IŞİD korkuluğuyla halka saldırı

Kadir Yalçın

PYD Kobanê’yi kurtardıktan sonra IŞİD çetelerini sürüp çıkardığı kent kırsalını da ele geçirirken Cizire’den de Kobanê’ye dağru çeteleri süpü- rerek ilerlemiş ve müttefiki birkaç ÖSO grubuyla birlikte “İslam Devleti”nin önemli bir karargahı durumundaki Tel Abyat’ta da egemenlik sağlamıştı.

Üstüne müthiş bir gürültü koparıldı. “İki kan- tonu birleştirdiler, Bayır-Bucak Türkmenleriyle Arap nüfusu sürüp çıkardıkları bölgeye Kürtleri yerleştiriyorlar, batıya ilerleyip üçüncü kanton olan Afrin’le de birleşip Türkmen bölgesinden Akdeniz’e ulaşacaklar”! “Suriye’de Kürt Devleti kuruluyor”! Hatta “havuz medyası”, daha ileri gidip, PYD’nin IŞİD’e karşı operasyonlarıyla eş- zamanlı Amerikan hava bombardımanına işaret- le bunun bir Amerikan-Kürt (PYD) ortak harekatı olduğunu ileri sürdü. “Üst akıl”, bütün bu geli melerin yönlendiricisiydi!

Hemen savaş sloganları yükseltildi: “Asarız.. Keseriz!..” “Kırmızı çizgimiz”… “İzin vermeyiz”…

Çiğnene çiğnene sakız edilen kırmızı çizgiler ve panzehiri olarak ileri sürülen güvenlikli ve uçuşa yasak bölge ilan edilmek üzere, Azaz’ı kapsayarak Tel Abyat’tan Afrin’e kadarki bölgede 40-50 km. derinlikli bir alanın fethedi- leceği açıklandı. Olamazdı. Güney sınırlarında komşu bir Kürt devleti kurulamazdı!

Azaz’da IŞİD egemendi, ama, PYD nerede karşı karşıya gelmişse, onu önüne katıp kova- lamaktaydı. IŞİD’in engellemesine güvenilemez- di. Ama Azaz dolayısıyla IŞİD de bahane olarak gösterilip TSK “sınır güvenliğini tesis” için göreve gönderilebilirdi.

Ancak bir sorun vardı ki; AKP teslim etme- se bile Amerikalılar IŞİD’le savaşan başlıca kara gücünün, İran ve Şia “Kalabalıkları” bir yana konursa, PKK/PYD olduğunu bilmekte ve Suri- ye’nin kuzeyindeki Kürt –özerk– devletleşmesine, Rojava’ya yönelik bir Türk yayılmasına yeşil ışık yakmamaktaydılar.

Türkiye ile ABD arasında, sonuncusu Anka- ra’ya gelen Obama’nın özel temsilcisi emekli generalle düzenleneni olmak üzere, görüşme üstüne görüşme yapılırken, Suruç’ta, Kobanê’ye yardıma gitmek üzere Amara Kültür Merkezi’nde toplanan yaklaşık 300 kişilik gençlik grubu ara- sında, tam da basın açıklaması yaparlarken bir “canlı bomba” patladı: 31 ölü genç beden!

IŞİD son birkaç aydır Türkiye bağlantılı eylem halindeydi. İlki, 5 Haziran’da HDP Diyarbakır Se- çim Mitingi sırasında yine bir “canlı bomba”ydı. Üstelik hakkındaki arama kararı UYAP’a (Ulusal Yargı Platformu) düşmesine ve canlı bomba ada- yı yakalanmasına rağmen kendisini patlatması için serbest bırakılmıştı! İkinci eylem, 25 Haziran’da Kobanê’ye büyük çoğunluğu Türkiye’den sızan IŞİD’çilerin önlerine geleni tarayarak yaptıkları katliamdı ki, yüzlerce Kobanêli canından olmuştu.

Bunlar Türkiye’nin Musul Konsolosluk görevlilerinin “rehin alınması” öncesinden başlayan IŞİD’le ilişkisinin üzerine gelmişti. Türkiye IŞİD’le “kardeş” gibiydi. İdeolojik bakımdan kardeş olduklarından şüphe edilemezdi. Ama bunun- la kalmıyordu. ABD’nin IŞİD Karşıtı Koalisyonu kurup “İslam Devleti” mevzilerini bombalama- ya başlamasına rağmen, AKP Türkiye’si IŞİD’e desteğini devam ettirmişti. ÖSO’yla başlayıp Nusra’ya destekle devam eden Suriye “muhale- feti ile ilişkiler, bu örgütlerin yerini IŞİD’in aldığı her yerde onunla sürmüştü. Yalnızca tedavi ve bakımları Türkiye tarafından üstlenilip Antep, Urfa ve Hatay hastanelerinde yapılmıyor, ama IŞİD de içinde, bütün siyasal İslamcı çetelere silah ve cephane ulaştırılıyordu. Silah ve cepha- ne taşıyan TIR’ların haddi hesabı yoktu. Güney sınırlarını kevgire döndürmelerine en azından göz yumuluyor, hatta benzeri 25 Haziran’da da tekrarlanan, Kobanê Savaşı sırasında görüntüleri video çekimlerine de yansıyan TMO siloları arasından düzenlenen türü saldırılar doğrudan Türkiye topraklarından yöneltiliyordu.

IŞİD’i cesaretlendirip teşvik etmekle kalma- yan ama ona açık bir destek anlamı taşıyan ilk adımsa, siyasal İslamcı çetelerin eylemlerinin suçunun Esad’a yıkılması yaklaşımıydı. Esad’a karşıydı AKP Türkiye’si ve kim ona zarar verme- ye çalışıyorsa “değerli” ve desteklenip beslen- meye layıktı. Reyhanlı Bombalaması böyle geldi. Esad’ın adamlarının, Muhaberat’ın düzenlediği iddia edildi. Ama kısa zamanda altından IŞİD ve MİT bağlantısı çıktı. MİT bağlantısı sadece Reyhanlı’da değil ama TIR dosyalarında da kamuoyuna yansıyan Heysem Topalca bu eylem nedeniyle soruşturulmuyor bile. IŞİD ve militan- ları da öyle.

Böyle böyle, önce Suruç Bombası’na ve ardından 24 Temmuz’a gelindi.

* * *

IŞİD, tabii ki bir AKP ürünü değildir; onun özellikle Suriye’ye yönelik politikalarıyla palazlanıp semirmiş, aldığı desteklerle güçlenmiştir; ancak ne Türkiye ne de AKP yaratısıdır.

IŞİD, eğer bir yaratıcı aranacaksa, en çok Amerikan ürünü, onun da dolaylı ürünüdür.

Saddam Irak’ına yönelik hunhar Amerikan saldırganlığı ve işgali, bir önceki dönemin dış- lananlarından Şia ve Kürt nüfus bakımından bir rahatlama sağlar ve Şii ve Kürt burjuvazisini egemenlik mevkilerine taşırken, Saddam şahsın- da egemenliği elinde tutan Sünni burjuvazisinin alaşağı olmasına neden olmuş, ama bununla kalmayıp Sünni nüfusun önceden az-çok yarar- landığı ayrıcalıklardan yararlanmasının önünü kestiği gibi, saldırılardan asıl zarar gören kesim haline gelmesine yol açmıştır. Şii ağırlıklı yeni

yönetim Saddam’a dayanaklık etmiş başta An- bar olmak üzere Sünni nüfuslu eyaletleri ve aşiretlerini yok saymanın ötesinde karşısına alan bir politika izler, Amerikan saldırıları da en çok bu bölgeleri hedef alırken, işçi ve emekçilerin bağımsız örgütlülüğünün son derece zayıf oldu- ğu koşullarda bu iki saldırganlığa yanıt gelenek- sel örgütlülükleri tartışılmaz aşiretlerle Afganistan İşgali ile birlikte ciddi bir gelişme gösteren ve Sünni nüfus içinde kök salma yeteneği gösteren Selefi Kaideci “radikal İslam”cı hareketten gelmiştir. IŞİD’in kökünde de bu ikisi vardır: Sünni aşiretler ve Kaideci selefi örgütlenme.

Önce çeşitli İslami adlarla sonra Irak el Kaidesi olarak örgütlenme başlayan sonunda IŞİD adını alan aşiretlere dayanan çeteleşme 2003’ten beri Bakuba, Ramada gibi Anbar Eya- leti kentlerinde Emirlikler halinde örgütlenme- ye başlamış, püskürtülüp Emirliklerinden biri yıkıldıkça diğerini kurarak ve zaman zaman yeraltına çekilerek varlığını sürdürmüştür. Sıçra- ma yapması, Irak’ta zamanın başbakanı Maliki tarafından terörist ilan edilen Cumhurbaşkanı yardımcısı Tarık Haşimi’nin temsilciliğini yaptığı Sünnilerin bütünüyle dışlanması ve zamandaş olarak Suriye’de Batılı emperyalistlerle Türkiye başta olmak üzere bölge gericiliği tarafından Esad rejimine karşı başlatılan başlıca Sünni İs- lamcılarca yürütülen silahlı yıkıcılığın belirli bir denge sağladığı gelişme aşamasına ulaşmasına dayanmıştır. Hemen bütünüyle “dışarıdan” böl- ge gericiliklerince beslenip örgütlenen ÖSO türü derme çatma “muhalif ” örgütlerin dayanıksızlığı, ideolojik bakımdan güçlü, öldüğünde cennete gideceğine inanmış, ölmeye hazır ve bu nedenle politik ve askerî bakımdan güçlü Nusra ve IŞİD çetelerinin öne çıkmasına götürmüş, bu ikisi önce birleşerek, sonraysa ayrışıp rekabete girişerek güç kazanmışlardır.

Ancak hem ABD ve hem de AKP Türkiye’sinin de içinde olduğu destekçi bölge gericilikleri- nin, aşiretlerle yakınlıkları, ideolojik yakınlıkları ve bu örgütler de içinde muhalifler”e sundukları çok yönlü destekle bütün bir Suriye muhalefeti” ve özel olarak da “Halife”nin IŞİD’i içinde bağlantılara, yalnızca bağlantılara değil, daha ötesi organik ilişkilere sahip olduklarından kuş-

ku duyulamaz. Onca, silah cephane sevkiyatı, onca sınır açmalar, onca gizli servis bağlantısı- nın organik ilişkilere yol vermediği düşünüle- mez. Türkiye bakımından, sadece Türkiye için- deki IŞİD örgütlülüğü, uyuyan/uyumayan hücre ve dernekleşmeleri bile düşünüldüğünde içiçeli- ğin anlaşılırlığı kabul edilecektir.

* * *

IŞİD’in AKP ürünü olması şart olmadan ikisi arasındaki al-ver ilişkisi, daha ötesinde ikisinin birbirine muhtaçlığı, AKP ne denli inkâr etmeye çalışırsa çalışsın, kolaylıkla görülebilir ölçü ve düzeydedir. Aksi halde ne MİT TIR’ları ve soruşturmalarının durdurulmasının ne de Reyhanlı bombalamasının Esad’a yıkılıp soruşturma konusu bile edilmemesinin bir izahı yapılamaz.

IŞİD’i “Esad’ı devirmek için” “olumlu” olarak kullanan Türkiye, IŞİD’in başlıca Suriye ve Irak Kürtleriyle çatışmaya ağırlık vermesinin ardın- dan, bu kez “Suriye’de bir Kürt devletinin kurulmasını önlemek için” önce Kobanê’ye ve diğer kantonlara yönelik saldırısını destekleyerek yine “olumlu” yönden, sonra da PYD’nin ardından PKK’yi ve Türkiye Kürtleri (ve demokrasi güçlerini) tahrik etmek üzere yine “olumlu” ve ama “korkuluk” olarak sallayıp gerekçe göstererek bu kez genel olarak “terör” karşıtlığı üzerinden bir politika izlemesinin dayanağı olacak biçimde

–onu da hedef almış görüntüsü vererek– “olum- suz”luğuyla kullanmaktadır. İlan edilmiş amaç ve hedefleriyle “hem IŞİD’e hem PKK’ye (ve DHKPC’ye) karşı”, “terörü etkisiz hale getirme amaçlı”, ilan edilmemiş ama “aradan çıkarı- lacak” amaç ve hedefleriyle – öncesi bir yana Gezi’yle başlayıp dışa vurduğu hoşnutsuzluk, yönelim ve eylemleriyle– giderek –şimdilik tamamen “yönetilemez” olmasa bile zor yönetilir ol- muş olan bütün bir halkı sindirme, bastırma ve gözdağı vermeye yönelik saldırı dalgası olarak gözaltı furyası ve askerî operasyon: Fark etmez, hepsi terör örgütü”! Lafın sahibi Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır!

Nasıl fark etmiyor?

Saldırı dalgasının ilan edilmiş hedefleri olan IŞİD ve PKK bakımından yaklaşılacak olursa, özellikle bu ikisi birbiriyle çatışan iki örgüttürler. Ve AKP’nin yakın zamana kadarki görüntüsü IŞİD’le işbirliği ve PKK ile mutabakat sağlayarak “çözüm süreci”ni sonuçlandırmaktı. Şimdi ikisiy- le de ilişkinin tersine döndüğü ileri sürülmekte- dir: “Hepsi terör örgütü”! 1) Doğru denebilir mi? Ve 2) Neden bu dönüş ya da kayma”?

* * *

AKP’nin sadece IŞİD ve PKK’yle ilgili değil, ama özellikle Suriye ve bütün bir Ortadoğu poli- tikasında kayma görünmektedir. Neden?

Washington muhabiri Tolga Tanış, 20 Tem- muz Cumartesi günkü Hürriyet’te ABD Dışişleri Bakanı Kerry’e dayandırdığı şöyle bir haber geç- ti: “Amerikan Dışişleri Bakanı Kerry, başta ABD ve Türkiye arasında varılan İncirlik mutabaka- tı, Suriye’de yaşanan gelişmeleri İran’la varılan tarihi anlaşmadan sonra bölge dinamiklerinin değişmesine bağladı ve ‘Türklerin yapmaya ha- zırlandıkları işlerde kayma oldu’ dedi.

Kayma bir gerçek. Şundan ki, AKP Türkiye’si yakın zamana kadar IŞİD Karşıtı Koalisyon’a görünüşte katılırken, pratikte hiçbir faaliyetine katılmadığı gibi, başta Amerika olmak üzere, Koalisyona üslerini de kullandırmıyordu. Kayma” gerçekleşti ve şimdi sadece ABD değil, koalisyon savaş uçakları da IŞİD’e karşı operasyonlarında İncirlik dahil Türkiye’nin üslerini kullanacaklar. Hatta anlaşıldığı kadarıyla, IŞİD’e karşı hava operasyonlarına Türk uçakları da katılacak. Türkiye, hatta “üst akıl” suçlamasıyla Mısır’dan Suriye’ye, Irak’tan Çin füzelerine ka- dar birçok konuda farklı pozisyonlarda olduğu ABD’ye, ABD’nin Ortadoğu stratejik amaçlarına bütünüyle katılmaya ve hatta taktiklerini be- nimsemeye yakınlaşmış, neredeyse katılmıştır. Deyim yerindeyse, –uygun zaman bulduğunda– yeniden gündemine almak ve şimdilik yalnızca belirli zorlamalarda bulunmak üzere hemen bütün taktik farklılıklarını, onların çıkış noktası olarak Osmanlı yayılmacılığı ve Sünni etkenini bu yayılmacılıkta kullanma yönelimini bir yana bırakarak, AKP, Amerikan stratejisine katılmaya dönmekte ya da ABD’ye teslim olmaktadır. Kay- ma budur.

Nedeni üçtür: 1) Kerry’nin dediği gibi, İran’la 5+1 ülkeleri arasında nükleer anlaşmasının im-

zalanmasına bağlı olarak, Amerika’nın İran’la olan ilişkisindeki değişme –bu, AKP politikasın- daki değişmenin görmezden gelinemeyecek bir etkenidir. Şundan ki; ABD bölgedeki seçenekleri ve taktik olanaklarını çeşitlendirmekte, İran’la ilişkilerini düzeltme yoluna girmekle, zaten Mı- sır Darbesiyle “delikten süpürerek çöpe attığı” Müslüman Kardeşler ve Sünni İslam’a oynama ve –neoliberal Müslüman Kardeşliğin AKP Tür- kiye’si de içinde– onu eksen alma yöneliminden net biçimde vazgeçtiğinin altını çizerken, bunda ısrar etme durumunda Türkiye’den de vazge- çebileceği mesajını vermiş olmaktadır. AKP’nin bunu göze alma imkânının olmadığı ortadadır. Hele işçi ve emekçilerin, halkın hoşnutsuzluk ve eylemliliğindeki genel yükseliş ve 7 Haziran Seçimleriyle imkânları ciddi biçimde daralmış AKP’nin bunu aklından geçirme imkânı bile ol- madığı söylenmelidir.

  1. İkinci etken, 7 Haziran Seçimlerinin sonuç- larıdır ki, düzen içi muhalifleri ne denli cesaret- siz davranıyor olsalar da, AKP artık tek başına istediğini yapabilir olmaktan çıkmıştır. Artık tek parti olarak yönetebilir durumda değildir. “Çö-

züm süreci”ni de bir yana bırakıp savaşçıl bir politikaya yönelerek ve milliyetçiliği yükseltme- ye oynayarak, düzen içi muhaliflerine kendisini ve politikalarını dayatmayı ve belki milliyetçi önyargıların etkili olacağı bir erken seçimden başarıyla çıkmayı hesaplasa da, kendi içindeki çatlaklar da artarak mecalsizleştiği gün gibi or- tada olan AKP; yeni bir toparlanma sağlayarak doruklardan aşağı yuvarlanışını durdurmaya kolaylıkla güç yetiremeyecek bir görüntü vermektedir. Özellikle “delikanlı” Erdoğan gerginlik politikasıyla toparlanma ve yeniden tek karar verici olmayı deneyecektir; ancak bir yandan 17-25 Aralık bir yandan da MİT TIR’ları soruşturmaları önündeki ciddi handikaplardır. En ciddi handikap ise, AKP ve patronunun, kendisi ve çevresiyle –M. Cengiz vb. gibi “havuzcular”dan oluşan– dayanaklarının “özel çıkarları” lehine bu soruşturmaları etkili silahlar olarak kullanma potansiyeline sahip olduğu kadar kapitalistlerin “genel çıkarları”nı belirleme yeteneğindeki– ulu- sal ve uluslararası ciddi güçlerin çıkarlarını fazla- ca dikkate almamış olmasıdır. Koç, Sabancı gibi son on yılda neredeyse önemli hiçbir ihale ala- mamış tekelcilerle “ben neymişim” kibriyle Os- manlıcılığa kalkışarak arasını açtığı Amerikalı ve Batılı büyük emperyalistlerdir söz konusu olan- lar ve fazlaca dikkate alınmamış güçleri, hele siyaseten tek başına yetmez hale gerilediğinde AKP ve özellikle “karizması” çizilmiş liderini yer- le bir etmeye yeter de artar bile! Bu, öyleyse, AKP’nin artık dikkate almazlık edemeyeceği ve politika ve “yapacağı işlerde” “kayma”yı koşul- layan ikinci etkendir.

  1. Üçüncü etken, “uysal atın çiftesi pek olur” özdeyişinin “uysallık”tan sıyrılmakta olduğunu son birkaç yıldır giderek hoşnutsuzluk ve eylem- liliğindeki tırmanmayla ortaya koymakta olan, şimdiye kadar –uluslararası ve ulusal– istisnasız bütün gericiliğin “sırtından” sömürüp yönettiği “at”ın pozisyonundaki değişmeler ve bu değiş- melerin daha büyük ve köklü değişmelere götür- me ihtimalidir! Sadece seçimler ve sonuçlarıyla sınırlı olmayan, ama pozisyonundaki değişme seçimler ve sonuçlarına da yansıyan işçi sınıfı ve emekçilerin hareketliliği ve giderek eskisi gibi yönetilmeye karşı başladıkları itirazlar, bu itiraz-

lar henüz net politik biçimler kazanmasa bile, AKP’yi kendi pozisyon ve tutumunu gözden ge- çirip değiştirmeye zorlayan, kuşkusuz ki temel etken durumundadır.

Türlü esnek çalışma dayatmalarıyla insanca yaşam ve çalışma koşullarından yoksun bırakıl- mış, gelecek güvencesizliğiyle işsizlik ve sefaletin pençesindeki emekçi halk, iki yıl önce, AKP’nin yaşam tarzına da yönelttiği saldırılarla insan yerine konmadığı bir noktaya sıkıştırıldığını hissettiğinde, Gezi’de “patlamış”tı. Kimse Gezi’den geriye bir şey kalmadığını düşünmedi, hele AKP ve lideri, sonrasındaki tutum ve eylemleriyle Gezi’yi hep aklının bir köşesinde tuttuğunu göster- di. Her küçük gösteriye bile zehirli gaz ve tazyikli suyla saldırırken.. “İç güvenlik paketi”ni çıkarırken… Artık emekçi halk her konuda sessiz kalıp boyun eğecek “çizgi”nin ötesindeydi ve özgüven de kazanmıştı. Bu, Kürt halkının uzun yıllar bo- yunca mücadele içinde kazandığı bir hasletti,

Gezi’yle birlikte, bilinç ve örgüt düzeyinin düşüklüğüyle eksiklenmiş haliyle olsa bile, “Batı’da” da yaygınlaşıp genelleşti.

AKP dayatmaları, Cam ve THY işçilerininki- nin ardından Birleşik Metal Grevi’nin yasaklan- ması, sömürü ve çalışma koşullarının ağırlığı karşısında, farkında olsun olmasınlar, işçilerin sınıf kinini bileyici etkide bulundu. “Demokra- si” başlığı altında AKP ile anlaşmazlık halinde olduğunu örneğin Gezi’de hükümete yönelttiği eleştirilerle açıklamış ve Divan Oteli’ni direniş- çilere açmış olan Koç başta olmak üzere ülkenin en büyük patronlarının yakın tarihte Metal işçi- leriyle karşı karşıya gelmeleri ve uzlaşmazlıkları, emekçi halkın hoşnutsuzluk ve hareketliliğinin, yalnızca AKP’yi hedeflemekle sınırlı olmadığı- nı/kalmadığını gösteren ciddi bir gelişme oldu. Bursa’da metalde başlayıp hızla başka illere ve metal sektörünün ötesine de yayılarak ülke gün- demine oturan işçilerin uzun süreli direnişi hâlâ yatışmış olmaktan uzaktır ve iktisadi koşulların gelişme eğilimi işçi ve emekçileri yeni hareketlenmelere sevk edici yöndedir. Emekle sermaye arasındaki bu karşı karşıya geliş, aralarındaki ayrılıklar bir yana gericiliği bütünleşmeye yönel- ten temel etkendir ve AKP, son saldırgan atağıyla, ilan edilmiş amaç ve hedeflerinin ötesinde, gericiliğin genel desteğini arkasına alarak, asıl emekçi halka “savaş” ilan etmiş bulunmaktadır.

Gericilik içindeki çelişme ve ayrılıklar ne- deniyle toprağın ayağının altından kaymakta olduğunu hissetmesinin yanına emekçi halkın hoşnutsuzluk ve hareketlenmesiyle giderek yönetme zorluğunun büyümesinin (ki ekonomik verilerin kötüleşme eğiliminin bu büyümeyi daha da ilerleteceği tartışmasızdır) eklenmesinin yarattığı gericiliği birleşmeye zorlayıcı çaresizlik- le, AKP ve lideri politik ve pratik olarak kayma tadır! Sığınılacak tek korunaklı liman ABD’dir (ve işbirlikçileridir). Buraya sığınılmaktadır!

Ama belki de “kefeni sırtında taşıma”yı haklı çıkaracak zorlamalardan vazgeçmeden sığınılmaktadır. AKP ABD’ye sığınmaktadır; ancak Suriye’de “güvenli bölge”yle ABD’nin IŞİD’e karşı birlikte işler başardığını görüp düşündüğü ve üzerine hesap yapmaktan kuşkusuz ki geri

durmayacağı Türkiye ve Suriye’nin Kürt halkının statüsüz” bırakılması –artık– olmayacak duasıyla –ABD’nin belki hayırhah desteğini alabileceği– PKK ve ama ha PKK ha o dediği PYD’yi de derdest etmeyi dayatıp buradan zorlayarak, sığınmaktadır. Türkiye “küçük” güç değildir ve kendisinin dayatacakları yok sayılamaz; ama bu doğru artık AKP için geçerli değildir. Türkiye “küçük güç” değildir, ama artık AKP de büyük güç değildir!

IŞİD korkuluğunu sallayıp herhalde öncelikle Kürt halkı ve ulusal örgütleri ve ama yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesinden demokrasi ve barışa kadar talepleriyle hoşnutsuzluğu artıp hareketlenmekte olan bütün bir halkın aradan çıkarılması” zorlanmasına zorlanabilir, buradan halk güçleri bedeller de öder; ama artık sonuçsuz bir AKP girişimi olmaktan öteye gide- mez ve sonuçta AKP ve lideri de girdiği “kaygan” yolda net bir bedel ödemekten kaçınamaz.

Ayrılık konuları dolayısıyla kapışırken, AKP ve liderinin şansı, emperyalist ve yerli gericiliğin, örneğin Metal grevinde en uzlaşmaz kindar tutumu alan Koç’un işçi ve emekçilerin hareketlenmesi karşısında gericiliğin birleşik gücüne duydukları ve duyacakları ihtiyaçtır.

Türkiye’nin islami terörle dansı

Paris’te yayımlanan ünlü mizah dergisi Charlie Hebdo’ya yönelik saldırıda dergi yazı işlerinden 12 karikatüristin öldürülmesi, başta Fransa olmak üzere Avrupa’yı sarsmakla kalmadı, Türkiye’yi de güçlü biçimde silkeledi. Ardından dünyayı ayağa kaldıran Amerika’nın “ya benden ya terörden yanasın” dayatması ve “Medeniyetler Çatışması” doktriniyle Afganistan işgalinin sökün ettiği El Kaide’nin Newyork’taki ikiz kulelere uçaklarla düzenlediği saldırıya gönderme yapılarak “Avrupa’nın 11 Eylül’ü” olarak da nitelendirilen saldırı, yaşlı kıtayı olduğu kadar, onunla Ortadoğu’nun bağlantı noktası durumundaki Türkiye’yi de derinden etkiledi ve anında reaksiyon göstermeye yöneltti.
Fransa ve sair Avrupa ülkelerinin “önleyici tedbir” kapsamında başta göçmen durumundaki “yabancı” kökenli yurttaşlarını hedef alan özgürlükleri sınırlandırıcı tepkileri bu yazının konusu değil; bunlara değinilmeyecek. Yazımızda, Charlie Hedbo’yu hedef alan terör saldırısı ekseninde Türkiye’nin pozisyonu; yaptıkları ve yapmadıklarından çok, siyasal İslam’ın yönetimde olduğu bir ülke olarak, Paris saldırısına gelen süreçte İslami terörle ilişkisi ve bu ilişki dolayısıyla saldırı karşısında takındığı “gard alma”/savunma tutumu üzerinde durulacak.

“TÜRKİYE ÜZERİNDEN İSLAM’A OYUN KURMA”
Paris’teki terör saldırıya ilişkin en ileri giden değerlendirmeyi, tahmin edileceği gibi başlangıçta tam bir savunma ruh hali içinde “kem küm etmeden”, “ama”lar kullanmadan en munis tutumu ortaya koymuş olan Erdoğan yaptı. Saldırının hemen ertesinde oysa, diğer hükümet yetkilileri, şüphesiz yine savunma içerikli olarak, ancak “en iyi savunma saldırıdır” mantığıyla saldırgan bir savunma yapar ve sürekli “ama”lı cümleleri ardı ardına sıralarken, Erdoğan sadece terörü lanetlemekle yetinmiş ve ne “İslam’ın suçu değil” türü cümleler kurmuş ne emperyalist sömürgeciliği suçlamış ne de “yabancı düşmanlığı” hatırlatmalarında bulunmuştu. Bu alttan alıcı, yatıştırıcı, “düşmanı” ajite etme ve saldırganlaştırmaktan kaçınma tutumu, saldırıya gelinceye kadar yaptıklarının ayırdında olan ve bu nedenle terör saldırısının fatura edilecekleri arasında olduğundan kuşku duymayan birinin suçluluk psikolojisiyle almaya yöneldiği sesini kısarak önüne bakma ve utangaçça “ben de yanınızdayım”, “benim safım sizin yanınızdır” tavrını belirtmekteydi. Erdoğan’ın açıklaması şöyleydi: “Dost ve müttefik ülke Fransa’ya bu acılı gününde başsağlığı diliyor, saldırının faillerinin en kısa sürede yakalanarak adalete teslim edilmelerini bekliyoruz. Bu vesileyle, terörün dininin ya da milliyetinin olamayacağını ve hiçbir gerekçeyle mazur gösterilemeyeceğini bir kez daha vurgulamak istiyoruz. Türkiye, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da, terörizmin her türüyle kararlı bir şekilde mücadeleye devam edecektir. Bizleri derinden üzen terör saldırısında hayatlarını kaybeden masum insanlar için taziyelerimizi sunuyor, yakınları başta olmak üzere tüm Fransa halkına metanet ve sabır, yaralılara acil şifalar diliyoruz.” (Gazeteler, 8 Ocak) “Terörün dini ya da milliyeti yok”tu ve “Türkiye terörizmin her türüne karşı”ydı!
Olayın ilk sarsıntıları geride kalıp ilk salvoların tahmin edilip beklendiği kadar Türkiye ve AKP’yi hedef almadığı görüldüğünde, Erdoğan, kendisine gelmeye ve bilindik sertliğine/“dik durma”ya dönmeye başladı. Birkaç gün geçmişti ki, sesi yine pes perdeden çıkmaya başlamış ve günler sonra, ilk kez “Kaçak Saray”da bir “sofra”da topladığı akademisyenlere konuşurken, çoktan “içeriye dönük” politika yapmaya geçmişti bile:
“İslam dünyası üzerine bir operasyon yapılıyor. Bunu da Türkiye üzerinden yapmaya çalışıyorlar. Zaman zaman üst akıl diyoruz, burada birtakım aracılar kullanılıyor. Türkiye’yi terörle ilişkilendirerek fatura kesme çabası var. Biz bu gayretleri çeşitli platformlarda geri püskürtüyoruz. Paris saldırısı ‘ben geliyorum’ dedi. Saldırganların yakalanması başarı, öldürülmesi başarısızlık. Perde arkası aydınlatılamadı.” (Sabah 15 Ocak)
İlk günlerin fatura kesimi bekleyen ürküntülü ses kısıklığıyla alttan alıcılığı yerini karşı saldırıya bırakmıştı: Erdoğan’ın konuşmasına bakanlar Paris’teki terör saldırısını Fransızlar düzenlemiş sanabilirdi ya da Paris’te hiçbir şey olmamış da durduk yerde Fransız ve Avrupalı emperyalistler, herhalde Amerikalılar da, kısaca bir “üst akıl”, muhtemelen “paralelci” Cemaat türünden “aracılar” kullanarak, İslam’a, İslam dünyasına “operasyon” yapıyor, üstelik bu operasyonu Osmanlı’nın eski günlerindeki gibi İslam’ın maşallah(!) “temel direği” Türkiye’yi hedef alarak, onun üzerinden yürütüyorlardı.
Davutoğlu ve özellikle “aslında Hebdo olayıyla İslam ve İslamcıların uzaktan yakından ilgileri yok” görüşünü ima bile etmeyip açıktan savunan “bu bir algı operasyonudur” tezini ilk ileri sürerek ondan da ileri giden Kültür Bakanı Ömer Çelik’in dillendirdikleri başlıca argüman olan “İslam’la terör ilişkilendirilemez” “teorisi”ni artık Erdoğan da benimsemiş, bağıra çağıra savunmaya başlamıştı.
“Üst akıl” İslam’a yönelik operasyon düzenlemiş, Türkiye’yi hedefe koymuştu! Artık “sağlam irade” de aynı noktadaydı. “Terör saldırısı” ve “Türkiye’nin her türlü teröre karşı” oluşu çoktan üçüncü, dördüncü plana düşmüştü. Varsa yoksa “İslamiyet’e düzenlenen operasyon”, “Türkiye’ye oynanan oyun”, “kurulan kumpas”, “Avrupa’da yükselen İslamofobi”, “Yakılıp yıkılan camiler”, “Müslümanlara yönelik saldırılar”… Başkası yoktu! Bunlar görülmüyor, gösterilmiyor, hiç üzerlerinde durulmuyordu. Terör saldırısı çoktan unutulmuş, Gazze’de, Suriye’de olanlar, Ortadoğu’dan Myanmar’a “İslam coğrafyasında katledilen 12 milyon insan” vurgulanıyor… Hele, Batı’nın vereceği tepkinin sertliği, ne kadarıyla “İslam üzerinden” Türkiye’yi hangi ölçülerle hedef alacağının kestirilemediği günler atlatıldıktan sonra ve Hebdo’nun çıkardığı özel sayının Türkiye’de de yayınlanması tartışmaları gündeme geldiğinde, bu kez, sanki Paris’teki terör saldırısı da İslam Peygamberi’nin karikatürünün yayınlanması gerekçe edinilerek gerçekleştirilmemiş gibi, “ağır tahrik” söylemiyle haklı çıkarılmaya çalışılan Cumhuriyet ve yazarlarına yönelik linç kampanyası Kouachi kardeşlerinkinden farksız “Hz. Peygamber İslam dünyasının kırmızı çizgisi” görüşü dayanak edinilerek savunuluyor; karşı-saldırıya dayalı savunma giderek çığırından çıkma eğilimi gösteriyordu.
Etiyopya gezisi öncesi Atatürk Havaalanında düzenlediği basın toplantısında tamamen Kültür Bakanı Çelik’in ilk tepkisini dayandırdığı Hebdo saldırısının “İslam’a yönelik algı operasyonu” olduğu tezini benimseyerek, işi “öldürenler Fransız vatandaşı, ama Müslüman olduğu söyleniyor” noktasına kadar vardıran Erdoğan “hızlı” ve alabildiğine sertti, savunmayı bırakıp doğrudan saldırıya geçmişti. İşgalleri, bombardımanlarıyla vb. dünya halklarının bırakalım ifade, basın, örgütlenme özgürlüklerini yaşama haklarını bile ihlal eden Avrupalılarla Amerikalıların karikatür sorunu ve Paris’teki terör saldırısı bağlamında –şüphesiz ikiyüzlülükle– sürekli altını çizdikleri ‘ifade özgürlüğü”nü laf düzeyinde bile çiğneme pozisyonu almaktaydı artık: “İfade özgürlüğü her şeyi yapabilme, yazabilme, çizebilme özgürlüğü değildir. İfade özgürlüğü kutsal değerlere saygısızlık hakkını kimseye tanımaz. İfade özgürlüğü bahanesinin arkasına saklanarak İslam Peygamberi’ni resmeden çirkin karikatürler çizenler aslında ne yaptıklarını, kimi nasıl incittiklerini, nasıl provokasyonların fitilini ateşlediklerini görmek zorundadırlar. Aslında bunu da biliyorlar.” (Sabah, 22 Ocak)
Ve “denge” tutturmaktan bütünüyle uzaklaşılarak varılan sonuç, “İnsanları karikatür çizdiler diye katletmek ne kadar terörse, insanların kutsallarına saldırmak, insanları galeyana getirecek, tahrik edecek eylemler yapmak da en az o kadar terördür. Silahlı terör kadar ifade özgürlüğü maskesi altında yürütülen teröre karşı insanlık gerekli tepkiyi göstermelidir.” (Agy) oldu. Bu “akıl yürütme”nin az çok demokratik değerler ölçü alındığında savunulur olmadığı, AKP Hükümeti ve yönetimindeki Türkiye’nin –halkları bir yana– yönetimleriyle de giderek problemlerinin arttığı demokrasi terbiyesinden geçmiş Batı ülkelerinde anlaşılır yanı bulunmadığı tartışmasızdır. Karikatür çizmek de silahlı terör eylemi düzenlemek gibidir –bu yaman suçlamanın Türkiye’de Cumhuriyet gazetesine yöneltilmekle kalmayıp Charlie Hebo’ya da yöneltildiği ortadadır ve anlamı da açıktır: Müslümanlar ya da değiller “Fransız vatandaşları” Kouachi Kardeşlerin saldırısına maruz kalmış Charlie Hebdo, en az o kardeşler kadar suçluydu, kutsallarına saldırarak onları tahrik ve provoke edip galeyana getirdikleri karikatür çizme eylemleri en az karikatür çizenleri katletme kadar terör eylemiydi! Dünyaca ünlü Georges Wolanski gibi karikatüristler aslında karikatürist değil teröristtiler!
Hızla sözde sahiplenmeden aşağılamaya geçildi: “Kimsenin bizim dinimizi istismar etmek suretiyle yapmış olduğu terör eylemini Müslümanlara fatura etmeye hakkı yok. Bunu çok iyi bilmeleri gerek. Provokatif yayınlarıyla nam salmış bir dergiye… bu dergiyi Papa da lanetliyor.”(16 Ocak, gazeteler) Müslümanların işi olamazdı, Müslümanlığı istismar etme uğraşındaki kişiler tabii ki daha da çok bir “üst akıl” terör eylemini Müslümanlara fatura etme çabasındaydı, oysa Kouachi Kardeşler Müslüman da değillerdi ve üstelik derginin “namı” kötüydü, “provokatör”dü, Papa’nın bile “lanet”ine muhatap olmuştu.
Birkaç gün içinde varılan nokta, sadece Fransa değil tüm Avrupa’da Müslümanların ve Cami türü kutsallarının uğradıkları saldırılar üzerinden İslamofobiye vurgu yapılırken, Müslümanları galeyana getiren tahrikleriyle öldürülenlerin çoktan müstahak oldukları Hebdo saldırısının unutuluşa terk edilmesi oldu. Tıpkı İslamofobi kışkırtıcılarının olduğu gibi, başta Erdoğan olmak üzere, İslam adına konuşan Türk devlet yetkililerinin ele alışıyla da çatışma Müslümanlarla Müslüman olmayanlar (burada Hıristiyanlar ve örneğin bir “Hıristiyan kulübü” olan AB) arasındaydı ve birer devlet yöneticisinden çok Şeyhülislam ya da Halife gibi konuşan yetkililer, bir terör saldırısına kurban gitmiş olsalar bile suçu neredeyse “karşı taraf” durumundaki Hebdo’cular üzerine yıkarak İslamı ve Müslümanları temize çıkarmaya çalışıyorlardı. Kâh terörist kardeşlerin Müslüman olmadıklarını kâh “gerçek İslam”ın bu olmadığını; kâh ortada ağır bir tahrik bulunduğunu vb. söylüyor, ama İslam’a toz kondurmuyorlardı.

