Ülkemizde, 80’li yılların baskı ortamında sanatçı örgütlenmesinin -mesleki alanda bile- hemen hemen ortadan kalktığı, sanatçının toplumundan koptuğu, koparıldığı, yalnızlaştırılıp örgütsüzleştirildiği bir gerçek. Ancak ’80’li yılların ikinci yarısından sonra yükselen işçi sınıfı mücadelesi ve demokratikleşme hareketleri; sayısı fazla olmasa da bazı aydınların, sanatçıların ‘90’lı yılların başında, bu hareketlerin içinde yer almasını sağlamıştır. Ne var ki, bu hareketlerin içinde yer alan, sınıf mücadelesine katılan, kendini bir politik parti içinde ifade eden aydın ve sanatçıların sayısı, iki elin parmakları kadardır. Bu durumu oluşturan nedenler arasında, ‘80’li yıllarda iktidarın aydınlar üzerindeki hapis, işkence, sürgün, kitap yasaklama vb. biçiminde kendini gösteren yoğun baskısını belirtmekle birlikte; yine burjuva ideologları tarafından öteden beri ileri sürülen ve sanatçıları politikadan uzaklaştırmayı, yansızlaştırmayı, örgütsüzleştirmeyi amaçlayan şu propagandanın da yeniden yaygınlaştırılmasını sayabiliriz: “Sanatçı yansız olmalıdır, bir parti ya da sınıfsal oluşumun içinde yer almamalı, bunların üstünde ve tarafsız olmalıdır. Partililik, sanatçının yaratma özgürlüğünü ortadan kaldırır.”
Bu yazının amacı; bu tarafsızlık söyleminin gerçekte burjuvazinin bu alanda da kendini gösteren ikiyüzlülüğünün bir yansıması olduğunu ortaya koymak; sınıflı toplumlarda sanatçının yaratma özgürlüğünün sınırlarını ve sanatçının bağlanma konusunu tartışmak.
SANATIN SINIFSALLIĞI
Sanatın da, din gibi, bir üstyapı kurumu olduğu ve üstünde yükseldiği toplumun ekonomik ilişkilerinden ayrı düşünülemeyeceği, bugün artık kimsenin yadsıyamayacağı bir gerçek. Yine de Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi adlı yapıtından küçük bir alıntı yaparak, bir kez daha anımsayalım: “Her çağda, egemen düşünceler, egemen sınıfın düşünceleridir, yani toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda onun egemen manevi gücüdür de. Maddi üretim araçlarına sahip olan sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretim araçları üzerinde de denetim sahibi olur; zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların düşünceleri genellikle buna bağımlıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin düşüncesel anlatımından, düşünce olarak kavranan, egemen maddi ilişkilerden başka bir şey değildirler; bundan ötürü, bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin anlatımıdırlar, yani egemen sınıfın egemenliğinin düşünceleridirler.”
Egemen sınıfın egemenliğinin düşünceleridir; o toplumda geçerli olan egemen ideolojiyi belirleyen; yani felsefe, din, ahlak, siyaset, hukuk, kültür, sanat ve edebiyatı, hatta bilimi koşullayan. Bu yüzden, sınıflar üstü ya da dışı bağımsız bir ideolojiden, dolayısıyla sanat ve sanatçıdan söz etmek olanaklı değil. Burjuva ideologlar, sanatın, sanatçının yansızlığından, yansız kalması gereğinden söz ederken büyük bir ikiyüzlülük içindedirler. Yansız olduğu söylenen sanat ya da sanatçılarsa, ideolojik üstyapının bir parçası olarak; ya doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak ya açıkça ya da üstü örtülü, burjuva toplumunun, onun genel çıkarlarının hizmetindedirler.
