Çin: devrimden emperyalizme

Bir süre önce ABD ile Çin arasında, Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) kapılarını Çin’e açan bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşmayla Çin, uzunca bir süredir ilerlediği dizginsiz kapitalizm yolunda pazarını artık uluslararası tekellerin sömürü ve talanına tamamen açmış oldu.
Mao döneminde izlediği emperyalizmin önüne dikilme ve ülkesinde kooperatiflere vb. dayanan bağımsız ekonomisini (bir tür devlet kapitalizmi) geliştirme yolundan ayrılarak borsası, yerli-yabancı özel şirketleri, bir yanda on milyonlarca işsizi diğer yanda milyarderleri ile emperyalistlerle işbirliğini ve “piyasa sosyalizmi” adı takılan Batı kapitalizmini ekonomik örgütlenmesinin temeli haline getiren Çin; uluslararası sermayeyi çekerek ekonomiyi canlandırma ve ihraç etmek istediği malların önündeki engellerin kaldırılması için WTO’ya üye olmak istediğini açıklarken buna karşı uluslararası tekeller de Çin pazarının kendilerine sınırsız açılması koşulunu öne sürdüler. Sonunda, Çin, kendi egemenlerinin ihtiyaçlarını da karşıladığı için gönüllü olarak uluslararası baskıya boyun eğdi; birkaç on yıldır uygulanan “piyasa sosyalizminin bir sonucu olarak iç ve dış faktörlerin de etkisiyle uluslararası sermayeyle tam entegrasyon için dönemeç niteliğinde bir adım daha attı.
Uluslararası tekellerin ve büyük emperyalist güçlerin 21. yüzyıl stratejisinde Çin ekonomik bölgesi özel önemi olan pazarlardan biridir. Üstelik merkezinde Çin’in yer aldığı bölge, sahip olduğu pazar olanaklarının ötesinde siyasal-stratejik açıdan da büyük öneme sahiptir. Hatta bu durum ve dünya üzerindeki paylaşım çatışmasının Avrasya’dan bu bölgeye doğru kaymasını hareket noktası alan ABD stratejistleri, henüz tartışma halinde de olsa bir konsept değişikliğinin bile sözünü etmektedirler. Nitekim ABD’nin bölgeyi temel alan yeni bir konsepti geçtiğimiz aylarda deklare de edilmiştir.
1,2 milyarlık nüfuslu ucuz işgücü potansiyeli, devasa pazarı ve hızla gelişen dinamik ekonomisiyle Çin’in, uluslararası tekellerin 21. yüzyılda kıyasıya rekabetine sahne olacağı kuşkusuzdur. Çin, ABD ile yaptığı antlaşma gereği, WTO’nun yolunu düzleyerek ülke pazarını -enerjiden tarıma, otomotiv, hizmet ve iletişimden petro-kimya, elektronik alanlarına, bankacılık alanından sigorta sektörü, bilgisayar, bilgisayar cipleri alanlarına kadar- uluslararası tekellere açmış durumda. Bunun için gerekli vergi indirimleri ve gümrük duvarlarını aşamalı olarak aşağı çekilmesi ÇKP’nin 15. Kongresi’nde karar altına alındı ve hemen uygulamaya geçti.
ABD ye Avrupalı emperyalistler açısından Asya Pasifik bölgesi ekonomik, siyasi ve askeri açıdan stratejik önemdedir. Çin pazarına dadanan emperyalist devletler; hem toplam artı değerden en fazla payı almak için Çin pazarını sınırsız bir şekilde yağmalama ve paylaşma yarışına girmekte hem de dünya pazarındaki payları için bu ülkeyi de denetim altında tutmak, bölgedeki ekonomik-siyasi ve askeri güç ve etkisini sınırlamak gibi amaçlar güdüyorlar. Çin’in zengin hammadde kaynaklarıyla ucuz işgücü bolluğunun sunduğu olanakları kullanmak da işin cabası.
Öte yandan Çin emperyalizmi de, pazarını uluslararası tekellere açar ve Çin ekonomisinin yabancı sermaye yatırımlarına ihtiyaç duyduğunu hatta bunun zorunluluğunu açıklarken kendi yayılmacı emellerini gizlemiyor. Oldukça büyük ölçekte dış yatırımlara gidiyor ve Asya’yı “yaşam alanı” olarak gördüğünü ilan ediyor; bu amaçla siyasi ve askeri açıdan güç toplamaya çalıştığı da biliniyor.
Çin’in dünya pazarıyla, kapitalist emperyalist dünyayla entegrasyonunun başlıca yollarından biri özelleştirmedir. 1990’ın başından itibaren çok sayıda uluslararası tekel, Çin pazarına girmek için kıyasıya rekabete girdi.

* * *
Çin’i 20–25 yıllık argümanlarla ya da hiç tartışmadan ön kabul olarak sosyalist sayan ve uygulamalarını ilginç “sosyalizm” yorumlarıyla açıklamaya çalışanlara hâlâ rastlanıyor. Sosyalistler arasında Çin, Mao döneminin prestijine sahip olmasa bile bazı burjuva sosyalistleri hâlâ “Çin sosyalizminden söz edebiliyorlar.
Bu nedenle, bugünkü Çin’i dünya pazarıyla entegrasyona götüren ekonomik siyasal ilişkilerin tarihsel sürecine bir göz atmak yararlı ve bugünkü durumu açıklayıcı olacaktır. Üstelik Çin’in bugünkü emperyalist konumunu yeri geldiğinde “sosyalizm”le, “piyasa sosyalizmi” ile açıklaması yer yer yanılsama unsuru da olmaktadır. Dolayısıyla ’80’lerden başlayan örtük olmayan kapitalist ekonomi politikaları ve özel mülkiyet ilişkilerinin gelişimi üzerinde durmak da bir ihtiyaca cevap olacaktır.

ÇİN’DE EMPERYALİZMİN EGEMENLİĞİ VE ÇİN DEVRİMİ
Çin, yüzyılın başında çeşitli emperyalist ülkelerin ekonomik bakımdan paylaştıkları, geniş bölgelerini askeri işgal altına alıp sömürdükleri, sömürge ülke konumuna getirmeye çalıştıkları, yarı feodal üretim ilişkilerinin hâkim olduğu, halkının sefalet içinde yaşadığı bir ülkeydi.
Kır nüfusunun yüzde 5-6’lık kısmını oluşturan büyük toprak sahipleri tüm toprağın yarısından fazlasını ellerinde bulunduruyorlardı. Kır nüfusunun yüzde 90’ını oluşturan yoksul ve orta köylülük ise toprağın yalnızca yüzde 30’una sahipti. Çin ekonomisinin önemli sektörleri doğrudan ya da dolaylı olarak emperyalistlerin denetimi altındaydı. Çin bu süreçte ABD, İngiliz ve Japon emperyalistlerine güçlü bir şekilde bağımlıydı. Toplam sermaye yatırımlarının yüzde 75’i yabancı sermayenin, yüzde 25’i ise yerli sermayenin elindeydi.
Çin yönetimi, işbirlikçi büyük burjuva kliği ve büyük toprak sahiplerinin ellerindeydi. Yerli sermaye, toplam tarım ve sanayi üretiminin ancak yüzde 10’unu gerçekleştirebiliyordu. Büyük toprak sahipleri aynı zamanda Çin halkının azgınca sömürülmesinde ve ülke zenginliklerinin talan edilmesinde emperyalistlerin temel dayanaklarıydı. Emperyalizmle işbirliği içinde palazlanan ve Çin ulusal ekonomisini yabancı sermaye ile birlikte talan eden işbirlikçi büyük burjuvazi, büyük toprak sahipleriyle birlik halindeydi ve giderek etki alanını genişletmekteydi.
Büyük toprak sahibi ve işbirlikçi burjuva sınıflar, Çin halkını alabildiğine sömürdüler ve devlet zoruyla halkı baskı altında tuttular. Emperyalizme bağımlılık, sömürü ve boyunduruk sınıflar-arası karşıtlığı iyice keskinleştirdi. Ülke, iktisadi ve politik olarak bir türlü kurtulamadığı krizlerin içine yuvarlandı. Özellikle kapitalizmin nispeten geliştiği kıyı şehirleri ve güney bölgeleri tarım, sanayi ve ticarette kısa aralıklarla tekrarlanan krizlerin pençesindeydi. Bu koşullarda ezilen yığınlar insanca yaşam için ayağa kalktılar. Halkın bu ayağa kalkışı gittikçe emperyalizmi, feodal despotizmi ve imparatoru hedeflemeye başlamıştı. Mao ve ÇKP önderliğinde sürdürülen uzun süreli halk savaşı sonucu 1949 yılında büyük toprak sahiplerinin ve işbirlikçi burjuva sınıfların iktidarı yıkılarak Çin Halk Devrimi gerçekleştirildi. Çin Halk Devrimi; feodal despotizmin iktidarına son vermekle demokratik, emperyalistleri ülkeden kovup bağımlılık ve sömürü ilişkilerine son vermekle antiemperyalist bir karakter taşıyordu.

