğe sahip olmaları gerekir. İkisinin de bir emek ürünü olmasının dışında fiziksel özelliklerinde ya da kullanım değerlerinde böylesi bir eşdeğerliği sağlayacak bir ortak özellik yoktur. Terzinin emeği ile rençperin emeğinin nitelikleri de aynı olmadığına göre, eşitlikte eşitlenen 1 eteği üreten emek ile 1 kilo pirinci üreten emek de değildir. Bu noktada Marx Kapital’de, ikisinde de ortak olan ve bu takas içerisinde ikisini de bir değişim değeri kılan şeyin kullanım değerinden soyutlanmış insan emeği, yani belirli bir zaman dilimi içerisinde (emek-zaman) herhangi bir kullanım değeri üretirken harcanan zihinsel ve fiziksel insan kapasitesi olarak tanımladığı “emek-gücü” olduğunu ifade eder.
Sonuç olarak, bir metanın değerinin özünde, onun üretimi için toplumsal olarak gerekli olan zaman diliminde harcanan emek-gücünün miktarı bulunmaktadır. Yaşamını devam ettirmek için bu emek kapasitesini hem başka bir meta olan hem de metaların alım-satım aracı işlevini gören para karşılığında takas etmek zorunda olan kişi için, artık kendi emek gücü de alınıp satılan bir nesne gibidir, yani metadır. Kısacası, ücret, somut emeğin değeri ya da fiyatı değil, belirli bir zaman diliminde satılan/satılacak olan (soyut) emek gücünün fiyatıdır. Ücretli emek ise, işçinin emek gücünü meta olarak patrona sattığı üretim biçimini ifade eder.
Marx’ın yukarıda ücret ve emeğe ilişkin değindiğimiz önermelerini kadının ev içi emeği için ele alacak olursak, varacağımız ilk sonuç, ev içi emeğin bir değişim değeri olmadığıdır. Çünkü bu emek, ne bir metada nesneleşmiş ve metaların piyasada alım satımı dolayısı ile değişim değeri kazanmıştır, ne de bir hizmet emeği türü olarak kadının yaşamını sürdürebilmesi için meta biçiminde bir emek gücü olarak piyasada alınıp satılır bir emektir. Kadının aile birimi içerisinde karşılıksız olarak sunduğu onun emek gücü değil, kullanım değeri olan somut, gerçekleşmiş bir hizmet emeğidir.

Emeğin Üretkenliği, Üretken/Üretken Olmayan Emek
+++Ev içi emeğin neden ücretsiz emek olduğunu açıklarken üretkenliğine dair tartışmaların temelini de atmış olduk. Burada genel olarak emeğin üretkenliğini, yani halihazırda üretken olan emeğin belirli bir zaman diliminde çeşitli faktörlere (teknolojik gelişmişlik, iklim, hammadde rezervi, vs.) bağlı olarak artabilen ya da azabilen meta ya da hizmet üretim kapasitesini tartışmaktan ziyade, emeğin neye göre ve hangi koşullarda üretken bir karakter kazanıp kazanmadığını irdeleyeceğiz. Bu da doğrudan doğruya konu edilen emeğin değer üretip üretmediğiyle ilgilidir.
Marx Grundrisse’de liberalizmin “herhangi bir şey üreten emek üretken emektir” safsatasının anlamsızlığını ve ikiyüzlülüğünü karikatürize ederek açığa çıkarırken, bu safsataya göre dolaylı olarak da olsa ceza hukuku üzerine kitaplar üreten bir hırsızın da üretken bir işçi sayılabileceğini söyler. Buna karşın, Adam Smith’in döngüsel bir mal üretimi sürecinin bir sonraki döngüsüne girdi olarak dahil olmayan, yani ekonomik büyümeden kayıp olarak nitelendirilen meta ve hizmetleri üretken olmayan emek olarak tanımlamasının eleştirel bir analizi hak ettiğini düşünür ve Kapital’de kapitalist üretimin basit bir meta üretimi değil, özü itibariyle artı değer üretimi olduğunu ifade eder.  Buna göre üretken emek kabaca bir başkası için değer üreten, kapitalist için artı değer üreten emektir; bir emek niteliği ya da biçimi olmaktan ziyade özel bir ilişkiyi ifade eder. Her şeyden önce bu tanım gereği, üretken emeğin, meta olarak emek gücünün alım-satım ilişkisi içerisinde ortaya çıkan bir kavram olduğunu söyleyip, zaten bir emek gücü olarak kavramsallaştırılamayan kadının ev içi emeğinin üretken bir emek olmadığını söyleyerek tartışmayı noktalayabiliriz. Fakat hem kapitalizmin geliştiği noktada daha da karmaşıklaşan toplumsal ilişkiler içerisinde ev içi emeğin rolünü kavramak adına hem de ev içi emeğin değer ürettiğini iddia eden bir takım feminist tartışmaların karşısında bir taraf olmak adına tartışmayı sürdürmekte fayda var.
Bu durumda hala şu temel soruyla karşı karşıya kalıyoruz: Değer üreten emek ne demektir? Yukarıda verdiğimiz terzi ve etek örneğini yeniden hatırlayalım ve terzi bize bir meta biçiminde (etekte) nesneleşmiş emeğini 10 lira karşılığında sattı, diyelim. İlk elden çıkaracağımız sonuç, terzinin sattığı şeyin (soyut) emek gücü değil, somut emeğinin kendisi olduğudur. İkincisi ise eteğin bizim için sermayeye dönüştürülebilir bir değer değil belirli bir ihtiyacımızı karşılayan bir nesneden ibaret olduğudur. Dolayısıyla bir değer üretmemektedir. Şimdi de eteğin 100 işçinin günde 500 etek üreterek 100 etek değerine karşılık gelen toplam bir ücret karşılığında çalıştığı bir konfeksiyon atölyesinde üretildiğini farz edelim. Burada çalışan 100 işçi kendilerinin yaşamını devam ettirmek için üretmek zorunda oldukları 100 eteğin yanı sıra patron için 400 etek değerinde sermayeye dönüştürülebilir artı değer üretmektedir. Bu kavramsallaştırmaya göre, işçilerin emeği üretken emektir çünkü sadece dolaysız bir şekilde sermayeye dönüştürülen emek “kapitalist açısından” üretkendir.
İki noktayı netleştirme ihtiyacımız doğuyor. Birincisi emeğin üretken olup olmadığı ilişkiseldir. Örneğin aynı türden emek hem üretken hem de üretken olmayan emek olarak nitelendirilebilir. Marx’ın verdiği örnek ile açıklayacak olursak, “Şarkılarını kendi hesabına satan bir şarkıcı üretken olmayan bir işçidir. Bir menajer ile anlaşmış olan, para kazanmak için şarkı söyleyen aynı şarkıcı üretken bir işçidir. Çünkü sermaye üretmektedir.”  İkincisi, genel olarak yanlış anlaşılanın aksine üretken olmayan, yani sermayeye dönüştürülebilen bir değer üretmeyen emek yararsız emek demek değildir. Örneğin, ev içi emek yararlıdan da öte kapitalizmin varlık koşullarının sürdürülebilmesi için hayati bir emektir, fakat üretken değildir.

KAPİTALİZMDE EV İÇİ EMEĞİN ROLÜ
Yukarıda vardığımız sonuçlar, kadının ev içi emeğinin kapitalist üretim biçimindeki vazgeçilmez konumunu ve önemini ortadan kaldırmaz. Tam aksine, toplumsal zenginliğin “metaların sonsuz birikimi” olarak sunulduğu kapitalist üretim biçiminde ne kadar elzem bir meta girdisi/bileşeni olduğu emek-gücünün değerinin nasıl belirlendiğinde aranmalıdır: “Her metada söz konusu olduğu gibi, emek gücünün değeri de bu özel metanın üretimi ve dolayısıyla yeniden üretimi için gereken emek-zaman ile belirlenir. Bir değeri olduğu kadarıyla, toplumun içerisinde katılmış ortalama emeğinin belirli bir niceliğinden öte bir şey temsil etmez. Emek gücü sadece yaşayan bir bireyin kapasitesi ya da gücü olarak vardır. Sonuç olarak emek gücünün üretimi bireyin varlığı ön şartına dayanır. Birey dikkate alındığında emek gücünün üretimi onun yeniden üretimine ya da varlığının sürdürülmesine dayanmaktadır. Varlığını sürdürebilmesi için belirli miktardaki yaşamsal maddelere gereksinim duyar. Dolayısıyla emek gücünün üretimi için zorunlu olan emek gücü kendisini bu yaşamsal araçların üretimi için zorunlu olan emek gücüne indirger; diğer bir deyişle, emek gücünün değeri emekçinin varlığını sürdürebilmesi için gereken yaşamsal maddelerin değeridir…. Emek gücünün sahibi ölümlüdür. Dolayısıyla piyasadaki varlığı devamlı olacaksa- ki paranın sürekli olarak sermayeye dönüştürülmesi bunu varsayar- emek gücünü satan kişi, her yaşayan bireyin kendisini sürekli kıldığı gibi üreme yoluyla kendisini sürekli kılmak zorundadır. Yıpranma ya da ölüm yüzünden piyasadan çekilen emek gücü sürekli olarak en azından eşit miktardaki taze emek gücü ile ikame edilmek zorundadır. Böylece, emek gücünün üretimi için gerekli olan yaşamsal maddelerin toplamı, bu özel meta sahibi ırkın piyasadaki varlığını daimi kılabilmesi için emekçilerin yedekleri yani çocukları için gerekli olan maddeleri de içermek zorundadır.”
Bu noktada yöntemsel olarak belirtmekte fayda var ki Marx, kapitalist üretimin eleştirel analizinde emek gücünün, dolayısıyla işçi sınıfının işçi sınıfı olarak yeniden üretimi başlığı altında özel olarak kadının ev içi emeğini irdelememiştir. Fakat Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nde toplumsal üretimin ikili karakterini yaşamsal maddelerin üretimi ile maddi yaşamın, yani insan türünün yeniden üretimi olarak ortaya koyarlar. Kapitalist toplum için ilki meta üretimini ikincisi ise kadının ev içi emeğinin temel bir bileşen olduğu eğitim, kültür, sanat, felsefe, aile gibi toplumsal yapıları da içeren bir bütün olarak toplumsal yaşamın yeniden üretimini ifade eder. Şüphesiz ki bu, işçi sınıfının işçi sınıfı olarak yeniden yeniden üretilmesi anlamına da gelir. Tamamlayıcı bir unsur olarak ise, Engels Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde tüm bu karmaşık toplumsal ilişki ağı içerisinde kadının özel konumunu özel olarak incelemiştir. Kadının ev içi emeği üzerine teorik kavramsallaştırma zemininden politik olarak sorunsallaştırılması zeminine geçerken başlıca temel alacağımız metinler bunlar olacaktır.

TOPLUMSAL CİNSİYETE DAYALI İŞ BÖLÜMÜ
Marx’ın emek gücünün yeniden üretiminin emek gücünün değerinin belirlenmesindeki önemini anlattığı yukarıdaki alıntıda iki farklı iş bölümü varsayılmaktadır: birincisi üretim yerindeki, diyelim ki fabrikadaki belirli, sınırlı, organize ekonomik iş bölümü; ikincisi ise meta üretimlerinin ayrıştığı sektörlerden sağlık, eğitim gibi hizmetlerin sunulmasına ya da sanat eserlerinin üretilmesine kadar geniş bir yelpazedeki anarşik bir karaktere sahip olan serbest toplumsal iş bölümü. Kabaca, “kadın işi”-“erkek işi” ayrımını ifade eden toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümü ise hem ekonomik iş bölümüne hem de toplumsal iş bölümüne sirayet etmiştir diyebiliriz. Ne var ki kadının ezilmişliği sorunu üzerine birçok Marksist kaynak da dahil olmak üzere çoğunlukla toplumsal iş bölümündeki cinsiyet ayrımı üzerine yoğunlaşılmıştır.
Kadının erkek karşısındaki ikincil konumunun doğduğu andan itibaren kapitalist topluma kadar gelen süreçte değişmeden kalan bu konumu kapitalist üretimde emek örgütlenmesinin karakterini de etkilemiştir. Sanayileşme ve makineleşme öncesi basit kapitalist üretim biçimi o zamana kadar ev ekonomisini örgütleyen kadın emeğini meta üretiminden koparmış olsa da makineleşme ile birlikte kadının ucuz ve kolay işe alınıp işten çıkarılabilir emek gücü olarak ücretli emek piyasasına girmesi uzun sürmemiştir. Bu andan itibaren ekonomik iş bölümü içerisinde cinsiyete dayalı iş bölümü de kadının makine başı işlerde çalıştırılması ile baş göstermiştir. Buna bağlı olarak toplumsal iş bölümündeki meta ve hizmet üretimine yansıması ise tekstil, gıda gibi belli sektörlerin ya da sağlık (hemşirelik- hasta bakımı, vb.), eğitim (okul öncesi öğretmenlik, vb.) gibi hizmet sektörlerinin belli bölümlerinin kadın emeği yoğun olarak gelişmesi olmuştur. Buna karşılık ağır sanayi diye ifade edilen sektörlerin emek gücünün tamamına yakını erkek işçilerden oluşmaktadır. Bu durum özellikle muhafazakar ideolojiler tarafından kadın ve erkek arasındaki doğal farklılıklara dayanan bir ayrışma gibi sunulmuştur. Fakat tarihin bu “doğal” gidişatında en az iki kırılma anı yaşanmıştır. 2. Dünya Savaşı sırasında Amerika’da ağır sanayi de, özellikle silah sanayiinde erkek iş gücünün azalması kadınların bu sektörlerde kitlesel olarak istihdam edilmesini gerekli kılmış, her türlü ajitasyon ve propaganda araçlarıyla vatan-millet meselesi olarak sunularak ücretli kadın emeğinin hareketi bu alanlara doğru yönlendirilmiştir (bkz: Rosie the Riveter). Kadın emekçilerde ciddi bir sınıf bilinci gelişimi yaratan bu kırılma, süreç ve kapsam bakımından sınırlı kalmış, savaş sonrası özellikle Soğuk Savaş döneminde kadın işçiler yeniden ailenin parmaklıkları arkasına püskürtülmüştür. Gerçek bir kırılma ise Sovyetler Birliği’nin kurulduğu andan itibaren başlatılan kadın emeğinin kalifikasyonu politikaları ile yaşanmıştır. Devrimin hemen ertesinde kadın erkek çalışabilir durumdaki herkesin üretim sürecine dahil edilmesi ilk etapta kadınlar açısından oldukça sorunlu bir durum yaratmıştır. Mesleki eğitimden ve okuryazarlıktan yoksun kadınlar en iyi bildikleri işlerde yani aş evlerinde, yaşlı, hasta ve çocuk bakım evlerinde çalışmaya başlamışlardır. İlk yıllardaki “herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre” dağılım ve “eşit işe eşit ücret” ilkeleri vasıfsız kadın emeği ile örneğin maden ocaklarında çalışan kalifiye erkek işçilerin ücretleri arasında derin bir uçurum yaratmıştır. Öyle ki 1918 yılında kadınların ortalama ücretleri erkeklerinkinin yarısı kadardır. Fakat partinin kadın örgütlenmesi jenotyellerin önderliğinde hızla bir okuma-yazma ve mesleki eğitim seferberliği yürütülmüş, İş Emniyeti Enstitüleri’nin ağır sektörlerdeki çalışma koşullarının kadın sağlığı üzerindeki etkileri araştırılmış ve yüzbinlerce kadın inşaat, metal sanayi, kömür madenciliği, petrol, demir cevheri sanayi, ağır demir sanayi, elektrik sanayi sektörlerinde mesleki eğitim alarak istihdama katılmıştır. Kısacası, ekonomik iş bölümündeki cinsiyet ayrımcılığı ve bunun toplumsal iş bölümü üzerindeki yansıması büyük oranda kırılmıştır. Ne yazık ki dünyanın geri kalanında bu çapta bir kırılmadan hala söz edemiyoruz.
Yukarıda meta üretimi sürecindeki cinsiyetçi iş bölümü ile karşılıklı duran toplumsal cinsiyete dayalı (toplumsal) iş bölümü, toplumsal hayatın yeniden üretimi kavramsal çerçevesinde okunmalıdır. Yani, annelik, eşlik, kız evlatlık ve ev hanımlığı toplumsal yeniden üretim sürecindeki iş bölümünde kadınlara yüklenen cinsiyetçi rollerdir. Ne var ki bu meta üretimi ile toplumsal hayatın yeniden üretimi birbirinden kopuk ayrı ayrı süreçler olarak ilerlemezler. Metayı, daha doğrusu artı değeri üreten işçinin üretim kapasitesinin, emeğinin üretkenliğini belirli bir düzeyin altına düşmemesi için “birinin” o işe gitmeden kahvaltı hazırlaması ya da ertesi gün işe gidebilmesi için “birinin” akşam yemeği hazırlaması gerekmektedir. Ya da bu emek gücünün sürekli bir şekilde arzının sağlanması için “birinin” çocuk doğurması ve o çocuğa bakması gerekmektedir. Bu durumda işçinin aldığı ücret eşi ve çocuğuyla birlikte bütün bir ailesinin geçimini sağlayacak, dolaysıyla kendi hayatının da yeniden üretimini sağlayacak düzeyde olmalıdır. Yeniden üretim kavramı 1960’lı yıllar ve sonrasında yükselen yapısalcı, post-yapısalcı, neo-Marksist birçok düşünür ya da hatırı sayılı bir birikim oluşturan Marksist feminist yaklaşımlar tarafından çeşitli şekillerde ele alınıp yeniden tanımlanmaya çalışılmıştır. Fakat, bu yazıda Marx ve Engels’in yaptığı ikili toplumsal üretim kavramsallaştırmasını temel alarak kadının gündelik ev işlerini ve yaşlı-hasta-çocuk bakımını kapsayan ev içi emeğini bu çerçevede “yeniden üretken emek” olarak kavramsallaştırıyoruz.
Buraya kadar özetlersek, meta üreten ve ürettiği metada metalaşan, dolayısıyla üretim araçlarının mülkiyetine sahip olan kapitalist için kendi emek gücünü emek-zamanla ölçülen (günlük, haftalık ya da aylık) belirli bir ücret karşılığında artı değer üreten, bu nedenle üretken emek olarak kavramsallaştırılan ücretli emektir. Buna karşılık kadının ev içi emeği doğrudan meta, dolayısıyla sermayeye çevrilebilir bir değer üretmeyen, bu nedenle üretken olmayan emek olarak kavramsallaştırılan ve karşılıksız yani ücretsiz bir şekilde ailenin hizmetine sunulan, emek gücünün yeniden üretimi için elzem bir kullanım değeri olan emeği yeniden üretken emektir. Fakat bu ayrışma ekonomik ve toplumsal iş bölümünde gördüğümüz gibi ikisi arasındaki karşılıklı ilişkiyi ortadan kaldırmaz. Kadının ücretli emeğinin erkeklerinkine göre çoğunlukla daha vasıfsız olması onun ücretli emeği ile ev içi emeği arasındaki geçişkenliği de koşullamaktadır. Örneğin, vasıfsız kadın emeği daha çok kayıt dışı ekonomide istihdam edilmekte ve durgunluk dönemlerinde kadın işçiler daha kolay bir şekilde işten çıkarılıp eve gönderilebilmektedir. Ya da üzerinde hem (Engels’in özel hizmet dediği) ev içi emek hem de ücretli emek yükü bulunan kadınlar kayıt dışı ekonominin esneğinin de esneği çalışma biçimlerine yönelebilmektedir. Başta İstanbul olmak üzere sanayi yoğun kentlerin bütün emekçi semtlerinde ev eksenli üretim yapan yani evde meta üreten kadınlar ya da belirli bölgelerinde gündelik fabrika işçiliği yapan kadınlar bu duruma örnek verilebilir.

BAKIM EMEĞİ ÜZERİNE TARTIŞMALAR
Ev içi emek kavramını, kadının evin çatısı altında gösterdiği birden fazla türden faaliyetlerin bir üst başlığı olarak düşünebiliriz. Bu faaliyetlerden en önemlisi şüphesiz bakım emeğidir. Özellikle geleneksel, kültürel ve ahlaki kodlamaların kadını aile ile özdeşleştiren, kadına aile dışındaki sosyal alanlarda neredeyse hiçbir konumun uygun görülmediği toplumlarda çocuk doğurmak ve belirli bir yaşa kadar bu çocuğun bakımını neredeyse tek başına yüklenmek kadın emeği ve bedeni üzerindeki en etkili tahakküm şeklidir. Çocuk bakımının yanı sıra özellikle geleneksel aile ilişkilerinin korunduğu bu toplumlarda yaşlı ve hasta bakımı da kadının üzerindeki ayrı bir külfettir. Kapitalist toplumda bu tahakküm ulus devletlerin kurulmasıyla birlikte toplumsallaşan ulusal eğitimin kurumsallaştırılması, kreşlerin açılması ve kamusal sağlık hizmetinin sunulması ile birlikte bir nebze olsun kırılmış görünse bile bu hizmetlerin sürekliliğinin hiçbir garantisi olmadığı özellikle 1980’li yıllarda başlayan neoliberal dönüşümle birlikte görülmüştür. Bu dönüşüm bir dereceye kadar daha öncesindeki sözde refah devletlerinde emekçilerin mücadelelerinin kazanımları ile elde edilen eğitim, sağlık ve kültürel hakların hızla özelleştirilmesiyle gerçekleştirilmiştir. Kreş hakkı, kısmen ücretsiz eğitim ve sağlık hakkının özelleştirilmesinin doğrudan doğruya kadının ev içi emeği üzerinde büyük bir olumsuz etkisi olmuştur. Aynı süreçte ücretlerin düşürülmesi hane halkı gelirlerinde ciddi bir düşüşe, yani yoksullaşmaya sebep olurken bu süreklilik gerektiren çocuk, yaşlı ve hasta bakım hizmetini satın alma gücünden yoksun ailelerde kadınlar ücretli emek piyasasından çekilip tekrar eve dönmek zorunda kalmışlardır.
Her ne kadar kapitalist toplumda meta üretimi emek gücü sömürüsünün temelini oluştursa da aynı zamanda tam da bu özelliğinden dolayı toplumsal ilişkilerin de gelişim zeminini oluşturmaktadır. Bu nedenle meta üretimi ile doğrudan ilişkisi koparılmış her bireyin toplumsal entegrasyonu, yani içinde yaşadığı toplumla bütünleşmesi de kısıtlanmış olur. Bu durum erkek ya da kadın herhangi bir birey için geçerlidir. Ancak, ev içi emek özel bir emek örgütlenmesi olması ve aile birimi ile denetlenmesi bakımından kadının toplumsal entegrasyondan koparılışının kurumsallaşmış bir hailidir. Kadın üzerindeki bu tahakküm, zaman zaman kapitalizmin çıkarları için ihtiyaç görüldükçe muhafazakar ideolojiler tarafından kadınlığın annelik ve aile ile özdeşleştirilerek kutsanmasında ifadesini bulur. Bunun için Türkiye’nin son 10 yılına bakmak bile kâfidir. Bir yandan kadın istihdamının artırılması, kadınların ekonomik olarak bağımsızlaştırılması, vb. söylemlerle en azından iktidarının bir dönemini geçiştiren AKP hükümeti, Kadın Bakanlığının Aile Bakanlığı olarak değiştirilmesi, “Ailem Türkiye” gibi kadınların yatak odalarında nasıl davranması gerektiğine kadar “kadınlık dersi” veren projeler, kürtajı yasaklamaya çalışması ve yasak bir ölçüde şimdilik geri püskürtülmüş olsa bile hastanelerde fiili olarak kürtajın kısıtlanması, kadınların sağlık kurumlarında fişlenmesi, vb. bütün politikalarıyla birlikte kadına kapısından dışarı sadece erkeği ile birlikte çıkabileceği yarı açık ceza evlerine dönüştürülmüş evlerinden başka gidilecek bir adres göstermemektedir. Bu ideolojik ve politik tutum annelik ve eşlik üzerinden kadının ücretsiz ev içi emeğinin sömürüsünün geleneksel olarak meşrulaştırılmasını ve devamlılığını sağlamaktadır. Ne var ki tüm bu eve doğru geri püskürtmelere rağmen derin bir şekilde artan yoksulluk kadınları para kazanma zorunluluğuna da itmektedir. Fakat ev işleri, çocuk, hasta ve yaşlı bakımını gibi zorunluluklar kadınların sürekli ve güvenceli bir işte çalışmasına ayak bağı olmaktadır. Bu yüzden de kadınlar kayıt dışı ekonominin yukarıda verdiğimiz ev eksenli çalışma ve gündelik fabrika işçiliği gibi en esnek koşullarında çalışmaktadırlar. Diyebiliriz ki, ev içi emeğin boyunduruğu kadının ücreti emeğinin daha da fazla sömürülmesine sebep olmaktadır.
Peki, ev içi emeğin ücretlendirilmesi doğru bir talep olabilir mi? Bu soru günümüz koşullarında çok daha çetrefilli bir sorudur. Hem sosyalistler hem de (radikal, sosyalist, Marksist, materyalist, otonomist) farklı feminist yaklaşımlar arasında ciddi fikir ayrılıklarına sebep olmaktadır. Bir yandan “zaten bir işyerinde çalışmayacak olan” kadının en azından ev içi emeği karşılığı devletten ücret almasının ona bir nebze de olsa kocası-babası karşısında bir nebze de olsa ekonomik bağımsızlık kazandıracağı, diğer yandan ise ev içi emeğin ücretlendirilmesi durumunda birçok kadının işyerinde çalışmak yerine evde çalışmaya yöneleceği ve dolayısıyla sosyalleşmesinin önünde bir engel teşkil edeceği tartışılmaktadır. İlk bakışta iki karşıt yaklaşımda da haklılık payı olduğu düşünülebilir.
Özellikle Amerika ve Batı Avrupa ülkelerinde 1970’li yıllardan bugüne kadar gelinen süreçte sadece burjuva ailelerinde değil orta sınıf ve işçi sınıfının üst tabakalarında ev işlerinin görülmesi ve çocuk, yaşlı, hasta bakımını için hizmet emeği satın alınmasında bir yaygınlaşmadan söz edebiliriz. Bunun için özellikle legal ya da illegal göçmen kadınların hizmetçi ya da bakıcı ya da emekçi sınıflara mensup kadınların gündelikçi olarak işe alınması ülkemizde de burjuva ve orta sınıf ailelerinde gözlemlenen bir gerçekliktir. Bu durum zaman zaman “ev içi emeğin metalaşması” olarak değerlendirilmektedir. Ancak bu türden bir hizmet satın alınması kapitalizme özgü olmadığı gibi ücretli/ücretsiz emek olmak bakımından siparişimiz üzerine etek diken terzinin emeğinden farklı değildir; gündelikçi, bakıcı, temizlikçi ya da hizmetçi kullanım değeri olan hizmet emeğini satmaktadır, emek gücünü değil. Ayrıca, satılan bu türden bir hizmet emeği artık yukarıda kavramsal çerçevesini çizdiğimiz “ev içi emek” olarak da adlandırılamaz. Kaldı ki bu durum yoksul emekçi yığınları açısından da bir gerçeklik ifade etmez. Bir gündelikçi yevmiyesinin 100 lira ve haftada bir temizlik yapıldığını varsayarsak bir aile için bu 400 liralık bir harcama demektir. Bir bakıcının da aylığı 800 lira olsun. Kadın ve erkeğin asgari ücret kazandığı, yani aylık gelirin 1.550 lira olduğu bir aile için ikisi toplamda 1200 liralık bir gider demektir. Kısacası kadının çalışması çalışmamasından daha maliyetli bir duruma gelmektedir.
Diğer taraftan ev içi emeğin başka biçimlerde dolaylı olarak ücretlendirildiği de söylenmektedir. Yaşlı ve engelliler için verilen evde bakım maaşı buna örnek olarak gösterilmektedir. Bu maaşı alabilmek için gereken koşullar  ya da bu uygulamanın sağlığın özelleştirilmesinin bir parçası olması başlı başına incelenmesi gereken konular olmakla birlikte özel bakım ihtiyacı olan bireylerin bulunduğu ailelerde bir işyerinde çalışmayan ve sosyal güvenceden yoksun birçok kadın bu maaş için başvurduğu bir gerçektir. Fakat bu durum bakım evlerinin kurulup buralarda gereken mesleki eğitim ve beceride sağlık ve bakım emekçilerinin istihdam edilmesinin yerine ev kadınlarının ikame edilmesinden başka bir şey değildir; neresinden baksanız kadının ev içi emeğinin ücretlendirilmesi ya da ücretli emeğe dahil edilmesi olarak okunamaz.

