AKP-YÖK sarkacında ‘reform’ tartışmaları ve üniversiteler

Üniversite kadar, yirmi yılı aşkın süredir sayısız protestolarla karşı karşıya kalan, sorunlu olduğu herkesçe kabul edilen ama kamuoyunda çözüme yönelik belirli bir yargının oluşmadığı bir konu olmasa gerek. Eğitimin sorunları çözüldükçe başka birçok toplumsal alanda da ilerleme sağlanacağı yaygın olarak kabul ediliyor, ancak, belki de bu yüzden, iş, örneğin üniversitelerin ne olacağı konusuna geldiğinde, medyada konuşma şansı elde edenlerin çoğu, ne demek istedikleri tam belli olmayan birtakım ‘çözüm’ önerileri sunuyor, özerk ve demokratik bir üniversite için mücadele eden kesimler de sürekli aynı eleştirileri yineler konuma düşüyorlar gibi bir görüntüyle karşılaşıyoruz.
Aslında YÖK marifetiyle yerlebir edilmiş, neredeyse bütün yorumlama ve tartışma refleksleri zorla elinden alınmış olan üniversiteler, kendilerine mikrofon tutulduğunda, tam da tartışmanın kaynağı olan aczlerini ortaya koymaktan başka bir şey yapmıyorlar. Milli Eğitim Bakanı Erkan Mumcu’nun YÖK’e çatmasından sonra genişleyen tartışma da, (iddia edildiği gibi YÖK tartışması, elbette Bakan Mumcu tarafından açılmamışsa da) tüm üniversite bileşenlerinin gönlündeki üniversite sistemine ilişkin değişiklik talebini de, olması istenen üniversite modeli konusundaki kafa karışıklığını da göstermeye yetmiştir. Özellikle bilimsel ve mesleki formasyon edinme derdiyle üniversiteye gelen yüzbinlerce genç ve ‘içgüdüsel’ olarak çözümü kendilerini laboratuvarlara kapatmakta bulan öğretim üyeleri tartışmanın dışında kaldıkça da, hükümetin, YÖK’ün, vs. müdahaleleri dışında bir çözüme ulaşmak, olanaklı olmayacak görünüyor.
Kurulduğu günden bu yana YÖK, tüm Türkiye üniversitelerinin üzerine bir kâbus gibi çökmüştür. 22 yıldır öğrencilerin de, akademisyenlerin de hareket alanlarının ne kadar kısıtlandığı; derslerde anlatılan “bilimin” niteliğinin ne kadar düştüğü; halkın, üniversitelerin bir anlamda toplumun beyni olma işlevlerinden ne denli yoksun bırakıldığı; bilgisiz, korkak, yorumlama, eleştirme yeteneğinden yoksun kuşaklar yetiştirme yolunda ne kadar mesafe kat edildiği ve tüm bunların ilk elden sorumlusunun, kampüste kim, ne varsa, atan, ‘satan’, atayan, ödeneksiz bırakan, asan, kesen YÖK olduğu biliniyor.
Aslında bunca yıllık icraatı, YÖK’ün, üniversiteleri fazlasıyla istediği şekle sokmasına, üniversite olmaktan çıkarmasına yetmiştir. Bu yüzden, hükümeti kuran egemen sınıf kliğinin ayağına dolanmaya başlamasının, medyanın bunca yıl ‘nazını çektiği’ YÖK’e acımadan saldırıya geçmesine de bakarak, onun “işlevini tamamladığı” fikrini de akıllara getirdiği söylenebilir. Üniversitede Türk-İslam sentezi savunucusu kadroların konuşlanmaları, baskıcı ve bilim düşmanı zihniyetin yerleşmesi, bürokrasinin aşılmaz duvarları, programların, müfredatların kısır ve boş içeriği, artık, üniversitenin ve bilimin neye benzediğinin, hatırlanamayacak, hayal edilemeyecek kadar üniversitenin imgeleminden uzaklaşmasına neden olmuştur.