OYSA EL-KAİDE… IŞİD…

Birkaç gün içinde Erdoğan’ın da katılımıyla tüm devlet ricali saldırıyı külliyen inkârcı bir tutumla İslam’ı savunmaya girişmişlerdi girişmesine, ancak ortada gerçekler vardı.
Zamanında Suriye üzerinden Yemen’e gidip geldikleri kanıtlı olan Kouachi Kardeşler basına eylemi “Yemen El-Kaidesi adına” üstlendikleri açıklamışlardı. “Müslüman değiller, Fransız vatandaşları” tezini tamamen çökerten bu açıklama başından beri iddiayla ileri sürülmüş olan “gerçek İslam bu değil”, “İslam sevgi ve barış dinidir” savunmalarıyla geçersizleştirilmeye çalışıldı; ancak gerçek gerçekti.
Kaide ile IŞİD’in geçişkenliğinin belirtisi olarak, Kouachi Kardeşler’le “aynı hücre”den olduğu ortak hareket etmelerinden anlaşılan Yahudi marketine saldıran Amedy Coulibaly ise, IŞİD’e bağlı olduğuna dair basına açıklama yapmış, üstelik kanıt olarak önceden hazırlanmış bir video kaydı da ortaya çıkmıştı.
El-Kaide ya da IŞİD, Fransız ya da değil, nasıl Türk ya da Arap Müslüman olunuyorsa, Fransız Müslüman da olunuyordu, bunun tartışılır yanı yoktu ve bir diğer tartışılır yanı olmayan şeyse, El-Kaide ve IŞİD’in bütün cinayet ve katliamlar da içinde olmak üzere tüm varlıkları ve faaliyetlerini İslam’a dayandırmaları, başkalarının İslam olmadığını söylerken, tıpkı Erdoğan ya da başka iddialı Müslümanlar gibi, sadece kendilerinin “gerçek Müslüman” olduklarını yüksek sesle ileri sürmeleriydi. Açık ki “İslam içi” bir tartışmayla karşı karşıyaydık ve çeşitli İslami akım ve örgütlerle, sözcüleri hangi İslam’ın gerçek olduğunda anlaşmazlık halindeydiler. Ve kimin, hangi akım ve örgütün haklı olduğunu belirleyecek bir “üst akıl” ya da “irade” de yoktu. Ya da herkesin “üst aklı” ya da “iradesi” kendineydi. Şii şeriat devleti İran’ınki “Rehber” Ali Hamaney, Sünni İslam Devleti’ninki (IŞİD’inki) “Halife” Ebubekir Bağdadi, Vahabi Suudi Arabistan’ınki müteveffa Abdullah’tan sonra Kral Selman, El Kaide’ninki Eyman El Zevahiri’ydi! Ayrıca Mısır’da Sünni El Ezher bir “ulu merkez”di, eh Türkiye’de de Diyanet İşleri Başkanı ve ardındaki asıl Halife-Sultan Tayyip vardı. Kimse kimseye irade ve kararını dayatacak durumda değildi. Başkasını yargılayacak durumdaysa hiç değildi. Biliniyordu ki, bin yılı aşkın İslam içi çatışma ve savaşların nedeni hangi “sözün/yorumun/tarikin üstün” ve hangi “İslam’ın gerçek” olduğu sorusu ve bu sorunun yanıtının dayatma ve savaşla bile verilememesiydi.
Kim El-Kaide’nin İslami bir anlayışı, tutumu ve pratiği olmadığını söyleyebilir? Onu eleştirebilir, hatta suçlayabilirsiniz, ancak Müslümanlığını ve Kur’an’da da yeri olan cihat içerikli olduğunu açıkladığı etkinliğinin İslam’la ilgisini sorgulayamazsınız. Tek hakkınız, böyle bir İslam’ı doğru bulmadığınızı ve ondan ve kriterlerinden farklı bir Müslüman olduğunuzu ya da olmadığınızı açıklamaktır.
Ya da IŞİD, siz “Müslüman değil” dediniz diye Müslüman olmayacak değildir. Adı üstünde “İslam Devleti”dir; beğenmeyebilirsiniz, hatta onunla savaşabilirsiniz, ama İslam’la ilişkisizliğini ileri süremezsiniz. Bize göre bir “İslami terör örgütü”dür.
Hem IŞİD ve hem de El-Kaide, ikisi de, İslam üzerinden siyaset yapmaktadırlar. Zaten ortaya çıkışından bu yana siyasal bir din olan, başından beri dünyevi sorunlara açıklık getirme ve dünyayı yönetme –ki adına Şeriat denmektedir– tutumunu benimsemiş ve dinle devlet işlerinin birliğinin ifadesi olmuş İslam adına siyaset yapılıyor olmasında kimsenin hayret edeceği şey olmamalıdır. İslam siyasetle fazlasıyla iç içe olmuştur. İnananların inancı olarak İslam farklıdır, somut dünyevi İslam farklı. IŞİD ve El-Kaide de, üstelik tıpkı Müslüman Kardeşler ve Türk Müslüman Kardeşliği ve örgütü AKP gibi, din siyaseti yapmaktadır; siyasal İslam’ın kapsamındadır.
Fark şuradadır ki, bir dizi İslam mezhep ve tarikatının yanı sıra, bir süredir Amerikan çıkışlı olarak özellikle Sünni İslam bir ayrıma daha tabi tutulmuştur: “Radikal” ya da “köktendinci/fundamentalist” İslam ve “Ilımlı İslam”! Bu ayrım; siyasal İslam’ın Amerika’nın “Birinci Keman” olarak başında bulunduğu emperyalist kapitalizme uyum sağlamış olmak ya da olmamak, dünyaya İslam’ın da hizmetine koşulduğu kapitalist çıkarlar açısından ya da başlıca “Allah ve İslam” açısından bakmak ve öyle davranmak ekseninde yapılmaktadır. Elbette, tüm toplumsal olgu ve olaylar bakımından geçerli olduğu gibi, “radikal” ve “Ilımlı” İslamiyetin de birbirinden net ve belirgin köşelilikleriyle ayrıldığını ve ayrılabileceğini iddia etmek zordur.
Öncelikle, aynı zamanda proleter devrimleri çağı da olan emperyalist kapitalist çağda, kapitalizmin üzerine kurulu olduğu uzlaşmaz karşıtlığın ifadesi olan nesnel toplumsal karşıtlık bir yana, etnisite sınırlılığı ya da dinsel/mezhepsel inanca dair yaklaşımlar ya da salt ideolojik tutumlarla kapitalizm karşısında net alternatif oluşturabilme olanağı bulunmamaktadır. Eğer onunla giderek daha derinden çelişmekte olan emeğin ve üretimin toplumsallaşmasına dayalı bir taraf değilseniz, ne denli muhalif eğilimler taşırsanız taşıyın, ancak şurasından burasından çekiştirebileceğiniz ama ötesine geçemeyeceğiniz kapitalist üretim/mülkiyet ilişkilerinin oluşturduğu çerçeve içinde kalmanız kaçınılmaz demektir. Bunun anlamı; tamamen uyumlanmasanız ve itirazlarınız olsa, “geri kafalılık”ınızla eskiyi, örneğin Ortaçağı, onun ideolojik-kültürel biçimlerini özleseniz ve inançlarınız dolayısıyla ancak o biçimleri geçerli kılmaya yaklaştığınız ölçüde “rahat” edebilseniz bile, kapitalizm koşullarında başka bir “vaha” oluşturamayacağınız, üstelik sadece kuşatıldığınız sermaye ilişkilerini tasfiyeye yönelik bir muhalefet oluşturma yeteneksizliğinizden de değil ama kendiniz meta ilişkileri çerçevesinde varolduğunuz, –ne kadar gelişmiş olduğu bir yana– meta-Pazar ilişkilerinin toplumsal örgütlülüğünüz olarak aşiret ya da kabileniz ya da çeşitli ülkelerden derlenmiş cemaatinizi şekillendiren temeli verdiği için ancak onunla birlikte bulunabileceğiniz, ama öyleyse bu zeminde kapitalist emperyalizmle çelişmeleriniz olsa bile kaçınılmaz bağlara da sahip olacağınız ve onu “aşma” şansınız olmayacağıdır!
Çoktan palazlanıp kapitalistleşen ve buna koşut olarak neoliberalizme uyumlanma sürecine fazlasıyla adım atmış olan, ama bunlar Mursi’nin verili koşullarında, ekonomi, politika ve kuşkusuz ideoloji bakımından yeterli bir uyumlanmaya elvermediği için problem yaşayarak emperyalist kapitalizm tarafından üstü çizilen Müslüman Kardeşler bile türedi zenginlerine rağmen, denemiş, ancak gerekli “ılımlılık”a ulaşamamışlardı. Irak ve Suriye’yle Afganistan ve Pakistan’ın en gelişmemiş bölgelerinin meta üretimi ve değişiminin (ticaretin) içine sızdığı aşiret, kabile ilişkileri, ilkel bile olsa ticari ilişkileriyle mutlaka kapitalizmle bağ demektir. Başka ülkelerden devşirilenlerin yanında asıl olarak buraların aşiret/kabilelerine dayalı IŞİD ve El-Kaide’nin, Nusra ve diğerleri gibi, birbirlerinden az çok farklılıklar taşısalar da, Müslüman Kardeşlere göre “kapitalizme uyumlanma/ılımlılık” düzeylerinin daha az ama “dini esas alma ve radikalizm” düzeylerinin daha yüksek olması beklenir şeydir. Emperyalist kapitalizmle olan uyumlandırıcı bağlarının az gelişkinliği, kapitalizmleri ve dayanağı olan meta üretimi ve değişimlerinin az gelişkinliğiyle doğru orantılıdır.
Evet, IŞİD ve El-Kaide daha uyumsuz ve “radikal İslamcı” terör örgütleridir; ama İslamcılıklarından şüphe duyulamaz. 600-700’lerin, Osmanlı’nın örneğin Fatih ya da Kanuni zamanında fazla değişmemiş kurallarını uygulamakta, harem kurmakta, köle alıp satmakta, kafa kesmek gibi Şer’i cezalandırmalara baş vurmaktadırlar. Ama Suudiler ve İran’da hâlâ recmin revaçta olduğu –Suudilerde son örneği bu ay içinde çarşı içinde elleri bağlı bir kadına uygulanan– kafa ve el kesmenin, harem ve “çok-karılılık”ın geçerli olduğu, 1800’lerin ikinci yarısında Amerika’da köle ticareti ve köleci üretimin serbest olduğu biliniyor.
“Gerçek Müslümanlık bu değil” tezini bir başka yazımızda işliyor ve burada girmiyoruz. Ancak şurası kesin ki, İslam’ın gelişmesi elde kılıç kelle alarak olmuş, İslam özlemini kuşkusuz dile getirdiği “barış dini” olduğu kadar, hatta ondan da çok “savaş dini” olmuştur!

“GERÇEK MÜSLÜMANLIK” TARTIŞMASININ DAYANAĞI OLARAK IŞİD-TÜRKİYE İLİŞKİSİ
İslam Peygamberi Muhammed’in ölümüyle birlikte ve “Veda Hutbesi”ndeki vasiyetinin çiğnenmesi üzerine daha cenazesi kalkmadan başlayan ve onca Halife gelip geçmesine rağmen sonu gelmeden 1500 yıldır süregelen kadim “gerçek Müslümanlık hangisi?” ve “kim gerçek Müslüman?” tartışması neden yeniden alevlenmiş görünüyor? Neden tam da Charlie Hebdo’nun ardından ve özellikle Türk-İslam sentezci Müslüman Kardeş AKP ve hükümetinin yetkililerince bunca vurgulanarak yeniden gündeme getirildi? Ve bir ayrıntı –Neden “gerçek Müslümanlık nedir?” tartışması, tarafları İslam’ın çeşitli mezhepleriyle tarikatları ve çeşitli iddialara sahip akım, cemaat ve örgütleri olan İslam-içi bir tartışmayken, Charlie Hebdo’ya yönelik terör saldırısının ardından bu kez çok taraflı olarak, Hıristiyan âlemini, Batı’yı da kapsayan, hatta daha çok “Hıristiyan Batı”ya yönelik bir tartışma olarak gündem edildi?
Tamam, “Yeni Dünya Düzeni”nin ardından önce “Büyük” ve sonra düzeltilip genişletilerek “Geniş Ortadoğu Projesi” kapsamında Amerikan çıkışlı olarak İslam-içi olması gereken bir tartışma gündeme getirilmişti; ancak onun emperyalist amaçları açık seçikti: Müslüman yoğunluklu bir bölgede “iş tutmak” isteyen Amerikalı emperyalistler kendilerine dayanak aramaktaydılar ve “Müslüman mahallesi”nde en iyi dayanak Müslümanların içinden bulunabilirdi; kendilerine uyum sağlamış olan ve sözlerini dinleyip çıkar ve stratejileri doğrultusunda davranmakta kusur etmeyecek Müslümanlar içinden derleyecekleri/derledikleri, derlenmeye yatkın Müslümanlar bölüğüne “Ilımlı İslam” adını takıp yedeklerine aldılar. Bunun “nasıl bir Müslümanlık” olduğu ve olması gerektiği belliydi; “Ilımlı İslam”, İslam’ın köklerine ve Kur’an’a dair tartışmalar ve yorumlarla değil, Amerika ve çıkar ve stratejisiyle uyumla belirlenmekteydi. Tabii ki İslam’ın köklerine ve Kur’an ve Hadislere dair sözleri de vardı ve olacaktı “Ilımlı”ların, kendilerini dini bakımdan temellendirecekler ve dayanaklarını teorize ederek, kuşkusuz ki Kur’an ve Peygamber sözlerine dayandıracaklardı, bunlar olmadan olmazdı; ancak asla bunlarla değil Amerikan çıkar ve stratejisine uyum dışında herhangi bir şeyle karakterize olmayacaklardı!
Bu, Amerikan çıkar ve stratejik ihtiyaçlarının dayattığı bir İslam’dı ve “gerçeği” buradan tanımlanabilirdi. Ama şimdi ne Amerika ne de Avrupa çıkarmıştı son “gerçek İslam ne?” tartışmasını! Tersine, bu kez onların ilgisi yoktu ve tartışmayı yürütenler en başta Türk-İslam sentezciler olmak üzere İslamcılardı. Bu kez onların çıkar ve “stratejik ihtiyaçları” gerektirmiş gibi görünmekteydi? Nedendi?
Sorunun yanıtı; Paris’teki Charlie Hebdo saldırısını önceleyen IŞİD’in dünya halklarının belleğinde yer etmiş kötü ünlü yaygın terör faaliyetleri ve bu faaliyetlerin İslamcılar arasında yine yaygın bir destek bulmuş ve özellikle AKP Türkiyesi tarafından uzun süre desteklenmiş olmasıdır. Terörist niteliği bilinen El-Kaide’nin ardı sıra sökün edip onunla yarışan, Suriye ve Irak’ta ortaya çıkıp videoya aldıkları kafa kesmeleri ve el koydukları bölgelerin kadınlarını zorla haremlerine katmalarıyla ünlenerek dünya halklarının belleğinde bileklerinin gücüyle bir yer edinen IŞİD’in terörü ve terörizmi tartışmasız etkinliği özellikle Batı kamuoyunda öylesine iticidir ve ona verilmiş/verilmekte olan destek öylesine lanetlenmiştir ki, yalnızca –gündemi belirlediği– Ortadoğu’da değil –belirlemese bile– gündem oluşturduğu Batı’da da, İslam’la bağlantısı içinde, IŞİD’ın kara yüzü ve karanlığıyla birlikte anılmak Türkiye dahil kimsenin işine gelir türden değildir.
Türkiye, evet, ülke içinde inkâr etmekte ve savcıları görevden alarak ve yeni çıkardığı yasalar yoluyla ve mahkemeler kanalıyla desteğinin tartışılmasını da önlemektedir, ancak ülke dışında, buna gücü yetmediğini ve olan bitenin gerek Batı basını ve gerekse Batılı istihbarat örgütleri aracılığıyla tüm Batı kamuoyunun bilgisine sunulduğunu bilmektedir.
Üst üste kaç MİT TIR’ı yakalanmış ve MİT Yasası uyarınca serbest bırakılmıştır. Buna rağmen bir seferinde jandarma tarafından durdurulan TIR’lar savcılarca aranmış ve arama tutanak altına alınmış; çok sayıda roket, bomba vb. türü malzeme kayda geçmiştir. Şoförlerin ifadeleri, öncesinde başka seferlerin de yapıldığı ve resmî kurumlardan alınıp sınır ötesine sevkiyat yapıldığı yönündedir. İnternet sitelerine düşen tutanak ve şoför ifadeleri nedeniyle sitelere yasak getirilmiş ve söylendiği gibi “içeride” bu destek bilgisinin yayılmasının önünü kesilmiştir.
Ancak Batı’da ve tüm dünyada bilinmektedir ki, Suriye “İç Savaşı” en çok da Türkiye’nin zorlamasıyla başlamış ve yayılmış; başlangıçta Müslüman Kardeş ağırlıklı neredeyse dışarıdan-besleme ÖSO ve sonra El-Kaide’ye bağlı olduğu kendisi tarafından açıklanmış olan El Nusra Cephesi, Ürdün ve Katar’dan da, ama en çok da Türkiye’den beslenip desteklenmiş, kendilerine Türkiye sınırı bölgelerinde karargâhlar sağlanmış, eğitim verilmiş, silah-cephane tedarikleri yapılmış ve mali bakımdan ihtiyaçları karşılanmıştır.
Bu desteklerden iki yolla IŞİD de payını almıştır. Bir; ÖSO ve Nusra Cephesine sağlanan silah-mühimmat ve sair destekler, bu gruplar IŞİD önünde tutunamayıp ona iltihak ettikçe bu örgüte geçmiştir, ve iki; başlangıçta ABD tarafından da desteklenen ancak giderek ondan farklı davranarak daha da ileri giden Türkiye, mezhepçi İslami Suriye politikası kapsamında IŞİD’i de doğrudan desteklemekte bir sakınca görmemiş, uzun süre bu örgütü “terör örgütü” olarak nitelendirmemiş ve desteğini belirgin biçimde ABD’nin “IŞİD Karşıtı Koalisyon” oluşturmasına kadar sürdürmüştür. Dünya halklarının lanetlediği IŞİD terörüne Ortadoğu’da ciddiye alınacak biçimde tek karşı koyabilen Kürt ulusal hareketiyken, IŞİD’in Kürt Kantonu Kobanê’ye yönelik saldırısı başlangıçta ve uzun süre AKP Türkiyesi tarafından desteklenmiş ve Erdoğan başta olmak üzere Kobanê’nin düşmesinin iyi olacağı yönünde demeçler Türkiye yöneticilerinin dillerinden düşmemiş, “kırmızı çizgimiz” denen ve yok edilmesi öngörülen Suriye’nin kuzeyinde Rojava’da kantonlar halindeki Kürt devletleşmesinin IŞİD teşvik edilerek engellenmesine çalışılmış, hatta IŞİD çeteleri birkaç kez Kobanê Direnişçilerine Türkiye tarafından (bir keresinde Toprak Mahsülleri Ofisi silolarının arasından) saldırı düzenlemiştir.
AKP Türkiyesi’nin IŞİD’e yönelik tutumu hâlâ Batı’nın genel tutumundan ve Amerika’nın oluşturduğu “IŞİD Karşıtı Koalisyon”unkinden farklıdır. “Koalisyon” IŞİD mevzilerine havadan askeri harekât düzenlerken Türkiye hiçbir askeri operasyona katılmamaktadır. Üstelik Amerikan zorlamasıyla yer alacağını söylediği IŞİD karşıtı Suriyeli muhaliflerin eğitilip donatılması müzakereleri de hâlâ sonuçlanmadığı gibi, Türkiye eğitileceklerin sadece IŞİD’e değil aynı zamanda “Esad’a da karşı” çıkmalarını şart koştuğu için kimin eğitileceği de sorun olmayı sürdürmektedir.
Ek olarak, Türkiye, Amerika’dan farklı olarak, “Esad’ın hedeflenmesi”ni de şart koşarken, sınırın Suriye tarafında bir “uçuşa yasak bölge” oluşturulması için çaba sarf etmektedir ki, açıkça akıntıya karşı kürek çekme pozisyonundadır; çünkü ABD bir süredir Suriye’de “Esad’sız çözüm” zorlamasından vazgeçmiş görünmekte, üstelik Amerikan uçakları IŞİD mevzilerini zaman zaman Suriye uçaklarıyla birlikte bombalamaktadır.
IŞİD’le –Amerikan tutumundan da ayrılan– bunca açık ilişkisi ve sunduğu destek nedeniyle, Türkiye’nin, Charlie Hebdo saldırısının ardından Batı’nın tepkisinin hedefi olabileceği ihtimalini dikkate alan bir tutum içine girmesinde anlaşılmayacak şey yoktur. Suçlu suçunu bilmekte ve karşı hamleyle gardını almaktadır: “Türkiye üzerinden İslamiyet’e oyun oynanmak istenmektedir!”
“Türkiye üzerinden İslamiyet’e oyun oynama” tezine geleceğiz. Ancak önce üzerinde durulması gereken bir sorun daha var: “Biz her türle teröre karşıyız”(!) edebiyatı!

AKP TÜRKİYESİ HER TÜRLÜ TERÖRE KARŞI MI?
Erdoğan’ın ilk açıklaması şöyleydi: “… terörün dininin ya da milliyetinin olamayacağını ve hiçbir gerekçeyle mazur gösterilemeyeceğini bir kez daha vurgulamak istiyoruz. Türkiye, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da, terörizmin her türüyle kararlı bir şekilde mücadeleye devam edecektir.”
Bir önceki başlık altında IŞİD’le Türkiye ilişkilerine dair söylenenler, Türkiye’nin terör karşısındaki tutumu bakımından herhalde başka bir ilaveye gerek göstermeyecek kadar açık olmalıdır. “Türkiye terörizmin her türüyle kararlı bir biçimde mücadele” etmiş midir ki, mücadeleye devam etsin? Türkiye’nin, AKP öncesi generaller elinde ya da şimdi AKP elinde, “terör” dendiğinde anladığı tek şey az çok düzene yönelik ulusal ya da sosyal kurtuluş mücadeleleridir; Kürt ulusal mücadelesini nitelemek üzere “PKK terörü” ya da öncesinde daha çok emperyalizmi hedef alan demokratik içerikli silahlı faaliyetlerdir. Öncesi bir yana bırakılırsa, AKP, “IŞİD Karşıtı Koalisyon” oluşturuluncaya kadar asla ve kat’a “İslami terör”den söz etmemiştir ki, hâlâ da ettiği söylenemez. Onun için “İslami terör” ya da “terörizm” yoktur; “İslam’la terör ilişkilendirilemez”!
Yeni yeni “terörist” olduğunu kısık sesle dile getirdiği –herhalde şüphesiz İslamcı olmaması gereken– IŞİD’e karşı örneğin nasıl bir “kararlı mücadele” yürüttüklerini AKP’li yetkililerin açıklamaları şarttır! IŞİD’e karşı, onlara TIR’lar dolusu silah ve mühimmat vererek mi “kararlı mücadele” etmişlerdir, Musul Konsolosluğu görevlilerini kurtarmak için pazarlık yaparak mı yoksa IŞİD çetelerine Kobanê’ye saldırmaları için sınırlarını açarak mı? Bırakalım IŞİD’le “kararlı mücadele” etmeyi, –tartışmalı şekilde– hem El-Kaide ve hem de IŞİD’e bağlı olduklarını söyleyen Hebdo saldırganlarını “kahraman” ilan edip Fatih Camii’nde gıyaplarında cenaze namazı kılanları bile engellemeyi akıllarından geçirmemişler ya da buna güçleri yetmemiştir!
Ama Türkiye ve terör ilişkisini “terörizmin her türüyle kararlı mücadele” söylemi bağlamında yorumlamanın sürdürülmesi zorunlu görünüyor; çünkü bir de “İsrail devlet terörü” ve AKP’li hükümet yetkililerinin İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Paris’teki terörizme karşı yürüyüşe katılmasına şiddetle karşı çıkmaları meselesi var.
Paris’teki yürüyüşü izleyen günler, “İslam’a yönelik oyun” ya da “patlama” ihtimali olan birikimi dağıtmak üzere “İslamofobi”nin gündeme getirilip işlenmesinin yanına katılmış ikinci “argüman” olarak Netanyahu’nun da yürüyüşe katılmış olması bütün AKP yandaşı basının manşetlerindeydi! Nasıl olur da yürüyüşe katılırdı, “hangi yüzle Paris’e giderdi”?
Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’la birlikte düzenledikleri basın toplantısında T. Erdoğan Netanyahu’yu hedef aldı: “Soruyorum, Gazze’de 2500 kişiyi katletmek suretiyle bir devlet terörü estiren bu zatın el sallamasına siz nasıl bakıyorsunuz? Sanki tribünde insanlar çok heyecanla onu beklemişler gibi onlara el sallıyor. Hangi yüzle oraya gitti, onu da anlamakta zorlanıyorum. Bir defa siz katlettiğiniz yavruların, kadınların hesabını verin. Aynı şekilde bakıyorsunuz Suriye’de 350 bin insan öldürülmüş. Dünyanın kılı kıpırdıyor mu?” (Hürriyet, 13.01.2015)
Önce Netanyahu… Siyonist politika şefini savunmak kuşkusuz bize düşmez! Kanlı bir katil olduğu kuşkusuzdur. Sadece Gazze değil, bütün Filistin halkının kasaplarından biridir. Ancak tartışmalı olan şudur ki, uzun yıllar Türkiye Başbakanlığı yapmış, şimdiyse cumhurbaşkanı olarak ordularına kumanda etmekte olan Erdoğan, katliamları dolayısıyla Netanyahu’yu suçlayacak herhalde son kişidir!
Türkiye’de katledilen Kürt, kesinlikle İsrail’in katlettiği Filistinliden az değildir! Filistinlilerin katlinden Netanyahu sorumluysa Türkiye’deki Kürtlerin katlinden kim sorumludur? –yanıt ortadadır ve tartışmasızdır!
Öldürülen Kürt sayısı, on binlerle ifade edilmektedir ki, toplamı herhalde 100 bin civarındadır. Ve daha Gezi Direnişi’nde öldürülen ve öldürülmeleri için emir verilmekle öğünülenler vardır! 12, 13, 14 yaşlarında çocukların kanı ellerindedir. “Devlet terörü”yse, işte “devlet terörü”!
“Devlet terörü” terimi, en azından totoloji anlamı taşıdığı için doğru bir terim değildir. İstisnasız her devlet bir şiddet ya da adı üzerinde “terör” aygıtıdır; hiçbir devlet onca silahlı adamı boşuna beslemez, eğer besliyorsa, bunun –başka egemenlerin çıkarlarına karşı kendi egemenlerinin çıkarlarını savunmak üzere bu başka devletlerle pazar ve hammadde kaynakları/toprak paylaşmak üzere savaşmak bir yana konursa– tek anlamı vardır: Öldürecek ve ölecekler; ama egemen sınıf ya da sınıfların sömürü çarkının dönmeyi sürdürmesini garanti edecek, bu çarkı kırmaya yönelik sömürülen ve ezilenlerden gelebilecek her türlü muhalefeti, –eğer başka yöntemlerle bastırılamamışsa– zorla bastıracaklardır! Yinelemek gereksizdir: “Terör makinesinin terörü” –“terör makinesi” zaten terör içindir; o halde devletlerin zulmü ya da zorbalığından söz edilmelidir. Bu zorbalık ya da “resmi terör” bakımından, tarihten bu yana Türklerin eline su dökecek kavim/ulus zor bulunur.
Netanyahu’yu gündeme getirerek İslamcı terör ve Türkiye’ye yönelik tepkileri dağıtma taktiği iki nedenle işe yaramamıştır; birincisi, Davutoğlu’nun da Paris Yürüyüşü’ne katılmasını eleştirenler az sayıda değillerdi ve ikincisi, bunu Türkiye’nin terörle bağlantılarını ileri sürerek yapmaktaydılar, özete “tencere dibin kara, seninki benden kara” hali söz konusuydu! Üstelik bir üçüncüsünden daha söz edilebilirdi ki, zamanında Avrupa’nın ta göbeğine kadar İsrail ve Netanyahu’nun öğündüğü ataları değil, ama Osmanlı gitmişti ki, AKP “Yeni-Osmanlıcı” olduğunu ileri sürüp “ecdat”ıyla onur duymaktaydı.
Bakın örneğin hamaset yaparken, Davutoğlu, AKP Tekirdağ İl Kongresi’nde Tekirdağlılara hitaben nasıl öğünmektedir: “Bizim devletimiz Türkiye Cumhuriyeti devleti nevzuhur bir devlet değildir. Konjonktürel bir devlet değildir, kültürü, değeri, geleneği asırlar öncesine giden köklü bir devlettir. Kökünde Selçuklu, Semerkand, Buhara vardır. Kökünde  Orta Asya vardır. Kökünde Evladı Resul vardır. Ve cihan devlet Osmanlı vardır. Kökünde Evlad-ı Fatihan vardır. Avrupa’ya doğru yürüyen Horosan Erenleri vardır. Şimdi Tekirdağlılar Evlad-ı Fatihan çocukları olarak, Anadolu Yörükleri’nin torunları olarak, Balkan muhacirlerinin devamı olarak çok iyi bilirler ve anlarlar ki biz Trakya’ya geldiğimizde, Edirne’ye, Kırklareli’ne geldiğimizde sadece Trakya’ya konuşmayız, Tuna’ya kadar bütün Balkanlar’a konuşuruz.
“İnşallah bir gün özgür Kudüs’te de hep beraber olacağız… Nasıl zalim Miloseviç ve onun zalimleri, Saraybosna’yı döverken, Gorajde’yi kuşatmışken, hepimizin yüreği Saraybosna ile Gorajde ile Mostar ile atmıştı, şimdi de hepimizin yüreği Gazze’de, Filistin’de, Suriye’de, Somali’de, Irak’ta atıyor.”
Öğünülen tablo, bellidir ki, öğünülecek türden değildir. Evlad-ı Fatihan, fatihlerin, fetihçilerin, yani fethedenlerin, öz Türkçesiyle, ele geçiren, işgal edenlerin evlatları demektir. İşgalcilikle öğünmek –olacak şey değildir ki, tabii zaten üzerinde yaşamakta olduğu geniş topraklar yüz yıllarca Osmanlı işgali altında kalmış olan Avrupalıya itici gelecektir!
İyiden iyiye olumsuzluk taşıyan ise, işgalcilikle bugün de öğünmek ve zulme ve zalime karşı ajitasyon üzerinden yeni işgaller önermektir. Tabii ki ilk elde Müslümanların yaşadığı topraklar: Gazze, Filistin, Suriye, Somali, Irak… İslamcı Türkçülük! Sonra da “İslamofobi” ve “İslam’a Türkiye üzerinden oyun oynandığı” iddiasında bulunma!

