Arap dünyasındaki “terörizm” olgusu üzerine birkaç not

1- Gerici, emperyalist ve Siyonist güçlerce Arap-Müslüman dünyasının “uluslararası terörizmin rezervi” olarak gösterildiği bir dönemde, her sözü edildiğinde bu dünyayla birlikte anılan “terörizm” olgusuyla ilgili duruşumuzu berraklaştırmamız gerekiyor. Gerici güçler, bu gerekçeyle Arap-Müslüman dünyasının işlerine karışıyor, saldırıyor ve iktidardaki yozlaşmış hükümetleri destekliyorlar. Bu politika “meşruluğunu”; şiddet, otokrasi, özellikle kadınlara yönelik olmak üzere ayrımcılıkların kaynağı olarak gösterilen, karanlık, geri kalmış bir İslama karşı “medeniyeti” temsil ettiğini iddia eden bir ideolojide buluyor. 
2- Bu politikanın başlıca sonucu ise; halkların özgürlükleri, bağımsızlıkları ve yeniden doğuşları için yürüttükleri meşru mücadeleyle, askeri ve sivil hedefler arasında ayrım yapmayan yalıtık azınlıkların uyguladıkları şiddet eylemleri arasında ortaya çıkan karışıklıktır, bu karışıklık da sıkıca besleniyor. Bundan dolayı, ABD veya işbirlikçilerinin çıkarlarını hedef aldığı ölçüde, her türlü özgürlük mücadelesi bir “terörizm” biçimidir. Buna karşın, onların dünya çapında ve her alanda, müttefiklerininkiyle –siyonist rejim, Arap diktatörlükleri ve onlara bağlı silahlı gruplar– birlikte bölgesel boyutta uyguladıkları terör, bütün bunlar “meşrudur” ve “nefsi müdafaa” olarak haktır, haklıdır.
3- Başını ABD’nin çektiği emperyalizm, genel olarak uluslararası planda, özel olarak da Arap ve Müslüman dünyasında terörizmin yaygınlaşmasındaki sorumluluğunu kesinlikle kabul etmiyor.
Bu sorumluluk ise ortada; bu sorumluluk ifadesini, açık devlet teröründe, ekonomik, sosyal, politik, kültürel ve ulusal zulümde, halkçı ve ilerici eylemlerin bastırılması için kurulan silahlı gruplarda, “haydut” rejimlerin istikrarsızlaştırılması ya da dünya veya bölgesel çapta bir rakibin önünün kesilmesinde buluyor. Bu tür uygulamalar, ister umutsuzlukla, isterse siyasi mücadele yöntemi olarak terörizmi benimseyen grupların yeşermesi için verimli bir zemin oluşturuyor.  
4- Arap devrimcileri ve ilericileri kendilerini, emperyalizmin –özellikle de 11 Eylül 2001’den sonra– ortaya attığı; Arap gerici iktidarlarının da her türlü protesto ve muhalefet biçimini, daha da ileri giderek, yazılı veya sözlü olsa bile her türlü eleştiriyi “terörist” olarak göstermek için tekrar ettikleri “terörizm” tanımlamaları yapanlardan ayırt etmek durumundalar. Ancak kurtuluş mücadelesi ile terörizm arasındaki uyuşmazlık da teşhir edilmelidir; çünkü bu, terörizmin yükselişinin gerçek nedenlerini gözlerden saklıyor.
Arap devrimcileri ve ilericileri, aynı zamanda, mücadelelerinin meşruluğunu yok etmeyi ve müsamaha edilebilir olarak ilan ettikleri sınırlara hapsetmeyi amaçlayan emperyalizm ve müttefiklerinin ideolojik, politik, güvenlik ve askeri baskılarına boyun eğmeme sorumluluğuyla karşı karşıyalar. Bu, somut olarak, Filistin, Irak, Afganistan, Golan (Suriye) ve Şaaba’daki (Lübnan) işgal güçlerine, Amerikan ordusunun Suudi Arabistan ve diğer tüm Körfez ülkelerindeki varlığına ve Çeçenistan’da olduğu gibi terörizmle mücadele kılıfıyla gizlenen tüm zulüm biçimlerine karşı silahlı mücadeleyi sürdürmekte tereddüt etmemek gerektiği anlamına geliyor. Bu, subjektif ve objektif koşulların uygun olduğu her durumda, Arap diktatörlüklerine karşı halk ayaklanmaları örgütlemekten çekinmemek anlamına da geliyor.
İşgale, baskıya ve sömürüye karşı mücadele, halkların siyasal bir hakkı ve kimse bu hakkı yasaklayamaz.
5- Aksine, Arap ilericileri ve devrimcilerinin, kendilerini, siyasi mücadele biçimi olarak “terörizm”den ayırt etmeleri gerekir. Terörizm, özellikle de masum insanları hedef aldığı zaman, Arap dünyasının özgürlük, demokrasi, sosyal adalet ve ilericilik davasına hizmet edemez. O andan itibaren, (“İslamcı” grupların ya da iktidara ve askerlere yakın olanların yaptıklarıyla) Cezayir’de, Mısır’da, Lübnan’da, Pakistan’da, Türkiye’de veya başka ülkelerde olduğu gibi barbar bir cinayet eylemine dönüşüyor. Bu eylemler, sadece halkların davasını gölgelemiyor; iktidardaki gericilere egemenliklerini pekiştirmeleri için ve emperyalizme, özellikle de Amerikan emperyalizmine Siyonizme desteğini daha çok artırması ve kendi halkları arasında Arap ve Müslümanlara karşı şovenizm ve nefreti körüklemesi –işi bu halkların maruz kaldıkları saldırgan savaşları desteklemeye kadar götürüyorlar– için gereken gerekçeyi sunuyor.
6- Unutmamak gerekir ki, haklı davalar için verilen mücadele meşru araçların kullanımını gerektirir.
Halkların, özgürlük, ulusal bağımsızlık ve gelecekleri için verdikleri mücadele meşru bir mücadeledir.
Bu, hiçbir koşulda, terörist eylemlerle ve devletlerin veya çeşitli grupların başka bir grubu, bir topluluğu, bir halkı ya da bir ulusu özgürlüğünden yoksun bırakmak için yürüttükleri saldırganlık savaşlarıyla karıştırılamaz. Tersine, halklar kendilerini aşağılayan ve zulmeden ordulara, polise ya da işgalin sembollerine karşı mücadele yürüttükleri zaman, meşru ve haklı yöntem kullanmış olurlar. Tüm dünya halklarının ve ilerici güçlerin sempatisini kazanırlar. Bu durumda, özgürlük, bağımsızlık, kendi kaderini tayin etme ve sosyal adalet hakları da inkar edilemez. Sağlam şekilde hayata geçirilen böyle bir yaklaşım, düşmanları yalıtır, zayıflatır ve zafere doğru yolu açar.
7- Tersine, sivilleri hedefleyen terörist saldırılar, gerekçesi ne olursa olsun kabul edilemez; çünkü bir etnik köken, bir uyruk, bir din, bir kültür veya bir ideoloji, kendi başına bir suç gerekçesi olarak değerlendirilemez. Bu yöntemler, sadece tüm dünya halkları ve ilerici güçlerince ret edilmekle kalmaz, ama emperyalist burjuvazi ve müttefikleri tarafından istismar edilerek halkların haklı mücadelelerine zarar verir, saldırgan politikalarının gerekçesi kılınır ve emekçilerin de siyasi haklarının yok edilmesine yol açar. Buradan yola çıkarak, Arap devrimci ve ilerici güçleri terörizmi bir siyasi mücadele aracı olarak ret etmeli ve teröristlerle ayrışmalı; düşmanlara; yabancı egemenliğine, diktatörlüğe, haksızlığa, sömürüye ve soyguna karşı direnme hakkını tartıştırma fırsatını vermemek için, terörizmin nedenleri ve sonuçlarını kendi halklarına anlatmalıdırlar.