ÖZERKLİK OLMADAN ÜNİVERSİTE OLMAZ
Üniversite, ‘bilim yapmak üzere tasarlanmış bir yapı’ fikri olarak var olduğu andan itibaren bile, tarihi boyunca, bir “özerklik” kavrayışına ihtiyaç duymuştur. İşi bilimin üretilmesi, öğretilmesi, biriktirilmesi olan bir yerin kurulması, din adamları eliyle gerçekleştirilmiş dahi olsa, özerklik tasarımını içeren ve gerektiren bir olaydır. O günün sınırlı üniversitesinden bugün hayatın her alanına ilişkin bilimsel bilginin merkezi olan, felsefeden mimarlığa, doğa bilimlerinden konservatuara, güzel sanatlardan sosyal bilimlere, mühendislikten tıbba onlarca tür fakülteyi bünyesinde toplayan modern üniversiteye ulaşan gelişimin tarihi de, özerklik ve akademik özgürlüğü kazanma ve genişletme kavgasıyla paralel bir seyir izlemiştir.
Üniversitenin ihtiyacının, tarafları olarak gözüken YÖK ve hükümet yetkililerinin tartışmayı hapsetmeye çalıştıkları gibi, yalnızca başörtüsü, göstermelik bir af, bölünmek, piyasalaşmak, “laik” baskıcılık vb. olmadığı, geçen ay boyunca süren tartışma vesilesiyle üniversite bileşenleri tarafından defalarca yinelendi. Başta öğrenci gençlik, üniversitenin YÖK’leştirilmeye başladığı tarih olan 6 Kasım 1981’den bu yana, hatta 1968 eylemlerinden bu yana “özerk, bilimsel, demokratik, parasız üniversite” talebini ısrarla dile getirmiş, sesini yükseltmeye soyunduğu her fırsatı bu çerçevede değerlendirmişti.
Peki nedir özerkliği, akademik özgürlüğü üniversite için bu kadar vazgeçilmez yapan? Dünya Üniversiteler Servisi’nin 1988 tarihli ünlü Lima bildirgesinde şöyle deniyor:
“‘Özerklik’ yükseköğretim kurumlarının iç işleyişlerine, mali işlerine ve yönetimlerine ilişkin kararlar almada ve eğitim, araştırma, dışa yönelik çatışmalar ve diğer ilgili faaliyetlerde kendi politikalarını oluşturmada devlet ve toplumun tüm diğer güçleri karşısındaki bağımsızlıkları anlamına gelir. (…)
Akademik özgürlük, üniversitelerin ve diğer yükseköğretim kurumlarının üstlendikleri eğitim, araştırma, yönetim ve hizmet işlevleri için vazgeçilmez bir ön koşuldur. Akademik çevrenin tüm üyeleri herhangi bir ayrım yapılmaksızın ve devletten ya da herhangi bir başka kaynaktan gelebilecek müdahale veya baskı endişesini taşımadan işlevlerini yerine getirme hakkına sahiptir. (…)
Akademik özgürlükten gerektiği gibi yararlanmak ve yukarıdaki maddelerde sözü geçen yükümlülüklere uymak, yükseköğretim kurumlarının üst düzeyde özerkliğe sahip olmasını gerektirir.”1
YÖK üniversitesinin burada sözü edilen özelliklerden nasibini almamış olduğunu söylemeye gerek yok. Üniversitenin bütün bilim dışı ve baskıcı niteliklerinin demokratik ve özerk üniversite talebine bağlanmasını olanaklı kılan da budur. Zaten rektörlerin peş peşe görevden alındığı, bütün öğrenci kulüplerinin bir gecede kapatıldığı, Kürtlerin bir halk olmadığını kanıtlayan(!), “Atatürk ilkelerine muhalif ideolojik akımları eleştiren” araştırmalar yapılması talimatını veren genelgelerin yayınlandığı, vakıf üniversitelerine devlet üniversitelerinden kat kat fazla kaynak ayrılarak hemen hiçbir araştırma için ödenek bırakılmadığı bir üniversite ortamı hakkında “daha ne söylenebileceği” bahis konusu mudur?