ÇİN DEVRİMİNİN BAŞARILARI VE AÇMAZI
Çin devrimiyle, emperyalistlere tanınan tüm imtiyazlar ortadan kaldırıldı. Büyük toprak sahiplerinin topraklarına el konularak büyük toprak mülkiyetine son verilip bu topraklar topraksız köylülere dağıtıldı. Orta ve küçük köylü sınıfların toprak üzerindeki mülkiyeti devam etti. İşgücünün seferberliği yoluyla işsizliğin üzerine yüründü. Yoksulluğa karşı savaş ilan edildi. Savaş sürecinde yıkılmış ülke ekonomisinin yeniden inşa edilmesi doğrultusunda ciddi adımlar atıldı.
Sanayi ve tarımda üretimi üstlenen çok sayıda “komün” kuruldu. Özellikle tarımda bunların ezici çoğunluğu kooperatifler niteliğindeydi. 1952’de ağır sanayinin yüzde 80’i ve hafif sanayinin yüzde 50’si devletin elindeydi. Toplam ithalat ve ihracatın yüzde 90’ını devlet gerçekleştiriyordu.
Çin yönetimi, bu süreçte uygulayacağı ekonomi politikasını, “tüm alanlarda üretici güçlerin geliştirilmesi, tarımsal üretimin geliştirilmesi ve bu esaslar üzerinde ağır sanayinin inşa edilmesi” şeklinde formüle’ etti.
Halk demokrasisinin ilk 5 yıllık sürecinde, devlet mülkiyeti; el konup ulusallaştırılan büyük kapitalist işletmeler, yeni kurulan fabrikalar, maden ocakları, ulaştırma, haberleşme ve telefon sektörleri, santraller, yollar vb.yi kapsıyordu. Kooperatif mülkiyeti yaygındı; ancak burada, yalnızca toprak değil üretim aletleri ve üretilen ürün de kapitalist mülkiyet olarak kalmaktaydı. Bunların yanı sıra bireysel küçük mülkiyet ve çeşitli biçimler altında kapitalist özel mülkiyet varlığını sürdürdü.
1957 yılına gelindiğinde orta köylülüğün (orta tabakası) ciddi oranda büyümüştü. Yine aynı yıllarda küçük meta üretimi ekonomideki ağırlığını korumaktaydı. Bu tabaka ve meta üretimi, sayıları giderek artan kapitalist unsurların gelişmesine zemin oluşturdu. Zaten sınıf olarak tasfiye edilmemiş ve daha çok kooperatiflere girmeye yöneltilmiş eski burjuvalarla birlikte kapitalist sınıf etki gücünü gittikçe artırdı. Üstelik değer yasasının sınırlandırılıp denetim altına alınması yoluna da gidilmemiş, bu yasanın denetimsiz işleyişi de kapitalizmin gelişmesini teşvik etmişti.
Çin’in kurtuluşu üzerinden on yıl geçtiğinde, üretim araçları üzerindeki özel kapitalist mülkiyet, sanayi işletmelerinin, köydeki orta ve büyük ölçekli köylü işletmelerinin (büyük tarım işletmelerinin bir kısmı tasfiye edilmemişti) ve ticaret sermayesinin girişimlerini kapsamaktaydı ve Çin ekonomik yaşamında büyük ağırlığa sahipti.
1917 Ekim Devrimi’nden sonra dünya çapında ikinci büyük etkiyi Çin devrimi yaratmış; 650 milyonluk nüfusuyla Çin, kapitalist emperyalist cepheyi yarıp sosyalizmin önderlik ettiği anti-emperyalist demokratik devrimler cephesine dâhil olmuştu. Dünyadaki dengelerin değişmesine önemli etkide bulunan Çin devrimi, kapitalist emperyalizmi darbelerken, bağımsızlık ve hatta sosyalizm mücadelesinde ezilen halklara ilham kaynağı oldu.
Sanayi, tarım ve kültürel yaşamda atılan adımlar ve sağlanan başarılarla Çin demokratik devrimi, SSCB ile yakınlığı, dünya koşullarının elverişliliğine ve görünüşte önderliği tarafından sosyalizmin savunulmasına rağmen sosyalizm yönünde bir gelişme içine girmedi, ülkede sosyalizmin inşasına girişilmedi. Çin bağımsız ve demokratik bir ülke olmanın ötesine geçemedi. Sosyalizm, kapitalist üretim ve değişim ilişkilerinin tasfiyesini emrederken, Çin’de ise bu süreç bu ilişkilerin doğal bir sonucu olan bölüşüm ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi, bölüşümdeki bozukluğun, yoksulluğun giderilerek toplumsal refahın sağlanması olarak kavrandı. Çin devriminde burjuvazi ve kapitalizmin yok edilmesi öngörülmedi. Burjuvazinin yedeklenmesi, Mao’nun deyişiyle “sosyalizmle bütünleşmesi” savunuldu ve burjuvazi ile uzlaşmaya gidildi. “Emekle sermayenin uyumunu sağlamak” ve işçileri “hem devlet sektörünün ve özel sektörün hem de emekle sermayenin çıkarlarına hizmet etmeye ikna etmek” anlayış ve tutumları Çin’in ekonomi politikalarının temel unsurları olarak benimsenip uygulandı.
Çin devrimi’nin tüm süreci boyunca kapitalist meta üretiminin yaygınlaşması, tasfiye edilmeyen burjuvazinin sınıf olarak varlığı ve gittikçe güçlenen bir konuma sahip olması, yaygın kapitalist özel mülkiyetin varlığı, bunun bir uzantısı olarak, burjuvazinin siyasal iktidardan uzaklaştırılmasına girişilmemesi, halk demokrasisinden sosyalizme geçişi engellediği gibi ileriye yürümeyen devrimin süreç içinde gericileşmesinin maddi temelini oluşturdu.
Burjuvazi özel teşebbüs sahibi olarak varlığını sürdürdüğü gibi aynı zamanda devlet ortaklı işletmelerin de sahip ve yöneticiliğini sürdürmüştür. Kendisine karşı mücadele geliştirilmeyen burjuvazi giderek tüm mal-mülklerini geri alabilmiş ve özellikle Mao’dan sonra Çin, kapılarını emperyalist tekellere de yavaş yavaş açmaya başlamıştır. Büyük ölçekli üretim ve ağır sanayiye değil ama küçük ölçekli üretime, tarım ve hafif sanayiye tanınan öncelikler, bu gelişmenin nedenleri arasında yer aldı. Çin’de “özel sermayenin devletle ortak yönetimi yoluyla sosyalizmle bütünleşmesi” olarak formüle edilen ekonomik-politika sonuç olarak kapitalizmi daha da güçlendirerek, kapitalizmle “bütünleşme” ile sonuçlandı.