8- Bu yaklaşım bizi, Filistin cephesinde 90’lı yılların başından bu yana olanlar üzerine, yani Siyonist askeri hedeflere yönelik askeri saldırılar, aynı zamanda “İsrailli” sivillerin ve hatta işgal altındaki topraklarda yaşayan 1948 öncesi Arap Filistinlilerin de gittiği (bar, lokanta, mağaza, eğlence yerleri vb. gibi) yerlere yönelik eylemlere ilişkin düşünmeye itiyor. Bu saldırılar “şehit” saldırıları olarak niteleniyor, sıklıkla “İslamcı” örgütler (başlıca Hamas ve İslami Cihad) tarafından gerçekleştiriliyor; polemiklere yol açan da bu tip eylemlerdir. Genel olarak bu eylemler, onları “en modern ve en öldürücü silahlara sahip despot Siyonizme karşı mücadele” olarak gören Arap ve Müslüman kamuoyunun sempati ve desteğini alırken, bazı Filistinli güçler ve uluslararası kamuoyunun çoğunluğu tarafından ret ve mahkum ediliyor. Bu sorun karşısındaki tutumuz açık ve çelişkisiz olmalı, Filistin halkının ve genel olarak Arap halklarının çıkarı bunu gerektiriyor.
9- Her şeyden önce, Amerikan emperyalizminin desteğine sahip faşist ve ırkçı Siyonist yapı devlet terörü estiriyor, işgali dayatmak ve en doğal ulusal haklarından caydırmak için Filistin halkına karşı tüm yöntemleri (toprakların çevrilmesi, uzaklaştırma, evlerin ve yapıların yıkımı, büyük boyutta katliam, cinayet vb.) kullanıyor. Bu nedenle, Filistin halkının, celladına ve topraklarının işgalcisine karşı silah kullanması tamamen meşrudur; sadece silahlı mücadele vatanının kurtuluşunu garantiye almasını ve ulusal özlemlerini gerçekleştirmesini sağlayabilir. Buradan yola çıkarak, Siyonizme karşı silahlı mücadelesinin güçlenmesi için Filistin halkının attığı her adımı destekledik ve desteklemeye devam ediyoruz.
10- Siyonist askeri ve güvenlik aygıtına, Gazze ve Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimcilerin ordusuna, Filistinliler’e karşı yürütülen askeri ve güvenlik operasyonlarıyla somut ilişkisi olan tüm hedeflere yönelik eylemleri destekliyoruz. Ancak “İsrailli” kadın ve erkek, çocuk ve yetişkin sivilleri hedef alan tüm eylemleri –bu eylemlerden Siyonizmi sorumlu tutmamıza ve eylemleri sadece onun zorbalığının bir sonucu olarak değerlendirmemize rağmen– eleştirdik ve bugün de eleştirmeye devam ediyoruz. Bu eylemleri yapan (kız veya erkek) gençleri, emperyalist ve Siyonist medyanın tanıttığı gibi, basit “katiller” veya “Allah delileri” olarak değerlendirmiyor; onları, onlara ve halka özgür ve “normal” bir hayat için hiçbir çıkış yolu bırakmayan işgalcinin zulmüne artık tahammül edemeyen gençler olarak görüyoruz. Bu, onları, eşit olmayan güç ilişkisi karşısında, düşmanlarını durdurabilme ve bu vesileyle bir çeşit “terörün dengelenmesi” olanağını yaratma argümanıyla, bu tip eylemler yapmaya götürdü, götürüyor.
11- Masum sivillerin öldürülmesinin Şaron ve Siyonizmin doğasında olması yadsınamaz bir olguysa da, bir ulusal kurtuluş hareketinin amaçları tamamen ilerici nitelikte olmak durumundadır, ve bu, onun, hiçbir koşulda işgalciyle aynı ideolojik kaynaklardan esinlenemeyeceği anlamına gelir. İsraille aynı yöntemleri benimsemek bir tür karşıt ırkçılık uygulamak olur; bu da, sadece o ulusal kurtuluş hareketinin özlemlerini saptırır ve onu yalıtır. Homojen bir blok oluşturuyorlarmış gibi İsraillilere karşı hareket etmek de kuşkusuz yanlıştır. Büyük çoğunluğunun Siyonist olduğu doğrudur, ırkçı ve yayılmacı ideolojiye inanıyorlar; fakat bu, İsraillilerin çelişkiler içinde yaşadıklarını, ekonomik, sosyal, siyasi, askeri ve ideolojik bakımdan egemen olan bir fraksiyonun nüfusun çoğunluğunu etkisi altında tuttuğu gerçeğini dışlamaz.
Filistin Kurtuluş Hareketi’nin mücadelesini bu kesimin üzerinde yoğunlaştırması ve egemen Siyonist kesimin kendilerine yaptığı haksızlıkları Yahudi çoğunluğuna göstermesi kendi çıkarına olur. Diğer dinlerin inananları açısından da geçerli olduğu gibi, Yahudilerin de tümü gerici veya ırkçı değil, ama sosyal durumları tayin edici olmak üzere çeşitli ideolojik ve politik eğilimlerin etkisi altındadırlar. Tüm insan toplulukları gibi, verili bir dönemde gerici ideolojik veya politik bir etkinin altına girebilirler ve bugün de olan budur. Sağlıklı bir politika izlemek, onlar arasındaki çelişkilerin açığa çıkarılmasını ve Siyonizmle stratejik çıkarı olmayanların ondan kopmasını sağlar.
İsrail toplumunun askerileştirilmiş bir toplum olduğu da bir gerçek; “İsrail Arapları”nın bile silah taşıma hakkı yokken, tüm Yahudi kadın ve erkek yetişkinler ya asker ya da yedek askerler. Böyle bir durum dünyada neredeyse tektir. Bu, bütün İsraillilerin askeri hedef oldukları değerlendirmesine götürmemelidir. Çocuklar çocuktur, yaşlılar da yaşlı. O halde, askeri hizmette, yani savaş halinde olmayanlar sivildir. Bundan dolayı, işgalin güçlenmesinde ve Filistin halkının baskı altında tutulmasında somut bir rol oynayanlarla (askeri ve güvenlik aygıtı ile işgal milisleri) siviller arasında ayrım yapmaksızın tüm İsraillilere saldırmak doğru değildir. Filistin’de doğan birçok kuşağın varlığının göz önüne alınmasından da kaçınılamaz. Anne-babaları Siyonist hareketin dayatmasıyla geldiler, tıpkı, Güney Afrika’da doğan Beyazlar gibi. Aileleri işgalci olarak geldi, bugün kendilerini “ülkenin çocukları” olarak görüyorlar. Bu kuşaklar atalarının yaptıklarının sorumluluğunu yüklenemezler, tersine onlara, (karşılaşılan tüm sınırlama ve zorluklara rağmen Güney Afrika’daki durum gibi) bir arada olma/yaşama perspektifi ile, kendilerini askerileştirerek özel olarak Siyonist, genel olarak da emperyalizmin bölgedeki çıkarları için kullanan Siyonist hareketi yalıtma imkanı verilmelidir.
12- Diğer yandan, İsrail-Filistin çatışmasını Müslümanlarla Yahudiler arasındaki bir anlaşmazlık olarak değerlendirmemek gerekiyor; bu bir ulusal kurtuluş hareketiyle işgalci bir gücü karşı karşıya getiren ulusal bir çatışmadır. Yahudilik, Siyonist hareketin Filistin işgalini meşru göstermek ve tüm dünyadaki Yahudileri kendi etrafında bir araya getirmek için kullandığı bir ideolojik kılıftır sadece.
Bu yeni anlayış, emperyalist ve sömürgeci çağın bir ürünü olan Siyonist hareketin ortaya çıkmasıyla 19. yüzyıl sonlarında doğdu. Bu bizi, ırkçı ve faşist bir hareket olarak Siyonist hareketle, birçok yandaşının Siyonist doktrin ve politikaları ret ettiği Yahudi diniyle karıştırmamaya itiyor.