“ÜST AKIL” VE “İSLAM’A OPERASYON”
Sıraya konulmuş: Gazze, Filistin, Suriye, Somali, Irak. Sonra diğerleri gelecek. Ta Myanmar’a, Arakan’a kadar. Müslümanların yaşadığı koca bir coğrafya.
Ve tabii ki buraları uzun yıllar emperyalistlerin tahakkümü altında yaşamış. Ve “evlad-ı fatihan” olarak, “evlad-ı Resul” olarak Türkiye’nin buralara gidişi “iyilik için”dir, Türkiye bu toprakları işgal etse bile bunu “iyilik için” yapacak!
İki yıl önce Nijer’e gittiğinde, Erdoğan, “Afrika ile sömürgeci bir mantıkla tek taraflı olarak değil, karşılıklı fayda ve saygı temelinde, her iki tarafın da kazanacağı kalıcı bir işbirliği tesis etmek istiyoruz. Bizim derdimiz buraların petrolü, altını, elması değil. Yüzyıllarca buralarda oluşturulan kardeşlik nasıl olur, birlikte ayağa kalkış nasıl olur, özgürlük mücadelesi nasıl olur bunu göstermek için Nijer’deyiz.” (09.01.2013) demişti. Yeni Cibuti ve Somali’ye gittiğinde de, kesin ki, Türkiye’nin derdi, ne petrol, ne altın, ne elmas. Hayır, Somali’nin petrolü, doğalgazı ve uranyumuyla ilgilenmiyor Türkiye. Buna benzer “dertler” emperyalist sömürgecilerindir!
AKP Hükümeti’nin din siyaseti propagandacılarından biri olarak çalışan Diyanet İşleri Başkanı M. Görmez de, Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan “2. Afrika Kıtası Müslüman Ülke ve Toplulukları Dini Liderler Zirvesi”nin açılış konuşmasında şöyle konuşmaktadır:
“Osmanlı sonrası Afrika uluslararası güç, rekabet ve sömürgeciliğin mücadele alanı haline gelmiş, emperyal güçler, hürriyet sevdalısı insanların ve zengin tabii kaynakların membaı olan bu kıtaya musallat olmuştur. Maalesef insanları köleleştirerek servetlerini yağmalamışlardır. Bu kıta ve güzel insanları zulmün acı hatıralarını hâlâ taşımaktadır.
“Sömürgeci siyasetler, kolonyalizm ve neo-kolonyalizm süreçlerinde Afrika halkları pek çok zulme muhatap olmuş, biçare bırakılmış, yeraltı ve yerüstü kaynakları ele geçirilmekle kalmamış, dini ve entelektüel kimliklerinde de ağır tahribatlar yapılmıştır. Siyasi ve ekonomik ihtirasın sınır tanımaz elçileri, Afrika´yı talan etmekle yetinmemiş, sistematik köleleştirmeler ve insanları aciz bırakan stratejileriyle koca bir kıtayı yoksulluk, düşkünlük ve geri kalmışlıkla malul bırakmışlardır.”
Kuşkusuz emperyalistler sömürge, yarı-sömürge ve bağımlı ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmalamışlar; sermaye yatırımı, kredi, know-how yolları ve borsa vb. oyunlarıyla talanlarını yürütmüşlerdir. Yağmalamada sorunlar oluştuğunda işgaller, darbeler ve iç çatışmaları kışkırtmaktan geri kalmamışlardır. Bu bakımdan “petrol, altın” vb. “dertler” gerçekten önemli bir rol üstlenmiştir. Ancak gerçeği yansıtmayan, Türkiye’nin derdinin yağma ve talan olmayışı, kardeşlik, dayanışma ve birlikte ayağa kalkış olduğuna dair söylenenlerdir. Şüphesiz ki Türkiye burjuvazisinin de “derdi”, tıpkı başka ülkelerin burjuvazileri gibidir.
Ancak propaganda kötülükler ve haksızlıkların “Osmanlı sonrası”na özgü olduğu yolunda ve “biz din kardeşiyiz” içeriklidir; yalnızca Batılı emperyalistlerin hem de özellikle ve hatta neredeyse sadece Müslüman halkları ve zenginliklerini yağmaladıkları ve bu nedenle de Müslümanların tepkilerini tahrik ettikleri şeklindedir.
Charlie Hebdo’nun Hz. Muhammed’in karikatürünü basma yoluyla Müslümanları “tahrik etmesi”ne benzer şekilde, Batılı sömürgeci emperyalistlerce tahrik edilen Müslümanların Paris benzeri yerlerdeki terör eylemleri mazur gösterilmeye ya da “faturanın İslam’a kesilmesini önlemek” adına İslami terör onaylanmaya ya da hiç değilse hafifsenmeye çalışılmaktadır.
Soru şudur: “İslam’la terör ilişkilendirilemez” diyerek siyasal İslam’ı, özel olarak İslami terörü yok sayıp İslam’ı savunma adına daha az önce gerçekleştirilmiş bir “terör eylemi” yerine “İslamofobi” tartışması açmaya çalışmak mı “faturanın İslam’a kesilmesi”nin yolunun taşlarını döşer yoksa “terör”e “terör” diyerek, madem “terörün her türlüsüyle kararlı olarak mücadele edilecek” öyleyse “İslamcı terör”e karşı da lanetleyici bir mücadeleci tutum almak mı?
Aklın yolu birdir; ancak Davutoğlu, Erdoğan ve arkadaşları İslam’ı savunma adına onun terör bağlantısına bile toz kondurmama yolunu tutmuş ve “Türkiye güçlenip” emperyalist sömürgecilerin önünü kesip işini zorlaştırdığı ve “kardeşlik ve dayanışma” yolunu göstererek(!) eskisi gibi “petrol, altın, elmas” “talanlarını” sürdürmelerini engellemeye başladığı için “Türkiye üzerinden”, Türkiye’nin öncüsü ve dayanağı olan “İslam’a” “oyun kurma”ya giriştiklerini ileri sürmeye başlamışlardır!
Bu akıl yürütmede bir miktar megalomani ve paranoya vardır var olmasına, ancak, aynı zamanda “suçluların telaşı” da vardır.
Davutoğlu, Brüksel dönüşü uçakta Akif Beki’yle şöyle sohbet etmektedir: “Türkiye’nin başarı hikâyesi rahatsız ediyor. Bazı çevreler Türkiye’nin başarı hikâyesinin bitmesini istiyorlar. Tipik geri kalmış Müslüman ülke imajına sığmıyor Türkiye. Endonezya ve Malezya ile birlikte Türkiye bu imajı bozuyor.” Yani… Güçlenmiş ve güçlenmesi istenmeyen, daha da güçlenirse başa iyice bela olacağı düşünülen ve “paçasından çekiştirilen” bir Türkiye “hikâyesi”!
Türkiye’ye karşı kampanya mı? Şöyle konuşuyor Davutoğlu: “Dünyada uluslararası medya network’ü var. Her şeyi yapıyoruz, ama bu network karar vermiş: Türkiye’nin başarı hikâyesi bitirilecek ve sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan şeytanlaştırılacak. Hedef bu. 2010’dan, yani Davos’taki ‘one minute’den sonra düğmeye basılmış gibi Türkiye aleyhine harekete geçildi. Mursi’ye ve Mısır’daki demokrasiye verdiğimiz destekten sonra Türkiye aleyhtarı cephe daha da genişledi. Türkiye demokrasiyi savunmanın bedelini ödüyor. Arap Baharı demokratikleşme yönünde olsaydı Türkiye bütün bu ülkelerin hamisi olurdu. Bu çok korkuttu o medya network’ünü.” (Hürriyet, 17.01.2015)
Türkiye hedef alınmıştır! Gerçi nedeni hakkında tam bir fikir birliği yok görünmektedir. Davutoğlu, “Türkiye’nin demokrasiyi savunmasının bedeli” derken, Erdoğan “Türkiye üzerinden İslam’a oyun oynandığı” düşüncesindedir. O kadar farklılık olacaktır!
Zaten Erdoğan da, Mısır darbesi sonrası Davutoğlu gibi konuşmuş, “bir üst aklın” “Mısır darbesine karşı çıktığı” için gelişip güçlenmesini istemediği Türkiye’yi sıraya koyduğunu, Mısır’da yapılanları Türkiye’de tekrarlamaya çalıştığını, ama başaramadığını söylemişti. Darbe sonrası gittiği Trabzon Havaalanında söylenen şu sözler Erdoğan’ındır: “(Mısır darbesini kastederek) … bütün bu oluşumlar, gelişmeler aslında güçlü bir Türkiye’yi, demokrasinin, egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğunun en güzel örneğini veren Türkiye’yi hazmedemeyenlerin projeleridir. Fakat bütün bu projeler nasıl Gezi’de geri teptiyse bilesiniz ki yine geri tepecektir.” (24.08.2013, gazeteler)
Ancak farklılık ve benzerlikler bir tarafa bırakılırsa, şunlar kesindir ki, bir “üst akıl” vardır ve Türkiye “giderek güçlendiği”, “daha da güçlenirse üstesinden gelinemeyeceği” için hedefe konmuştur.
Bu “üst akıl” ve “oyun kurma” ya da “komplo”, kimi zaman da “darbe” algısı ya da kavrayışı veya akıl yürütmesiyle yalnızca Charlie Hebdo olayı karşısında karşılaşmıyoruz. Paranoya ya da “komplo”ya uğrama veya bir dizi gizli kapaklı ya da suç oluşturan işler yaparken yakalanma korkusuyla kendine komplo düzenlendiği zehabına kapılma, böyle bir beklenti sahibi olma neredeyse genel bir ruh hali özelliği kazanmıştır.
Önce Gezi –üst akıl… komplo. 7 Şubat MİT soruşturması –üst akıl… komplo. Ardından 17/25 Aralık Soruşturmaları –üst akıl… komplo… Darbe. Kobanê –üst akıl… komplo. Yüce Divan’a göndermek üzere Meclis Komisyonu kurulması –üst akıl… komplo. En son Charli Hebdo –üst akıl… komplo.
Birkaç örnek:
“Bu tuzağı veya bu tezgâhı kuran muhtemelen başka bir mantık var. Yani şu anda PYD’nin mantalitesinin bu kadar güçlü olduğunu ben düşünmüyorum. Muhtemelen daha üst bir akıl var.” (Erdoğan, El Cezire, 26.10.2014, Kobanê ile ilgili, Letonya-Estonya dönüşü uçakta)
“Bunların arkasında bir üst akıl var…
“Operasyon sadece bana, şahsıma yapılmamıştır. Yapılan operasyonlar hem dışarıdan hem içeriden bir üst merci işidir.
“Gezi olayları dediler, sokaklara döküldüler…
“17 Aralık’ta bahane yolsuzluk iddiası. Bizimle ilgili iddianameler bile hazırdı. O malum polisler tarafından hazırlanmış bekletiliyordu. Hatta bizden sonra görev alacak Başkan, bakanlar bile belliydi. Darbe girişimiydi ama burada bu işi başaramadılar, Mısır’da Ukrayna’da işe yaradı. Burada başaramadılar.
“Bu paralel yapı hiçbir zaman yalnız hareket etmedi. Zaten tek başına bunu planlayacak zeka ve kapasiteye de sahip değil. Sadece maşa olarak kullanıldılar.
“Bu şebeke sufle yaparak medyayı kullanıyor. Kara para aklama bunlarda. Bunların meselesi şahsımla değil, Türkiye’nin bağımsızlığıyla.
“Verilen yardımların nereye gittiğini yatırımcı kardeşim iyi görüyor. Maalesef vatana ihanete gitmiştir. Bu mesele paralel yapı meselesi değildir. Onları maşa olarak kullananlardır. Bu milletin güçlenmesini istemiyorlar.” (Erdoğan, Cumhuriyet, 12.12.2014, TOBB heyetiyle toplantıda)
Mantık anlaşılmış olmalıdır. Peki kimdir bu “üst akıl”?
Çok yerde bir “üst akıl”dan söz eden Erdoğan, birçok yerde imalarda bulunmuştur ancak hiçbir zaman bu “üst akıl”ın kim ya da kimler olduğunu açıklamamıştır. Tek istisna, yine bir “üst akıl”a yorduğu “Mısır darbesi’nin arkasında İsrail var” şeklindeki açıklamasıdır. Kolay değildir ve tabii ki diplomasi yapacaktır!
O nedenle AKP tandaslı üçüncü kişilerin yorumlarıyla bir Amerikalı’nın algısına başvuracağız.
Birinci yorum eski MİT’çi, eski Radikal yazarı Avni Özgürel’e aittir ve Erdoğan’ın açıklamalarını değerlendiren Özgürel, “Türkiye’nin Suriye ve Irak sınırı boyunca kurgulanan oyunu bir üst akıl tezgâhlıyor” sözündeki üst aklın Amerika Birleşik Devletleri olduğunu söylemektedir. (27.10.2014, A Haber)
İkinci yorum espoyonaj nitelikli ve Sabah gazetesine göre 25 yıl Cemaat içinde bulunan, Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi eski imam Prof. Dr. Ahmet Keleş’e ait. Keleş’in yorumu şöyle: “1998’de Gülen’in Amerika’ya gidişiyle 3. devreye girildi. ABD ve İsrail’in kontrol ettiği bir akıl haline dönüştü. Bu akıl Gülen’in aklı değil. Siz Gülen’in aklı ile mücadele etmiyorsunuz. Mücadele ettiğiniz akıl ABD ve İsrail’in ortaklaşa destek verdiği büyük bir akıl. Yıllar yılı bu ülkedeki yapılanmaların stratejik planlamaları bu yapının kademelerinde ve üst akıl tarafından yapılıyor. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün üzerine dinleme merkezi kuranlar, Yargıtay’ın çatısına cihazlar koyanlar, Başbakan’ın ofisine böcekleri koyanlar, herkesi dinleyenler, fişleyenler, kameraya çekenler bunlar.” (Sabah, 23.01.2015)
Ve Newyork Times, Washington Post ve Wall Street Journal gibi Amerikan gazetelerinde yazılanlar yeterince yansıtmış kabul edilse bile, bir de bir “düşünce kuruluşu” olan Center for American Progress’in Türkiye uzmanı ve kıdemli araştırmacısı Amerikalı Michael Werz’in yansıttığı Amerikan algısı: “Erdoğan’dan ABD’nin bölgedeki rolüyle ilgili sürekli suçlamalar geliyor ve bu durum kendisinin cumhurbaşkanı olmasının ardından da değişmedi. Hükümette devamlı bir anti-Amerikan, anti-Batı bir söylem var… Bugünlerde Beyaz Saray, Dışişleri ya da Pentagon’da kimse Türkiye’ye büyük bir iyilik yapmaya hazır değil… Türk dış politikasının sonuçları etkileme ve bölgeye istikrar, refah ve daha az ölüm götürme kapasitesi oldukça sınırlı.” (Hürriyet, 26. 01. 2015)

***
Ne demek? Ya da neden Türkiye “üst akıl” ABD’nin hışmını üzerine çekiyor olsun? Sorun ne? Türkiye Amerikan emperyalizminin “tekerine çomak mı sokuyor”? Sokuyorsa nerede ve nasıl?
Özetle:
Myanmar’da değil tabii. Orası, Türkiye diline dolasa ve ara sıra yardım ulaştırsa bile, Türkiye’nin elinin kolunun erişmesi bakımından fazlasıyla uzak!
Ama Suriye’de Amerikan ve Türk yaklaşımlarının farklı olduğunu bilmeyen kalmadı. Amerika çoktan “Esad’sız çözüm” çizgisini terk etme sinyalleri verirken, Türkiye hâlâ IŞİD’e karşı mücadele babında bile “Esat karşıtlığı”nı şart koşarak Amerika’nın kurduğu “IŞİD Karşıtı Koalisyon”un etkinliğini azaltıyor, onu yokuşa sürüyor.
Üstelik Türkiye’nin sadece genel olarak Suriye politikası fiyaskoya yol açmakla kalmamış, Kobanê politikası da fiyaskoya götürmüştür. Kobanê’ye yaklaşımda açıktan ABD bir yanda Türkiye bir yanda kalırken, en son 26 Ocak’ta, 134 günlük bir savaşın ardından IŞİD çetelerinin Peşmerge ve belirli ÖSO gruplarınca desteklenen PYD güçlerince Kobanê’den tamamen sürülüp çıkarılmalarıyla şimdi Türkiye güneydoğusunda IŞİD’e karşı Amerikan desteğini sağlamış ve galip gelerek Kantonlar olarak varoluşlarını sağlamlaştırmış Kürtlerle komşudur.
Türkiye’nin İsrail karşıtı söylem ve tutumları Amerika’da hoş karşılanmamakta ve örneğin Erdoğan’ın “hangi yüzle Paris Yürüyüşü’ne katıldı” suçlaması karşısında Amerikan Dışişleri sözcüsü, açıkça “Biz, Başbakan Netanyahu’nun Paris’te diğer dünya liderlerinin yanında bulunmasının teröre karşı Fransız halkıyla anlamlı bir birlik mesajı olduğuna kesinlikle inanıyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İsrail devletini tarif şekline katılmıyoruz” açıklaması yapmaktadır.
Mısır darbesi, AKP yöneticilerinin kendilerinin de farkında oldukları gibi, ABD ile Türkiye arasında önemli bir farklılık konusudur; Türkiye –tavır değişikliği sinyalleri vermeye başlasa bile– Müslüman Kardeşleri savunmaktan hâlâ vazgeçmemişken, ABD ve Suudi Arabistan, Türkiye’nin yanında duran son Arap ülkesi olan Katar’ı da yanlarına çekerek Türkiye’nin tam tecridini gerçekleştirmişlerdir.
Türkiye’nin “değerli yalnızlık”ı seçerek, tecrit durumunda olduğu bir başka coğrafya Libya’dır. Libya’da Türkiye Müslüman Kardeşler etkinliğindeki Trablus’taki Milli Genel Kongre’yi destekleyen dünyadaki tek ülke olarak kalırken, Tobruk’taki General Halife Hafter ve Zintan desteğine sahip Temsilciler Meclisi Hükümeti BM’in desteğini sağlamış durumdadır.
Türkiye, Yemen’de de “yanlış at”a oynamış, ve çoktan etkisini yitirerek tecrit olmuştur. Yemen’de El-Kaide’niun üstü örtülü onayıyla iktidarda olan Müslüman Kardeşler’in İslah Partisi, Batılılar ve Suudilerin sessiz kalmaları ve eski devlet Başkanı Abdullah Salih’in de karşı çıkmayıp dolaylı destek sağlamasıyla Kuzey’den gelen İran desteğindeki Husilerce püskürtülmüştür.
Ve Şam Emevi Camii’nde namaz kılmak üzere savaş politikaları izlemeyi de göze alarak müdahaleye giriştiği Ortadoğu’da “ekmek kapıları” hemen tamamıyla yüzüne kapanan AKP Türkiye’si, bundan böyle yüzünü Afrika’ya dönmüş görünmektedir! “Umut Memed’in ekmeğidir”! Ancak Afrika’nın “üst akıl”sız olacağını ve “Müslümanlara oyun” kurulmayacağını kuşkusuz kimse beklememelidir!

U-dönüşleri ya da IŞİD’in çökerttiği hilafet ve Anti emperyalizm

Geçen sayımızda IŞİD eksenli olarak Irak ve Suriye’deki son “gelişmeler” üzerinde durmuş ve Amerikan yaklaşım ve taktiğiyle farklılığın AKP Türkiye’sinin zorluğunu oluşturduğunu; zorluğun IŞİD’e karşı koalisyona katılıp katılmama bakımından bir “viraj”la aşıldığını, ama Rojava’ya yönelik olarak sürdüğünü belirtmiş ve “şimdi sıra bu yönden de ‘uyumlanma’nın gerçekleşmesindedir” deyip noktalamıştık.
Birkaç gün geçti geçmedi, Amerika’nın Kobanê’yi kuşatan IŞİD mevzilerine yönelik olarak başlattığı hava bombardımanının ciddiye binen bir yoğunluk kazanmasının ardından 3 Amerikan kargo uçağı kuşatma altındaki YPG/YPJ savaşçılarına paraşütlerle 27 parti silah, cephane, gıda ve tıbbi malzeme yardımı yaptı. Ve aynı gün Irak Kürt Yönetimi peşmergelerinin Türkiye’nin açacağı “koridor”dan Kobanê’ye geçmesine izin verildiğini, hatta Hürriyet’e göre geçtiğini öğrendik.
Önemsiz denemeyecek bir gelişmeydi.

*
Gelişmeler, Türkiye bakımından, AKP ya da halifelikle başbakanlık arasında gidip gelen Recep Tayyip Erdoğan ve vekili ya da yardımcısı pozisyonundaki “derin stratejist” Davutoğlu’nun IŞİD eksenli olarak güncellenen Suriye ve Irak politikasının ne olduğunu söyleyebilecek kimsenin var olup olmadığı sorusunu gündeme getirdi!
Sorular sıralanabilirdi: Öncelikle ne dediklerini, nasıl bir politika savundukları ve uygulamaya çalıştıklarını hatırlayan var mıydı? Ya da bir politika ve taktikleri var mıydı? Gelişmeler karşısında olup olmadığı anlaşılabiliyor muydu?
Eh! Politika demeye bin şahit isteyen ve bir türlü ne ve nasıl olduğu tanımlanabilmek üzere ele avuca gelmeyen, durmaksızın değişen ve değişiminin hızına erişilemeyen esnek mi esnek bir dış politikaları var gibi. Ya da vardı ve zorunlu değişiklikleriyle birlikte var olmaya devam ediyor. IŞİD merkezli son gelişmelerle sınırlı konuşulacak olursa, “kadı kızı”nda bile olabilecek “küçük” bir değişme ya da alınan büyük bir virajla “var”! Newyork Times başta olmak üzere batı basını “küçük değişimi” “U-Dönüşü” olarak nitelendiriyor. Ya da Cengiz Çandar “Gelinen nokta, …AKP iktidarının ‘ABD baskısı önünde eğilmesi ve Kobane konusunda ‘geri basması’dır” tanımlamasını yapıyor.
Ama.. Sadece son “viraj”, “U-Dönüşü” ya da izlenilme iddiasında olunan politikada “geri basma” mı? Öyle olsa, belki Özal’ın “Anayasa bir defa delinmekle bir şey olmaz” dediğinde olduğu gibi, fazla önem verilmeyebilir, “eh arada olur” denebilirdi! Öyle değil ki…
Hatırlayın, ne yazmıştı Başbakanlığı fiilen yürütmekte olan cumhurbaşkanlığı koltuğuna da kurulmuş beyefendinin yardımcısı pozisyonundaki eski Dışişleri Bakanı Davut Bey. “Merkez ülkeyiz” dememiş miydi? “Oyun kurucu ülke” –öyleydik beyefendiye inanacak olsak! Bu bölge, Ortadoğu yani, “bizden sorulur”du, sonradan, örneğin Suriye politikasına ilişkin olarak da sık sık yinelediği gibi, “Amerikalılar çok hata yapmışlar, yüzümüze bakamaz olmuşlar”dı, “en iyi biz bilir”dik ve “biz olmadan olmaz”dı! Ve bir başka iddiayı daha hatırlayın, “komşularla sıfır sorun” halinde olacaktık! Ne oldu?

*
Haydi, bunlar sadece iddiaydı ve diplomaside olurdu böyle şeyler!
Peki, Libya? “Biz asla ve kat’a NATO harekatına karşıyız” dememiş miydik? Dış politikaya tabii ki maddi çıkarlar yön verirdi ve Türk burjuvazisinin Libya’ya ilişkin çıkarları bunu gerektiriyor olmalıydı. Evet, milyarlarca dolarlık geri ödemeleri alınamayan yatırımları vardı burjuvazinin Libya’da, onun derdindeydiler. Kaddafi’yle arayı iyi tutunca alacakları tahsil edebileceklerini sanmışlar, ama iki gün içinde işin ciddiyetini ve isteseler bile Kaddafi’yle arayı iyi tutamayacaklarını, laf olarak ne yazıp söylerse söylesinler, bu kadar da “oyun kurucu” “merkez ülke” olmadıklarını, manevra yapabilecek “boşluk” kalmadığını görmüşler ve kısa yoldan “pes” ederek, tam tersi pozisyonu tutmaya geçmişlerdi. Bırakın NATO operasyonuna karşı çıkmayı, lafta eski pozisyonun sürdürülmesi de bir tarafa, tarafsız bile –haydi kalamamışlar demeyelim– kalmamış ve 5-6 savaş gemisi ve uçakla operasyona katılmışlardı.

*
Mısır politikası, peki? Hızlı İhvancı oldukları kuşkusuzdu. Mısır’da bir İhvan hükümeti için az çalışmamışlar, neredeyse “oyun kurucu” sıfatını hak etmeye yaklaşmışlardı ki, dünya başlarına yakılmıştı. Doğrusu, gelişmeler ve gidişatın tayin edici etkisiyle, halk hareketinin başka türlü bastırılmasının zorluğunu gören Amerikalılar en azından “denenebilir”, “deneyip görürüz” tutumu alarak, İhvan’ın da katılımıyla emperyalist kapitalist egemenliğin dayanaklarının genişletilip güçlendirilmesi eğilimine girmişler ve bu eğilim Türk İhvanı tarafından da iştiyakla desteklenmişti. Ancak deneme kısa sürmüş ve Amerikalılar İhvan siyasal İslamcılığına fazla katlanamamışlar ve Sisi Darbesi’nin önünü açmışlardı. Sonra gelsin dört parmak yukarıda “Rabia” işaretleri ve Esma’nın ardından (aslında kendi kaybettiklerine ve hallerine) ağlamalar! Ve “darbe karşıtı” “demokratik” ajitasyonlar! En son IŞİD karşıtı Koalisyon konulu manevrayı yaptıkları BM toplantısına kadar sürdürdükleri Batıyı suçlayan bir darbe karşıtı ajitasyon ve sonra tam sessizlik: “Tısss”! En sessiz sedasız ve en kazasız belasız yapılan manevra Mısır politikasına ilişkin olanı olmalı. Ama hangi elçi atanırsa atansın Mısır’la ilişkilerin ısıtılmasının olanağı bulunamayacak olması, bir sorun olarak kalacak ve örneğin BM Güvenlik Konseyi geçici üyelik seçimi gibi olaylarda kendisini hep hissettirecek.

*
Libya operasyonu ile neredeyse eşzamanlı olarak ortaya çıkan Suriye “problemi”, Esad’dan çok bir “Erdoğan problemi” görünümünü çoktan kazanmıştır. Esad’la arası neredeyse bir “özdeyiş”e dönüşme raddelerine gelen “kardeşim Esad”la tanımlandığı dönemin sıcak ve iyi ilişkilerinin bozulmasının suçlusu tabii ki yerli Halife özentisi değildir. Suriye’deki halk muhalefetini fırsat bilip Esad’tan kurtulmaya şevklenen, en başta Amerikalılar olmak üzere Batılı emperyalistlerdir. “Kardeşim Esad”dan başlangıçta zorlanarak döndürülen AKP lideri, öyle hızlı vites büyütmüştür ki, kısa sürede kendisini “yeni” “Esad karşıtı” yönelim ve politikalara “ikna” eden Amerikalılar ve sair Batılıları “sollayarak” öne fırlamış, “birkaç hafta içinde Şam Emevi Camiinde namaz kılma” noktasına ilerleyivermiştir! Birkaç gün içinde alınan mesafe 180 dereceliktir.
Hilafet özentisi beyefendinin politik tutum ve esnemeleri, esneme olmasına esnemedir; ama hep fazla köşeli ve fevri olmuş, bir uçtan diğerine uçuşmuştur. Suriye konusunda, “kardeşlik”ten “hasımlık”a geçerken de ve sonra hasımlık çerçevesindeki git-gellerde de bu fevrilik ve uçuşma hali belirgindir.
Bir kez hasım olduktan sonraki aculluk diplomasinin hiçbir kuralına sığdırılabilir değildir; öyle ki, iki komşu ülkenin yöneticileri olarak, artık Esad’la Recep Tayyip Beylerin bir arada bulunabilmeleri herhalde olanaklı olmaktan çıkmıştır ki, buna yol açan Esad değildir. Üstelik emperyalistler Cenevre görüşmelerinde kanıtlandığı gibi Esad rejiminin temsilcileriyle bir arada bulunabilirken, “Erdoğan rejimi”nin atak ve nezaketsiz aculluğu nedeniyle, bu, Türkiye bakımından boşa düşürülmüş –ve ileride hayıflanılacak– olanaktır. Batılı emperyalistler Esad’ı muhatap alıp Cenevre-2’ye katılırlarken, AKP elindeki Türkiye, Davutoğlu’nun ağzından, Amerikan ve Rus Dışişleri bakanları Kerry ve Lavrov arasındaki anlaşmaya dayalı olarak izlenmekte olan Cenevre-2 sürecini “kozmetik bir süreç” olarak nitelendirmiş ve görüşmeler yoluna girip Suriye’yi bombalamaya yanaşmadığı için eleştirdiği Amerika’nın Dışişleri sözcüsü tarafından “Suriye için en iyi yolun bir askeri harekat olmadığı” açıklanarak yanıtlanmıştı. ABD tarafından bile “savaş yanlısı” sayılan bir ülke! Sonuç; Cenevre-2’nin toplanması ve Türkiye’nin karşı çıktığı Cenevre-2 Konferansı’na kös kös katılması oldu!

*
Sonra sanki “durup dururken” gibi görünerek, geçen sayımızdaki yazımızda üzerinde durduğumuz gibi İslam Devleti ortaya çıktı; önce Musul’u ele geçirirken Türkiye’nin de –ideolojik ‘kardeş’e duyulan aşırı güvenden olmalı– Konsolosluğu boşaltmayan görevlileri de rehin alınarak kafalar kesilip kadınların ırzına geçildi ve bununla, Amerika’nın bölgeyi yeniden “dizayn” etmesi bakımından arayıp da bulamadığı türden bir davetiye çıkarılmış oldu ve ABD’nin çağrısıyla derhal “IŞİD’e karşı koalisyon” oluşturularak hava bombardımanı başlatıldı.
Türkiye, asla ve kat’a “IŞİD’e karşı askeri harekata katılmayacağı”nı açıkladı. Ancak insani önlemlere katılabilirdi. Tükürükler kurumamıştı ki, Musul Konsolosluk görevlerinin bırakılmaları ya da bıraktırılmalarıyla neredeyse eş zamanlı olarak toplanan BM’de, Dışilişkiler Konseyi’nde yaptığı konuşmada, hala başbakanlığı sürdüren R. Tayyip Erdoğan Türkiye’nin politika ya da taktiğini değiştirdiğini ilan etti. Baskılara dayanamamış olmalıydı. Türkiye örneğin fazla IŞİD’çı görünüyordu; bu “terör örgütü”ne sunduğu destekler tüm Batılıların dilinde ve medya sayfa ve ekranlarındaydı. Üstelik Amerikan patronajındaki koalisyona katılmaması durumunda Ortadoğu’ya yönelik “yeni hamle”den tamamen dışlanmış olacak ve şimdiki gibi kırık-dökük de olsa hiç söz hakkı kalmayacaktı. Gerçi BM toplantısı için Newyork’e giderken farklı Newyork’a varıldığında farklı politika iyi bir görüntü oluşturmayacaktı, ama olsundu, ne yapılabilirdi ki! Erdoğan “Türkiye’nin askeri harekat dahil her türlü harekata katılacağı”nı açıkladı.