SOVYET KARŞITLIĞI ÜZERİNDEN EMPERYALİST HESAPLAR
Halk önderi Mao’nun ölümünden sonra başa geçen Deng, özellikle 1980’li yıllarda uyguladığı ekonomik “reformlar”la Çin’i bir anda dünyanın en gözde pazarı haline getirdi. Bu süreçte sosyalizm adına yapıldığı propaganda edilen ekonomik ve siyasal düzenlemeler, ülkede kapitalizmin önünü tamamen açan, bölgede emperyalist hâkim bir güç haline gelme ve dünya pazarına göz dikme amaçlarına bağlanan düzenlemeler olmuştur.
Dünya çapında süper bir güç olmak, gelişmiş büyük sanayiye, güçlü bir ekonomiye ve güçlü bir askeri güce sahip olmayı gerektirir. Ancak Çin bu aşamada bunlara sahip değildi. Çin, bu hedeflere, daha temkinli politikalar güderek süreç içinde ulaşmayı hedefledi. Dünya pazarı ve sömürgelerin öteki emperyalist güçlerin ellerinde olduğu koşullarda Çin, süper devlet haline gelmek için dolambaçlı bir yoldan yürümek zorundaydı. ABD emperyalizmi ve diğer ileri kapitalist ülkelerden kredi ve yardım arama, ülke zenginliklerini değerlendirmek için söz konusu emperyalist ülkelerden modern teknoloji satın alma bu dolambaçlı yürüyüşün yöntemlerindendi. Bunun sonucu olarak ülke zenginliklerinin büyük bir bölümü yardım karşılığında kredi açanların ellerine geçmeye başladı.
Çin revizyonistleri bu süreçte ABD emperyalizmine dayanmayı uygun buldular. ABD emperyalizminin ekonomi, mali, teknoloji, örgütlenme ve askeri alanlarda kendilerine yardımcı olacağını tahmin eden Çin yöneticileri, dış politikalarını da daha çok ABD’ye yaslanma ihtiyacı temelinde oluşturdu.
Dünya coğrafyası üzerinde kıyasıya bir rekabet içinde olan ABD ile kapitalizmin restorasyonunu gerçekleştiren ve sosyalizm lafı ardında dünya hegemonyası peşinde koşan bir emperyalist devlet haline gelen Sovyetler Birliği, etki alanlarını birbirleri aleyhine geliştirmede karşı karşıya bulunan iki süper güçtüler. Bu ikisi arasındaki dünyanın paylaşılması kapışmasında, karşıtlardan birinin yanında yer almayı politika edinen Çin, ABD’ye yaklaşarak kendi etki alanlarını da genişletmeyi hedefliyordu. Dünyanın başta bu iki emperyalist güç olmak üzere emperyalist güçler tarafından paylaşılmış olmasından dolayı, Çin yöneticileri, ancak bir emperyalist gücün geriletilmesi ile kendileri için yeni pazar olanakları açılabileceğini düşünüyorlardı ki bu doğruydu.
Hem SSCB ve hem de ÇHC sosyalizm maskesi kullanıyorlardı. SB sosyalizm maskesi ile sömürgeciliğini geliştirmeye çalışırken, onun karşısında Çin de, aynı şekilde, sosyalizm maskesiyle emperyalist emellerine ulaşmayı amaçlıyor; geriletilmesi gerekli güç olarak SSCB’yi görüyordu. Bu amaçla “üçüncü dünya ülkeleri” diye adlandırdığı az gelişmiş ülkeleri kendi etrafında toplamaya çalışıyor ve bu ülkeler üzerinde elde ettiği güç ile dünya pazarından daha fazla pay kapmayı amaçlıyordu.
Sosyalizm adına SB ile Çin arasında oynanan “oyun”, sosyalist ve antiemperyalist güçlerin bir yandan diğer yana savruldukları, sonuçları açısından kafa karıştırıcı ve tehlikeliydi. Çin, bir yandan bağımsızlığını kazanmış ülkelere yöneliyor, bağımsızlıklarına destek olmak adına Suriye, Vietnam, K. Kore vb. ile girdiği ilişkileri dayanak olarak kullanıp “üçüncü dünya ülkelerini” kendi etrafında toplamaya çalışıyor; diğer yandan da anti-emperyalist yardım ve dayanışma adı altında çeşitli ülkelerdeki bağımsızlık hareketleriyle ilişkiler geliştirmeyi, bu ilişkiler aracılığıyla devrimci demokratik hareketleri kendi uzantısı haline getirerek, onlar aracılığıyla etkinliğini güçlendirmeyi amaçlıyordu. Çin, bu dayanakları aynı zamanda başta ABD olmak üzere diğer emperyalistlere karşı da hem bir koz hem de daha büyük çıkarlar söz konusu olduğunda peşkeş çekerek kullandı.
SB’yi “baş düşman” ilan ederek bu ülkeye karşı diğer emperyalistlerle ittifak geliştirmeyi amaçlayan Çin, bu süreçte ABD, Japonya ve Almanya ile yakınlaştı. Pasifik ve Güneydoğu Asya’da Japonya ile işbirliği içinde olan ama onunla çekişmeye de başlayan ABD, Japonya’yı denetimde tutmak için bir “denge” unsuru olarak Çin’le ilişkilerini geliştirdi. Japonya ise bölge üzerinde egemenlik emelleri olan SB’ye karşı Çin-Japon ittifakını geliştirmeyi ve Sovyetleri Sibirya’dan, Moğolistan’dan atmayı, Asya ve Okyanusya ve tüm ASEAN ülkeleri üzerindeki etkisini yok etmeyi amaçlıyordu. Bu aynı zamanda ABD’nin desteklediği bir stratejiydi. Çin’in emperyalistlerle ittifak arayışlarına en açık cevap veren bir diğer emperyalist güç ise Almanya oldu. İki Almanya’yı birleştirmek ve Avrupa’nın hâkim gücü haline gelebilmek için Çin ile özellikle ticari ilişkileri öne çıkaran Almanya, Çin’e teknoloji ve modern silahlar sağlamada başı çekti.

GELİŞEN ÇİN KAPİTALİZMİNİN DIŞA AÇILMASI
SB’den sonra Çin’in de boydan boya kapitalizme saplanması ve emperyalist bir siyaset izlemesi, belli başlı bütün emperyalist ülkeleri tüm dengeleri yeniden kurmak üzere hareketlendirdi.
Emperyalist güçlerin en temel amaçlarından birisi, Çin pazarının kendilerine açılmasıydı. Emperyalistlerin bu talebi Çin kapitalistlerinin yabancı sermayeyi ülke içine çekme istekleriyle çakışınca, Çin pazarı 1980’li yılların ilk yarısında uluslararası sermayenin hizmetine açıldı. Çin pazarı ABD, Japonya, Almanya tekellerine açıldığında, bu tekeller Çin’e girmekte tereddüt etmediler. Özellikle petrol ve kömürün aranması, çıkarılması ve piyasaya sunulması, yöneldikleri sektör oldu. Alman kömür tekelleri hemen milyonlarca mark tutarında antlaşmalar yaptılar. Uluslararası sermayenin hiçbir engelle karşılaşmaması için Çin, 1980 yılında beş bölgeye “özel ekonomi statüsü” verdi. Kurulan serbest ticaret bölgelerinin en önemlisi olan Kanton ve diğerleri ticaretin yanı sıra sanayi, bankacılık, altyapı ve hizmet sektörü gibi alanlarda da yabancı sermaye emdiler. “Özel ekonomi statüsü” denen bölgelere yabancı sermaye akarken Çin yöneticileri bu durumun ülke bağımsızlığına ve sosyalizme zarar vermeyeceğini ileri sürmeye devam ettiler. Onlara göre, tersine, bu bölgeler sosyalizmi geliştirmeye hizmet edecekti. Gerekçelerini, devletten devlete borç almadıkları, dolayısıyla bağımsızlıklarına halel gelmeyeceği ve ülke ekonomisinin yabancıların etkisine girmeyeceği iddiaları üzerinde temellendirdiler. Bu gülünç bir gerekçeydi, ancak kısa bir süre sonra Çin yöneticileri devletten devlete kredi alabileceklerini de açıkladılar.
Çin, iktisadi olarak henüz geriydi. 1980’de işgücünün yüzde 70’i halen tarımda istihdam ediliyordu. Diğer yandan büyük ölçekli üretimin olmayışı ve modern tarım tekniklerinin kullanılmamasının bir sonucu olarak GSYİH’da tarımın payı hâlâ yüzde 30 civarındaydı. Bu, aynı zamanda köylülerin aşırı yoksulluğu anlamına geliyordu.
Çin’in kapitalizmi geliştirme çabaları ilk elde ülke ekonomisinin gelişimini yavaşlattı. 1960–‘70 arası ortalama ekonomik kalkınma hızı yüzde 3,5 civarında kaldı. Bu yıllarda henüz Çin’in dış ticareti 2 milyar dolardı; ihracat 1,8 milyar dolarken, ithalat ise çok düşüktü. Çin’in emperyalist ülkelerde geliştirdiği ilişkilerle birlikte dış ticaret hacmi büyüyerek 1978 yılında 20,6 milyar dolara çıktı; ihracatı 9,7 milyar dolara, ithalatı ise 10,9 milyar dolara yükseldi. Bu süreçte Batılı tekeller Çin’e doluştu: 1980’lerin ortalarında Çin’de 45 bin yabancı sermaye kuruluşu vardı.

ÇİN “KÜRESELLEŞMESİ”
Çin özel sektör sermayesinin Çin ekonomik yaşamındaki ağırlığı 1980’lerden sonra artarak sürdü. 1980’lerin ortalarından itibaren Çin ekonomisinin stratejik sektörleri de aşama aşama yabancı sermaye tarafından talan edildi.
Günümüzde Çin ekonomisinin neredeyse yarısına ulaşan özel sektör, 1980’den itibaren inişli çıkışlı bir gelişme gösterdi. 1980–1995 arasında Çin’de özel sermayenin tüm Çin ekonomisine oranı, yüzde 40’tan, 35 ve 33’e indikten sonra yeniden yüzde 45 ve 47’ye yükseldi.
Özel sermaye ’80’in ilk yıllarında ilkin küçük kamu işletmelerine katılabiliyordu. Bu, anonim şirketler kurulması ve burjuvaların hissedar oldukları şirketlerin kurulması yoluyla gerçekleşti.
1993 yılında 13.000 kamu işletmesi, özel sermayenin katılımıyla anonim şirketlere dönüştürülmüştü. İlkin küçük KİT’lerde başlayan bu yeniden yapılanma, 80’li yılların sonlarında devletin temel sektörlerinde faal olan en büyük KİT’leri de kapsadı. 1994’te anonim şirkete dönüştürülen KİT sayısı 25.800’e, Eylül 1997 itibariyle de 414.000’e çıkarıldı. Özel sermayenin katılımıyla KİT’ler anonim şirketlere dönüştürülürken görünüşte hukuki olarak mülkiyet hakkı devletin elindeydi. Oysa özel sermayenin katılımıyla anonim şirketlere dönüştürülen KİT’lerde birkaç yıl sonra özel teşebbüs pratikte mülkiyet hakkına da kavuştu.
Şirketlere dönüştürülmüş KİT’lerde çalışanların hisseleri ilkin dışarıya, özel sermaye satılmazken, kısa bir süre sonra devletin açık-gizli teşvikleriyle bu da gündeme geldi. 1995’lere gelindiğinde özel mülkiyet bütün mülkiyetin yüzde 90’ını oluşturuyordu.
1993-’94 yıllarında Çin yöneticileri, devlet sektörünün özelleştirmeler yoluyla küçültülmesinin kaçınılmazlığını ilan ettiler. Özel sermayenin girdiği ancak büyük ortağın hâlâ devlet olduğu ekonominin bel kemiğini oluşturan sektörlerde özelleştirmeler hız kazandı. Özel sermayenin yanı sıra yabancı sermaye bu sektörlere damgasını vurdu. Bu aynı zamanda, kitlesel işçi kıyımları, sendikasızlaştırma ve açlık anlamına geldi.
Özel sermayenin devletin elindeki temel sektörlere girmesi ilk zamanlar özel sermayenin KİT kuruluşlarına eşit hisseli ortak olması şeklinde oldu.
Ancak 1997 yılında ÇKP’nin 15. Kongresi’nde alınan yeni ekonomik kararlar, bu eşit “paylaşımı” da yerli ve yabancı sermaye lehine eşitsizliğe dönüştürdü. (Bkz. Tablo 1.)