MARKSİZM VE FEMİNİZMİN DAİMİ GEÇİMSİZLİĞİ: Bir konferansın ardından feminizmi yeniden değerlendirmek

Türkiye’deki feminist hareketin başlıca unsurlarından biri olan Sosyalist Feminist Kolektif (SFK) geçtiğimiz kasım ayında “Ücretli/Ücretsiz Emek Kıskacında Kadın” başlıklı bir konferans gerçekleştirdi. Konferansı önemli kılan başat isim ise, 1970’li yıllarda yayınlanan “Marksizm ve Feminizmin Mutsuz Evliliği” isimli makalesiyle bugünkü sosyalist/Marksist/maddeci feminizmin, deyim yerindeyse, temelini oluşturan Amerikalı feminist Heidi Hartmann oldu. Yaklaşık üç yüz kişinin hazır bulunduğu konferans salonunda da dile getirildiği gibi birçok kadın ve feminist kadın “dünya gözüyle Heidi Hartmann’ı görmek için” oradaydı. Dergimizin önceki sayılarında da ismini eleştirel bir tartışma dahilinde zikrettiğimiz ünlü feminist, yaklaşık kırk yıl önce yazdığı bu makale bağlamında bugünkü kapitalizm ve “patriyarka”  ilişkisini yeniden değerlendirirken, halen İngiltere’deki Leeds Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan Jean Gardiner ise neoliberal dönemde bakım emeğinin dönüşümleri bağlamında kadın emeğinin bugünkü koşulları üzerine bir sunum gerçekleştirdi. Bir diğer katılımcı ise Fransa’dan gelen Helena Hirata idi. Hirata’nın tartışma konusu ise neoliberal politikalarla yaygınlaştırılan ve çeşitlendirilen esnekleşme ve kadın emeği ilişkisi üzerineydi.
Neoliberal politikalar ve yeni muhafazakarlığın ortak gelişimi üzerine kadın emeğinin bugünkü konumu ve değerlendirilmesi, kadının emek gücünün emek piyasasına katılımı ve üretim ilişkilerine olan ilişkisi bağlamında dünyadaki ve Türkiye’deki feminist algının anlaşılması, analiz edilmesi ve eleştiriye tabi tutulması açısından oldukça önemli veriler sunan konferans, aynı zamanda hem feminist hareketler/yaklaşımlar içerisindeki hem de sosyalist/Marksist teori ve feminizm arasındaki ciddi ideolojik ayrımların belirginliğinin güçlenmesine de işaret eder nitelikteydi. Kısacası, Marksist Leninistler nezdinde hiçbir zaman gerçekleşmemiş olan ama özellikle 70’li yıllardan itibaren Avrupalı ve Amerikalı feministler tarafından zoraki ve eklektik bir şekilde kurulan “Marksizm ve feminizm arasındaki mutsuz evliliğin” bir nihayete ermesinin – hatta önemli ölçüde sona erdiğinin- alametlerini bir kez daha ortaya koydu. Konferansla birlikte yeniden gündeme aldığımız sosyalist feminizmin güncel analizi ve eleştirisine geçmeden önce konferansa dair genel bir gözlemi akılda tutmakta fayda var. Panelistlerin hepsinin gelişmiş kapitalist/emperyalist ülkelerden gelişi ve kendi ülkelerindeki koşullar temelinde kapitalizm ve “patriyarka” arasındaki ilişkiyi yeniden değerlendirdiklerini söyleyelim. Buna karşılık Türkiye’deki feministlerin bu ilişkiye dair görüşleriyle panelistlerinki arasında ciddi farklılıklar ve farklı eğilimler ortaya çıkmış durumda. Türkiye’den feministler kapitalizm-patriyarka ortaklığında patriyarka vurgusunun her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğunu düşünürken, diğerleri kapitalizm eleştirisini daha da derinleştirme eğiliminde. Karikatürize edersek, ilkinin artan bir ivmeyle radikalleşen ikincisinin ise tırnak içerisinde sosyalistleşen bir feminizme doğru gittiğini söyleyebiliriz. Bu tartışmaya geçmeden günümüz kadın hareketleri ve feminist hareketlerin yakın tarihine dair bir bellek tazeleme girişiminde fayda var.

Yakın tarihe kısa bir bakış
Elbette sınıflı toplumun tarihi kadar eski olan kadının ezilmişliğinin tarihinde, tarihsel bir zorunluluk olarak tarihin her döneminde bu ezilmişliğe karşı başkaldırı ya da özgürlük hareketleri gelişmiştir. Materyalist tarih anlayışı tüm bu tarihi kendi diyalektik iç bağıntıları çerçevesinde analiz etmeyi gerektirir. Fakat tartışmamızın içeriği gereği 20.yy’ın ikinci yarısından sonraki döneme yoğunlaşmakta fayda var.
Kapitalizm, başlangıcından bugüne kadar, mevcut üretici güçleri kendi dönemsel ihtiyaçları doğrultusunda konumlandırmak zorunda kalmıştır. Köylülüğün bitirilip, tarıma dayalı aile üretiminden kapitalist fabrika üretimine geçiş, üretici köylüyü fabrikada konumlandırmış, çiftçiyi işçi yapmıştır. Ya da sanayileşme ve hemen akabinde makineleşmeyle birlikte doğan rekabet ortamında ucuz emek gücü ihtiyacı kadınların ve çocukların kitleler halinde emek gücü piyasasına katılımını gerektirmiştir. Benzer bir şekilde İkinci Dünya Savaşı sırasında erkeklerin kitleler halinde orduya alınması, Avrupa ve Amerika’da kadınların da özellikle ağır sanayide (silah sanayi, iş makinaları üretimi, vb.) kitlesel istihdamına yol açmıştır. Savaşın sona ermesiyle birlikte erkeklerin emek piyasasına geri dönüşü, kadın ve erkek işçiler arasındaki rekabeti doğurmuş ve “doğuştan yenik görülen” kadının büyük ölçekte istihdam dışına itilmesini beraberinde getirmiştir. Yani kapitalizm kadına “Sen şimdilik yedek kulübene çekil, ihtiyacım olursa tekrar çağırırım.” demiştir. Fakat bir kere proleterleşmiş ve üretimden gelen gücünün tadına varmış olan kadını yeniden mutfağa hapsetmek artık o kadar kolay olmayacaktır. Savaş öncesindeki kadın tipiyle savaş sonrası kadın tipi arasında ortaya çıkan keskin kopuşların aile yapısında ve toplumda ciddi bir etkisi olması bekleniyordu. Fakat, savaş sırasında kafasında çiçekli bandanası güçlü kaslı kollarıyla yandan profil resmi veren “Rossie the Riveter” ikonu hemen geri çekildi ve dini propagandanın güçlendirilmesiyle birlikte “yuvayı yapan dişi kuştur” kabusu da diyebileceğimiz “ideal aile mitine” geri dönüldü. Fakat kadının iş gücüne katılımı geleneksek aile yapısına kökten zarar vermeyecek emek denetim biçimleriyle sürdü. Bu maddi koşulların yanı sıra, -bahsi geçen konferans bileşenleri de dahil olmak üzere- yeryüzünde gelmiş geçmiş bütün feminist hareketlerin değinmekten bile kaçındıkları SSCB deneyiminin politik ve dolayısıyla ideolojik etkileri ve Sovyet kadınlarının özgürleşme yolunda devrimle birlikte attığı pratik adımların etkisi hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının teminatı haline gelmiştir.
Bu ahval ve şeraitte, genellikle gençlik hareketleriyle anılan 1960’lı yıllar aynı zamanda “Kadın Özgürlük Hareketleri” yıllarıdır. 19.yy’daki kadın hareketleri kapitalizmin gelişim koşullarından faydalanıyorken, 1960’lı yıllardaki kadın hareketleri ve feminist hareketler kapitalizmin eleştirisinden güç aldı. Tabi ki buna, ulusal kurtuluş hareketleri, Savaş karşıtı hareketler (Vietnam Savaşı) ve ABD’de siyahların özgürlük hareketlerinin etkisini de eklemek gerekir. (Zira ulusal özgürlük mücadeleleriyle bu mücadeleler içerisinde kadın özgürlük hareketinin nasıl ilerici bir etkileşim içerisinde olduğuna bugün ülkemizde tanıklık etmekteyiz -Kürt ulusal mücadelesi ve Kürt kadın hareketi). Avrupa’daki sosyalist örgütlerde mücadele eden birçok sosyalist kadın ve feminist kapitalizmle ve onun baskı aygıtı olan devletle hesaplaşma dönemine girmiş, sosyal haklar ve eşitlik temelinde mücadele vermiş, “kreş, ücretsiz bakım, demokratik temsiliyet, vb.” gibi çeşitlenen kısmi kazanımlar elde etmiştir. Fakat 1970’li yıllara gelindiğinde, SSCB’de revizyonizmin önemli yol kat etmesi, kapitalist sisteme geri dönüş uygulamalarının giderek belirginleşmesi dünya genelinde sosyalist hareketlerin, dolayısıyla sosyalist kadınların mücadelesinin elini zayıflatmıştır. Bununla birlikte kapitalizm yeni bir krize gebedir ve kapitalizm açısından üretici güçlerin yeniden konumlandırılması/yapılandırılması ihtiyacı söz konusudur.
Bu tarihsel koşullarda güç kazanan radikal feminizm ideolojik olarak eleştiri oklarını sosyalizme ve Marksizme doğrultur ve kadının ezilmişliğini namlunun ucuna erkekleri koyarak yeniden teorize eder. Birçok farklı eğilimi içermekle birlikte “Özel olan politiktir.” sloganı etrafında birleşen feminist hareket art arda kitaplar ve makaleler üretmekte, eylemler örgütlemektedir. Bunlardan en önemlilerinden biri ikinci dalga feminizm üzerinde belirleyici etkisi olan Amerikalı feminist Kate Millet’tır. Millet, 1970’de yayınlanan Cinsel Politika kitabıyla kültürlerarası ve tarih ötesi bir patriyarka kavramı önermektedir. Buna göre patriyarka hem evrensel iktidar ilişkilerinin biçimini oluşturmakta hem de sınıflı toplumu önceleyerek birincil tahakkümü teşkil etmektedir. “Erkek iktidarı”, sınıf, ırk, dil, din gibi çeşitli değişkenleri değersiz kılmakta ve tek tahakküm biçimini oluşturmaktadır, çünkü her yerde erkekler yönetmektedir. Aynı yıl içerisinde Kanada asıllı feminist Shulamith Firestone Cinselliğin Diyalektiği’nde, Fransa’da da Christine Delphy Baş Düşman kitabında, toplumsal yapının her zaman ve her yerde kadın ve erkek olarak iki sınıfa bölündüğünü ve erkek sınıfın kadın sınıf üzerindeki tahakküm ilişkisine dayandığını ilan etmişlerdir.
Radikal feminizmin en ayırt edici özelliği patriyarkayı başlı başına bir sistem olarak ele alması ve erkeklerin kadınlar üzerindeki egemenlik/tahakküm sistemi olarak formülize etmesidir. En kaba tabirle kapitalizmi toplumsal yapılanma açısından bir teferruat olarak gören radikal feminizm, kadınların eşleri/babaları ile aynı sınıfa mensup olmadıklarını ve kendilerinin ayrı bir sınıf oluşturduklarını ileri sürer. Buradan hareketle kadınlar arasındaki sınıf, dil, din, ulus ayrımları onların farklılıklarıdır, ancak bu farklılıklar onların aynı sınıfa mensup olduğu gerçeğini ortadan kaldırır nitelikte değildir. Farklılık söylemi, “kadınlar arasındaki farklılıkları eritmeden bir feminist politika yaratmak” biçiminde bugünkü Türkiye (sosyalist) feminist hareketi içerisinde hala baskın bir biçimde devam etmesi açısından dikkate değerdir. Marksist felsefe açısından radikal feminizm, kadınların ezilmişliği analizinde materyalist bir anlayıştan tamamen yoksundur. Tüm politik söylemleri üzerindeki örtüyü kaldırdığımızda ‘kendi-içinde’ ve ‘kendi-için’ cinsiyet kategorileriyle oldukça metafizik bir anlayışa yaklaşmıştır. Buna ek olarak, erkek egemenlik sisteminin yani patriyarkanın tüm diğer ayrımcı toplumsal şekillenişleri (sınıflı toplumu) öncelediğini savlayarak da bilimsel bir tarih anlayışından tamamen yoksundur – ki bu da Marksist feminizmin radikal feminizme getirdiği temel eleştiridir. 
70’li yılların başında bu derece güçlenen radikal feminizm karşısında Marksist feministler, diyebiliriz ki, Marksizm adına bir özeleştiri sürecine girdiler. Radikal feminizmin tarihsel materyalist anlayıştan yoksun oluşunu feminist sorunsalın Marksizmin merkezi sorunsalında (sınıf çelişkisi analizinde) yer almamasına bağladılar ve Marksizm ve feminizm arasında mutlu bir evliliğin mümkünlüğüne yoğunlaştılar. Diğer bir deyişle, Marksizmin feminizasyonu çabasına giriştiler.
Tam da bu noktada, 1970’li yılların ikinci yarısında Heidi Hartmann malum makalesini yazdı ve Marksist Feminizm’e ciddi bir ivme kazandırdı. O dönemde adeta sloganlaşan ve “çuvaldızı kendimize batırıyoruz” göndermesi yapan o ünlü cümle kurulmuş oldu: “Marksizm cinsiyet körüdür.” O dönem sosyalist ve Marksist feministler açısından Marksizmle temel dert Marx’ın emek değer teorisinde kadının ücretsiz emeğine yer verilmemesi, buradan yapılacak bir genellemeyle kadının ezilmişliği sorunun Marksist teoride analiz edilmemesiydi. Yalınlaştırılmış bir ifadeyle Marksizmin patriyarkayı ayrı bir toplumsal üretim sistemi olarak incelememesi, kabul etmemesi, eleştirmemesi onun cinsiyet körlüğünün bir sonucuydu.
Hartmann’ın, konferanstan önce Ekmek ve Gül programına verdiği röportajda, “Hala Marksizmin cinsiyet körü olduğunu düşünüyor musunuz?” sorusuna verdiği cevabı es geçmemek gerek: “Hem evet hem hayır. Senaryonuz, o cümleyle cinsiyet körü olarak ne demek istediğinize bağlı. Sanırım beni o makaleyi yazmaya iten şey cinsiyetçiliğin ortadan hala kaybolmadığı sol hareket içerisindeki deneyimlerdi.” Buradan hareketle Marksizmin cinsiyet körü olduğu fikrinin oluşmasına yol açan iki temel nedeni varsaymak mümkün. Birincisi, özellikle Amerika’daki feminist ve sosyalist hareketlerin 20.yy’daki SSCB deneyim ve pratiğinin sağlıklı bilgisine erişiminin olmaması- ki bu her türlü propaganda aygıtıyla sağlanmıştır. Marx ve özellikle Engels’ten sonra, Bebel ve özellikle de Lenin ‘kadın sorunu’ üzerine teorik, ideolojik ve pratik mücadelenin ana hatlarını çizmiştir.  Daha ötesinde Lenin ve Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği’nde en refah kapitalist ülkelerin bile (Kuzey Avrupa ülkeleri gibi) kapitalist üretim biçiminin doğası gereği tahayyül edemeyeceği ölçüde önemli adımlar atılmıştır (kürtaj ve boşanma hakkı, kadın okuryazarlığının %100’e çıkarılması, kadın istihdamının %88’e çıkarılması, bakım emeğinin kolektifleştirilmesi, kadınların devlet denetim mekanizmasındaki nüfusun 2/3’ünü oluşturması, vb.) Bugün hala birçok Avrupa ülkesi ve ABD’deki talepler bile, Sovyetler Birliği’nde gerçekleştirilen uygulamaların çok gerisinde kalmaktadır. Genel olarak tüm feministler bu sosyalizm deneyimini incelemeyi ret ya da ihmal etmekte ya da görmezden gelmektedir. İkinci bir neden ise, sosyalist örgütlenmeler içerisindeki erkek egemen zihniyetin, Hartmann’ın da işaret ettiği üzere gerçekten kırılmamış olmasıdır. Bu sadece kırk yıl öncesinin değil bugünün de bir gerçeğidir. Ne var ki Lenin “Dünya Kadınlarına Vasiyeti”nde, kadınların burjuvaziye/kapitalizme karşı savaşının yanı sıra parti içerisindeki mücadelesine de işaret etmektedir. Sonuç olarak, dünyada tam anlamıyla gerçekleşmiş tek sosyalist deneyimin sonuçlarından yoksun olmak 20.yy’da kadınların ezilmesine ve son tahlilde özgürleşmesine yönelik tek Marksist pratikten yoksun olmak demektir. Gerçekten de SSCB’yi bir kenara bırakacak olursak bu alanda tatmin edici Marksist bir teori ve pratik birikim yok denecek kadar azdır.
Feminizmin bu noktadaki yanılgısı, 20.yy’da kadının ezilmesi sorununun analizini ve çözümünü dönüp dolaşıp Marx ve Engels’in 19. yy’da ortaya koyduğu kendi yapıtlarında aramaları ve bu yapıtlardan hareketle Marksizmi bir teori ve eylem kılavuzu olarak kavrayamamalarıdır. 

Kapitalizm ve “Patriyarka”

1970’li yıllarda Heidi Hartmann ve diğer birçok feministin birbirinden ayrı iki sistemin ortaklığı olarak ele aldıkları kapitalizm ve patriyarka ilişkisinin analiz konusunu kadının ev içi emeği ya da bakım emeği yani (kimi kaynaklarda karşılıksız diye geçen) ücretsiz emeği oluşturmaktadır. Bu ortaklık aynı zamanda bir çelişki üzerinden ilerlemiştir. Patriyarkanın ezen öznesi erkek (koca, baba, erkek kardeş) ile kapitalizmin sömürücü öznesi kapitalist/patron arasında kadın emeğine kimin el koyacağına dair bir çelişkidir bu. Kabaca, erkek kadını evinde, kapitalist ise iş yerinde alıkoymak istemektedir. Bu çelişki 19.yy’da aile ücretinin geliştirilmesiyle çözülmüştür. 20.yy’da ise, feminizme göre, kadınların önemli bir kesiminin ‘evkadınlaştırılması’ ile denge sağlanmıştır. Bir yandan aile ve erkek kadının ücretsiz emeğine el koyarak kendi varlığının devamlılığını sağlamakta bir yandan da kapitalizm için işçi sınıfının yeniden üretilmesi de teminat altına alınmaktadır.
Bu noktada Marx ve Engels’e yöneltilen temel eleştiriyi ele alalım. 1970’li yıllardaki Hartmann, kapitalizmin herkesi proleterleştirme (bizim deyimimizle üretimi toplumsallaştırma) ihtiyacını öngören Marksist tezin yanıldığını belirtmektedir. Bu bağlamda Engels’in Köken’de öne sürdüğü kapitalizmin kadını proleterleştirerek kendinden önceki ataerkil yapının temellerini yıktığı saptaması da yanılmış olacaktır. Yazının buraya kadarki kısmında özellikle “1970’li yıllardaki Heidi Hartmann” dememizin bir nedeni var. Çünkü Hartmann, SFK’nın kadın emeği konferansında yaptığı “Kapitalizm ve Patriyarka” sunumunda kapitalizm ve patriyarka arasında o zamanlar tahlil ettiği gibi bir ilişkinin gelişmediğini belirtiyor:
‘Marksizm ve Feminizmin Mutsuz Evliliği’ makalemde eksik bıraktığımı, süreç içerisinde doğru değerlendirmediğimi düşündüğüm çeşitli noktalar var: kapitalizme yeterli önemi vermemişim. Değişen aile biçimi, ailenin desteklenmesi, yaşlı ve çocukların bakımının kapitalizm tarafından karşılanması, değişen aile biçimleriyle birlikte kadınların konumlarının da değişmesi bana bunu düşündüren etkenlerden. Makalemde patriyarkanın gücünü anlatabilmek için kapitalizmin gücünü azımsamışım.

Hartmann’ın bakım emeği açısından ortaya koyduğu tablo ülkemiz açısından oldukça yabancı elbette. Türkiye açısından bakıldığında hiçbir bakım hizmeti kapitalist sistem ya da devlet tarafından karşılanır durumda değil. Ama ileri kapitalist/emperyalist ülkeler açısından bakıldığında bu ülkelerdeki yoksulluk düzeyinin afaki seviyelere ulaşması, şimdiye kadar kadınların ücretsiz emeğiyle karşılanagelmiş toplumsal yeniden üretimin kapitalizmin başına bela olmaya başladığını gösteriyor. Zira artan yoksulluk kadınları giderek artan bir ivmeyle işgücü piyasasına sürüklüyor. Diğer yandan Hartmann, bugün ABD’de 50 milyon insanın gıda yardımı alman hayatta kalamayacağını belirtiyor. Bakım hizmeti krizi, yani bakım hizmetinin kimin emeğiyle karşılanacağı krizi ile artan yoksulluk arasındaki çelişki ABD’deki aile yapısını dönüştürüyor. Buna karşılık, kadın ve erkeklerin doğrudan kapitalizmi hedef alan ortak eylemliliklerinin arttığı görülüyor. Hartmann bu durumun “Wall Street’i İşgal Et” eylemlerinde oldukça belirginleştiğini belirtiyor. Konferanstaki bir diğer konuşmacı Jean Gardiner bakım emeği hareketlerinin üç karakterini ortaya koyuyor -ki bu üç karakter kapitalizm ve “patriyarka” arasındaki ilişkinin eğilimini de aşamalarıyla ortaya koyuyor.
i.    Geleneksel aile formu: Aile reisinin, yani eve ekmek getirenin erkek, evde tam gün bakım emeği harcayan kişi kadın. Giderek azalan bir yapı.
ii.    Ara form: Kadının da erkeğin de çalıştığı ama hala aile reisinin erkek olarak görüldüğü aile yapısı. Kadınların daha düşük ücretle çalıştığı görülüyor. Bakım emeğinin çoğunluğu kadın üzerinde olmak üzere özellikle çocuk bakımı gibi belirli bir ev içi emeğin erkek tarafından sarfedilmesi.
iii.    İkili kariyer haneleri: İstihdama katılımın da bakım emeğinin (ya da bakım emeği bedelinin) de kadın ve erkek arasında eşit olarak paylaşıldığı aile sistemi.

Dünyanın geneline bakıldığında en baskın aile modelinin ikincisi olduğu belirtiliyor. Fakat giderek birinci modelden ikinci modele geçişe de işaret ediliyor. Türkiye tabi ki bu modelleme de birinci aile yapısında gibi görünüyor. Ama bu modellemelerin bile kendi içerisinde çelişkileri var. Örneğin Türkiye’de, özellikle başta İstanbul olmak üzere belli başlı sanayi bölgelerinde ‘ev kadını’ olarak görülen birçok kadın ev eksenli üretimin bir parçası. İkinci aile modeli ise coğrafi olarak Avrupa’nın genelinde, sektörel bazda da kadın emeğinin yoğunlaştığı kamu sektörüne işaret ediyor. Kuzey Avrupa ülkelerinde daha sık rastlanan üçüncü model ise giderek ABD’de yaygınlaşan model. Buradaki yanıltıcı nokta ise, kadın ve erkek arasında eşit olarak paylaşılıyor görünen bakım emeğinin çoğunluğu yine kadın ve genellikle illegal göçmenler işçiler tarafından sunulması.
Özellikle 1980’ler ve sonrası neoliberal politikalar ve etkilerinin getirdiği noktada 1970’lerde kapitalizm ve patriyarkanın mutlaklığa doğru bir ortaklık ilişkisi içerisinde geliştiğini söyleyen Heidi Hartmann, konferanstaki feministler tarafından patriyarkadan çok kapitalizme vurgu yapmakla eleştirildiğinde, “Buna odaklanmamın sebebi kapitalizmin krizi. Kapitalizm, patriyarkal ağları kırmış durumda.” diyor. “Erkekler giderek daha fazla bakım emeği üstlenirken, belirli alanlarda kadınların daha yüksek ücret alması var olan aile yapısını değiştiriyor.” diye ekliyor.
Her gün 5 kadının öldürüldüğü, tecavüzcülerin bizzat yargı tarafından aklandığı, devletin tecavüze ortak olduğu, kayıtlı ve sosyal güvenceli kadın istihdamının ve kadın okuryazarlığının oldukça düşük olduğu ve bunun gibi koşulların giderek kötüleştiği ülkemizde patriyarkanın kapitalizm tarafından çözülüyor olup olmadığı tartışmalı bir konu olarak görünüyor. Fakat, eğer Marksist bir analizde ısrarcıysak –ki öyleyiz- Türkiye’deki sosyalist feministlerin patriyarkanın hala mevcut ve ayrı bir sistem olarak devam ettiği ve kapitalizmi toplumsal cinsiyet ilişkileri bakımından hala belirlediği argümanını analize tabi tutmakta fayda var. Türkiye’nin önde gelen sosyalist feministlerinden Gülnur Acar Savran bu bağlamda kapitalizmin patriyarkayı çözdüğü görüşüne tamamen karşı çıkıyor. Savran’a göre patriyarkal ilişkiler çoğalarak ve çeşitlenerek devam ediyor. Geleneksel patriyarka kadınları tamamen kamusal alandan soyutlarken, modern patriyarkal ilişkiler kadınları esnek-enformal sektörde konumlandırma eğiliminde. Savran, bugün hem geleneksel patriyarkal ilişkilerin hem de modern ve çeşitli patriyarkal ilişkilerin eş zamanlı olarak yaşandığı “melez bir patriyarka” sisteminin geliştiğini savunuyor. Türkiye açısından ise, melez patriyarkanın gelişme dinamiklerini, geç kapitalistleşme ve bunu bir sonucu olarak hızlı modernleşme, bir Akdeniz ülkesi olarak islam öncesindeki ‘bekaret, namus, örtünme’ gibi toplumsal cinsiyet normlarının islamiyetle birlikte pekişerek devam etmesi ve Kemalizmin etkileri oluşturduğunu belirtiyor. Bugün AKP’nin hayata geçirdiği yeni muhafazakarlık politikalarını ise istihdamda (ücretli emek piyasasında) soyut eşitlik, aile içerisinde hala korunan muhafazakarlık olarak yorumluyor. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in boşanmalardaki artışı yozlaşma olarak değerlendirip ailenin ıslahı çözümünü ortaya koymasının bunun gözle görünür bir örneği olduğunu ortaya koyuyor. Kapitalizmin neoliberal bir düzlemde, patriyarkanın ise yeni muhafazakarlık temelinde ortak gelişim dinamiklerinin temelinde hala patriyarkanın kapitalizmi toplumsal cinsiyet bağlamında belirleyici özelliğinin devam etmesini ise ücretsiz ev emeğinin kadının istihdama katılımında hala en belirleyici ve kısıtlayıcı unsur olmasına bağlıyor.
Patriyarka, feministlerin savunduğu gibi, kapitalist sistemin toplumsal üretim ilişkilerinin denetleyici sistemi ise, toplumsal üretimin maddi üretim ve toplumsal yeniden üretim olmak üzere ikili karakteri bağlamında, kadının patriyarkal emek denetiminden kaynaklanan ücretsiz/karşılıksız ev içi bakım emeğinin kadının istihdama katılışında belirleyici çoğu zaman kısıtlayıcı unsur olduğunu kabul edelim. Kişiselleştirirsek, nasıl patriyarka kapitalizmi belirliyorsa, nasıl erkek kadının (ücretli/ücretsiz) emeğine el koyuyorsa, bunun izdüşümü olarak kadının ücretsiz emeğinin ücretli emeği üzerinde bir tahakkümü olduğunu varsaymak gerekir. Peki, bu gerçekten de böyle midir? Yukarıda belirtilen üç aile modeli ve eğilimine bakalım. Neoliberal politikaların bir sonucu olarak artan yoksulluk kadını işgücüne iterken, kapitalizm işgücünü, üretimi ve çalışmayı kendi ihtiyaçları doğrultusunda esnekleştirerek ve kayıtdışılaştırarak kadının ücretli ve ücretsiz emeği arasında nasıl bir ilişkinin şekillenmesine yol açıyor? Çalışmadığı düşünülen ‘ev kadınlarının’ çoğunluğunun ev eksenli işçi olduğunu belirttik. Bu aynı zamanda kadının ücretli emeğinin ücretsiz emeğinden çalınması anlamına geliyor. Yani, sözde erkeğin el koyduğu ev içi emeğe, sistemde yarattığı ve esnettiği tüm boşlukları kullanarak sermaye birikimini artırmaya çalışan kapitalizm el koyuyor. Bu elbette kadının bakım emeğinden azade kılındığı anlamına gelmiyor. Hartmann’ın bugün açısından yeniden tasvir ettiği, Engels’in Köken’de açıkça ifade ettiği üzere, kadın emeğinin çifte sömürü koşulunu ortadan kaldırmıyor. Burada önemli olan saptama şudur ki: Bugünkü yoksulluk durumu, kadınların var olan toplumsal (aile ilişkileri, geleneksel kadın kimliği, vb.) ve ekonomik koşullarını zorlayarak işgücüne katılma yani çalışıp “eve ekmek getirme”, yani aile ilişkilerini, aile içindeki kadınlık durumlarını kendi çalışma olanaklarına göre yeniden şekillendirme eğilimindedirler. Kısacası, kadınlar ne yapıp edip para kazanmanın bir yolunu bulma eğilimindedirler. Bunun için de aile ilişkilerinin geleneksel yapısını zorlamak durumundalar ve öyle de yapıyorlar. Ellerinde herhangi bir meslek bilgisi ya da eğitimi olmayan ya da ailedeki çocuk-hasta-yaşlı bakımını kendi dışında herhangi birine devretme koşulu olmayan, kısacası evden dışarı çıkma olanağı bulunmayan kadınların ev eksenli üretime yönelmeleri bunun en çarpıcı örneğidir. Ya da, kamu sektöründe çalışan kadınlar açısından, bakım emeğinin ailedeki başka bir kadına devretmeleri ya da ucuz göçmen emeğini satın almaları ise bir başka örnektir. Ülkemizde henüz yaygın olamamakla beraber, Avrupa ülkelerinde (İngiltere, Fransa, vb.) kapitalizm kamu sektöründe çalışmayı esnekleştirmenin bir biçimi olarak çocuklu kadınlar için yarı zamanlı çalışma biçimini yaygınlaştırmaktadır.
Kısacası, feminizmin öngördüğünün aksine kadın emeği giderek daha fazla ücretli emeğe dönüşmektedir. Fakat sorun, kadınların 1980’lerden sonra daha çok kayıt dışı ve esnek çalışmanın yaygın olduğu sektörlerde istihdam edilmeleridir.  Öyle ya da böyle ülkemizde etkileri henüz çok belirginleşmemiş olsa da bu durum var olan geleneksel ya da feminizmin tabiriyle patriyarkal aile yapısını ve aile ilişkilerini giderek çözmektedir. Dolayısıyla, Marx ve Engels’in öngörüsü hala geçerliliğini korumaktadır. Kapitalizmin kadının ücretli emeğini değersizleştiren bir şekilde artarak istihdam etmesinin karşısında sosyalist bir bakış açısı tam tersi olan emeğin özgürleştirildiği ve giderek ücretli emeğin ortadan kaldırılması yoluna girilmiş deneyimleri, yani SSCB örneğini iyi incelemek zorundadır.