Tekrar hatırlatmalı ki, Filistin halkının kendisi de tamamen Müslümanlardan oluşmuyor, Hıristiyan, inanmayanlar ve laikler de var; hepsi baskıya maruz kalıyor, Filistin’in kurtuluşu ve bağımsızlığı hepsini ilgilendiriyor. Küçük bir azınlık hariç, bu amaca ulaşmak için hepsi mücadeleye aktif olarak katılıyor. Başka bir deyişle, İsrail-Filistin çatışmasını bir dini çatışmaymış gibi ele almak ve Yahudi olan her şeyi hedef olarak seçmek, sonuçta sorunun niteliğinin bozulmasına yol açıyor. Ve Yahudilerin hissettiği korkuyu kullanarak, Yahudileri Filistin’e göç etmeye ve selâmete ulaşma düşüncesiyle “imanı” benimsemeye kışkırtan Siyonist hareketin ekmeğine yağ sürüyor. Bu, aynı zamanda, bir bütün olarak Filistin halkının kendi bünyesindeki çeşitli mezhep ve eğilimleri ulusal davası etrafında birleştirmesine izin vermiyor. Toplulukçu sloganlar, sadece, Müslüman olmayan halkın bu kesimlerinde karışıklık yaratır ve onları gelecekteki yazgılarının ne olacağını sorgulamaya iter.
13- Filistin Kurtuluş Hareketi’nin çıkarı, ister dini isterse politik bir bakışla olsun, İsrail toplumunu homojen bir blok olarak değerlendirmemesinde yatıyor. Tersine, kıyıcı bir düşman olan düşmanını yalıtarak onun bağrındaki çatışmaları çoğaltmayı ve haklı davasına dünyanın desteğini kazanmayı hedefleyen politikalar benimsemelidir. Çocukları vuran “şehit” eylemlerinin bu amaçlardan hiçbirini gerçekleştirebileceğini düşünmüyoruz. Bu eylemler Siyonizmin içinde belirli bir korkuya yol açmışsa bile, politik sonuçları itibarıyla Filistin davasına hiç de hizmet etmedi. Filistinlilerin sahip olduğunu çok fazlasıyla aşan askeri ve medyatik gücü de göz önüne alındığında, içerde ve dışarıda bu durumdan sürekli yarar sağlayan başında Şaron’un bulunduğu Siyonist gericiliktir. Bu eylemler, İsrail toplumu içindeki çelişkilerin şiddetinin zayıflamasına ve Filistin halkına karşı yürütülen “kirli savaşa” karşı çıkan –bunlar arasında yüzlerce asker (er ve subay) ve retçiler sayılabilir– seslerin boğulmasına katkıda bulundu. Sonuçlarından biri de, toplumun çoğunluğunun, kendisine “emniyet ve güvenlik” vaat eden Şaron ve partisiyle (Likud) diğer gerici dinci partilere yakınlaşmasına yol açması oldu. Şaron bu durumu, uluslararası güçlü tepkilerle karşılaşmadan, kıyıcı planını uygulamak ve Filistin kaynaklarını yok etmek için iyi kullandı (cinayetler, yeni yerleşimlerin kurulması, yapıların yıkılması, Ulusal Yönetim’in zayıflatılması, Gaza ve Batı Şeria’nın ablukaya alınması, utanç duvarı…). Belirtmek gerekir ki, bu boyutta bile, ilerici güçler sivilleri hedef alan eylemlerden dolayı sarsıldılar, bu nedenle de kendileri hassas durumlar içinde buldular. Aynı zamanda, ABD yönetimi, özellikle de 11 Eylül 2001’den sonra; Şaron’a desteğini artırmak için, Siyonist zorbalığın “terörist” bir hareket –yani Filistin Kurtuluş Hareketi– karşısında meşru savunma durumunda olduğunu söyleyerek bu durumdan faydalandı. 
14- İlerici ulusal Filistin hareketinin bileşenleri (tıpkı Lübnan’da ki ulusal kurtuluş hareketi gibi), direniş eylemlerini işgalci ordu ve bu işgalin unsurları ile silahlı kolları üzerinde yoğunlaştırmalıdırlar. Filistin halkının mücadelesine dünya halklarının ve onun ilerici güçlerinin politik desteğini olduğu kadar, Şaron ve askeri aygıtının yalıtılmasına katkı sağlayacak olan budur. Siyonizmin işbirlikçilerini dışta tutarsak, bugün dünyada hiçbir güç askeri hedeflerin vurulmasının meşruluğundan şüphe etmezken, sivilleri hedef alan eylemler ise, kamuoyunda, özellikle bu eylemleri hiçbir şekilde tolere etmeyen ve bu eylemlerde hiçbir meşruluk bulmayan Batı kamuoyunda büyük tepkiyle karşılanıyor. Filistin halkının bu kamuoyunun sempatisini kazanması tamamen kendi çıkarınadır.
15- Askeri planda güç ilişkilerinin tamamen Siyonizmin lehine olduğu doğrudur, bu da askeri ve güvenlik aygıtına saldırmayı zorlaştırıyor; fakat bu dengesizlik, sivillere yönelerek  “terör dengesi” kurma mantığına götürmemelidir. Haklı bir davayı savunan Filistin Kurtuluş Hareketi askeri ve siyasi mücadeleyi birleştirerek aranan dengeyi rahatça kurabilir: bir taraftan askeri hedeflere yönelen silahlı mücadele ve diğer taraftan da Siyonizme ve onu destekleyen rejimlere karşı dünya kamuoyunun desteğini sağlamak için Siyonist katliamların teşhirine dayanan ve onun barbar karakterini ortaya çıkaran politik mücadele. Filistin davası, haklı ve ilerici ulusal kurtuluş davası olarak böyle ilerleyebilir.
16- Tunus İşçileri Komünist Partisi (PCOT), bu temel üzerinde her zaman ve şartsız olarak Filistin halkının el konulan topraklarını geri almak, özgürlüğünü ve bağımsızlığını gerçekleştirmek için yürüttüğü mücadeleyi destekledi. Partimiz, halk kurtuluş ordusunun çekirdeğinin oluşmasına doğru ilk adım olan silahlı direnişi, mücadelenin gelişmesi ve Oslo anlaşması ve yol haritasıyla teyit edilen emperyalizmin ve Siyonizmin komplolarına karşı mücadelenin zaferini garanti etmenin temel bir koşulu olarak görüyor. Fakat aynı zamanda, sivilleri hedef alan askeri operasyonlara karşı çıkıyor ve onların işgale karşı mücadelesinde Filistin Ulusal Hareketi’ne manevi ve politik olarak zarar verdiğini düşünüyor. Bu eylemler, izlenen taktik ne olursa olsun, hareketin stratejik hedefi olarak duran, Siyonist işgal boyunduruğundan kurtulmuş, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi ve diğer tüm ideolojilerin taraftarlarının bir arada yaşadığı, Filistin’in bütünü kapsayan Filistin demokratik devleti hedefine zarar veriyor. Bu kadar önemli bir amaç için mücadele eden bir hareket, amaçlarına uygunluğu açısından ve en geniş desteği sağlamak için her hareketinin sonuçlarını ölçmelidir. Her askeri eylem üst hedefin hizmetinde olmalı: Kurtuluş. Bu çerçevede, Filistin ulusal kurtuluş hareketinin 1967 ve 1973 yılları arasında sivilleri hedef alan eylemlerinin yol açtığı bilançoyu anımsatıyoruz. Bilanço, bu tip eylemlerin durdurulması kararına ve mücadeleyi yeniden işgale, onu düzenleyenlere, uygulayanlara ve tüm işgal sembollerine karşı yöneltmeye yol açtı. Bir silahlı ulusal mücadele içerisinde elbette hata yapılabilir, siviller zarar görebilir, fakat stratejik çizgi doğru olduktan sonra, kendi amacından sapmadan süren mücadelede bu tür hatalar sınırlı kalır.