Kayıtlı Özel Ekonomi Tablosu – TABLO-1
İstihdam     Kayıtlı Serm.     End. Aktif     Per. Satış     İhracat
(10000)     (100m)        (100m)        (100m)        (USD 100m)
Yab. Serm. Teşeb.        4124        63        1095        21431(?)    700
Topl. Özel Serm. Yat.        666(?)        25868        9210        6425        709,3
Topl. Ulusal Serm.        33352        98219        58797        20598        1488
Özel/Ulusal Ek. Oranı        % 20        % 26,3        % 15,7        %31,2        % 47,7
1995 verileridir. (Sınıf ve Kapital dergisi, İngilizce.)

WTO sonrası Çin’in ülke kapılarını uluslararası sermayeye ardına kadar açmasıyla devlet sektörünün hızla küçüleceği ve ekonomik yaşamı belirleyenin uluslararası sermaye ve ülke içindeki uzantıları olan işbirlikçi sermayeye bağlı olarak tablodaki göstergelerin özel sermaye lehine hızla değişeceği ortadadır.
Alttaki tablonun göstergeleri şimdiden bu yöndeki eğilimi ortaya koymakta, özel sermayenin istikrarlı geliştiğini göstermektedir. Ancak gerçek veriler bu tabloda ortaya konanların çok üzerindedir. (Bkz. Tablo 2)

1988–1998 yılları arasında 8 ve 8’den fazla işçi çalıştıran
lisanslı özel teşebbüslerin gelişim tablosu – TABLO-2
Sayı         İstihdam     Kayıtlı Sermaye
(10 Milyon)    (m)        (100 Milyon Yuan)
1988    4,1        0,73        –
1992    14,0        0,32        2,21
1995    66,5        9,56        2621
1997    96,0        13,40        –
1998    104,0        14,57        6554

Sovyetler Birliği’ni baş düşman ilan edip diğer emperyalistlerle girdiği ittifak süreci ile 1989’da Sovyetler Birliği’nin çöküşü, dünyadaki tüm güç ve ilişkilerin olduğu kadar Çin’in durumunu da farklılaştırdı.
Çin, değişen ilişkiler içinde, bir “düşmana karşı” desteklediği diğerlerinin yedeği haline gelme konumunu yitirdi. Emperyalist güçler de Sovyetler Birliği’ne karşı yedekledikleri bu ülkenin elindeki “kozu” yitirmesiyle birlikte, Çin’in bir bütün olarak uluslararası sermayenin hizmetine sunulması için baskılarını yoğunlaştırmaya başladılar. ABD, Japonya ve Avrupalı emperyalist ülkeler, aynı zamanda kendi aralarında Çin pazarı üzerinde kıyasıya bir rekabete giriştiler.

EMPERYALİST ÇEKİŞME İÇİNDE YENİ RUS-ÇİN YAKINLAŞMASI
Bugün ABD bu bölgede de süper güç olma rolünü sürdürürken Çin, ABD ve Japonya’nın etkin güç olma çabasının yarattığı çelişkilerden yaralanıp bir denge unsuru haline gelmek için yoğun çaba harcamakta ve bir süper güç haline gelmek için önünü açmaya uğraşmaktadır. Bu kez henüz bir baş düşman bulamayan Çin, tüm emperyalist ülkelerle çelişkilere bağlı olarak farklı ilişkiler geliştirmektedir. Bir yandan bölgede etkin güç olan ABD ve Japonya’ya karşı Avrupa’nın emperyalist ülkeleriyle artan oranda ekonomik, mali ve siyasi ilişkilerini geliştirmeye devam ederken, diğer yandan da Rusya ile ilişkilerini geliştirme eğilimindedir. Jiang Zemin, Eylül 1995’te Moskova’yı ziyaret ederken Rusya ile işbirliğinin derinleştirileceğini ve bir dizi ticaret ve işbirliği antlaşmasına imza attıklarını kamuoyuna açıklamıştı, iki ülke liderleri, nükleer silahların bundan böyle birbirlerini hedeflemeyeceğini deklare eden siyasi bir bildiriyi imzalamışlardı. Öte yandan, Çin hâlâ Rusya’nın önemli ticaret ortaklarından biridir. 1992’de 5 milyar doları aşan toplam ticaret hacmi 1996’da 7.68 milyar dolara çıkarken, iki ülke arasında 2000’de toplam ticaret hacminin 20 milyar doları bulacağı tahmin edilmektedir.
1996 yılında Rusya-Çin arasında Batılı emperyalistlere karşı “stratejik ortaklık” antlaşması imzalanmıştı. Bu görüşmede, iki ülke, ABD’yi “dünyada hegemonyacı eğilimlerden uzak durmaya” çağırdılar. Bu ikili görüşmede Çin’de nükleer enerji santrali kurulması, Sibirya’dan Çin’e bir doğalgaz boru hattı inşası gibi dev yatırım projelerine imza atıldı.
Çin; ABD emperyalizminin gerek dünya hegemonyasına, gerekse Asya Pasifik’te en etkili güç olma yönelimine ve ittifaklarına karşı, ABD’yi cepheden karşısına alamasa da, kimi zaman Rusya’yla, kim zaman Avrupa emperyalist güçleriyle antlaşmalara girerek ve kendi pazarını tavizler karşılığında ABD tekellerine açarak uzlaşma yolunu benimseyip bir “denge” tutturmaya çalışmaktadır. Japonya’nın ABD ile her yakınlaşma hamlesine karşı ise Çin, Rusya ile ekonomik, siyasi ilişkilerini derinleştirmeye yöneliyor.
9 Aralık 1999’da bir kez daha Çin-Rusya görüşmesine tanık olundu. Bu görüşme, Rusya’nın Çeçenya’ya savaş açıp işgal ettiği ve başta ABD olmak üzere batılı emperyalist devletlerin tepkisini çektiği bir sürece denk geldi. Bu görüşme, iki ülke arasındaki sınır sorunlarının çözümünü ve sınırdaki bazı nehirler üzerinde bulunan adalardan ortak yararlanmayı öngören 3 antlaşmanın imzalanmasıyla sonuçlandı. Rusya, Tayvan sorununu Çin’in iç meselesi olarak gördüğünü üstü nispeten kapalı olarak ilan ederken, Çin ise, Çeçenya sorununu açıkça Rusya’nın iç meselesi olarak gördüğünü kamuoyuna duyurdu. Yeltsin-Jiang arasında iki gün süren bu görüşmelerden sonra yayınlanan ortak bildiride; ABD ve Japonya kastedilerek “bazı ülkelerin Asya Pasifik bölgesinde füze savunma sistemi kurma planı bölgenin barış ve istikrarını zedeleyecektir” mesajı da yer alıyordu.
Üstelik, Çin ve Rusya; global stratejik dengeyi bozan girişimlere karşı ortak eyleme geçeceklerini de açıkladılar.
Görüşme sonrası Yeltsin, “Rusya’nın nükleer bir güç olduğu ve ABD’nin bunu yadsımaması gerektiğini, çok kutuplu dünyanın her şeyin temeli olduğunu” söyleyerek ekledi: “Nasıl yaşamak gerektiği konusunda Clinton yalnız başına dikte edemez. Biz de dikte edeceğiz.”
J. Zemin de; “Rusya ile birlikte Orta Asya’da istikan pekiştirmeye hazır olduklarını” açıklarken, aslında Çin emperyalizminin Orta Asya’yı yaşam alanı olarak gören düşünceleri ifade ediyordu.