Kimden Alacaklıyız?
Tüm bunları bir bütün olarak düşündüğümüzde, Sosyalist Feminist Kolektif’in bir süredir yürüttüğü “Erkeklerden alacaklıyız” kampanyasını ve bir bütün olarak Türkiye’deki feminizmi nasıl değerlendirmek gerekir? İlk olarak SFK’nın feminist politikayı benimsemeyen sosyalist/Marksist yaklaşımlara getirdiği eleştiriyi ve bu kampanyasının temellerini ortaya koyalım: “Ücretli kadın emeği üzerine yapılan analizlerin çoğunluğu evdeki erkek egemenliğinin etkilerini yok sayılarak yapılıyordu. Bu nedenle biz, ısrarla, kadınların ev içindeki ücretsiz emekleri ile işgücü piyasasındaki ücretli emekleri arasındaki ilişkiyi bir bütün olarak ele almak gerektiğini söylüyoruz…. Yapılan analizlerde mücadelenin taraflarını bizzat kadınlar ve erkekler olduğunu gözden kaçırmak, feminist politikayı zayıflatma riskini taşıyor… Bizim sermayeden ve devletten taleplerimiz var ancak esas olarak: Erkeklerden alacaklıyız. Temizlik, yemek, yaşlı bakımı ve en önemlisi çocuk bakımı gibi ‘kadın işleri’nin yapılmasından erkeklerin maddi çıkarı (para, zaman) var, erkekler için harcadığımız zamanı, emeği geri istiyoruz…” Sosyalist feminizm kadın emeği analizini karşılıksız emeğin sadece çocuk/hasta/yaşlı bakımı için değil doğrudan ve bizzat erkekler tarafından tüketildiği gerçeğini görmeye davet ediyor.
SFK’nın bu kampanyasında da belirginleşen en temel özelliği radikal feminizmin saptamalarını doğrudan ve açıkça benimsemiş olmasıdır. Yani baş düşmanı erkek olarak kabul etmeleri ve doğrudan erkek egemen sistemin erkek öznelerde cisimleşmiş beden ve emek sömürüsüne, kısacası erkeklere karşı bir mücadele önermeleridir.
Burada sosyalist feminizme teorik ve ideolojik düzlemde getirilebilecek en temel eleştiri, kadının bugünkü durumunu ve buna bağlı olarak kurtuluş mücadelesini hala geleneksel patriyarkal ilişkileri baz alarak tarif etmesidir. Yukarıda ana fikri sunulan mücadele programı kapitalizm öncesi patriyarkal ailenin varlık koşullarındaki özel alan/kamusal alan ikiliğinin korunduğu fikri üzerinden geliştirilmiştir. Engels’e göre, özel ve kamusal alan ayrılığına dayanan patriyarkal aile yapısı kapitalizmle birlikte çözülmüş, bu ayrımın maddi koşulları kadının ücretli emeğiyle birlikte ortadan kalkmıştır. Bu durum sadece proleter kadınlar ve aileler için geçerlidir. Somutlamak gerekirse, kadının ücretli emek piyasasına katılmadan önceki toplumsal formasyona bakıldığında; maddi üretim alanı, metaların üretimi, buradan yola çıkılarak gelişen tüm toplumsal ilişkiler (politika, sanat, kültür, vb.) kamusal alanda gelişmektedir ve erkekliğe atfedilmiş alanlardır. Buna karşılık, kadınlar evde görünmeyen bakım emekleriyle özel alana hapsolmuştur. Kadının istihdama katılımı ise bu iki alanın ayrıklığının maddi temellerini sarsmıştır ve patriyarkal ilişkilerin giderek çözülmesiyle paralel bir şekilde bu ayrım da giderek çözülmektedir. Savran’ın, yeni muhafazakarlık çerçevesinde AKP’nin geleneksel aile yapısının korunmasına yönelik girişimleri hakkında tespiti bir noktaya kadar doğrudur. Fakat gözden kaçırılan nokta, devletin ve sermayenin sözde özel alan olarak tarif edilen aileye müdahalesinin bu özel/kamusal alan ayrımının çözülmesine yönelik bir müdahale olduğudur. Patronların kadın işçilerin hamileliklerini doğrudan denetlediği, sözde özel alan olan evde meta üretiminin yapıldığı (ev eksenli çalışma), güzellik endüstrisinin tüm toplumsal sınıflardan kadınların cinselliğini belirlediği, evlendirme programlarıyla “yeni ailelerin” kurulduğu, “umutsuz ev kadınlarının” dramının ekranlara taşındığı bir toplumsal yapıda özel ve kamusal alan ayrımının maddi varlık koşullarından bahsetmek ne derece gerçekçidir? Tüm bunların olduğu yerde insanların “ev benim mahremimdir” hissiyatının ve yanılsamasının devamlılığı kapitalist toplum ilişkilerinin yeniden üretilmesi açısından hayati önem taşımaktadır ve tamamen ideolojiktir. Sanki ev ve aile ilişkileri ulu orta yaşanmamaktadır, gözlerden ıraktır. Şiddet gören kadınların, karakolda çarptıkları “Kocandır….” ideolojik duvarıdır kamusal/özel alan ayrımı. “Karı koca arasına girilmez.” ahlaki normunun temelinde “Sizden en az üç çocuk istiyorum.” ikiyüzlülüğünün yatmasıdır. Dolayısıyla, doğru Marksist tutumun bu ideolojik ayrım üzerinden nasıl bir politika geliştirmesi gerektiği tartışılmalıdır. Feminizmin, mücadeleyi özel alanda güçlendirme önerisi de ciddi bir eleştiriye tabi tutulmalıdır.
Nasıl bir “feminist” mücadele?
Gülnur Acar Savran, kadınların mücadelesinin başta özel alanda yani ev/aile içerisinde olmak üzere kadınların ‘politik bir özneye dönüştürmeleri’ yoluyla patriyarkaya ve onun cisimleşmiş haline (erkeğe) karşı mücadele olarak tarif ediyor. Bu mücadelenin temelinde kadınların nesnel gerçeklikleri yani erkekler tarafından baskılanmaları ve sömürülmelerinden kaynaklanan ihtiyaçları yattığı için bu mücadelenin öznesinde nesnel olarak ezen özne konumunda bulunan erkeklerin yer alamayacağını söylüyor. Bu minvalde feminizmin politik öznesinin kim olduğu tartışmaları hala devam etmekte. 
Sosyalist feminizmin bu konudaki en genel önermesi, feminizmin, belirli bir egemenlik ve iktidar ilişkisini (patriyarkayı) hedef aldığı ve bu nedenle herhangi bir politik hareketin programına bir alt başlık olarak eklenemeyeceği için başlı başına politik bir hareket olduğu ; ve bu politik hareketin politik öznesinin de feministler olduğudur. Bu minvalde, kadın öznesi ise, politik özneye yani feministe dönüşmesi beklenen kolektif öznedir. Tam da bu noktada feminizmin hem güç aldığı hem de başının belası haline gelen “farklılık söylemi” devreye girmektedir. Birbiriyle çelişki içerisinde bulunan farklı sınıf, ulus, din, kültür yapılarından gelen kadınlar, bu “farklılıklarını” eritmeden, ‘ortak ezen’e karşı mücadeleyi kadın olmalarından, kadınlıklarından kaynaklanan bir birliktelikle nasıl yürütebilirler? Ya da konferansta gündelikçi bir kadının çok daha güzel bir ifadeyle sorduğu gibi, “Gülnur Hocam, şimdi ben evine temizliğe gittiğim patronumla nasıl aynı mücadele içerisinde yer alabilirim?” Sadece merakları gidermek değil, feminizmin bu soruya verdiği yanıtın billurlaşmış bir örneğini ortaya koymak adına belirtmekte fayda var Savran’ın cevabını: “Evdeki (kadın) patronla ev işçisini karşı karşıya getiren yine bir erkek. Aslında senin temizlediğin o erkeğin kiri. Bu gerçeği o kadına anlatarak.”
Bu nokta, Marksizm ve feminizmi uzlaşmaz bir şekilde karşı karşıya koyan bir ikilik doğmaktadır: “kadınlar arası sınıf dayanışması” mı yoksa “sınıflar arası kadın dayanışması” mı? Marksistler açısından “sınıflar arası kadın dayanışmasının” aslında “sınıflar üstü feminist bir hareket” olduğu apaçıktır. Bu aynı zamanda, Marksizm ve feminizm arasında her zaman kağıt üzerinde kalmış evliliğin boşanma ilamıdır.  

Kadınlar ve gerçek eşitlik

Bugünkü emek ve demokrasi mücadelesinin en temel kavramlarından biridir “eşitlik” kavramı. Herhangi bir gruba (ulus, cinsiyet, cinsel yönelim, sınıf vb.) yönelik toplumsal yaşam içerisinde, kanun önünde ya da üretim ilişkileri içerisinde çeşitli ayrımcılık pratiklerine karşı yükseltilen bir talep olarak, “hak, adalet, hukuk” kavramlarının yanı sıra durur. Her sınıfın kendine özgü bir eşitlik tarifi bulunmaktadır. Kavramın tarihsel sürecine baktığımızda, politik bir talep olarak kitlesel bir şekilde örgütlenişinin en önemli örnekleri burjuva devrimleridir. Örneğin, Fransız Devrimi’nin (1789) “bütün insanlar eşit doğar” önermesi, politik olarak normatif bir önermedir. Yani, toplumsal olarak bir kuralı norm haline getirmeyi öngörür. Bu da, bizi, kavramın algılanışında başka bir tartışma zeminine çeker. Felsefi olarak, böylesi bir “eşitlik” kavramı, gerçeklikten hareketle değil, kavramdan hareketle kendini ortaya koyar. Bu, en yalın haliyle liberal düşüncenin eşitlik kavramıdır ve zorunlu olarak ideolojik bir sorun yaratır; çünkü bu noktada yaşanan toplumsal gerçeklikle, yani eşitsizlikle, normatif olarak oluşturulmuş kavram arasında bir çelişki doğmaktadır. Diğer bir deyişle, eşitlik/eşitsizlik kavramı, toplumsal gerçekliğin kendisinden değil, kavramın kendisinden türetilmiş, aslında indirgenmiştir; somutlanmak yerine soyutlanmıştır. Kavram gerçekliği karşılamaz, gerçeklik kavrama uydurulmaya çalışılır. Engels, Anti-Dühring’de bu çeşit bir eşitlik kavramını şöyle eleştirmektedir: “İki insan onların istençlerinin birbirine tamamen eşit oldukları ve ikisinden hiçbirinin ötekine verecek hiçbir buyruğu olmadığı temel belitini saptamak için herhangi iki insandan hiçbir zaman yararlanamayız. Bunların tüm gerçeklikten, yeryüzünde varolan ulusal, ekonomik, siyasal ve dinsel ilişkilerden, bütün cinsel ve kişisel özelliklerden geriye her ikisinden de yalın insan kavramından başka bir şey kalmayacak denli kurtulmuş iki insan olması gerek: Ancak o zaman ‘tamamen eşit’ olurlar…..iki eksiksiz hayalet.[1]

Nitekim, insanlar, içlerine doğdukları ailenin sınıfsal, ulusal, kültürel ve sair farklılıkları tarafından halihazırda belirlenmiş durumdadır. Kaldı ki, bir yenidoğan, kendi sınıfsal, ulusal, kültürel aidiyetliklerinin içerisinde dahi cinsiyetine dayalı bir eşitsizlik sistemi içerisine doğar. Kısacası, “bütün insanlar eşit doğar” önermesinin hiçbir şekilde bir doğruluk değeri yoktur. Bu yüzden, liberalizmin ve bugünkü çeşitli türevlerinin eşitlik söylemi tamamen ideolojiktir. Eşitlik, ne haklar temeline indirgenebilir ne de yasalarla hayata geçirilebilir. Eşitliğin, hele ki toplumsal cinsiyetler arası eşitliğin varlığından söz edilebilmesi için, öncelikle bu eşitliğin üzerinden kurulacağı belirli maddi koşulların yaratılması gerekmektedir. Bu maddi koşulların tartışılması da, kavramın tarihsel bir analizini gerektirmektedir.

CİNSİYET EŞİTLİĞİ TARİHİNE KISA BİR BAKIŞ

İnsanlık tarihini toplumsal cinsiyetlerin birbirleri arasındaki eşitlik durumu açısından irdelediğimizde, bilinen binlerce yıllık tarihi kabaca ortadan ikiye ayırabiliriz: eşitlik hukukunun eşitliğe dayandığı ve “eşitlik hukuku”nun eşitsizliğe dayandığı toplumsal formasyonlar. Tüm bu süreçleri ayrı ayrı ya da bir bütün olarak analiz ederken akıldan çıkarılmaması gereken temel Marksist ilke, her bireyin toplumdaki konumunun belirli bir üretim biçimindeki belirli üretim ilişkileriyle olan ilişkisi tarafından belirlendiğidir. Birçok feminist akımın neredeyse aksiyomatik bir şekilde varsaydığının aksine, kadınlar da bu ilkeden muaf değildirler. Kadının toplumsal konumu da, o toplumun üretim ilişkileri içerisindeki rolüyle doğrudan ilişkilidir. Bu eksende, tarih boyunca toplumsal üretim biçiminin hareketli değişimleriyle bağlantılı olarak, kadının konumuna ve “eşitlik hukuku”na kısaca bir göz atalım.

 

İlkel Komünal Toplumlar

Bilinen ilk komünal topluluklarda toplumsal üretimin temel karakteri avcılık ve toplayıcılığa dayanmaktadır. Bu, insanın emek faaliyetinin henüz vahşi doğada besin, giyim, vb. ihtiyaçları karşılamak için hayvan avcılığı, yaban bitkisel besin toplayıcılığı ve bu faaliyetler sırasında ortaya çıkan klanlar arası savaşlardan ibaret olduğu bir süreçtir. Geçmişe dönük bilimsel bilgimiz, bilinen bu ilk komün toplumlarında hem cinsiyete dayalı bir işbölümünün gelişmediği, hem de kadın ve erkek arasında henüz eşitsizliğin doğmadığı, yani eşitlik hukukunun gerçekten eşitliğe dayandığı yönündedir. Kadın ve erkek vücudunun kas yapısının çok farklılaşmadığı, hemen hemen aynı fiziksel güce sahip olduğu birçok bulgu tarafından doğrulanmıştır. Kendi başına bu, kadın ve erkeğin doğası/yapısı gereği doğuştan üstünlük/aşağılık ilişkisi içerisinde var olageldiği safsatalarını çöpe atmamız için yeterli bir sebeptir. Kadınları, erkeklerle eşit derecede bulundukları bu emek faaliyetlerinden kısa süreliğine alıkoyan yegane unsur doğurganlıklarıdır. Klan/kabile halinde yaşayan bu ilk komün toplumlarında, yeni doğum yapan kadınlar, güvenli bölgelerde bırakılıyor, doğum yapmamış kadınlar da dahil olmak üzere, klanın geri kalan üyeleri ava ya da meyve toplamaya çıkıyordu. Hatta yeni doğum yapan kadınların da bu faaliyetler içerisinde bulunabildiklerine dair geçmişe dönük bazı veriler de bulunmaktadır. Bu verilere dayanarak, insan türünün atalarının iki ayağı üzerinde yürümeye başlamasının, gerek vahşi doğada avcılık yaparken, gerekse klanlar arasında çıkan herhangi bir savaşta bir eliyle bebeğini korurken, diğer eliyle kavgaya tutuşup böylece iki ayak üzerinde durabilme ve hareket edebilme kabiliyetini geliştiren kadınla birlikte gerçekleştiği sanılmaktadır. Ayrıca, avcılık ve toplayıcılık sürecinde cinsiyete dayalı bir işbölümü olduğuna dair herhangi bir bilgi bulunmaması, yani ‘kadın işi’, ‘erkek işi’ diye bir ayrımın olmayışı, kadın ve erkek eşitliğinin varlığına dair düşünceleri pekiştirmektedir. Sonuç olarak, ilkel komünal toplumun bu ilk örneklerinde kadın ve erkek bireyler arasındaki eşitlik, herhangi bir kurallar bütününün buyurduğu, yani ilkel de olsa toplumsal bir formun olduğu politik bir olgudan ziyade, organik bir bütün gibi hareket eden ve etmek zorunda olan klanın hayatta kalabilme mücadelesinin gerekli bir ilkesi olarak ortaya çıkmaktadır.

İlkel komünal toplumun daha sonraki aşamalarında ise, temel olarak iki üretim biçiminin hakim olduğu, dolayısıyla iki yaşam tarzının yaşandığı iki toplum örneği görmekteyiz. Birincisi, yerleşik ve ilkel tarıma dayalı toplumlar; ikincisi, göçebe ve hayvancılığa dayalı toplumlar. Bu iki toplum tarzının ortaya çıkışı, aynı zamanda cinsiyete dayalı işbölümünün de ilk örneklerini doğurmaktadır. Fakat iki farklı toplum tarzındaki cinsiyete dayalı işbölümü farklı iktidar ilişkilerine yol açmıştır. Tarıma dayalı yerleşik toplum, bu aşamasında, kadının bebeğine bakmak için doğanın güvenli bölgelerinde zamanla yerleşik bir hayata yöneldiği ve sonucunda tarımsal üretimi geliştirdiği, erkeğinse klan içerisinde hala avcılık ve toplayıcılıktan sorumlu olduğu toplumdur. Anaerkil olarak da anılan bu toplumsal yapıda kadınların görece önder konumda olmasının tek sebebini, genellikle grup evliliklerinin baskın olduğu bu toplumlarda, soyun kadın üzerinden devam etmesine bağlamak eksik olur. Kadın-erkek eşitliğinin ibresinin bu dönemde kadından yana ağır basmasının en temel sebebi, üretim ilişkilerinde kadının sorumluluğunda olan tarımsal üretimin, erkeklerin sorumluluğundaki avcılık ve toplayıcılıktan çok daha verimli ve üretken olması, dolayısıyla toplumsal hayatın yeniden üretilmesinin temelinde kadının sorumluluğu altında olan tarımın yatmasıdır.

Toplumun hala sınıflara ayrılmadığı bu dönemde, özel mülkiyet ilk haliyle kendini gösterir. Henüz tek eşliliğe geçilmemiş olması, soyun hala kadın üzerinden takip ediliyor oluşu, bu ilkel özel mülkiyet birikiminin, yani mirasın anneden kız çocuğuna aktarımını mümkün kılmıştır. Öte yandan ateşin kullanımı üretimin çeşitlenmesine sebep olmuştur ve bugün birçok kadını köle durumuna düşüren ocağın kullanımı, o dönemde kadınların toplumdaki gücünü pekiştiren bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Kadın, toprağı sadece tarım için işlememekte, ateşi de sadece et pişirmek için kullanmamaktadır. Artık, toprağı ateşte işleyerek yeni araç ve gereçler yaratmaktadır.

Öte yandan hayvancılığa dayalı göçebe topluluklarda, cinsiyete dayalı toplumsal işbölümünün ortaya çıkışı kadının aleyhine sonuçlar doğurmuştur. Hayvancılık toplumsal üretim biçimine karakterini henüz vermemişken, insanlar avladıkları ya da başka bir kabileden yağmaladıkları hayvanları öldürüyor ve anında tüketiyorlardı. Burada hala cinsiyete dayalı bir işbölümünden söz etmek mümkün değildi. Zamanla bu hayvanları canlı olarak yakalamaya başlayan insan, göçebe klanlarda özel mülkiyetin doğuşuna sebep oldu. Baskın üretken emek, bu hayvanları canlı yakalayabilme becerisi iken; bu hayvanların evcilleştirilmesi ihtiyacını karşılayacak emek ikincil bir öneme sahip oldu. Tarıma dayalı toplumda kadının yerleşik hayata geçişini kolaylaştırıp tarımı geliştirmesine yol açan doğurganlık, hayvancılığın gelişip başlıca üretim biçimi haline geldiği toplumlarda kadını hayvanı evcilleştirme sorumluluğuyla birlikte “eve” kapattı. Doğum yapmamış kadınlar bir süre avlanmaya devam etseler de, doğum yapan kadınların canlı yakalanan bu hayvanların evcilleştirilmesi işini üstlenmesi zamanla toplumsal bir karakter kazandı. Tarihte kadın erkek eşitliğinin ibresinin erkekten yana dönmesinin ilk örneği böyle ortaya çıktı.

İnsanlık tarihindeki bu ilkel komünal toplum deneyimlerinden çıkarılacak önemli sonuçlardan birisi, cinsiyete dayalı iş bölümünün tek başına toplumsal cinsiyet eşitsizliğine yol açmadığıdır. Köleci toplum ortaya çıkana kadar, insanlık, binlerce yıl bu üretim ilişkileri içerisinde yaşamıştır. Yukarıda bahsettiğimiz iki temel ilkel komünal toplum aşamasında da özel mülkiyet ilkel biçimiyle var olmakla birlikte, birikim henüz sınıfları meydana getirecek denli etkin değildir. Tüm bu süreç devam ederken, tarımsal üretim ve hayvancılıkta elde edilen birikim daha fazla emek/iş gücü ihtiyacını doğurmuştur. Bunun sonucu olarak, kabileler arası savaşlarda esir alma dönemi başlamış, giderek bundan böyle kölecilik doğmuştur. Kadının toplumsal üretim ve yeniden üretimin bel kemiği olan tarımsal üretimdeki üretken emeği, bundan böyle, yerini köle emeğine bırakacaktır. Benzer bir şekilde, zaten cinsiyet eşitsizliğinin ilk hallerinin oluştuğu göçebe kabilelerde de hayvanların evcilleştirilmesi kölelere bırakılmıştır. Her iki toplum biçiminde de, toplumsal bir karaktere sahip olan ev ekonomisi atomikleşmiş, toplumsallıktan soyutlanmaya başlamış ve tek eşliliğin ortaya çıkmasıyla da pekişerek, özelleşmiştir. Kısacası, aile kurumu, kadını köleleştiren biçimini kuşanmıştır. Ticaretin ilk örneklerinin de ortaya çıktığı ilkel toplumdan köleci topluma geçiş süreci, sermaye birikimin, dolayısıyla sınıflı toplumun da ortaya çıkışıyla eş zamanlı olarak, binlerce yıl sürecek olan kadının da köleleştirilme süreci haline gelmiştir. Kadın ve erkek arasındaki eşitlik hukukunun eşitsizliğe dönüşmesi bu koşullar altında gerçekleşmiştir ve bu noktadan sonra, sınıfsal karakterinden bağımsız düşünülemez; hem sınıflar arasında hem de aynı sınıf içerisinde tartışılmalıdır.

Köleci toplum

Kadının erkeğe tabi olması, köleci toplumda, artık tamamlanış bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır ve kadının üretken emeğinin değersizleşmesi maddi temeli üzerinde gelişmiştir. Burada önemle hatırlatmak gerekir ki, kadının üretken (maddi yaşamı üreten) emeği tamamen ortadan kalkmamış, köle kadınlar üzerinden devam etmiştir. Antik Yunan, Roma, Mısır ve Kartaca Uygarlıkları tarihinde daha belirgin bir şekilde görülen ilk sınıflı toplum, temelde iki karşıt sınıftan oluşmaktadır: Özgür yurttaşlar ve köleler. Elbette zanaatın sürekli gelişmesiyle yüzyıllar sonra başka bir sınıfı doğuracak olan küçük zanaat ustaları ve asil olmayan küçük tüccarlar (özellikle köle tüccarları) da bulunmaktadır. Fakat köle olmayan, yani özgür sayılan bu ara sınıflar, politik olarak –başlıca toprak ve hayvanlarla köleler üzerindeki mülkiyete dayalı– servet birikimini ve askeri gücü elinde bulunduran özgür yurttaşlara tabidir. Biriken servetler ve askeri güç bu özgür yurttaşlar arasında paylaşılmıştır. Oldukça ironiktir ki, kölelik dönemi, aynı zamanda insanlığın kültürel mirası içerisinde, özellikle Antik Yunan’da politik olarak “demokrasi ve eşitlik” kavramlarının da ortaya çıktığı dönemdir. Eşitliğin pozitif kavramı, yani eşitliğe dayanan “eşitlik hukuku”, “yasa önünde eşitlik” ilkesiyle sadece devletin özgür yurttaşları arasında geçerlidir. Yurttaşlık, kişinin elindeki mülkiyet birikimi ve askeri gücünün verdiği bir haktır ve bu hakka, tamamen, yalnızca o devletin erkekleri sahip olabilir. Kadınların özgür sayılma koşulu ise, sadece ‘köle olmama’ durumuna indirgenmiştir. Bu da soylu ailelerin bir parçası olmayı ya da sahibi tarafından kölelikten azad edilmiş olmayı gerektirir. Kadın-erkek eşitsizliği, köleler arasındaysa belirgin olarak kendini ortaya koymaz. Kadın ve erkek tüm köleler, sahipler tarafından sömürülme ve ezilme yönünden eşittir. Hepsi sınıfsal ve cinsel sömürüye tabidir. Fakat bu sömürünün boyutları kadın köleler için çok daha fazla katlanılmaz boyuttadır. Bu durum “özgür” kadınların erkeklere bağımlılığıyla yakından ilişkilidir.

Soylu özgür kadınların soyluluğu ailelerinden kaynaklanmaktadır ki, bu da, babanın ya da kocanın unvanıyla birlikte gelmektedir. Köle sahibi kocaları/babaları dolayısıyla “sahibe” olabilmişlerdir. Bu noktada, özgür kadınların erkek boyunduruğu altındaki “özgürlükleri” ve bu özgürlüklerin dereceleri, söz konusu toplumu önceleyen toplumun tarıma ya da hayvancılığa dayalı olarak gelişimine bağlı olarak da çeşitlenmektedir. Örneğin hayvancılığa dayalı göçebe ve talancı Tatar toplumlarına kıyasla, Roma’daki kadınların hareket alanları ya da yasa önündeki ayrıcalıkları görece daha serbesttir. Romalı sahibeler hiçbir şekilde maddi üretimde üretken emekleriyle yer almazlar. Üretken emek kölelikle özdeşleştirildiğinden insanlığın aşağılanmasını çağrıştırmaktadır. Sahibe ev içi ekonomiyi ve yönetimi idare edicidir. Onlara yakıştırılan iyi bir idareci olmaları, kocalarını mutlu ve hoş tutmaları ve ölümüne sadık olmalarıdır. Aksi takdirde, kocanın takdirine göre boşanmadan tutun, köle olarak satılmaya ya da bazı toplumlarda öldürülmeye kadar çeşitlenen bir ceza mekanizmasına tabi tutulurlar. Erdem ve doğurganlıktan ibaret bir tanımları vardır.

Antik Yunan’da bu algıyı kıran özgür kadınlar da bulunmaktadır. Her ne kadar tek eşlilik yasa altına alınmış olsa da, erkeğin istediği köleye tecavüz etmesi ve metreslere sahip olması toplumsal olarak meşru kılınmıştır. Hetereler, soyluluğun alt kademelerinde özgür doğmuş ya da sahipleri tarafından özgür bırakılmış kadınlardır. Birçoğu bilim ve felsefeye ilgi duyan ve “erdemli” olmayı reddedip evlilik kurumuna meydan okuyan bu Hetereler, her kadın gibi karar verme ve kanun koyma sürecine katılma hakkından yoksun olmalarına rağmen, oldukça önemli politik etkilere sahip olmuşlardır. O dönemde birçok filozofla (Sokrates gibi) felsefi, politik ve bilimsel tartışmalarda yer almalarının yanı sıra iktidara karşı başkaldırıların içerisinde de aktif olarak bulunmuşlardır. Ne var ki, köle ve evli özgür kadınlara göre daha özgür görünen Hetereler de, ekonomik olarak, metreslik yaptıkları erkeklere bağımlıdırlar ve kadının bu toplumdaki yerine karakterini veremeyecek kadar az sayıda ve üretim ilişkilerinden uzaktırlar. Köleci toplum, kölelerin zorla çalıştırılmasına dayanan üretim sisteminin verimsizliğiyle giderek daha da acımasızlaşmış ve bunun sonuncunda, toplumsal değişim, yine üretken emeği hayata geçirenlerin, yani kölelerin mücadeleleriyle mümkün olmuştur.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, kadının ezilmişliğinin cinsiyetler arası karakteriyle sınıflar arası karakteri arasındaki ilişkidir. Sahibe ile kölenin özgür erkeğe göre konumları, kendi toplumsal konumlarını da belirlemektedir. Sahibe erdemlileştikçe, özgür erkeğin cinsel şiddeti köle kadına yönelmektedir. Bu noktada, bu iki kadın arasında doğan çelişki, öte yandan, birini aile hapishanesine, diğerini ise kölelik hapishanesine mahkum etmektedir. Kabaca söylemek gerekirse, sahibe, köle kadını sömürerek, kendi boyunduruğunu da pekiştirmektedir. Dolayısıyla, bu noktadan sonra toplumsal cinsiyet eşitsizliği ya da kadının ezilmişlik sorunu sadece kadın ve erkek (ya da kadın ve …….) arasındaki ikili bir ilişkiye indirgenemez. Ancak üretim ilişkilerinin karakterini verdiği farklı kültürel, coğrafi, sosyolojik vb. unsurlarla çeşitlenen toplusal ilişkiler bütünü ve bu bütün içerisindeki ilişkilerin birbirleriyle olan iç bağıntıları içerisinde analiz edilebilir ve edilmelidir. Ne var ki, özgür kadın, üretim ilişkileri içerisindeki konumlanışıyla, özgürleşme mücadelesindeki tüm donanımlarından soyutlanmış, silahsız bırakılmıştır. Bu nedenle, tarihin bu noktasına tekabül eden kadının özgürleşmesi sürecindeki adım, sahibe tarafından değil, ama köle kadın (ve erkek) tarafından atılabildi.