Arap ülkelerindeki hareketler devrimci hareketlerdir

Öncelikle bu davet için teşekkür ederim. Türkiye’deki devrimcileri, demokratları ve tüm ilericileri selamlıyorum. Özellikle Emek Partisi’ne şükranlarımı sunuyorum. Ben bu konuşmamda, sorulan sorulara da cevap niteliğinde, Arap ülkelerinde ve özellikle Tunus’ta geçekleşen gösterileri ve devrimleri açıklayıcı nitelikte bir konuşma yapmak istiyorum.
Tunus’ta ve diğer Arap ülkelerindeki haraketlerin bir devrim hareketi olup olmadığı soruldu. Bir kısım insan bunun da ötesine geçerek, meydana gelen olayların devrimle bir ilgisi olmadığını, bunun Amerika’nın ve Siyonizmin “Büyük Ortadoğu Projesi”ni gerçekleştirmeye yönelik bir komplosu olduğunu söyledi. Hatta bizim ülkelerimizde yaşadığımız olayların devrimle ilgisi olmadığı gibi, geleceği de olmayan ufuksuz hareketlerden ibaret olduğunu, gösterilerin gerici sömürgeci güçlere hizmet ettiğini söyleyenler oldu. Aslında bu görüşleri üreten emperyalist gerici güçler, acizlik teorisini yaymaya çalışıyorlar. Halkımızın hareketteki önemini azaltmaya, halkımızın basiretsiz, öngörüsüz olduğunu, kendi geleceğinin kendi ellerinde olmadığını ve olamayacağını, kendi geleceğini kendisinin çizemeyeceği aciz bir durumda olduğunu empoze etmeye uğraşıyorlar. Yine bu güçler Arap devrimlerinin gerçek nedenlerinin üstünü örtme çabasındalar. Bizim ülkemizde emperyalizmle ilişkili çevreler de, ortaya çıkmış olan halk hareketinin bir devrim hareketi olmadığını yaymaya çalışıyor. Çünkü bu çevreler, diktatörlerin çevresinde yer alıyorlardı. Ya da bu devrim hareketine karşı Batılı emperyalist kapitalistlerin yanında yer aldılar.
Bilimsel bir bakışla söyleyecek olursak, bizim açımızdan, özellikle Tunus ve Mısır’da ortaya çıkıp gelişen hareketlerin bir devrim hareketi olduğunu söylemek mümkün. Ayrıntılarına geçmeden önce, bu ülkelerde tanık olunan devrim hareketinin kendine özgü şartları olduğunu ifade edelim.
Birinci belirteceğimiz nokta, Arap halklarının bir kısmı doğrudan Amerikalıların ve Siyonistlerin sömürgesi, diğer bazıları yarı sömürge konumunda iken, Suriye ve Lübnan’da olduğu gibi bazılarıysa toprakları direkt işgal edilmiş yeni sömürgeler konumunda. Arap ülkelerinin ortak bir paydası da başındaki iktidarların gerici kokuşmuş baskıcı konumda olmasıdır. Yaşadıkları bu şartlar, Arap halklarını isyana ve devrim hareketine sürükledi.
Belirteceğimiz ikinci unsur o ki, özellikle Mısır ve Tunus’ta meydana gelen devrim hareketi kendiliğinden oluşmadı. Geçmişe bakarsak, son hareketlerden önce çok sayıda gösterilerle mitinglerin gerçekleştiğini rahatlıkla görebiliriz. Örneğin Tunus’ta devrimin ilk belirtileri 2008’deki hareketlerden belli oluyordu. Tunus’un güneyinde Fosfat ocaklarında meydana gelen şiddetli başkaldırı ve gösterileri 6 ay devam etti. Altı ay devam eden hareketlerden sonra, Tunus’un farklı yerlerinde partimizin öncü güç konumunda olduğu gösteriler yapıldı.
Üçüncü unsur, bu devrim hareketlerinin çok geniş bir halk tabanına sahip olmasıdır. Halkın tüm tabakalarının bu devrim hareketine katıldığını söyleyebiliriz.
Dördüncü unsur, Arap dünyasındaki, özellikle Mısır ve Tunus’taki devrim hareketleri mevcut iktidarları ve siyasi rejimleri devirmeyi hedef aldı. Tunus’ta ortaya çıkan halk hareketinin, sonradan sadece Tunus’ta değil diğer Arap ülkelerinde de kabul gören temel sloganı “halk rejimin devrilmesini istiyor” sloganıdır. Devrim hareketinin başladığı ilk günden beri Tunus halkı köklü bir değişim istiyordu. Hatta Bin Ali ve keza Mübarek rejimi bazı reform hareketlerini gerçekleştirmek istediyse de, halk kabul etmedi.
Beşinci unsur, burada meydana gelen devrim hareketlerinin, yeterince örgütlü olmamasına rağmen, ayrıntılarına kadar belirlenmiş ve bu biçimiyle genel kabul görmüş olamasa da, unsurları özgürlük, demokrasi, eşitlik, insan onuru, toplumsal adalet olan genel bir programa sahip olmasıdır.
Bütün bu unsurları göz önünde bulundurursak, en azından Mısır ve Tunus’ta meydana gelen hareketin bir devrim hareketi olduğunu söyleyebiliriz. Burada hatırlatmak isteriz ki, tarihte başarıya ulaşmayan bazı hareketler, devrim hareketi olarak not düşülmüştür. Rusya’da 1905 yılında gerçekleşen hareket, başarısız olmasına rağmen, bir devrim hareketidir.  Sonrasında, eskisine göre daha baskıcı bir rejim gelmiştir. Almanya’da 1848’de, Fransa’da 1830’da başarısız devrim hareketleri gerçekleşti. Ama sonrasında gerici güçler kazandı. Bütün buların ışığında şunu söyleyebiliriz; Mısır ve Tunus’taki hareketler devrim hareketleri olmasına rağmen, yolun ortasında kalmış ve hedefe varmamışlardır.  Ne zaman iktidarı ele geçirirsek ve iktidara gelirsek devrim hedefine ulaşmış olur. Bütün devrimlerde sorun iktidar sorunudur. İktidar sorunu iktidarın bir sınıftan başka bir sınıfa geçmesidir. Mesele, iktidarın hakim olan sınıftan devrim yapan sınıflara geçmesidir. Tunus’ta ve Mısır’da henüz bu hedefe ulaşılmış değildir. Eski rejimin sembolleri devrildi. Ama burjuva rejimi rejim olarak devrilmedi. İktidar uzantılarının elindedir. Şu an onlar yönetiyor. İktidar, devrimi yapan halk kitlelerinin eline geçmemiştir. Eğer herhangi bir değişlik olmuşsa da, bu, biçimsel olmuştur. Meydana gelen değişlik, iktidarın gerici bir hareketten diğerinin eline geçmesinden ibarettir.
Özellikle Mısır ve Tunus’ta meydana gelen hareketin devrimin gelişmesine hizmet edecek bir yönü önemliydi ki, o gerçekleşti; bu, siyasal özgürlüğün elde edilmesidir.  İfade özgürlüğü, eleştiri özgürlüğü, gösteri özgürlüğü, diktatörlüğün çözülmesi.. Bu alanda kısmen de olsa kazanımlar sağlanmıştır.
Bu devrim hareketinin ortada duraklamasının en büyük nedeni siyasi kültürün eksikliğidir. Çünkü oluşan halk hareketi, ortak bir siyasal programdan yoksundur. Strateji birliği olmadığı gibi taktik birliği de yoktur. Bu eksikliğin yanı sıra genel anlamda kültürel alanda bir uyanış eksikliği de vardı. Gençlik, kadın hareketi, sendikal ve bazı dernekler, siyasi hareketler de katıldılar. Bu hareketin yönlendirilmesinde büyük katkıları olmuştur. Ama bu hareket belli bir merkezden örgütlenmemiştir. En büyük eksiklik budur. Kültür ve örgütlenme eksikliği, bu devrim hareketinin yarı yolda kalmasına neden olmuştur. İktidarın sembolleri yıkılmış, ama iktidarın kendisi kalmıştır. Mevcut sisteme zarar vermeden, toplumsal ve ekonomik yapıya dokunulmadan, kısmen hukuksal ve siyasal özgürlükler kazanılmıştır.
Bunların yanı sıra ele alınması gereken iki zaafı içeren bir konu daha vardır. İşçi sınıfının ve çalışanların örgütsüz olması nedeniyle küçük burjuvazinin işçi hareketinin önünde yer alması birinci noktadır. İkinci nokta, emperyalistlerin taktikleridir. Her devrim hareketinin iç ve dış etmenleri vardır ve Doğal olarak emperyalist güçler eli bağlı kalmayacalardır, kalmamışlardır. Üç alanda müdahil olmuşlardır. Tunus ve Mısır’da olduğu gibi halk hareketine kendi istediklerii doğrultuda yön verme. İkicisi, Yemen, Suriye, Bahreyn ve Libya’da olduğu gibi doğrudan askeri müdahale. Üçüncüsüyse, Yemen ve Suriye’de olduğu gibi içerde fitne ekerek pervasız bir iç savaşı kışkırtmak. Bu stratejinin uygulanmasında Türkiye’nin, Katar’ın ve Suudi Arabistan’ın ekonomik, siyasi ve silah desteği sağlayarak oynadıkları rolleri işaret etmeden geçemeyiz.
Değinmek isteğim bir nokta da, bu hareketlerin gelecekleridir. Dünya kapitalizminin ekonomik krizi ve Avrupa’da ve dünyada birçok ülkede halkların uyanışı nedeniyle bu hareketler dönüşü olmayan bir konuma gelmiştir.
Konuşmamı Tunus’la noktalamak istiyorum. Tunus ve Mısır’daki halk hareketi devam etmektedir. Tunus’ta Bin Ali’yi ve ardından gelen iki hükümeti devirdik. sonrasında El Nahda hareketi ve liberaller yapılan seçimleri kazandı. Tunus’ta devrim hareketi devam etmektedir. Hükümeti devirme sloganını yeniden gündeme getirdik. Tunus’ta yeniden bir direniş hareketi başlamıştır. İşçiler hareketlendi. Köylüler yeniden hareketlendi. Bazı yerlerde köylüler toprak reformunu kendileri uyguladılar. İşsizler hareketli, hakimler hareketli, basın yayın hareketli. Tunus tarihinde ilk kez basın ve yayın çalışanları genel bir greve gittiler.
Aydınlar ve yazarlar harekete geçti. Neden? Çünkü iktidardaki hükümet, devrilen rejimin yerine, dini bir kisve ve “yenilik” adı altında Tunus’u yönetmeye çalışıyor. Liberal muhafazakâr hükümet, ekonomik ve siyasi değişikliği dini bir kimlikle yapmaya çalışıyor. Ancak bütün çalışmalarında başarısız kaldı. Mecliste ve parlamentoda müttefikleriyle birlikte salt çoğunluğa sahip olduğu halde, bütün  girişimlerinde başarısız kaldı. Anayasa yerine Şeriatı getirmek istedi. Biz onu sokakta başarısız kıldık. Kadın haklarını yok etmek istedi. Yine parlamentoda değil, sokakta başarısız kıldık. Yine fikir ve düşünce özgürlüğünü yok etmek ve cezalandırmak için anayasa bir madde koymak istedi, bunu da sokakta başarısız kıldık.
Bugün sömürgeci ve emperyalist güçler El Nahda hareketinin yerine geçecek bir güç ve ya parti arayışına girdi. Çünkü yakında seçimler olacak. Bir geçiş süreci gerçekleşecek. Seçilecek meclis yeni bir anayasa hazırlayacak. Emperyalist güçler önümüzdeki seçimde devrimcilerin öne geçmesinden, iktidarın devrimcilerin ele geçirmesinden endişe ediyor. Bunun önünü kesmek için harekete geçtiler. Batıya bağlı eski ve yeni liberal güçleri bir araya getirip yeni bir siyasi akım olarak birleştirmeye çalışıyor. Bir yandan Batının çıkarlarını koruyan dini bir siyasi parti, öbür yanda yenilikçi liberal siyasi akım oluşturup dincilerin karşısına koymak istiyorlar.
Bize gelince; bu durumu bertaraf etmek istiyoruz. Bunun için halk cephesini kurduk. 7 Ekim’de ilan ettiğimiz Halk Cephesi 12 siyasi partiden, bağımsızlardan, derneklerden ve cemiyetlerden oluşuyor. İçinde Marksist Leninistler var, Nasırcı milliyetçiler var, ilerici Baasçılar var. Demokratik ve sosyalist hareketleri de kapsıyor. Bu cephenin amacı devrim hareketinin hedeflerini ulusal, demokratik ve sosyalist çerçevede gerçekleştirmek. Cephenin 15 günlük bir ömrü olmasına rağmen (konuşma 20 Ekim tarihinde yapıldı) Tunus’ta en büyük üçüncü siyasi güç konumundadır. Ve diyoruz ki, biz Tunus’ta varız. Bin Ali’yi devirdik, ardında gelen iki hükümeti devirdik ve bu mücadeleye devam ediyoruz. Sonuçta zaferi kazanacağız. Bu hükümeti de yıkacağız. Halk devriminin bütün hedeflerini gerçekleştireceğiz. Hep beraber ellerimizi ve güçlerimizi birleştireceğiz. Sürekli diyalog ve dayanışma içinde kalacağız.  Çünkü Türkiye’deki gerici güçler, bizdeki gericilerle diyalog ve dayanışma içindeler ve gericiliği destekliyor. Gelecek her durumda halklarımızın ve tüm dünya halklarınındır.