FARKLI HESAPLARLA ABD VE ÇİN’İN BİRBİRLERİNİ KULLANMA YÖNTEMLERİ
Çin’in ABD ile Dünya Ticaret Örgütü’ne girmesinin önünü açan antlaşmayı yapması ve bunun önkoşulu olarak Çin pazarını uluslararası tekellere açmasına bağlı gelişmeler; emperyalistler-arası ittifak ve antlaşmaların geçici, çelişkilerin ise mutlak olduğunu bir kez daha doğruladı. ABD-Çin arasında ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi amaçlı yakınlaşma durumuna karşı, bu kez Japon emperyalizmi, Rusya ile ilişkilerini arttırma manevrasına girişti. Pazar paylaşımı, hammadde kaynaklarının talanı, emekçi halkın sömürülerek işsizliğe ve yoksulluğa mahkûm edilmesi, azami tekel kârlarının elde edilmesi ve istikrara kavuşturulması amacıyla emperyalist güçlerin aralarındaki kıyasıya rekabet, çelişki, çatışmalara karşın, uzlaşma ve ittifaklara gitmeleri emperyalist kapitalizmin doğası gereğidir.
Aynı şekilde Çin de, ABD ile Japonya’nın çelişkilerinden yararlanmak ve bölge üzerindeki etkinliğini Japonya aleyhine ve kendi lehine çevirmek için ABD ile ilişkilerini geliştirmektedir. Ancak Japonya ile olan çelişkilerine rağmen, Çin-Japonya ilişkileri daha sert olduğunda avantajlı durumda olan ABD, Çin’e karşı sürekli yeni koşullar ileri sürmektedir. 1949 iç savaşında Çin’den ayrılan ve -bugün dünyanın üçüncü büyük döviz rezervlerine sahip olan Tayvan’ı ülkenin bir parçası olarak gören Çin, ABD’den burası için kendisine ödün vermesini istiyor. ABD ise, Çin’in nükleer enerji, yüksek teknoloji ve askeri alanlarda kendisine tavizler vermesi halinde Tayvan konusunda esnek tutum alacağını ima etmektedir.
Clinton ile Zemin arasında ’97 yılı Ekim sonu Kasım başı toplam dokuz gün süren bir görüşme gerçekleşti. Kimilerinin “tarihi görüşme” olarak nitelendirdiği bu görüşmeye, kimileri pek önem vermedi. Ancak Çin’in dünya pazarına entegre olma kararı, 1,2 milyarlık bir pazara sahip olması, yoğun bir işgücünü barındırması, Asya ve Pasifik’te önümüzdeki süreçte oynayacağı rol, büyük emperyalist devletlerin gözünü bu pazara dikmiş olması, Rusya ile Çin’in yakınlaşma eğilimlerinin ortaya çıkması türünden gelişmelerle birlikte düşünüldüğünde, Çin-ABD görüşmesi, birçok bakımdan önem kazanmaktadır.
Üstünlük ABD’de de olsa ABD, Japonya ve Çin, Asya ve Pasifik bölgesindeki rekabette öne çıkan güçlerdir.
ABD-Japonya arasında geçen aylarda yenilenen Askeri işbirliği Antlaşması, iki ülke arasındaki ittifak ilişkisini pekiştiren bir rol oynamıştı. Ancak bu antlaşma, ABD-Japonya arasındaki gerek bölge gerekse dünya pazarına yönelik rekabet ve çelişkileri azaltmadı. Bu iki emperyalist gücün bölgede oluşturdukları “statüko” karşısında, Çin daha çok kendi iç pazarı üzerinden üçüncü bir güç olarak ortaya çıkmayı amaçlamaktadır. Çin bu istemine kavuşmak için, bir yandan ABD ve Japonya ile ekonomik, ticari ve diplomasi ilişkilerini geliştirmeye devam etmekte, öte yandan başka bir emperyalist güçle (şimdi Rusya ile) kuracağı ilişkilerle bu ilişkilerin getireceği avantajları bu amaç doğrultusunda kullanmak istemektedir. Bu süreç işlerken emperyalistlerin Çin’den tavizler koparması kaçınılmazdır. Yakın zamanda Çin’in Rusya ile yakınlaşma eğilimine girmesi ve Rus tekellerinin Çin pazarına balıklama dalmaya başlamaları, bir anlamda Çin’in yakın hedeflerinin doğurduğu ihtiyacın bir ürünüdür. Bu olguyla da birlikte ele alındığında, Çin-ABD görüşmesinin önemi daha iyi anlaşılacaktır.
Bilindiği üzere, son yıllara kadar Çin’de yatırım yapan yabancı sermayeli şirketlerin üretimlerinin önemli bir oranını ihraç malları oluşturmaktadır. Çin, ihraç malların önündeki engellerin kaldırılması için Dünya Ticaret Örgütü’ne girmek istemektedir. Uluslararası sermaye ise, Çin’in bu isteğine karşı Çin pazarının kendilerine tamamen açılması koşulunu ileri sürmektedir. Clinton-Zemin görüşmesinin en önemli gündem maddelerinden biri de, Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne dâhil edilmesi açısından ABD’nin ikna edilmesi oldu. Bu zamana kadar Çin; uluslararası sermayenin isteklerini, gümrük duvarlarını aşamalı olarak indirmeye yönelerek, vergi oranlarını düşürerek ve ekonomisinin bel kemiğini oluşturan kamu kuruluşlarını özelleştirmeye açıp uluslararası tekellere yeni kârlı pazar alanları oluşturarak asgari ölçülerde yerine getirmeye başlamış; ancak emperyalistler atılan bu adımları yeterli görmemişlerdi.
ABD-Çin arasında gerçekleşen görüşmenin amaç ve sonuçlarının oluşturduğu tablo şöyledir:
Clinton-Zemin görüşmesinin ilk raundundan sonra Zemin, “ABD ile güçlendirilmiş bir ekonomik işbirliği, genişletilmiş bir ticaret ve iki ülke arasındaki politik ilişkilerin ilerlemesine katkıda bulunacaktır” şeklinde bir açıklama yaptı. Aynı açıklamada Zemin, ABD tekellerinin Çin pazarına girmeleri için çağrıda bulunmayı da ihmal etmedi.
ABD, Çin’in İran’la nükleer işbirliğine girmesinden ciddi rahatsızlıklar duyuyordu. Zaten antlaşmanın en önemli maddesi, Çin’in İran’la nükleer işbirliğini durdurmasına ve Çin’in ABD yapımı nükleer güç reaktörü satın almasına olanak tanınması konusunda görüş birliğine varmalarına ilişkin olanı oldu. Bu antlaşmadan sonra Clinton yaptığı basın açıklamasında “ABD’nin, Çin’e sivil amaçlı nükleer silah teknolojisi ve malzeme satışına izin verecek, İran gibi ülkelerin nükleer silah teknolojisi satın almalarını ise engelleyecek bir zafer antlaşmasına vardıklarını” bildirmişti. Clinton, bu antlaşmanın ABD’nin ulusal güvenlik, çevre ve ekonomik çıkarlarına hizmet edeceğini açıklamaktan geri durmadı. Bilindiği gibi Çin, nükleer enerji ve füze teknolojisi satan önemli ülkelerden biridir. ABD, bu antlaşmayla, bir bakıma Çin’in silah pazarındaki mevcut durumunu sınırlandırma ve denetim altına alma konusunda ciddi avantajlar elde etti. Aynı zamanda Çin’e satacağı nükleer teknoloji ve malzemeyle muazzam kârlar elde etme olanağına da kavuşacak. Çin ise, dünya pazarıyla entegrasyonu geliştirerek bilgisayar, bilgisayar cipleri ve telekomünikasyon ekipmanlarına uyguladığı gümrük tarifelerini tamamen ortadan kaldıracağını açıkladı. Zemin, ABD’yi ziyaretinin dördüncü gününde, Coca Cola, General Electric ve Motorola tekelleri temsilcileriyle yaptığı toplantılar ve bu tekelleri Çin pazarına davet etmekle, yanı sıra Boeing uçak tekeliyle 3 milyar dolarlık bir antlaşma imzalamakla, bu ziyaretin gerçek amacını ortaya koydu. Bu görüşme, başta ABD tekelleri olmak üzere uluslararası tekellere Çin kapılarının tamamen açılmaya başlandığını bildirme amacı taşımaktaydı. Bugünkü gelişmeler, Çin’in dünyanın en hızlı büyüyen nükleer enerji pazarı olacağını gösteriyor. Çin’in enerji ihtiyacı için önümüzdeki on yıllık süre içinde 50–60 milyar dolarlık harcama yapması gerektiği düşünülmektedir. Bu, uluslararası tekellerin iştahını kabartmakta ve Çin pazarının önümüzdeki süreçte uluslararası tekellerin kıyasıya rekabetine de sahne olacağını göstermektedir. Bunun için şimdiden ABD’li Coca Cola, General Electric, Motorola, Westinghouse, Compustione, Engineering, Boeing tekelleri, Fransız Framatom ve Kanadalı AECL tekelleri hazırda beklemektedirler. Rus tekelleri de Çin pazarına girmiş bulunmaktadır. ABD, Çin ile yaptığı bu görüşmeyle ve bu görüşme çerçevesinde yapılan antlaşmalarla Rusya’nın Çin pazarına ve Asya bölgesine yönelik ataklarını engelleme amacını da taşımaktadır. ABD, Çin-Rusya ilişkisinin ittifak düzeyine çıkıp çıkmayacağından bağımsız olarak, bugünkü koşullarda, Rusya ve Avrupalı emperyalistlerin Çin pazarı ve bölge ülkeleri üzerindeki mevcut etkilerini sınırlama uğraşındadır. Yanı sıra bu görüşmeyle ABD, Japonya’ya da mesaj vermiştir. Bu mesaj; Japonya’nın ABD ile ittifakına sadık kalması, ABD ile olan çelişkilerini gündeme getirmemesi isteklerini dikte etmektedir.
Çin, bölgesel amaçlarına bağlı olarak Asya’nın doğusunda yer alan Paracel ve Spratley takımadalarıyla Güney Çin Denizi üzerinde hak iddia etmektedir. 1974’de Vietnam denetimindeki Paracel takımadalarının bir bölümüne el koymuş, 1988’de Spratley adalarının 7’sini işgal etmiş, 1991’de 8 adaya daha el koymuştur. Bu takımadalar zengin petrol yatakları bulundurması ve stratejik bir konuma sahip olması dolayısıyla Çin tarafından işgal edilmiştir. Güney Çin Denizi ise, önemli ticaret yollarının geçit yeri olması itibariyle Çin ile Japonya arasında sürekli bir gerginlik alanıdır.
Diğer yandan Çin, son dönemlerde Yeni Zelanda, G. Kore, Japonya ve Avustralya ile ticari kısıtlamaların kaldırılmasıyla ilgili antlaşmalar imzalamıştır.
Çin’in gelişimini denetim altında tutmak, bölgedeki gücünü sınırlamak ve kendisinin ASEAN ülkeleri üzerindeki hâkimiyetini korumak ve arttırmak için ABD, askeri gücünü de aktif halde tutuyor. ABD, Asya ve Pasifik’te askeri güç bulundururken, bunu yeterli görmeyerek Japonya ile önceden yapmış olduğu Askeri İşbirliği Antlaşması’nı bu nedenle yeniledi. Bu antlaşmada yapılan değişikliklerle ABD, hem bölgedeki askeri gücünü arttırıyor, hem de Japonya’nın çevresindeki ülkelerde kendisi aleyhine doğacak tehlikelere müdahale etmek hakkına sahip oluyor.
Tek süper güç olma konumunu sürdürmeye çalışan ABD’ye karşı dünya pazarında daha fazla pay sahibi olma uğraşındaki Japonya ve Almanya’nın yanı sıra, diğer emperyalist ülkelerle birlikte, Çin de, büyük bir emperyalist güç olma emel ve iddiasını güçlendirerek sürdürme çabasındadır. Çin, büyük emperyalist güç olma umudunu Sovyetler Birliği karşıtlığında araması boşa düştükten sonra, bu kez uluslararası sermayenin açık pazarı haline gelerek bu güce ulaşmayı hedeflemeye başladı. Zaten önceki süreçte attığı adımlar ve esas olarak dünya kapitalist sistemi içinde bulunduğu açmazdan kurtulmak için izlediği yeni sermaye birikimi rejimi ile Çin pazarına duyduğu ihtiyacın önemi çok büyük oranda arttı. (Bkz. Tablo 3)