Feodal toplum

Kölelerin efendilere başkaldırmalarıyla başlayan süreç, barbar akınlarıyla zayıflatılmış şehir devletlerinin ve antik imparatorlukların yıkıldığı bir yönetim biçimine ve üretim biçim ve ilişkilerinin değişmesiyle yeni sınıfsal formasyonlara yol açmış ve feodal (haraçlı) toplumun ilk örnekleri ortaya çıkmıştır. Serfler ve feodal beylerin oluşturduğu tarıma dayalı köy yaşamı ve tüccar ve zanaatkarların yaşadığı kentler ortaya çıkmıştır. Toplumsal formasyona karakterini veren üretim tarzı köy tarımıyken, feodal dönemin sonlarına doğru, ibre, ticaret ve zanaatın önem kazanmasıyla kente doğru kayacaktır. Köleci toplumdaki özgür kadın ve kocası (ya da babası) arasındaki eşitsizlik hukuku ve kadının kale/malikane/şatonun “Hanımı” olarak ev içi ekonominin idarecisi ve sorumlusu olması durumu, feodal bey ve hanımı arasında biçimsel olarak korunmuştur. Verimli topraklar feodal beylerin mülkiyetindedir ve bu topraklar üzerinde kurulu ev işletmelerinin idaresi, bu toprakları işleyen ve bunun karşılığında feodal beye haraç (aynî vergi ya da para) ödeyen serfler, zanaatkarlar, uşaklar ve hizmetliler hanımın komutasında çalışmaktadırlar. Ev ekonomisi ve idarecilik görevi, kadınların okuma-yazma, matematik ve sair yeteneklerinin gelişmesini zorunlu kılmıştır. Ayrıca, çoğunlukla prenslere kısmet olan özel doktorlar, feodal beylik hiyerarşisinin her katmanına nasip olmadığından, kadınlar öteden beri yatkın oldukları şifa bilimlerinde uzmanlaşmış, bu da, hanımın çiftliğinin aynı zamanda köy hastanesi olarak işlev görmesine de yol açmıştır. O dönemde birçok erkeğin okuma-yazma bilmemesi ve Hanımların bu entelektüel üstünlüğü onlara yer yer bazı ayrıcalıklar, özgürlükler ve üstünlüklerin kapısını açsa da, bunlar, çok kısıtlı kaldığından, toplumsal ilişkilere karakterini verememiştir. Genellikle yağma, talan, savaş ve politikayla meşgul olan feodal bey, tüm gelişmişliklerine rağmen, hanımının üzerindeki hakimiyetini korumuş ve pekiştirmiştir.

Serf kadınları ise, sınıfsal eşitsizlik anlamında, erkeklerinden farklı bir konumda değildir. İlk sınıflı toplum örneğinde olduğu gibi, ezilen sınıf olarak serfler, kadın-erkek feodal beyler tarafından sömürülme eşitliğine sahiptirler. Köylü kadının erkeğine olan tabiiyeti, feodal hanımın beyine olduğundan görece daha zayıftır diyebiliriz. Çünkü daha çocuk yaşta sırf sınıfsal çıkarlar için zorunlu evliliklere zorlanan hanımın aksine, köylü kadın, koşullar zorlasa da, aşk evlilikleri yapabilmektedir. Ayrıca, özellikle feodal toplumun ilk aşamalarında, ‘namus’ kavramı, soyluların aksine, köylüler arasında kadın cellatlığı biçiminde gelişmemiştir. Evlilik öncesi ya da dışı cinsel ilişki ya da çocuk sahibi olmak, soylu kadının soyunu kirleten ve cezası ölüme varan bir unsur olarak görülürken, çoğu yerde, köylü kadının aşağılanmasına, ölümcül cezalara çarptırılmasına henüz sebep olmamaktadır. Hatta kimi Avrupa toplumlarında, evlenecek bir köylü kadının, kocasından önce, ‘ilk gece hakkı’ olarak feodal beyle yatması zorunluluğu yüzünden, evlilik dışı ilişki çok daha tercih edilesi bir hal alabilmektedir. Çünkü feodal bey, beğendiği herhangi bir köylü kadın üzerinde onu kullanma hakkına yasal olarak sahiptir.

Köylü sınıfı içerisinde kadın ve erkeğin konumuna gelecek olursak, kadının üretken emeğinin devam ettiğini görürüz. Fakat bu üretken emek, hiçbir şekilde bir değişim değeri bulmadığı için, aile köleliği olarak da değersizleştirilmiştir. Kadın, hem tarlada işçi olarak çalışmakta, hem de ev (küçük çiftlik) içi ekonomiden de sorumlu olmaktadır. Bu durumun köy toplumu içerisinde kısmi özgürlükler sağladığı doğrudur. Örneğin, köy meclislerinde kadınlar da bulunup karar mekanizmasına katılabilmektedir. Kaldı ki, henüz özel mülkiyetin boyunduruğuna girmemiş meralar, çayırlar ve ormanlardan oluşan köy topluluğunun ortak mülkiyeti üzerinde söz sahibi olabilmektedirler. Ya da evlenecekleri erkekleri kendileri seçebilmektedirler. Ne var ki, bu kısmi özgürlükler, küçük toprak ve çiftlik mülkiyetinin yine köylü erkeğe ait olmasından dolayı, köylü kadını da ataerkil boyunduruk altında tutmaktadır.

Feodal toplumda ortaya çıkan bir diğer sınıf ise, kentsoylu tüccarlar ve zanaatkarlardır. Daha çok köy arazilerinin kesişim noktalarında kurulan kullanım mallarının takas edildiği pazarlar, zamanla gelişerek, ticaret merkezleri olarak, kentleri oluşturmuştur. Ticaret, makro düzeyde yabancı malların alım satımı, mikro düzeyde ise zanaatkarların ürettiği malların pazarlarda satılması olarak iki düzlemde gelişmektedir. Büyük tüccar sınıfı içerisinde kadının konumu, soylu kadınlarınkinden pek farklılık göstermez; yine, ev içine hapsolmuş idare sorumluluğuyla esaret altına alınmıştır. Zanaatkarlar arasında ise, durum biraz daha farklıdır. Kent soylu zanaatkarlar, genellikle feodal beylerin köylerdeki barbar yaptırımlarından kurtulmak için kente göç eden köylülerdir ve nüfusun çoğunluğunu kadınlar oluşturmaktadır. Dokumacılık, iplikçilik, terzilik, mumculuk, natırlık, çorapçılık, lokantacılık meslekleri ve pazarlarda yürütülen mikro ticaret (günlük kullanım ve tüketim mallarının alım satımı) kadınların elindedir. Kadın zanaatkarlar, üretken emeklerinden gelen gücü politik bir güce de çevirip, loncalarda oldukça etkin bir şekilde örgütlenmektedir. Örneğin, 14. yy İngiltere’sinde mevcut 500 loncanın 495 tanesinde kadın ve erkek üye sayısının eşit olduğu, hatta diğer Avrupa kentlerinde bazı loncaların tamamen kadınlardan oluştuğu bilinmektedir. Zanaatkar kadınlar, köylerdeki ve malikanelerdeki hemcinslerine göre, çok daha fazla hakka, ayrıcalığa ve politik güce sahiptir. Benzer bir durum, Anadolu coğrafyası açısından da mevcuttur. 13. yy’da Anadolu Selçuklu hakimiyetindeki Kayseri’de, ilk ahi teşkilatıyla birlikte, bu teşkilatın kadın versiyonu olan Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacıları) kurulmuştur. Hatta Avrupa’daki muadillerinden farklı olarak, Bacılar, aynı zamanda silahlı kadın birlikleriydiler. Fakat kadınların üretim ilişkilerine doğrudan katılımından gelen bu güç, yasal anlamda radikal bir dönüşümü beraberinde getirmeye yeterli değildi. Kadınların çırak-kalfa-usta hiyerarşisinin en üst aşamasına kendi emekleriyle çıkmasına izin verilmiyor; kadın, usta unvanını, ancak ölen kocasından miras kalırsa alabiliyor, ama ustalık haklarının hepsinden yararlanamıyordu. Ya da bazı coğrafyalarda, bu unvana hayatı boyunca sahip olma hakkından yoksun bırakılıyordu.

15. ve 16. yy’a gelindiğinde ise, kapitalist sermaye birikimi ilk nüvelerini göstermeye başladı ve zanaatkar ve tüccar sınıfları arasındaki rekabet derinleşti. Bu durumda en zayıf halka yine kadınlar olarak görüldü ve ilk önce hamile kadınların çalışması yasaklanırken, kadınların zanaat üretimine katılımını kısıtlayan bir dizi yasa ve uygulama ardı ardına geldi.

Feodal toplum içerisinde kapitalizmin gelişiminin yanı sıra Ortaçağı kadınların cehennemine çeviren bir başka unsur ise, dindi. Avrupa’da, kilise ve feodal beyler arasındaki rekabetin faturası yine ezilen sınıflara ve kadınlara kesildi. Bu faturanın kadın kısmının başlıca nedenleri arasında, tecavüz, feodal beyin baskısı, kısırlık vb. sebeplerden dolayı manastırlara kapanan kadınların giderek bilim, felsefe ve din alanında etkinleşmesi ve kadının ticaret ve zanaatkarlıkta giderek güçlenmesi yer almaktadır. Öyle ki, bu süreçte panteist rahibelere (Rahibe Hildegard) ya da imparatora karşı cumhuriyet fikrini savunan gayri resmi belediye başkanı kadınlara (Marfa Boretskaya) rastlamak mümkündür. Başka birçok etmenle birlikte, kadınların edindikleri bu sosyal statüler, kilisenin otoritesi için bir tehditti. Sonrasında, kilise, köylerde evlilik dışı çocuk doğuran, malikanelerde şifacılık yapan, kentlerde iplik dokuyan kadınlara karşı bir “cadı avı” başlattı ve binlerce kadını “cadı” olarak mahkum edip, kamu önünde ateşe vererek yaktı. Benzer bir şekilde Anadolu’daki Bacılar öncelikle silahsızlandırıldı. Silahların ellerinden alınması, özgürlüklerini teslim etmelerinin resmi belgesi oldu. Daha sonraları zanaatkarlıkları yasaklanan Bacılar, İslamiyet’in daha da etkinleşmesiyle birlikte dini hayır işlerine sevk edildiler ve nihayetinde teşkilat tamamen ortadan kaldırıldı. Kadının mülk sahibiyle, kadının ruhbanla/ulemayla, kadının bilim “adamıyla”, kadının kocasıyla eşit olması kabul edilir bir şey değildi.

Feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş süreci, kadının ezilmişliğinin birden ve keskin bir şekilde derinleştiği bir süreçtir; çünkü hem zanaatkar, hem köylü kadın kitlelerine uzunca bir zaman dönmemek üzere evin yolu görünmüştür.

Yine de, kadınların bu eve kapanmasını üretken emeklerinin ortadan kalkması olarak algılamamak gerekir. Feodalizmden kapitalizme geçiş süreci birçok karmaşık pratiğiyle birlikte zıtlıkları barındırmakta, var olan karşıtlıkları derinleştirmekteydi. Ticaret sermayesinin gelişimi, belirli bir sermaye birikimiyle birlikte, daha önceleri zanaatkar-tüccar arasındaki siparişle işleyen kısıtlı üretimin ve pazarın genişlemesine sebep oldu. Bu da kapitalist rekabetin ilk biçimlerini ortaya çıkardı ve üretimin yoğunlaşması ihtiyacını zorunlu kıldı. Bu rekabet ortamına dayanamayan zanaatkarlar ve köylüler hızla proleterleştiler. Diğer yandan da, kentlerdeki basit kapitalist işbirliğine dayalı üretimin yanı sıra çeşitli sistemlerle (Kaufsystem, Verlag sistemi) ev sanayisi gelişti. Bugünkü ev eksenli üretim tarzının kapitalist üretim biçimindeki ilk örnekleri bunlardır. Burjuvazi ve aristokrasi arasındaki savaşta ezilen, yersiz yurtsuzlaştırılan, işsizleştirilen kadınlar, kitlesel bir şekilde ev sanayisi altında işçileştiler. Daha önceleri köylülerden haracını çoğunlukla aynî vergi olarak alan feodal beyler, ticaret burjuvazisinin yükselişiyle, önemi artan para sistemine ayak uydurmakta zorlandılar, otoriteleri sarsılmaya başladı. Bu noktada köylüler ve feodalizmde erkeklerin boyunduruğu altında ezilen soylu kadınlar, yükselen burjuvazi karşısında erkek egemenliğini de şahıslarında cisimleştiren feodal beylerin ve Kilise’nin otoritesinin sarsılmasıyla birlikte Reform hareketine katıldılar, destek verdiler. 16.yy’la başlayan kapitalizmin yükseliş süreci Rönesans hareketlerini de beraberinde getirdi. Soydan ya da tanrıdan gelen güç algısına karşı, burjuvazinin, insanın ve insan aklının gücü fikriyle birlikte ortaya attığı “eşitlik” talebi döneme damgasını vurdu. İktisadi ve politik olarak güçlenme sürecini, yasalar önünde eşitlik talepli mücadele izledi. Katolik Kilisesi’nin boyunduruğundan kurtulan bilim ve sanat dalları hızlı bir gelişim gösterdi ve zenginleşen sınıfın kadınları fiilen bu gelişimin içerisinde yer aldılar. Fransız Devrimi’nde kadınlar ve erkekler yan yana saf tuttular. Yükselen burjuvazi, onlara, bin yıllardır özlemini çektikleri bir şeyi vaat ediyordu: Eşitlik. Bu vaat sadece aristokrat ve zengin kadınların değil, yeni ortaya çıkan proleter kadınların da özlemiydi. Fakat aristokrasiyi yıkıp kendi egemenliğini kurmak için ezilen emekçi sınıfların ve bir kısım aristokrat kadınların desteğini yedekleyen burjuvazi, ilerici özelliğini yitirdiği anda, kitlesel ve barbar bir emek sömürüsü düzenini yerleştirdi. Burjuva eşitliği, biçimseldi ve eşitsizliği temel edinmiş görünürdeki bir eşitlikten ibaretti. “Hukuk önünde eşitlik”, gerçek bir eşitliğe dayanmıyor, proleterin burjuvayla eşitsizliği gibi, kadın da erkekle eşit olmamanın yükünü üstleniyordu. Birçok yerde, feodal toplumda kadının yasal mülkiyeti sayılan çeyiz ve miras gibi diğer mülkiyet hakları da hemen kocalara geçirildi. Yerlerinden edilen, işsizleşen, yoksullaşan ve açlıkla savaşan kadınlar fuhuşa yöneldikçe fuhuş için inanılmaz sertlikte yasal cezalandırmalar getirildi. Rönesans ortamının serbestlik rüzgarında ‘bilgeleşen ve politikleşen’ zengin kadınlar, tekrar evlerine, kocalarının dizlerinin dibine yollandı. Kapitalizm, her sınıftan kadının eve hapsiyle birlikte gelmiş oldu; ya kocalarının evine ya da genelevlere.

SANAYİ DEVRİMİ’NDEN GÜNÜMÜZE

Erken kapitalist dönemde, kökenleri zanaatsal ev işinden gelen manüfaktür döneminin ardından, makineleşmeyle birlikte, teknolojik bir sıçrama yaşandı. Üretimde makineleşmeyle birlikte, 18.yy’ın sonlarında ve 19.yy’ın başlarında kapitalizmin ucuz işgücü ihtiyacı kadın ve çocukların kitleler halinde ücretli emek piyasasına sokulmasıyla karşılandı. Bazı yerlerde kadın ve çocukların birkaç saat uyuyabileceği yatakhanelerin olduğu fabrikalarda, üretim, neredeyse hiç durmadan devam ediyordu. Kapitalizmin bundan sonraki aşaması, neredeyse sınıflar arası mücadelenin hiç bitmeyen bir kızgınlık ve ateşle sürdüğü bir sürece girdi. Avrupa ve ABD başta olmak üzere, ileri kapitalist ülkeler, sürekli işçi sınıfının mücadele pratiklerine sahne oldu. 19.yy’ın başlarında ABD’de hızla her yerde tekstil fabrikaları açılıyordu. Bu tekstil fabrikalarında kadınlar kitleler halinde işe alınıyordu. Daha 10-12 yaşlarındayken bu fabrikalarda çalışmaya başlayan küçük kız çocukları ve genç kadınlar, neredeyse yok pahasına çalıştırılıyorlardı. 1836 yılında Lowell Mill’de büyük direnişler ve grevler patlak vermeye başladı. Binlerce kadın ilk defa sokaklara dökülüyor ve “eşit işe eşit ücret” talebini haykırıyordu. Çok geçmeden burada bir kadın işçileri sendikası kuruldu. Benzer bir şekilde, New York’taki dokuma ve tekstil fabrikalarında çalışan çoğunlukla kadın işçilerin “eşit işe eşit ücret” ve 8 saatlik işgünü talepleri yükselmeye başladı ve 40 bin kişilik bir fabrikadaki greve polisin saldırılması sonucu, yine çoğu kadın, 129 işçinin öldürülmesiyle, sınıflar arasındaki kavga daha da çetinleşti (8 Mart). Birçok işçi direnişi kanla bastırılsa da, talepler karşılanmadıkça ayaklanmalar ve direnişler baş gösteriyordu.

İngiltere, Fransa, Almanya da durmaksızın irili ufaklı işçi eylemlerine tanık oluyordu. 19.yy’ın sonlarına doğru Fransa’da patlak veren eylemler, nihayetinde, 1871’de Paris Komünü deneyimini getirdi. Paris Komünü’nün mimarları arasında emekçi ve sosyalist/komünist kadınlar en ön saflarda yer tutuyordu. Paris’in ele geçirilmesinden sonraki günlerde kurulan Paris Savunması ve Yaralılara Yardım Kadınlar Birliği ataerkil sistemin ortadan kalkışının yalnızca kapitalist sistemin yıkılmasıyla mümkün olduğunu savunuyor; cinsiyet eşitliği, “eşit işe eşit ücret”, kadınların boşanma hakkının tanınması, laik eğitim hakkı ve genç kadınların mesleki eğitim hakkı için mücadele ediyordu. Ayrıca, nikahsız birliktelik yaşayan kadın ile nikahlı kadın arasındaki, meşru ve gayrimeşru çocuklar arasındaki farkların ortadan kaldırılması o dönemin en ileri taleplerindendi. Fuhşun tüm kurumlarıyla birlikte ortadan kaldırılması gerektiğini de savunan Kadınlar Birliği, aynı zamanda silahlanarak, barikatlarda savaşmıştır. Paris’te süren iki aylık komün süresince, Lyon ve Grenoble’da da günler süren ayaklanmalar yaşandı. Yaşanan bu ayaklanmalar birçok romana konu olmuş, özellikle de kadınların “eşitlik” hakları için nasıl savaştıkları görülmüş ve hemen herkes tarafından teslim edilmiştir.

20.yy’a gelindiğinde ise, bir yandan emekçi kadın hareketi ilerlerken, bununla birlikte aydın ve orta sınıf kadınlar da “yasa önünde eşitlik” için kampanyalar örgütlediler. Bu kampanyaların başlıca talepleri; kadınların eşit bir yurttaş olarak seçme ve seçilme hakkının tanınması, medeni kanun düzenlenerek kadınların evlilik sözleşmesindeki mağduriyetlerinin giderilmesi, boşanma hakkı, eşit ücret hakkı idi. Avrupa’nın hemen her ülkesinde 20.yy’ın başında bu taleplerden en az birini merkeze alan burjuva kadın dernekleri kurulmuştu. Bunca mücadeleye rağmen, bu ülkelerin çoğunda, bu haklar yasal olarak 1960’lardan sonra tanınmıştır ve hala dünyanın birçok yerinde tam eşitlik sağlanabilmiş değildir. Zaten bir dönem emekçi ve burjuva kadınların mücadeleleri ortaklıklar gösterse de (ABD’de ve İngiltere’de örgütlenen kitlesel seçme ve seçilme hakkı kampanyalarında olduğu gibi), “eşitlik” kavramına bakış, sınıfsal farkını ortaya koymuştur. Emekçi ve sosyalist kadınlar, her gün bilfiil yüz yüze geldikleri kapitalist emek sömürüsünün, cinsel sömürünün ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin sadece yasalar önünde, kağıt üzerinde kalacak bir eşitlik anlayışıyla çözülemeyeceğinin farkına varmışlardır. Gerçek eşitlik ve yasa önünde eşitlik ya da fırsat eşitliği arasındaki ayrım, kendisini, elbette ki bu döneme damgasını vuran Büyük Ekim Devrimi ve SSCB’nin kuruluşu/inşası ile açık bir şekilde ortaya koymuştur. Gerçek eşitliğin sağlanması için, toplumsal ilişkilerin tümünde eşitsizliğe dayanan ve sadece biçimle sınırlı olan eşitlik hukukunun maddi koşullarının ortadan kalkması gerekmektedir.

 

SSCB VE GERÇEK EŞİTLİK

1917 Ekim Devrimi’nin ilanını takip eden birkaç gün içerisinde çıkan ilk yasalar, kadın ve erkeklerin eşitliğinin koruma altında alınmasına yöneliktir. Fakat bugüne kadar binlerce yıldır hüküm sürmüş bir ilişkiler sisteminin ortadan kaldırılması o kadar kolay olmamıştır. İnsanlık tarihi boyunca, tartıştığımız her toplumsal formasyonda, kadının sosyal statüsü, onun üretim araçları ve ilişkileriyle olan ilişkisi ve konumunca belirlenmiş, başkaca kültürel ve sosyal etmenlerle çeşitlenmiş ya da derinleşmiştir. Dolayısıyla, gerçek bir eşitliğin ilk koşulu, kadınların tamamını kapsayacak şekilde üretken emek gücüne katılımının sağlanmasıydı. Sosyalist devlet, hem daha önce erkek işi olarak tarif edilegelmiş birçok iş sahasını kadın emeğine açarak kadının bağımsız çalışma hakkını tanımış, hem de cinsiyet temeline dayalı ücret sınıflandırmasını derhal ortadan kaldırmıştır. Hayata geçirilen ilk ilkelerden biri olan “eşit işe eşit ücret” ilkesinin “herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre” ilkesiyle biraradalığı, sosyalizmin ilk zamanlarında kadınlara oldukça güç koşullar yaratmıştı. “Kadınların çok önemli bir bölümünün okur-yazar dahi olmadığı, herhangi bir mesleki eğitimden geçmediği ve sair durumda, ‘herkese yeteneğine göre’ ilkesi tabi ki bireylerin başka koşullarda gerçekleştirebilecekleri ‘yetenekler’i değil, andaki durumu çıkış noktası yapmakta, dolayısıyla kadın ile erkek arasında bu alanda var olan eşitsizliği bir vuruşta ortadan kaldıramamaktaydı. Öyle ki ‘eşit işe eşit ücret’ ilkesi uygulamaya konmasına rağmen, 1918 yılında kadınların ortalama ücretleri erkeklerin ortalama ücretinin ancak yarısı kadardı.[2]

Sosyalist rejimin ilk aşamalarında kadın ve erkek ücretleri arasındaki farkın tek kaynağı kadınların emeğinin çoğunlukla vasıfsız emek olması değildi. Ayrıca kadınlarla erkeklerin o ana dek yoğunlaştıkları sektörler farklıydı; kadınlar tekstil sektöründe yoğunlaşırken, maden ve metalcilik sanayisinin iş gücünün tamamını erkekler oluşturuyordu. Her ne kadar devlet istihdamın her alanını kadına açmış olsa da, bin yılların getirdiği alışkanlıkları yenmek, istikrarlı, disiplinli ve yoğun bir çabayı gerektiriyordu. Sovyetler Birliği Komünist Partisi, emekçi kadınlar içerisinde örgütlenmek üzere, kadın militanlarını dört bir yanda görevlendiriyordu. Nitekim 8 yıl gibi kısa bir süre içerisinde, tekstil sektörü ile metal sektöründeki ücret farkı %50’den %37’ye düşürülebildi. 1929 ile 1930 yılları arasında, sadece bir yıl içerisinde, üretime çekilen kadın, tüm emekçi kadın kitlesinin %10’u oranında artırılabildi.

Kadınların, yukarıda bahsedilen iki ilkenin hayata geçmesi koşullarında, adil bir şekilde üretime katılmasının ilk ön koşulu, kadın emeğinin kalifikasyonuydu. Çalışma Halk Komiserliği organları tarafından eğitim verilen kadınların sayısı, 1928/29’da 30.000 iken, hemen bir yıl sonra, 1929/30’da 70.000 oldu. 1931 yılı planlarında ise, yarısı sanayide istihdam edilmek üzere, 329.000 genç kadının eğitimi yer almaktadır. Ayrıca, bir dizi sektörde (ticaret, ulaştırma, belediye hizmetleri), yıllık planlamalarla, erkek emeğinin yerine kadın emeği geçirilmiştir (satıcılık, kondüktörlük, makinistlik vb.). Zannederiz ki, hiçbiri, kadınların inşaat ve metalcilik sektörlerinde eğitim görüp, bu sektörlerde sadece kadın işçilerden oluşan tugaylar tarafından yapılan işler kadar etkili olmamıştır. Kadınların tüm bu sektörlerde çalışma yaşamına katılmalarından önce, İş Emniyeti Enstitüleri kadınların sağlığının bu çalışma koşullarından zarar görüp görmeyeceğine dair araştırmalar yapmış ve kadın istihdamı, bu araştırmaların sonuçları ışığında hızla kalifiyeleştirilmiştir. Ekim Devrimi’nin okuryazarlık oranı açısından kısa sürede gösterdiği başarı ise, destansıdır. 1920 yılındaki istatistiklere göre, toplam nüfusun %68,1’i, toplam kadın nüfusunun da %75,6’sı okuryazar değildi. 1930’lu yılların sonlarına gelindiğindeyse, toplumun %99,9’u okuryazar hale gelmişti.

Ev angaryasının toplumsallaştırılması ise, devrimin hemen ertesinde gerçekleştirilmeye başlanan ilkelerden biriydi. Ne var ki, çocuk-yaşlı-engelli bakımı, çamaşırhaneler, kreşler, aşevleri gibi ev hizmetlerinin toplumsallaştırıldığı kurumlarda, ilk elde, yine “cinsiyete dayalı bir işbölümü” ile yola çıkılmış, okuryazarlığı olmayan ev kadınlarının çoğu, ilk elde buralarda istihdam edilmiştir. Bu duruma eleştirel yaklaşımlar olabilir. Ancak, derhal çözülmesi gereken bir problemi en pratik şekilde çözmüştür, sosyalist devlet. Hem ev işini toplumsallaştırmış, hem de ev kadınını proleterleştirmiştir. Bu cinsiyetçi işbölümünün ortadan kalkıp eşitlikçi bir yapıya kavuşması içinse, hızla kadın emeğinin kalifiyeleştirilmesi çalışmalarına girişilmiştir. Bu sorunu, her yerde “Her Okuryazar Bir Okuryazar-Olmayanı Yetiştiriyor” kampanyasıyla 10 yıllık bir sürede çözebilmiştir. O dönemde, Parti, Jenotyel denilen kadın birliklerini, kadın emeğinin kalifiyeleştirilmesi, gerçek eşitliğin pratikte sağlanması için mücadele yürütmek üzere emekçi kadın kitleleri arasında görevlendirmişti. Örneğin, Jenotyeller bir tekstil fabrikasında okuryazar olmayanların oranının yüksek (%30) olduğunu tespit ediyor ve hemen orada “Kadın tekstil işçileri, gelin cahilliği yenelim” kampanyaları başlatıyor; ülke baştan başa ajitasyon trenleri ve arabalarıyla geziliyordu.

Bu cinsiyetçi-olmayan işbölümünün 1930’lu yılların sonunda ciddi bir aşama kaydettiğini söyleyebiliriz. SSCB MYK, mesleki eğitim veren okullarda kalifikasyona tabi tutulan öğrencilerin %50’sinin kadın olması zorunluluğu getirmişti. Üretim ve eğitimin bir arada yürütüldüğü sosyalist rejimde, 1931’de, tüm kadınların %30’u yüksekokullarda öğrenim görmekteydi. Aynı dönemde, bu oran, Almanya’da %17 idi. Temel kalifikasyon eğitimi alan kadın işçiler, daha sonraları yüksek kalifikasyon eğitimlerine başvuruyor, emeklerinin kalifiyeleşme sürecini ilerletiyordu. Bu durum, kömür madenciliği, petrol, demir cevheri sanayi, ağır demir sanayi, elektrik sanayi gibi, kapitalist toplumda sadece erkeklere yakıştırılmış sektörlerde, hızla kadın işçi istihdamının artmasına yol açıyordu. Örneğin, 1912 yılında maden-makine sanayinde çalışan kadın sayısı 15 bin iken (%4,2), 1935 yılında bu sayı 319 bine (%24) çıkarılmıştır.