Üniversitenin en çok göze batan “disiplin” altına alınma çabalarından güncel bir örnek olarak; son iki üç yılda üniversiteden birer ikişer ve ‘normalleştirilmiş’ bir sessizlik içinde atılan yüzlerce öğrenci ve öğretim elemanı verilebilir. 28 Şubat 1997’den bu yana kamu görevinden ve meslekten men edilen öğretim elemanı sayısı tam 151’dir. 2000 yılındaki aftan bu yana atılan veya uzaklaştırılan öğrenci sayısı ise 357 ve bunun 149’unu, “Yükseköğretim kurumlarının ideolojik ve siyasi amaçlarla huzur, sükûn ve çalışma düzenini bozmak veya boykot, işgal, engelleme, personelin işini yavaşlatma gibi eylemlere katılmak, bu amaçlara yönelik eylemleri tahrik etmek” gerekçesiyle uzaklaştırılanlar oluşturuyor.

PİYASAYLA NEREYE?
Özerkliğe yönelik tek tehdit, küçük birer sultan misali yetkilerle donatılmış bürokratlar değildir. AKP ve YÖK’ün üzerinde anlaştığı bilinen piyasa üniversitesi modeli de, farklı mekanizmalarla dört bir koldan çevrilmiş, özerkliği, akademik özgürlüğü yok edilmiş bir üniversitedir. Finansman ihtiyacını doğrudan sermayeyle baş başa kalarak çözmesi beklenen piyasa üniversitesi, Batı ülkelerinin çoğunda, özellikle, herhalde ilk olarak hayata geçtiği ABD’de yaşanan örnekleriyle, toplum çıkarları için bilim üreten, araştıran, tartışan bir kurum olma özelliğinden tümüyle uzak olduğunu şimdiden göstermiştir.
ABD’nin en büyük devlet üniversitesi olan California Üniversitesi (University of California-UC), birkaç ayda bir, tekellerin bilim adamı onurunu ayaklar altına aldığı skandallarla gündeme geliyor. Bu kadar kısa süre içinde, piyasaya mahkûm üniversitenin ulaştığı pespaye durum, tüyler ürperticidir. İlk fırtına koparan gelişme, UC’nin Berkeley kampüsünün, 1998 Kasım’ında ilaç tekeli Novartis’le imzaladığı anlaşmaydı. Buna göre, Novartis, üniversitenin Botanik ve Mikrobiyal Biyoloji bölümüne 25 milyon dolarlık bir bağış yapacak, karşılığında ise, bu bölümde yapılacak buluşların lisans hakkının üçte birine sahip olacak, üstüne üstlük, beş kişilik araştırma komitesinde iki kişiyle temsil edilecekti. 2 Böylelikle, üniversitenin bilimsel, düşünsel üretimi satın alınmakla kalınmıyor, öğretim üyeleri neyle uğraşıp neyle uğraşmayacaklarına, “parayı çar çur etmemelerinin nasıl sağlanacağına” kadar kontrol altına alınmış oluyordu! Bu anlaşma öğretim üyelerini ayağa kaldırdı, Novartis’in lisans hakkı biraz kısıtlandı ama komitedeki sandalyelerine dokunulmadı.
Belki en ahlaksız olanı da, üniversitenin bu kez İşletme Fakültesi’ne (bu fakülte Haas İşletme Fakültesi adını, yine okula bolca bağış yapan Haas ailesinden alıyor) 2 milyon dolarlık bir “bağış” yapan Bank of America ile ilgili. Banka, bu “bağışıyla” dekanın “ünvanını” satın almış oldu; dekanın resmi ünvanı artık, “BankAmerica dekanı” (BankAmerica dean). 3 Üniversitenin Santa Cruz kampüsünde ise, 2 milyon doları aşkın bağışlar sonucu, bir “Yahudi araştırmaları” bölümü kuruldu. 4 Piyasalaşma konusunda en ileri giden üniversite sayılabilecek California Üniversitesi’nin en adı çıkmış ‘faaliyetleri’ bunlar.