1991 verilerine göre Çin’in temel ekonomik göstergeleri – TABLO-3

Nüfus                1.151.000.000
Aktif Nüfus            567.420.000
Tarım                % 61
Sanayi                % 22
Hizmet                % 15
KİŞİ Başı GSMH        370 USD
Yıllık Ort. Büyüme        % 7,8
Enflasyon            % 4
Kamu Dış Borcu        42,6 milyar USD
Ticaret Haddi            +8,7 milyar USD

1997 yılına gelindiğinde nüfus 1,2 milyar, yıllık ortalama büyüme yüzde 10–12 dolayındadır. Bugün Çin, 837 milyar dolarlık GSMH ile ABD ve Japonya’dan sonra dünyanın en büyük üçüncü ekonomisidir. 1997 yılı için öngörülen dış ticaret hacmi 310 milyar dolardır. (Bkz. Tablo 4)

’98 yılı satın-alma gücü paritesine göre
en büyük 6 ekonominin tablosu – TABLO-4
GSMH            Kişi Başı GSMH
(milyar dolar)        (dolar)
1. ABD        7.992.6        29.340
2. Çin        3.983.6        3220
3. Japonya    2.928.4        23.130
4. Almanya    1.708.5        20.810
5. Hindistan    1.660.9        1.700
6. Fransa    1.312.0        22.320

UCUZ İŞGÜCÜ CENNETİ OLARAK ÇİN
Doğal ki Çin’in uluslararası sermayenin temel bir ilgi alanı olması, bu rakamların ortaya koydukları ile sınırlı değildir. Esas olan, Çin emek-gücü pazarının kendisidir. Günümüzde sanayileşmiş ülkeler (Dünya Rekabet Gücü Raporu’na göre) ortalama saat ücreti 18 dolar üzerinden 350 milyon kişiyi istihdam etmektedir. Öte yandan geçtiğimiz on yıl içinde uluslararası sermaye, Çin, eski Sovyetler Birliği, Hindistan gibi geniş ve yüksek nüfuslu ülkelere girme fırsatını yakaladı. Böylece, tümü düşünüldüğünde, ortalama saat ücreti maliyeti 2 doların hatta birçok bölgede 1 doların altında olan yaklaşık 1 milyar 200 milyon kişilik işgücüne kavuşmuş oldu. Bu standartlar göz önünde tutulduğunda, ortalama saat ücretinin 4,3 dolar olduğu Güneydoğu Asya kaplanları bile “pahalı” hale geldi. Zira sanayileşmiş dünya 350 milyon kişiye saatte 6 milyar 300 milyon dolar ödemektedir. Teorik olarak, aynı işgücü dünya ekonomisine yeni katılmış ülkelerde istihdam edilmiş olsaydı ödenecek tutar 700 milyon dolardan ibaret olurdu. (FIET, 1995, s. 21; 95–96 Petrol-İş Prof. Dr. Meryem KORAY’ın makalesinden alınmıştır.)
Bu ucuz işgücü, Çin kapitalistlerinin uluslararası pazara çıkardıkları başlıca “ürünleri” olmaktadır. Bu ucuz emek gücünü emperyalistlerle birlikte sömürebilmek için, 1988 yılında Çin’in kuzeyden güneye 300 km.lik sahil şeridinin tümü özel ticaret bölgesi ilan edilerek 292 şehir ve yerleşim birimi uluslararası sermayenin hizmetine açıldı. Yabancı sermaye yatırımları; sanayi tesislerinin yoğun olduğu, asgari düzeyde altyapıya sahip olan ve diğer bölgeler ile çevre ülkelere ulaşımın kolay olduğu bu serbest ticaret bölgelerine akmaya başlarken kendisine ucuz emek-gücünün yanı sıra başka kolaylıklar da sağlandı. Getirilen vergi muafiyetiyle, Çinlilerle ortak ya da tümüyle yabancı sermayeli kuruluşların bölgedeki üretim ve faaliyetlerinden sağlanan kâr payını yabancı ortaklar vergiden muaf olarak dışarıya çıkarabiliyor. Faaliyetlerini 10 yıl sürdüren şirketlere kâr elde ettikleri ilk 2 yıl vergi uygulanmamakta, bunu izleyen 3 yıl ise vergi oranında yüzde 50 indirim uygulanmaktadır. Üretimin yüzde 70’ini ihraç eden yabancı sermayeli şirketlere uygulanan vergi oranı ise, ancak yüzde 15 civarındadır. Ulaşım ve enerji sektöründe faaliyet gösteren şirketlere, bölgelerinde en az 10 yıl faaliyet gösteren banka ve mali kuruluşlara yüzde 25 oranında vergi uygulandı. Kârlarını yeniden yatırıma dönüştüren yabancı sermayeli şirketlere yatırımlara dönüştürülen gelirden aldıkları verginin yüzde 40’ı iade edildi. 1995 yılına kadar bu vergi oranları yüzde 5–15 arası değişkenlik gösterdi.
Serbest ticaret bölgelerinde tarım arazileri yağmalanmaktadır. Bu bölgelerdeki belediyeler, yabancı sermaye yatırımlarına tahsis etmek üzere tarım arazilerine el koymaktadır. Fabrikalara el koymanın yanı sıra tarım ürünleri fiyatlarına zam yapılmamakta ve tarım girdi fiyatları sürekli yükseltilmektedir. Gübre fiyatları 1 yılda (1992) yüzde 24 artış gösterdi. Köylülerin üretip sattığı ürünlerin ödemesi ise, geciktirilmektedir. Bu uygulamaların sonucu 1993’te tahıl üretim arazilerinde 2 milyar hektarlık bir daralma yaşanmıştır. Nüfusun yüzde 74’ü kırda yaşıyor olmasına rağmen, tarımın GSMH’deki payı yüzde 27’ye gerilemiştir.
Tarım alanlarına el koyup uluslararası sermayeye peşkeş çekmenin yanı sıra, kırdaki bu uygulamaların diğer bir önemli nedeni ise, nüfusun yüzde 70 civarında olan önemli kesimini şehirlere sürme çabasıdır. Çünkü serbest ticaret bölgelerinde uluslararası sermayenin temel talebi, esnekliğe sahip bir işgücünün var olmasıdır. Kuşkusuz bu alandaki esneklik, merkez kapitalist ülkelerdekinden farklılık arz etmektedir. Burada esneklik için istenen, akışkan bir nüfusun varlığı, bundan dolayı köylülerin sanayiye ucuz işgücü olarak sunulması ve sürekli artan nispi nüfus fazlası çalışma zamanında, işe alma ve atmada hiçbir sosyal hak tanımadan çalıştırılmaya uygun zemin hazırlanmasıdır.
Çin emek-gücü pazarı, başka özellikleriyle de uluslararası sermayeyi cezp ediyor. Tekeller bu özellikleri daha önceden Japonya ve Asya ülkelerinin emek gücü pazarlarından biliyorlar. Alttan yukarıya doğru bağımlılığın varlığı, buradan kaynaklanan itaatle birlikte bütün enerjinin işe verilmesi ve işyerine manevi bağlılık gibi değerler, Japonya ve “Asya Kaplanlarının uluslararası sermaye ile birlikte üzerinde yükseldikleri değerlerdi. Hatta “kalite kontrol çemberleri”, 1946-’50 yıllarında Amerika’da geliştirilen bir yöntem olmasına rağmen, bu değerlerden dolayı en verimli şekilde ve en başta bu ülkelerde hayata geçirilme imkânı buldu.
Kapitalist toplum öncesi toplumsal şekillenme ve dinsel ideoloji, batıda kapitalizmin gelişimi önünde engel teşkil ederken, Japonya ve Çin gibi ülkelerde kapitalizmin gelişiminin kaldıraçları olmaktadır. Özellikle Asya’da kapitalizm öncesi süreçte toplumsal alanda planlı işbölümünün hâkim olması, kişiye bağımlılık ve itaatkârlık; bu kez toplumsal alandan alınarak kapitalist işletmeye aktarılmaktadır. Japonya ve Güneydoğu Asya ülkelerinde bu geçiş kolayca başarılmıştır. Ama Çin farklılıklar göstermektedir. Çünkü demokratik halk devrimi ile birlikte, halk demokrasisinin değerlerini yaşamış, üstelik halkın kulağı sosyalist söylemle de dolmuştur. Bundan dolayı Çin ve onunla birlikte uluslararası sermaye, halk demokrasisinin yarattığı tüm değerleri yok etmeye ve toplumun derinliklerinde olan feodal değerleri etkin hale getirerek bu “değerlerden” kapitalist “değerlere” doğrudan bir bağlantı sağlamaya çalışmaktadır. Bunu sağlamak için sarıldıkları ideoloji, Konfiçyüsçülük oldu. Konfiçyüsçülükle kişiye ve her türlü kuruma sadakat, göreve bağlılık, ailede ataerkillik en yüksek değerler olarak öne çıkarılıyor. Hatta daha da ileri gidilerek “Konfiçyüs Kapitalizmi” tanımı yapılmaya bile başlandı. Bu özellikler sadece işyerinde değil, aynı zamanda, siyasal ve toplumsal alanda da esas alınmaktadır. Bölgede başta Çin olmak üzere tüm baskıcı otoriter rejimler, sürekliliklerini korumak için bu değerlere sarılmaktadırlar.
Bir dönem Singapur başbakanının söylediği “Bir ülkede geliştirilmesine ihtiyaç duyulan şey demokrasi değil, disiplindir” sözleri, bunun iyi bir izahı olsa gerek. Bu ülkelerde baskıcı otoriter rejimlerin varlığı ve sürdürülen yüksek oranlı ekonomik büyüme, gelişme için demokrasinin şart olmadığı tespiti, yine bu ülkelerden hareketle genel bir kanı haline getirilmeye çalışılmaktadır.
Emek-gücü piyasasının uygunluğu ve 1 milyar 200 milyon nüfusuyla geniş bir pazar oluşu, Çin’i, dünyanın en gözde pazarı haline getirdi.
1996 yılında dünyada doğrudan yatırım için yapılan toplam sermaye ihracı 350 milyar dolardır. Bunun 208 milyar doları gelişmiş kapitalist ülkelere akarken, 141 milyar doları ise 163 ülkeye gitmiştir. 141 milyar doların 129 milyar dolarını 25 ülke paylaşmıştır. Bu 129 milyar doların da 42,3 milyar doları (Hong Kong’la birlikte hesaplandığında, 44,8 milyar dolar) Çin’e gitmiştir. Özetle, 163 ülkeye yönelik sermaye ihracının yaklaşık üçte biri Çin’e ulaşmıştır.
Çin, zengin maden yataklarıyla da önem taşıyor. Sermaye yatırımları serbest ticaret bölgelerinin yanı sıra ülkenin batısında altın ve petrol yataklarının bulunduğu bölgelere de gitmektedir. Sadece Japon şirketi NEC, bu bölgede silikona dayalı üretim yapacak bir tesis kurmak için Çin’le 1 milyar dolarlık antlaşma yaptı.