*
Ancak sanki “terörist” dememek için uzun süre sabredilmemiş ve tersine davranılıp destekler sunulmamış gibi, Erdoğan “IŞİD terör örgütü” ve “bataklık” nitelemelerini kolaylıkla yapsa bile, sorun bitmiyor ve “koalisyona katılma”nın ötesinde, Amerikan ve Türk taktikleri arasında önemli bir fark hala kalıyordu: Rojava.. Kobanê ne olacaktı?
Sorunu yine geçen sayıda ortaya koymuştuk: ABD ve koalisyonu “önceliğimiz” dedikleri İslam Devleti’ne karşı hava harekatını sürdürürken kara harekatına katılabilecek güçlerle işbirliği yapıp bu güçleri destekleme taktiğini sürdüreceklerini açıklamışlardı ki; bu güçler de belliydi: Irak merkezi Ordusu, İKBY peşmergeleri, Suriyeli muhaliflerin örgütleri ki, içlerinde adı açıkça anılmasa bile, PYD de vardı. Türkiye ise, “hava harekatının yetmeyeceği”, “ESAD’ın hedef alınması gerektiği”, “PKK ile IŞİD’ın aynı şey olduğu”, “PYD ile de PKK’nin aynı olduğu” gibi gerekçeler ileri sürüp bin dereden su getirerek farklılığını koruyordu. Eğer PYD ÖSO’ya katılmaz ve ESAD’a karşı savaşa başlamazsa, Türkiye, o da başka çaresi kalmayıp mecbur olduğunda, ancak insani yardımda bulunabilirdi. Nitekim, Kobanê göçmenleri sınıra yığıldıkları ve dünyanın gözü önünde ölüme terk edilemeyecekleri için Türkiye’ye “buyur” edildiler. Hepsi o kadardı. Ardından Kobanê Savaşı’nın seyrine geçildi!
Kuşatmanın 36. gününde Amerikalıların uçaklarla silah yardımı geldi. O güne kadar onlar da öldürmeyip süründürecek kadar bile “yardım” etmemişler, başlıca yardım yöntemi olarak Kobanêyi kuşatan İslam Devleti mevzilerini şöyle böyle bombalayarak idare etmişlerdi. AKP Türkiye’sinin işine gelmiyordu da Amerika’nın geliyor muydu PYD ve Rojava’da aşağıdan yukarıya kurulmuş özerk kantonlardaki halk iktidarının örgütlenmesi? Onun da gelmiyordu şüphesiz ve “destek” için hiç acele etmeyip Batı Kürdistan Kürtleri şahsında Kürt halkını ölümle terbiye etmek üzere birkaç bombayla yasak savarak beklediler. Özerkliğine sarılmış Kürt iradesini kırmayı ve önlerinde diz çöktürmeyi, “aman..” dedirtemeseler bile, ölümden “kurtarılmış” olmanın minnet duygularıyla hiç değilse alttan alır hale getirmeyi hedeflediler.
Yine de Türk ve Amerikan taktikleri arasındaki fark az değildi. AKP Türkiye’si uzun süre Kobanê’yi ağır silahlarla döven IŞİD saldırısını yalnızca seyrederek bekledi: Dünyada oluşan baskı karşısında direnemedikleri önceki AKP nerede bitiyor IŞİD nerede başlıyor fazla belli olmayan IŞİD’çiliklerinden bir adım gerileyerek geldikleri “IŞİD de PKK ve PYD de birbirinden farksız” pozisyonlarında seyrediyorlardı, iki taraf da birbirlerini “yesinler”di! Bunun üstü örtülü IŞİD’çilik olduğu şüphesizdir; çünkü müdahale edilmediğinde sonucu tartışmasız kestirilebilecek, güç dengesi orantılı olmayan bir kuşatma karşısındaydık.
Amerika terbiye, AKP Türkiye’siyse yok etme peşindeydi Kürtleri. Ve fark somutlandı: Önce hava bombardımanı sıklaştı ve tahrip gücü artırıldı ve ardından Amerikalılar, Dışişleri Sözcülerinin açıkladığı üzere, “rızasını aramadıkları Türkiye’yi bilgilendirerek” Kobanê’yi savunan YPG/YPJ savaşçılarına silah yardımında bulundular.
Türkiye ne yaptı? Hala başbakanlığı sürdürmekte olan Erdoğan, Afganistan dönüşü yeni lüks uçağında, gazetecilere, lafı gündem olmuş PYD’ye olası Amerikan yardımı ile ilgili net görüşlerini, kuşkusuz Türkiye’nin politik tutumu olarak şöyle anlatmıştı: “PYD şu anda bizim için PKK ile eştir, o da bir terör örgütüdür. Bir terör örgütüne kalkıp da bize dost olan NATO’da beraber olduğumuz Amerika’nın böyle bir desteği, açıktan açığa söyleyerek, bizden ‘evet’ ifadesini, yaklaşımını beklemesi çok çok yanlış olur, böyle bir şeyi bizden beklemesi mümkün değil, böyle bir şeye de biz ‘evet’ diyemeyiz.”
Oysa biraz daha “esnek” ya da mütevekkil olabilir, 180 derecelik çark etme görüntüsü vermekten kaçınabilirdi. Olası Amerikan tutumuna dair yeterince veri vardı çünkü. Öncelikle IŞİD dolayımıyla izlemekte olduğu taktik belliydi. İkinci olarak hava bombardımanı başlamış, bununla kalmamış ağırlaştırılmıştı. Ve üçüncüsü, Paris ve Erbil ya da Dohuk’ta Amerikan ve PYD yetkilileri arasında iki ya da daha fazla aracısız görüşme yapıldığı açıklanmıştı. Amerika, her ne kadar “politikamız değişmedi, anlık durum” açıklamasını yapsa da, anlaşılıyordu ki PYD’yi tanımak üzereydi ve onunla ilişki kurmaktaydı.
Sonra Obama’nın telefonu geldi. Erdoğan’ın uçağı yeni Yeşilköy’e inmişti ki, uçakta gazetecilerle yapılan konuşmadaki iddialar tarih oldu! Diyemeyiz denen “evet” denmişti bile ve arada saatler vardı ancak!
Sabah “biliyorduk” diye yazdı birinci sayfasından! Evet, doğrusu, bilgilendirilmişlerdi. Ama Amerika Suriye’deki IŞİD hedeflerini bombalayacağı konusunda “düşman” Esad’ı bile bilgilendirmişti!
Bilgilendirme-rızasını arama tartışmasının önemi şuradaydı ki, Kürt sorununda, hem de Irak Kürdistanı’na değil, Erdoğan’ın “PKK ile PYD aynı şeydir” saptaması kapsamında Türkiye ile doğrudan ilişkili olan/ilişkili hale gelmiş Suriye Kürdistanı’na ilişkin olarak Amerika ile Türkiye ayrışmış, Amerika Türkiye’nin Kürt politikasını dikkate almaksızın kendi Kürt politikasını izlemişti. BBC Türkçe, Lehigh Üniversitesi’nden Henri Barkey, “son durumu Financial Times’a şöyle yorumluyor: Bu çok büyük bir kırılma. İlk defa ABD, Kürtlere Türkiye’nin istediği gibi davranmıyor.” şeklinde haberleştirdi.
Erdoğan, Letonya’ya gitmek üzere uçağına binerken, ikinci “olay”ı oluşturan Türkiye’nin Kobanê’ye koridor açmasını, telefonda Obama’ya kendisinin teklif ettiğini anlattı. Külaha anlatır gibiydi ve “Amerika’nın YPG/YPJ’ye silah yardımı yapmasını da ben istedim” dese kimse şaşırmayacaktı! İş ayağa düşmüştü bir kez!
Aynı konuşmasında, eski IŞİD’i destekleme taktiğini hala tümüyle elden çıkarmadığını göstermek ve IŞİD’e “durumumu anla, başka türlü davranamıyorum, ama seni de gözetiyorum” selamı göndermek anlamına gelerek, Kobanê’ye Amerikan silah yardımını doğru bulmadığını da söyledi Erdoğan. “PYD’ye silah yardımı Türkiye’ye rağmen yapıldı” ve “yanlış yapıldı” dedi ve buna bir paket silahın IŞİD eline geçmesini dayanak gösterdi! Anlaşılmaktaydı ki, PYD eline geçmesini, PYD’ye yardım edilmesini yanlış bulmama fikrine kendisini alıştırmaya çalışmaktaydı! Ve asıl önemlisi, “düzen kurucu” “merkez ülke” bir üfürüşte gitmiş, Erdoğan ve bizler, sözü bile sorulmayan, “kırmızı çizgi”leri göz göre göre ve bir telefonla çiziliveren kıymeti harbiyesi kalmamış önemsiz bir ülkeyle yüzleştirilmiştik! “Gerçi sözcüleri bir şeyler anlatıyorlar” demekteydi Erdoğan. Evet, Dışişleri Bakanı’nın bile değil, artık sözcülerinin değerlendirmelerine konu olan, “rızasını almadık” denilerek haddi bildirilen bir ülke oluvermiştik: Her zaman yüksek perdeden atıp tutmalarına ve “dik durma” laflarına alışkın olduğumuz Erdoğan’ın alçak ses tonuyla kabullendiği AKP Türkiye’sinin geldiği/getirildiği bu ancak Amerikan sözcülerinin hakaretlerine muhatap olmuşluk durumuydu!
Geçen sayımızda sözünü ettiğimiz AKP Türkiye’sinin “zorluk”unun üstesinden gelinememiş, Rojava politikası iflas etmiş, müflis tüccara dönülmüştür!

*
Ya “koridor”? Gerçekten Erdoğan tarafından önerilmiş olabilir mi? Bu şaşkınlıkta her şey olabilir görünmektedir, ancak, “koridor” tartışmasının sözünün ilk kez Obama-Erdoğan telefon görüşmesinde edilmediğini dünya alem bilmektedir. Erdoğan’ın PYD’nin Amerika tarafından tanınıp muhatap alınması ve üstüne bir de silah yardımı yapılmasının önünü kesmek üzere Kobanê’ye bir “koridor” açılmasını benimseme noktasına gelmiş olması mümkündür. Üstelik böyle bir “hamle” ile PYD ve PKK ile KDP ve Suriye Kürdistan’ındaki müttefiki Kürt partiler arasındaki anlaşmazlıktan yararlanmaya da oynamış olma olasılığı vardır. PYD “Kobanê’de yabancı asker ve hatta peşmergeyi de istemediği”ni ve tek eksiklerinin “savaşçı değil silah” olduğunu açıklamışken, AKP Türkiye’sinin Kürtler arasındaki ayrılıklara oynayarak, iyi ilişkilere sahip olduğu Barzani’yi işin içine katmaya çalışması ve Barzani ve KDP’yi PYD’ye tercih etmesinden daha anlaşılır şey olamaz. Bunun üstelik ABD’nin de işine geleceğini tahmin etmek de zor değildir. Dolayısıyla Erdoğan “akıllı” görünen “koridor” “önerisi” ile inisiyatif almaya ve PYD’ye Amerikan silah yardımının önünü kesmeye çalışmış; ancak Amerikan yardımını engellemeyi başaramamıştır. Şimdilik Barzani ile yakınlığı ve onunla PYD arasındaki anlaşmazlıklar üzerinden Kobanê içişlerine el atarak PYD’nin arkasından dolanmakla yetinmekten başka çaresi kalmamış görünmektedir.
Ancak bütün bunlar “Kobanê’ye koridor”un bir AKP önerisi olduğu anlamına gelmeyecektir. Hatırlanacaktır; “Kobanê’yle bizim ne alakamız var”, “PKK ile IŞİD birdir” diyen Erdoğan’dır ve “Obama’ya ben teklif ettim” diyerek geldiği yer hazindir. Ne “koridor açması” ne “öneri”si! AKP Türkiye’sinin taktiği, Esad’ı devirmeyi amaçlamış yeni Osmanlıcı yayılmacılık kapsamında az çok üstü örtülü desteklediği IŞİD’ın Türk milliyetçiliğinin kabullenemediği bir “bela” oluşturan Suriye sınırındaki Kürt kantonlarını da yok etmesinin sağlanması ve bunun seyredilmesi taktiğiydi. Ancak bu taktik bir yandan dünya halklarının baskısı bir yandan da Amerikan taktiğinin farklılığı nedeniyle işlememiştir. Ve öyle anlaşılmaktadır ki, Erdoğan, önceden PYD ve PKK tarafından talep edilen, bir Kürt önerisi olan ve uzun süre reddettiği “koridor” açılmasını sahiplenerek durumu kurtarmaya uğraşmaktadır! Sekiz saat süren ve ilk kez sözcü Arınç tarafından bir açıklamayla “taçlandırılamayan” Bakanlar Kurulu ve bakanlarla başbakanlığı hala deruhte etmekte olan Erdoğan arasındaki onca fikir teatisine karşın bulunulabilen, anlaşılan bu “koridor” fikri olabilmiştir! Durumun fazlasıyla zor olduğu kesindir! “Paralelciler” ya da Gezi Direnişi söz konusu olduğunda, iş henüz bunca somut bir yere gelip dayanmamışken “karanlık dış odaklar” ve bir Amerikan vilayeti olduğu kuşkusuz olan “Pensilvanya” laflarıyla ima edilen “Amerikan karşıtlığı”, ABD ile net bir farklılık ortaya çıktığında “Türkiye’ye rağmen yapıldı” denmekle yetinilerek, “one minute” ataklığının yanına bile yaklaşılmadan sönmeye bırakılmıştır! Tam da gerekli olduğu durumda “karşıtlık” yerine selam durmak –işte bu, emperyalizmin işbirlikçilerinden beklenebilecek tek hareket tarzıdır!

*
Burada “anti emperyalizm” tartışmasına gelebilir ve “anti emperyalizm” çekiştirmesi yapanlara bakabiliriz.

*
Cemaat karşıtlığıyla anti emperyalizmi AKP destekçiliği cenahından kavrayan bir mevziye sürüklenen Ergenekon Aydınlık’ının tutumu üzerinde konuşmak fazlalıktan bir iş olacaktır. Davutoğlu’nun “oyun kurucu” “merkez ülke” “derinliği”yle “statik müttefiklik”ten “hareketli ortaklık”a evrilme hülyasındaki Yeni Osmanlıcı yayılmacılığın ihtiyaçlarını ve bunu dillendiren Hulusi Paşa’nın söylemini Tuncer Kılınç’ın eski “basacaksın doları…” ajitasyonlu Rusya ve İran yakınlığı arayışıyla özdeşleştirerek yeniden “TSK anti emperyalizmi” peşine düşen bu grubun sahte Amerikan karşıtlığı üzerinde durmak gerekmemektedir. Ne kendisinin ne de sözünü ettiklerinin emperyalizm karşıtlığıyla ilgileri kurulabilir!

*
Peki, KP’den Aydemir Güler’in Kobanê’yi “askeri olarak düşmese de sol için siyaseten düşmüş”  sayan “anti emperyalizmi” nasıl değerlendirilmelidir, onun emperyalizm karşıtlığı sahte değil midir?
Güler; açık ki “askeri olarak düşme”kten Amerikan bombalarıyla kurtarılmış olsa bile, bunun, –altını çizerek “sol için” demektedir– kurtulma olmadığını, “sol”un böyle yaklaşamayacağını, çünkü Kobanê’nin siyasal olarak emperyalizmin dümen suyuna girmiş sayılması gerektiğini, hiç değilse, en azından emperyalizmle uzlaşma haline girdiğini varsaymaktadır! Öyle midir? Bu yaklaşım doğru mudur ve doğruysa, örneğin Alman treniyle 1917 Şubat Devrimi’nin ardından devrimi yönetmeye Petrograd’a gelen Lenin’i ve onun bu tutumunu nereye koyacağız? Ya Büyük Yurtsever Savaş olarak II. Dünya Savaşı’nda NAZİ Alman emperyalizmine karşı Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlarla ittifak kuran Stalin’in Sovyetler Birliği’ni ne yapacağız? Sorunu doğru ele almayı başaramazsak, herhalde Güler gibi, hem Lenin hem de Stalin’e, emperyalizmle uzlaşarak “siyaseten ‘sol’dan düştüler” demek zorunda kalırız!
“Ama” diyor Güler, “emperyalizmle ilişki sorgulamasında Lenin’in 1917’de Rusya’ya Almanya üstünden dönmesini ve İkinci Savaşta Stalin liderliğinin Batıyla ittifak kurmasını hatırlatanlar oldu. PYD’nin Amerikan koalisyonuna alınması ve askeri yardımla bunlar arasında bir benzerlik aramak, demagoji değilse, çok zorlama olur.” Neden öyle oluyormuş? Keyfine göre istediğini yapabileceğini sanan Erdoğan’ın yolundan mı yürüyorsunuz? Siz dediniz diye mi öyle oluyor?
PYD Amerikalı emperyalistlerin silahını kabul ediyor. Lenin Alman treni ile ülkesine gelmeyi. Biri “silahlı” bir ilişki diğeri değil mi, fark burada mı? Ama Lenin Almanlarla Brest-Litovsk anlaşmasını imzalarken işin içinde silah da vardı. Bir diğer “silahlı” ilişkiyse, Brest öncesi Petrograd yönündeki Alman ilerleyişi karşısında Sovyetler Birliği’ne, kuşkusuz ki kendi emperyalist amaçları doğrultusunda “yardım” teklif eden İngiliz-Fransız önerisinin Lenin tarafından kabul edilmesidir. İki durumda da, tıpkı Alman treniyle Rusya’ya geldiğinde olduğu gibi, Lenin emperyalizmle savunulamayacak bir uzlaşma yapmamış ve siyaseten “düşmemiş”tir!
Ama tümü de uzlaşma olmasına birer uzlaşmadırlar ki, Lenin, “Sol Komünizm” Bir Çocukluk Hastalığı adlı eserinin bir koca bölümünü her türlü uzlaşmanın reddedilemeyeceği üzerine kaleme almış, “uzlaşma vardır, uzlaşmacık vardır” diye yazmıştır.
Neden öyle yazmıştır? Her türlü uzlaşmanın reddedilemeyeceğini, her türlü uzlaşmanın kategorik olarak reddine kalkışmanın saflık ve çocukluk değilse aptallık olacağını söylemek için: “Sonuç açıktır: ‘ilke olarak’ her türlü uzlaşmayı reddetmek, genel olarak, her türlü uzlaşmayı gayrimeşru saymak ciddiye bile alınamayacak akıl almaz bir çocukluktur.”
Konumuz nedir?
Amerikalı emperyalistler, ölümle terbiye edip diz çöktürmek için beklemişler ve Kobanê savunmacılarının ölümle ve belki de yaklaşan bir katliamla yüzleştikleri zor zamanlarında önce kendilerini kuşatan IŞİD’ın mevzilerini bombalamaya başlamış ve ardından direnişçilere silah yardımı yapmışlardır. Bu ikinci “önlem”, Amerikan Dışişleri görevlilerinin PYD görevlileriyle buluşup görüşmelerinden sonra gelmiştir. Güler, hemen fetvayı vermiş ve “uzlaşma” gerekçesiyle Kobanê ve direnişçilerinin “sol siyasetten düştüğü”nü saptamış, bununla kalmamış, Kürt sorunu ve Kürt ulusal amaçları doğrultusunda emperyalistlerle bu tür uzlaşmaları aklayan sosyalistlere karşı da kampanya açmaya karar vermiştir:
“Nedense Türk solunda ‘emperyalizme karşı mücadele de nereden çıktı’ diyebilecek ölçüde bir çürüme var.” Devam ediyor Güler:
“Solda farklılıkların emperyalizmin Kürt denklemine bir kez daha dahil olmasını olumlayıp olumsuzlamak üstünden çıkmasında şaşırtıcı bir şey yok.
Emperyalizmi olumlayan, bedelini ödeyecek. Çaresi yok.
Bedel dediysem, yanlış anlamayın, kastım son derece basit: Emperyalizmi olumlamak soldan kopuş dilekçesidir.”
Fetva yaman: “Sol”dan kopuyoruz! Saptama da yaman; “emperyalizm olumlanıyor”! Ne yapılıyor ve nasıl olumlanıyor emperyalizm? Güler anlatıyor:
“Kürt siyaseti açısından, girilen bu yol herhangi bir biçimde sürpriz değil. Ancak benzeri yolların her defasında ‘Türk sosyalizmi’ tarafından aklanması artık gına getirdi. ‘Kürtçü Türk sosyalizmi’ Kürt siyasetinin büyük güç oyunlarını hoşgörmekten çıkmış ve çoktandır gizli gizli keyif alma aşamasına geçmişti… Şimdi Kürt siyasetinin, kaderini emperyalizmle ortaklaştırmaya varacak adımlarını desteklemekle Kürt halkının katledilmesine karşı dayanışma ilişkisi kurmak arasında ayrım gözetme gereği gündeme bile getirilmiyor.
Kobanê’de IŞİD’in kuşatma mevzileri ABD tarafından vurulacak ve Kobanê ABD mühimmatıyla savunulacaksa, siyaseten kent düşmüştür! Bu tabloya ‘devrim sürüyor’ adını takmak emperyalizmi aklamaktır.”
İnsanın aklına önce saldırganı ve saldırganı seyredeni suçlamak, onunla uğraşmak gelir, normali budur! Ama hayır, beyimiz ne emperyalizmin amaç ve taktikleriyle ne de kendi burjuvazisinin alçaklıklarıyla ilgilenip uğraşıyor, ama ilk aklına gelen, nereden bir açığını bulurum diye fırsatını kolladığı Kürde saldırmak, içinde bulunduğu durumun ihanet olmayacak bir uzlaşmayı zorunlu kılmakta olan zorluğunu aklının köşesinden bile geçirmeden “vur abalıya” Kürde ve onu “hoşgören” sosyalistlere saldırmak oluyor! Kürt hareketi zaten emperyalizmle uzlaşıyormuş, ama kim olumluyorsa, “emperyalizmin Kürt denklemine dahil olmasını olumlamak” –işte bu olmazmış, Kürt hareketinin emperyalizmle “sürpriz olmayan” ilişkilenmesini “aklayan” bu “emperyalizm olumlamacısı” “Kürtçü Türk sosyalizmi” “soldan kopmuş”muş!
Uzlaşma nerede peki? Karşı çıkılan uzlaşmanın ne olduğu önemli, Lenin böyle söylüyor.
Lenin’in dediklerine göz atıp sürdürelim:
“Her proleter grevlerden geçmiştir; her proleter işçiler bir şey elde etmeden ya da isteklerinin ancak bir kısmını sağladıktan sonra işbaşı etmek zorunda kaldıkları zaman, nefret duydukları ezenler ve sömürenlerle ‘uzlaşmalar yapmıştır. Bir sınıf mücadelesi ve sınıf çatışmalarının had safhaya varışı ortamında yaşayan her proleter, nesnel koşulların zorunlu kıldığı (grev fonu tükenebilir, grev desteklenmeyebilir, grevciler dayanılmaz ölçüde açlıkla, yorgunlukla karşılaşabilirler) bir uzlaşmayla, o uzlaşmayı yapan işçiler arasında devrimci feragati ve mücadeleyi sürdürme iradesini hiçbir şekilde azaltmayan bir uzlaşmayla, hainlerin yaptığı (grev kırıcıları da ‘uzlaşma’ yaparlar), kendi bencilliklerini, alçaklıklarını, kapitalistlere hoş görünme isteklerini, tehditler karşısında, bazan pohpohlamalar karşısında, bazan sadakalar karşısında, bazan da kapitalistlerin sırnaşmaları karşısında gereken sağlamlığı gösterememelerini nesnel nedenlerle açıklamaya kalkışan uzlaşmalar arasındaki farkı değerlendirmeyi pek iyi bilir.”
Yani; sadece yapılabilir olmayan ama yapılmasından kaçınılamayacak uzlaşmalar var, ihanet uzlaşmaları var! “Uzlaşma” deyip geçemiyorsun, “uzlaştı” dediğini bir çırpıda hedefe koyamıyorsun!
“Besbelli ki, istisnai olarak öyle çetin ve çapraşık durumlar olabilir ki, şu ya da bu ‘uzlaşma’nın gerçek niteliğini saptayabilmek için büyük çabalar gerekebilir, bazı hallerde (örneğin ‘nefsi müdafaada’ olduğu gibi) cinayetin, mutlak olarak meşru ve giderek kaçınılmaz mı olduğunu, yoksa affedilmez bir ihmalin ve giderek ustaca uygulanan canice bir planın sonucu mu olduğunu saptamanın çok zor bir iş olması gibi. Besbelli ki, ulusal ve uluslararası sınıflar ve partiler arası son derece çapraşık ilişkilerin bazan söz konusu olduğu politikada, bir grev yüzünden varılan ‘uzlaşmanın’ meşru mu, yoksa ihanet eden bir sendika liderinin, bir grev kırıcısının vb. eseri mi olduğunu saptama sorunundan çok daha çözümü zor durumlarla karşılaşılacaktır. Her duruma uyan bir reçete ya da (‘hiçbir zaman uzlaşılmayacak’!) biçiminde bir genel kural bulmaya kalkışmak saçmadır… Saf ve deneyimden tamamen yoksun kimseler, savaştığımız ve amansız bir savaş yürütmemiz gereken oportünizm ile devrimci Marksizm arasındaki bütün sınırların silinmesi için genel olarak uzlaşmayı kabul etmemizin yeterli olacağını sanıyorlar. Böyleleri eğer henüz doğada ve toplumda bütün sınırların hareket halinde ve bir ölçüye kadar geleneksel olduklarını bilmiyorlarsa, onlara ancak siyasal hayatı ve siyasal konuları uzun uzadıya inceleme olanağını, eğitim ve deneyim olanağını sağlamakla yardım edebiliriz. Tarihin her özel ya da özgül anında, karşımıza dikilen pratik siyasal sorunlarda kabulü mümkün olmayan uzlaşmaları, oportünizmi temsil eden uzlaşmaları, devrimci sınıfa ihanet niteliğindeki uzlaşmaları ayırt etmeyi bilmeli ve bunların içyüzünü açığa vurmak için ve bunlarla mücadele etmek için bütün olanakları kullanmalıdır.”
Şimdi dönelim Güler’in karşı çıktığı ve “siyasetten düşürdüğü”nü ileri sürdüğü uzlaşmanın ne menem bir şey olduğuna?
“Kobanê’de IŞİD’in kuşatma mevzileri ABD tarafından vurulacak ve Kobanê ABD mühimmatıyla savunulacaksa, siyaseten kent düşmüştür! Bu tabloya ‘devrim sürüyor’ adını takmak emperyalizmi aklamaktır.” Kötü olan ne? Lenin’in “ihanet uzlaşması” dediği türden olan uzlaşma nerede? Güler “uzlaşmalar” arasında ayrım da yapmıyor, dümdüz gidiyor ve “siyaseten düşüren” gerekçeleri açıklıyor: Bir, “IŞİD mevzilerinin ABD tarafından vurulması” ve iki, “Kobane’nin ABD mühimmatıyla savunulması”!
Sadece bu mu? Evet, bu. Güler, bu iki nedenle uzlaşmayı reddediyor ve bu nedenlerle “siyaseten kent düşmüştür! Bu tabloya ‘devrim sürüyor’ adını takmak emperyalizmi aklamaktır” diyor!
Arkadaşım, dilinin kemiği olmalı! Orada benim genç kardeşlerim de içinde sosyalist devrimcilerle vatanlarını savunan devrimci Kürt militanları seve seve ölümü kucaklıyorlar! Cin olmadan adam çarpmaya kalkmak ve ne dediğini, ucu nereye gideceğini bilmeden, emperyalistlerin düşman mevzilerini bombalamasına ve direnişçilere mühimmat atmasına dayanarak “emperyalizmle uzlaşmak”, “kaderini emperyalistlerle ortaklaştırma” adımları atmakla suçlamak, her türlü uzlaşmaya karşı değilsen, silme Türk milliyetçisi bir Kürt düşmanı olmakla açıklanabilir.
Evet, Amerikalılarla PYD’liler arasında bir görüşme yapılmıştır ve ne biz ne Güler bu görüşmede neler konuşulduğunu bilmiyoruz. O, aklına başka hiçbir şey gelmeden, canlar bedeli bütün bir devrimci direnişi yok sayarak, hemen “kaderin emperyalistlerle ortaklaştırıldığı”nı varsaymakta, üstelik bunu olayların akışıyla doğrulama ihtiyacı da duymadan mührünü vurmaktadır: İhanet uzlaşması! “Soldan kopuş dilekçesi”!
Örneğin Amerikalılar Kobanê’yi kuşatan IŞİD mevzilerini vurmaya kim tarafından çağrılmışlardır? Kürt ulusal hareketi tarafından mı sosyalistler tarafından mı? Var mıdır böyle bir çağrı? Amerikalıların başka yerleri bombalarken Kobanê’yi kuşatan IŞİD mevzilerini bombalamamalarının teşhir edildiği biliniyor, bunun bir problem oluşturduğunu kimse ileri süremez. DSİP’in yaygınlaşmayan “Amerikan bombalarına hayır” kampanyasının desteklenmediği de biliniyor, emperyalizm ileri sürülerek IŞİD’i meşrulaştırma içerikli olan bu kampanyanın desteklenmemesinin bir problem oluşturduğunu da kimse ileri süremez. Peki, bombalar karşılığında ödenecek bir bedel vaad edilmiş midir? Bunlar ne ima edilmektedir ne açıktan bir suçlamanın dayanağı haline getirilmektedir!
Üstelik, Amerikan-PYD görüşmesinde ne konuşulmuş olursa olsun, devrimci eylem ve sınıf mücadelesi kapalı kapılar arkasında konuşulanlara göre akmadığı ve akmayacağına göre; olayların gidişiyle doğrulanan Lenin’in “ihanet uzlaşması” dediği türden bir “uzlaşma”dan söz etmek mümkün görünmekte midir?
Görünen, dişe diş bir çatışmadır! Ve Bombalanan IŞİD mevzileriyle ya da paraşütle atılan mühimmat kutularıyla Lenin’i Rusya’ya getiren Alman treninin farkını Güler neye dayanarak izah edebilir?  II. Dünya Savaşı’ndaki Sovyet-Amerikan-İngiliz-Fransız Paktının hiç sözünü bile etmiyoruz ki, orada –her ne kadar emperyalistler 2. Cephe açmaya ayak direseler de– şüphesiz silahlı dayanışma vardı. Ve Stalin emperyalistleri, silah çektiler diye değil, çekmediler ve 2. Cephe açmayı geciktiriyorlar diye suçluyordu.
“Kürt siyasetinin, kaderini emperyalizmle ortaklaştırmaya varacak adımlarını desteklemekle Kürt halkının katledilmesine karşı dayanışma ilişkisi kurmak arasında ayrım gözetme gereği gündeme bile getirilmiyor.” –Sosyalistlere yöneltilen suçlama budur: Sözde Kürt halkının katledilmesine karşı dayanışmaya “evet”miş; bu “olumlu uzlaşma” olmalı! Ve bununla “Kürt siyasetinin, kaderini emperyalizmle ortaklaştırmaya varacak adımlarını desteklemek” özdeşleştiriliyor, ama ayrıştırılamıyormuş! Nerede “kaderin ortaklaştırılması”? Sen, Güler, sadece emperyalistlerin bombardımanı ve attığı mühimmatın sözünü etmiyor musun “uzlaşma” adına?
Gaipten haber mi aldın, kaderin emperyalistlerle ortaklaştırıldığı konusunda? Böyle bir açıklama mı var da, biz görüp duymadık? “Yaşasın emperyalizm” mi dendi örneğin? “Biji Amerika” mı? Yoksa başka bir pratik işbirliği tutumu mu? Ne? Karşı çıktığın Amerikan bombardımanı ve attığı mühimmatları kullanıyor olmaktan başka nedir?
Hiç düşündün mü Güler, evet, emperyalistler Rojava Kürtlerini kendilerine minnet ettirmekten ve önlerinde diz çöktürmekten sevinç duyacaklardır, istedikleri budur, doğrudur; başka söze gerek yok, çünkü emperyalisttirler; ancak, onların istekleri başkadır, onlara ne yanıt verildiği, Kobanê direnişçileriyle emperyalistlerin ilişkisinin düzenlenip düzenlenmediği, düzenlendiyse nasıl düzenlendiği başka! Siz hiç emperyalistler önünde bir diz çökmeye tanık oldunuz mu? “Kürt siyasetinin kaderini emperyalizmle ortaklaştırmaya varacak adımlarını desteklemek”miş sosyalistlerin suçu! Atılan cephanelerin kullanılmasının kaderini emperyalizme bağlamak olduğunu mu düşünüyorsunuz ciddi ciddi? Öyleyse, sadece Lenin’in bindiği trene değil, hiçbir yerde hiçbir trene binmeyin, tümü emperyalist mamulattır! Uçağa, gemiye, arabaya da!
Lenin’in dediği gibi… Hangi uzlaşmanın ihanetçi hangisinin gerekli ve hatta kaçınılmaz olduğunu saptamak zor iştir ve siz pek kolay sanıyor, genlerinize sinmiş Kürt karşıtı Türkçülüğünüz ve görenin “solcu” sanacağı el çabukluğunuzun ürünü bütün uzlaşmaların kötü olduğu algınızla hemen damgalıyorsunuz: “Kobanê siyaseten düştü”! Hayır düşen, Erdoğan’la birlikte sizsiniz!

*
Hiç uzlaşma olmasın mı, bunu mu söylüyorsunuz?
IŞİD çeteleri ellerinde ağır silahlar, bol cephane ve geniş bir cephe gerisiyle bol bol takviye imkanıyla kuşatmış ve birkaç bin Kürt savaşçısı sınırlı olanaklarıyla direniyorlar. Gidişatta bir değişiklik, Güler’in pek sevdiği dille “denkleme bir yeni veri girdisi” olmadan sonuç iyi görünmüyor. Ve emperyalistler önce –hiçbir görüşme olmadan– bombalamaya başlıyor, sonra yapılan birkaç görüşmenin ardından silah ve mühimmat yardımı yapıyorlar. Bu bombalama ve silah ve mühimmat yardımını kabullenmenin neresini “emperyalizmle kaderini ortaklaştırma” olarak suçluyorsunuz? Bombalamaya karşı mı çıkmalıydı Kürt savaşçıları? Ve silah ve cephane istememeli, hatta yardımı kabul etmemeli ve IŞİD’çi haydutlar sürüsünce öldürülmeyi mi seçmeliydiler? Saçmalamanın bu kadarı kabul edilemez. Yine –Brest-Litovsk’ta Alman emperyalist haydutlarıyla uzlaşmak zorunda kalınması üzerine yazan– Lenin’e başvuralım:
“Diyelim ki, otomobiliniz silahlı haydutlar tarafından durdurulmuştur. Haydutlara, paranızı, pasaportunuzu, tabancanızı, otomobilinizi veriyorsunuz ve böylelikle haydutların o hoş refakatinden kurtulmuş oluyorsunuz. Bu bir uzlaşmadır, bunda kuşku yok. ‘Do ut des’, sana paramı, silahlarımı, arabamı ‘veriyorum’, bana canımı ‘veresin diye’. Deli olmadıkça hiç kimse böyle bir uzlaşmanın ‘ilkelere aykırı’ olduğunu öne süremez ya da uzlaşmayı yapanın haydutların suç ortağı olduğunu ileri süremez (haydutlar otomobili ve silahları yeni haydutluklar için kullanmış olsalar bile, bu böyledir). Alman emperyalizminin haydutlarıyla bizim uzlaşmamız, işte buna benzer bir uzlaşmaydı.”
Ve Lenin, Güler’in önemsiz sayarak “es” geçtiği ve genel olarak reddetmeye giriştiği uzlaşmalar arasındaki farka dair de şunları yazmış:
“Her uzlaşmanın ya da uzlaşma çeşidinin durumunu ve somut koşullarını tahlil etmesini bilmek gerekir. Haydutların yaptıkları kötülüğü en aza indirmek ve onların yakalanmalarını ve cezalandırılmalarını sağlamak için haydutlara para ve silah vermek zorunda kalmış bir adamın durumunu, haydutların yağmasından pay almak için onlara yardım eden adamın durumundan ayırt etmeyi öğrenmek gerekir.”
Evet, uzlaşma. Bir uzlaşma olduğu tartışmasızdır, ama durum farklı mı çok mu benzer sayın Güler? Yine “haydut çetesi” yok mu? Bir uzlaşma yoluyla can kurtarılmaya çalışılmıyor mu? Hayır mı diyorsunuz, uzlaşanlar IŞİD’i bombalayıp kendilerine silah yardımı yapan emperyalistlere suç ortaklığı mı yaptılar ve yapıyorlar? Ortadoğu’yu mu paylaşmaya çalışıyorlar örneğin, ne yaptılar “işbirlikçilik” ve “suç ortaklığı”yla damgalanmak babında?