Bir örnek de ülkemizden; özel yurtlar, yemekhaneler, yaz okulu, misafir öğrencilik gibi piyalaşma girişimlerinin öncülüğünü üstlenen Boğaziçi Üniversitesi’nden. BÜ’de henüz yasal gereklilikleri tamamlanmadığı için kitabına uydurulmadığından resmen inkâr da edilse, bir iki yıldır hazırlıkları süren bir “Aydın Doğan İletişim Enstitüsü”nün kurulma aşamasında olduğu biliniyor. Elbette medya patronunun bağışlarıyla kurulan enstitü hakkındaki ‘söylentilere’ göre, Doğan, üniversitenin olanaklarını istediği kişiye istediği eğitimi vermek için kullanmaya hazırlanıyor. Geçen yıl öğretim üyelerinin önemli bir bölümü, Doğan Medya patronunun bağışlarıyla kendi istediği gibi yöneteceği bir enstitü kurabilmesi ve üniversitenin merkezi yönetim organlarında da söz hakkına sahip olmasına sert tepki göstermiş, yönetim tarafından güçlükle yatıştırılmışlardı. Bunun kamuoyu nezdinde bir skandal olarak gündeme gelmemiş olmasında, yönetimin gizliliği korumakta, ‘duyumlar’ alan öğrencilerin ellerine hiçbir kanıt geçmemesini güvence altına almakta ve öğretim üyelerini de sorunu ‘üniversite içinde’ çözmeye, dışarıya duyurmamaya ikna etmekte gösterdiği başarının etkisi olmuştu.
Piyasalaştırma operasyonunun bütün üniversitelerde benzer etkileri olacağını söylemek de doğru olmaz. Belli başlı, köklü on-on beş üniversite dışında, neredeyse tüm yetersizliklerine nesnel bir gerekçe uydurmak için söylenmiş “taşra üniversitesi” sözüyle ifade edilen onlarcasının payına, en iyi ihtimalle teknik eleman yetiştiren ve atölyelerinde çevreye ucuz üretim yapan meslek yüksekokullar olmak düşüyor, düşecektir.
Üniversitenin finansmanını ‘kendisi’ halletmek zorunda bırakılması (kimi zaman ‘özerklik’ kavramı çarpıtılarak bu anlamda da kullanılıyor), piyasanın kucağına atılarak bütün formasyonunu piyasa mekanizmasına göre ayarlamaya zorlanması, küreselleşme çağının üniversiteye çıkardığı ölüm fermanıdır. Görüldüğü gibi, piyasa üniversitesi, zaten buna yabancı olmayan mevcut YÖK üniversitesinden daha makbul değildir. Üniversiteyi sermayenin en doğrudan kısa vadeli ihtiyaçları dışında tüm işlevlerinden arındırmayı hedefleyen bu operasyon, özerkliği, akademik özgürlüğü yerleştirmek, bilimin sınırsız gelişiminin önündeki engelleri aşmak gibi ayak bağlarıyla zaman ve enerji yitirmek niyetinde değildir. Her iki model de, üniversitenin, bilimin ihtiyaçlarını gözeterek uygulanması yoluyla değil, üniversite dışından, egemen sınıflar tarafından belirlenen güncel üniversite ihtiyacının dayatılması biçiminde gerçekleştiriliyor. Bilimsel sosyalizmin ve toplumun ihtiyaçlarını öne alan bir bilim anlayışının üniversitelerde kökleşmesine karşı kurulan ve deyim yerindeyse ‘toplum için bilim’ fikrinin bir daha yeşermesine dahi izin vermemek üzere, önce Türk-İslam sentezi savunucusu kadroları üniversiteye yerleştiren, hızla yurdun dört bir yanında birbirine tıpatıp benzeyen bir “yükseköğrenim cemaati” yaratan, 28 Şubat’tan sonra yine egemen geleneksel politik çevrelerle uyumlu olmayan görüşlere üniversitede göz açtırmayan YÖK, şimdi de piyasa üniversitesinin kuruluşu görevinin hakkıyla üstesinden gelmek istiyor.