Emperyalizm, Ortadoğu Halklarının Yeminli Düşmanı

Geçen yüzyılın sonunda, 90’lı yıllardan itibaren SSCB’nin ve Varşova Paktı’nın yıkılmasından beri Ortadoğu, dünyanın en sıcak gelişmelerinin yaşandığı noktalardan biri haline geldi. Bu bölge bir yandan, başta ABD olmak üzere tüm emperyalist ülke ve blokların saldırı odağı, diğer yandan da emperyalizme karşı güçlü mücadelelerin yürütüldüğü bir alandır. Bu mücadelenin gidişatı ve yaratacağı sonuçlar, sadece bölgedeki halkları, devrimci güçleri ve anti-emperyalistleri değil, bütün dünya halklarını, devrimci güçleri ve özgürlük isteyenleri ilgilendirmektedir. Bu uluslararası toplantımız, bu bakımdan da büyük bir önem taşımaktadır.

ETKİ ALANLARININ PAYLAŞIMI İÇİN MÜCADELE

SSCB’nin yıkılması, Ortadoğu’daki askeri üslerinin sökülmesi ve onun devamcısı olan Rusya’nın bölgede kayda değer bir varlığının olmaması, bölgede denetimi ele geçirmek üzere süren emperyalistler arası mücadeleyi hafifletmedi. Aksine, mücadeleler daha da keskinleşti. Bu mücadeleler, eski bir süper gücün yıkılmasıyla değişen dengeler ortamında, hem bölgede hem de dünyanın başka bölgelerinde yeni bir etki alanları paylaşımı mücadelesinin unsurlarıdır.

Ortadoğu, veya ABD yönetiminin kullandığı terimle “büyük Ortadoğu”, yani Fas’tan Afganistan’a kadar olan bölgeyi kapsayan alan, bugün dünya petrol üretiminin üçte birini, petrol rezervlerinin ise üçte ikisini barındırdığı için, bu denli ilgi odağıdır. Önümüzdeki yirmi yılda, Çin ve Hindistan gibi yeni endüstriyel güçlerin eklenmesiyle birlikte, petrole olan ihtiyacın %40 oranında artacağı hesaplanıyor. Ortadoğu dışındaki bölgelerde petrol arayışı veya alternatif enerji kaynakları arayışının sonuçsuz kalması, bölgenin büyük güçler için önemini artırmıştır.

Önümüzdeki on yıllarda Ortadoğu’nun petrol üretimindeki payının üçte birden üçte ikiye çıkacağı tahmin ediliyor. Ticari ve stratejik önemi de dikkate alındığında, bu bölgeyi kontrol etmek, neredeyse dünyayı kontrol etmek demektir.

 

ABD EMPERYALİZMİ YARIŞIN ÖNÜNDE

ABD emperyalizmi, tüm askeri, ekonomik ve politik ağırlığıyla, Ortadoğu bölgesinin yeniden paylaşımına girişmiştir. On yılı aşkın süredir başlamış olan ve oğul Bush ile neo-con ekibinin işbaşına gelmesiyle hızlanan bu sürece, 11 Eylül olayları gerekçe teşkil etmiştir. İsmi (Middle East Partnership Initiative, MEPI, Büyük Ortadoğu Projesi 2002, Yeni Ortadoğu Projesi 2006) ne olursa olsun, açıklanan amacı (Ortadoğu’nun demokratikleşmesi, nükleer silahların ve kitle imha silahlarının sınırlandırılması, terörizme karşı mücadele) ne olursa olsun, ABD emperyalizminin bölge için hazırladığı projelerin tek bir hedefi vardır: Bölge üzerinde egemenlik kurmak, dünya hegemonyasını sağlamlaştırmak, Ortadoğu petrolüne tamamen veya kısmen bağımlı öteki büyük emperyalist ülke ve grupları, yani Avrupa Birliği’ni, Japonya, Çin ve Hindistan’ı köşeye sıkıştırmaktır. Dolayısıyla, bu bölgenin petrolü üzerinde denetim kurmak, bu büyük ülkelerin endüstriyel büyüme hızını da kontrol etmek anlamına gelmektedir.