*
Kobanê’nin düşmesini çok kişi çok isteyip bekledi. “Düştü”, “düşecek” kehaneti en başta AKP yönetiminindi, Türkiye’nindi. Erdoğan başlattı bu söylemi, Hükümet yetkilileri sürdürdüler. Önceden Esad’ı da “düşürmüşler”di! Hiç değilse kendi burjuvalarınızın dizinin dibinde aynı beklentiyle yer almaktan kaçınsaydınız!
ABD yetkilileri de “Kobanê’nin dayanmasının mümkün olmadığı” görüşündeydiler, bunu dile getirdiler, “dayanamaz”, “düşebilir” dediler. Beklentileri bu yöndeydi. Hem Türkiye hem de Amerikalı emperyalistler, özerk demokratik halk iktidarı altında bir egemenlik öngörmüyor, istemiyorlardı Rojava’da. Bu nedenle, Türkiye açıktan cephe alırken, Amerikalılar IŞİD ve katliamlarıyla terbiye etme yolunu tutarak, kendi müdahaleleriyle ve ehlileştirilerek (kendisine yakınlaştırarak) ayakta kalmasına yönelik tercih kullandılar ve beklediler. Türkiye, hemen sınırlarında “ikinci” bir Kürt egemenliğini istememekteydi, ama ülke içinde bir Kürt özerkliğini kaçınılmaz kılar korkusuyla bir değil iki kez karşıydı. Amerika’ya gelince, o da bir halkın kendi kaderini kendisinin tayin etmesini ancak bir koşulla kabullenebilirdi –yeter ki iradesini Amerikalılara teslim etsin. Yoksa kapitalist emperyalizme boyun eğme yerine kendi kaderini belirlemeye kalkışan bir halk ve boyun eğmezliğini onaylamayı düşünemezlerdi. Kurulu düzene boyun eğmeme ve kendi kaderini belirleme tutumu, hele bölge ve dünyada başka halklara örnek olma olasılığı da dikkate alındığında Amerikalı emperyalistlerin tabii ki desteğini alamazdı. Onlar da beklediler.
Kobanê Direnişi ve direnişçileri beklenenden “çetin ceviz” çıktılar ve ölümüne bir direnç sergilediler. Giderek, dünya halklarının gözünde en ileri ölçüde teşhir olmuş katliamcı IŞİD çeteleri önündeki bu boyun eğmezlik ve direnç hem takdir hem destek duygularını ayaklandırdı. Kobanê direnişçileri halkların gönüllerini kazandılar. IŞİD ve destekçisi olarak algılanmasının yanında direnen Kobanêlilerin ölümünü seyretmekte oluşu nedeniyle de Türkiye dünya halklarının tepkisini çekerken, bu tepki Kobanê kuşatmasına kayıtsız kalmakta olan Amerikan patronajındaki koalisyonu da baskılamaya başladı. Bu baskı, örneğin Amerikan Dışişleri Bakanı Kerry’in Kobanê’ye silah yardımını gerekçelendirirken “ahlak ve sorumluluk gereği” gibi sözcükleri kullanmasında da görülebilir. Amerikalılar, tam IŞİD saldırganlığı dolayımıyla kimsenin sorgulamadığı bir “kurtarıcı” pozisyon elde etmiş ve Ortadoğu’ya müdahaleye davet ediliyorlarken, halkların gözünde “ahlaksız ve sorumsuz” gibi sıfatlarla anılır olmaktan kaçınma ihtiyacındaydılar! Üstelik başka elde edebilecekleri de yok değildi: PYD ile belirli bir ilişki geliştirerek, bu durumu onu yanına çekme ve örneğin Barzani KDP’siyle yakınlaşmasını etkileme amacıyla kullanabilirdi.
Amerikalılar, şüphesiz ki Ortadoğu’ya çekidüzen verme peşindeki emperyalist bir saldırgan olarak, şüphesiz ki emperyalist amaçlarla, sonunda Kobanêyi kuşatan IŞİD mevzilerini bombalamaya başladılar, ancak, kendileri ve koalisyonlarının üzerinde oluşan kamuoyu baskısı da bu müdahaleyi gerekli kıldı ve daha da geciktirilmesini engelledi. Bu baskıyı oluşturan Kobanê halkı ve direnişçilerinin ölümüne direnişleriydi. Her şeyin ötesinde bu nedenle Güler’in yaptığı gibi direnen halkı ve savaşçılarını hakaretlerle anmak bir devrimci ve sosyalistin hiçbir zaman yapmayacağı şeydir! Evet, emperyalistler ve emperyalist amaçları görülmelidir; ama asla halklar ve mücadeleleri görmezden gelinmemelidir!

***
Emperyalist amaçlar karşısında uyanıklık kuşkusuz gereklidir ki, görülebildiği kadarıyla Kobanê savaşçılarında bu haslet vardır. Şimdiye kadar gerek PKK ve gerekse PYD’nin emperyalistlerle aynı çizgide oldukları, onlar tarafından desteklendikleri, hatta onların işbirlikçiliğini yaptıkları iddiası çok ileri sürülmüş, ama kanıtlanamamıştır. Tersine, Kürt ulusal hareketinin en olumlu yönlerinden birinin emperyalizmin iradesini kabullenmemesi olduğu ileri sürülebilir.
Emperyalistler ve AKP türü gericilerle ilişkilerde hiç problem ortaya çıkmamış, hiç eleştirilebilecek tutumlar görülmemiş midir? Hayır, bu iddia edilemez. Mücadelenin olduğu yerde yanlışlar yapılabilir ve çoğu durumda bunlar kaçınılmazlaşabilir.
Örnekse şimdi yeni bir hız kazanmasına çalışılan “çözüm süreci” dolayısıyla AKP gericiliğinden beklentinin aşırılığı ileri sürülegelen bir eleştiri konusudur. Gerçeklik payı yok mudur? Belirli vekillerce belirli kişilerin bakan yapılmalarının dile getirilmesine ya da “nezaket” gerekçesiyle Erdoğan cumhurbaşkanlığının alkışlanmasına varıncaya kadar görülebilen bir abartılı tutum tabii ki eleştirilebilir; ancak Erdoğan ve AKP’nin bu yolla “teşvik”lerinin amaçlandığı, yoksa sosyal ve siyasal gerçeklerin Kürt hareketinin AKP’yi desteklediği ya da yeterince karşıt olmayıp onunla olumsuz bir uzlaşma içinde olduğunu kanıtlamadığı ortadadır.
Amerikalı emperyalistlerle yeni kurulan ilişkinin içinde baştan çıkarıcı bir dinamik de barındırmadığı ve hiçbir zaman hiçbir şekilde belirli olumsuzluklara yol açabilme potansiyeli taşımadığı da kuşkusuz ileri sürülemez. Ancak bu tür olasılıklara devrim için ölenlere bile saygı duymadan Güler’in yaptığı türden “dikkat çekilmesi” düşünülemez bile! Üstelik uzlaşma değil mücadele bunca baskınken…

*
Bitirmeden, Güler’in Kürt hareketine vehmettiği hatalı yönelim ve yanlışları hoşgörmek ve bunları gündeme bile getirmemekle suçladığı –her kimi kastediyorsa– “Kürtçü Türk sosyalistler”ini bilmeyiz ama, sınıf bilinçli işçilerin örgütünün neden onun yaptığı gibi “gelin sosyalizme” deyip “kendi cephesi”ni kurmakla yetinmeyip, belirli ideolojik eleştiriler yöneltirken, –Güler’in haberdar bile olmadığı– bazı politik yanlışların kimini öne çıkarmayıp kimini arkadaşça eleştirerek, mücadeleci kitlesel bir hareket olan Kürt ulusal hareketiyle “uzlaşmalar” yapmasının neden doğru ve gerekli olduğu üzerine Lenin’e başvuralım:
“Proletarya, proleterlerden yarı-proleterlere (işgücünün satışından geçimini ancak kısmen sağlayan yarı-proletere), yarı-proleterden küçük köylüye (ve kent ya tda köydeki küçük zanaatçıya, genel olarak küçük işletmeciye), küçük köylüden orta köylüye vb. geçişi yansıtan son derece çeşitli toplumsal tiplerle çevrili olmasaydı; proletaryanın kendisi de, mesleki gruplar gibi, bazan dini vb. gruplar gibi kategorilere bölünmeseydi, kapitalizm, kapitalizm olmazdı. Proletaryanın öncüsü için, onun bilinçli bölümü için, Komünist Partisi için, gerektiğinde zigzaglı, dolambaçlı yoldan yürümenin, ayrı ayrı proleter grupları ile, ayrı işçi partileri ve küçük üretici partileriyle anlaşmalar yapmanın, uzlaşmalara varmanın gereği, buradan doğmaktadır.”
Emeğin sömürülen yığınlarıyla ezilen toplumsal tabakalar yerine Güler ve yakın çevresinden birkaç kişinin, yetmemişse, yakın birkaç “sol” grubun penceresinden bakmak gerekseydi ya da ancak böyle bir seçkincilik ve yukarıdancılıkla şunlar söylenebilir: “Türkiye’de solda hangi cephenin açılması gerektiği bellidir.”… “Emperyalizmi aklayanlardan ayrışmak solda başlı başına bir ayrım çizgisini ifade ediyor.” “Bizim sorumuz ve çağrımız açık: Çaresizliğin alternatifini aramak ve yaratmak isteyen var mı? Buyrun sosyalizm mücadelesine…”
Bir halk cephesi yerine grupların yan yana gelişiyle yetinme: “Cephe ve artık adıyla Birleşik Haziran Hareketi”… Güler’in içinde ancak rahat edebildiği “steril ortam”ı lekeleyebilecek inançsal ya da etnik kimlikleriyle “ayak takımı”nın ve olası hata ve zaaflarının katiyen yer almayacağı ve ancak onlarla birlikte tasarlanabilecek emperyalistler ve burjuva gericiliği türünden büyük güçlerle “aşık atma”ya kalkışmayacak bir “düşünce klübü” olarak davranma: Burada “emperyalizmi aklayanlar”la kolaylıkla ayrışılabilecektir! Ve demokrasi talepleri ve mücadelesine gözünü kapattığı gibi, sömürülen yığınların da olmayan, onların kazanılmasının hedeflenmediği, “lafla peynir ekmek gemisinin yürütülmek” istendiği bir “sosyalizm mücadelesi”ne “çağrı”!
Lenin’in dediği mi Güler fantezileri mi?
Bir Halife Irak-Suriye dolaylarında teşriki mesaide –Ebubekir Bağdadi! Bir diğeri Türkiye’ye rejimini dayatıyor –R. Tayyip Erdoğan! Bir üçüncüsü herhalde fazladır!

Gümrük Birliğine Giderken

Türkiye bir girdaba kapılmış yuvarlanı¬yor. Tarihinde karşılaşmadığı bir kriz bu. Siyasal alan dahil, etkilerini toplum¬sal yaşamın bütün alanlarında derinlemesi¬ne gösteriyor. Çok yönlü bir kriz ve alabildi¬ğine derin.
Egemen sınıflar, cumhuriyet tarihinde, hatta Türkiye’de kapitalizmin ortaya çıkma¬sından bu yana geçen sürede böylesine de¬rin krizlere pek nadir yakalanmışlardı. Belki siyasal alanda oluşmuş önceki krizlerle bugünkü kıyaslanabilir ve belki bugünkü siya¬sal krizin bir önceki ya da ondan öncekiyle karşılaştırıldığında henüz yeterince derin ol¬madığı ileri sürülebilir. Ancak şu kesindir ki, siyasal alanda da tam bir karmaşa oluşmuş-tur ve belki de, öncekileri misliyle geride bı¬rakacak birikimiyle, kulakları sağır edecek bir gürültüyle derinleşmekte olan bir kriz, herkesin gözleri önünde gelişmektedir. Fab¬rikaların en büyükleri kapatılmaktadır. Bir¬kaç banka şimdiden çökmüştür. Borsanın en büyük patronları iflas etmekte ya da iflas tehlikesiyle karşı karşıya gelmektedir. Ticari yaşam neredeyse durmuştur. Mal, para ve iş piyasası dumura uğramıştır. Milyonlarca işsiz sokakları doldurmaktadır. Olanca destek ve teşviklerle zar zor ayakta durabilen ekono¬minin belli başlı sektörleri, şimdiden enkaz halini almıştır. Otomotivden beyaz eşyaya, kömürden çimentoya, inşaata, artık yaşanan durgunluk değildir. Tam bir çöküş havası so¬lunmaktadır.
Sorunun can alıcı noktalarından biri, sınaî, ticari ve mali krizin ve ekonomik yaşamı hallaç pamuğu gibi atan bugünkü buhranın, uluslararası bağlantılı oluşudur. Hemen tüm dev ekonomiler; ABD, Japonya, Almanya ve diğerleri çok farklı bir konumda değiller. Kriz, oralardan geri ülkelere dalga dalga ak¬tarılmış; bu ülke ekonomilerinin ekonomik ve sınıfsal çelişkileriyle birleşerek hem bura¬larda derinleşen kriz öğelerini biriktirmiş; hem de tersine dönerek emperyalist ülkeler¬de başlayan krizin daha üst düzeylerde yaşa¬nır hale gelmesine yol açmıştır. Türkiye’nin son yıllarda yaşamaya başladığı ve bugün artık dayanılamaz hale gelen krizi de bu çerçevede oluşmuştur. Tedbir tedbiri, paket pa¬keti davet etmekte, uygulananlar bir yenisi¬ne ihtiyaç göstermekte; ama her bir yenisi, hem eskisini aratmakta hem de durumu iyi¬ce içinden çıkılmaz hale sokmaktadır.
Türkiye ekonomisinin başlıca sektörleri dış bağlantılıdır. Ezici çoğunlukla ithalata dayalıdır. Burada iki faktör fonksiyonel ol¬maktadır. Birincisi emperyalist ülkelerden kriz de ithal edilmektedir. Üstelik olanca yükleriyle birlikte. İkincisi ise, uluslararası sermaye açısından Türk iç pazarının önemli olduğu kadarıyla işçi ücretlerinin görece dü¬şük oluşu da önemli olmuş ve otomotiv, be¬yaz eşya gibi ekonominin birçok dalında, yatırımlara, dolayısıyla iç pazarın korunmasına ses çıkarılmamıştır. Düşük işçi ücretlerinin yanı sıra, bu ses çıkarmayışta en temel etkenler, düşük ücretlerle kıyaslan¬dığında doğrudan emtia ihracatının getirişi açısından Türk iç pazarının uzun bir süre gözden çıkarılabilir bir öneme sahip olması ve Türkiye’nin emperyalistlere sunduğu pa¬zar olanaklarından daha çok, hammadde kaynağı ve stratejik-siyasal ilişkiler içindeki yeri açısından öne çıkmış olmasıdır.
İhracata gelindiğinde ise, hemen tüm sektörlerde çok ciddi oranda destek ve teş¬vikler gerekli olmuştur. Yalnızca yatırımların ölçeği ve yatırılmış sermayenin yapısının, fabrikasyon ve hatta otomasyon üretimle rekabet edebilmeyi olanaksızlaştıran özellikle¬ri nedeniyle değil; ekonomik ve onun yol aç¬tığı siyasal bağımlılık nedeniyle, paylaşılmış ve fiyatların dikte ettirildiği uluslararası pa¬zarlarda zararına satışlar dışında “rekabet olanağı” yakalanamaz olmuştur. En övünü¬len sektör olan tekstilde dahi, ihracatı sınır¬layan kota çıkmazları ve teşviklerin zorunlu büyüklüğü, buna yeterli göstergelerdir. Or¬tadoğu ülkelerine satılan birkaç yüz oto ya da beyaz eşya ise, ürünlerin iç ve dış fiyatla¬rı karşılaştırıldığında, pek pahalı bir gösteriş unsuru olarak kalmaktadır.
Sonuç odur ki; hem ithalat ve hem de ih¬racat, ekonomik yaşamı zora sokan faktörler olarak rol oynamakta; bağımlılığı, zararı ve yıkımı öngörmekte ve örgütlemekte; kriz dö¬nemlerinde aşırı yüklere neden olmaktadır.
Krizlerin yıkıcı etkilerini şiddetlendirdiği ve ayan beyan ortaya koyduğu geri ve ba¬ğımlı sömürge türü ekonominin tam uluslararasılaşması yolunda çabalar ise, her şeye rağmen yıllardır sürdürülmektedir. Egemen sınıflar kendi güçlerinin ötesinde güç ve kı¬rıntılarından yararlanacakları büyük bir sof¬ra arayışındadır. Böyle bir sofranın etrafın¬da dolanmak, şimdiye dek biriktirdikleri sermayelerini böyle bir sofrada değerlendir¬mek peşindedir. Bir ucundan tuttukları bir Avrupa ve oradan giderek dünya pazarında daha korunaklı olacaklarını düşünmüşlerdir yıllardır. Bu şekilde çözümsüz bazı dertler¬den kurtulacakları umudu da bunda etkili ol¬muştur. Örneğin, serbest işçi dolaşımı yoluy¬la olağanüstü bir düzeye ulaşmış işsizlik sorunu en azından yalnızca kendi sorunları olmaktan çıkacak sanılmıştı. Belki Avrupa’nın sebze-meyve bahçesi olunmak umul-muştu. Belki tekstilde söz sahibi olunabilece¬ği düşünülmüştü.
Uzun yıllar bir türlü Avrupa pazarına or¬taklık ve Avrupa Birliği’ne üyelik şansı yakalanamamış ve yavaş yavaş ayaklar suya er¬meye başlamıştır. Yunan engellemesi, Kıbrıs sorunu, Hıristiyan-Müslüman çatışması vb. gibi nedenlerle izah edilmeye çalışılan Avru¬pa Topluluğu’nun yanına bir türlü yaklaşamama, kuşkusuz en başta Avrupa’nın, en çok da Türkiye ekonomisinin eksiklerini en fazla karşılama durumunda kalacak Alman¬ya gibi AT ve AB’nin önde gelen sürükleyici¬lerinin işine gelmektedir. Avrupa’nın ileri ül¬keleri, hem kendilerine bir ortak, hem de geriliği, ilkellikleri ve dertleriyle gider kay¬nağı aramamaktadır kuşkusuz. Kalkınmasına destek verip yardım edecekleri bir ülke ara¬yışında ise hiç olmamışlardır. Uluslararası sermaye ve onun emperyalist çıkarları yal¬nızca yeni yağlı lokmalar peşinde olmuştur. Türkiye ve onunla ilişkilere yaklaşımları da budur ve hep böyle olmuştur.
Kendi çıkarlarına geldiği kadarıyla ve çı¬karlarına uygun olduğu ölçüde bir “ortak”. Söz konusu çıkarların, emperyalist çıkarlar olduğu ise kanıta gerek göstermeyecek ka¬dar kesindir.
Türkiye, sömürgelere özgü bir itilip kakıl¬mayla Avrupa Birliği’ne üyelik ve Avrupa Topluluğu’na katılmaktan hep uzak tutul¬muştur. Ama emperyalist çıkarların gereğini yapmaktan geri durmayan Avrupalı ortakla¬rın işine geldiğinde, dertleri katiyen üstlenil¬meyen ekonomisinin tam bir sömürge eko¬nomisine dönüşmesi anlamına gelecek bir açık pazar oluşuna yol açacak Avrupa Güm¬rük Birliği’ne üyeliğin kapısına sürüklenmiş¬tir. 1995, Türkiye’nin Avrupa ülkeleri ile olan tüm gümrük sınırlamalarından “kurtul¬duğu” yıl olacaktır. Engelsiz ve sınırsız ulus¬lararası yağma ve sömürünün başlayacağı yıl ’95’tir.
Nereye gidemiyor Türkiye ve nereye gidi¬yor? Neler alamıyor ve neler kaybediyor?

AVRUPA TOPLULUĞUNUN DOĞUŞU
13 Eylül 1946’da İngiliz Başbakanı mu¬zaffer Churchill, İsviçre’nin Zürich kentinde yaptığı konuşmada, Fransa ile Almanya’nın bir “Avrupa Birleşik Devletleri” içinde uyuş¬malarını önerdi. Bu konuşma, Avrupa’yı ateşe veren bir savaşın hemen ertesinde yapıl¬dığı için ilgiyle karşılandı.
Avrupa, önceleri Churchill’in bu konuş¬masını savaşın yıkıntıları üzerinde söylen¬miş, pek geçerliliği olmayan, duygusal ve belki de “iyi niyetli” olmaktan öteye gitme¬yen sözler olarak yorumladı. Ama ardından Marshall’ınki geldi. 5 Haziran 1947’de ABD Dışişleri Bakanı George Marshall, ABD’nin çok taraflı bir program çerçevesinde Avru¬pa’ya yardım yapmaya hazır olduğunu dün¬yaya ilan etti. Ve Marshall Planı uyarınca, gelişmesi içinde Türkiye’ye yönelik olarak da uygulamaya konulan, Türkiye’de çok iyi bile¬nen ve ABD’nin sosyal dayanaklarını gelişti¬ren “Marshall Yardımı” gündeme getirildi. Avrupa, ABD’nin ekonomik desteğinden ya¬rarlanmaya başladı.
Paris’te imzalanan “Avrupa Ekonomik İş¬birliği Örgütü” Antlaşması’na göre bu örgüt (OECD), Avrupa’ya yönelik Marshall Planı’nın yönetimiyle görevlendirildi. Örgüt, kı¬sa sürede etkinliğine kavuştu. Ardından, 5 Mayıs 1949’da Avrupa Konseyi Antlaşması imzalandı. Açıklanan amaç, Avrupa ülkeleri¬nin ortak kalkınması ve onun gereklerini ye¬rine getirmektir. Avrupa ülkeleri arasındaki bu yakınlaşmanın altında yatan esas neden ise, kapitalist emperyalist dünya içinde sa¬vaşta yıkıntıya uğramamış, tersine, savaş ka¬zançlarının katkısıyla da gelişmiş ve tek dev emperyalist ekonomik güç ve tek patron du¬rumuna yükselmiş ABD’nin, her halükârda yeniden inşa olunacak Avrupa üzerindeki yönlendiriciliğini, ya da başka bir deyişle ilerlemeye geçecek kapitalist Avrupa ekono¬misi üzerindeki Amerikan çıkarlarını garanti altına almaktır. İkinci olarak, dünyayı sarmakta olan komünizm “heyulasına” karşı Amerikan patronajındaki kapitalist dünyayı yeniden düzenlemektir. Avrupa, Sosyalist Sovyetler Birliği karşısında dayanıklı bir ka¬pitalist mevzi olarak yeniden kurulacaktır ve bu kuruluş, yeni dünya jandarmalığına soyunmuş ABD’nin etkinliğinde gerçekleşe¬cektir.
Avrupa, 2. Dünya Savaşı sonrasında yeni¬den örgütlenirken birkaç birlik birden ger¬çekleşmiştir. Birincisi, Avrupa ülkeleri ara¬sında bir birlik. Bunda kuşkusuz savaştan galip çıkmış ve ekonomisi görece güçlü ülke¬ler lehine bir birlik söz konusu olmuştur. Bu noktada yan bir amaç gözetildiğini söyle¬mek de gerekir. Almanya, iki dünya savaşı sabıkalısı olarak, bu yolla diğer Avrupa ülke¬lerince gözetim altında tutulacak, yeniden ve tek başına diğerlerinin ve ABD’nin başı¬na “bela” olması engellenmeye çalışılacaktır. Bu engelleme çabasının olduğu kadar Avru¬pa’nın birikimleri ve gelecekteki gelişmesin¬den ABD’nin yararlanmasının yolunu açacak olan ise, Avrupa ile ABD arasındaki birliktir. ABD, Avrupa’yı ve onun gelecekteki gelişme¬sini, ekonomik ve siyasi gücüyle kendi lehi¬ne yönlendirmeye çalışmış, bu gelişmeden çıkar sağlamaya yönelmiştir. Ancak bu yakınlaşmadan özellikle tek tek gelişme potan¬siyeli güçlü ülkelerin ve onların lehine ol¬mak üzere Avrupa’nın kendi ekonomik ve giderek siyasal güçlerini geliştirmek üzere yararlanmaya yönelmelerinden doğalı da olamazdı. Nitekim Avrupa Birliği, tek tek Avrupa ülkelerinin birbirleriyle olduğu ka¬dar, tek tek ve bir arada Avrupa ülkelerinin ABD ve diğer ülkelerle sürtüşme, çelişme ve çekişmeleri olarak gerçekleşmiştir. Avrupa Birliği’nin gelişme süreci, Avrupa ülkelerinin kendi aralarında olduğu kadar ABD ile de birlik içinde rekabet ya da rekabet içindeki birliğin belirmesi olarak şekillenmiş, belirli bir uyum, sonu gelmez didişmelerle birlikte yaşana-gelmiştir.
Avrupa ülkeleri arasındaki yakınlaşma, ilk somut meyvesini kömür ve çelik sektörü¬nün reorganizasyonu alanında verdi ve 18 Nisan 1951’de Avrupa Kömür ve Çelik Top¬luluğunu kuran antlaşma imzalandı.
Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun ilk or¬ganizasyonu olan Avrupa Kömür ve Çelik Birliği’nin kuruluşundan sonra, 1955 ve 1956 yıllarında Altılar dışişleri bakanlarının bir araya gelmesiyle bir yanıyla siyasal bir¬lik, diğer yanıyla da ekonomik entegrasyon sağlanması amacıyla ön çalışmalara başlan¬dı.
Bu çalışmalar, ürün vermekte gecikmedi ve 25 Mart 1957’de Roma’da Avrupa Ekono¬mik Topluluğu ve Avrupa Atom Enerjisi Birliği’ni kuran antlaşmalar imzalandı. Antlaş¬maların hükümleri, 1 Ocak 1958’de yürürlüğe girdi.
Böylece Avrupa Birliği, üç topluluk yaratılmasıyla somutlanmış oldu: Avrupa Kömür ve Çelik Birliği (1952), Avrupa Ekonomik Topluluğu (1958) ve Avrupa Atom Enerjisi Birliği (1958).
AET Antlaşması uyarınca ilk gümrük indirimleri 1 Ocak 1959’da uygulanmaya başlan¬dı. Bunu, 3 Mayıs 1960’da Avrupa Serbest Mübadele Bölgesi (EFTA) sözleşmesinin yü¬rürlüğe girmesi izledi.
Bu antlaşmaların, 2. Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğrayan Almanya ve İtalya yanın¬da neredeyse onlar kadar ekonomisi tahrip olan Fransa gibi ülkelerin kendilerini topar¬lamalarını kolaylaştırdığı; aralarındaki rekabet son bulmasa da Avrupa ülkeleri arasın¬daki yakınlaşmanın tek tek Avrupa ülkelerine kendi işçi sınıfları karşısında eski¬sinden güçlü olanaklar sunduğu; tökezlemiş Avrupalı emperyalistlerin önünde yeni pa¬zar olanaklarının açılmasına katkıda bulun¬duğu ve ama bu arada Avrupa’ya akan mil¬yarlarca dolarlık Amerikan sermayesi aracılığıyla Avrupa’da Amerikan çıkarlarının ve patronajının lehine bir durum da yarattı¬ğı söylenmelidir. Bu, yalnızca Avrupa’yı ilgi¬lendirmeyen, ABD’nin de bir ucundan içinde olduğu birlikle; ne Avrupa ülkelerinin kendi aralarındaki ne de onlarla ABD arasındaki rekabet sona ermiş, Avrupa ülkeleri kimi da¬ha az, kimi daha çok olmak üzere bir güç toplama süreci yaşarken Amerikan emperya¬lizmi de güç toplamıştır. Bu birlik, bir yö¬nüyle ciddi bir ekonomik savaş anlamına gelmiştir. Özellikle Almanya, son yıllarda Av¬rupa’da sivrilirken, onun etrafında toplan¬ma eğilimine giren Avrupa ülkeleri ile ABD arasındaki ekonomik çekişme, siyasal boyut¬lar da kazanmaya başlayarak gelişmiştir. An¬cak, ABD’nin henüz Avrupa’daki ekonomik dayanaklarını yitirmekten uzak olduğunu da belirtmek gerekiyor. Onun Avrupa’daki var¬lığı ve tek tek ve birlikte Avrupa ülkeleri üzerindeki ekonomik ve siyasal etkinliği, hâlâ önemli ölçüde devam etmektedir. Güm¬rük Birliği antlaşmasının tüm hükümleriyle uygulanmaya başlanmasının Avrupa ile ABD arasındaki ekonomik kavgayı daha bir şid-detlendireceği ama Avrupa’daki Amerikan varlığı aracılığı ile ABD’ye yeni olanaklar da sunacağı şimdiden görülmektedir.

AVRUPA TOPLULUKLARININ ÖRGÜTLENMESİ
Avrupa Toplulukları üyesi ülkeler, yalnız¬ca kendi ülkelerinin ekonomik bakımdan to¬parlanmalarını sağlamak amacıyla değil, sa¬hip oldukları ekonomik güç oranında başka ülkelere yönelik yayılmalarını da gerçekleşti¬rebilmek ve bu yayılmayı birlik halinde ko¬laylaştırmak üzere çeşitli organlar kurarak örgütlenmelerini ilerlettiler. Kendi başlarına yapmaya güç yetiremediklerini, birlik halin¬de ve pastadan pay almak üzere yapmak için kurulan bu organlar etrafında birlikleri¬ni örgütlemek, yalnızca kendi ülkeleri söz konusu olduğunda değil, başka ülkelerle iliş¬kiler açısından da ABD ve gelişme yoluna gi¬ren Japonya karşısında, onlara üstünlükler sağlayacaktı. Başta ABD ve sonra Japonya karşısında aralarındaki çelişmeleri en aza in¬dirgemek ve yayılmalarını kolaylaştırmak üzere, uluslararası tröst ve kartellerin gereği olan ve giderek siyasal içerik de kazanan bağlayıcı yaptırımları da olan, üst yönetim organları oluşturuldu. Önceleri etkileri az, çünkü bağlayıcılıkları sınırlı ve karar konusu dışındaki istisna alanların bol olduğu durum¬dan, etki alanlarının genişlediği istisna alan¬larının azalıp sınırlandığı koşulların oluşma¬sına doğru bir gelişme görüldü. Topluluğun örgütlenmesi giderek sıkılaştı, organlar daha fonksiyonel oldular.
Avrupa Topluluğu’nun kurumsal yapılan¬ması, geleneksel uluslararası örgütlenmeler¬den görece farklı olmuştur. Bunda yalnızca geçiş sürecinin uzunluğu etkili olmamıştır. Avrupa ülkelerinin aralarındaki çelişmeleri mümkün olan yumuşaklıkla çözmeyi önleri¬ne koyan; güç oluşturma ve yayılmacı çıkar¬ları gerçekleştirebilmeyi esas alan; tekelci, emperyalist emellerin hayat bulması yaklaşı¬mından kaynaklanan tutumları ve araların¬da Fransa ve Almanya gibi birbirlerine ko¬laylıkla diş geçiremeyecek ülkelerin bulunması gibi nedenler, bugünkü örgüt bi¬çimlerinin orijinalitesini şekillendirmişti. İl¬hak vb. yollarla dayatılmış birlik ya da eko¬nomik ilhak ve yutma vb. yollarla kendine bağlamanın gerekli kılacağı türden biçimler görülmediği gibi; henüz tam birlik örgütlen¬mesi ve onun organları da mümkün olma¬makta ve bu durum, Avrupa Topluluğu ör¬gütlenmesinin “demokratik” görünümünü oluşturmaktadır.
Birlik, kaçınılmazlıkla şu Avrupa ülkesi¬nin daha çok, diğerinin daha az çıkarına, hatta bazen çıkarına olmayarak, ama görece zararlı çıkan ülke tekelci burjuvazisinin olmazlayamayacağı çünkü başka türlü davranmasının daha çok çıkarlarına aykırı olacağı dayatılmış güç ilişkileri, kuşkusuz ekonomik güç ilişkileri temelinde gerçekleşmekte ve birliğin örgüt biçimleri de bu çerçevede oluşmaktadır. Ancak şu var ki durum ve so¬nuçları, her ülke tekelci burjuvazisi tarafın¬dan olabilecek en lehte durum olarak içselleştirilmekte ve mevcut güç dengeleri, rekabet içinde bulunulan ABD ve Japonya gibi rakipler ve pazar kazanmaya yönelik emeller, bunlarla farklı güçler arasındaki çok yönlü ilişki, bugünkü demokratik görü¬nümlü içselleştirmelerin temel nedenini oluşturmaktadır. Doğal ki, bu, bugünkü du¬rumdur. Yarın, farklı şekillenmeler olasıdır. Farklı güç ilişkileri ve dengeleri farklı sonuç¬lara kuşkusuz yol açabilir. Ve zaten her ülke¬nin tekelci burjuvazisi, tamamen güç ilişkile¬rinin oluşturduğu bugünkü güçler dengesin¬de gerçekleştirmeye çalıştığı kendi çıkarlarının gereğini yapmaktadır.
Bugüne gelen süreçte Avrupa ülkelerinin tekelci burjuvazileri, dişe diş çekişmeler, kendi aralarında dikte etmeler, dayatmalar, hatta güç gösterileriyle uzun tartışmalar ara¬cılığıyla ve hâlâ çeşitli istisna kayıtlarını kap-sayarak ortak
-gümrük birliği politikası,
-sanayi politikası,
-tarım politikası,
-ticaret politikası,
-taşıma politikası,
-para politikası,
-azgelişmiş topluluk yöreleri politikası,
-rekabet kuralları politikası,
-vergi politikası,
-vatandaşlık politikası; saptamışlardır.
Her şey bir yana, bu politikaların yürütü¬lebilmesi ve bu alanlarda girişimlerde bulunulabilmesi; birbirleriyle ilişki halindeki ulusal organları, onların karşılıklı olarak ala¬cakları kararlar ve bunların uyumunun göze¬tilmesini yeterli olmaktan çıkarmıştır. Önce¬leri yalnızca denetsel işlevle çalışsa ve bir arada alınan kararlar çok dar alanları kapsa¬sa da; giderek doğrudan icrai organlar ve karar alanlarının genişlemesi yönünde ilerlemelerin gerçekleşmesiyle ve belki de uluslar-üstü nitelikte kurumsal bir yapılanma or¬ganlarıyla birlikte her geçen gün daha bir zorunlu hale gelmiş, üye ülkeler şimdiden bazı konularda ulusal yetkilerini topluluk organlarına devretmişlerdir. Kuşkusuz, henüz geri dönülmez bir süreç oluşmamıştır ve hâlâ her ülke kendi devlet örgütüne sahiptir ve ortak kararlar hâlâ bu devlet örgütlerinin denetimi altında, onayıyla ve aracılığıyla uy¬gulanmaktadır. Üyeler, çeşitli gerekçelerle ortaklıktan ayrılabilme hakkına sahiptir ama bir yandan da üyelerin tümünü kapsa-yan ortak bir devlet örgütünün kuruluşuna doğru da gidilmekte, böyle bir örgüt çeşitli organlarıyla inşa edilmekte ve organizasyon ilerledikçe işlevselleşmektedir. Bugünden bir ortak Avrupa bürokrasisi sadece doğma¬mış, üstelik epey serpilip gelişmiştir de. He¬nüz karar yetkileri ve sıklet merkezi ortaklı¬ğa ait olmasa bile, ortak bir ordu kuruluşuna da başlanmıştır. Birlik örgütlen¬mesinin, temel örgütsel alanlara da yöneldi¬ği görülmektedir.
Böyle örgütsel bir varoluşa geçişin, Avru¬pa ülkeleri burjuvazileri arasında belli başlı temel konu ve alanlarda, rekabeti ve sürtüş¬meleri dışlamayan, ama giderek de güçlenen bir yakınlaşmanın, ortak çıkarlar ve uyumun sonucu olabileceği ve olduğu tahmin edilebi¬lir. Ama özellikle sürecin belirli bir anından itibaren bizzat bu kurumlar ve izledikleri ortaklaştırılmış politikaların varlığının, birliği giderek daha fazla koşullandırdığını; çıkar ortaklığının alanını genişletme, uyumu pe¬kiştirme, aradaki çelişmeleri yumuşatıp gi¬derme yönünde rol oynayacağını ve oynadı¬ğını söylemek doğru olacaktır.
“Birleşmiş Avrupa”, böylelikle bugünden diğer ülkeler emperyalist burjuvazisiyle eko¬nomik ve siyasal kavgasında zırhını kuşan¬maktadır; onlarla kavga şimdiden tek tek Avrupa ülkelerinin kavgası olmaktan çıkıp Avrupa dayanışmasının kavgası olmaya dö¬nüşmekte, bu, Avrupa Birliği’nin organları¬nın zorunluluğunu artırıcı bir faktör olma¬nın yanında, dayanışma ve birlik geliştikçe kavga daha zorlu ve sert bir türüne doğru gelişmektedir. Bizatihi bu kavga, “Avrupa Birliği”nin itici güçlerinden biridir.
“Birleşmiş Avrupa”, bugünden işçi sınıfı¬na karşı zırhını kuşanmaktadır. Tek tek her Avrupa ülkesinde, burjuvazi ile işçi sınıfı ara¬sındaki zaten uluslararası niteliğe sahip kav¬galar, şimdiden birliğin artırdığı burjuva ola-naklar çerçevesinde gelişmeye başlamıştır. İşçi sınıfı, tek tek her ülkede, karşısında yal¬nızca “kendi” burjuvazisini değil, olanakları¬nı dayanışmanın ötesinde birleştirerek uluslararasılaşmasını ekonomik alandan, giderek siyasal alana da yaymaya yönelmiş bir burju¬vaziyi bulmaya başlamıştır. Savaş alam, her geçen gün ülke sınırlarını aşmakta, işçi sınıfı için uluslararası dayanışmanın ötesinde sıkı örgütsel yapılar zorunlu hale gelmektedir. “Avrupa Birleşik Devletleri”, gerçekleşme ışıkları yandıkça, Lenin’in yüzyılın başında belirttiği gibi sosyalizme karşı bir birlik ola¬rak gündeme gelmektedir.
“Birleşmiş Avrupa”, bugünden diğer ülke¬lere, özellikle geri ülkelere yöneltilmiş bir tehdit ve sömürgen emperyalist, yağmacı bir Avrupa olarak var olmaktadır. “Birleşmiş Av¬rupa”, bugünden geri ülkeler karşısında ya¬yılmacı bir güç olarak yer alırken, yayılma ve bu yayılma içinde diğer emperyalist ülke¬lerle hesaplaşma, birliğin temel itici güçle¬rinden birini oluşturmaktadır. Birlik; yayıl¬macılığı ve koşullarını kolaylaştırıp elverişli hale getirmekte, Avrupalı burjuvazinin ola¬naklarını bu yönüyle de artırmaktadır. Türki¬ye gibi ülkelere başından beri dikte ettirilen eşit olmayan sömürgeci ortaklık ve Balkan¬lar, eski Sovyet Asya’sı ve Afrika’ya yönelik sömürgeci yönelim ve ataklar, şimdiden bel¬li başlı göstergeler olarak gözler önündedir.
Topluluk organlarının geleneksel ulusla¬rarası örgütlenmelerden farklılığını açık olarak belirleyebilmek için, her birinin kuruluş gerekçeleri ve görevlerine bir göz atmak ye¬rinde olacaktır.