WTO KAPISINA DAYANAN DOLUDİZGİN KÜRESELLEŞME
Uluslararası sermaye tüm bu avantajlarının yanında Çin’in, katı merkezî devlet politikasından, bütünüyle gümrük duvarlarından vazgeçmesini ve vergi oranlarının daha da düşürülmesini istiyordu. Bu istekleri karşılamak için, Çin yöneticileri, 1992–93 yıllarında ithalat ve ihracat mevzuatını yeniden gözden geçirdiler, merkezi yönetimin ağırlığını azaltıp yerel yönetimlerin “özyönetim hakkı”nı genişlettiler. 1997 yılında ise, yerli veya yabancı tüm şirketlerin ithalat ve ihracat yapmalarının önündeki engeller kaldırılarak tüm şirketlerin ithalat ve ihracat yapmalarına izin verilmiştir.
Uluslararası sermayenin Çin’in kârlılığını kanıtlayan sektörlerinde dayattığı ve 370 bin işletmeyi kapsayan özelleştirmeler başta olmak üzere ileri sürdüğü istekler, Eylül ’97’de yapılan ÇKP’nin 15. Kongresi’nin içeriğini oluşturdu. Bu kongre, taleplerine ne oranda cevap verileceği beklentisiyle uluslararası sermayenin ilgi odağı oldu. Devlet Başkanı J. Zemin, “küreselleşen çağda Çin ekonomisinin sistemle entegrasyona gitmesinin zorunlu olduğunu” açıklarken, kongre şu temel kararlan aldı:
— İlk aşamada hemen 1100 şirketin özelleştirilmesi,
— Ticaretin serbestleştirilmesi,
— Gümrük oranlarında indirim,
— Serbest piyasaya entegrasyon,
— Devletin ekonomideki payının azaltılması,
— Teknolojik gelişme ve ekonominin yeniden yapılandırılması için işgücü istihdamının daraltılması,
— İş güvenliğinin serbest rekabet koşullarına terk edilmesi,
— Sosyal güvenliğin tasfiyesi.
Özelleştirme kararıyla birlikte uluslararası tekeller hemen kıyasıya bir rekabete başladılar. Çin, 1997 Ekim ayında özelleştirmeye açtığı altyapı ihalelerinin bir kısmını Avrupalı tekellere verdi. Diğer yandan Hong Kong’da mevzilenmiş tekeller en yüksek payı alma çabasında. Sadece New World Development tekelinin şimdiye kadar Çin’e yaptığı yatırım 4 milyar dolar düzeyindedir.
Örgütsüz, sosyal haklardan mahrum, günde 10–12 saat çalıştırılan, yoğun bir işsizler kitlesiyle sürekli baskılanan ve feodal-kapitalist geri kültürel değer yargılarıyla kuşatılmış yoğun bir işgücünün varlığı, uluslararası tekelleri en fazla cezbeden unsurlardandır. Ancak, uluslararası tekeller için Çin’in cezp ediciliği, sadece ucuz işgücü cenneti olmasıyla sınırlı değildir. Çin, 1,2 milyarlık nüfusuyla dev bir pazardır da. 1990’lı yılların ortalarına kadar Çin’in temel sanayileri devlet tekeli şeklindeydi ve uluslararası tekellerin bu alanda pay sahibi olma olanakları çok sınırlıydı. ’80’lerin başından bu yana uygulanan dizginsiz kapitalist ekonomi politikalarının zorunlu sonucu olan özelleştirmelerden serbest ticaret bölgelerinin kurulmasına, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesinden köylülerin köylerinden sürülmesine varıncaya dek geliştirilen politikalar, ÇKP’nin 15. Kongresi’nde alınan kararlarla daha da güçlendirildi. Emperyalist devletler ve uluslararası tekeller, adımların olumlu olduğunu fakat bunları yeterli görmediklerini açıklamış, baskılarını arttırmışlardı. Şimdi, WTO’ya üyelik yolunu açan antlaşmanın imzalanmasının önkoşulu olarak, Çin’in global sisteme entegrasyonu adına devletin temel sanayileri de dahil tüm KİT’ler özelleştirilme yoluyla uluslararası tekellere açılmıştır.
“Ekonomi Çarı” olarak da tanıtılan Zhu Rongji, 1998 yılı Martı’nda iktidara gelir gelmez, yüz binlerce kamu emekçisi işten atıldı. Küçük ve orta büyüklükteki işletmeler evlendirildi. KİT özelleştirmeleri tüm hızıyla sürdü.
Mart-Nisan 1998 tarihlerinde, Liaoning eyaletinde KİT’lerin üçte biri satışa çıkarıldı. Bunlardan 1000 tanesi kâr getiren KİT’lerdir. Heilong Jiang eyaletinde 3583 KİT’in 1000 tanesi satışa çıkarıldı. Özelleştirmelerle birlikte sanayi alanında istihdam edilen 113 milyonluk işgücü, sanayi alanında istihdam dışı kalacak.
Asya’da ve özel olarak Çin’de enerji ve enerji hammadde kaynaklarına olan talep sürekli artmaktadır. Önümüzdeki 2 yıl içinde dünya enerji talebindeki artışın yüzde 53’ünün Asya’dan geleceği, dünya enerji tüketiminde Asya’nın payının yüzde 24’ten, yüzde 35’e çıkacağı tahmin ediliyor. Asya’da petrol tüketimi, yine aynı tahminlere göre, 1995–2000 dönemi arasında yüzde 25, doğalgaz tüketimi yüzde 36 ve kömür tüketimi yüzde 33 artacak. Çin, toplam enerji talep artışının yüzde 46’sının kaynaklandığı ülke olarak, uluslararası enerji tekelleri için, özellikle bu son düzenlemelerden sonra çok cazip bir pazar haline geldi.
Üstelik bugünkü ve gelecekteki enerji ihtiyacını karşılamak amacıyla Çin; Hazar bölgesi ve Irak petrollerinden pay alma ataklarını arttırdı. Sadece Kazakistan’ın Özen petrol yataklarının işletilmesi için 9,5 milyar dolarlık bir antlaşma imzaladı. Çin, Irak’ta Haziran 1998 tarihinde 1,2 milyar dolarlık petrol antlaşması yapmıştı.
1994 yılının ikinci yarısında ABD Ticaret Bakanı Brown, bir uçak dolusu şirket temsilcisiyle yaptığı Çin ziyaretinde 6 milyar dolarlık ihale bağlantısı yapıldı, peşinden ABD Enerji Bakanı’nın Çin’i ziyaretinde de 5 milyar dolarlık elektrik santrali ihalesi imzalandı. Aynı tarihlerde Alman firmaları Çin’le 3 milyar dolarlık yatırım antlaşmaları yaparlarken, Çin ile Fransa arasında 1996 yılında 2 milyar dolarlık ihale antlaşması yapılmış ve Fransa’dan 30 adet Airbus-A–320 uçağının alınması kararlaştırılmıştı.
Çin pazarı birçok açıdan uluslararası tekellere azami kârlar kazandıracak cazip olanaklara sahip. Bu olanaklardan önemli birisi de Çin’in askeri yönelimleri ve geliştirmeye yöneldiği ordusudur. Büyük bir orduya sahip olan Çin; ordusunu modernize etme ve savaş gücünü yükseltme çabasındadır. Çin’e nükleer savaş teknolojisi ve araçlarını satmak için ABD, Rus ve Fransız tekelleri kıyasıya bir rekabet içindedirler. Bu bölgede Çin, savunmaya, savaş araç ve teknolojisine bütçesinden en fazla payı arttıran ülkelerin başında gelmektedir. Çin’in bu tutumu, Japonya ve bölgenin diğer ülkelerinin de silahlanmalarını teşvik ederek yine uluslararası silah tekellerine geniş bir pazar alanı yaratmaktadır. Öte yandan yüksek kâr oranı ve kitlesi elverişli bir alan olan Çin, sadece uluslararası sermaye tekellerinin değil, her şeyden önce Çin tekellerinin sömürü alanıdır ve Çinli yöneticiler, başlıca kendi pazar olanakları üzerinden büyük emperyalist bir güç oluşturmayı kurgulamaktadırlar.
Çin, 350 milyona yakın insanının yoksulluk sınırında yaşadığı. 25 milyon kişinin özelleştirmeler sonucu sokağa atılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı, kırsal alanda emekçilerin üçte birinin işsiz olduğu ve on milyonlarca emekçinin iş için şehirlere göç etmek zorunda kaldığı, küçük köylülüğün hızla tasfiye edildiği: buna karşılık, devletin desteğiyle burjuvazinin yoğun bir sermaye birikimini şimdiden gerçekleştirdiği bir ülkedir. Dolayısıyla sınıflar arasındaki uzlaşmaz karşıtlık alabildiğine keskinleşmiştir. 3.8.1998 tarihli verilere bakıldığında, Çin’deki nüfusun yüzde 3’ü bankalardaki toplam paranın yüzde 4045’ine sahiptir. Burjuvazinin elindeki bu muazzam sermaye, işçi ve emekçilerin kölelik koşullarında çalıştırılıp sömürülmesiyle oluşturuldu.
Dünyaya egemen emperyalist bir güç olma çabasındaki Çin, 1995 yılı itibariyle dünyanın 8. büyük sermaye yatırımcısı durumuna gelmiştir. Halen yurtdışında 4500’ü aşkın işletmeye 17 milyar dolarlık sermaye yatırdığı biliniyor. Çok önemli bir dış ticaret hacmine ulaştı. ’96-’97 verilerine göre Çin’in dış ticaret hacmindeki artış, dünya ticaretindeki artışın üç misli oranında gerçekleşmiştir. 1978 yılında 20,6, 1986 yılında 30,3 milyar dolar olan dış ticaret hacmi; 1994 yılında 121 milyar doları ihracat, 115,7 milyar doları ithalat olmak üzere toplan 236 milyar dolara çıkmıştır. 2000 yılı için belirlenen dış ticaret hedefi ise, 400 milyar dolardır.
Çin dışarıdan önemli oranda üretim teknolojisi ile savaş teknolojisi satın almaktadır. Özellikle satın aldığı savaş teknolojisiyle daha 1985 yılında dünyanın 3. büyük gücü haline gelen konvansiyonel denizaltı filosunu (107 denizaltı) oluşturdu. Nükleer teknolojisini olağanüstü bir hızla geliştirirken roket ve nükleer silah üretimini gerçekleştirebilmektedir. Nükleer silahlara ve koca bir orduya sahip olarak bölgede politik ve askeri etkisi yükselirken, geliştirdiği savaş teknolojisiyle başta Iran, Suriye, K. Kore, Pakistan ve Hindistan olmak üzere çok sayıda ülkeye aralarında roket, füze ve füze parçaları da olan silahlar satmaktadır.
Bütün bu gelişmeler Çin’i Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) kapısına getirdi.
WTO’nun, emperyalizmin Yeni Dünya Düzenini tüm dünyaya hakim kılmak, uluslararası tekellerin sömürüsünün önündeki engelleri “serbest ticaret” ve “küreselleşme” adı altında tümüyle ortadan kaldırarak sınırsız sömürü olanakları yaratmak için işçi sınıfına ve ezilen dünya halklarına karşı kurulduğu biliniyor. Çin emperyalizmi yaklaşık 15 yıldır bu örgüte girmek istiyordu. ABD ile yapmış olduğu antlaşmasıyla Çin, WTO’ya giriş için ABD’den onay da almış oldu.