Asım Bezirci de, 1974’te yazdığı ve nesnel eleştiri konusunu tartıştığı “Tarafsızlık mı?” başlıklı yazısında şöyle yazıyordu: “Bilelim ki tarafsızlık da, aslında sinsi bir uzlaşma, gizli bir taraf tutmadır. Bir yana bağlanmadığını, tarafsız davrandığını, özgür olduğunu öne sürenler gerçekte egemen sınıfa (günümüzde burjuvaziye), onun eğilim ve beğenilerine bağlanmış, sunduğu ün ve kazanç tuzaklarına düşmüş olurlar…”
KAPİTALİST TOPLUMDA SANATÇININ YARATMA ÖZGÜRLÜĞÜ MASALI
1980’li yılların ikinci yarısından başlayarak, ABD emperyalizmi tarafından, dünya halklarına dayatılan Yeni Dünya Düzeni’nin; uluslararası tekellerin, emperyalizmin salt ve sınırsız egemenliğinden başka bir şey olmadığı kısa sürede ortaya çıktı. Ne var ki, aynı dönemde Sovyetler Birliği’nde ve öteki sosyalist görünümlü ve sosyalist ülkelerde yaşanan olaylar ve geriye gidişler; ülkemizde ve dünyada kitlelere, sosyalizmin yıkılışı olarak sunuldu, inançlarını yitiren kimi insanlar, Yeni Dünya Düzeni ve Globalleşme söylemine cankurtaran simidi gibi sarıldılar. Bu eğilim, kültür sanat alanında da yaygın olarak kendini gösterdi. 80 sonrasının baskı koşullarında; emekçiler en küçük bir hak arama eylemi yapamazken; insan hakları ayaklar altına alınmışken; on binlerce insan işkenceden geçirilirken;’burjuva kültür sanat çevrelerince ve inancını yitirmiş sanatçı çevrelerinde; bireyin önemsenmesi, sanatta bireysel özgürlük gibi kavramlar yeniden tartışılmaya başlandı. Yine bu dönemde; sosyalist öğretinin, partililiğin, bağlanmanın sanatı, sanatçıyı daralttığı; partinin, sanatçının yaratıcılığını kısıtladığı biçiminde savlar ileri sürülürken; sanatçının yaratma özgürlüğüne ortam sağlayacağı savıyla Yeni Dünya Düzeni umut olarak öne sürüldü. Toplumcu gerçekçiliğe karşı görüşler, yeniden ısıtılıp ortaya çıkarıldı. Bütün bunlar tartışılırken, düşünce özgürlüğünü kısıtlayan yasalar bir bir gündeme getirildi. (141-142’ler sözde kaldırılmış; TMY’nin 8. maddesi, ardından da 312. madde yürürlüğe konmuştu.) Bu yasalara uygun olarak sanatçının nasıl bir ‘yaratma özgürlüğü’ ortamında bulunduğunu, özgür yaratıların sonunun nerelere vardığını hepimiz biliyoruz. Bu, işin bir yanı. Bir başka yanı da; kültür sanat üretiminin ve etkinliklerinin, yine ‘80 sonrası ülkemizde de yaygınlaştırman sponsorluk uygulamalarıyla bankalara, ‘sanatsever’ işadamlarına, uluslararası tekellerin yerli temsilcilerine, dolayısıyla burjuvaziye ve emperyalist hegemonyaya teslim edilmesidir. Bu uygulamanın da, sanatçıya nasıl bir ‘yaratma özgürlüğü’ sağladığını, sağlayacağını kolayca kestirebiliriz. (Bir banka tarafından finanse edilen yayınevinde yayınlanan kitabı, yine bu yayınevi tarafından toplatılmış bir yazar olarak ben bunu çok yakından biliyorum.) Genel olarak, burjuvazinin; sağlıktan eğitime, örgütlenmeden hukuk sistemindeki uygulamalara kadar, yaşamın her alanında nasıl bir ikiyüzlülük içinde olduğunu ve bunu kitle iletişim araçlarıyla bilinci bulandırılan kitlelere nasıl ‘özgürlük’ diye yutturmaya çalıştığını hepimiz biliyoruz.