AVRUPA TOPLULUĞUNUN ORGANLARI

Başlangıçta daha çok denetim ağırlıklı olarak hayata geçen topluluk organları, gi¬derek icra organlarına da dönüşmüştür ve genel olarak icrai ve denetim organları ola¬rak iki grupta toplanmaktadır. Bunlardan Avrupa Konseyi ve Avrupa Parlamentosu ic¬rai karar organları olup, Avrupa Adalet Divanı ise denetleyici bir fonksiyona sahiptir.
Avrupa Konseyi:
Avrupa Topluluğu kurucuları “Avrupa Konseyi” adını alan bir üst siyasal organ kurmuşlardır. Konsey, kendisine Avrupa Ko¬misyonu tarafından sunulan genel kapsama sahip bir memorandum veya belirli bir so¬run etrafında yoğunlaşan bir öneri aldığı za¬man; bu konuda yapacağı görüşmelerin ha¬zırlanması, raporların vb. düzenlenmesi görevini Daimi Temsilciler Komitesi’ne ver¬mektedir. Daimi Temsilciler Komitesi ise, ba¬zıları daimi nitelikte olan çok sayıda komite ve çalışma gruplarına dayanarak çalışmaları¬nı yürütmektedir.
Konsey, her üye devletin hükümet üyele¬rinden birinin katılımıyla oluşmaktadır. Bu¬gün Konsey’in 12 üyesi vardır ve üyeler ge¬nellikle Dışişleri, Maliye, Tarım, Ulaştırma ve Enerji bakanlarından teşkil olmaktadır.
Bu bileşim, henüz üye devletlerin, tek tek örgütlenmelerinin belirleyici olan fonksi¬yonuna işaret etmektedir. Konsey’in kararla¬rı, hâlâ, tek tek hükümetler temel birim ola¬rak, onların kararlarına dayanılarak ve bu kararların uyum hali aranarak alınmakta ve yine tek tek bu hükümetler tarafından uygu¬lanmaktadır. Esas icrai organlar bugün de tek tek hükümetlerdir; ancak Konsey’de de ) kararlar alınmakta ve genellikle bunlar hükümetlerin politikaları ile çelişki içinde ol¬mayan ama uyum gözetilerek tek tek hükümetlere ait olmaktan çıkarılarak, birliği kapsamak üzere geliştirilmiş kararlar olmak¬tadır. Kararlar, çoğunlukla çelişkilerin geçer¬li olduğu konularda alınmakta, belirli bir kavgayı gereksinmekte ve uzlaşmayı ifade¬lendirmektedir. Uzlaşmaysa; kuşkusuz, güce ve olanaklara sahip ülke lehine gerçekleş¬mekte, ama daha az güç ve olanaklara sahip olanların dışlanması yoluna gidilmemek ve belirli bir noktada uyum, karşılıklı emperya¬list çıkarlar gereği öngörülmektedir.
Konseyin, uzlaştırma amaçlı icrai bir or¬gan olarak başlıca iki görevi vardır: İlki, Topluluk kurucu antlaşmalarında öngörülen birliğe yönelik amaçları gerçekleştirmek ve üye devletlerin genel ekonomik politikaları¬nın eşgüdümünü sağlamaktır. Konsey’in bel¬li başlı tartışma ve kararlarında şimdiye ka¬dar ekonomik politikalar ağırlıklı olmuştur. Başlıca ekonomik politikalardaki farklılıkları ve altında yatan çıkar farklılıklarının belirli bir uzlaşma sağlanması ve bunun için karşı¬lıklı tavizler verilmesi’ aracılığı ile aşılması, Konsey gündeminin büyük bir bölümünü doldurmuştur.
Konsey’in ikinci görevi ise, Topluluk üye¬leri arasındaki ekonomik ve sosyal dayanış¬mayı güçlendirmek, bunun için ülkelerin bir¬birlerine gerekli destekleri sunmasını organize etmek ve dayanışmayı siyasal işbir¬liğine ve birliğe dönüştürmektir.
Avrupa Konseyi toplantıları ve Avrupa Parlamentosu’nun tek dereceli olarak doğru¬dan seçilmesi gibi gelişmeler ve kuşkusuz bunların temelini oluşturan başlıca ekono¬mik konularda, farklı ülke sermayeleri arasında sağlanan çıkar yakınlaşması, hükümet başkanlarının 1972’de yaptıkları toplantıda Topluluk’a üye ülkeler arasındaki ilişkilerin bir “Avrupa Birliği”ne dönüştürülmesi kara¬rının alınmasını gündeme getirmiştir. Avru¬pa Birliği süreci, bu tarihten itibaren daha bir hızlanarak ilerlemektedir.
Avrupa Topluluğu Komisyonu:
Avrupa Topluluğu Komisyonu, yine bir anlamda topluluğun eşgüdümünü sağlayan bir üst kuruluştur. Komisyon, fonksiyonel olarak, antlaşmaların uygulanmasının yanı sıra, Topluluk politikalarına yön veren ve hatta Topluluk’un çıkarlarını uzun vadeli olarak gözeten yetkilerle donatılmıştır. Kon¬sey gibi komisyon da, bir uzlaştırma organı olarak şekillenmiştir. Uzlaşma ise, yalnızca çıkar çelişme ve çatışmalarının ortaya çıktığı konularda değil, saptanmış ortak politikala¬ra uygun olarak uzun vadeli gelişme pers¬pektifleri açısından da söz konusu olmakta¬dır.
Komisyonun birinci görevi, Topluluk ku¬rallarını koyan, tek tek ülkelerin hukuklarıyla uyumlu bir topluluk hukuku geliştiren ol¬dukça pratik bir tür yasa kuyuculuktur.
İkinci görevi, Topluluk’un yürütme orga¬nı işlevini görmektir.
Komisyon’un üçüncü görevi ise, üye dev¬letlerin Topluluk’un kurucu antlaşmalarına uygun davranıp davranmadıklarını izlemek, gerekli olduğu durumlarda üye devletlerin antlaşmalara uymaları bakımından dikkatle¬rini çekmektir. Komisyon, uyarılarına uyma¬yan üye devletler üzerinde doğrudan bir yaptırım uygulama gücüne sahip olmadığı gibi, kendi başına politikalar saptayıp uygu¬lama yetkisine de sahip değildir. Ancak, uyarılarına uymayan tek tek üye ülkelere karşı
Avrupa Topluluğu Adalet Divanı önünde da¬va açma yetkisi vardır.
Konsey, bunlardan başka, Konsey kararlarının taslağını hazırlama görevini yüklen¬miştir ve ayrıca Konsey’e tavsiye ve görüşle¬rini bildirme yükümlülüğü vardır.
Avrupa Parlamentosu:
Avrupa Parlamentosu bugün 518 millet¬vekilinden oluşmaktadır. Başlangıçtan farklı olarak, her üye ülkede Avrupa Parlamentosu milletvekilleri ayrı bir seçimle doğrudan se¬çilmektedir. Ama genel olarak olduğu gibi son Avrupa Parlamentosu seçimlerine katı¬lım oranlarının düşüklüğünün de gösterdiği gibi, bu organ, pek fonksiyonel bir organ ol¬madığı gibi, yönetsel bir organ da değildir. Bu durumuyla tek tek ülkelerin parlamentolarının yönetsel mekanizmalar içinde sahip olduğu fonksiyonu aynıyla yansıtmaktadır. Tek tek ülkeler yönetsel organlarından baş¬layarak başka organlarda alınmış kararlan onaylayan Avrupa işçi sınıfı ve emekçilerini, “Avrupa Birliği” lehinde avutmaya yönelik gürültü çıkana ,”moral” ağırlıklı bir organ¬dır. Yine de tek tek ülkelerde verilmeye çalı¬şılan görüntüye benzer göstermelik görevler¬le donatılmıştır. Avrupa Konsey ve Komisyonu’nu denetlemek ve Topluluk büt¬çesinin oluşturulmasına katılıp onaylamak gibi. Üye ülkelerin “Meclis Komisyonları”na benzer çeşitli uzmanlık komiteleri vardır. Parlamento “görevlerini” bu uzmanlık komi¬telerine havale etmek aracılığı ile yerine ge¬tirmektedir ve bugün bu komitelerin sayısı 18’dir. Bunlar; siyasal, sosyal, ekonomik, tarım, balıkçılık, gıda vb. konularda çalışmalar yürütmektedirler.
Avrupa Parlamentosu’nda parlamenter¬ler, Avrupa Birliği eğilimini de yansıtmak üzere kendi ülkelerine göre değil, sahip ol¬dukları siyasal eğilimlere göre gruplaşmakta¬dırlar. Sosyalistler (sosyal demokratlar), Av¬rupa Halkçı Parti grubu (Hıristiyan demokratlar), komünistler (revizyonistler), liberaller vb. gibi.
Adalet Divanı:
Avrupa Topluluğu bağımsız yargı organı olarak nitelendirilen, ama kuşkusuz burjuva göstermelik “bağımsızlığa” sahip olmanın ötesinde, gücünü; kendi yaptırım olanakla¬rından değil, -çünkü bir mahkeme olarak parçası olduğu silahlı ordu ve polis güçleriy¬le, hapishane vb. kurumlara sahip bir birlik devleti henüz bulunmuyor- üyelerin gönül¬lü katılımından ve daha da çok, sahip oldu¬ğu uluslar ötesi prestijden alan Adalet Diva¬nı, yine başlıca bir moral kuruluşudur. 13 yargıcın yanında, savcı ve Divan’ın kalem iş¬lerini yürüten bir mahkeme başkâtibinden oluşmaktadır.
Adalet Divanı, üye ülkelerden birine yö¬neltilen kurucu antlaşmalara ve topluluk hu¬kuku kurallarına uygun davranmama iddia¬ları, Roma Antlaşması’nın yorumu, topluluk yönetimi ile personeli arasında çıkan anlaş-mazlıkların çözümü gibi konulan ele alıp in¬celer ve karara bağlar. Adalet Divanı karar¬ları kesindir, temyiz edilemez; ancak, tüm üyeler için bağlayıcı ve uyulması zorunlu ol¬makla birlikte uygulanma şansı, karara konu olan üye devletlerin kabulüne bağlıdır. Kuş¬kusuz kararlara uymama, üyeliğin düşmesine varacak bir sürecin başlangıcını oluştura¬bilir, ama genel olarak uzlaşma üzerine kurulu topluluk, üyelerin temel yönelimini oluşturan yakınlaşma, birliğe gidiş ve bunun unsuru olan uzlaşma eğilimini tarih yapacak dönemeçler söz konusu olmadıkça, bu tür gelişmelerden kaçınacak ve kuşkusuz Adalet Divanı da bu durumu gözeterek uzlaşmayı imkânsızlaştıracak kararlardan kaçınacaktır, bugüne dek de kaçınmıştır. Topluluğun tüm organlarına yön veren temel yaklaşım, bu¬gün için dağılma değil; uyum, uzlaşma ve birliğe yönelmedir. Divan kararlarının bağla-yıcılığından önce ortaya çıkışı da bu çerçeve¬de, ulusal çıkarların görmezden gelinmeden olmaktadır.
Topluluğun, Avrupa Yatının Bankası ve Sayıştay gibi ek organları da vardır.

TOPLULUK’UN FİNANSMANI

Avrupa Topluluğu’nun cari giderleri oldu¬ğu kadar hedefleri ve işleyişi için gerekli olan harcamaları, vergi karakterli kaynakla¬ra dayandırılmıştır. Özellikle tarım ürünleri ithalatından alınan fonlar ve gümrük ve kat¬ma değer vergilerinden alınan paylar temel öneme sahip kaynaklardır. Topluluğun belli başlı finans kaynakları, ortak gümrük tarife hâsılatı, tarımsal vergiler ve katma değer vergisinden alınan paylardır.
Ortak Gümrük Tarifesi Hâsılatı, Topluluk’un “Gümrük Birliği” temeli üzerinde ku¬rulmuş olması ve izlediği ortak dış ticaret politikasının bir sonucu olarak ortaya çık¬maktadır. Bu gelirleri, üye ülkelerin gümrük idareleri, topluluk adına tahsil ederler.
Tarımsal Vergiler, Topluluk’un uyguladığı ortak tarım politikasının bir sonucu olarak elde edilir. Tarımsal vergiler, Topluluk’a üye olmayan üçüncü ülkelerden ithal edilen ta¬rım ürünlerinin fiyatlarının üzerine konulur ve ölçüsü, her ürün için topluluk destekleme fiyatı ile uluslararası piyasa fiyatı arasındaki farka eşit olarak saptanan miktardır. Bu ver¬giler de, topluluk adına üye ülkelerin mali idareleri tarafından tahsil edilir ve Topluluk
Bütçesi içinde yer alan Avrupa Tarım Garan¬ti ve Yönlendirme Fonu’nda toplanır.
Bu vergilendirme, açıkça anlaşıldığı üze¬re topluluk üyesi tarım ürünleri üreticisi ül¬keleri, onların tarımını ya da genel olarak çıkarlarını korumak üzere, onlara verilmiş tavizler olarak alınmış önlemlerdir. Bu yolla hayvansal ürünler sektöründe başlıca Hollanda ve örneğin tarımsal ürünler sektörün¬de şarapçılığı gelişkin Fransa gibi ülkeler, açıktan gümrük vergilendirilmesi yoluyla, yalnızca üçüncü ülkeler aleyhine değil, ta¬rımsal üretici olmayan Avrupa ülkeleri aley¬hine de korunmaktadır. Tarım üreticilerine sunulan bu destek, belki uzun vadeli ekono¬mik, belki de siyasal-stratejik nedenlerle di¬ğerleri tarafından birlik amacıyla kabullenil¬miştir.
Topluluk, katma değer vergisi üzerinden de bir pay almaktadır. Tüm üye ülkelerde matrahları uyumlandırılmış katma değer vergisinin yüzde birlik bölümü, topluluğa ayrılmıştır.
Tüm bu gelir kaynakları, topluluğun fi¬nansmanı için bir fonda toplanmaktadır.
Bu fonun kullanımında da üye ülkeler açı¬sından eşitsizlikler ortaya çıkmakta bu eşit¬sizliklere, birlik yaklaşımıyla ve ülkeler ara¬sındaki fiili eşitsizliklerin giderilmesine katkı amacıyla katlanılmaktadır. Bazı üye ülkeler, bu fona ek katkılarda bulunurken di¬ğer bazıları ise fondan önemli miktarlarda yardımlar almışlar ve almaktadırlar.
Örneğin İtalya, Portekiz ve İspanya, top¬luluğa üye olurken fondan büyük destekler almışlar ve bu, ekonomilerini ve belli başlı sektörlerini diğer ülkelerin standardına ulaş¬tırmaya yardım amacıyla açıklanmıştır.
Kuşkusuz, hiçbir kapitalist ülke çıkarı ol¬madıkça bir başkasına yardım etmez. Karşı¬lıksız yardım, kapitalizmin doğasına aykırı¬dır. Birliğin pazar olanakları, başka pazarla¬ra yönelmede olumlu rolü, siyasal-stratejik önemi ve sağlayacaktan vb. gibi unsurlar, Topluluk içinde geri ve daha az gelişkin ko¬numda bulunan ülkelere çeşitli ekonomik ta¬vizler veren ve sözde onların ekonomileri¬nin gelişmesine katkıda bulunan daha ileri ülkelerin bu destekler için “ikna olmalarını” sağlayan başlıca nedenler arasındadır. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmemekte, an¬cak bunun hesapları da inceden inceye yapıl¬maktadır.
Örneğin Türkiye, yıllar öncesinden Topluluk’a üyelik antlaşmasını imzalamasına kar¬şın, bu “ince” hesaplar yapıldığında kârlı bu¬lunmadığı için özenle topluluğun dışında ve uzağında tutulduğu gibi, şimdiye kadar fon¬dan hiçbir destek de görmemiştir. Gerekçe ise hazırdır. Yunanistan, daima neden göste¬rilerek tercih ondan yana kullanılmıştır. Bir başka gerekçe Türkiye’nin “askeri demokra¬sisi”dir. Bunlar kuşkusuz gerçek gerekçe ya da nedenler değillerdir. “İnce hesap” tut¬mamaktadır.
Türkiye’ye biçilen, sömürgelik statüsü¬dür. Tam üyelik başvuruları Roma Antlaşma¬sından bu yana reddedilen Türkiye’ye yeşil ışık, Topluluk üyeliği dışı Gümrük Birliği üyeliği açısından yakılmış, Türkiye, bugüne dek attığı imzaların zorunlu bir sonucu ola¬rak Gümrük Birliği’nin kapısına dayanmıştır. Topluluğa yine de üye olamayacak, ama Gümrük Birliği’ne katılacaktır.
Bunun anlamı açıktır. Türkiye, Topluluk üyeliğinin haklarından yararlanamayacak, örneğin işçileri için serbest dolaşım hakkın¬dan ve ekonomisini “Avrupa standardına ulaştırmak için gerekli destekler”den faydalanamayacak; ama pazarını Avrupa ülkelerinin sermayesine ardına kadar açacak, onlar¬la tüm alışverişlerini gümrüksüz yapacaktır. Koruma ile zor ayakta duran sanayinin, gümrük duvarlarının korumasından yoksun kaldığında, içine düşeceği yok oluş batağı, herkesçe görülebilir durumdadır. Rekabet olanaklarına sahip olmayan Türk sanayisi, Avrupa sanayi ürünleri karşısında çökecek¬tir. Ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, gümrük koruması tümüyle kaldırılacağından tam bir yağma konusu olacaktır. Üstelik ül¬ke ekonomisi, üçüncü ülkelere transit taşı¬macılıktan bugün almakta olduğu ayakbastı parası vb. türünden harçlardan da yoksun kalarak hemen bütün gelir kaynakları tüke¬tilmiş ve tamamen ilhak edilmiş bir sömür¬ge görünümü alacaktır.
Avrupa Topluluğu üyeliğinin yol açacağı sömürgeleşmede farklı boyutlar kazanma sü¬reci, yalnızca Gümrük Birliği üyeliği yoluyla olağanüstü hızlandırılmış olmaktadır.
Türkiye, bu süreci kesintiye uğratabilme olanağına da sahip değildir. Belki gösterece¬ği isteksizliğin kırılması amacıyla, “karşılaşa¬cağı zararların giderilmesi” gerekçe gösteri¬lerek sağlanacak birtakım “yardımlara” mazhar olacaktır. Hepsi bu.

TOPLULUK’A KATILMADA TÜRKİYE’NİN ÜSTLENDİĞİ YÜKÜMLÜLÜKLER

Topluluk’a üye olmak, ekonomik olduğu kadar siyasal bir tercihtir de. Bu bakımdan üyelik için gerekli ve üstlenilmesi zorunlu yükümlülükler, salt ekonomik çerçeve ile sınırlandırılmamıştır.
Öncelikle Türkiye’ye üyelik karşılığında vaat edilenler üzerinde durulmalıdır. Toplu¬luğun da Türkiye’ye karşı yükümlülüklerinin sözü edilmektedir.
Buna göre; Türkiye’nin lehine olarak Toplulukla arasında Gümrük Birliği tam ola¬rak gerçekleştirilecektir. Türk mallarının top¬luluğa üye ülkelere girişinde gümrük muafi¬yeti ve tam liberasyon uygulanacaktır. Türk tarım ürünlerinin, örneğin Topluluk’a itha¬linde, herhangi bir prelevman, hiçbir harç vb. alınmayacaktır. Ve her türlü miktar kısıt¬laması ve kota kaldırılacaktır. Bu yükümlü¬lükler, Türkiye, Gümrük Birliği’ne üye oldu¬ğunda uygulanacaktır. Ama Türkiye, Avrupa Topluluğu’na üye olmadığı için örneğin üye ülkelerin üçüncü ülkeler karşısında yararlan¬dığı tarım korumasından yararlanamayacak¬tır. Örneğin tekstilde de, Türkiye, Avrupa ülkeleriyle rekabet koşullarını yakalasa bile, üçüncü ülkeler karşısında korunmasız olaca¬ğı için, emek-gücünün olağanüstü ucuz oldu¬ğu Bangladeş, Pakistan, Çin gibi ülkelerin re¬kabetine dayanamayacaktır.
Üye olacak Türkiye’ye vaat edilen diğer tüm özendirici görülebilecek yükümlülükler, bu durumda, uygulanabilir olmayacaktır. Bunlara bugüne kadar hiç uymayan topluluk üyesi ülkelerin ve Topluluk’un, bundan son¬ra uyması için hiçbir neden yoktur.
Yükümlülükler arasında sayılan Türki¬ye’nin emek-gücü pazarına serbestçe girebil¬mesi, AT ülkelerinde serbest dolaşımı ger¬çekleşmeyecektir. Türkiyeli işçilerin, Topluluk ülkelerinde serbestçe ve ücretler ve sosyal güvenlik vb. yönleriyle eşit koşul¬larda çalışmalarına izin verilmeyecektir.
TC vatandaşlarının AT ülkelerine serbest¬çe yerleşmeleri ve serbestçe işyeri açıp çalış¬malarına müsaade edilmeyecektir.
Türkiye, Topluluk’un mali yardım ve des¬tekleme olanaklarından, vaat edilmesine karşın bugüne kadar yararlanamamıştır; bundan sonra da yararlanamayacaktır. Avru¬pa Yatırım Bankası, Bölgesel Fon, Sosyal Fon ve Tarımsal Fon (FEOGA-Avrupa Tarım¬sal Yönlendirme ve Garanti Fonu)’dan eşit şartlarla yararlanamamıştır, yararlanamaya¬caktır.
Vaatlere göre Türkiye, Topluluk Organla¬rında diğer ülkelerle eşit şartlarla yer alıp temsil olunacak, Topluluk yönetiminde hak sahibi olmanın yanında Topluluk kuruluşla¬rında Türkiyeli memurlar için de kontenjan ayrılacaktı. Bu yükümlülük de karşılanma¬mıştır ve bundan sonra karşılanması ise ola¬naksız olacaktır.
Topluluk, hiçbir yükümlülüğüne uyma¬mıştır. Geriye, kala kala tam köleleştirici ve hemen hiçbir şey “vermeden” köleleştirici Gümrük Birliği üyeliği kalmıştır. ’95’de gün¬demde olan budur.
Türkiye’nin uyamadığı yükümlülükler de olmamış değildir. Örneğin Gümrüklerde tak¬vime bağlanan indirimlere uyamamıştır Tür¬kiye. Şimdiyse gümrükleri sıfırlamaya boyun eğmek durumundadır. Nasıl yapacaktır bunu ve sonuçlarına nasıl katlanacaktır? Türk te¬kelci burjuvazisinin satamayacağı hiçbir şey kuşkusuz yoktur. Peki ya işçi sınıfı? O, bu¬günden gündeme getirilmiş özelleştirmelere karşı savaş bayraklarını yükseltmektedir. Gümrük Birliği üyeliği ile yakından bağlantı¬lı özelleştirmeye karşı, ülkenin sağlam tek gücü durumundadır. KİT’lerin bugünden özellikle yabancı sermayeye satışında olanca özendirici önlemler getirilmesi boşuna değil¬dir. Gümrükler sıfırlandığında beş para et¬meyecek yüklerden bugün para karşılığı kurtulmak pek akıllıca sanılmaktadır.

GÜMRÜK BİRLİĞİ (ROMA ANTLAŞMASININ HÜKÜMLERİ)

Uygulama zamanı yaklaştıkça medyatik tartışmalarda kapladığı yeri de genişleyen
Gümrük Birliği, hemen önündeki, kaçınılma¬sı neredeyse olanaksız bir adım olarak Tür¬kiye’yi yakından ilgilendirmektedir.
Roma Antlaşması’nın 9. maddesine göre, “Topluluk, mal alışverişlerinin tümünü kap¬sayan ve üye devletlerarasında ithalat ve ih¬racatta alınan gümrük vergileri ile eş etkili bütün yükümlülükleri yasaklayan ve üçüncü ülkelerle ilişkilerde ortak bir gümrük tarife¬sinin uygulanmasına dayanan bir gümrük birliği üzerine kurulmuştur.”
Bu maddeyle, Topluluk içinde malların serbest dolaşımını olumsuz yönde etkileyen gümrük vergileri ve onlarla eş etkili, onların yerine üstü kapalı olarak ikame edilecek di¬ğer yükümlülüklerin kaldırılması amaçlanmaktadır. Türkiye de şimdiden kurtuluş ola¬rak gümrük vergilerinin yerine yeni vergi ya da harçlar icat edilmesi çabası içine giril¬miş ve bu yönde tartışmalar başlamıştır. An¬cak eş etkili hiçbir yükümlülük kalmaması gerektiği açıkça belirlenmiştir. Ve Roma Ant¬laşması’nın serbest dolaşım kuralı, yalnızca üye devlet menşeli mallar açısından ve yal¬nızca topluluk içi ticareti ilgilendirerek ge¬çerli değildir. Örneğin Türkiye’den üçüncü ülkelere çıkış yapan Alman mallan açısın¬dan, Almanya ile Türkiye arasında gümrük tarifesi sıfır olduğu gibi, üçüncü ülkelerden topluluğa giren ve ithal işlemleri üye ülkele¬rin herhangi birinde tamamlanmış mallar açısından da aynı kural geçerlidir. Örneğin Türkiye, Gümrük Birliği içinde yer aldığı du¬rumda, yalnızca ihracat yapabildiğinde kaza¬nacaktır. Doğal ki, bu ihracatı zararına yap¬mazsa!
Roma Antlaşması, ekonomik birliğe geçişi belirli bir kategori içinde değerlendirmekte¬dir ve gümrük birliği açık bir biçimde toplu¬luğa üye ülkelerin ekonomilerinin bütün yönleriyle entegrasyonunun ihtiyaçları arasında söz konusu olmaktadır. Öncelikle ön¬görülen ise; mal, hizmet ve kişi dolaşımını engelleyen sınırlamalar kaldırılarak dolaşı¬mı etkin kılmak için serbest rekabet koşulla¬rı çerçevesinde uyumlu bir mali politika oluşturmaktır.
Kelaynak gibi, Avrupa Topluluğu’na alın¬mazken Gümrük Birliği’ne zorlanan tek ülke olan Türkiye’nin “orijinalitesi”ni bir yana bı¬rakalım. Gümrük Birliği’nin özü, Avrupa Topluluğu içinde birleşmeye yönelmiş kapitalist ülkelerin tekelci sermayelerine, Avru¬pa çaplı uluslararası entegrasyonda hız ka¬zandırma ve böylelikle üçüncü ülkelere yönelik avantajlar sağlama amacına dayan¬maktadır. Tek pazar, tek para, tek devlet ve tek bir sömürü mekanizması. Hepsinin adım¬ları atılan bu tekelleştirmeci tröstçü yakla¬şım, kuşkusuz ancak Gümrük Birliği uygula¬ması ile anlam kazanmaktadır.
Topluluk üyesi ülkeler, gümrük vergileri¬ni kendi aralarında kaldırırken üçüncü ülke¬lere karşı ortak bir gümrük tarife ve politi¬kası uygulayarak kendi dışlarında rekabet olanaklarını diri tutup geliştirmeyi, hege¬monya ve saldırganlığın gücünü bilemeyi amaçlamaktadırlar.
Türkiye’de ’95’te Gümrük Birliği’ne dâhil olurken, zaten olağanüstü cılız, kolu kanadı iyice budanarak bu rekabetin girdabına ka¬pılacaktır.
Burada güç kazanacaklar olduğu gibi kaybedecekler de olacaktır. Tekelci sermayenin kaybedeceği bir şey yoktur, kazanından da olacaktır. Türk tekelci sermayesi, şimdiye dek biriktirdiklerini aracılıkta, ya da örneğin faiz ve spekülasyon alanlarında değer¬lendirerek kazançlı çıkma olanağını kullanmaya yönelecektir.   Başlıca Amerikan işbirliği yolunu tutmuş olanlar da taraf de¬ğiştirerek bu olanaktan yararlanabilirler; an¬cak ülkeyi kendilerinin ve efendilerinin iste¬diği gibi yönetme alışkanlığından vazgeçme¬yi zül sayarlarsa, ABD’ye dayanarak bu sürecin gelişmesini torpilleme yoluna sapabi¬lirler. Gümrük Birliği’ne girmemenin kısa za¬manda gerçekleştirmesinin tek yolu, bugün için bu olarak görülüyor.
İşçiler, emekçiler ve ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklan ise yağmalanacakların ba¬şında gelmektedir. Derme çatma sanayinin hemen tümüyle çöküşü, milyonlara milyon¬lar katmasıyla çığ gibi büyüyecek yedek işçi ordusu, tarım üretiminden bile uzak durmak zorunda kalıp dev gibi büyüyen sefalet karşı¬sında ölmek ya da savaşmak seçimini yap¬maya itilecek milyonlarca köylü ve yeraltı zenginliklerinin hunharca yağmalanıp tüketilme yoluna girilmesi… İşte bunlar, tekelci sermaye ve toprak sahipleri bir yana, ülke emekçi halkının zararına yazılacaktır. Ve kaybeden, bütün bir Türkiye halkı olacaktır.
Olanaklı olmayan en iyi durum gerçekleş¬se ve Avrupalı vaizler tüm eski vaatlerini ye¬rine getirseler de, bu durum değişmeyecek¬tir.
Hele bugünkü derin kriz koşullarında Gümrük Birliği’ne balıklama dalmak, işken¬ceyle öldürülmek demektir.
Ancak Gümrük Birliği’nin gerekleri ve da¬yanaklarından biri olan AT’ye katılmak, en iyi durumda “eşit ortak” olarak Topluluk’un “sunduğu olanaklar”dan yararlanmak “lüksü”ne “kavuşmak” da yine ölümdür. Rekabet olanaklarına sahip olmayan bir ekonomiyi, yine tüm zenginlik ve değerleriyle birlikte Avrupa’nın emperyalist ülkelerine peşkeş çekmektir.
Diyelim ki serbest işçi dolaşımı da bahşedilecek Türkiye’ye. Bu durumda Türkiye işçi sı¬nıfı, Almanya ya da Fransa’ya taşındırılacak de¬ğildir.
Üstelik krizin, yıkımı iyice belirgin kıldığı Avrupa’nın kapitalist ülkelerinin son yularda uygulamaya koyduğu politikalar, Türkiye’de yaşana-gelenlerden pek de farklı değildir. Tür¬kiye’de kulakların duymaya alıştığı kemer sık¬ma politikalarının yanında; devlet sübvansi¬yonlarının kaldırılması; eğitim, sağlık, konut, işsizlik yardımları gibi yardımlarda büyük kısıt¬lamalar; özelleştirme, erken emeklilik, çocuk yardımlarının azaltılması, çalışma saatlerinin uzatılıp ücretlerin düşürülmesi vb. vb. tüm Av¬rupa ülkelerinde gündemde olan ekonomik ve sosyal politika ve uygulamalardır.
Avrupa Birliği, Avrupalı tekelci sermayedar¬ların hedefidir. Onların kârlarının artırılma ve dünyadaki etkinliklerinin geliştirilme yoludur. Sermaye, meta ve emek-gücü dolaşımının ser¬bestleşmesi, üretimde kontrollerin azaltılması, emek-gücünün ucuz olduğu ülkelere yatırımla¬rın kolaylaşması, vergi yükünün hafiflemesi gi¬bi “Avrupa Birliği” getirileri, kapitalistlerin tat¬lı rüyalarıdır ve bu “cenneti” onlara “Avrupa Birliği” sunacaktır. Ama bütün bunlar, sınıf üzerindeki sömürü ağlarının güçlenmesi ve sö¬mürünün yoğunlaşması demektir. İşçi ve emekçilerin ülkeden ülkeye serbestçe dolaşa¬bilmeleri ise, kendi özgürlüklerinden çok, sermayenin kârlarının gerçekleştirilmesinin unsu¬ru olacak, işçiler yine her zamanki gibi, iş buldukları yerde çalışma yoksa ölme özgürlük¬lerini kullanabilir olarak kalacaklardır.
Bütün bunlara karşın İçeriğini açıklamaya çalışmış bulunduğumuz “Avrupa Birliği” çeşitli çelişkiler ve gelişim yasaları tarafından baltalanmaktadır. Bu çelişkiler esas olarak şöyle açıklanabilir:
“Avrupa Birliği”, en genel anlamıyla birlik süreci içerisinde yer alan önemli güçlerin (bun¬lar başlıca olarak Almanya, İngiltere ve Fran¬sa’dır) dünya pazarında ortak hareket etmeleri¬nin aracı olarak ortaya çıkmaktadır. Diğer yandan, göreceği bir işlev de, başlıca olarak Amerikan ve Japon tekellerine karşı korunma ve bunlar karşısında kendi durumlarım güçlen¬dirmektir. Ancak, Avrupa Birliği sürecinde yer alan önemli emperyalist güçlerin böylesi ortak amaçlan ve çıkar birliklerinin yanında, her bi¬risinin kendi ayrı çıkarları ve bu doğrultuda gi-riştikleri ekonomik ve politik yönelimleri de vardır. Bu açıdan bakıldığında Avrupa Birliği’nin çelişkili bir birlik oluğu görülecektir. Bü¬tün bu çelişkilerin bugün kazanmış olduğu boyutlar bile, Avrupa Birliği’nin geleceğinin belirsiz ve tehdit altında olduğunu göstermektedir.(Bu konuda ayrıntılı bilgi için, Özgürlük Dünyası’nın 66. sayısında yer alan, “Emperyalizmin Sertleşen Çelişkileri ve …” başlıklıyazıya bakınız.)
“Avrupa Birliği”, Türkiye işçi sınıfı ve emek¬çileri için ölüm ve Türkiye’nin iyiden iyiye soy¬suzlaşması anlamına geldiği gibi, Avrupa işçi sı¬nıfı açısından da sömürü ve kapitalist baskının yoğunlaşmasından başka anlam taşımamakta¬dır.
Avrupa işçi sınıfı olsun Türkiyeli sınıf kar¬deşleri olsun, uluslararası işçi sınıfına düşen, “Avrupa Birliği’ adı takılan emperyalist yağma ve saldırganlık ittifakına karşı mücadele etmek ve her ülkede kapitalizmi devirmek ve prole¬ter devrim için çalışmaktır.