ABD İLE ÇİN ARASINDAKİ ANLAŞMANIN ANA NOKTALARİ
— Uluslararası telefon şirketleri, WTO’ya girişinden başlayarak Çin’deki telefon şirketlerinin yüzde 49 hissesine sahip olabilecek.
— Şirketler, kamu kuruluşlarının ve görevlilerinin aracılığına gerek kalmaksızın ihracat ve ithalat yapabilecek, mallarını Çinli tüketicilere doğrudan ulaştırabilecekler.
— ABD bankaları, Çin’in WTO’ya katılışından iki yıl sonra Çin pazarında hizmet verebilecek.
— Otomotiv şirketleri, Çin pazarında tam dağıtım ve ticaret haklarına sahip olacak. Çin yabancı otolara bugün uyguladığı yüzde 80 ve yüzde 100 oranındaki gümrük vergilerini ilk elde yüzde 25’e çekecek.
— Tarımsal ürünlerde gümrük vergileri yüzde 14,5 ile yüzde 15 oranına indirilecek.
— Çin, uyguladığı bütün ihracat teşviklerini kaldıracak.
— Bu antlaşma gereği yabancı yatırımcılar telekomünikasyon dahil, birçok alanda ilk elde yüzde 49, bir yıl sonra da yüzde 50 hisse sahibi olabilecekler.
— Tarım sektöründe dış ticaret, özellikle mısır, buğday, pamuk, soya fasulyesi ithalatı serbestleşecek.
— İlk elde ABD’nin Çin’e ihracatı yüzde 15 artacak.
— Otomotiv, petrokimya, tarım, elektronik, bankacılık, sigorta sektörü (özelleştirmeler yoluyla) yeniden yapılandırılacak.
Tarım malları ithalatının hızlanmasıyla, tarımda anında yaklaşık 10 milyon köylünün işsiz kalacağı hesaplanıyor.
Yalnız hububat olarak Çin’in 14 milyar dolar ithalat yaptığını dikkate alırsak; dünyanın en büyük hububat, buğday ihracatçısı ABD’ye açılan pazarı ile birlikte gerek ülke tarımı ve gerekse küçük üreticinin yıkımla karşı karşıya kalacağı bugünden bellidir.
ABD ve batılı emperyalistler, kendi tarım tekelleri için sübvansiyon ve desteklemeyi sürdürüp yabancı tekellere karşı kota uygularken, dev bir pazar olan Çin’e kotaları kaldırmasını, sübvansiyon ve desteklemeden vazgeçmesini, vergi oranlarını sıfırlamasını ve ithalatın serbestleşmesini dayatıyorlar. Son antlaşmayla istediklerini büyük oranda aldılar.

SONUÇ OLARAK
Yüzyılın başlarında emperyalistler tarafından işgal edilen Çin, halk devrimiyle emperyalistleri yenilgiye uğratmış, ülkenin bağımsızlığıyla birlikte halk demokrasisini kurmuştu. Ancak sosyalizm yolunda ilerleyemeyince gelişen kapitalizm oldu. Bu gelişme, emperyalizme götürmeden edemedi ve Çin dünya hegemonyası hesapları yapan bir ülkeye dönüştü; dünya halklarının dostu Çin, halkların düşmanı, emperyalistlerin ve uluslararası sermayenin müttefiki oldu.
Tüm bu ilişkiler ve gelişmelerin ardından Çin, diğer emperyalist ülkelerle ve uluslararası sermayeyle birlikte dünya coğrafyası üzerinde önemli bir güç haline gelmiştir ve yakaladığı bu güçle yalnızca bölge üzerinde egemenlik peşinde koşmakla kalmayacak, dünyanın yeniden paylaşılması için emperyalistler-arası uzlaşmaz çelişkide belirgin bir taraf olarak önümüzdeki süreçte çok daha fazla öne çıkacaktır. Ancak Çin’in orijinalitesi, bir süre daha büyük emperyalist devletler ve uluslararası tekellerin muazzam kârlar elde edecekleri bir pazar ve bölgedeki etki alanlarını büyütecekleri bir olanak olmaya devam edecek olmasındadır.

Eylül 2000

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