Kapitalist toplumda, sanatçının yaratma özgürlüğünün ne durumda olduğunu ve gelecekte nasıl olacağını, daha 1956 yılında, Londra’daki Pen Club Kongresi’nde, Amerikalı yazar Elmer Rice şu sözlerle ifade etmeye çalışmıştı:
“Günümüzde, yazarın çabalarının endüstrileşmesi olarak niteleyeceğim yepyeni olaylarla karşı karşıya geliyoruz. Başka bir deyişle, yazar, eskiden önce şiirlerini, oyunlarını, romanlarını yazıp daha sonra bir yayıncı veya sahneye koyucu ararken, şimdi bunun tam tersi oluyor: Bizde, Amerika’da, işlenmesi gereken malzemeyi dağıtan, yazara konu ısmarlayan büyük bir endüstri var. Yazar bu dev endüstriyel çarkın bir dişlisi haline geliyor ve bir teknisyen, bir kameraman, bir dekoratörle aynı konumda sayılıyor.”
Rice’ın, televizyon ve sinema sektörünün gelişimi nedeniyle gündeme getirdiği bu konu, gerçekten çok önemli ve kapitalist sistem içinde sanatçının yerini ve ‘yaratma özgürlüğü’nün sınırlarını somut biçimde belirleyen bir örnektir. Bir TV dizisinin metninin hazırlanması sırasında yazardan, belirli bir konuda yazması isteniyor; yani imgeleminde canlanan, özgürce düşünüp kurguladığı herhangi bir olayı değil de, film şirketinin ya da yayınevinin kendisine ısmarladığı konuyu işlemesi isteniyor. Teknik bir iş yani; bir terziye giysi, bir marangoza dolap sipariş etmek gibi bir şey. Yazar, şirketteki diğer elemanlar gibi para karşılığında tutulmuş bir memur, bir elemandır. Patronun istediği biçimde yazdığı sürece, şirkette yeri vardır; karşı çıktığı an sistemin dışına atılır. ABD’deki bu uygulama, daha sonra Batı Avrupa ülkelerine sıçrıyor ve giderek bütün dünyada yaygınlaşıyor. Geçtiğimiz yıl, benim de konuşmacı olarak bulunduğum, Türkiye’den ve Almanya’dan uzmanların katıldığı Çocuk Kültürü başlıklı toplantıda, Almanya’dan Prof. Dr. Horst Heidtman’ın çocuk kültürünün ticarileşmesi konusunda söyledikleri de, sistem içinde hem üretenin (yazarın) hem de tüketenin (izleyici-okuyucu) özgürlüğünün kısıtlanmasını belirtmesi açısından son derece çarpıcıdır: “Çocuklar mültimedya (çok amaçlı medya) ile kuşatılmış bir çevrenin içinde yetişiyorlar. Neredeyse bütün evlerde televizyona ek olarak video cihazlarını bulmak mümkün. Evlerde çocukların en çok kullandıkları ise, video kameralar, kişisel bilgisayarlar ve daha birçok yeni medya aracı. … Aile içinde birlikte kitap okuma alışkanlığına artık pek rastlanmıyor. … Ticari kanallar, büyük ölçüde bu sektörde film ve televizyon yapımcıları tarafından talep uyandıran ve ABD’de üretilen hedef kitle odaklı dizilerle Alman gençlerine yönelerek kendileri için yaşamsal önem taşıyan çizgi film ve aksiyon dizilerine ağırlık veriyor (Örneğin David Hasselhoff). Sabahın erken saatleri veya öğleden sonraları televizyon dizileri çocuklara yönelik ürünler konusunda reklâm pazarını oluştururken, diziler içinde yer alan figürlerin oyuncaklarının da dizilerin hemen ardından reklâmı yapılıyor. Çocuk kültürünün ticarileşmesi sonucu ürüne yönelik yapılan dizilerde şunları görebiliyoruz: Sunucunun Benetton tişört giymesi ya da masasında herhangi bir markanın logosunu bulundurması, bulunduğu mekâna belli marka oyuncakları veya bir bisikleti yerleştirmesi bunlara örnektir.”