Temmuz 1994

IŞİD’li yeni Ortadoğu savaşı

Saddam’ın oyuna getirilip Kuveyt’e saldırısıyla başlayan ve ardından Saddam ordularına yönelik Amerikan saldırısıyla gelişip 36. paralelden itibaren Irak’ın kuzeyinin uçuşa yasak bölge ilan edilmesi ve denetçi bir “Çekiç Güç” kurulmasıyla “virgül” atılan Irak ya da Körfez Savaşı 2003’e kadar demlenmeye bırakılmıştı. Bir işgal için yapılması gerekenler vardı!
2003’te bu kez “2. Körfez Savaşı” ya da “demokrasi getirmek” üzere “Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu” adı takılan İngiltere ve başka birkaç ülkenin de katıldığı koalisyonla yürütülen Amerika’nın başını çektiği işgal başlatıldı. Ağır bir bombalamanın ardından heykellerinin devrilmesiyle başlatılan, Saddam’ın işbirlikçiler tarafından “adilce” yargılanıp idam edilmesiyle ilerletilen işgal, “yeşil hat”tın içi bir yana, bombardımanla elektrik ve su şebekesi, hastane, okul ve tüm altyapısı tahrip edilen başta Bağdat olmak üzere Irak, henüz imarı doğrultusunda adım bile atılmaksızın, üstün körü yan yana getirilen farklı etnik ve mezhebi unsurların yeni göstermelik koalisyonuna devredilerek Amerika ve müttefikleri tarafından kaderine terk edilerek boşaltıldı. 2011 Aralık’ıydı. Obama “savaşa karşı”ydı ya da denizaşırı topraklarda asker besleyerek sürdürülen işgalin maliyeti aşırı boyutlara ulaşmış, astarı yüzünden pahalı hale gelmişti.
Ancak görüldü ki, Irak’ta yolunda giden hiçbir şey yoktu. Saddam “devreden çıkarılmış”, onun Baas-devlet cihazı, sonradan “keşke öyle yapılmasaydı” hayıflanmalarına yol açmak üzere dağıtılarak, Baas, yıllar süren bir direnişe zorlanmış, eski rejimin üzerinden örgütlendiği Sünni aşiretler, yeni Irak örgütlenmesinde bütünüyle dışlanmaktan kaçınılmak istense bile, en azından azınlık olmanın getirdiği –eski pozisyonuyla kıyas kabul etmez– güç kaybıyla eskiyi arar olmuş, gücü elinde toplayan ve yükselişini Maliki’nin rövanşist temsilinde bulan Şii dayatmaları bir yandan, her uygun fırsatta “bağımsızlık” talebini ileri süren federal örgütlenmeleriyle Kürtler bir yandan, Irak’ın Amerikan tasarımı olarak öngörülmüş “birliği” bir türlü sağlanamamaktaydı.
Üstelik Irak, “barut fıçısı” Ortadoğu’nun “ortasında” bir ülke olarak, mezhepsel etnik dağınıklığıyla, henüz tamamıyla kurtulmamış olduğu emperyalist ve bölgesel güçlerin çekişmeleri ortamında bir türlü iki yakasını bir araya getirememekteydi. Saddam ve dayanaklarının ezilmesi ve Şiilik üzerinden politika yapıp çıkar sağlama peşinde olanların, Maliki ve dayanaklarının güç kazanmasıyla İran yeni bir etki alanına sahip olmuş; böylece Körfez Savaşı Amerikalıların hesabında olmayan bir sonuç da üretmişti. “Kusursuz kadı kızı” olmazdı ki!
Kuzeydeki Kürt bölgesi, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi olarak, en çok Amerikalılarla içli dışlı olan federal bir örgütlenmeye gitmiş, tabii ki Amerikan yönlendirmesiyle, kısa sürede Türkiye ile yakın ilişki içine girmiş; hem ülkenin imarı hem de petrolünün pazarlanmasında bu ülkeyle yakın bir müttefiklik ilişkisi tutturmaya yönelmişti.
Türkiye’nin Irak’a ilgisi, Kürtlerle sınırlı değildi. “Şii hilali”ni tehlikeli bulan ve “Osmanlı bakiyesi topraklar”da yayılmasını yeni-Osmanlıcılığın yanında ve onun dayanağı olarak Sünnicilikte gören, İran’la bölgesel çekişmesini bu temele oturtan Türkiye, elini bütün Irak’ın içişlerine atmıştı. Amerikan planıyla devlet yönetimini paylaşmaya yöneltilmiş mezhepler ve etnisitelerin feodal burjuvalarının, çökmüş Irak’ın değişmiş güç dengeleri içinde yeniden anlaşmaları kolay olmayınca çıkan “hır”da Sünni aşiretler ve burjuvazi yayılma heveslisi Türkiye tarafından desteklenmiş; önce, Başbakanlık tartışmasında yanlış “at”a oynanmış, ardından, desteklenip kaybeden ve terörizmle suçlanan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi soluğu Türkiye’de almıştı. Destek devam etti.

*
Bu arada, daha henüz Amerika Irak’tan çekilmeden, Ocak 2011’de “Arap Baharı” adı takılan süreç başladı. Tunus’tan başlayarak Arap halkları, birbirini tetikleyen bir süreçte birbiri peşi sıra ayağa kalktılar. İki diktatör halklar tarafından devrildi. Daha ikincisinde, Mısır’da, halk devrimi sürerken, Amerikalılar başta olmak üzere emperyalistlerin müdahalesi başladı. Zaten öteden beri elleri Ortadoğu’da olan, otokratlar Bin Ali ve Mübarek türü adamlarıyla bölgede egemenliğini sürdüren emperyalistler, evet, Irak’tan çekilmekteydiler; ancak bu egemenliği adamlarına devreden bir çekilmeydi; Amerikalılar ve diğerleri halklar kendi kaderlerini ellerine alsın diye çekilmiyorlar, kuşkusuz bölgenin petrolü, doğalgazı ve giderek artan pazar olanaklarından gönüllü olarak vazgeçmiyorlardı.
İlk müdahale Mısır’a yönelik gerçekleştirildi. Dikkatliydi ve sanki karışmıyormuş, müdahale edilmiyormuş gibi görünmesine özel itina gösterildi.
Mübarek 30 küsur yıllık kendi adamlarıydı. Gönüllü olarak vazgeçmeleri söz konusu bile olamazdı. “Arap Baharı”nı, örneğin Tunus’takine “Yasemin Devrimi” adı takılmasına, bilinç ve örgüt düzeyleri çok yetersiz olan Arap halklarının diktatörlerini devirerek elde ettikleri kazanımlarını koruyamamaları ve devrimlerini çaldırmalarına bakarak, “hırsız” iç güçlerin genellikle Müslüman Kardeş oluşlarıyla dışarıdan müdahale eden emperyalistlerin yalnızca amaçlarına dikkat çekerek, “Amerikan oyunu” sayan densizlerin göremedikleri bir bu; bir de, emperyalistlerin, eğer, doğrudan kendi kontrollerinde değilse, hiçbir zaman ve mekanda halklarla “iş” tutmayacakları, çünkü her şeyden çok halkların ayağa kalkışından korktukları, halkların ayağa kalkışı ve düzeni değiştirmeye cesaret etmelerinin en başta kendi egemenliklerinin sonunu getireceğini bildikleridir.
Mübarek’e karşı isyan başladığında Mısır Genelkurmay Başkanı Enam Washington’daydı ve Amerikalı efendilerinden “karışmayın” talimatı aldı; Mısır Ordusu “tarafsız”mış görüntüsü vererek, sadece büyük “kargaşa”nın altında kalan “enkaz” arasında olmaktan kurtulmadı, bu tutumuyla, Nasır’ın cılız antiemperyalizmiyle bağlantısı ve İsrail’le savaşmış olmadan gelen prestijiyle, eskiden olduğu gibi, “hakem” rolü oynayabilme şansını elinde tutmayı da başardı. Yanlarına bir general daha alarak, Mübarek’in devrilmesinin ardından, onun Savunma Bakanı Tantavi ve Genelkurmay Başkanı Enam’ın oluşturdukları Yüksek Askeri Konsey, böylelikle, iktidarı bir buçuk yıl elinde tutabildi ve halk hareketini püskürtüp bastırmayla uğraştı. Olmayınca, halk ayaklanmasının kazandığı belli olunca ucundan tutan ve zaten Mısır’ın en örgütlü gücü olarak sağladığı üstünlükle önü açılmış olan, bir buçuk yıllık süreci bir yandan çoktan başlamış olduğu palazlanmasını ilerletmek ve “sosyal dayanışmacılığı”yla halkla ilişkilerini geliştirmek bir yandan da bu neoliberal palazlanışına dayalı olarak Batı ve özellikle Amerikan emperyalizmiyle işbirliğine yönelen Müslüman Kardeşler’e iş düştü; ihale ona verildi: İşbirlikçi katılımıyla emperyalist kapitalist egemenliğin dayanağının genişleyip güçleneceği konusunda yeterince güven vermiş görünüyordu.
Ancak Müslüman Kardeşler tek alternatifleri olmadığı için kendisine bel bağlamış olmasalar bile olanak sunanların güveni iki yönden boşa çıkardı; ne kendisinden beklenen başlıca işlev olarak halk hareketini kontrol altına alıp yatıştırabildi ne de –tıpkı bugün AKP’nin de başlıca açmazı durumundaki– kendi geleneksel dinsel tabanıyla ilişkilerinin zedelenmesi korkusuyla dini bütünüyle sermayenin çıkarlarına bağlayıp egemenliğine sunmaktan ibaret olan emperyalistlerle olan işbirliğinin gereklerini yeterince yerine getirebildi. Erdoğan’ın da aynı kaygıyla sık sık yapmakta olduğu, cemaatin önyargılarından çok –komisyon yükseltme tartışmasına bağlanan– yayılmacılık gibi yiyici dinci burjuva zümrenin özel çıkarlarının ifadesi olan hezeyanlar türü kuşkusuz kapitalize olmuş dinci ajitasyona, Türkiye’nin ardından bir de –onunla el ele verecek– Mısır’da da katlanmak emperyalistlerin tercihi olmamıştı. Halk hareketini kontrol altına alabilse hiç değilse bir süre tahammül gösterebilecekleri bu dinci ağırlığı taşımak, emperyalistler bakımından, Müslüman Kardeş cumhurbaşkanı Mursi’ye karşı 23 milyon imza toplanıp sarayı halk tarafından iki kez kuşatıldığında, gereksiz bir yüke çoktan dönüşmüştü. Türkiye’de gereksiz bir yüke dönüşen askeri ağırlığı kaldırıp atmış olmalarına benzer şekilde, Mısır’da tersi olarak görünen başka bir ağırlığın yükünden, hem de Türkiye’de kullanmaktan vazgeçtikleri ya da öyle sanılan generallerin darbe yapmalarının önünü açarak kurtulmaktan geri durmamışlardı. Görülmüştü ki, Türkiye’de görünen “darbe” ve “asker karşıtlıkları” ilkesel değil konjonktüreldi.
Öyle ya da böyle, Mübarek sonrası, önce askerler ve sonra Müslüman Kardeşler’in devrimi halkın elinden çalma girişimlerinin başarısız olup akamete uğramasının ardından, bu kez, şüphesiz emperyalistlerle el ele general Sisi, “halkın taleplerini savunma” söylemiyle halkın hedefindeki Mursi’yi halksız devirerek, şimdilik Mısır ve dünya gericiliğini Mısır’da bir adım öne geçirmişti.
Henüz tamamlanmamış bir süreçtir, önünü açıktır, bitmemiş; üstelik hala bilinç ve örgüt düzeyleri yeterince gelişkin olmaması nedeniyle iki, hatta üç kez devrimlerini ellerinden çaldıran Mısır halkı, hala kafa karışıklığından bütünüyle kurtulmuş olmasa ve örgüt açısından hala ciddi sorunlarla yüz yüze olsa bile, bu iki yönden ciddi deneyler biriktirmiş haldedir, hatta denebilir ki bir atılım yapabileceği eşikte bulunmaktadır. Öte yandan, kesindir ki, öncesinde neredeyse bir “iç güç” gibi sürekli müdahale halinde olduğu Ortadoğu’da “Arap Baharı” ertesindeki ilk kez Mısır’a yönelik gerçekleşen Amerikan müdahalesi, henüz süreç sona ermemiş olmasına karşın şimdilik görece bir başarıya da ulaşmış görünmektedir.
İkinci müdahale Libya’ya yönelik düzenlenmiştir. Libya halkının ayağa kalktığı koşullarda aşiretlere dayalı emperyalist müdahalenin ürünü olarak Kaddafi Batılıların önlerini açıp destekledikleri çoğu cihatçı gürühça öldürülmüş, Mısır’a kıyasla çok daha geri bilinç ve örgüt düzeyiyle halk az-çok bir özgürlüğe bile kavuşamayıp Şeriat ilan eden yerel savaş ağası çetelerin parçalı egemenliğiyle yüz yüze kalmıştır. Kaddafi’nin devrildiği sürecin kısa süren halkçı başlangıcının tersine çevrildiği müdahalenin düzenleyicisi ve gericiliğin kazanımıyla sonuçlanan kanlı Libya hesaplaşmasının ardındaki asıl güç, şüphesiz Batılı emperyalistlerdir. Önde görünen Fransız ve ona olanak sağlayıp güç katan “büyük patron” Amerikan emperyalizmidir.
Yemen ve Suudi Arabistan’ın kara gücüyle müdahale edip “davet” üzerine bir yarı işgal gerçekleştirdiği Bahreyn’i bir yana ayırırsak, üçüncü büyük emperyalist müdahale Suriye’ye yönelik düzenlenmiştir.
Suriye’de de etnik ve mezhepsel ayrım olmadan bütün halk, Tunus ve Mısır ayaklanmalarının da tetiklemesiyle, neoliberal gidişatla atbaşı giden yoksullaşma, yolsuzluk ve yasakçı otoriter zorbalığa karşı hoşnutsuzluk içinde kitlesel gösterilerde yer almaya ve düzen değişikliği isteğini ileri sürmeye yönelmişti. Fırsatı ganimet bilen emperyalistler, öteden beri yıkmak istedikleri Esad rejimini devirerek “yandaş” bir rejim dayatmak üzere halk muhalefetini “kaldıraç” olarak kullanıp, taleplerini istismar ederek bu muhalefetin üzerine “gecekondu” türü kendi besleme işbirlikçi güçlerinin dışarıdan silahlandırılan hareketini oturtmaya giriştiler. Bu amaçla Suriye Ordusu’ndan ayarttıkları askerlerin öne çıktığı az-çok seküler gruplarla Müslüman Kardeşlerin iki başlıca büyük gücünü oluşturduğu besleme “muhalifler”, siyaseten Suriye Ulusal Konseyi, askeri bakımdansa ÖSO adı altında bir araya getirildiler. Özellikle ÖSO çok sayıda irili ufaklı silahlı gruptan oluşuyor ve hemen tümü stratejik bakımdan birlik halinde görünseler de ayrı örgütler olarak eylem halinde bulunuyorlardı.
Katar ve Suudi Arabistan’la birlikte Türkiye, bu dışarıdan beslenen “muhalefet”in örgütlenmesi ve silahlandırılmasında birinci dereceden rol üstlendi. Karargah ve üs sağladı, eğitim verdi, hatta askeri uzmanlarıyla harekatlarda yol gösterici “görevler” bile üstlendi. Emperyalizmin işbirlikçiliği ve onun siyasal-stratejik konseptine uygun olarak benimsenen “taşeronluk” ilişkisi AKP Türkiye’sinin Suriye’ye yönelik hesaplarının tek hareket ettiricisi durumunda değildi; “derin strateji”, “Yeni-Osmanlıcı” yayılmacı hayallerle bezeliydi ve “kendisi için” talep ve hedefleri de vardı.
Amaç sınırlı değildi; “iş bitirilecek”, Şam Emevi Camii’nde namaz kılınacaktı. Elden gelen hiçbir şey arda konulmadı, hatta “boynuz kulağı geçti”, maceralar göze alındı ve başta Amerika, emperyalistlerden daha hızlı davranılır oldu. Gerçi “yanlış hesap” “Bağdat”tan olduğu gibi Şam’dan da “döndü”; Rusya ve İran ve yapabilecekleri hesaba katılmamış, kısa sürede Libya türü bir “ilerleme” öngörülmüştü, olmadı. Hem Rusya hem İran, Çin’in de desteğini alarak Suriye’nin arkasında sıkı durdular. Rusya bir yandan silah savkiyatı yaparken, asıl olarak BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye’ye yönelik tüm müdahale girişimlerini Çin’le birlikte bloke etti. En başta Türkiye “tampon” ve “uçuşa yasak bölge” önerileriyle daha ilerisini zorlasa da, uluslararası alanda özellikle Rusya’nın sert duruşu ve içeride de Esad rejiminin direnişinin kırılamamasına bağlı olarak Amerikan patronajındaki Batı müdahalesi “fren” yapmak zorunda kaldı ve askeri değil siyasi çözüm arayışları gündeme gelmeden edemedi: Sonuç alınamasa, çünkü Suriye’nin yakın geleceğinin Esadlı mı Esadsız mı olacağı konusunda fikir birliği sağlanamasa bile “havanda su dövülen” Cenevre 1 ve 2 görüşmelerinin sürdürülmesinden kaçınılamadı!
AKP elindeki Türkiye’nin öngördüğü gibi olmadı, Esad rejimi sürüyor ve öngörülebilir bir gelecek açısından da süreceği görülüyor, ancak Suriye’deki gelişmelerin yine de şimdiden iki belli başlı sonucu oldu. Rejim dayanıklılığını göstermesine gösterdi, ama içeriden ve dışarıdan bunca yüklenmeye bağlı olarak zayıfladığı ve ülkenin önemli bir bölümünde kontrolünü kaybettiği de bir gerçek. Bu, birinci sonuç. İkinci sonuç ise; şu anda İslam Devleti’nin ölümüne saldırmakta olduğu Kobane de içinde üç kantonuyla kuzeydeki Rojava’yla neredeyse Şam ve Lazkiye bir yana ülkenin geri kalan bölgelerinden kiminin çatışma alanı kimininse “muhalif” çetelerinin denetiminde bulunuşuyla oluşan siyasal parçalanmışlıkla birleşen ve halkın siyasal ve örgütsel düzeyinin geriliğinin bir nedeni olduğu kadar bu gerilikle de pekişen ülkenin özellikle kırsal bölgelerinin kültürel ideolojik geriliği koşullarında siyasal İslamcı çetelerin giderek daha “ileri düzeyde” gerici ve “öte dünyacı” olanlarının öne çıkmasıdır. Kendi aralarında sürekli sürtüşme ve çoğu durumda savaş halinde olan ve ülkedeki siyasal parçalanma ve savaş koşullarında gidererek daha radikal olanların cazibe ve güç kazanıp geri kalan gruplardan militan ve hatta grup devşiren siyasal İslam’ın ilk gözdesi Müslüman Kardeşler’di, sonra El Nusra Cephesi güç kazandı. Arada Suudi yanlısı İslami Cephe palazlandı. IŞİD’le birleşti/birleşiyor tartışmalı durumunun ardından El Kaide şefi Eymen El Zevahiri’nin emir ve talimatları bile para etmeyip Nusra’nın gerileyişine ve İslam Devleti adını alarak Hilafet ilan eden IŞİD’in yükselişine tanıklık edildi.

*
Oysa İslam Devleti Suriye çıkışlı bir örgüt bile değil. Ancak Suriye’deki siyasal parçalanmayı en iyi değerlendiren örgüt olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ancak bunun örgüt ve başta Halife II. Ebubekir  olmak üzere örgüt liderlerinin zeka düzeyi ve analiz yeteneğiyle değil, söylendiği gibi, siyasal parçalanmışlık ve savaş koşullarında ideolojik olarak en katı ya da bağnaz, doğrusu gerici ve pratik olarak savaşkan görünen ya da doğrusu en vahşi olanın prim yapmasıyla ilgili olduğu belirtilmelidir.
İslam Devleti’nin gericiliğinin kaynağı, kuşku yok ki, kökü yüzyıllar öncesine dayalı dinciliğinde, aşırı muhafazakarlığındadır; emperyalistler ve başta Türkiye gibi işbirlikçilerince Esad’ı devirmenin yolu olarak bir kez mezhepçilik ve mezhebi ayrımlardan yararlanma belirlenip uygulamaya konduktan sonra, kapitalizme bağlanmışlığı ancak –ona hizmet ettiği tartışmasız olsa bile–  tarihsel ideolojik siyasal kökleriyle “kendi” özerk Selefi İslami yapısını koruyarak, bunu en ileri noktasına vardırıp rakip çetelere kıyasla başarıyla savunup hayata geçirmesindedir. Ne Hıristiyan, ne Süryani, ne Ezidi.. Ne Şii, ne Alevi. Sadece Sünni! Müslüman olmayıp bir “hak dini”nden (Hıristiyanlık ya da Musevilik) olanlara yalnızca cizye  ödeme ve kalma ya da İslam’ın egemenlik alanını terk etme yoksa öldürülmeyi kabullenmeyi seçme hakkının tanınması. “Sapkın” dinlerden ya da mezheplerden olanların payına kafası kesilerek ölümün düşmesi. Sünni olsa bile kendi inançları dışında kalanların ibadethane ve türbelerinin yıkılması.
Bu Sünnici ideolojik tutumun geri kültürel ideolojik ortamda Sünni kitleler içinde taraftar bulması ve güç toplaması tabii ki anlaşılır bir şeydir. Öyle olmuş; Rakka’dan başlayarak, İslam Devleti Suriye kırsalıyla Halep başta olmak üzere bir dizi kentte hafifsenemez bir güce ulaşmıştır.

*
Ancak bu durum, örgütün Suriye kökenli olmadığı gerçeğini değiştirmemektedir.
Öte yandan, gelişmesinin anlaşılabilmesi için örgütün coğrafi kökeni önemli olmakla birlikte, şeriatçı/cihatçı ümmetçi bir örgüt bakımından bu kökenin yine de fazla bir önemi olmadığı da tartışmasızdır ki, bu, neredeyse militan sayısının üçte birinden fazlasının Irak ve Suriyeli olmayışıyla kanıtlıdır. Ancak haber bombardımanı altında birkaç aylık “IŞİD”la “yatıp kalkma” zorunda kalmanın ardından değerinden kaybetse bile, Musul’u ele geçirdiği ilk günlerde örgüt ve bu “başarısı” hakkında oluşan şaşkınlık ve “nereden peydah oldu bu IŞİD?” sorusuyla açıklanamazlığın zihinlere çöreklendirdiği “komplo teorileri”nin yaygınlığı ve etkinliği hatırlanacak olursa, örgütün, taa Irak işgali dönemine uzanan tarihçesi ve Irak kökenli oluşu önem kazanacaktır.
İslam Devleti’nin örgütsel geçmişi, Ürdünlü bir Selefi olan ve Afganistan’la Irak arasında mekik dokuyan Ebu Musaf Zerkavi tarafından, önceki silahlı etkinlikleri bir yana 2003’te kurulan Cema’at el-Tevhid vel-Cihad’a (Birlik ve Cihat Cemaati) dayanır. Örgüt, Irak işgaliyle faaliyetini artırmış, baştan itibaren El Kaide’yle ilişkili olan örgüt, 2004 sonlarında El Kaide’ye bağlanarak, Irak El Kaidesi olarak anılmaya başlanır. Amacı, işgalci emperyalist güçleri geri çekilmeye zorlamak, işbirlikçi hükümeti devirmek, Şii etkinliğini kırarak Irak’ın bir şeriat devleti olarak örgütlenmesini sağlamaktır.
Ayrı ayrı faaliyet sürdüren çok sayıdaki silahlı Sünni grubunu bir “cephe”de birleştirmek üzere Mücahidîn Şûrâ Konseyi’ni kuran örgüt, bu yönden fazla bir ilerleme sağlayamadı, ancak Ekim 2006’da Zerkavi ile birlikte örgütün liderlerinden olan Ebu Eyüp el Masrî’nin Irak İslâm Devleti’ni ilan etmesiyle adını değiştirdi. 2006, aynı zamanda, örgütün Emirlikler halinde örgütlenmeye yöneldiği yıl oldu ve önce Bağdat yakınlarındaki Dora’yı bir yıl kadar egemenliği altına alan örgüt, Nisan 2007’de Bakuba merkezli olarak bu kez öldürülen eski liderleri Zerkavi’nin yerine alan Ebu Ömer el Bağdadi’nin emirliğinde bir Emirlik olarak örgütlendi. Amerikan işgali günleriydi ve Emirlik işgal güçlerinin sert saldırısına uğradı, ancak emirlik olarak örgütlenme, Suriye’den az çok farklı özelliklere sahip olsa bile, başlıca, uzun yıllar egemen unsur olarak dayanaklık ettikleri Saddam rejimi dolayımıyla devlet geleneğine sahip olmuş Sünni aşiretler, Saddam’ın BAAS rejiminin devrilmesinin ardından egemenliğin tadını tadarak yeni “devletleşmiş” aşiretleri ve dinsel kastlarıyla Şiiler ve nihayetinde devletleşmenin eşiğindeki Kürtler arasındaki dengeler ve siyasal parçalanmışlık koşullarından istifade, Bakuba ile sınırlı kalmayarak yayıldı ve örgüt geleneğinde yer etti. Kuşkusuz örgüt en başta Sünni aşiretlere dayanmakta, onlardan güç almaktaydı.
Ya da hatta İslam Devleti, egemen olmuş, devlet geleneğine de sahip Sünni aşiretlerle, bu aşiretler bir kez ellerinden egemenliği kaçırmakla kalmayıp tüm eski egemenlik mevzilerinden püskürtülmenin ötesinde –Amerikalıların Irak’ın bölünmesini önlemek amacıyla egemenliği paylaştırmaya yönelerek Sünni aşiretlerin temsilciliği ve sözcülüğünü üstlenen T. Haşimi üzerinden bir “orta yol” tutturmaya çalışmalarına rağmen– Şii çoğunluğa dayanan Maliki Hükümeti’nce hemen hiçbir hak ve hukukları tanınmayarak “parya” muamelesiyle yüz yüze kaldığında bir “dayanışma” ya da ittifak geliştirerek iş ve güçbirliğine gitti. Bir yönüyle haklarını savunup Maliki Hükümetini ya da daha da çok mezhepçilikle Şii halkı hedef alıp özellikle bombalı eylemler düzenleyerek güvenini kazandığı Sünni aşiret güçleri üzerine oturdu. Bir yönüyle de onlar tarafından “düşman”a karşı göreve çağrıldı. Belliydi; bu iki güç birbirini aramaktaydı, birbirlerine ihtiyaçları vardı.
Bu iki güçten hangisinin baskın olduğu da tartışmalıdır. Evet, IŞİD adı çıkmıştır; ancak yaklaşık üç milyona ulaşan nüfusuyla Duleymi Aşireti mi büyük güçtür İslam devleti mi, hangisi hangisine dayanmakta ve kim kimi kullanmaktadır, kolay yanıtlanabilir sorular durumunda değildir. Ya da İzzet el İbrahim el Dürri’nin aşireti olan Dürri Aşireti hiç küçük değildir ve çoğunluğu bu aşirete bağlı BAAS’çı subay ve askerlerden oluşan bu aşiret üyelerinin silahlı örgütü durumundaki, üstelik ağır silahlarla mücehhez Nakşibendi Ordusu hiç hafife alınabilir bir güç değildir. Saddam’ın Tıkriti Aşireti de öyle. Rişa Aşireti de.
Bir önceki dönemde devlet gücünün yanında aşiretlere dayalı olarak varolan BAAS rejiminin uzun yıllar işgale direnmiş olan kalıntıları da arayışta oldukları biliniyordu. Direniş yıllarında, devlet gücünden yoksun kaldıklarında, işgal karşıtlığının kaldıracı olarak “millet” ve “milliyetçilik” ya da “Araplık-Arapçılık” –Kürtlerle ilişkiler söz konusu olmadığında– fazla pirim yapmayınca, güç kaynağı olarak yaslanıp kullanabilecekleri tek “sığınak”, BAAS kalıntılarının örgütlülüklerine rengini de veren din, özel olarak Sünnilik, daha da özel olarak Nakşibendilik vb. olmuş; bu kalıntılar, İzzet El Dürri gibi Saddam generallerinin yönetiminde Irak El Kaidesi ve sonra İslam Devleti’yle dayanışma halinde davranmışlardı. Şimdi de öyledir ve denebilirse aşiretlerin de katılımıyla bir koalisyon oluşturmuş durumdadırlar.
Amerikalılar işgal günlerinde Sünniliğe dayalı BAAS rejimini “köküne dinamit döşeyerek” göçerttiklerinden sonra, Sünnilerden bütün bütüne kopmalarının ve onları El Kaide’ye kaptırmalarının panzehirini Sünni aşiretleri az çok söz sahibi olma karşılığında kendi kontrollerinde “Sahva” (Uyanış) Birlikleri olarak örgütlemekte bulmuşlardı. Bir Sahva Konseyi kurulmuş, başına da Rişa Aşiretinin reisi getirilmiş, Şiilerle Sünnilerin “hak eşitliği” ve “kardeşliği”ni benimseyen ve kendi şahsında bunu belirli bir düzeyde elde eden Sahva Birlikleri dağılmadılar, ancak işgal birliklerinin Irak’tan çekilmelerinin ardından, Maliki’nin Şiici politikalarla iktidarı tamamen kendi ellerinde toplama tutumu nedeniyle neredeyse tümüyle işlevsizleştiler. T. Haşimi Sahvacılık yapma yerine, “Sünnicilik”i neoliberal yeni-Osmanlıcılığın yayılmacılık dayanağı kılan Türkiye’nin de desteğini alarak, kendisini Türkiye ve Katar yollarına düşüren Maliki’yle çatışma yolunu tuttu ve Sünni aşiretlerin Haşimi’yle yöneldiği bu yeni yol, İslam Devleti’nin izlemekte olduğu yolla çakıştı.
Amerikalılar da, sadece bu nedenle değil, ama nedenlerden birini bu oluşturarak, gittikçe İran’a yanaşıp söz dinlemez ve Amerikan isteği olan Irak’ın bütünlüğünü gözetmez ya da maceraya atar bir yola giren Maliki’ye önce bir mesaj, anlamazsa ders verme yönelimiyle giderek bir güç olan İslam Devleti’nin yükselişini değerlendirmeyi önlerine koydular. Maliki’yle anladıkları dilden konuşmanın biçilmiş kaftanıydı, İslam Devleti.
Önleri açıldı. Suriye’de güçlenen örgüt, asıl yurdunda atağa kalktı. Önce Felluce ve arkasından Musul’u kısa sürede düşürdü; mezhepçiliğin kıskacındaki henüz yeni inşa edilmekte olan Irak Ordusu direnemedi bile. Tikrit, Anbar vilayeti… böyle sürdü.
Şu anda İslam Devleti ve Halifesi’nin elinde Irak ve Suriye’nin yaklaşık üçte birlik büyük toprakları var.
Özetle, birden bire ve nereden çıktığı belli olmadan IŞİD ve sonradan adını aldığı İslam Devleti’yle yüz yüze kalmadık. Bu bela Amerikan işgali koşullarında peydahlandı ve giderek güçlenerek bugüne geldi.