ABD emperyalizmi amaçlarına ulaşabilmek için, başta askeri gücü olmak üzere, elindeki tüm imkanları kullanmaktadır. Bölgede kalıcı askeri varlığını garantilemek için 1991’de Irak’ın Kuveyt işgalini bahane eden ABD, 11 Eylül 2001’den sonra ise, daha saldırgan, daha küstah ve hiçbir uluslararası kuralı tanımaz oldu. “Önleyici savaş”, “nükleer silahın önleyici amaçlarla kullanılması hakkı”, “haydut devletler”, “şer ekseni” gibi adlar altında, kendisine istediği yerde ve zamanda, tercih ettiği tarzda müdahalede bulunma imkanı tanıyan faşizan yeni askeri doktrinler geliştirdi. Birleşmiş Milletler’in muhalefetine rağmen, İngiltere ile suç ortaklığı içinde Irak’a yönelik saldırıyı böylece gerçekleştirdi.

 

KONTROL ALTINDA BİR ORTADOĞU

Bugün bütün Ortadoğu, daha doğrusu hemen hemen tüm “Büyük Ortadoğu”, Amerikan emperyalizminin askeri kontrolü altında bulunmaktadır. Afganistan ve Irak işgal altındadır. Bu ülkelerin halkları, insanlık tarihinin en barbar savaşlarından biriyle yüz yüze bulunuyorlar. Filistin’de, ABD emperyalizminin bölgedeki koçbaşı olan Siyonist İsrail devleti, Filistin halkına karşı soykırımcı bir savaş yürütüyor, topraklarını yağmalayıp Yahudileştiriyor. Oslo Anlaşması, bölge halklarına ne barış, ne de güvenlik getirmiştir. 2006 yazında Nazi tipindeki bu devlet, ABD’nin askeri ve diplomatik desteğine yaslanarak Lübnan’a saldırdı. Lübnan hâlâ, Amerikan, Fransız, Siyonist emperyalizmin ve Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün gibi gerici Arap rejimlerinin kışkırttıkları yeni bir iç savaş tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor.

Körfez bölgesinin hemen yanı başında ABD’nin desteklediği Etiyopya, Somali işgaline taşeronluk yapıyor. İç savaştan daha yeni çıkmış olan Sudan, şimdi de Amerika ve Çin’in, petrolünü ele geçirmek için aracılar vasıtasıyla savaş yürüttükleri Darfur sorunu ile karşı karşıyadır. Körfez ülkelerinin hemen hepsinde, Bahreyn, Kuveyt, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’da büyük ölçekli Amerikan askeri üsleri var. Bu üsler, kurulu bulundukları ülkeleri ayak altında ezmekle yetinmemekte, tüm bölge ülkeleri için tehdit teşkil etmektedir. Irak ile Afganistan arasında ve Körfez ülkelerinde 5 büyük askeri üs ile 63 daimi askeri karargahta, toplam 200 bin Amerikan askeri bulunmaktadır. Ürdün, Mısır, Yemen, Cibuti gibi ülkeler, ABD’ye askeri kolaylıklar sağlıyorlar. NATO üyesi Türkiye’de ise ABD’nin İncirlik askeri üssü var. Kuzey Afrika’da da giderek artan bir Amerikan varlığına şahit oluyoruz. Fas, şimdiden ABD’ye askeri kolaylık sağlamayı kabul etmiş bulunuyor. Sahra-altı bölgesini kontrol etmek maksadıyla bölgede bir kumanda merkezi oluşturulacağı belirtiliyor.

Suriye ve Iran, giderek daha tehdit edici bir hal alan baskıya maruz kalıyorlar. Suriye, “terörizme destek vermekle” suçlanırken, İran, nükleer silah edinme çabaları nedeniyle suçlanıyor. ABD, tüm BM Güvenlik Konseyi’ni İran’a karşı seferber ederken, ittifaklarını sağlamlaştırıyor ve bu ülkeye komşu bölgelere silah yığınağı yapıyor. Suriye’de muhtemel bir rejim değişikliği, İsrail’in güvenliği ve Irak sınırlarının kontrolü için önem taşıyorken, İran rejiminin düşmesi, başta petrol olmak üzere doğal enerji kaynaklarının denetlenmesine fırsat sağlayacaktır.

 

MUAZZAM TEKELCİ ÇIKARLAR

Bu askeri saldırganlıktan ve barbarlıktan gerçekte çıkar elde edenler, kârları artan büyük Amerikan tekelleri ve öteki kapitalist ülkelerdir. Bazı verileri sıralamak yararlı olacaktır: Geçmişte devlet mülkiyetinde olan Irak petrolüne, 30 yıllık bir süre için Amerikan petrol tekelleri el koymuştur. 2003 yılında, bölgede faaliyet yürüten petrol tekellerinin kârları %12 civarında iken, petrol fiyatındaki artışla birlikte 2006 yılında %160’a yükseldi. Exon-Mobil tekelinin kârları 2003-2006 yılları arasında iki kat artarak 21.5 milyar dolardan, 40 milyar dolara çıktı. Shell-Chevron’un karları ise aynı dönemde 15’den 30 milyar dolara çıktı. İlgili ülkelerin hazinesine petrol rantı olarak giren miktarların önemli bir kısmının, ya yatırım olarak, ya da satın alınan malların karşılığı olarak yeniden ABD’ye döndüğünü ise, eklemeye bile gerek yoktur. 2003-2006 yılları arasında ABD ile Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri arasındaki ticari ilişkiler ikiye katlandı. Avrupa Birliği ülkeleri ve Japonya’nın yanı sıra Çin ve Rusya da bu bölgede pay elde edebilmek veya payını artırmak için mücadele ediyorlar. Ama ABD, son on beş senede giderek artan hakimiyetini korumaktadır.

 

HALKLARIN EZİLMESİ

Bölgenin tüm halkları emperyalist ve Siyonist egemenliğin kurbanı olmaktadırlar. Hedefe konan şey, halkların bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal zenginlikleri üzerindeki egemenlikleri, kültürleri, uygarlıkları, ulusal kimlikleri, barış ve yaşam haklarıdır. Emperyalistler son yıllarda, bu bölgenin halklarına karşı en ırkçı teorileri ileri sürdüler. Bunlar içinden en çok bilineni, İslam dinini ve Müslümanları günah keçisi ilan ederek terörizmle ve barbarlıkla itham eden, böylece kendi katliam ve egemenliğini meşru göstermeye çalışan “uygarlıklar çatışması” tezidir. Lenin’in belirttiği gibi emperyalizm, halklar için köleleştirme ve yağma demektir.

“Büyük Ortadoğu”nun fizyonomisi birkaç senede değişti, bölgeyi oluşturan ülkeler, sömürge, yarı-sömürge ve bağımlı ülkelere dönüştüler. Belirli bir bağımsızlığı hâlâ korumak isteyenler ise, hedefe konmakta ve tehdit edilmektedirler. Bu durum, bölgede ulusal sorunu, öteki tüm sorunların kendisine bağlandığı acil bir mesele haline getirmiştir. Çok daha şiddetle oralarda hissedilmekle birlikte, ulusal sorun sadece işgal edilen ülkelerde değil, bütün ülkelerde gündeme gelmektedir. Bu ülkelerin kendi kaderlerini tayini gerçekleşmedikçe, hiçbir ilerlemenin mümkün olmayacağı açıktır.

Bu arada, Ortadoğu halkları sadece emperyalist baskıya maruz kalmıyorlar, kendilerini yöneten köksüz rejimlerin politik tiranlığının da muhatabı oluyorlar. Bunların bazıları hâlâ feodal mutlakiyetçi bir özellik taşıyorlar ve halklarını, en temel politik haklardan mahrum bırakıyorlar. Monarşik ya da cumhuriyetçi olsun, hepsini birleştiren ortak özellik, otokratizmdir. Kendisine cumhuriyet diyen rejimlerde bile, ömür boyu başkanlık veya iktidarın aile fertlerine aktarılması, yaygın görülen bir pratiktir. Sözde bir el değiştirmenin olduğu Türkiye gibi ülkelerde ise, ipler generallerin elindedir. Irak, Filistin, Afganistan gibi işgal altındaki ülkelerdeki Siyonist ya da Amerikan “demokrasisi”, sivil halkın her gün katledilmesi, kitlesel hapis, işkence ve barbarlık anlamına gelmektedir. Guantanamo ve Ebu Garip, bu demokrasinin iki sembolüdür.