“Diziler her zaman indirgenmiş karakterler, klişeler ve kişiler arasındaki belirli ilişki kalıplarıyla aynı doğrultuda bir gelişme gösterse de, izleyicinin alışkanlıktan doğan ihtiyacını karşılamaya yetmektedir.” diyen Prof. Dr. Horst Heidtman; yazarlardan ya da yayınevlerinden telif hakkı alınan bir yapıtın, şirketlerdeki ‘teknik yazar ordusu’ tarafından seri kitaplar ya da dizi film senaryoları biçiminde çoğaltıldığını anlatmıştı. Bu uygulama, Rice’ın 1956’da işaret ettiği gerçeklere ne çok benziyor!
Aynı toplantıdaki bir başka konuk konuşmacı olan Almanya’dan Prof. Dr. Malte Dahrendorf ise, sistemin, çocuk ve gençlik edebiyatı üzerine etkilerinden söz etmişti: ‘Kitaplar istese de istemese de modern medyanın yöntemlerine ayak uydurmak zorunda kalmaktadır. Kitaplar, giderek kısalmakta ve kısa soluklu olmaktadırlar. Gerçi eskiden de dizi kitaplar vardı (örneğin kız kitapları, Blyton’un serüven kitapları gibi), ancak günümüzde televizyon filmlerinin gençlik kitabı olarak ‘dizileştirilmesi’ yaygındır. … En büyük sorunlardan birisi modern boş zaman kültürünün kullandığı çocuk ve gençlik edebiyatı üzerinde içeriksel olarak yarattığı etkidir. Bu alanda olasılıkla gerek yazarların kendilerinin edebi sosyalizasyonlarına, gerek kuşak farklarına dayalı olarak büyük olumsuzluklar yaşanmaktadır. Çünkü kendileri de medya ile birlikte yetişmiş olan (ya da kendi çocukları bu koşullarda yetişen) yazarların büyük çoğunluğu yapıtlarında kurdukları dünyada değişik medyalara da yer vermektedirler’.” Prof. Dr. Malte Dahrendorf, konuşmasını; “Bütün bunlardan yeni bir çocuk ve gençlik edebiyatı mı çıkacak, yoksa bu alan büsbütün ortada mı kalacak, bu bilinmemektedir.” sorgulamasıyla bitirmişti.
ABD ve Batı Avrupa’daki bu olgular; kapitalist sistemin, kültür sanat alanında da üretilen her şeyin metalaştırılmasını; pazara, alınıp satılabilecek şeylerin sürülmesini öngören pazar ekonomisi kurallarını egemen kılmasının bir sonucu. Üstelik beynini ve kalemini patrona satmamış yazarlarca yıllar önce görülüp işaret edilmeye çalışılmış bir tehlike… Sovyet yazar K. Zelinski, Sovyet Edebiyatı adlı kitabında, 1958’de Napoli’de Avrupalı Yazarlar Birliği’nin kuruluş kongresinde karşılaştığı ve daha sonra bu birliğin başkanı olan Angioletti’nin şu sözlerini aktarıyor bize: “Kitap ve dergi satan dükkâncıklarımıza bakın. En çok aranan eserler hangileri? Polisiye romanlar, gangsterlik hikâyeleri ve benzerleri… Kapağında yarı çıplak bir kadının, yatakta yine yarı çıplak bir başka kadını öldürmesinin görüldüğü bu türden kitaplardan birini karıştırdım. Bu küçük kitapçıktaki pis hikayeler yanında, bir de Edgar Poe’dan da bir hikaye yok mu! Her şey birbirine karışmış durumda. Bir süre sonra, okur iyiyi kötüden ayıramaz olacak.”