Sovyetler Birliği’nde aile ve evliliğe ilişkin ilk yasa tasarısı çalışmaları, “savaş komünizmi” koşullarının artık sona erdiği 1920’li yılların başında, tam olarak da 1923 yılında başlamıştır. 1925 yılında, Tüm Sovyetler Merkez Yürütme Komitesi’nde ana hatlarıyla oylanmış, fakat yürürlüğe konması için 1 yıl süren bir tartışma süreci yaşanmıştır. Yaşamın her alanında, işyerlerinde, okullarda, sendikalarda, kooperatiflerde, köylerde, Sovyetlerde vb. tüm halkın doğrudan katılımıyla yürütülen tartışmalar sonucunda, 1926 yılında yürürlüğe konmuştur. Buna göre, resmi evlilik ve fiili evlilik arasındaki yasal eşitsizlikler ortadan kaldırılmış, eşler arasındaki mal ayrılığı ilkesi, kadınların bu durumlardaki muhtemel mağduriyetlerine karşı önlem alınması için “eşler arası mal ortaklığı” ilkesiyle değiştirilmiştir. Evlenme ve boşanma kolaylaştırılmıştır. 1933’te resmi evliliğin olmadığı birlikteliklerden doğan çocukların gayrimeşruluğu ortanda kaldırılmıştır. Kadınlara tam ücretli gebelik izni hakkı tanınmaktadır, doğumevi, kreş ve çocuk yuvası devletin sorumluluğu altındadır. 1940’lı yıllara gelindiğinde ise, Hitler Faşizmi’nin Sovyetler Birliği’ne saldırmasıyla, 1944 kararnameleri gündeme gelmiş, savaştan zarar görebilecek kadınların tam korunması için kurallar konmuştur. 1945’te, artık yüksekokullarda öğrenim gören nüfusun yarısı kadındır

Bu ve bunun gibi bir dizi uygulama daha sayılabilir, uzun uzun listeler yapılabilir. Fakat burada görülmesi gereken mesele şudur ki, gerçek bir toplumsal cinsiyet eşitliğinden söz edebilmek için, öncelikle bunun maddi koşullarının yaratılması gerekir. Kadın-erkek eşitliği, SSCB’de, esasta gerçek eşitlikle sağlanmıştır. Fakat kadın ve erkeğin nihai kurtuluşu ve özgürlüğü, devlet mekanizmasının sönümlendiği, devletin Engels’in de öngördüğü şekilde hiçbir şekilde kişiler arasındaki aşka ve cinsel birleşmeye müdahale etmediği komünizmde mümkündür. Yukarıda sayılan eşitlik koşullarının hiçbirinin kapitalist toplumda gerçekleşmesi mümkün değildir; bu toplumlarda, yasalar önünde bile kadın erkek eşitliği sağlanamamıştır. Ancak bugün kadın ve erkek arasında tam bir eşitliği savunmak, “eşit işe eşit ücret”, kayıtsız şartsız tam sosyal güvence, 8 saatlik iş günü, ücretsiz doğumevi, kreş, çocuk yuvası gibi taleplerle birlikte kadın-erkek arasındaki eşitsizliğin ortadan kalkmasının maddi koşullarının hayata geçirilmesini talep etmekle olanaklıdır. Kitlelerin kavraması bugün açısından zor olsa da, aslında kadınların bugünkü gündelik gibi görünen bütün bu talepleri, tek bir talebi zorunlu kılmaktadır; kadınlar sosyalizmi talep etmektedir.

Kaynakça

1. Engels, F. (1995), Anti Dühring, Sol Yayınları, 3. baskı, Ankara

2. Engels, F. (1998), Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, 11. baskı, Sol Yayınları: Ankara

3. Kollontai, A. (2000), Toplumsal Gelişmede Kadının Konumu, İnter Yayınları: Ankara

4. Özgür, G. (1993), Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu: Tavuk kuştur, kadın insandır”, 1. ve 2. cilt, Dönüşüm Yayınları: İstanbul


[1] Engels, Anti-Dühring, sf. 116

[2] Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadının Kurtuluşu, cilt 1, sf. 49

Doğu Batı Arasında Kadın

Kader size üç acı pay ayırdı:

İlki bir köleyle evlenmek,

İkinci bir kölenin annesi olmak

Üçüncüsü, bütün hayatınız boyunca bir köleye itaat etmek,[1]

Rus şair Nekrassov’un bu dizeleri, anaerkil dönemden sonraki tarih boyunca kadının durumunu en trajik haliyle ortaya koyuyor. Ortaçağ dönemi boyunca hem Avrupa’da hem de Doğu toplumlarında oldukça sancılı süreçlerden geçen kadın, modernleşme sürecinde de, her iki alanda bu sancılardan kurtulamamıştır. Bu sunumda, Batı ve Doğu toplumlarında din ve sosyo-ekonomik koşuların kadının konumunu nasıl belirlediği, hangi süreçlerden geçtiği yönünde bir ilk bölüm olacak, ve sonrasında, modernleşen Batı’nın geleneği koruyan ‘kara çarşaflı’ Doğu’yu liberal oryantalist bir bakış açısıyla eleştirmesinin altı ne kadar boş bir kritik olduğu ortaya konacaktır.

HIRİSTİYAN BATI MÜSLÜMAN DOĞU’YA KARŞI

Ortaçağ ve sonrasında, Aydınlanma dönemi Avrupası’nda kadının toplumsal kimliği üzerindeki dinin etkisi ve baskısı üzerinde durmadan önce, İncil’de kadının yeri üzerine bir şeyler söylemek gerekir sanırım. Her şeyden önce Tanrı’nın oğlu İsa’yı doğuranın bir kadın olması, salt doğurganlık üzerinden de olsa, kadına kutsal bir saygınlık kazandırmaktadır. Fakat atlanmaması gereken bir noktadır ki, Meryem erden bir kadındı. Kadına kutsallık ya da saygınlık vasfı bekâretini koruduğu sürece atfedilmişti. Zina ise, tüm dinlerde olduğu gibi, en büyük günahlardan sayılıyordu. Kendisinden önce gelen Tanrı’nın elçilerine zıt olarak, İsa, zinayı sadece kadınların ölümcül cezalara çarptırıldığı bir suç olmaktan çıkararak, erkeklere de ceza verme sebebi olarak sunmuştur. Zinanın tarifini öyle genişletmiştir ki “Her kim ki bir kadına istek duyarak bakarsa, o anda yüreğinde onunla zina etmiş olur.[2] diyecekti. Daha önce Musa’nın zina eden kadınların öldürülmesini salık vermesi, İsa’nın bu yeni zina kavramıyla alt üst olmuştur. O dönem, kadın o kadar aşağı görülen bir varlıktır ki, sinagogların kapısında, “Tanrım beni kadın olarak yaratmadığın için sana şükürler olsun.” gibi yazılar yazmaktadır. Evlilik kurumunun da yeni bir anlam kazanması söz konusudur. Geçmişte kadın bir erkeğe verilirken, babasının hükümranlığından çıkıp kocasının kölesi olmakta iken, bu yeni dinin sözcüsü, kadın ve erkeğin bir bütün olabilmek için yaratıldığını buyurmaktadır. Bu nedenle de evliliği kutsamakta, zina dışında herhangi bir nedenle boşanmayı Tanrı’ya karşı gelmek olarak tanımlamaktadır. İsa’nın anıları arasında zina eden bir kadının bağışlanması bile söylenegelmiştir. Kadınlara atfedilen diğer bir kutsal saygınlık ise, İsa’nın öldükten sonra dirilişinde, ilk olarak yasını tutan kadınlara görünmesidir.

Buraya kadar, İsa ile gelen yeni din anlayışı, kadınlara gayet ılımlı yaklaşıyor görünmektedir. Zaten günümüz Hristiyan misyonerlerinin birçoğu, İncil’i, bu yönüyle, insan haklarını tanıyan bir anlayış olarak savunmakta; hatta İsa’nın iyi bir feminizm destekçisi olduğunu savunacak kadar ileri gitmektedir. Fakat Batı’nın geçmişinde, şeytan olduğu iddia edilen birçok kadının infazı bulunmaktadır. Bu düşünceyi tetikleyen en önemli faktör ise, yaradılış teorisidir. Buna göre, Tanrı dünyayı altı günde yaratırken, beşinci gün Adem’i yaratmıştır ve o uyurken de, kaburga kemiğinden Havva yaratılmıştır. Yasak meyveyi yemek için erkeği baştan çıkaran kadın olmuştur. İşte Ortaçağ karanlığında, kilisenin erkekleri aklayacak sebebi keşfedilmiştir. Kadın baştan çıkarır, şeytan kadın suretinde görünür ve erkeği zinaya sürükler. Bu nedenle, erkeğin tek günahı zayıf bulunmak ya da zaafı olmak olabilir. Bu dönemde, fakir köylü kadınlarının kiliseden yemek yardımı alabilmek için, kilisedeki rahipler, yamaklar ya da aşçılarla cinsel ilişkiye girdiği bilinmektedir. Buna karşılık, erkeğe atfedilen suç şeytana uymakken, ekmek için kendini satan kadın, şeytanın ta kendisi olmaktadır ve en ağır şekilde cezalandırılmalıdır. İncil’in sözde tüm ılımlı yaklaşımlarına rağmen, köleci ve feodal toplumda da, Batı, kadını erkeğin zimmetli bir eşyası olarak ortaya koymuştur.

Kuran’da ise, kadının durumu çok daha vahimdir. Yarım akıllı, kendini bilmez beyinsiz bir yaratık olarak bahsedilen kadın, erkeğin üstünlüğü karşısında eğilmek zorunda bırakılmıştır. Kadın, mehir adı altında veliliği satın alınan bir kuldur. Erkeğini, o istediği takdirde, başka kadınlarla paylaşmak zorundadır. Adet dönemlerinde kirli olarak nitelenen kadın, biyolojik özelliklerinden kaynaklı bile olsa, ikinci sınıf insandır. İslamiyet, Hıristiyanlık’tan öteye geçerek, kadının toplum içerisindeki ve cinsellikteki yeri dışında ekonomik ilişkilerdeki yerini de belirlemekte, erkeğin yarısı kadar miras hakkı tanırken, mal varlığı üzerindeki söz söyleme yetkisini de, kadının bağlı bulunduğu erkeğe, kocası ya da babasına vermektedir. Boşanma için zina dışında birçok sebep gösterebilen erkeğe nazaran, kadın, yalnızca, kocasının erkeklik görevini yerine getiremediği takdirde boşanma talebinde bulunabilir ve nafaka hakkı ortadan kalkar. Batı’nın Müslümanlığın simgesi olarak sunduğu başörtüsü ise, kadını ayak ve el bileklerine kadar sarmalı ve yalnızca yüzünü gösterecek şekilde açıklığa izin vermelidir. Hıristiyanlıktaki şeytana uyarak zina işleme mantığı, burada da hâkimdir. Aslında bu kapanış tarzı, Hıristiyan rahibelerini hatırlatmıyor değil.

Kendisini insan haklarının merkezi olarak gösteren Batı’nın, Hıristiyanlığı, modernleşmeye göre ehlileştirmeye çalıştığı aşikâr. Fakat din temelinde baktığımızda, iki farklı din de kadın konusunda hiç de insaflı değildir. Demek ki, modern taraf ve gelenekçi taraf arasındaki bu uçurum, her ikisinin, dininin buyruklarının ötesinde bir temellendirilmesini gerektirmektedir.

SOSYO-EKONOMİK GELİŞMELERİN DOĞU VE BATI KADINININ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

Ortaçağ’da dinin toplumsal işleyiş üzerindeki bu etkisi, Aydınlanma, burjuvazi ve işçi sınıfının doğuşu ile dağılmıştır. Özel mülkiyet sahipleri ile kilisenin çıkarları çatışmaktadır ve bu gerilim, burjuvazinin işçileri ve halk kesimlerini de arkasına alarak ayaklanmasıyla doruğuna ulaşmıştır. Kapitalizm öncesi kadına bakış, onların politik bir topluma değil, geleneksel bir aileye ait oldukları yönündedir. Tanrı ya da tabiat, onları, kamu hizmetleri için değil, ev işlerini halletmeleri ve çocuk doğurarak hem işgücü hem de soyun devamını sağlamaları için yaratmıştır. Kapitalizm, beraberinde, bu geleneksel anlayışı büyük ölçüde yıkarak gelmiştir. Özellikle makineleşme ile birlikte, artık, daha cılız ya da makineyi işletebilecek kadar güçlü, fakat daha ucuz emek gücüne ihtiyaç doğmuştur. Bu gelişme de tarih sahnesine kadın ve çocuk emeğini çıkarmış, onları da işçi sınıfının bir bileşeni olarak ortaya koymuştur.

18. yy’ın sonları ve 19.yy Avrupası’nda, iplik ve dokuma tezgâhı işverenleri, kadın ve çocukları işe alıyordu. Çünkü onlar daha iyi çalışıyor, daha az ücret alıyordu. Ayrıca içinden çıktığı dönemin koşulları itibariyle kadın, henüz özgürlük kavramından çok uzak, silikleştirilmiş bir öğe olarak görülüyor ve kapitalizm bu durumdan alabildiğine faydalanıyordu. 1831’de, Lyon’da, ipek işleyen kadın işçiler, sabah 5, akşam 11, günde 18 saat çalışıyorlardı. Sağlık koşullarının çok kötü olduğu nemli ve pis ortamlarda çalışan bu işçiler arasında verem çok yaygın bir hastalıktı. Daha önce kadını eve hapseden Batı’nın feodal toplumunda kadın baba ve kocanın himayesindeyken, kapitalizm geliştikçe, patronun himayesine geçti. Traji-komik olan durum, artık baba ve kocanın, kadınıyla aynı efendiyi paylaşmasıydı. Sefalet yüzünden, “Kadının yeri evidir” zihniyeti çökmüş, eve daha çok gelir girsin diye seri çocuk üretimine girişilmiştir. Büyüyen kapitalizmle artan proleter ordusunun yaşam koşulları ise, sefalet, alkolizm, ahlaksızlık, ailenin çöküşü, ruhi ve maddi bozukluktur. Fuhuş hiç olmadığı kadar artmıştır. Vardiyalı ve uzun saatlere varan ağır çalışma koşullarında kadın ve erkek evde birbirini göremez olmuş, evlilik dışı cinsel ilişki çok yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Bu da, ilk başta ailenin çöküşünü, diğer yandan da, Batı halklarının dinden kopuşunu gerçeklemiştir. Burjuvazi, bu insanlıktan uzaklaşmış yaşam koşullarındaki yozlaşmanın faturasını halka yüklemeye çalışmıştır. Bu durumu, Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı kitabında şöyle eleştirir: “İnsanları ancak, hayvana yakışan bir durumda bırakırsak ya isyan eder ya da hayvanlığa kapılırlar. Burjuvazinin işçi sınıfının yüzüne cinsel kabalığını vurmaya herkesten daha az hakkı vardır.[3] Bu sefalet koşullarını tüm çıplaklığıyla anlatan Emile Zola’nın Germinal adlı kitabında, çocuğunun yaşamını devam ettirmek, bakkala borç yazdırabilmek için bedenini satan anneler ya da beğendiği bir elbiseyi alabilmek için bile fuhuş yapan genç kızlar görürüz. Kadının ev hapishanesinden sokak cehennemine düşmesi, başta, onu tutsak kılan ikinci bir alan olarak tanımlanabilir. Ancak kadının kendi özgürlük mücadelesini vermesinde bu koşulları deneyimlemesi oldukça etkili olmuştur. Öyle ki, 1871 Paris Komünü’nde birçok erkekten çevik davranıp, barikatlar kurarak komünü savunmuşlardır. Ya da İspanya’da iç savaş döneminde, insanlık dışına itilip toplumca dışlanan, fakat erkeklerin arka bahçe haremi olan fahişelerin silahlanıp bölükler oluşturarak, düzenli bir kuvvet oluşturdukları gözlenmiştir. Hatta bu süreçte, kendi öz örgütlülüklerini bile yaratmaya başlamışlardır. Paris’in Korunması ve Yaralılara Yardım Kadınlar Birliği, bunlardan en güçlü olanıdır. Kapitalizmin sefalet koşullarında cinsel ve sınıfsal sömürüye maruz kaldığının bilincine varan kadın, ezilen sınıfın ezen sınıfa karşı başkaldırısında etkin bir rol oynamadığı takdirde, işçi sınıfının özgürleşemeyeceğinin, böyle bile olsa, kendinin özgürleşemeyeceğinin ayırdındadır.

Kadının kapitalizmdeki bunalımına, bu dönem farklı yaklaşımlar sergilenmiştir. Bunlardan ilki, 19.yy burjuva feminizmidir. George Sand, koca otoritesine karşı aşk özgürlüğünü savunarak, serbest aşk hakkı gibi yeni görüşler ortaya koymuştur. “Hayatını yaşa!” sloganıyla hareket eder. Ortalama 14–15 saatlik iş günü koşullarında ise, aşkın hangi arada özgür kılınabileceği sorusunu orta yerde bırakmıştır.

Freud’un yaklaşımı ise, ele aldığı konu bakımından pek farksızdır. İki görüşte, kadının özgürlüğünü, cinsiyete ya da cinselliğe indirgemiştir. Kadını, salt doğurganlık özelliğine hapseden zihniyetten alır, ancak toplumsal ve ekonomik koşullardan soyutlayıp cinsiyete hapseder. Kadının mutsuzluğuna deva olarak hiçbir şey gösteremez. Psikanaliz, sadece, kadının bireysel gibi görünen sorunlarını bilince çıkarttığını savunur.

Batı feminizminin en temel isimlerinden biri olan Simone De Beauvoir ise, bir varoluşçu olarak, kadını erkeğin zıddına koyarak, aslında kadın olanı erkek olana göre tanımlar. Erkek, sebep olan ve mutlak olandır. Kadının yazgısı üzerinde belirleyici olandır. Kadın ise, erkeğin ötekisi’dir. Ve kadın, ancak, bu bağıl tanımlılıktan kurtulduğu ölçüde özgürleşebilir. Bunun yolu da, bu ötekilik halinin zirve noktaya ulaşmasından geçmektedir. Böylece kadın, erkek için değil, kendi için yaratıldığının farkına vararak, kendini bulacak ve gerçekleştirecektir. Bu feminist tez ise, kadını özgürlük mücadelesinde yalnızlaştırmakta, biraz daha uçlaştırırsak, onu, erkeğine karşı bireysel mücadeleye itmektedir.

Günümüze yaklaşırken, Avrupa’da, faşizm koşulları altında Hitler’in başını çektiği 3. Almanya parlamentosunun 3 K kadın tarifi ise, özgürleşme mücadelesinin tüm kazanımlarının gerisine düşüldüğünü ortaya sermektedir. “Kirche, Küche, Kinder” – “Kilise, Mutfak, Çocuklar”. Faşist diktatörlük şartlarında, kadınlar yeniden evlere hapsedilmeye çalışılmış, tüm politikleşme süreci unutturulmaya uğraşılmıştır. Faşizmin kadına yaklaşımı da bu şekildedir.

Unutulmaması gerekir ki, 20.yy’da, kapitalizmin karşısında en güçlü düşmanı sosyalizm durmaktaydı ve git gide daha çok yandaş kazanmaktaydı. Feodal üretim ilişkilerinin bunalımından kendini kurtarmaya çalışan emekçi sınıfın bunalımı kapitalizmin sömürü çemberinde daha da derinleşmiş ve tam da bu dönemde, karşısına, kendisinin iktidar olduğu bir yaşam çıkmıştı. Sovyetler Birliği’nin birçok Avrupa ülkesine işçi haklarını dayattığı, bugün Avrupalı liberaller tarafından bile kabul edilmektedir. Sosyalizmin bu ilerleyişine karşı kapitalizm en saldırgan silahı faşizm ile cevap vermeye kalkıştığında ise, birçok yerde direnişlerle karşı karşıya kaldı. Faşizme karşı halkların bu mücadelesinde kadınların rolü yadsınmayacak derecede teslim edilmelidir. Yaşanmış bir deneyim olarak, sosyalist bir sistemde kadının konumuna, Doğu toplumlarını da irdeledikten sonra değinelim.

18.yy’a kadar kendi içine kapalı olan Arap toplumu, Batı’da kapitalizmin emperyalist dönemine geçmesiyle birlikte, Batı’yı sömürge işgalleri ile tanıyor. Hıristiyan Batı’nın zorla topraklarına yerleşmesi, Doğu’nun, yeni olan ile geleneksel olan arasındaki gerilimde bocalamasına neden oluyor. Bu dönem öncesinde kadının toplum içindeki konumu, üç ayrı sınıf etrafında toplanabilir. Birincisi, göçebe yaşayan Bedevi kadınlarıdır. Kabilenin malı sayılan ve onun gözetimi altında olan göçebe kadınlar, sığır sağımı, eğirme, dokuma gibi üretim ilişkileri içerisinde bulunma ve hareket alanının geniş olması bakımından en özgür kadın tipi sayılabilir. Savaş halinde ise, erkekleriyle kurduğu ilişki, onu nidalarla savaşa yollama, yenilgi durumunda teselli etme bazında İslamiyet’in çizdiği köle görünümünden çok, yoldaşça sayılabilir. İkinci grup, köylü kadınlardır. Faaliyet ve hareket alanı, geniş aile ile sınırlıdır. Bir yandan ev içi emek, diğer yandan tarım ve dokuma işçisi olma özellikleriyle üretim ilişkilerine doğrudan katılırlar. Durumu en trajik olan ise, şehirde yaşayan kadındır. Aile reisinin boyunduruğunda, mülkiyeti olan, ama onun üzerinde söz söyleme yetkisi ait olduğu erkekte olan, temel uğraşları çocuk doğurup yetiştirmek olan bu kadınlar, hiçbir şekilde üretim ilişkileri içerisinde bulunmadılar veya herhangi bir devlet kademesinde resmi görev üstlenmediler. Genelde, 12 yaşında anne, 24 yaşında büyükanne olarak, 5 nesillik bir soy ağacı boyunca yaşarlardı. Okuma-yazmaları olmayan bu kadınların oyalanmak için uğraştıkları şeyler ise, evlere gelen süs eşyası satıcıları, falcılar, güzellik, kına, dövme gibi şeylerdir. Erkeklerinin denetimi altında hamama gidip, oğullarına kız beğenip evlilikleri bağlamak da, kadınların toplumsal görevleri arasında sayılmaktadır. Farklı koşullansalar da, üç tür kadın da, uysal, itaatkâr olmak zorunda olan fiziki kölelerdir. İsyanın cezası ise çok kesindir: Ölüm. Canlı hiçbir şeyden destek göremeyen kadın, umudunu batıl inançlara meyledip, türbe, yatır efsaneleri türetti. Tabii buna tezat bazı durumlar da vardı. Örneğin 18. yy. Mısır’ında, kendilerine tahsis edilmiş topraklara sahip asker kadınların varlığı, yer yer harem isyanlarında evin reisinin dövülerek evden kovulması gibi nadir durumlar söz konusu olsa da, bu iç mücadele dinamikleri hem sayıca çok az, hem de diğer kesimlerden yanıt bulmayan bir çabaya dönüşüyordu. Henüz batılılaşmanın gündemde olmadığı bu koşullarda, devlet, işlerin genel örgütlenişi ile meşgul olurken, cılız endüstri köylüleri kiralıyor, işgücü için göçebeleri yerleşik hayata zorluyordu. Evlilik, sünnet, ölüm törenleri, bazı kabilelerde kadın sünnetleri gibi gelenekler muhafaza ediliyor, kadın bir eşya olarak görülüyordu. Emperyalizmin sömürge arayışlarının ilk adreslerini de, feodalizmi henüz tasfiye edememiş bu Doğu toplumları oluşturuyordu. 1798’den 1801’e kadar süren Mısır’daki Fransız işgali, birçok sosyal ve ekonomik yapıyı değiştirmişti. Erkek işgücü kıtlığı, idarecilerin kadınlara yönelmesini sağladı ve Batı’da yaşanan benzer süreç gibi, kadının geleneksel patronu gitti, yerini devlet ve işveren aldı. Böylece geleneksel olarak erkeği vasıtasıyla kadınla ilişkilenen devlet, bunu dolaysız hale getirmiş oluyordu. Fransız işgali, kadının geleneksel yerini aile içinde de kırmayı deniyordu. Fransız askerlerle evlenen Arap kadınlarının nezaket ve saygı çerçevesinde iyi muamele gördüğüne tanıklık eden birçok kadın, dilekçelerle kocalarını Bonaparte’a şikâyet etmeye başladı. Tabii bu dilekçe eylemlerinin sonucu, işgal bittiğinde ortaya çıkan, katledilen, zehirlenen ve Nil’de boğulan binlerce kadının hazin sonu oldu. İşgalin bitişi, geleneksel sınırlamaları kısmen geri getirmişti, fakat artık kadın geri dönülmez bir biçimde üretim sürecine katılmıştı. Fakir bölgelerde kadın, çocuk ve genç kızlar, devletin gösterdiği yerlerde, zincirlenip atandıkları tekstil fabrikalarında zorla çalıştırılıyordu. Eskiden kadın ve erkeğin aynı ortamda bulunmasının mahremiyeti, kapitalizmin yeni yasalarıyla unutulmuştu. 1840’larda, 150 kadın, fabrikada, yarı çıplak erkeklerin yanında peçeli bir şekilde çalışıyordu. Kadının Mısır’da ilk meslek edinişi ise, çok daha sonra, Kahire’de açılan bir tıp okulunda ebelik eğitimiyle gerçeklemiştir. Bu okula ilk gelen 30 soylu genç kız, peçelerinin yüz kısmını açmıştır. Bugün kadınlar sosyo-ekonomik belirli kazanımlar elde etmişse de, hala bir namus nesnesi olarak görülmekte, bundan kaynaklı herhangi bir suç unsurunda ailesini utandırmakla suçlanıp cezalandırılmaktadır. Bu, kendi iradesi dışında gerçekleşen bir tecavüz durumu olsa bile.

Kısaca özetlersek; Doğu’nun modernleşmesi, kendi iç dinamikleri ile değil, emperyalizmin sömürgeleri olması pahasına çok yavaş bir toplumsal evrimle gerçekleşmekte ve hâlâ da sürmektedir. Bu nedenle, Doğu’nun modernleşmesine Batılılaşma dersek, yanılmış olmayız.

Buraya kadar, Doğu ve Batı’da kadının toplum içerisindeki konumlanışının, hâkim iki din arasındaki kadına bakış açısı farklılığından kaynaklanmadığını gördük. Çünkü gerek İslamiyet gerek Hıristiyanlık kadını politik topluma ait bir birey olarak görmemekte, onu köleleştirecek her türlü yönelim için meşru bir zemin hazırlamaktadır. Bu, kadının her iki toplumda da köleleşmesinde dinin etkisi yoktur demek değildir. Aksine din, kapitalist sömürü koşullarını bile meşru kılmaktadır. O halde, Doğu ve Batı arasında kadının konumlanışını, iki farklı coğrafyadaki sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi gelişmeler belirlemektedir. Hal böyle iken, Batı’nın liberal oryantalist söylemleri meşru kılınabilir mi? Batı her zaman Doğu’yu ötekileştirme çabasında olmuş, modernleşememiş, barbar bir zihniyet olarak dünya kamuoyuna açarken, aslında kendi politik çıkarlarını gözetmektedir. Aksi halde, ABD’nin Irak işgalindeki demokrasi taşıyıcılığı görevine ilişkin söylemi başka bir karşılık bulamaz. Batı, ABD’nin şahsında, modernleşme ve demokrasi gönüllüsü olmuştur. Ortadoğu’daki “medeniyetler çatışması”na son verecek, orayı demokratikleştirecek, daha da ileri gidersek “kara çarşaf”a hapsolmuş kadını kurtaracaktır. ABD’nin öldürerek demokrasi götürdüğü insanların hiçbirinin özgürleşmediği ortadadır. Sonuç olarak, ekonomik ve politik çıkarları için Yeni Ortadoğu’yu yaratma çabasında olan ABD, kendini dünya halklarının gözünde temize çıkarmak için, bu oryantalist söylemleri kullanmaktadır.

Aslen Asyalı bir kadın olan ABD vatandaşı ve Kolombiya Üniversitesi Antropoloji Bölümü profesörü Lila Abu-Lughod, Müslüman Kadınlar adlı makalesinde, Batı’dan Doğu kadınının görünüşünü, baskılanmış, örtülmüş, Batı ile aynı özgürlüğe sahip olmayan, dini ve kocası tarafından yönetilen bir nesne olarak tariflemiştir. Aynı makalesinde, Bush’un vekillerinden birinin, bu görünümü askeri saldırı malzemesi olarak kullanmaktan çekinmediğini vurgular. Kendi ailesine dönüp bu durumu sorguladığında, başı açık Filistinli büyükannesini ve bluz ve kot pantolon giymiş Ürdünlü yengesini örnek olarak karşımıza çıkarır. Buradan hareketle, Batı medyasını eleştirerek, “Neden New York Times Magazin’de Batı kadını gibi giyinmiş Ürdünlü bir kadının fotoğrafına hiç rastlamayız?” sorusunu sorar. Elbette ki, Abu-Lughod’un bu değerlendirmesini, Doğu’nun feodal ilişkilerinde yaşanan kadın cinayetlerini, kadının köleleştirilmesini ve sömürülmesini örtbas etme çabası olarak algılamamak gerekir. O, sadece, Batı’nın özellikle bu geri kalmış, dini dar görüşlü zihniyeti ön planda tutma çabasının, Doğu’ya yönelteceği her saldırıda meşrulaştırıcı bir kavrayış yaratma amacına ilişkin olduğuna vurgu yapmak istemiştir. Soruna şöyle bir açıklama getirmiştir:

Doğu kadınının bu görünümü, bizi, zaman, mekân, bölge ve sınıf farklılıklarını düşünmekten alıkoymaktadır. Yukarıda tarihi süreç içinde ele alınmış koşullar, bu savunuyu doğrulamaktadır. Batı, kapitalistleşme sürecini ilerletip sömürgeci aşamasına geçmişken, Doğu’da feodal yapı hala korunmakta, toplumsal evrim süreci çok yavaş ilerlemekte, bu sebeplerle üretim ilişkileri içine problemli bir şekilde dâhil olan kadın, Batı tabiriyle modernleşememektedir.

Batı’nın bu özgürlük ve demokrasi nutuklarını samimi bulmayan bir başka Doğu’lu kadın da, Cezayirli kadın hakları savunucusu Karima Bennoune’dur. Benounne, 1994’te Montly Review’da çıkan “Cezayirli Kadınlar Köktendincilikle Karşı Karşıya” adlı makalesinde, Cezayir’deki kadınların hak ve özgürlük mücadelesi yürütürken karşılaştığı bağnaz tepkileri dile getirir. Cezayir’de 45 kadının İslami Ordu Hareketi ve İslami Ordu Grubu isimli iki köktendinci grup tarafından öldürülmesi; sigara içtiği ve kot pantolon giydiğinden “fahişe” damgası giyen genç bir kadının öldürülmesi, dul bir kadının kendisine, kızına ve annesine tecavüz edildikten sonra katledilmesi, ABD ve Avrupa basınında ilk sayfadan giren haberlerdendir. Buna karşılık, Batı’daki hiçbir medya kuruluşu, hükümet ya da insan hakları örgütleri, 1984’te kabul edilen Aile Hukuku yasası ile kadının köleleştirilmesini protesto etmek için sokaklara dökülüp polisle çatışan Cezayirli kadınların mücadelesini yansıtmamış ve destek sunmamıştır. Bunun sebebi, hakkını arayan, mücadele veren ve direnen bir Doğu imgesinin Batı’nın politik ve ekonomik çıkarları ile uyuşmamasıdır. “Geri kalmış olan”a özgürlük götüren “medeniyet”, yağdırdığı bombalarla zaten kendi özgürlük mücadelesini veren bir halkı katletmek suçundan böylece sıyrılmayı denemiştir.