SORUNUN ÜSTÜNÜ ÖRTEN BİR TARTIŞMA
Egemen sınıf siyasetinin üniversitelerde uygulanışının 20 yıllık vefalı mimarı YÖK ile, IMF’yle, ABD’nin Irak’ta açmaya çalıştığı savaşla ilgili tutumlarında, programında da, ülkenin her alanda küreselleşme politikaları doğrultusunda emperyalizme entegrasyonunu kimseye bırakmamaya çalıştığını gösteren AKP, piyasa üniversitesi modelinde tam bir uzlaşma içindeler. Aralarındaki çatışma, işin başında kimin olacağı üstünedir. Daha geçen yıl üniversitenin ve bilimin sermayenin insafına terk edilmesi anlamına gelen bir yasa tasarısı hazırlayarak bu işi bitirmeye yönelen YÖK mü; yoksa bir ‘acil küreselleşme programına’ bağlanarak her alanda piyasa egemenliğinin kurulmasının öncüsü olmak isteyen, aynı zamanda üniversite mevzisini, başka alanlarda çatışmayı göze alamadığı geleneksel egemen politika çevrelerine üstün geleceği bir sıçrama tahtası olarak kullanmaya niyetlenen AKP mi? İkisi de farklı gerekçelerin arkasına gizleniyor, kamuoyu desteğini arkasına almaya çalışıyor, bu arada da aralarındaki “türban” gibi, “diploma denkliği” gibi ortalama bir öğrenci ve öğretim üyesini hiç de ilgilendirmeyen, bilimsel-özerk üniversite davasıyla alakası olmayan anlaşmazlıklar için birbirlerini geri adım atmaya zorluyorlar. Bu sırada, olan yine üniversiteye, bilime, gençlere oluyor.
Bu çatışmanın üniversitenin derdine derman olması bir yana, en çok zararının dokunacağı yer üniversitenin kendisi, en çok zararının dokunacağı uğraş da bilimdir. Aslında, üniversite camiasının, (elbette YÖK’ün de bir uzantısı olduğu) egemen siyasi çevrelerin üniversiteye müdahalesinden çözüm beklentisi içine girdiği ilk olay bu değildir. 2000 yılında, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Üniversitelerarası Kurul’un YÖK üyeliğine önerdiği isimleri, gelenek olduğu gibi onaylamak yerine, veto etmişti. Bu meydan okuma, daha sonra Sezer’in Cumhurbaşkanlığı kontenjanından bütün YÖK üyeliklerine, Alparslan Işıklı, Aysel Çelikel, Türkan Saylan gibi “YÖK karşıtı” olarak bilinen profesörleri atamasıyla sürdü. Yine, Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörlüğü için en çok oy alan iki adayın YÖK tarafından Cumhurbaşkanına ‘öneri’ listesine alınmaması, Sezer tarafından sert tepki görmüş, YÖK Sezer’in dediğine gelene kadar tartışma devam etmişti. Aralıklarla olan bütün bu olaylar, YÖK’ün, herhalde o güne kadarki tarihindeki en yaygın tartışmanın konusu haline gelmesini sağlamış, medya aylarca YÖK’te nelerin değişeceğiyle, üniversitenin neler çektiğiyle yatıp kalkmıştı. Kamuoyu önünde rahatça konuşma hakkına kavuşan rektörler, kimi öğretim üyeleri ve öğrenciler de, umudunu Sezer’e ve onun atadıklarına bağlamış, üniversiteyi kurtarmasını beklemişti. Sonuç, elbette, “bu kurumu içeriden değiştirmeye heveslenen” YÖK’e atanan üyeler için bile, hayal kırıklığıydı.
Kendisini özerklikle var eden bir kurum olarak üniversitenin, bundan dolayı, özerk üniversitenin kuruluş ilkelerini benimsemeyen ve bunu savunacak bir toplumsal temele sahip olmayan hiçbir ‘dış’ müdahaleyle kurtulması mümkün değildir. Samimi olarak üniversitenin ‘kurtuluşundan’ yana olan hocalar, öğrenciler, kampüs emekçileri de, üniversite dışı tartışmalardan medet ummayı bırakmadıkça, kendilerine, üniversiteye, bilime en büyük kötülüğü yapmış olacaklardır.