K. Zelinski’nin aktardığına göre; Angioletti, Avrupa Yazarlar Birliği’nin başlıca görevlerinden birinin, Batı ve Doğu Avrupa’nın anti-faşist yazarlarını bünyesinde toplamanın yanında, edebiyatı işadamlarının baskılarından ve kendi ticari amaçları için kullanmalarından korumak olduğunu düşünüyordu.
Bu uygulamaların ülkemizde de uzun süreden beri geçerli olduğunu biliyoruz. Sahne gösterilerinin, müzik dinletilerinin büyük firmaların mali desteği sonucunda gerçekleştirilmesi yeni bir uygulama değil. TV dizileri ve programlarının yayınlanabilmesi de sponsorlara bağlı; bazı kitapların yayınlanması da. Ama artık günümüzde, demokrat düşünceli biri olarak tanınan bir yazar tarafından; bir ilaç firmasının isteği üzerine, bir ilacın reklâmını konu edinen bir roman da yazılabiliyor. Yine, metin yazarının demokratik düşünceli biri olduğunu bildiğimiz, -en azından buna inandığımız- bir TV dizisinde, metin içinde bir araba markasının reklâmına yer verilebiliyor. Bu uygulamalara, gerek kapitalizmin kalbi olan Batılı ülkelerden, gerekse ülkemizden benzer pek çok örnek vermek olanaklı; ama ben “kapitalist sistem içinde sanatçının yaratma özgürlüğünün” koşullarını ve sınırlarını açıkça ortaya koyan bu örneklerin yeterli olduğunu düşünüyorum. Sanatçının özgürlüğü, TV şirketinin, reklâm ajansının, yayınevi sahibinin, film, yapımcısının istekleriyle çakıştığı oranda vardır; çatıştığı oranda hiçbir özgürlüğe, hiçbir hakka yer yoktur, Bireysel özgürlük, yaratma özgürlüğü, sanat için sanat vb.- söylemlerle kendi toplumuna yabancılaştırılmış, yansızlaştırılmış yalnız ve örgütsüz sanatçı, böylesi bir ortamda güçsüzdür. Karşı çıkacak güce ve bilince sahip olmayanlar; piyasa ekonomisinin gerektirdiği koşul ve kurallara göre yazarlar, üretirler. Bunun da adı yaratma özgürlüğü, bireysel özgürlük, sanat için sanat yapmak olur!
Gerçekte gerici bir propagandanın ürünü olan bu savı ve bunun doğurduğu ikiyüzlülüğü Lenin; daha yüzyılın başında görmüş ve 1905’te yazdığı Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı başlıklı makalesinde çürütmüştür:
“İkinci olarak da, sayın burjuva bireyciler, mutlak özgürlük üstüne çektiğiniz söylevlerin ikiyüzlülükten başka bir şey olmadığını söyleyeceğiz sizlere. Para gücü üzerine kurulmuş bir toplumda, bir avuç zengin insan asalak halinde yaşarken emekçi yığınların yoksulluk içinde süründükleri bir toplumda gerçek, fiili hiçbir ‘özgürlük’ olamaz. Siz, Bay Yazar, sizden allı pullu, çerçeve içinde açık saçıklık ve ‘kutsal’ sahne sanatı ‘üstüne örtülü’ bir kılıf içinde fuhuş isteyen burjuva yayıncıya karşı, burjuva kamuya karşı özgür müsünüz? O mutlak özgürlük denen şey ya bir burjuva palavrasıdır ya da (bir dünya görüşü olarak anarşizm, tersine çevrilmiş burjuva düşüncesi olduğu için) anarşist bir palavradır, insan hem toplum içinde yaşayıp, hem de ondan özgür olamaz. Burjuva yazarın, sanatçının, oyuncunun özgürlüğü, para kesesine, çürümeye, satılık olmaya gizlice (ya da ikiyüzlü biçimde gizlice) bağımlılıktan başka bir şey değildir.”