Batılı ifadelerle sorun olarak ortaya attığım soruyu yineliyorum:

Batı modern olan, Doğu gelenek olan ise, kadının özgürlük mücadelesi, modernleşme ile cevap bulmuş mudur? Kesinlikle hayır. Çünkü modernleşmiş kapitalist toplum, kadını yarı çıplak bir ücretli köle haline getirmiştir. Fakat başta da belirttiğim gibi, modernleşme sürecindeki kadın, özgürleşme sürecinde gelenekselliği atfettiğimiz feodal toplumlardaki kadından daha ilerdedir. Modern bir toplumda, kadın özgürleşme sürecini tamamlayabilir mi? Bunun yanıtı da hayırdır. Çünkü emeği ve bedeni sömürülmekte ve bu modern toplum başka türlü yaşayamayacağından, özgürleşebilmesi mümkün olmamaktadır. Kısacası, modern toplum, ne geleneksel kadına, ne de modern kadına bir kurtuluş sağlamamıştır.

PEKİ, ASİYE NASIL KURTULUR?

Her şeyden önce, Asiye, özel mülkiyetin doğuşuyla köleleşmiş bir ögedir. Anaerkil dönemden ataerkilliğe geçiş de, bu sayede gerçekleşmiştir. Ve zavallı Asiye, erkeğinin mülkiyeti haline gelmiştir. Feodal toplumda, baba ve koca, Asiye’nin hareket alanının belirleyicisi, onun koruyucusu, onun yargılayıcısı ve ceza koyucusu, kısacası efendisidir. Kapitalist toplumda, efendilerin efendisi işveren, sermayedar gelmiştir. Asiye’nin köleliği derinleşmiştir. Fakat buna karşılık, o politikleşmiş, üretim ilişkilerine ve sürecine doğrudan katılan bir özne haline gelmiştir. Artık örgütlenebilmekte, başkaldırabilmekte, değiştirip dönüştürebilmektedir. Bunun yanı sıra ister feodal toplumun kalıntılarında olsun, ister kapitalist bir ülkede olsun, Asiye, cinsel, ulusal ve sınıfsal sömürüye maruz kalmaktadır. Ancak bu üç temeldeki sömürüye başkaldırıp, bunu devirdiğinde özgür olacaktır. Bu, onu köleleştiren özel mülkiyetin ortadan kalkmasıyla mümkün olabilir.

Kapitalizm koşullarında kadına kurtuluş çağrısı yapan akımları irdelemek, gerçek kurtuluşun nasıl olacağını/olmayacağını göstermek açısından önemli olur kanısındayım. Öncelikle ataerkil toplum yapısı kavramının tanımını yerli yerine oturtmak gerekir. Günümüzde ataerkillik, erkeğin egemen, kadının köle olduğu düzen çağrışımı yapmaktadır. Tarifi doğru yapılmadığı takdirde, kadının mücadelesinin erkeğe karşı yapılması gerektiği sonucu çıkarılabilir. Nitekim birçok feminist yaklaşım, temelde bunu öğütler. Fakat egemenlik, sınıflar temelinde tanımlanması gereken bir kavramdır. Kişinin kişiye olan egemenliği ya da kişinin kişi üzerinde kurduğu iktidar, birçok postmodernist düşünürün söylediğinin aksine, toplumun yapısına ve içerisinden geçtiği sürece, daha doğrusu, üretim şekline ve ilişkilerine doğrudan bağlıdır. Bu temelde ele aldığımızda, günümüz açısından egemen olan burjuvazi, ona karşı mücadele eden, yani ezilen sınıf ise işçi sınıfıdır. Yani feministlerin ataerkil düzen olarak tarif ettiği, kadının her türden sömürü şekline en fazla maruz kaldığı toplumun garantörü, kapitalizmdir. Dolayısıyla emekçi karakteri kazanan kadın, bu sömürü koşullarından, ancak kapitalizmin yenik düşmesi ve daha donrasında, üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kalkmasıyla kurtulabilir. Bu süreç içerisinde kadın politikleşir. Sovyetler Birliği dönemi, buna en güzel örnektir. Bu dönemde, Lenin’in de çağrısıyla, birçok kadın Sovyetlere seçilmiştir. Lenin, kadınların toplum içerisinde tam bir eşitliğe sahip olmadığı koşullarda, ne demokrasiden, ne de sosyalizmden söz edilemeyeceğini sürekli olarak vurgulamıştır.

Fakat buradaki eşitlik kavramı da, netliğe kavuşturulması gereken bir kavramdır. Kapitalist koşullarda da bir takım eşitlikler kazanılabilir. Avrupa’da, burjuvazi, bu kâğıt üzerinde kazanılmış hakları, devlet başkanı ya da iş kadını olarak “mevki” sahibi olmuş birkaç örnekle propaganda ederek, var olan sömürüyü örtbas etmeye çalışmaktadır. Seçme ve seçilme hakkı, sendika, sigorta, işgünü hakları kazanılsa dahi, kapitalist toplumlarda bunun toplumsallaşamadığı, hayata geçirilemediği oldukça açıktır. Kaldı ki, geçirildiğini varsaysak bile, emekçi kadın, sınıfı gereği, hâlâ burjuvazinin sömürüsünden kurtulamamıştır.

Diğer bir kafa karışıklığı yaratacak mesele, Latin Amerika’daki 21. yy sosyalizmi iddialarında kendini göstermektedir. Venezuella’da, Chavez’in ev kadınlarına maaş bağlaması coşkuyla karşılansa da, kadının özgürleşme mücadelesine sağladığı katkı tartışmalıdır. Kapitalist üretim şeklinin hâlâ devam ettiği bu ülkede, ev kadınlarına maaş bağlamak, ev içi emeği özendirici, kadını eve hapsedici bir özellik taşımaktadır. Oysa kadın, evden çıkıp üretim ilişkilerine doğrudan katılmadığı, bu süreç içerisinde politikleşip örgütlenmediği sürece özgürlüğünü kazanamaz.

Kısacası, Asiye, kendi kurtuluş mücadelesini en ilerden sahiplenmediği, üretim araçlarının özel mülkiyetinin kaldırılması mücadelesine doğrudan katılmadığı sürece kurtulamayacaktır. Kaldı ki, evrensel olarak baktığımızda, kadınlar bu mücadeleye katılmadığı sürece, insanlık da eşitlik ve özgürlük özlemini dindiremeyecektir.

Kaynakça

·          İncil, 1993, İstanbul, Müjde Yayıncılık

·          Öztürk, Y. N. 2000, Kur’an-ı Kerim Meali, 105. Baskı, İstanbul: Yeni Boyut

·          Yavuz, H. 1999, Modernleşme, Oryantalizm ve İslam, İstanbul: Boyut Kitapları

·          Zılfı, M. C. 2000, Modernleşmenin Eşiğinde Osmanlı Kadınları, 1. Baskı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları

·          Chambers, R. L. ve Polk W .R. 1995, Ortadoğu’da Modernleşme, 1. Baskı, İstanbul: İnsan Yayınları

·          Engels, F. 1975, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, 4. Baskı, Ankara: Sol Yayınları

·          Kadın ve Marksizm (derleme)/ Marx, Engels, Lenin, Stalin, 1979,  6. Baskı, İstanbul: Öncü Kitabevi

·          Lughod, Lila Abu, Muslim Women (Müslüman Kadınlar), http://www.eurozine.com/articles/2006-09-01-abulughod-en.html

·          Bennoune, Karima Algerian Women Confront Fundamentalism (Cezayirli Kadınlar Köktendincilikle Karşı Karşıya) http://findarticles.com/p/articles/mi_m1132/is_n4_v46/ai_15823652



[1] Marx, Engels, Lenin, Stalin (1979, sf. 56)

[2] İncil, (1993, sf. 9)

[3] Marx, Engels,Lenin, Stalin, (1979, sf. 39)

Eğitimde Gericileş(tir)me ve AKP’nin Demokratikleşme Söylemi

AKP hükümetinin 2004-2005 yıllarında uygulamaya koyduğu eğitim “reformu”nu salt bir ‘bireycileştirme’ veya ‘dinileştirme’ projesinin hayata geçirilmiş bir ayağı olarak okumak, doğruluk taşımakla birlikte, meseleye oldukça yüzeysel yaklaşmak olur. Son çeyrek yüzyıldır uluslararası düzeyde ortaya konulan neoliberal ekonomi politikalar ve bununla ilişkili şekilde ABD’nin özellikle Ortadoğu’da yoğunlaşmış emperyalist politikalarından bağımsız bir şekilde yürütülen her tartışma, konuya ilişkin gerçeğin somut ifadesini zorlaştırmaktadır. Ne var ki, Türkiye’de bir neslin AKP hükümeti ile yetişmekte olduğu göz önünde bulundurulduğunda, böylesi dar bir tartışma bir sorun haline de gelebilmekte, “şeriat geliyor”, “ülke bölünüyor” gibi statükocu çığırtkanlığı da besler bir pozisyona düşebilmektedir.

Peki, AKP hükümeti boyunca uygulanan ve uygulanması planlanan eğitim politikalarını nasıl sorunsallaştırmak gerekiyor? Her şeyden önce, burjuva diktatörlüğünde eğitimin, toplumsal yaşamın, üretim süreçlerinin ve ilişkilerinin burjuvazinin ihtiyaç ve çıkarlarına uygun olarak yeniden üretimi ve sürekliliği için gerekli bilginin üretimi, nesiller arası aktarımı ve buna uygun bireyler/vatandaşlar yetiştirme işlevini ortaya koymak gerekiyor. Bu bağlamda, AKP hükümetinin uygulamaya koyduğu “eğitim reformu”, diğer geçmiş hükümetlerin yürüttüğü eğitim politikaları gibi, tarihsel süreçte şekillenmiş burjuva ideolojisinin eğitim alanındaki yansımalarını taşıması bakımından zaten gericidir. Örneğin, eğitimde ‘toplum’ kavramı yerine ‘birey’ kavramının öne çıkarılması, burjuva ideolojisinin bir yansımasıdır ve AKP hükümetinden önce de eğitim sisteminin temel vurgusunu oluşturmaktadır. AKP’nin her alandaki demokratikleş(tir)me söylemleri gibi, eğitim alanındaki demokratikleşme söyleminin ‘bir gericileş(tir)me süreci’ olduğunu ortaya koymak içinse, daha spesifik bir soru sormak gerekir: 20. yy’da girilen süreçte dünya ölçeğinde hayata geçirilen emperyalist politikalar, 21. yy’da nasıl bir Türkiye gençliğine ihtiyaç duymaktadır? AKP’nin hükümet olduğu süreçte ilkokulda okuyan bir çocuğun bugün üniversite gençliğinin bir ferdi olduğu düşünülürse, bu soru(n) kendini çok daha vahim bir şekilde dayatmaktadır.

Eğitimin yeniden yapılandırılmasını uluslararası durumla ilişkilendirdiğimizde, bu soruya yanıt vermeye yaklaşırız. Serbest sermaye dolaşımını esas alan, geçtiğimiz yıllarda ‘Yeni Dünya Düzeni’, ‘küreselleşme’, ‘neo-liberalizm’ gibi tanımlamalarla anılan ekonomik politikaların bir birey ideali vardır. ‘Girişimci, rekabetçi, kariyer sahibi, esnekliğe uyum sağlayabilen’ vb. gibi sıfatlarla nitelenebilecek bu bireyin yetiştirilmesine en uygun sosyal politikayı, sermayenin hizmetine, AKP hükümeti sunmuştur. Nitekim, parti programında “bilimsel bilgi üretimi ve aktarımının” önemine ayıp olmasın diye bile değinilmemiş, temel amaç olarak eğitimin ‘istihdam ihtiyacını karşılamaya uygunluk’ temelinde yeniden örgütlenmesine işaret edilmiştir. Yani, uluslararası sermayenin bugünkü ihtiyaçlarına yönelik üretici güç ordusunun oluşturulması için, eğitim sistemi, tüm kurumlarıyla birlikte, her zamankinden daha fazla ‘fabrika’ görevi görmektedir. Emekçi sınıfların çocuklarının, esnek üretim biçimlerine ve esnek çalışmaya daha iyi uyum sağlamasına yönelik olan bu anlayış, aynı zamanda, devletin tüm sosyal sorumluluklarından (sağlık, eğitim, ulaşım, barınma vb.) arınmasında da esnekliği benimsetmektedir. “Herkes kendi başının çaresine baksın” anlayışının normalleştirilip hakim kılındığı bu eğitim modelinde, zengin çocukları ise, piyasa rekabetine uyumluluğu, girişimciliği ve kariyer sahibi olmayı daha ilkokul sıralarında bireysel özellikler olarak benimsemekte, kendini geleceğin patronu olmaya hazırlamaktadır. Hükümet partisine göre, ezberci geleneksel eğitim modeli, genç nesillerin bu hevesini kırmakta, onlara gerekli motivasyonu sağlayamamaktadır.

AKP’nin “eğitim reformu”na getirilen bir diğer temel eleştiri ise, eğitimin ‘muhafazakarlaşması, dinileştirilmesi, mistikleştirilmesi’ yönündedir. Dünya ölçeğinde, yaratılış ‘teorisi’, akıllı tasarım gibi bilimsellikten uzak olmakla kalmayıp, tam da bilime karşı geliştirilen ideolojik saldırılarla paralellik gösteren bu olgu, emperyalist-kapitalist sistemin son çeyrek yüzyıldır ihtiyaç ve çıkarları doğrultusunda aydınlama değerlerinin (rasyonel düşünme) yıpratılıp, ortaçağ değerlerinin (inanç) yüceltilmesiyle de uygunluk göstermektedir. Dahası, emperyalist-kapitalist sisteme patronluk yapan ABD’nin enerji kaynaklarının kontrolüne sahip olarak, uluslararası üretim ilişkilerini, dolayısıyla politikayı belirleme yönündeki hedefleri doğrultusunda Ortadoğu’da ihtiyaç duyduğu ‘sadık müttefik’, İslam dünyası ile ilişkilerin düzenlenmesi bakımından İslami bir karaktere sahip olmalıydı. ABD’nin çıkarlarıyla uzlaşan İslami çevrelerin ‘ılımlı’, çatışanların ise ‘radikal/terörist’ ilan edildiğine, özellikle 11 Eylül’den sonra defalarca tanık olduk. AKP’nin bu ihtiyaca en iyi şekilde cevap vererek hükümet olması ve yönetmeyi sürdürebilmesine Özgürlük Dünyası’ndaki birçok yazıda da işaret edilmiştir. Dolayısıyla, ABD’nin çıkarları doğrultusunda ‘ılımlı İslam’ı benimsemiş bir Türkiye gençliğine ihtiyaç duyulmaktadır ve AKP’nin eğitim reformu içerik ve biçimsel açıdan bu ihtiyacı en iyi şekilde karşılayacak biçimde tasarlanmış ve uygulamaya konmuştur.

EĞİTİMİN YENİ FELSEFESİ: YAPILANDIRMACILIK (CONSTRUCTİVİSM)

Yapılandırmacılık, temelde bir eğitim felsefesi değil, bilgi felsefesidir. Diğer bilgi felsefelerinden (amprisizm, rasyonalizm vb.) ayrışarak, bilginin kendi doğasından ziyade insan tekinin bilgiyi edinme sürecinin doğasına yoğunlaşır. Bu anlamda, bir çeşit öğrenme teorisidir. Fakat eğitimin temel prensiplerinden biri olan pedagojiyle ilgilenmez. Aydınlama dönemi ve sonrasında, yapılandırmacı olmasa da, bu teoriyi etkileyen filozoflar olmuştur elbette, fakat bir düşünce sistematiği içerisinde yapılandırmacı öğrenme ilk kez Jean Piaget (1896-1980) tarafından açıkça savunulmuştur. Teori, temelde; “insan bilgiyi oluşturur/meydana getirir; kendi deneyimleri, düşünceleri ve davranış kalıpları arasındaki etkileşim sonucu da bu bilgiye anlam atfeder” demektedir. Elbette ki, bir birey olarak insanın bilgi edinim sürecinin, onun varolan koşullarını deneyimlemesinden bağımsız gelişeceği fikri her şeyden önce gerçekçi olmazdı. Fakat, yapılandırmacı bilgi teorisi, bireyi içinde yaşadığı toplumsal koşullardan soyutlamakta, adeta bir birey ideası üzerinden ilerlemektedir. Nitekim, teorinin daha sonraları geliştirilmiş halinde, öğrenen kişiye ilişkin daha iddialı tezler sunulmaktadır. Buna göre, her öğrenen (the learner) kişi, kendi-içinde özgün bir bireydir, kendine özgün bir evveliyatı ve ihtiyaçları, kendine özgün karmaşık (kompleks) ve çok boyutlu bir yapısı vardır. Dolayısıyla, aynı olguya yaklaşan iki farklı birey için, o olgunun gerçeği ve gerçekliği aynı olamaz. Herkes kendi gerçeğini yaratır, dahası yaratmalıdır. Yapılandırmacı öğrenme teorisinin nesnellikten tam olarak koptuğu noktada burada yatmaktadır. Piaget’in 20. yy’ın ortalarına doğru ortaya attığı fikirler, postmodern savruklukla, doğa yasalarının bile öznel bir üretim olduğunu savunmaya kadar vardırılmış, bilimsel bilginin nesnelliği adeta hiçe sayılmıştır. Toplumsal düzlemde ise, “Herkes kendi gerçeğini kendi keşfeder” anlayışı, 20.yy’ın ortalarında pek rağbet görmese de, Piaget’in sunduğu yapılandırmacı bilgi teorisi, 80’li yıllardan itibaren ve özellikle 90’lı yıllarda ‘yeniden’ keşfedilmiş ve ‘geliştirilmiştir’. Kuşkusuz ki, bireyin öğrenme, bilgiyi yapılandırma/oluşturma ve kendi öz gerçekliğini keşfetme/yaratma sürecindeki en büyük motivasyonunun rekabet olduğunu savlayan teori, neoliberal çağın ihtiyaç duyduğu insan/birey profiline denk düşmektedir. Yeniden keşfedilmesinin nedeni de burada yatmaktadır. Kendi başına bir eğitim metodu sayılmasa da, günümüzde uygulanan yaygın eğitim metotlarına felsefi bir zemin hazırlamıştır. Öyle ki, başta İngiltere olmak üzere, birçok Avrupa ülkesinde ve ABD’de birçok eyalette, bu teoriden hareketle eğitim metotları oluşturulmuştur. Ülkemizde ise, bir eğitim metodu olarak uygulamaya konması, AKP hükümeti dönemine denk düşmüştür.

YAPILANDIRMACI (CONSTRUCTİVİST) EĞİTİM MODELİ

Ne var ki, eğitimdeki bu “reform” sürecini AKP’nin ortaya çıkışı ya da hükümet oluşuyla sınırlandırmak, tarihsel ve bilimsel bir eleştiri olamaz. Dünya ölçeğinde, 70’li yılların sonu ile başlayan ve 80’li yıllarda hızla ve şiddetli bir biçimde uygulamaya konan neo-liberal politikaların Türkiye’de 12 Eylül darbesiyle hayata geçirildiği defalarca yapılmış bir tespittir. Toplumsal-devrimci hareketin giderek güçlendiği bir süreçten sonra darbe, öncelikle bu damarın sindirilmesine yönelik baskıcı-otoriter politikalar, 90’lı yıllara gelindiğinde, zamanla, ihtiyaç olmaktan çıkmamakla ve özellikle ulusal demokratik hareket karşısında, ama işçiler, memurlar, gençler vb. karşısında da uygulanmaya devam etmekle birlikte, bu politikaların üstünün örtülerek gözden gizlenmesine, şiddet politikalarının olmadığı ve uygulanmadığı görünümü verilmesine yönelik neo-liberal söylem de yoğunlaştırıldı ve söylemi destekleyecek kimi liberal uygulamalara da başvuruldu. Devrimci hareketin ezici bir şekilde püskürtüldüğü ortamda, Özal dönemiyle birlikte, “sopa” elden bırakılmadan, “demokratik” iddialı neo-liberal politikalar uygulanabilir hale gelmiştir. Serbest piyasa, özelleştirme, ‘serbestleştirilmiş’ gümrük politikalarının uygulamaya konduğu bu dönemde, bugün ‘Yapılandırmacı Eğitim Modeli’ diye anılan “reform”un ilk adımları atılmıştır. Özal Hükümeti (1989), ‘milli eğitimin kalitesizliğini’ ‘dahiyane’ bir şekilde tespit etmiş, VII. Beş Yıllık Kalkınma Programı’nda sistemin uluslararası güncel gelişmeler ve ‘yeni’ ulusal çıkarlar doğrultusunda yeniden yapılandırılması gerektiğine kanaat getirmiştir. Ekonomik İş Birliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ve üye ülkelerle birlikte belirlenen eğitimde kalite standartlarına uygun bir “reform”a gidilmesi kararı alınmıştır. Bu bağlamda, Millî Eğitimi Geliştirme Projesi (MEGP) adı altında, Dünya Bankası ile ‘işbirliği’ içerisinde hazırlanan ve yaklaşık yarı maliyeti (90.2 Milyon ABD doları) DB tarafından fonlanan ‘Müfredat Laboratuarı Okulları (MLO)’ projesi, 1990 yılında, Özal’ın cumhurbaşkanlığında, Akbulut hükümeti tarafından yürürlüğe sokulmuştur. MLO projesi, 23 ilde 147 ilköğretim, 61 ortaöğretim olmak üzere toplam 208 okulda uygulanmıştır. MLO’nda esas alınan yaklaşım, bilgiyi öğretme-öğrenme ilişkisine dayanan öğretmen merkezli eğitimin terk edilip, öğrencinin deneyimleriyle öğrenmesi ilkesine dayanan öğrenci merkezli bir eğitim anlayışının benimsenmesi yönündedir. Öğrenci, ezberci eğitimden kurtarılacak, ‘kaliteli’, yani fayda sağlayan bilgiyi edinmeye teşvik edilecektir. Bilimselliğe, çıkar sağlama kriteri getirilmiştir. Bu bağlamda, günümüzde eğitim tarzı haline gelen proje bazlı aktivitelerin ilk örnekleri bu okullarda uygulanmıştır. Bunun için gerekli araç ve gereçler, okulların MLO modeline göre yeniden inşa edilmesi için gereken maliyet, velilerin üstüne yıkılmıştır. İlk ve orta öğrenimde “Toplam Kalite Yönetimi” uygulamalarının ve özelleştirmenin ilk görünür örnekleri, bu laboratuarlarda ortaya çıkmıştır. 90’lı yılların sonlarına gelindiğinde ise, projenin değerlendirmeleri oldukça çarpık bir şekilde yapılmıştır. MLO ve normal okullar arasındaki başarı düzeyi karşılaştırıldığında, kırsal-kent, doğu-batı gibi bölgesel farklılıklar gözetilmeden yapılan değerlendirmeler, yer yer MLO’nın başarısız olduğu kanıtlanmasına rağmen, eğitimin bu modele uygun biçimde yeniden örgütlenmesi gerektiği sonucuna varmıştır. 1997 yılında, MLO modelinin beklenilen başarıya ulaşamayacağını öngören MEB, bu okulları adeta genelge yağmuruna tutmuştur. 1999 yılında DB raporunda ise, modelin uygulandığı MEGP’nin oldukça başarılı olduğuna değinilmiş, Türkiye’nin geleneksel ezberci eğitim anlayışından kurtulup, öğrenci merkezli, amaca-ihtiyaca ve istihdama yönelik bir eğitim sistemine geçmesi gerektiği vurgulanmıştır. Buna uygun olarak, bugünkü ders kitapları, öğrencilerin ağzından hikayelerinin anlatıldığı ve her hikaye sonunda öğrencilere bilgi vermek yerine ‘yönlendirici’ (zaten cevapların belli olduğu) soruların yöneltildiği biçimiyle şekillendirilmiştir.

2000’li yıllara gelindiğinde ise, Ecevit hükümeti, DB ve IMF ile 2. Temel Eğitim Projesi’nin alt yapılarını hazırlamaktaydı. 2001/2002 ve 2004/2005 yılları arasında hayata geçirilmesi planlanan bu proje, AKP hükümetiyle birlikte hızlandırıldı ve ülke sathında yaygınlaştırıldı. Bugün Yapılandırmacı Eğitim Modeli diyerek kendine pay çıkaran ve toplum nezdinde eğitim “reformları”yla övünen AKP, aslında kendi varlığından çok daha önce temeli atılmış, örnekleri sunulmuş ve geliştirilmiş bir sürecin tamamlayıcısı olmuştur. Neo-liberal politikalara karşı mücadele yürüten kesimleri, değişen çağın gereklerini anlamamak ve bunlara ayak uyduramamak, değişimi reddetmek gibi kabadayı laflarla bastırmaya çalışarak, AKP, eğitim “reformu”nu AB’ye girme ve “demokratikleşme” sürecinin olmazsa olmaz bir parçası olarak sunmuştur. Belli ölçüde hem halkın bazı kesimlerinin, hem de (Referandum sürecinde de ‘statükodan kurtuluyoruz, demokratikleşiyoruz’ yaygarası yapan) kimi liberal solcu çevrelerin desteğini de bu noktada yedeklemiştir.

DEMOKRATİKLEŞME Mİ, GERİCİLEŞME Mİ?

AKP hükümetinin demokratikleşme söyleminin ardında yatan gerçeğin, yasama-yargı ve silahlı organların yürütmeye daha çok bağımlı hale getirilerek hükümetin yetkilerinin genişletilmesi yoluyla siyaseten de güçlendirilecek şekilde devletin yeniden örgütlenmesi olduğu dergimizde daha önce de belirtilmişti. Bu bağlamda, devletin küçüldüğü neo-liberal söylemine karşın, tam aksine, siyasi güç bakımından merkezileştiği gerçeği aşikardır. Devletin sosyal güvenlik bakımından sorumluluklarını, özelleştirmeler yoluyla, vatandaşa ve tüm kurumlarıyla birlikte ‘sivil toplum’a yüklediği ise başka bir gerçeği gözler önüne sermektedir. Tüm sosyal alanlar gibi, eğitim alanı da bu talandan nasibini almıştır elbette. AKP, IMF-DB-Dünya Ticaret Örgütü-AB kurumlarıyla birlikte yürüttüğü projeler kapsamında okullaşma oranında bir artış olduğu propagandasını yapmakta, her kesimden öğrencinin (yoksul çocukları, kız çocukları vb.) okula erişim olanaklarını geliştirdiğini iddia etmektedir. Okullaşma oranı, istatistiksel olarak, ilköğretimin zorunlu kılınmasından bu yana, ilköğretimde zaten bir artış göstermekteydi. İstatistiklerin bu oranda çıkmasının, öğretmen sayısının sözleşmeli öğretmenlik statüsünde artırılması, okul sayısının düşürülmesi (2002-2010 yılları arasında yaklaşık 2000 ilköğretim okulu gereksiz/işlevsiz olduğu gerekçesiyle kapatılmıştır) gibi birçok değişkene bağlı olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Görünürdeki bu niceliksel artış, öğrencilerin niteliksel açıdan verimli bir eğitime erişimi konusunda tam bir fiyaskodur. Proje bazında ödevlerin maliyetleri tamamen velilerin sırtına yüklenmiş, parası yetenin daha iyi bir ödev yapabildiği bir hal almıştır. Gelinen noktada, başarı değerlendirmesi, parayla satın alınır bir meta haline gelmiştir. Yeni eğitim modelinin, her evde internet erişimi olduğunu var sayması ise, ayrı bir ironidir. Kira-elektrik-doğalgaz-su gibi birçok giderin ağır yükünü sırtlanan emekçi aileler, çocuklarını okutabilmek için ya internet sağlayıcılarına ya da internet kafelere para akıtmak zorunda kalmıştır. Kaldı ki, pedagojik bir zemini olmayan bu modelde, öğrencilerin zeka gelişimi düzeyinin çok üstünde olan müfredat programı kapsamında verilen ödev ve projelerin çoğunun veliler tarafından yapıldığı bilinen bir gerçektir. Burjuva demokrasisinin, sözde hak-eşitlik-özgürlük kavramlarına dayanan söyleminin ardında yatan emekçi sınıflar üzerindeki egemenliğinin gelişmiş biçimi, AKP döneminde, eğitim alanında daha da derinleşmiştir. Zaten parası olanın ‘nitelikli’ eğitim erişimine sahip olduğu eski eğitim modelinden sonra, AKP, bu erişimi daha da güçleştirerek eğitimi gericileştirmiştir.