Bu ulusal ve politik baskıya, sosyal bir baskı eşlik etmektedir. Ortadoğu ülkelerinin zenginlikleri, bir yanda yabancı tekellerin, diğer yanda da yerel mafyacı azınlıkların elinde toplanmıştır. Uluslararası kuruluşların tüm raporları (örneğin 2003 Birleşmiş Milletler insani kalkınma raporu-PNUD) eğitim, iş, kültür, kadın ve azınlık hakları vb. bakımından Arap ülkelerinin, dünyanın en gerileri arasında kaldığını gösteriyor. İşgal altındaki Irak, Afganistan, Filistin, Somali gibi ülkelerde insanlar, tam bir sefalet koşullarında yaşıyorlar. Mısır, Ürdün, Fas, Tunus, Yemen ve Türkiye gibi bağımlı ülkelerde ise, büyük emperyalist ülkeler ve (IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi) uluslararası kuruluşları vasıtasıyla uygulanması dayatılan neoliberal politikalar; işsizliği, dışlanmayı, sefaleti ve cehaleti teşvik etmektedir. Emperyalizm hiçbir dönemde halklar için refah ve ilerleme anlamına gelmedi ve gelmeyecektir de. O ancak yağma ve sefalet demektir.

Ortadoğu ülkelerinde ulusal sorun, ulusal, etnik, kültürel ve dini azınlıklar meselesi olarak da gündeme gelmektedir. Bu azınlıklar, emperyalist baskıların yanı sıra, iktidardaki rejimlerin de baskısına hedef olmaktadırlar. Emperyalizm, topluluklar arası savaş ve katliamı provoke edebilmek ve onları bölmek için, azınlıklar meselesini kullanıyor. Irak’ta işgalciler tarafından işbaşına getirilen yönetim, bu amaca uygun bir yönetimdir. Böylece Ortadoğu’da ulusal sorun, demokratik ve sosyal sorun ile iç içe geçmekte, ama yine de azınlıklar meselesi ile birlikte en yakıcı mesele olmaya devam etmektedir. Emperyalizme ve uşaklarına karşı, dolayısıyla Siyonizme de karşı mücadele, bölgedeki tüm özgürlük mücadelesine yön vermelidir.

 

ONURLARI İÇİN MÜCADELE EDEN HALKLAR

Bölge halklarının ve azınlıkların maruz kaldıkları emperyalist baskı, ister istemez direnişi de doğuruyor. Bugün Irak’ta, Filistin’de, Afganistan’da, Somali’de giderek büyüyen ve gelişen bir silahlı direniş hareketi var. Lübnan’da direniş, geçen yaz döneminde Siyonist saldırgana umulmadık bir yenilgi tattırdı. Türkiye’de Kürt halkı, ulusal hakları için mücadeleyi terk etmedi.

Bu silahlı direnişin yanı sıra, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde politik ve sosyal içerikli bir muhalefet hareketi de gelişiyor. Kabil halkının son yıllarda kültürel ve sosyal hakları için güçlü kitlesel bir hareket geliştirmiş olduğu Cezayir gibi bazı ülkelerde, politik baskı, ekonomik ve sosyal sefalet, ulusal aşağılama gibi faktörler, halkları isyana sürükleyen bir rol oynamışlardır.

Ama bu direniş hareketleri ve sosyal politik muhalefet akımları, önemli zayıflıklar ve yetersizlikler de taşımaktadır. Irak, Lübnan ve Filistin hariç tutulursa, bu hareketler, emperyalist egemenliğe karşı mücadelenin zorunlu kıldığı seviyeden yoksundur. Birçok ülkede işçi ve halk hareketi, hâlâ oldukça geridir.

İkinci olarak, çoğu durumda, silahlı direniş hareketinde olsun, sosyal ve politik harekette olsun, egemen unsur dindir. Yani Müslüman Kardeşler’den cihatçı Salafistlere kadar kökten dinci akımlar. Bu hareketlerin bazıları emperyalist ve siyonist işgalciyi ve işbirlikçilerini zayıflatsalar bile, bazı kaygılarımızı belirtmek gerekir.

Dinci-politik akımın direniş hareketleri üzerindeki egemenliği, ulusal anki-emperyalist hareketin, etnik ve dini klişeleri aşarak ulusal bir program etrafında birleşmesini baltalıyor. Bu akımlar dini bir temel üzerine oturuyorlar. Üstelik, anti-emperyalist mücadeleye dini bir karakter vererek (İslamın Hristiyanlığa veya Yahudiliğe karşı savaşı) onu zayıflatıyor ve içini boşaltıyorlar. Böyle bir tutum, uluslararası dayanışmanın alanını daraltıp, ağırlığını ortadan kaldırıyor.

Öte yandan bu akımların, halkın istemlerine yanıt olabilecek, çağdaş ve elle tutulur bir toplum projeleri yoktur. Bunlar özgürlük, demokrasi, sosyal ve bilimsel ilerleme gibi insanlığın kazanımlarıyla işgal arasında bağlantı kurarak kafa karışıklığına yol açıyorlar. Bölge halklarının ulusal bağımsızlık özlemi ile bütün bu kazanımlardan faydalanma özlemi birbirinin karşısına konamaz. Teokratik ve dine dayalı devlet, miadını doldurmuş bir devlettir.

Bağımlı ülkelerdeki dinci-politik hareketler, genellikle kurulu düzenin bir parçasıdırlar. Politik meselelerde bazı farklar olsa bile, aynı sosyo-ekonomik düzeni savunuyorlar. Programları, neoliberalizmin programıdır. Emperyalist sömürüye ve bağımlılığa karşı çıkmıyorlar, emperyalizmin değişik yeni sömürgeci stratejilerine yamanmaya çalışıyorlar.

Ulusal ve sosyal kurtuluş stratejisi izleyen, yurttaşlık prensibine, yani laikliğe dayalı bir ulusal devlet inşa etmeyi programına alan, anki-emperyalist devrimci sol hareketlerin zayıflığı, dramatik bir biçimde hissedilmektedir.

Bu arada, anki-emperyalist güçler Irak’ta, Filistin’de, Afganistan’da, Somali’de ve emperyalizme karşı mücadele ettiği müddetçe her yerdeki direniş hareketlerini desteklemelidirler. Şu veya bu direniş hareketinin liderliği, her halkın kendi iç meselesidir ve ilgili ülkenin tarihi, ulusal toplumsal özellikleri ve gelişim düzeyi ile bağlantılıdır

 

ORTAK BİR DÜŞMAN, ORTAK BİR KADER

Bölge halklarının düşmanı ortaktır: Başta ABD olmak üzere emperyalizm, Siyonizm ve kendilerini yöneten gerici rejimler. Kurtuluş, bu düşmanlara karşı ortak mücadeleden geçmektedir. Ulusalcı, etnik ve dini faktörler, olsa olsa birliği bozucu bir rol oynarlar. Halbuki, ortak çıkarlar ön plana çıkarılmalıdır. Anti-emperyalist, ilerici ve devrimci güçler, kendilerine düşen görevi yerine getirmek için, canla başla çalışmalıdırlar. Mücadelenin ön cephesinde yer almak, ulusal birliğin bir faktörü olmak, ilerici modern ve halkçı bir politik ve sosyal projenin savunucusu olmak, bu güçlerin önündeki tayin edici görevlerdir.

İşgal altındaki Irak, Afganistan, Filistin, Somali’ye Lübnan’ı da eklersek, tüm bu ülkelerde mücadele, elde silahla veriliyor. İşgalcinin anladığı tek dil silahlardır, anki-emperyalist, ilerici ve devrimci güçler asla düşmanla uzlaşmamalı ya da onun yedeğine düşmemelidir. Halk onlara, ancak mücadele içerisinde örnek olurlarsa güven duyacaktır. Gecikmeyi kapatmak için hâlâ zaman vardır. Bu bakımdan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FPLP)’nden yoldaşların, Lübnan Komünist Partisi’nin deneyimleri öğreticidir

Irak’ta, Anglo-Amerikan işgal güçlerinin defolması dışında, hiçbir adil çözümün mümkün olmadığı görülüyor. Ancak ondan sonra, ülkedeki ulusal, kültürel, etnik ve dini temsil kabiliyeti olan tüm politik güçler, bir masa etrafında buluşabilir ve işgalcinin sebep olduğu kaostan, ülkelerini kurtarabilirler. O zaman ülkenin bağımsızlığı, toprak bütünlüğü, ulusal birliği ve yurttaşlık ilkesine dayanan, dini, cinsel, etnik hiçbir ayırım yapmadan herkese eşit haklar sunan, modern demokratik bir devlet temelinde ulusal bir konsensüs mümkün olabilir.