PARTİLİLİĞİN, PARTİ RUHUNUN SANATÇIYA SUNDUĞU OLANAKLAR
Sanatçının yaratım özgürlüğü için mutlak bağımsızlığın, bireysel özgürlüğün ve yansız olmanın gerektiğini savlayan burjuva propagandanın etkisinde kalan sanatçı; yalnızdır. Halkın gerçeklerinden, toplumsal yaşamdan kopuk; kendini sınırladığı, dar bir çevrede; kapitalist ilişkiler ağı içinde yaşar. Bu çevre, bu yaşam tarzı; sanatçının yaşamı bütünlüklü olarak algılayıp yansıtabilmesine olanak vermez. Söylendiğinin aksine, sisteme ekonomik olarak bağlanmasının yanı sıra, ideolojik olarak da bağlanır örgütsüz, yansız sanatçı. Yapıtları da bu ideolojik bağlanmanın izlerini taşır; yansızlık ya da sanat için sanat üretmek adına. Öyle ya, eğer düşündüğün gibi yaşamıyorsan, bir süre sonra yaşadığın gibi düşünmeye başlarsın ve bu kısır döngü sürüp gider. Yazdıklarıyla ve yaşamıyla halkın sorunlarına duyarlı davranmış, emeğin kurtuluş mücadelesine bağlanmış olan Nâzım Hikmet, böylesi kişilerin durumunu, Dünya Barış Konseyi’nin toplantılarından birinde şu sözlerle özetleyivermiştir: “Bugün halkının ve bütün ilerici insanlığın mutluluk ve barış mücadelesinin dışında kalan aydın, ya egemen sınıfın elinde basit bir araçtır ya da havayı zehirlemekten başka bir şeye yaramayan kokuşmuş bir verimsiz ottan ibarettir.”
Yapıtlarıyla ve yaşamıyla, sınıf mücadelesine bağlanmış, kendini emeğin örgütlü gücünün içinde ifade eden bir sanatçıya, bu seçimi; iktidarlardan gördüğü baskının yanı sıra, Nâzım Hikmet ve dünya ölçeğindeki pek çok örnekte görüldüğü gibi, sanatsal üretim sürecinde zengin olanaklar sunar. Öncelikle parti ruhu, sanatçıyı halka bağladığı için, ona yaratım olanaklarını genişletmesi açısından büyük bir üstünlük sağlar. Bu üstünlük, sanatçının dünya görüşünün, dünyayı bilimsel sosyalizmin ışığı altında değerlendirmesinden, yaşamı bütünsel olarak algılayıp yapıtlarını bu bütünlük içinde üretmesinden kaynaklanır. Yaşam, bütünsel olarak algılanıp yansıtıldığında, yaşamdaki zenginlik ve çeşitlilik, sanatçının yapıtında da kendini gösterir. Yaşama, toplumsal olaylara, insana karışık bir kafayla değil; bilenin sağladığı duru bir bakış açısıyla bakarken sanatçı; insan davranışlarının kaynağına inen, toplumsal çelişki ve çatışmaları çözümleyebilen, yaşamdaki yenilenme ve gelişme dinamiklerini görüp ortaya koyabilen yapıtlar üretebilir. Herhangi bir çıkar gözetmeden bağlandığı halkın yaşamına ilgisi, emekçilerin yazgı ve mücadelesine katılmaktan duyduğu coşku, hiç eksilmez ve kitaplarının sayfalarından fışkırarak yine insanlara ulaşır.
Ekim Devrimi sırasında ve sosyalist inşa döneminde birçok sanatçı bu duyguyu yaşadı ve yapıtlarında yansıttı: Şiirinin, parti ruhunun sanatsal somutlaşması olduğunu söyleyen Mayakovski’den; “Benim için edebiyatın bir tek anlamı vardır: Toplum, halk hizmetinde bir çalışma” diye yazan Fedin’e kadar.