Bunun yanı sıra, içerik bakımından ilkokul çağındaki öğrencilere neo-liberal çağın bireysel değerlerinin aşılanması da bu gericileş(tir)meyi pekiştirmektedir. Örneğin; 2009 yılı 4. Sınıf Sosyal Bilgiler kitabının ‘Üretimden Tüketime’ ünitesinde sunulan aile bütçesi şöyledir:

 

Giderler

Mutfak masrafı: 400 TL

Ev kirası: 350 TL

Ulaşım: 200 TL

Fatura: 300 TL

Giyim: 100 TL

Eğitim: 50 TL

Sağlık: 50 TL

Harçlık: 50 TL

Eğlence: 50 TL

Kitap-dergi-gazete: 100 TL

Tasarruf: 200 TL

 

Gelir

Beyza’nın annesi: 900TL

(tekstil fabrikasında işçi)

Beyza’nın babası: 950 TL

(bankada memur)

 

 

Bahsi geçen örnekteki aile 4 kişiliktir. Ve bu verilerden birçok sonuç çıkarılabilir. Rakamların gerçekçiliği ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, çocuklara daha 10 yaşından itibaren ev ekonomisi yaptırılmak istenmektedir. Eğitim, sağlık, ulaşım, barınma gibi temel insan ihtiyaçlarının ise paralılaşmasının normalleştirildiği görülmektedir. Çocuklar, eğitim ve sağlık hakkının satın alınan bir şey olduğu bilinciyle yetiştirilmektedir. 4 kişilik bir ailenin giderleri, dalga geçercesine verilen rakamlarla ifade edilmekle kalmamış, bu aile, yoksulluk standartlarına göre yoksul tanımına girmesine rağmen, ayda 200 TL’lik bir tasarruf bile yapabilmektedir. Bunca yüzsüzlükle yetinilmemiş, çocuklara, ‘öğrenci merkezli, düşünen-sorgulayan’ bir eğitim modelinin gereği olarak şu soru yöneltilmektedir: Beyza’nın ailesinin bütçesi verili olduğu halde, babasının işten ‘ayrılıp’ 2 ay işsiz kaldığı koşullarda bütçe nasıl hazırlanmalıdır ki geçinebilsinler? Elbette temel insan haklarının satın alınan mallar olduğu bilinciyle yetiştirilen gençlikten, babanın neden işten ‘ayrıldığı’, 2 ay boyunca nasıl işsiz kaldığı, tazminat alıp almadığı gibi sorgulamalar beklenmemektedir. AKP’nin “verimli-hesaplı-esnek çocuğu”, bu koşullar altında yaşamaya devam etmenin yollarını sorgulamalıdır. Annenin maaşının babadan daha az olması da sorgulama alanı dışında kalmalıdır, ‘normaldir’. “Herkes kendi gemisini kurtarabilir, kurtarmalıdır” mantığının çocuklara empoze edildiği bu modelde, daha önceleri sadece iş dünyasında kutlanan “Girişimcilik Haftası”nın (Mart ayının ilk haftası) da müfredat programına dahil edilmesi yadırganmayacaktır. “Yerli Malı Haftası” tarihsel işlevini tamamlamıştır, devir, yabancı sermayeyi ülkeye çekerek, ekonomiyi kalkındırma devridir! Yeni müfredat, emperyalist-kapitalist sisteme bağımlılığın artırılması, sosyal ve ekonomik hak ve özgürlüklerin, “açlık ve sefalet koşullarında hayatta kalabilme yollarını keşfetme” özgürlüğüne dönüştürülmesi bakımından da gericileş(tiril)miştir.

Benzer bir mantıkla, yeni müfredat programında “sivil toplum” kavramı, eskiye nazaran, oldukça yüceltilmiştir. Devletin sorumluluğunda olan/olması gereken eğitim, sağlık gibi haklar “sivil toplum kuruluşları”nın ‘yardımıyla’ çözülmektedir. Bu anlamda, çocuklara, “sivil toplum”un önemi kavratılmaktadır. Bu anlayış, neo-liberal politikalar kapsamında adeta ‘sektörleşen’ ve yeni bir sömürü alanı haline gelen “sivil toplum kuruluşları”nın sistemin açıklarını yamayacak şekilde örgütlenmesinden bağımsız değildir elbette. Benzer bir örnek, 8. sınıf “Vatandaşlık ve Demokrasi Eğitimi” dersi öğretim programında vurgulanmış, ‘Hak ve Özgürlüklerimiz’ teması altında ‘bireysel’ hak ve özgürlüklerin korunup geliştirilmesinde “sivil toplum kuruluşları”na hayati bir misyon biçilmiştir. Toplumun siyasi ve sosyo-ekonomik (sınıfsal) bir yapılanması olduğu gerçeğinden arındırılmış çocuklar, birey olarak “sivil toplum”un bir ferdi oldukları bilinciyle yetiştirilmek istenmektedir. ‘Demokratik vatandaş’, “talep eden, etkin ve sorumlu vatandaş” olarak tanımlanmış, taleplerin adresleri (devlet olması gerekirken) muğlaklaştırılmış ve “sivil toplum”a havale edilmiştir. “Demokrasi”nin siyasal bir kavram ve dolayısıyla bir mücadele alanı olduğu bilincinden arındırılması bakımından da, müfredat, gerici özelliğini koruduğu gibi, bu özelliği pekiştirilmiştir.

Bilindiği gibi, AKP hükümeti, akıl hocası ABD’nin Ortadoğu’da yaptığı gibi, bir süredir demokratikleşme adına çeşitli siyasi ‘açılımlar’ yapmaktadır. Örneğin Kürt sorunu konusunda kendisiyle uzlaşan kesimler demokrasiden yana (ılımlı), çatışan kesimler ise ‘terörist/bölücü’ damgası yemektedir. Yeni eğitim müfredatında bu ‘demokratikleşme’nin izdüşümlerini beklemek elbette safça bir tutum olurdu. Fakat, ‘Nevruz’ bayramının ‘en eski bayramımız’ olarak yüceltilmesiyle ve “Yaşadığınız yerde ‘Nevruz’ bayramında ne tür kutlamalar yapılır?” gibi sorularla Kürt illerindeki çocuklara bir göz kırpılması da çarpıcıdır. Elbette ki, bu soru Batı illerinde Newroz kutlamasından bihaber olan Türk çocuklarına yöneltilmiş olamaz. ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarları doğrultusundaki direktiflerinin sadık takipçisi AKP’nin her kesimden insanları yedekleme çabasının belirgin bir örneği müfredata yansımıştır. Benzer bir ‘demokratik’ tutum, Aleviler açısından gözlenememiştir. Aleviliği Sünnileştirme/İslamlaştırma projesinden başka bir şey olmayan “Alevi açılımı”nın izdüşümleri müfredatta yer bulamamış, laisizmin yer bulması söz konusu bile olmamıştır. Yer bulmaya devam edenin Aleviler ve inançsızların çocuklarına düpedüz bir dayatma olan ve laisizmle de kökten çelişen din dersi zorunluluğu olduğuysa bilinmektedir.

Din konusunda, Avrupa’da ve özellikle ABD’de Hıristiyanlığı ve yaradılış ‘teorisini’ ‘rasyonel ve -sözde- bilimsel’ temellere oturtma eğilimi, yeni eğitim müfredatında İslam (Sünni yorumuyla) için de geçerliliğini korumaktadır. İnsan aklı ‘Allah’ inancına vardığı sürece kutsanmıştır ki, zaten başka bir sonuca varması da ‘mümkün’ değildir. Bu inanç, bilim ve teknoloji alanlarından örnekler verilerek pekiştirilmeye çalışılmıştır. Ortaçağ din felsefesinin (Aquinas, Augustine) tanrının varlığını ispatlama yöntemlerine sadık kalan bu anlayış, Ortaçağ’ın baskıcı üslubundan kurtulmuş görünmekle beraber, özünde bu baskıyı oto-kontrol biçiminde çocukların zihin dünyasında kurmaktadır. Çocuklar, kendi mantıksal çıkarımlarıyla ‘Allah’ inancına erişir kılınmaya çalışılmıştır. Bu dinileştirme çabası, ortaöğrenim felsefe müfredatında da açık bir şekilde gözlenmektedir. ‘Din felsefesi’ ünitesinin son sıradan 6. sıraya; ‘bilim felsefesi’nin ise son sıraya konması bunun bir diğer örneğidir. Eğitim sisteminin pratiği göz önünde bulundurulmadığında önemsiz bir detay gibi görünebilecek bu değişiklik, gerçekte oldukça ideolojik bir saldırının görüntüsüdür. Ülkemizde, müfredattaki son ünitelerin çeşitli nedenlerle işlenmediği düşünüldüğünde, adeta, bilimsel method ve yaklaşımların felsefi açıdan sorunsallaştırılması bilincinin verilmesi beklenen konu, öğrencilerin gündeminden çıkarılmaktadır. Bu durum, AKP’nin ve temsil ettiği zihniyetin; eğitim ve bilim ilişkisini zayıflatmak ve ortadan kaldırmak amaçlı pratiklerinden sadece biridir. Din felsefesi ünitesi ise, bariz bir şekilde teoloji (“tanrı bilimi”) ile aynılaştırılmakta ve “Allah vergisi aklımızı -yine iman yolunda- nasıl kullanmalıyız” sorusunun ortaya atılması amacını gütmektedir. Varlık felsefesi ünitesinde ise, metafiziğin temele alındığı anlayış korunmuş, zaten, ayıp olmasın diye şöyle bir değinilip geçilen ve derslerde anlatımı hocaların takdirine bırakılan ‘materyalist’ dünya görüşü, böylelikle tamamen müfredattan çıkarılarak, gençlerle zaten zayıf olan bağı tamamen kopartılmaya çalışılmıştır. Çocuklardan, yapılandırmacı eğitim modelinin öngördüğü biçimde, ‘kendi deneyimleriyle’ İslam’ı benimsemeleri ve mistikleşmeleri beklenmektedir.

İçerik bakımdan bu denli gericileş(tiril)en müfredat, biçimsel olarak kurduğu dil bakımından da gericilikteki tutarlılığını korumuştur. Felsefe müfredatında, felsefenin tanımı yapılırken, ‘bilgelik’ yerine ‘hikmet’ sözcüğünün kullanılması bunun en popülerleşen örneğidir. “Felsefe ve ‘hikmet’ arasında bağ kurma” yeni müfredatın hedeflenen kazanımlarından biri olarak sunulmuştur. ‘Felsefe’ sözcüğünün etimolojik kökeni ‘philos’ (aşk) ve ‘sophia’ (bilgelik) kelimelerinden gelir ve en yalın anlamıyla ‘bilgelik aşkı’ demektir. Ama kelimelerin, anlamı sadece teknik bir biçimde barındırmadıkları, kültürel ve tarihsel bir kullanım sürecinde anlam kazandıkları yadsınamayacak bir gerçektir. Bu açıdan bakıldığında, ‘hikmet’ sözcüğü, coğrafyamızda, ‘Allah’ın hikmetleri’ deyimiyle anlam kazanmış ve ‘insan aklının ermeyeceği kutsal sırlar’ imasıyla kodlanmıştır. Milli eğitime göre bile, amacı ‘sorgulatmak’ olan felsefe derslerinde ise, sorgulama, ‘insan aklının ermeyeceği’ noktada bir sınır bulacaktır.

Kullanılan dile ilişkin bir başka örnek ise, toplumsal cinsiyet açısından çarpıcıdır. Yine, 2009 yılı 4. sınıf “Sosyal Bilgiler” ders kitabının ‘Kendimi Tanıyorum’ ünitesinde, ‘Ben Kimim?’ başlığı altında, çocuklardan kendilerini tanımlamaları/ifade etmeleri istenmiştir. Kitapta, kendini tanıtan Atakan, bilgisayar oyunlarını ve basketbol oynamayı çok seven ‘aktif’ bir çocukken; Ayşe, oyuncak bebek koleksiyonu yapan ve kendini “Duygusal bir kızım. Üzücü bir olay görsem hemen ağlıyorum.” şeklinde ifade eden bir kızdır. Duygu ve düşüncelerin ‘sorgulatılmaya’ çalışıldığı bölümde ise, fare gören erkek çocukları dalga geçen yüz ifadeleriyle temsil edilirken, kız çocukları korkan, ağlayan, tedirgin olan yüz ifadeleriyle kodlanmıştır. Bir başka örnek ise, Kurtuluş Savaşı’ndaki ‘kahramanlar’ konusunda ortaya çıkmaktadır. “Türk kadını cephede savaşan askerlerimize nasıl yardımcı olmuştur?” gibi sorularla, kadınları toplumun yedek kulübesine hapseden zihniyet sinsice dile yedirilmiştir. (Beyza’nın annesinin babasından daha düşük maaş aldığını da hatırlamakta yarar var.) Görüldüğü gibi, toplumsal cinsiyetçi zihniyet, yalnızca ‘nitelikli’ eğitime erişimde değil (ilköğretim çağında okula gitmeyen her 3 çocuktan 2’si kız çocuğudur) müfredat içeriğinde ve dilde de daha da derinleşmektedir. Tüm bu örnekler ortadayken, AKP’nin eğitimde demokratikleşme iddialarını yutturmaya yeltenmesi safsatadan öteye gitmemektedir.

Sonuç yerine…

Demokrasi ve demokratikleşme farklı sınıflar açısından farklı imalara sahiptir. Yasa önünde herkesin eşit hak ve özgürlüklere sahip olması, burjuvazinin emekçiler üzerindeki sınıfsal tahakkümü gerçeğini örtmektedir. Emekçi sınıflar açısından, bu egemenliğin ortadan kalkmadığı koşullarda demokrasiden ve demokratikleşmeden söz edilemez. Bu çerçevede burjuva diktatörlüğünde demokratikleşme adına atılan her adım, bir mücadele alanı olmakla birlikte, emekçi sınıfların özgürlüğü bakımından bir gericileş(tir)me arz etmektedir. AKP’nin her alanda olduğu gibi eğitim alanında da giriştiği demokratikleş(tir)me ve yeniden yapılandırma süreci, halkın sosyo-ekonomik, kültürel, ulusal ve toplumsal cinsiyet bakımından içerisinde bulunduğu gerçekliğin daha ‘becerikli’ bir şekilde üzerinin örtülmesidir. Dahası, bu politikalar emperyalist-kapitalist sistemin ihtiyaçlarını daha ‘verimli’ bir biçim ve içerikte karşılayacak bir Türkiye gençliği yetiştirmeye yöneliktir.

Ev Eksenli Çalışma ve Kadın Emeği

Neoliberal ekonomi politikaların en önemli sonuçlarından biri olan esnek ve kayıt dışı çalışmanın son birkaç on yıldır yaygınlaşması ve genişlemesiyle birlikte, ev eksenli üretim ve çalışma tarzı da bu alanın en önemli dayanaklarından biri haline geldi. Çalışma konusunun dağınıklılığı ve disiplinler arası yapısından dolayı bu alanda giderek artmakla birlikte hala çok kısıtlı sayıda ve yeterlilikte akademik, bilimsel ya da sendikal çalışma mevcut. Ev eksenli çalışan işçilerin çoğunlukla kadın ve göçmen olması, meseleyi ekonomik tartışmalar dışında birçok sosyolojik ve demografik tartışmanın da konusu haline getiriyor.

Çalışma ekonomisi açısından bakıldığında uluslararası alanda dönen tartışmaların başında iş tanımının yapılmasındaki sıkıntı dile getiriliyor. Ev eksenli çalışanların istihdam edilme biçimlerinin farklılaşması, onların “kendi hesabına çalışan” ya da “bağımsız çalışan” işçiler olarak tanımlama eğilimini gösteriyor. “Ev eksenli çalışan” tanımının içerisinde “bağımlı işçi” ve “bağımsız çalışan” gibi ayrımlar yapılmaya çalışılıyor. Elbette ki bu tartışmalar ideolojik olarak liberalizmin “işçi emeğini satıp satmamakta özgürdür” söyleminin bir başka pratik örneğinden öteye gidemez. Çünkü, kapitalizmin doğuş aşamasından itibaren mülküzleştirilmiş işçi sınıfı, küçük toprak sahibi köylü üretici ve irili ufaklı tüm üretim ve hizmet sektörleri kapitaliste bağımlı hale getirilmiştir. Günümüzde ev eksenli çalışmayı bilimsel bir şekilde analiz edebilmek ve mücadele dayanaklarını ve olanaklarını doğru bir şekilde tespit edebilmek için, toplumsal cinsiyetle sınıfsal sömürünün en çok iç içe yaşandığı bu alanın tarihsel sürecini iyi anlamak gerekmektedir.

Dünden Bugüne Ev Eksenli Çalışma

Her toplumsal dönüşüm ve bu dönüşümlerin sonuçları dünya coğrafyasında zamansal, mekansal ve şekilsel farklılıklar gösterir. Bu durumu göz önünde bulundurduğumuzda ev eksenli çalışmanın dinamiklerini ve evrimini kabaca ‘evrensel’ olarak etiketlemek yanlış gözükebilir. Örneğin, ev eksenli çalışma ve sanayi üretimi gelişmiş kapitalist ülkelerdeki ekonomik dinamikleri, çalışma koşulları veya çalışanların demografik özellikleri, bu ülkelere bağımlı yoksul ülkelerdekinden farklılaşır. Ne var ki, üretim ilişkilerindeki ve üretim ilişkilerine kadının katılım biçimindeki değişimi belirlemek açısından, bu çalışma ve üretim tipinin temel yapısındaki radikal değişimlerle sonuçlanan bazı noktaları belirlemek bir ihtiyaçtır. Bu yazıda, ev eksenli çalışma açısından temel olarak iki tarihsel dönüşüm süreci ele alınacaktır: Sanayi Devrimi ve 1970’lerdeki ekonomik bunalım. Buna bağlı olarak da ev eksenli çalışmanın üç tarihsel nitelendirmesinden bahsedebiliriz.

1. Sanayileşme öncesi aile-temelli tarımsal üretim

2. Sanayileşme sonrası ev endüstrisi[1]

3. Esnek çalışmanın güncel bir örneği olarak ev eksenli çalışma

Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde, kapitalizm öncesi üretim biçimleri ve ilişkilerinin ortak bir özelliği olan ev-işyeri ve aile(akrabalık)-üretiminin birleşik yapısının sanayileşme öncesi erken kapitalist dönemde bir dereceye kadar korunduğunu belirtmiştir. Bu dönemde aile üretici/üretken bir ekip olarak karşımıza çıkar. Cinsiyete dayalı iş bölümü daha belirgin olarak ailenin iç işlerini kadının ve dış işlerini de erkeğin idare etmesi biçiminde kendini gösterir. Yani, ekip biçilebilir arazi işleri ve/veya hayvan otlatma gibi işler ‘evin reisi’nin kontrolündeyken ev içi ekonomiye dair tanımlanabilecek her türlü iş ‘evin hanımı’nın sorumluluğundadır. Her ne kadar cinsiyete dayalı bu iş bölümü ev-işyeri ayrımını ortaya koyar görünse de, kapitalizm öncesi (haraçlı) toplumda ailenin ev-işyeri bütünlüğünü temsil eden bir birim olmasının altındaki neden ailenin üretim araçları üzerindeki tam tahakkümüdür. Bu tahakkümün en önemli sonuçlarından biri, ailenin üretim ilişkilerinde önemli ölçüde bağımsız üretici bir birim olmasıdır. Diğer bir deyişle, ailede merkezileşen, üretim araçları üzerindeki bu tahakküm ev-işyerinin bütüncül yapısının oluşmasına (ve devamlılığında), dolayısıyla da ailenin bağımsız üretken bir güç olarak şekillenmesine zemin hazırlamıştır.

Bundan hareketle, üç saptama yapılabilir. Birincisi, cinsiyete dayalı iş bölümü henüz aile sınırları içerisinde kalmış, yani tam anlamıyla toplumsallaşmamıştır. İkincisi, ailevi (akrabalık, karı-kocalık, vb.) ilişkiler ve üretim ilişkileri mekansal olarak evde birleşmiştir ve iç içe geçmiştir. Üçüncüsü, ailenin üretim araçları üzerindeki tahakkümünden kaynaklanan bağımsızlık, kadına ev içerisinde kısmi bir bağımsızlık sağlarken, ev dışında tamamen kocasına bağımlı olması üretim ilişkilerine katılımında sadece kısmi bir özerklik getirmiştir.

Marx’ın “basit kapitalist işbirliği” (co-operation) olarak adlandırdığı sanayileşme öncesi kapitalist üretim ilişkilerinin başlangıç aşamasında, aynı türden metayı aynı anda ve bir ve tek kapitaliste bağımlı olarak üreten işçilerin bir araya geldiği fabrikaların ilkel formları diyebileceğimiz küçük atölyelerin kurulmasıyla, ev-işyeri ayrımının ilk nüveleri ortaya çıkmıştır. (Capital,1. cilt, s. 305) Bu aynı zamanda, yeni doğan kapitalist sınıfla girdiği rekabette yenik düşen eskiden kendi hesabına çalışan köylü üretici ailelerin bağımsız karakterinin çözülmeye başlamasını da beraberinde getirmiştir. Kapitalist üretim biçiminin doğuşu eskinin tarım-temelli aile üretimini baskılamış ve zamanla kendine tabî kılmaya başlamıştır. Buna bağlı olarak sanayileşme dönemine kadar olan bu geçiş sürecinde, kadının üretim ilişkilerine katılımı birkaç nedenden dolayı zayıflamıştır. Birincisi, kadının sorumluluğundaki ailenin iç ekonomisinin üretim ve ev idaresinden oluşan alanı, ev-işyeri ayrımının peyda olmasıyla birlikte daralmış, ve sadece ev işleri (temizlik, yemek pişirme, vb.) çocuk ve yaşlı bakımı, annelik gibi bugün genel olarak ev içi görünmez emek diye adlandırılan işlerin toplamına indirgenmiştir. Bir başka neden olarak, henüz makineleşmenin gelişmediği bu dönemde gerekli iş gücünün kas gücü olmasından dolayı kadının ücretli emek piyasasına girişinin ertelenmesi gösterilebilir.

Basit kapitalist işbirliği sürecindeki üretim içi iş bölümünün örgütlenmemiş karakteri erken manifaktür dönemde örgütlenmiş bir karaktere bürünmeye başlar. Bir ve aynı türden metanın üretiminine dayalı üretim süreci vasıflı-vasıfsız emek ayrımıyla paralel örgütlenmiş bir iş bölümünü ortaya çıkarır. Üretim sürecinin, işçi tarafından sürekli tekrarlanan bir ve aynı basit parçalara bölünmesi, yani parça başı iş, erken manifaktür döneminin temel karakteristiklerinden biridir. Marx, bu dönemde, iş yerindeki bu basit iş bölümünün topluma yansıdığını ve yeni tip bir toplumsal iş bölümünün ortaya çıktığını savlar (339). Bir yandan, belirginleşen ev-işyeri ayrımı, erkeğin proleterleşmesi ve kadının ‘ev kadını-laş(tırıl)ması’ ile cinsiyete dayalı iş bölümünü yeni bir biçime sokarken; diğer yandan da -bağımsız- tarımsal aile üretiminin çözülmesiyle kapitalist üretimin doğuşunun kesiştiği bu dönemde hala hayatta kalabilmiş üretici aileler kapitaliste bağımlı hale gelmiştir. Erken manüfaktür dönemde bu ilişki başlıca iki sistemle hayata geçirilmiştir: üretimin hammaddesinin kapitalist tarafından sağlandığı ve küçük toprak sahibi üreticilerin parça başı ücretlendirilerek kapitaliste bağımlı kılındığı Kauf sistemi (Kaufsystem); sanayileşmeye doğru gidilen süreçte mülksüzleştirilen topraksız ev eksenli proleterlerin kapitalizmin işletme ve ticaret döngüsündeki ihtiyacına karşılık verdiği Verlag sistemi (Verlagsystem) (Secombe, 181-2). Sanayileşme öncesindeki bu iki sistem, birçok kişi tarafından ev eksenli üretimin tarihsel biçimleri olarak kabul edilir.

Kapitalist üretim biçiminin tarihsel gelişimi açısından, Sanayi Devrimi tarihi bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Marx, makineleşmenin doğuşunu geri dönüşü olmayan bir sürecin başlangıcı olarak vurgularken, fabrikayı da makineleşmenin belirli bir sistemde örgütlenmiş formu olarak betimler. Kapitalizmin giderek daha da rekabetçileşen ortamında, makineleşme, seri üretimle üretimin, dolayısıyla en yüksek kar marjının elde edilmesini sağlarken, diğer yandan üretim maliyetlerini artırmıştır. Böylece, kapitalist mümkün olan en ucuz emeği işe alma uğraşına girmiştir. Kas gücü ihtiyacından arınan makineleri kullanabilecek yeterlilikteki kadın ve çocuk emeğinin ücretli emek piyasasına kitlesel katılımının maddi koşulları böyle oluşmuştur. Basit kapitalist işbirliği sürecinde ilk nüveleri oluşan ev-işyeri ayrımı süreci kadınların ucuz emek gücü olarak emek piyasasına katılımıyla tamamlanmıştır. Artık ev içi emek ve fabrikadaki emek tamamen birbirinden ayrışmış iki emek türü olarak tanımlanmaktadır. Bu katılım, bir yandan işçiler arasındaki rekabeti artırır ve dolayısıyla onları kapitaliste daha da bağımlı hale getirirken, diğer yandan da geleneksel evlilik ilişkilerinin bozuşmasıyla sonuçlanmıştır. Engels bu durumu kadın üzerindeki eril tahakkümün temellerinin yıkılması olarak tarif eder (Origins s. 103). Birçok feminist akım, Engels’in bu saptamasını ya yanlış anlamakta ya da saptırmaktadır. Onlara göre, Engels kadınların baskılanmasının kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimiyle birlikte ortadan kalktığını söylemektedir. Oysa ki Engels, kapitalist üretim ilişkilerine dahil olan kadının sömürüsünün iki kat arttığını açıkça belirtmiştir. Kadın üzerindeki eril tahakkümün temellerinin yıkılmasından anlaşılması gereken kadının ücretli emek olarak proleter sınıf içerisinde artık doğrudan bir özne olarak bulunması, dolayısıyla özgürleşmesi için yeni bir mücadele alanının doğması olmalıdır.

Fabrika sisteminin gelişmesiyle birlikte üretim şehirlerde ve büyük kasabalarda bir merkezileşme sürecine girmiştir. Mülksüzleştirilmiş köylü ailelerin kentlere kitlesel zorunlu göçleri, modern proleter sınıfın doğuşunu konu edinen birçok romana, filme, vs.’de anlatıldığı üzere, bu dönemin toplumsal yeniden yapılandırılmasına damgasını vurmuştur. Bu dönem için, iddia edilenin aksine, Marx ev eksenli üretimin yok olacağını değil, yapısal ve işlevsel olarak biçim değiştireceğini savlamaktadır. Eski tip ev eksenli üretim, “fabrikanın, manüfaktürün ya da ambarın dışsal departmanı”[2] olarak yeniden örgütlenmiştir (Capital, s. 434). Diğer bir deyişle, makineleşme ve teknolojik gelişmeler ev eksenli üretimi yok etmemiş, tam tersine bunların sonucunda ortaya çıkan kitlesel işsizlik, işçi sınıfına mensup ailelerin fabrika üretimine bağımlı olmak koşuluyla ev eksenli çalışmaya yönelmesini zorunlu kılmıştır. Böylece, tarihte ilk defa ev eksenli sanayi üretimi ortaya çıkmıştır.

20. yy boyunca ev eksenli üretim, toplam toplumsal üretimdeki payı oranında, bölgesel ve sektörel farklılıklar gösterse de, 1970’lerdeki ekonomik bunalıma kadar, fabrika üretimine ek/yardımcı bir departman olmak bakımından, biçimsel olarak radikal bir değişiklik göstermemiştir. Kısacası, toplumsal üretimde tuttuğu yer bakımından üretimin temel karakteristiğini belirleyecek bir düzeye hiçbir zaman ulaşmamıştır. Diğer yandan, 20. yy boyunca yaşanan siyasal ve/veya ekonomik krizler, kadın istihdamında dönemsel hareketlere yol açsa da ev eksenli üretimde kadınlar her zaman iş gücünün çoğunluğunu oluşturmuşlardır. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sırasında erkeklerin kitlesel olarak orduya alınmaları, kadınların fabrikada istihdam edilme oranında ciddi bir artışa sebep olmuştur. ABD’de özellikle silah sanayiinde ağır iş makineleri kullanan kadın işçiler onore edilmiştir. ‘Rosie the Riveter’ gibi popüler simgeler yaratılmış, kadınların fabrikalarda, ağır sanayide “en az erkekler kadar” başarılı olduğu propagandası güçlendirilmiştir. Sözde sosyal devlet kapsamında çocuk ve yaşlı bakım işlerinin kısmi olarak devlet sorumluluğunda olması da kadınların eve bağımlılığında kısmi bir rahatlama yaratmıştır. Fakat ev eksenli emeğin üretim sürecinin bir parçası olmadığı ve bu alandaki istihdamın çoğunluğunu kadınların oluşturmadığı bir dönem hiç yaşanmamıştır. Diğer yandan, dünyanın sosyalist kısmında, SSCB’de ev içi emeğin ev dışında toplumsal yeniden örgütlenmesi, kadınların hızla ve kitlesel bir biçimde üretim sürecine doğrudan katılımını sağlamıştır. Bu dönemde özellikle Avrupa’da sosyal devlet adı altında benzer rahatlamalar görülür. Elbette kapitalistler, sosyalizmin zaferinin sosyal devlette işçilerin kazanılmış hakları üzerindeki rolünü her zaman inkar etmiş, kitlelerden bunu her alanda saklamaya çalışmıştır.

SSCB’de revizyonizmin baş göstermesi ve ardından 1970’lerde

başlayan ekonomik kriz üretimin makro ve mikro düzeyde yeniden biçimlendirilmesini zorunlu kılmıştır. Üretimin merkeziyetsizleştirilmesi (decentralization) ve esnekleştirilmesi, krizin yıkıcı etkilerinden kaçınmak adına kapitalizm için yeni bir çözüm stratejisi olarak ortaya çıkmıştır. Bu merkeziyetsizleştirme kapsamında “küresel montaj bandı” (global assembly line) olarak tanımlanan, üretimin dünya coğrafyasına dağılmasına yönelik bir yol izlenmiştir. Sermaye giderek tekelleşirken üretimin bu şekilde dağılması, taşeronlaştırma ve aracılar yoluyla çalışmanın hızla esnekleştirilmesi sonucunu doğurmuştur. Özellikle bazı sektörlerdeki kayıt dışı istihdam hızla büyürken, ev eksenli üretim, bu çalışma ve üretim tipleri arasında ciddi bir yaygınlık kazanmıştır. Kayıt dışı ve esnek bir çalışma tarzı olduğu için sağlıklı bir istatistiksel veri ortaya koymak neredeyse imkansız olsa da, Uluslararası Emek Örgütü, ILO’ya göre ev eksenli çalışma dünyadaki tarım dışı iş gücünün %10’unu oluşturmakta, ‘gelişmekte olan ülkelerde’ konfeksiyon ve tekstil sektöründe bu sayının %25 ila %60 arasında olduğu tahmin edilmektedir. Ev eksenli üretim özellikle 20. yy’ın son on yılında ‘merkeziyetsizleştirilmiş’ üretimin temel dayanaklarından biri haline gelmiştir. Bunun sonucu olarak, ev eksenli üretim hala fabrika üretiminin dışsal bir departmanı olarak sürse de, diyebiliriz ki aralarındaki bağımlılık ilişkisi tek yönlü olmaktan çıkma ve karşılıklı olma yönünde hızlı bir eğilim göstermektedir. Ev eksenli üretim, aynı zamanda üretim maliyetlerindeki enerji, su, kira vb. kalemlerin de işverenin sorumluluğundan almakta ve işçinin sırtına yüklemektedir.