Eğer uluslararası ya da Araplardan kurulu bir gözlemciler heyetinin geçici bir süre için ülkede bulunması zorunlu olursa, bu heyete, Irak’a saldıran veya saldıranlarla işbirliği yapan hiçbir güç dahil olmamalıdır.

Filistin’de bugünkü durumun, Oslo Anlaşması imzalanmadan önceki dönemdekine göre çok daha kötü olduğunu kimse inkar edemez. Filistinli yoldaşlarımız buna tanıklık etmek için burada bulunuyorlar. Siyonistler daha fazla toprağı işgal edip Yahudileştirdiler, daha çok evi ve altyapıyı tahrip ettiler, daha çok yerleşim bölgesi (koloni) ve bir de utanç duvarı inşa ettiler, daha çok sayıda Filistinliyi öldürdü, hapsetti ve topraklarından sürdüler. Yaşam, ırkçı savaşçı ve yayılmacı Siyonizmin, kendi yanı başında, 1967’de işgal edilen topraklar üzerinde kurulacak bir bağımsız Filistin devleti ile birlikte yaşamayı kabul etmeyeceğini gösterdi. Amerikan emperyalizmi, Rus ve Avrupalı emperyalistler ise, ne Filistin halkının dostu, ne de adil aracılar olabilirler. Özellikle amerikan emperyalizmi, Filistin halkının ezilmesinin bizzat tarafıdır. Siyonist devletin kendisi, kuruluşundan beri, emperyalist stratejinin bölge egemenliğinde temel bir taştır. Dolayısıyla Filistin sorunu bizce daha gerçekçi bir bakışla çözüme kavuşturulmalıdır: Tarihi Filistin topraklarının tümü üzerinde laik, demokratik ve egemen bir Filistin devletinin kurulması öngörülmelidir. İsrail Siyonizmden arındırılmadıkça, bölgede barış, güvenlik ve refahtan söz edilemez Bu, uzun vadeli, ama Müslüman, Yahudi ya da Hristiyan olsun, tüm Filistinliler için en emin ve adil olan stratejidir. Bu çözüm yolunun başarısı, Filistin halkının ve anti-Siyonist Yahudilerin mücadelesine, tüm bölge halklarının çabasıyla emperyalizme karşı yeni bir güç ilişkisi dengesinin oluşturulmasına ve dünyadaki tüm özgürlük savaşçısı anti-emperyalistlerin vereceği desteğe bağlı olacaktır. Bugün Filistinli yurtsever ve ilerici güçlerin önünde, sadece Siyonist işgalciye karşı koymak için değil, kendi içinde El Fetih ile Hamas arasında cılız ve etkisiz bir iktidar üzerinde sürmekte olan fraksiyon çatışmalarını aşmaya da yardım edecek ve halkı seferberliğe davet edecek bir ulusal birlik programını oluşturmak ve hayata geçirmek gibi ağır bir görev durmaktadır.

Afganistan’da da, Somali’de de gerçek ve adil bir çözüm için öncelikle işgal güçlerinin geri çekilmesi, bu ülkelerin emperyalistler ve uşakları tarafından yaratılan kaos, düzensizlik ve güvensizlikten çıkabilmeleri ve kendi kaderini kendi ellerine alabilmeleri için birinci ön koşuldur.

Anti-emperyalist güçler, İran ve Suriye üzerindeki baskı ve tehditleri mahkum etmektedirler. Suriye rejiminin demokratik bir rejim olmadığı doğrudur, ama Suriye halkına demokrasiyi ve özgürlüğü Amerika’nın ve diğerlerinin getirmeyeceği de kesindir. Irak, bu bakımdan öğretici bir örnektir. Ancak Suriye halkının kendisi değişimi gerçekleştirebilir. İçeride bir eğitim ve örgütlenme çalışması yaparken, her türlü dış müdahaleye kesinlikle karşı çıkılmalıdır.

İran’ın da bir demokrasi ve sosyal adalet modeli olmadığı açıktır. Mollaların milliyetçi ve şovenist eğilimli bazı fraksiyonlarının Orta Asya’ya doğru, ya da Şiiliğe dayanarak Ortadoğu’ya doğru genişlemeyi hayal ettikleri kimse için sır değildir. Ama meseleyi çözecek olan Amerikan emperyalizmi değildir. İran halkı bunu, Şah zamanında yaşayıp gördü. Amerika’nın İran’a muhtemel bir müdahalesi, bölgeyi daha fazla kaosa sürükleyecektir. İranlı ilericiler kendi gücüne ve bölge ve dünya halklarının dayanışmasına güvenmelidirler.

Bağımlı ülkelerde, anti-emperyalist ve ilerici güçler, emperyalist tahakküme ve diktatörlüklere karşı mücadelenin başına geçmelidirler. Halkçı platformlar oluşturmalı, buralarda en geniş birliği sağlamak için çaba sarf etmelidirler. Bu ülkelerde gündeme gelen önemli bir konu, İslamcılar meselesidir. Bu sorun asla, İslamizm korkuluğu sallayarak, kadınları, entelektüelleri, orta kesimleri ve Batılı ülkelerin kamuoyunu panikletmeye çalışan işbaşındaki baskıcı, yozlaşmış rejimlerle işbirliğini meşrulaştıramaz. Biz Tunus’taki deneyimimizden bazı dersler çıkardık: Birincisi, teokratik bir diktatörlüğün önünü kesmek için, ilerici güçlerin, mevcut rejime karşı mücadelenin başında olması ve hareketin önderliğini teokratik diktatörlük heveslilerine terk etmemesi gerekir. İkincisi, özgürlükler ve demokrasi için mücadele sonuna kadar ve kararlıca yürütülmelidir. Zira, İslamcılar da faydalanıyor olsa bile, özgürlüklerin tanındığı bir ortam, işçilerin ve halkın örgütlenme ve bilinç düzeyini yükseltmek bakımından, özgürlüklerin “terörizme ve entegrizme karşı mücadele” adı altında çiğnendiği bir ortamdan daha yeğdir. Üçüncüsü, ilerici güçler, kimlik meselesine sahip çıkmalıdırlar. Emperyalizm bölge halklarının kültürüne, dinine ve kimliğine karşı bir savaş yürütmektedir ve halklar bu aşağılanmaya karşı kendi kimliklerini savunmak istiyorlar.

Modernite, ilerleme, demokrasi gibi kavramlar, ancak bir halkın kendi eseri ise, yani kendi tarihini, ulusal, sosyal, kültürel özgünlüklerini insanlığın ortak kazanımları ile birlikte harmanlayabiliyorsa, o halkın kimliğinin ayrılmaz bir parçası haline gelebilirler. Emperyalist kozmopolitizm, ulusal boyun eğmenin bir unsurudur, özgürlük ve ilerleme faktörü olamaz. Bölge halklarının kimliğinin savunusu, ulusal sorunun ve emperyalizme karşı mücadelenin bir parçası olmalıdır.

 

PERİYODİK BİR BULUŞMA

Sonuç olarak, bölgemizin anti-emperyalist güçleri birbirini karşılıklı olarak desteklemeli, durum değerlendirmelerini uyumlulaştırmalı, sloganlarını ortaklaştırmalı ve eylemlerini koordine etmelidir. Bu, bölge halklarının emperyalist ve Siyonist saldırganlık ve egemenliğe karşı birliğini ilerletmenin ön koşuludur.

Bizce bu toplantı, bölgemizdeki gelişmeleri izlemek ve değerlendirmek, görüş alış verişinde bulunmak ve ortak görevler belirlemek maksadıyla yılda bir kere olacak şekilde düzenlenebilir. Bu buluşmadan itibaren düzenli bir koordinasyonun sağlanması ise, zorunludur.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