Bu arada, idealistlerin “partililik yaratıcılığı sınırlar” söylemi kadar sık başvurdukları, “iletisi olan yapıtın sanatsal değeri yoktur” söylemi üzerine de birkaç söz etmek gerekir. Bu konuda, parti ruhuyla üretilen yapıtları, bağlanma ilkesiyle yaşamını ve sanatını yönlendirmiş sanatçıları yeren idealistlere karşı, Pudovkin’in şu sözlerini anımsamakta yarar var: “Düşüncesiz sanat olmaz, ama sanatçıda inanç yoksa büyük sanat da olmaz.” Bununla birlikte, dünya görüşü de tek başına, büyük sanat yapıtlarının üretilmesi, sanatçı olunması için yeterli değildir. Yaşamdan alınanın, halktan esinlenilenin sanatçının yeteneği ölçüsünde doğru estetikle biçimlendirilip yoğrulmuş olması gerekir.
‘Gerçekçi sanat, oldum olası halkçı bir ihamın izlerini taşır. Ama bu esin ille de gerçekçi yaratımın çıkış noktası değildir.” diyor Avner Ziss, Estetik adlı kitabında ve sürdürüyor sözlerini: “Parti ruhu ve halkçı esin kaynağı, toplumcu sanatta gerçekçiliğin basit bir sonucu değildir. Tersine, sanatçıya yaşamı derinlemesine kavrama fırsatını veren ve onun insani konumunu belirleyen, daha çok onun bu iki ilkeye bağlılığıdır. Toplumsal olanla insanın evrenselliği, sanatta, birbirine karşıt olmak bir yana, aslında eşanlamlı kavramlardır. Evrensel insani öğenin sınıf ilkesiyle çelişeceği kabul edilemez.”
SONUÇ
İçinde yaşadığımız dünyada; toplumlar, sömürenler ve sömürülenler olarak ikiye ayrılmıştır. Sömürenler, çokuluslu şirketler aracılığıyla yalnız kendi ülkelerindeki emekçileri değil, başka ülkelerdeki emekçileri de sömürmektedirler. Sermaye sınır tanımamaktadır. Emperyalist tekeller ve onların yerli işbirlikçisi olan para babaları, maddi üretim araçlarını elinde tutan güçlerdir. Günümüzde, kitle iletişim araçlarında ve telekomünikasyondaki gelişme, egemen düşüncenin de ülkeler düzeyinden çıkıp dünya ölçeğinde etkili olmasını sağlamıştır. Sermayenin sınır tanımazlığını, kitle iletişim araçlarının yaygın ve yoğun etkisi bütünlemektedir. Sömürüşüz bir dünya özlemi içindeki insanlar, örgütlü mücadele sürecinde; kendi toplumlarındaki baskı ve zulümle başa çıkmanın yanı sıra, emperyalist propagandanın yalanlarını da çürütmekle yükümlüdürler. Emekçileri, burjuva propagandanın etkisinden kurtarıp kendileri için bir dünya kurma doğrultusunda değiştirip dönüştürmekle yükümlüdürler. Bunun için; sınıf mücadelesi sürecinde, halkı aydınlatacak, insanların değişip dönüştürülmesini sağlayacak yapıtlar verecek olan; beynini, kalemini, yaratıcılığını egemen sınıflara satmamış yazarlara, öteki sanat dallarından sanatçılara, gerçeği halka ulaştıracak gazetecilere gereksinimleri vardır. Gerçekte kendisi de bir emekçi olan ve seçimini emeğin dünyasından yana yapmış olan sanatçının da; toplumun demokratikleştirilmesi ve gerçekten ‘yaratma özgürlüğü’ne kavuşacağı bir dünya için verdiği mücadeleyi; bu köhnemiş sistemi yıkma ve yaşamın her alanını özgürleştirme mücadelesi