Bu kayıtdışılaştırma ve esnekleştirme sürecinin işçi sınıfı açısından en önemli sonuçlarından biri de toplu iş sözleşmelerinin bireysel ve sözlü hale indirgenmesidir. Diğer bir deyişle formal sektördeki toplu pazarlığa dayanan iş sözleşmeleri, enformalleştirme sürecinde bireysel sözleşmelerle yer değiştirmeye başlamıştır. Emek gücünü satan işçinin pazarlık gücünü zayıflatan bu dönüşüm işçileri çok düşük ücretler karşılığında ve güvencesiz çalışmak zorunda bırakmıştır. Diğer yandan, formal ve enformal sektör arasındaki organik bağ, formal sektörde çalışan ‘düzenli’ işçilerle kayıt dışı ve esnek çalışan işçiler arasındaki rekabeti de artırmış, sonuç olarak formal sektördeki mütemadi ücret artışlarında da bir düşüşe, hatta ücretlerin artmaması ya da düşürülmesine sebep olmuştur. Formal ve enformal ayrımına ek olarak, esnek çalışma cinsiyet, ırk, etnisite ve bunun gibi faktörlere dayalı iş bölümünü de şekillendirmiştir. Örneğin, bir uluslararası araştırma politikaları ağı olan WIEGO (Enformal Sektördeki Kadınlar: Küreselleşme ve Örgütlenme) bugün ev eksenli endüstriyel üretimde 100 milyondan fazla insanın çalıştığını ve bunun %80’ini kadınların oluşturduğunu tahmin etmektedir. Ya da, İngiltere’de ev içi bakım hizmetinde eski Doğu Blok’u ülkelerinden gelen kadınlar işe alınmaktadır.

Kadınların kayıt dışı ve esnek çalışmaya, özelde ev eksenli üretim istihdamına katılmalarında neoliberal politikaların etkilerine baktığımızda başlıca ilk bakışta çelişik duran iki hareketlenmeyi sıralayabiliriz. Birincisi, sosyal hizmetlerin (çocuk-yaşlı-hasta bakımı) özelleştirilmesi ve ticarileştirilmesidir. Aile bütçesi için karşılanamaz hale gelen bu hizmetler kadınların istihdamdan çıkıp eve kapanmasına sebep olmaktadır. İkincisi ise hane gelirindeki düşüş ve artan yoksulluk ‘ev kadınlarını’ emek gücü piyasasına itmektedir. ‘Kadın işçilerin ev kadınlaştırılması’ ve ‘ev kadınlarının proleterleştirilmesi’ olarak tarif edebileceğimiz zıt yöndeki bu iki itki ev eksenli çalışmada istihdamın çoğunluğunu kadınların oluşturmasının maddi koşullarını ele verir. Bazı akademik çevreler bu durumu “emeğin kadınlaşması”[3] olarak tanımlasalar da bu saptamanın sadece belli çalışma alanlarda ve kısıtlı sektörlerde doğru olabileceğini söylemek gerekir. Yoksa “emeğin küresel olarak kadınlaşması” gibi bir savın hiçbir bilimsel dayanağı olamaz. (Feminist iktisat teorisi gibi bir şeyin bilimsel olamayacağı gibi…)

Ev Eksenli Çalışmayı Sorunsallaştırma

Dergimizin geçmiş sayılarında esnek üretim, esnek çalışma ve kayıtdışılaştırma gibi çalışma ekonomisine ilişkin birçok neo-liberal politika şimdiye dek detaylı bir biçimde ele alındığından kayıt dışı esnek çalışma koşullarının burada tekrarını yapmak gereksiz olacaktır. Ev eksenli çalışma -yukarıda da altını çizdiğimiz üzere- toplumsal cinsiyet ve sınıf arasındaki ilişkiye dair tartışmaların kristalleşmiş bir örneğini sunması açısından önemsenmektedir. Ev eksenli çalışan kadınlar açısından sömürünün ve baskılanmanın maddi koşulu ise yeniden üretken (reproductive) ve üretken (productive) emeğin[4] zamansal ve mekansal bütünlüğüdür. Diğer bir deyişle örgün çalışmaya katılan bir kadın işçinin koşullarına kıyasla, bu kadınlar için ev-işyeri ayrımı pratik olarak ortadan kalkmış, anne-eş-‘ev hanımı’-bakıcı-işçi olma durumları iç içe geçmiş bir şekilde evde bütünleşmiştir. Buradan hareketle ortaya toplumsal cinsiyet ve sınıf kavramları arasındaki ilişkiye dair başlıca iki sorunsaldan bahsedebiliriz: Kadının ezilmesinin maddi temeline ev-işyeri ayrımını koyan toplumsal cinsiyet teorilerinin yeniden düşünülmesi ihtiyacı ve ev eksenli çalışan kadınların işçi sınıfı içerisindeki konumundaki muğlaklık.

Sanayileşme döneminden bu yana, ev-işyeri ayrımı[5] toplumsal cinsiyet temelinde belirli bir iş bölümünü doğurmuştur ki bu da kadının üretken olmayan emeğinin evde, erkeğin üretken emeğinin de iş yerinde konumlanmasına dayanır. Bu koşullarda ev, zamansal olarak Marx’ın boş zaman ya da çalışma dışı zaman olarak tarif ettiği bir mekandır. Yani iş günü dışındaki, aşk, cinsellik, dinlenme, entelektüel aktivite vb. insan ihtiyaçlarının karşılandığı mekan.

Birçok feminist yaklaşım, kadının ezilmesi sorunun temelinde bu ev-işyeri ayrımının cinsiyetçi bir biçimde şekillenmesini görür. Düşün camiasında Marksist feminist olarak bilinen Heidi Hartmann “Marksizm ve Feminizmin Mutsuz Evliliği” başlıklı ünlü makalesinde erkeğin kadın üzerindeki tahakkümünün bu ayrımdan kaynaklandığını söyler. Hartmann’a göre, erkekler aralarındaki ‘dayanışma’ yoluyla kadınları üretim araçlarından uzak tutarak kadınların emek-gücü üzerinde şiddetli bir tahakküm kurmaktadır. İşçi sınıfının eşinin evde kendisine hizmet etmesini isteyen erkek mensuplarının yanı sıra kapitalistler de kadın iş gücü üzerinde bir tahakküm kurmak istediğinden bu iki eril iktidar arasında görünürde bir çatışkı doğduğunu söyler; makineleşme sürecinde belirginleşen bu çatışkının 19.yy’da aile-ücreti sistemi ile dönemsel olarak çözüldüğünü örnekler. Maddi dayanağı ev-işyerine dayanan bu iki ayrı (erkek-egemenlik/ patriarkal ve kapitalizm) sistem günümüzde çakıştığı için, günümüz toplum formasyonunu “ataerkil (ya da patriarkal) kapitalizm” olarak adlandırmamız gerektiğini savlar.[6] Hartmann’a göre, ev-işyeri ayrımına dayanan patriarkal kapitalizm, kadını istihdam dışı bırakıp evde konumlandırarak, Marx’ın “kapitalizm mümkün olan en yüksek sayıda insanı proleterleştirmek zorundadır” tespitini boşa çıkarmıştır, çünkü kapitalizm ‘ev kadınlarını’ proleterleştirememiştir. Bu olgu, patriyarkanın kapitalizm üzerindeki belirleyici karakterinin bir göstergesidir.

Hartmann’ın sadece bu tespitlerine bakarak bile doğru bir varsayımda bulunabiliriz. Kendisi hükümetlerin ve hükümetlere bağlı istatistik kurumlarının verilerinin fazlaca etkisinde kalmış olacak ki, başlı başına kayıt dışı sektörün varlığının bile Marx’ın öngörüsünü doğrulamaya yettiğini görememiştir. Kapitalizmin bugünkü gidişatı zihinsel emeği bile hızla proleterleştirme eğilimindedir. Ev eksenli endüstriyel üretim ise Hartmann’ın ‘beceriksiz’ sandığı kapitalizmin toplumun her kesimini meta üretim sürecine ücretli emek olarak dahil etmedeki başarısına tek başına bir örnektir.

Hartmann’ın toplumsal cinsiyet ve sınıf kavramları ve patriyarka ve kapitalizm arasında kurduğu bu çarpık ilişki birçok radikal feminist tarafından da benimsenmiş durumdadır. Örneğin, Kate Millet Cinsel Politika’sında insanlık tarihindeki temel eşitsizliğin cinsiyete dayandığını ve bu anlamda cinsiyetler arasındaki eşitsizliğin sınıflı toplumdan daha önce başladığını savunur. Shulamith Firestone, Cinselliğin Diyalektiği’nde toplumun temelde kadın ve erkek olmak üzere iki sınıftan oluştuğunu, benzer bir şekilde Christine Delphy de Baş Düşman’da evlilik kurumunun aslında karı (işçi) ve koca (patron) arasındaki bir iş sözleşmesinden ibaret olduğunu savunur. Feminizmin bu noktadaki temel teorik problemi kadının sömürüsünü ve ezilmesini kadınlar üzerindeki eril tahakkümle aynılaştırmasıdır. Bu da kadının birincil ve temel olarak içerisinde yaşanılan üretim biçimi ve ilişkilerine değil (örneğin kapitalizme) değil de erkek iktidarına tabi olduğunu varsayar. Bu durum aslında kadının ezilmesi sorununun maddi ve tarihsel sürecini saptırmak, yanlış tahlil etmek ya da iyimser bir deyişle kavrayamamaktan kaynaklanır. Cinsiyet kavramı idealize edilir ve ‘kendi-içinde ve kendi-için’ cinsiyet olarak algılanmaya başlanır. Kadının ezilmesi sorununu erkek iktidarı olarak deşifre ettikleri için de ‘baş düşman’ olarak erkekleri görmekte ve erkek iktidarına olan mücadeleyi listenin başına koymaktadırlar. Toplumsal şekilleniş içerisindeki sınıfsal, ulusal, cinsiyete dayalı çelişkileri ve bunların birbiriyle olan diyalektik ilişkilerini göremezler.

Bu tür feminist akımları eleştiren ve meseleye tarihsel materyalizmin ışığında yaklaşmaya çalışan bazı düşünürler (örneğin, Roisin McDonough, Rachel Harrison, vb.) ise kapitalist toplumda kadının ezilmesinin temelinde kadının kapitalist üretim ilişkilerine tabi olmasında görür. Fakat bu ilişki her zaman dolayımlıdır. Kadının kapitalizme tabîliği erkeklere olan bağımlılığı üzerinden işlemektedir. Bu tutum, Marx’ın kadının emek piyasasına girişiyle aile ilişkilerinde saptadığı değişimle uyumlu görünmektedir. Marx, kadının işçileşmesiyle kocanın efendi olmaktan çıkıp karısının ve çocuğunun emeğini satan bir ‘köle tüccarı’ haline geldiğini söylemiştir (Capital s.373) Fakat bu tespit sadece bir sürecin başlangıcına işaret etmektedir. Marx ve Engels kadının proleterleşmesini ataerkil ilişkilerin temellerinin yıkılması sürecinin başlangıcı olarak tarif eder. Kadının kapitale olan bu dolayımlı ilişkisi git gide dolaysızlaşmaktadır. Ev eksenli çalışmanın bir yönü bu dolaysızlaşma süreciyle doğrudan bağlantılıdır. Kocası olmadan aracı, taşeron veya işverenle doğrudan pazarlık eden kadın üretim ilişkilerinin dolayımsız bir parçasıdır artık.

Fakat bu durum çifte sömürüyü de beraberinde getirir. Kadının ücretsiz emeği, ev içi emek, kadının işyerinde ücretli emek olmasıyla sırtından alınmamıştır. Nerede çalıştıklarından bağımsız olarak, kadınlar bu işler için her zaman sorumlu tutulmuşlardır. Fakat ev eksenli çalışan kadın işçiler için, iki farklı tür emek zaman ve mekan açısından iç içe geçmiş ve bütünleşmiştir. Bunlardan ilki ev içi emek dediğimiz, bakım-yemek pişirme-temizlik, vb. işlerdir. Bu türden bir emek ücretsizdir ve meta üretimi açısından üretken olmayan emektir. Her ne kadar Italya’daki bazı “Marksist-Otonomist” feministler bu emeğin artı değer ürettiğini iddia etseler de, bu yaklaşım çoğu marksist tarafından haklı olarak bilimsel olmamakla eleştirilmiştir. Engels toplumsal üretimin çift yönlü karakterini tarif ederken, toplumsal hayatın yeniden üretimiyle meta üretimi arasındaki ilişkiden söz etmiştir. Kadınların ev içi emeği bu bakımdan yeniden üretken emektir, diyebiliriz. İşçi sınıfının, işçi sınıfı olarak hayatta kalmasına ve yeni işçi nesillerinin ‘sağlıklı’ bir şekilde kapitalistin hizmetine girmesini sağlayacak emektir yani.

İkinci tür emek, ev eksenli çalışan kadın işçinin ücretli yani üretken emeğidir. Doğrudan artı değer üretir. Ev içi (ücretsiz-yeniden üretken) emek ve (ücretli) üretken emeğin yaşam alanındaki bu bütünlüğü kadınların toplumsal entegrasyonunun sınırlarını ev ve mahalle içinde olmak üzere belirlemiştir. Sanayileşmeyle birlikte, meta üretiminin ev-dışı, fabrikada hayata geçirilen bir üretim ilişkisi olduğunu belirtmiştik. Üretimde ev-işyeri şeklinde gelişen ayrım, siyasal hayatta modernleşmeyle birlikte daha da belirginleşen özel alan-kamusal alan ayrımının maddi koşullarını oluşturur. Dolayısıyla meta üretimi ve buna özgü ilişkiler kamusal alana yani ev dışına ait ilişkiler olarak görülmüştür. Öte yandan, ev eksenli üretim, ev dışı/kamusal alanla özdeşleştirilen meta üretimini ‘özel alana’ taşıyarak kamusal alan ve özel alan ayrımının da pratikte ortadan kalktığı özgün ve karmaşık bir entegrasyon örneği sunmaktadır. Fakat bu ayrımın ortadan kalkması şimdilik sadece pratikle sınırlıdır, çünkü özel alandaki kamusal etkinliğin, yani evdeki meta üretiminin sadece kadının üretken emeğiyle sınırlıdır. Sonuçta, tüm vaktini evde, en iyi ihtimalle sokağında veya mahallesinde harcayan bir kadın tipolojisi ortaya çıkar.

Ev eksenli üretim ve çalışma söz konusu olduğunda, ev-işyeri ya da özel-kamusal alan ayrımına ilişkin tartışmalar meselenin analizinde sadece bir dereceye kadar yardımcı olabilmektedir. Feminizm gibi analiz konusunu bu ayrımlarla sınırlayan teoriler, toplumsal cinsiyet ve sınıf kavramları arasındaki ilişkiyi incelemekte bu nedenle başarısız olmaktadırlar. Meseleye bilimsel yaklaşmanın en temel koşullarından biri, Marx’tan örnek alarak, ev eksenli çalışan kadınların emeğinin analizini yapmaktan geçer. Bu noktada iş günü kavramı bu kadınların emeği açısından yeniden ele alınmalıdır. Çünkü düzenli fabrika işçisi için iş günü belirli bir zamanla sınırlanmış ve aralıksız üretken bir etkinliğe işaret ederken, ev eksenli çalışan kadınlar için üretken aktivite ev işleriyle aralıklı olarak kesintiye uğrar. Bu da günde kaç saat ücretli emek olarak çalıştıklarını, yani onlar için iş günü tanımını muğlaklaştırır.

i. Ev eksenli çalışan kadın işçilerin ücretleri açısından iş günü ne ifade eder?

Marx, Kapital’de emek gücünün değerinin üretim için gerekli olan çalışma zamanıyla ölçüldüğünü ve belirlendiğini belirtir. Yani işçi, günlük/haftalık olarak belirlenen zamanla ölçülen emek gücünü satmaktadır. İşyerinde harcanan zamanın belirli bir başlangıç ve bitiş zamanı vardır. Bu zamanın belirlenmesinde, iş gününün belirlenebilir ve belirlenemez olarak tanımlanan ikili ve kompleks karakterinin altını çizer. İş gününü belirlenebilir kılan şey, işçinin fiziksel kapasitesinin fiziksel ihtiyaçlar (uyuma, yeme, içme, üreme, vb.) ve sosyal ihtiyaçlarla sınırlanmasıdır. Fakat aynı zamanda bunun tam zıttı yönünde bir itki vardır ki bu da işgününün belirlenemez karakteriyle alakalıdır. Son tahlilde ücretli emek gücünün alıcısı ve satıcısı arasındaki değişim/alışveriş ilişkisini temsil eder. İş gününün bir kısmı işçinin ihtiyaçlarını karşılamak için çalışması için gereken zorunlu emek zamandır. Bunun geri kalanındaki sürede işçi sadece üretim araçlarının sahibi için üretir. Bu da artık emek zamanı oluşturur. Örneğin, 10 saatlik iş gününde işçi 4 saatte kendi ihtiyaçlarını karşılayacak değişim değerine sahip emek gücünü satıyorsa, geri kalan 6 saat tamamen kapitaliste aittir. Yani iş günü içerisindeki ücretli emek 4 saatliktir ve işçinin harcadığı 6 saatlik emek-gücü artık değeri oluşturur, ödenmeyen emek gücüdür. İş gününün belirsiz karakteri bir günlük emeğin belirsizliğinden kaynaklanır (Capital s. 223). Kapitalist bu artık-emek zamanı uzatmaya (bu 6 saati 7-8 saat yapmaya) çabalarken, normal bir işgünü mücadelesinin talebi bu sürenin insanca yaşanacak biz düzeye çekilmesi yönündedir. Dolayısıyla, üretken emek bu süreçte metalaştıkça, işçinin zaman algısı da parasal bir olguya dönüşür.

Parça başı çalışan ve ev eksenli üretim yapan işçi kadınlar içinse, bu zaman algısına dair bir çıkarım yapmak zorlaşır. Parça başı ücret görünürde işçinin çalışma kapasitesini, yani emeğinin kullanım değerini sattığına dair bir yanılsama yaratır. Marx parça başı ücretin emek gücünün değişim değerinin zamana dayalı ücretlendirilmesini dönüştürülmüş bir formu olduğunu açıkça belirtmiştir. Çünkü parça başı ücret, verili zaman zarfı boyunca emeğin nesneleştiği ürünlerin miktarı tarafından belirlenir. Yani, artık-emek ürün biçiminde ortaya çıkar. (Capital s. 517-8) Parça başı ücret, parça başı işlerin tümünde olduğu gibi, kapitalist ve işçi arasındaki gerçek ilişkiyi -emek gücünün değişim değerini- gizler. Yani işçinin emeğinin kullanım değerini sattığı yanılsamasını yaratır. Bu nedenle, ev eksenli çalışma açısından da sorunludur. Fakat bu, parça başı çalışan işçinin zaman algısının da parasal bir olguya dönüştüğü gerçeğini değiştirmez. Diğer parça başı işlerden farklı olarak ev eksenli çalışmayı özgün kılan nokta ise üretken emeğin ev işleriyle sürekli olarak bölünmesiyle doğrudan ilişkilidir. Dolayısıyla ev eksenli çalışan kadınların emeği kabaca şu şekilde kategorize edilebilir:

a. Metalaşmış Emek=Üretken Emek=Ücretli Emek

Ø Zorunlu Emek: (yukarıdaki örnekte 4 saat)

Ø Artık Emek: (örnekteki 6 saat- gerçekte değişim değeri ödenmemiş emek)

b. Metalaşmamış Emek= (Meta üretmeyen) Yeniden Üretken Emek= Ücretsiz Emek:

Annelik, eşlik, bakım, ev işleri (yemek, temizlik), vs.

Ev eksenli kadın işçiler açısından bu iki temel emek türü arasındaki ilişki bu kadınların sınıfsal bilinçlerini doğrudan etkiler. Birçok araştırmanın da ortaya koyduğu üzre ev eksenli çalışan kadınlar kendilerini işçi olarak görmemektedirler. Eğer kapitalist toplumda kadının sömürülmesinin ve ezilmesinin maddi temellerinden söz edeceksek bu kadınların üretken ve yeniden üretken emekleri arasındaki ilişkiyi sorgulamamız gerekir. Fabrikada çalışan kadın açısından bu iki emek türü arasındaki hiyerarşi, ev eksenli işçiye nazaran daha dengelidir- ki “çalışan anne, çalışan eş” gibi tanımlamalarla ifade edilir. Ev eksenli çalışan kadın işçiler, yeniden üretken emeklerinin üretken emeklerini, yani ev içi emeklerinin ücretli emeklerini gölgelemesinin bir sonucu olarak kendilerini işçi olarak tanımlamaktan ziyade anne, eş, kız evlat vs. gibi tanımlamaları ön plana çıkarmaktadırlar. Genel olarak kadın işçiler herhangi bir çelişkinin olgunlaştığı bir evrede, bir mücadele dönemine girildiğinde, üretken emeklerine sahip çıkabildiklerinde, tüm baskılanmanın üretim ilişkileriyle alakasını kurabilir hale gelirler. Geçmişte Novamed, Sümerbank, vb. mücadelelerde ya da Desa deri işçisi Emine Aslan’ın direnişindeki söylemlerinden bu sonucu çıkarabiliriz. Ev eksenli üretici kadınlar içinse bu bilince erişmenin yolları çok daha çetindir. Çünkü yeniden üretken emek ve üretken emek tam anlamıyla iç içedir, birbirinden ayrılamaz haldedir. Dahası fabrikalarda ya da daha farklı iş yerlerinde kendi sınıfdaşlarıyla buluşma olanakları olmadığından mahallelerde bölük pörçük dağılmış bu kadınların bir araya gelmesi hem zordur hem de işverenler farklılaştığından ortak bir hedefe yönelmek neredeyse imkansızdır.

ii. Marx’ın tarif ettiği üzere, proletarya ve burjuvazi arasındaki mücadelenin temel alanı olan normal iş günü ve insanca yaşam mücadelesi bu kadınlar için ne ifade etmektedir?

Yukarıda tarif ettiğimiz bu çelişkili durum, yani ikili sömürünün ev içindeki zamansal bütünlüğü, iş günü mücadelesinin de ikili karakterini zorunlu kılar. Yani ev eksenli çalışan kadınlar için normal bir işgünü mücadelesinin stratejik talebi mutlaka ve mutlaka ev işlerinin ve bakım hizmetlerinin kolektifleştirilmesini/toplumsallaştırılmasını içermek zorundadır. Ülkemizde kreş talebi sadece fabrikada çalışan kadınların bir talebi olarak dile getirilmekte ve böyle algılanmaktadır. İşçi sınıfı mücadelesi içerisinde bile ücretli-ücretsiz, her türlü emeği görmezden gelinen bu “ev hanımı işçilerin” bakım sorumluluğunu tek başına göğüslemelerinde bir problem görmeyen eğilimler kuvvetlidir. Hasta ve yaşlı bakımının devlet sorumluluğunda ve güvencesinde olmaması başka bir külfeti getirmektedir. Türkiye’de gelişkin geleneksel aile bağları, hasta ve yaşlı bakımını kız evlatların ya da gelinlerin doğal bir vazifesi olduğu algısını yaratmıştır.

Diğer yandan, kayıt dışı çalışma koşullarının iş sözleşmesini illegal, sözlü ve bireysel hale sokması üretim sürecince sınıfdaşlarıyla bir araya gelemeyen bu kadınların kendi emekleri üzerindeki işverenle pazarlık gücünü neredeyse sıfırlamaktadır. Ev eksenli çalışan kadınlar ve sendikalar arasındaki zayıf ilişkide başlıca iki belirleyen vardır. Birincisi, ev eksenli çalışmanın dönemsel/geçici/mevsimlik olarak görülmesidir. Çalışılan iş başına düşünüldüğünde bu tespit doğru gibi görünse de, günümüzde İstanbul’un yoksul semtlerinde farklı ya da aynı işverenden aldığı parça başı işleri evinde yapmayan orta yaşlı bir kadın bulmak neredeyse imkansızlaşmaktadır. İkincisi de, yukarıda da belirttiğimiz gibi, neoliberal politikalar sonucu üretimin merkezden uzaklaştırılıp dağıtılması ve çalışmanın esnekleştirilmesinin sendikal örgütlülüğü zayıflatmasıdır. Ne yazık ki ülkemizde birkaç sendika hariç (örneğin Birleşik Metal-İş) ev eksenli üretim üzerine çalışma yürüten sendika yoktur. Bu durumda ev eksenli çalışan kadın işçilerin en acil talebi derhal kayıt altına alınmak olmalıdır. Türkiye’de özellikle büyük şehirlerde, belli başlı tekstil havzalarında irili ufaklı örgütlenme (örneğin kooperatifler) deneyimleri yaşansa da bugün neredeyse tükendi denecek kadar azdır.

Esnekleşen ve merkeziyetsizleştirilen üretimin çalışma alanını parçalamasının sosyal hayata yansımaları üzerine daha çok çalışma yapılmalı, bu dönüşümün hedefindeki kadın emeğinin giderek kötüleşen konumuna karşılık verecek örgütlenme biçimleri tahlil edilmelidir. Elbette ki talepler bir liste şeklinde sıralanabilir ve bu oldukça uzun bir liste olacaktır. Fakat her şeyden daha acil olan işçi sınıfının kendi öz örgütlerinin ve sınıf partisinin bu kadınların kendi -göreli- bağımsız örgütlerini kurma çabasına girmesidir. Neredeyse tüm zamanlarını evde geçiren bu kadınlara doğru kanallarla ulaşmak için daha çok tartışma üretilmeli ve örgütlenme mekanizmaları geliştirilmelidir. Unutulmamalıdır ki, özellikle İstanbul’da işçi sınıfının bir yarısı git gide evlerinin içine hapsedilmektedir.

KAYNAKÇA

· Engels, F. The Origin of Family, Private Property and the State. (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni) London: Penguin. 2010

· Hartmann, H. “The Unhappy Marriage of Marxism and Feminism: Towards a more Progressive Union.” (“Marksizm ve Feminizmin Mutsuz Evliliği: Daha İlerici bir Birliğe Doğru”) Women and Revolution (Kadınlar ve Devrim) Ed. Lydia Sargent, Cambridge: South End Yaınları, 1981: s. 1-41.

· International Labour Organisation (Uluslararası Emek Örgütü). Women and Men in the Informal Economy: A Statistical Picture. (Enformal Ekonomide Kadınlar ve Erkekler: İstatiksel Bir Tablo) Geneva: ILO, 2002

· Marx, K. Capital: A Critical Analysis of Capitalist Mode of Production, V.1., (Kapital: Kapitalist Üretim Biçiminin Eleştirel Bir Analizi), Ed. Frederick Engels. Çev. Samuel Moore & Edward Aveling. London: Lawrence&Wishard, 2003

· Secombe, W. A Millenium of Family; feudalism to capitalism in Northwestern Europe. (Ailenin Bir Bin Yılı: Kuzeybatı Avrupa’da feodalizmden kapitalizme ) London&New York: Verso, 1992

SSCB Ekonomi Enstitüsü Bilimler Akademisi, Politik Ekonomi Ders Kitabı, çev. İsmail Yarkın, İstanbul: İnter Yayıncılık, 1996


[1] Bazı kaynaklarda ‘kapitalist ev işi’ olarak da tanımlanmaktadır. Bkz: Politik Ekonomi Ders Kitabı (s. 123),

[2] İngilizcesinden çevrilmiştir.

[3] Öreneğin, Standing, G. “Global Feminization through Flexible Labor.” (Esnek Emeğin Küresel Kadınlaştırılması) World Development. Vol.17. No.7. 1989

[4] Engels, toplumsal üretimin ikili karakterini yeniden üretim (insanlığın bir tür olarak kendini sürekli üretmesi, kapitalizmde işçi sınıfının yeniden yeniden üretilmesi) ve materyal üretim (türün devamı için gerekli yaşamsal materyallerin üretilmesi, kapitalizmde meta üretimi) olarak tarif etmiştir.

[5] Bu ayrıma dayalı toplumsal cinsiyet teorilerini irdelemeye başlamadan önce belirtilmesi gereken bir nokta var ki, bu da ev-işyeri ayrımının sanayileşme döneminde ücretli emek piyasasına katılan kadınlar ve günümüz kadınları için farklı bir anlam ifade edeceğidir. Çünkü makineleşmeyle birlikte fabrikaya giren kadın ilk defa evden dışarı çıkıp üretken emeğini satmaktadır. Günümüz kadını ise kapitalizmin doğuşundan bu yana hareketli bir istihdam olagelmiş ve kimi zaman işsiz kimi zaman fabrika işçisi olmuştur. Yani günümüzde tarihsel süreçte fabrika işçiliğini deneyimlemiş, işçi olmanın bilincine erişmiş kadın emeğinin yeniden eve kapatılıp üretken emeğini sattığı koşullardan bahsediyoruz.

[6] Hatta daha da ileri gidip her dönemdeki toplumsal formasyonun benzer şekillerde tanımlanması gerektiğini buyurur. Örneğin, patriyarkal feodalizm ya da -cinsiyetsel- eşitlikçi avcı toplum.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