ÖZERK DEMOKRATİK ÜNİVERSİTE İÇİN
Üniversitenin sorunlarının çözümünde kırk yıldır ısrarla savunulan bir talepler çerçevesi olan “özerk, bilimsel, demokratik, parasız üniversite” şiarı, bu kez kazananın üniversite olması için doğru yolu işaret ediyor.
Ancak, son yıllarda “akademik mücadele” ya da “akademik-demokratik mücadele” sözünün, ileri öğrenci kuşağı tarafından “politik ve ideolojik olmayan her şey” gibi anlaşılması gibi bir zaafın varlığından söz etmek gerekir. Akademik mücadelenin konuları, başta yemek ücretleri olmak üzere, kredi, yurt, mediko sorunları, soruşturmalardan ibaret kabul edilince (en azından pratikte öyledir), özerk, bilimsel, demokratik bir üniversitenin önemi, öğrenci gençliğin büyük çoğunluğu için soyut ve anlaşılmaz kalıyor. Özerklik deyince, “YÖK olmasın, soruşturma açmasın”; demokrasi deyince, “sınav tarihlerini, yemek ücretlerini bize de sorsunlar” gibi talepler anlaşılıyor. Üniversitenin toplumsal rolü, bilimsel araştırmanın gereklilikleri, bunlardan dolayı üniversitenin ve bileşenlerinin ihtiyacı olan koşullar ile, özerk, demokratik üniversitenin ilişkisi kurulmayınca, aslında 40 yıllık mücadelenin başlıca talebinin içeriği pek de anlaşılmamış oluyor.
Öğrencisi, hocası, emekçisiyle üniversite bileşenlerinin özerk, demokratik, bilimsel, parasız üniversite mücadelesinin en önde gelen işlevi, günümüz üniversitesinin tek yanlı olarak burjuvaziye ve kapitalizme hizmet eder niteliğinin teşhir edilmesi ve toplumun çıkarlarını, din, gelenekler, devlet, piyasa da içinde olmak üzere her şeyin önüne koyan bir bilim anlayışına yönelik bir tartışma yaratılmasıdır. “Kendini kurtarmak” fikrine çoktan ikna olmuş geniş gençlik kesimlerini, “daha iyi bir eğitim” almak için harekete geçmeye kazanmak pek olanaklı değildir, ancak üniversitenin toplumsal rolü ve bugün kendi çıkarları için toplumu üniversiteden, bilimden mahrum etmek isteyenlerin girişimleri tartışmaya açıldığında, gerçek bilim yuvalarının kurulması için gerekli olan platform oluşturulabilecektir.
Üniversite özerkliğini istemek için, hükümetin ve sermayenin üniversiteye her türlü müdahalesinin karşısında olmak gerekir. Hükümet YÖK’le istediği kadar dalaşabilir, ama üniversitelerden elini çekmelidir. Üniversitelerin sorunlarının çözümüne götürecek değişiklikler, göstermelik olarak değil, gerçekten üniversite bileşenlerinin katıldığı geniş tartışma platformlarında, bilim komiteleri kurulmasıyla ciddi bir araştırmanın sonucu olarak hayata geçirilmelidir. Öğrenci hareketine düşen özerk demokratik üniversite mücadelesini bunu göz önünde bulundurarak örmektir.

1) Yükseköğretim Kurumlarının Özerkliği ve Akademik Özgürlük üzerine Lima Bildirgesi, Eğitim: Ne için? Üniversite: Nasıl? YÖK: Nereye? içinde, Öğretim Elemanları Sendikası Yayınları, Ankara, 1999
2) California Üniversitesi öğretim üyesi İbrahim Warde, Satılık: Amerika’nın Akademik Saygınlığı!, Le Monde Diplomatique’den aktaran Evrensel Gençlik, çeviren Okay Deprem, sayı 71, 13 Haziran 2001
3) Joan Obra, Stacy Schwandt and Peter Woodall, Corporate Donors’ Influence Spilling into UC Classrooms, San Francisco Chronicle, June 26, 2001
4) a.g.y.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