veren işçi sınıfının mücadelesiyle birleştirmesi gerekmektedir. Çünkü sanatçının kendi özgür iradesiyle yaşamın gereksinimlerinden kaynaklanıp, halkın istek ve özlemlerini yansıtabilecek yapıtlar üretebilmesi ve sisteme düşünce ve eylem düzeyinde karşı çıkışının getirdiği baskılan bir başına göğüsleyebilmesi olanaksızdır. Çünkü içinde yaşadığımız dünyada, burjuvazinin egemenliğine dayalı toplumlarda, sanatçıya; yalnızca paraya ve çıkara dayalı ilişkiler ağı içinde üretme, yazma şansı tanınırken; sistem karşıtı en küçük bir düşünce, eylem, etkinlik ya da yapıt hapisle, baskıyla cezalandırılırken; yazarların, sanatçıların ‘yaratma özgürlüğü’nün bulunduğunun iddia edilmesi, sanatçının bağlanmasının bu özgürlüğü ortadan kaldıracağının söylenmesi pis bir yalandan, egemenlerin ikiyüzlülüklerinden başka bir şey değildir. Yalanın perdesini yırtacak olan ve sanatçının ‘yaratma özgürlüğü’nün gerçekte ne anlama geldiğini anlatacak olan da, yine sınıfsız bir dünyayı kurmak için mücadele eden sınıf bilinçli işçiler, işçi sınıfı devrimcileridir; tıpkı Lenin’in daha 1905’te Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı makalesinde dile getirdiği gibi:
“İşte biz sosyalistler, bu ikiyüzlülüğü açığa seriyor, sahte etiketleri söküyoruz; bunu da, sınıfsız bir edebiyat ve sanata varmak için değil (çünkü böyle bir şey sınıf-dışı, sosyalist bir toplumda olabilir ancak), ama, gerçekte burjuvaziye bağlı bu ikiyüzlü özgür edebiyatın karşısına, açıkça proletaryaya bağlı, gerçekten özgür bir edebiyat çıkarmak için yapıyoruz.
Bu edebiyat özgür bir edebiyat olacaktır, çünkü bu edebiyatın saflarına hep yeni güçler katacak olan şey, hırs ya da kariyerizm değil, sosyalizm fikri ve emekçilere duyulan yakınlık olacaktır. Bu edebiyat özgür olacaktır, çünkü birtakım içi geçmiş kadınlara, şişmanlamaktan yakınan, canı sıkkın ‘üst tabaka’ya değil, ülkenin gözbebeği, gücü ve geleceği olan milyonlarca, yüz milyonlarca emekçiye hizmet edecektir. Bu özgür edebiyat; insanoğlunun devrimci düşüncesindeki son sözü sosyalist proletaryanın deneyi ve canlı faaliyetiyle zenginleştirecek, geçmişin deneyi, (ilkel, ütopik biçimlerinden başlayarak gelişen sosyalizmin vardığı son aşama olan bilimsel sosyalizm) ile günümüzün deneyi (işçi yoldaşların bugünkü mücadelesi) arasında sürekli bir karşılıklı etki yaratacaktır.
O halde yoldaşlar, işbaşına!”
Neredeyse yüz yıla yakın bir zaman önce yazılan Lenin’in makalesinin hâlâ geçerli ve güncel olduğunu belirtip; bu yazıyı, her sözcüğüne bütünüyle katıldığım, Nâzım Hikmet’in 5 Eylül 1956 tarihli güncesinde yazdığı şu sözlerle bitirmek istiyorum:
“Dünya tarihinde, çağının sorunları karşısında büsbütün yansız ve edilgin kalmış bir tek büyük yazar göstermek kuşkusuz güç olacaktır. Yansız olunduğu sanılabilir ve söylenebilir, ama nesnel olarak hiçbir zaman yansız olunamaz. Bana gelince, ben kesinlikle yan tutmayı yeğlerim.”
Ekim 1998