*
Bugüne gelişinde; AKP elindeki Türkiye’nin özel katkısı oldu, bu tartışma götürmez. Örgütün hem Suriye’deki hem Irak’taki güçlenmesinde Türkiye, en çok da Batı medyasının sayfalarına düşen görmezden gelinemeyecek bir rol oynadı. Türkiye’nin Esad rejimini devirmeye matuf, bu amaçla muhalif çeteleri besleyip büyütmeye, sınır geçişleri ve TIR’larla lojistiğini sağlayıp açıktan desteklemeye dayalı Suriye politikası İslam Devleti’nin güçlenmesinin birinci dereceden etkenlerinden biridir. Esad rejimini devirmeyi amaçlamasının yanında Suriye “iç savaşı”nın ortasında ülkenin kuzeyinde, Rojava’da üç kanton halinde kendi özerk yönetimlerini kuran Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını bu yönde kullanması ve Türkiye’nin “burnunun dibinde”ki siyasal örgütlenmesi, şüphesiz ki, Suriye’nin besleme muhalefetini desteklemesinin ve bu kapsamda İslam Devleti’nin serpilip güçlenmesinin bir başka ama birincisinden az önemli olmayan bir diğer temel nedenidir. “Vazgeçilmez çözüm süreci” lafları sol keseden edilmekte, ama işe gelindiğinde ne ülke içinde ne de dışında tek olumlu adım atılmaktadır! Bugün için ülke içinde sürdürülen ve konjönktürel olduğundan kuşku duyulamayacak “barışçıl” görüntünün tersine Rojava’da Kürt halkının kanına susandığı, AKP yönetimindeki Türkiye’nin kan içici İslam Devleti çetelerinin Rojava’daki Kürt siyasal-askeri varlığını boğmaya yönelik saldırısının cephe gerisini oluşturduğu ve bu çerçevede bütün desteği sağladığı ortadadır.
Sözü edilen etkenlerden birincisinin saldırı, ikincisinin “savunma”  içerikli olduğu söylenebilir. Ama bu “savunma”nın Türkiye bakımından yayılmacı saldırganlık kapsamında ayağın takıldığı bir “takoz” olarak anlam kazandığı ve bölgeye yönelik genel saldırgan tutumuna toz kondurmadığı kuşkusuzdur. Dolayısıyla, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak açıklıkla ifade edilebilir ki, Suriye besleme muhalefetinin, bu arada Nusra, İslami ve Cephe ve IŞİD ya da asıl adıyla İslam Devleti’nin desteklenmesinin asıl nedeni AKP Türkiyesinin yeni-Osmanlıcı yayılmacılığıdır; Ortadoğu’ya yönelik tüm analiz ve güç mevzilenmesi, politik ve askeri hedefler, stratejik ve taktik yeadekler, destek güçler vb. bu çerçevede belirlenmektedir.
Bu açıdan siyasal-ideolojik “kardeş” Müslüman Kardeşler’le işbirliği, startejik düzeyde ele alınmıştır; öyle ki Mısır’daki Sisi Darbesi nedeniyle, Müslüman Kardeşleri hedef alıp devirdiği için bu darbeye karşı çıkılarak “stratejik ortak” ABD ile sürtüşmeye girmek bile göze alınmıştır. Müslüman Kardeşler birinci dereceden “partner”dir (ortak); ancak bu, yeni-Osmanlıcı yayılmacılığın onlarla sınırlı bir bakış açısına sahip olduğu ve başka ortak ve destek güçler arayıp bulmadığı anlamına tabii ki gelmemektedir, gelmemiştir. Ortadoğu’da güç ilişkileri, kuşkusuz ki kapitalizme bağlanmışlığı ve neoliberal çerçevesi içinde, bir yanda başında rakip bölgesel güç İran olmak üzere “Şii Hilali” ve karşısında –Örneğin Suudi Arabistan ve Mısır gibi Sünni devletler arasında da güç sürtüşmeleri olsa bile– başında yer tutma iddiasındaki Türkiye olmak üzere Sünni yığınağı şeklinde tasarlanmakta; dolayısıyla hem ideolojik hem de yayılmacılığın ihtiyaçları bakımından mezhepçi politika zorunlu sayılmakta ve tüm Sünnici güçler, bu arada İslam Devleti Türk yayılmacılığının desteğine mazhar olmaktadır. Bu desteğin hiç de küçümsenemeyecek boyutlarda olduğu; görünürde dünya ya da moda neoliberal tabiriyle “uluslararası toplum”un “terörist” ilan edip “terör listesi”ne almasına karşın biçbir Türk devlet yetkilisi tarafından bu biçimde “itham” edilmemiş olmasına, hatta yeni cumhurbaşkanının rehineler konusunda açıkça İslam Devleti”yle “pazarlık” yapıldığını açıklamasına ve Amerikalı emperyalistlerin dikte ettiği “İslam Devleti karşıtı koalisyon”a katılmamayı kadar uzandığı bilinmektedir.

*
Gerek rehine olayı gerek Reyhanlı bombalaması gerekse IŞİD militanlarının Niğde’de çatışmaya girdikleri kolluk güçlerinden ikisini öldürmeleri göstermektedir ki, 1) hem –Afganistan’da Rus işgaline karşı El Kaide’yi kullanan Amerikalıların başına geldiği gibi– “bir “besle kargayı oysun gözünü” durumu geçerlidir, 2) hem de İslam Devleti, evet, Türkiye tarafından beslenip desteklenmiştir, ancak bir “Türk imalatı” değildir; özetlendiği gibi kendi geçmişi ve bugüne gelen bir gelişmesi vardır.
Bu, Türkiye-İslam Devleti ilişkisi bakımından geçerli olduğu kadar ABD-İslam Devleti ilişkisi bakımından da geçerlidir. İslam Devleti bir “Amerikan imalatı” da değildir. Aynı anlama gelmek üzere bir “CIA yaratısı” ve “kukla” değildir; dolayısıyla IŞİD ya da İslam Devleti “ekseni”nde olup bitenler, Amerikan eksenli gelişmeler ya da “komplo”  olarak nitelendirilemez.
Bırakalım Amerika’yı, cürmü belli Türkiye’nin bile İslam Devleti ile yalnızca ideolojik değil siyasal ve örgütsel bir dizi bağlara sahip olduğundan kuşku duyulamaz. ABD ve özel olarak CIA’nın Türkiye ve MİT’ten IŞİD’le kat be kat güçlü bağlara sahip olduğu tartışma götürmez. Öte yandan sadece bu bağlar aracılığıyla da değil devasa siyasal örgütsel gücüyle sahip olduğu yönlendirici güçle de, aleti olup kumanda edemese bile, Amerikan emperyalizminin İslam Devleti ve eylemi üzerinde belirli bir etkisinin bulunduğundan da şüphe edilemez. Örnekse, etkisi kestirilemeyecek iç bağlantılarıyla sahip olduğu yönlendirici güç bir yana, Ürdün başkanti Amman’da düzenlendiği ileri sürülen bölge devletleri ve Barzani’nin temsilcileriyle Amerikalı yetkilinin de katıldığı toplantıda Musul harekatının kararlaştırıldığı yana önünün açıldığı iddiasında olduğu gibi, Amerikan “yeşil” ya da hatta “sarı” ışığının bile İslam Devleti’nce “ileri bir hamlenin zamanı geldi” şeklinde değerlendirildiği söylenebilir. Tıpkı Amerikalıların “yeşil ışığı”yla Saddam’ın Kuveyt saldırısının önünün açılmasında olduğu gibi… Ya da İslam Devleti’nin “çizmeyi aşarak” Erbil’e yönelmesinin Amerikan hava bombardımanıyla yanıtlanıp yakılan “kırmızı ışık”la “dur” denilerek Erbil’e saldırının anında durdurulması gibi.
Özetle, zaten Amerikalı emperyalistler için gereksiz bir masraf kapısı oluşturacak bir “alet” olarak “kukla” bir İslam Devleti lazım da değildir; bağlantılar ve “yeşil”, “sarı” ve “kırmızı” ışıklarla güdülmeye yatkın, ne yapıp yapamayacağı önemli ölçüde kestirilebilen ve çoğu yaptığı ABD ve emperyalist amaçları için aranıp da bulunamayacak “biçilmiş kaftan” durumundaki örgüt, Ortadoğu’ya yönelik Amerikan müdahalelerinin –özellikle meşruluğunun sağlanması bakımından– tepe tepe kullanılacak bir dayanağını oluşturmaktadır.
Düşünülsün; Ortadoğu’da, gözünü üzerinden ayıramayacak denli stratejik ekonomik, siyasi ve askeri çıkarları olan, ama hem dünya halklarının gözünde teşhir olduğu, hem de fazlasıyla pahalıya patlayan Irak işgalini sona erdirmeyi çıkar yol saydığı için ardında kaotik bir bölge bırakarak “giden” Amerikan emperyalizmi için, ne Şii ne Hıristiyan tanıyan ve uluorta kafa kesip kitlesel kırımlar yaparak tüm dünyanın nefretini üzerinde toplayan IŞİD ya da İslam Devleti ne bulunmaz nimettir! IŞİD vahşeti üzerinden, milyar dolarlar harcayarak sağlayamayacağı, üstelik kendiliğinden yayılan bir propagandayla taş atıp da kolu yorulmadan eline “kurtarıcılık davetiyesi” tutuşturulan bir Amerika!..
Bu ne demektir? Düşünülsün, Amerika, Saddam’a yönelik kampanyasını, “kitle imha silahları”na dair ne yalan dolan ve ne zorluklarla, üstelik kaça patlayarak yürütebilmiş, yine de inandırıcı olamamıştı. Çünkü gerçekler acıydı: Yalanlar bir yanda.. bombalanan hastane ve okullar, çökertilen elektrik ve su şebekeleri ve milyona varan can bedeli bir işgal. Sözde “demokrasi götürülecek” Irak’ın insan olan kimseyi ikna etmeyen hali! Ve şimdi “yaldızlı davetiye”yle Irak ve hatta Suriyeli halkları “kurtarma”ya çağrı çıkarılması!
Amerika’nın İslam Devleti ne istese vermeye hazır olduğundan kuşku duyulamaz!
Onu kullanarak neler başarmamıştır ki?!
Mesaj verilen, ama almayı beceremeyen Maliki’nin başarıyla gönderilmesi ilkidir. Bir yandan “müzakere” süreci yürütülerek ehlileştirilmeye uğraşılan İran’a, kabullenmek zorunda kaldığı Irak’ın Malikisizleşmesinden başka çare kalmamış olduğu dayatılarak fazla ileri gitmemesi gerektiği pratik bir biçimde hatırlatılmıştır ki, ikincisidir. Barzani, IŞİD Erbil yolundan son anda çevrilerek, Türkiye ile kendi başına “iş pişirip” petrol pazarlamaya girişerek caka satmamaya, ama söz dinlemeye bir çırpıda ikna edilmiş, çünkü Amerikan yardımı olmadan Peşmerge’nin fazla işe yaramaz bir güç olduğu IŞİD saldırıları karşısında açığa çıkmıştır. Bu, üçtür. Dördüncü olarak, başka yerlerde, örneğin Erbil’e yöneldiğinde bombalanırken ağır saldırı altındaki Kobane’yi kuşattıklarında son ana kadar İslam Devleti mevzileri bombalanmayarak, PKK ve PYD’ye yollanan mesaj da nettir: “Bensiz olmaz”! Türkiye; pek kollayıp “din kardeşi” ve “mezhepdaş” olarak pek güvendiği, neredeyse tümüyle açıktan lojistiğini sağladığı, petrolünü pazarladığı ve bir türlü “terörizm”i yakıştıramadığı IŞİD’in Musul’a saldırısının önü açılarak, hizaya geçirilmek üzere zora sokulmuştur ki, beşincisidir. Katar; Suudi Arabistan ve geri kalan Sünnici Körfez ülkelerinin aynı IŞİD “korkuluğu”yla “IŞİD karşıtı koalisyon”da fiilen yer almakla kalmayıp askeri harekat düzenlemeye “ikna” edilmesi, altıncısıdır. Ve herhalde tüm dünyanın “ölümü gösterip sıtmaya razı” etme babından IŞİD ya da İslam Devleti vahşetiyle “terbiye” edilerek Amerikalı emperyalistlere “kurtarıcılık” davetiyesi çıkarılması tutumuna “kazanılması”; açmaza alınarak, ya tümüyle davetiyecilik yapmak ya da davete, yani Ortadoğu’ya yönelik Amerikan müdahalesine ses çıkarmamak durumda bırakılması, birinci başarı olarak en başa yazılmalıdır. Aynı dayatmayla Amerika’nın, hatta Rusya ve Suriye’yi de yüz yüze bıraktığı söylenebilir.
Rusya’nın Suriye’ye yönelik Amerikan müdahalesi karşısında net ve bükülmez bir tutum aldığı biliniyor. Ama onun da, sallanan IŞİD korkuluğu dolayımıyla dünya halklarının olası tepkisini dikkate alarak, Amerikalıların önceden açıklamış oldukları Suriye topraklarında da IŞİD mevzilerinin bombalanması kararını reddedemediği görülmüştür ki, bu da sekizincisidir. Ama yine görülmüştür ki, Amerika da Rusya’yı dikkate almazlık edememektedir: İslam Devleti’nin “başkenti” durumundaki Suriye kenti Rakka ve diğer kentlere yapılan hava bombardımanı ancak ulusal güvenlik danışmanlarıyla düzenlediği toplantı sonrasında “IŞİD mevzilerine müdahaleye yeşil ışık yakabiliriz” açıklamasından en az 4-5 saat sonra başlayabilmiştir. Bu sürenin Amerika ve Rusya arasındaki görüşme ve pazarlıklar için yeter bir süre olduğu ve böyle değerlendirildiği tahmin edilebilir.
Suriye toprakları, sonuç olarak Amerika tarafından bombalanmıştır, ancak, IŞİD vahşeti nedeniyle, bunun Suriye tarafından da tercih edilir bir eylem olarak –hele Rusya’nın tutumundan sonra– anlayışla karşılandığı ortadadır. Ama “düşmanca” ilişkiler içinde olsalar bile, Amerika’nın da “anlayışlı” davrandığı ve Türkiye’ye haber vermezken Suriye’yi Rakka’ya hava saldırısından önceden haberdar ettiği gerçektir. Ancak, bir gerçektir ki, Amerika, yeniden Ortadoğu’nun “düzen kurucu” temel bir gücü olduğunu herkese bir kez daha kabul ettirmesinin ötesinde, olağan zamanlarda “kimyasal silah kullanılmasını” ileri sürerek bile elde edemediği Suriye’ye el atmayı da başarmıştır. Bugün IŞİD vesilesiyledir, ama bir kez “el atılmış” ve Suriye toprakları Amerikan çizmeleriyle çiğnenmese bile Amerikan uçaklarınca bombalanmıştır; bu, bir başka vesileyle süregitmesinin yolunun açılmış olması anlamına da –en azından– gelebilir.

*
Burada bir parantez açılarak, sorulabilecek kısa soru ve kısa yanıtı:
Peki, IŞİD ya da kendi değiştirdiği adla İslam Devleti’ne yönelik Amerikan bombardımanına ne demeli, karşısında nasıl tavır alınmalı? Desteklenmeli mi karşı mı çıkılmalı? Hangisi?
Sorunun bu sınırlılığıyla konulamayacağını belirterek başlamalıyız. Destekleme mi karşı mı çıkma ya da Amerika’yı ve Koalisyonu mu İslam Devletini mi destekleme! Sorun, böyle konamaz!
Şimdiye kadar söylenenlerden Amerikan emperyalizminin IŞİD üzerinden dünya ve özellikle Ortadoğu halklarının başına yeni bir “çorap” ördüğü anlaşılmış olmalıdır. IŞİD bir Amerikan mamulatı olmasa bile onun tarafından belirli amaçlarına ulaşmak üzere başarıyla kullanılmıştır ve kullanımı sürmektedir. Tabii ki Amerikan emperyalizminin oyunları ve müdahalelerine alet olmamak, bundan sakınmak gerektir. Bu müdahale desteklenemez! Sorunun bu olumsuz sorulması ve yanıtında problem yoktur; ancak tersinden, peki, karşı mı çıkılmalı sorusunun yanıtı da olumlu olmak zorunda değildir.
Saddam Irak’ına yönelik Amerikan müdahalesi ve ardından gerçekleştirilen işgalle kıyaslanırsa, daha anlaşılır olacaktır! Evet, Saddam gericiydi ve komünistlerce doğrudan savunulmamıştır; ancak Amerika’nın Irak’a müdahalesi ve işgaline karşı çıkılmıştır. Saddam kim ve ne olursa olsun, saldırıya uğrayan, içişlerine saygı gösterilmesi gereken Irak ve bu saldırı ve işgal sürecince ölüp yaralanacak olan Irak halkıydı. Şimdi Irak ve Suriye’ye yönelik Amerikan müdahale ve bombardımanı ne Irak ne de Suriye’nin egemenliğini –en azından bugün için– hedef almıyor; bu iki ülkeyle açık ya da örtülü işbirliği çerçevesinde gerçekleşiyor. Geri kalanı IŞİD ya da İslam Devleti’nin hedef alınmasıdır ki, komünistlerin bu gerici örgütün savunulması ya da bu örgüte yönelik saldırılara göğüs gerilmesi gibi bir görevi ileri sürülemez!
Bir gericiye (Amerikan emperyalizmi) karşı bir başka gericinin (İslam Devleti) savunulup desteklenmesi politikası doğru ve devrimci bir politika olarak benimsenemez. Sorun, gericiler arasındaki sorunların, dolayısıyla gericilerin kapışmasının ötesindedir ve soru da buradan, yani işçi sınıfı ve halklar cenahından sorulmalı, değerlendirme ve tutum saptamaları da buradan, halkların ve mücadelelerinin çıkarları esas alınarak yapılmalıdır. Doğru olan işçi sınıfı ve halkların çıkarına ve lehine olandır ve bu doğru emperyalistler ve gericilerin politika ve tutumları ve birbirleriyle sürtüşme ve çatışmalarında aranamaz; işçi sınıfı ve devrimci örgütleri, gericiler arası çelişme ve çatışmalardan olsa olsa manevra olanaklarını artıracak “devrimin yedek güçleri” olarak yararlanabilirler.

*
AKP elindeki Türkiye ve Amerika’nın İslam Devleti’ni de kapsayan bölgeye ilişkin planları karşılaştırılırsa, ne söylenebilir; birbirleriyle uyumlu mudurlar çelişkili mi?
Aslında gerek Türkiye ve gerekse Amerikan emperyalizminin bölge ve IŞİD’e yönelik yaklaşım ve politikalarının üzerinde duruldu.
Özetlemek gerekirse; Türkiye, IŞİD’de siyasal ideolojik (mezhebi) kardeşini görme noktasına vardırarak, onu, kendisiyle yakınlığı içinde kullanarak, ama aynı zamanda besleyip askeri bakımdan donatarak maceracı yayılmacılığının dayanaklarından varsaymıştır. Gerek Suriye ve Irak’ta Sünnici rejim değişikliği ve gerekse güney sınırında özerk siyasal yapılanmasını örgütleyip geliştirmekte olan Suriye Kürtlerinin bu siyasal varlığını ezme amaçlı olan Türkiye-İslam Devleti ilişkisi, hele IŞİD’in vahşeti ve bunun emperyalistlerce bölgeye yeni bir müdahalenin dayanağı olarak kullanılmasına girişilmesiyle, Batı’da yeterince ortaya dökülerek deşifre olmuş, Türkiye, “IŞİD vahşeti”yle yakınlık, hatta işbirliği içindeki bir ülke olarak anılmaya başlanmıştır ki, bu, uzun yıllardır Türkiye’nin içine düştüğü ya da düşürüldüğü en zor durumu oluşturmuştur.
Türkiye neden zora girmiştir, açıktır: Batılı ve özellikle Amerikalı emperyalistlerin bölgeye yönelik yaklaşımı ve IŞİD’ı kullanış tarzı farklıdır. Türkiye IŞİD’i olumlu kullanırken, Batılılar ve Amerikan emperyalizmi olumsuz kullanmakta; onun pazarladıkları vahşetini olumsuzlayarak bölge halklarıyla ilişkilerini yenileme ve kendilerini bölgeye kurtarıcı olarak yeniden davet ettirme tutumunu izlemektedirler. Sonuç olarak hem Türkiye ve hem de emperyalistler İslam Devleti’nin önünü açmış ve saldırganlığını beslemişlerdir; ancak Türkiye bunu onunla işbirliği tutumu geliştirerek yaparken, Batılılar, bu örgütün vahşetini, bombalama ve Ortadoğu’ya müdahalelerini tazelemelerinin dayanağı kılmışlardır. Evet, hem Türkiye hem Batılı emperyalistler IŞİD’in önünü açarak aynı noktadan başlamışlar, ama farklı yerlere varmışlardır: Türkiye onun yanında dururken Batılı emperyalistler karşısında koalisyon kurmuş ve bombardımana başlamışlardır.
Bu, Amerikan emperyalistlerinin yalnızca İslam Devleti’ne yönelik özel bir tutumu olmaktan daha fazlasıdır. İslam Devleti’nin emperyalist amaçları doğrultusunda özel olarak kullanılması da vardır; bundan ve bu kullanımın ne çok işine yaradığından söz edildi. Ancak fazlası şudur ki, Amerikan emperyalistleri, İslam’ı, işbirliği yaparak amaçları doğrultusunda kullanılmaya yatkın olan “ılımlı” ve işbirliği yerine işbirliğine gitmeyi kabullense bile kendi Cihatçı amaçlarını öne çıkaran “bağnaz” “radikal İslam” olarak bölüp radikalleri dışlama taktiğinden, “Arap Baharı”nı karşılarken, örneğin Müslüman Kardeşler şahsında, “radikal”ler arasında yer tutsalar ve katı mezhepçilik yapıyor olsalar bile, özellikle tümden ya da ucundan neoliberalizmin palazlandırarak ehlileştirici çarkına takılıp egemen olma isteğiyle işbirliği eğilimi gösteren gruplarla iş tutma taktiğine geçmeyi denemiş, bunu Mısır ve özellikle “Nusayri iktidarını devirme” amacının hizmetine koştuğu Suriye’de mezhepçi politika ve tutumları besleyerek zorlamış; ancak Müslüman Kardeş Hükümeti’nin Amerikan çıkarlarını gözetmekten çok kendisine çalıştığı Mısır’la, öngördüğü gelişmeler yerine İslam Devleti türü Cihatçı Sünni grupların öne çıktığı ve Amerikan işbirlikçilerine karşı yönelmekten de çekinmediği Suriye’de yaşananların ardından bu taktiği de terk etmiştir. Mısır’da mezhebi siyasal İslam’ın desteklenip yedeklenmesine son verilip üzeri çizilerek İhvan Hükümeti’ne karşı –arkasında Amerikan emperyalistleri olmadan açıklanamayacak– askeri – darbe.. Nükleer enerji konusunda bir “ortak nokta” bulunup Şii İran’la müzakerelerin başlatılması ve bir arada yaşamanın denenmesine adım atılması.. Ve en son Suriye’de tepe tepe kullanılması bir yana İslam Devleti’ne karşı operasyonun başlatılması.
Türkiye’nin hala eskide ısrarını sürdürerek, Mısır’da darbeye karşı ajitasyonla Müslüman Kardeşleri savunma ve destekleme, Suriye’de Esad’ı devirme ve Rojava Devrimi’ni söndürme yayılmacı amaçlarıyla mezhebi ideolojik kardeşleri Sünnici Cihatçı gruplar ve bu arada İslam Devleti’yle “flörtü” de aşan işler çevirmeye kalkışması bir yanda.. Epey bir süredir uygulamaya konulmuş olan yeni Amerikan tutumu diğer yanda.
Bu, iki yaklaşım ve tutum arasındaki makasın ciddi ölçüde açık olması demektir ve Türkiye’nin içinde bulunduğu zorluğa yol açan açmaz buradadır. İslam Devleti’nin elinde 49 rehinenin bulunması da başlı başına bir zorluktu, ancak Türkiye’ye durumu idare etme, “IŞİD karşıtı koalisyon”a katılmamasının –yani “modellik” ve “stratejik ortaklık” payeleriyle olduğu kadar NATO üyeliğiyle de bağdaşmayan ve Amerika ve Batı ile ilişkilerinin gözden geçirilmesine götürecek baskı ve dayatmaları savuşturmak üzere durumunun– anlayışla karşılanmasını bekleme avantajı sağlıyordu. Rehine sorununun takasla çözümünün ardından Amerikan Dışişleri Bakanı Kerry net konuştu: “Türkiye tabii ki ön safta olacak”! İsterse olmasındı! Bu sözü, Kerry, Türkiye Dışişleri Bakanı M. Çavuşoğlu ile BM’de yaptığı kısa görüşmenin ardından henüz söylemişti ki, yeni cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan, BM Dış İlişkiler Konseyi’nin önünde, Türkiye’nin, tabii ki “her türlü harekatta yer alacağını” ve “terör konusunda bir zaafının olmadığını”, “teröre karşı mücadeleyi desteklediği”ni ve “sonuna kadar sürdürülmesi” gerektiğini açıkladı.
Türkiye, “koalisyon”un gündeme getirildiği andan beri baskı altında ve daha öncesinden beri politika ve uygulamaları Amerikan politikaları ve uygulamalarından ihmal edilemeyecek farklılıklar taşıdığı için zordaydı. Rehineler serbest kaldıktan, hatta söylentilere inanılacak olursa, Türkiye’nin kolunu kanadını ve kuşkusuz derincini kırmak üzere güçleri hiç küçümsenemeyecek Sünni aşiretlerle bağlantı içindeki CIA tarafından serbest bırakılmaları sağlandıktan, ama asıl, Irak’ın yanı sıra Suriye topraklarının da bombalanmasından ve sıranın Kobani’yi kuşatan mevzilere de geleceği ve “pabucun pahalı” olduğunu akıllar kestikten sonra, hele çıkılan “deplasman”da, Newyork’ta BM kürsülerinde eski tutumda ısrar etme imkanı kalmamıştı. “Büyük patron” fazlasıyla kızmakta ve bastırmaktaydı; belki IŞİD’le işbirliğini belgeleriyle açıklamakla tehdit etmişti, belki başka bir şeyle. Ama sertti. Önce “katiyen olmaz” denilip karşı çıkılan ama iki gün sonra uçak ve gemiler tahsis edilerek katılmak üzere geniş bir “viraj” alınan Libya’ya NATO Operasyonu döneminde olduğundan çok daha hızlı biçimde politika değiştirildi; IŞİD’e karşı askeri harekata katılmamaktan katılma ne kelime, askeri harekatın sonuna kadar sürdürülmesine geçildi.
Tek fark, Rojava’ya ilişkin fark olarak kalmıştı.
Amerikan taktiği havadan bombardımanın kara birliklerinin harekatıyla sürdürülmesiydi, ancak kendisi kara harekatı yapmayacaktı. Kimin yapmasını öngördüğü ise sır değildi, İslam Devleti ile çatışmaya giren güçler zaten ortadaydı: Irak Merkezi Hükümeti güçleri, Barzani ve Talabani Peşmergeleri, Suriye’li ÖSO türü Batı yandaşı besleme muhalefet örgütleri ve PKK ile PYD’nin askeri güçleri HPG ve YPG. Bu amaçla Irak ve Suriye’deki askeri harekat birleştirilecek ve Amerikan emperyalistleri, bir kısmı iki ülke arasındaki sınırın iki tarafına yayılmış, IŞİD’in güç aldığı ve dayanışma halinde olduğu Sünni aşiretlerini IŞİD’la birlikte davranmaktan caydırmaya yönelecekti. Hava bombardımanının Suriye topraklarına da kapsaması bir adım ve şüphesiz CIA’nın belli başlı aşiret ileri gelenleriyle “yeni” Irak’ta Sünni topluluklara özerklik türünden haklar vaad ederek görüşmeler sürdürmesiyse ikinci adım olarak atılmaktaydı.
Türkiye’nin taktiğiyse, sonunda yarım ağızla da olsa, en yetkili kişi tarafından ,“bataklık” nitelemesi de yapılarak, “teröre karşı mücadele”den söz açılması ve askeri harekatta yer alma da dahil “IŞİD’e karşı koalisyon”a katılma kararının açıklanmasının ardından hala “bir gün öncesi”nin eski taktiği durumundaydı: Sanki “yeter” diyen varmış gibi, “hava bombardımanı yetmez”di. Esad’ın zulmü karşısında “insanlık davası” için tutum almıştı Türkiye ve sınırlarını Suriye göçmenlerine açmış, onları tek başına finanse etmekteydi. Yeni göçmenleri kaldıramazdı ki Kobane’den 130 bini aşkın yenisi gelmişti. Öyleyse denip açıklanan Türk tutumu ya da taktiği, eskisinden farksız olan Esad’ı devirip Rojava’yı göçertme taktiğiydi hala ve bu taktiğin temel önermesi uçuşa kapatılması önerisiyle güçlendirilen Suriye topraklarında bir “tampon bölge” kurulmasıydı. Yeni göçmenler bu bölgede “konuk edilecek”ti. Ve taktiğin tamamlayıcı bir diğer ögesi Erdoğan tarafından BM Dış İlişkiler Konseyi’nde gazetecilere açıklandığı şekliyle “üçüncü boyutu var. Bölücü terör örgütleriyle mücadeleyi kararlılıkla sürdürmemiz gerekiyor”.
Ali Bayramoğlu türü –artık her şey ayan beyan ortada olsa ve hiç de gerekmese de– uzak görüşlü yandaş ideologların açıktan dile getirerek, içeride “çözüm süreci” ile birleştirilme zorunluluğuyla birlikte dışarıda da PYD gibi Kürt güçleriyle aranın düzeltilerek yakınlaşmanın ötesinde hatta ittifak sağlanmasını dillendirmeleri yeni değildi ve giderek –AKP eski çizgisinde ısrar edemeyerek manevra üstüne manevra yapmaktan kaçınamadıkça– bu görüşlerin etkisi artmaktaydı. Ama yine de başta Erdoğan ve Y. Akdoğan türü adamları vazgeçmek zorunda oldukları geçmişin kalıntısı türünden görüşlerini kolaylıkla terk edemiyor, bir uyum sürecine ihtiyaç duyduklarını belli ederek, kendi yaptıkları manevra ve aldıkları “viraj”ın kafalarında kolay şekillenmeyen gereklerini yerine getirmekte zorlanıyorlar, “bölücü terör örgütüne karşı mücadele” ve “Esad’ı desteklemek”ten vazgeçerek “PYD’nin değişmesi” türünden anlamsız koşullar koymayı sürdürmeye çalışıyorlardı.
Gerçek amaçlarının “PYD’nin değişmesi”yle sınırlı olmadığı, hala hem Esad’ın devrilmesi ve hem de Rojava’da doğan Kürt siyasal yapılanmasının bertaraf edilmesi olduğundan kuşku duyulamaz. “Tampon Bölge”nin, tam da bu nedenle, büyük çoğunluğu Kürt Kantonları’nın kurulu olduğu bölgeyi kapsayarak ve AKP yetkililerinin açıklamalarına göre kimi yerlerde 100 km.’yi bulan derinlikte kurulması öngörülmektedir ki, şimdiye kadar İslam Devleti’nin fiilen desteklenmesinin yanında bu “tampon bölge” yönelimiyle Türkiye Kürt ulusal hareketinin sözcü ve liderleri tarafından IŞİD’in “cephe gerisi” olmakla suçlanmıştır.
Oysa Amerikan komutasındaki “koalisyon” Kobane’yi kuşatan İslam Devleti’ne çoktan bomba yağdırmış, dolayısıyla Amerikan emperyalistleri artık “modellik”i tartışma konusu bile olmaktan çıkmış, ancak “ortaklık”ı tartışma masasında olan Türkiye’yi yöneten muhataplarına durumu tüm açıklığıyla özetlemiş ve izlenecek taktiğin bir kez daha altını çizmiştir.
Şimdi sıra bu yönden de “uyumlanma”nın gerçekleşmesindedir. Türkiye’nin “tampon bölge” planı tamamen “Türk işi”dir ve yalnızca kendisinin görüşü olarak kalacak görüntüdedir.
2003’te Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice Washington Post’a yazdığı “Ortadoğu’lu Dönüştürmek” başlıklı yazısında “Ortadoğu’da Türkiye dahil 22 ülkenin sınırları değişecek” kehanetinde bulunmuştu. Henüz “işin başında” olduğumuzu düşünürsek, kaç ülkenin sınırı değişecek tartışılabilir, ama değişikliklerin artık uygulanmaya konma aşamasına geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Türkiye’yi ilgilendiren değişiklikler ve boyutları bir başka yazının konusu olabilir ancak. Ama ne Irak ne Suriye ve ne de bir tür devletleşme aşamasında olan Kürt halkının eski siyasal durum ve sınırlarının değişmeden kalabileceği ileri sürülebilir artık.

Cumhurun başı tartışmaları – 2

Geçen sayımızda cumhurbaşkanı seçimleri tartışmalarına “katılmış”, ancak ortada herhangi bir aday olmadığı için olası bir adayın, Başbakan Erdoğan’ın adaylığı üzerinde durmuş, onun adaylık ve seçilme koşullarını tartışmıştık.

Özeti şöyleydi:

1) Henüz adaylık açıklanmamıştı, ama “ısınma turları”yla “nabız” yoklanıyordu.

2) “Nabız yoklama” iki yönlüydü. Bir; kendisinin seçilme olasılığına dair yoklamalar.. Ve iki; kendisinin seçilmesi sonrası AKP ve –AKP yönetimi en azından Beyefendiye göre ülke yönetimi de demek olduğundan, tabii ki– ülke yönetimini öngörmekle yetinmeyip şimdiden dizayn etmeye yönelik “nabız yoklama”nın ötesine geçen hazırlık ya da moda tabiriyle “kumpaslar”.

3) Yine “nabız yoklama”nın ötesine geçen bir başka “hazırlık”.. Ya da “hazırlık”ı da aşan kumpas içerili dayatma seçimin kazanılmasının ötesine dairdi: Cumhurbaşkanı değil, Başkan.. En azından yarı-Başkan ya da “partili cumhurbaşkanı” olmak istemekteydi Beyefendi.. Ve bunun tartışmasıyla birlikte hazırlıklarını yürütmekteydi. Madem ilk kez “halk” seçmekteydi; öyleyse, kesinlikte parlamento tarafından seçilmiş eski cumhurbaşkanlarından farklı yetkilere sahip olmalıydı! Çünkü onu da parlamentoyu seçenler seçmekteydi! Öyleyse parlamento ve onun seçeceği Başbakanla kuracağı hükümetten az yetkiye sahip olamazdı. “Yürütücü cumhurbaşkanı” şarttı! Bu mantık hem Beyefendinin kendisi hem de devlet ve havuz medyasının koltuklarına doluşmuş adamları tarafından durmaksızın savunulmaktadır.

4) Asıl hazırlıksa, son birkaç yıldır, ama özellikle Gezi’yle birlikte derinleştirilerek, olanca pervasızlığıyla sürdürülmekteydi ve “başkanlık” ya da diktatörlük özentisiyle dayatılmakta olan “tek adamlık” takıntısıyla bağlantılıydı: “Delikanlılık” ya da “dik durup eğilmeme” adı takılıp sevimlileştirilerek hatta çekici kılınmaya çalışılan tekçi dayatıcılık, sadece tekelci aşamasında can çekişerek debelenmekte olan çürüyen/asalak kapitalizmde değil ama kölecilik ve feodal aristokratik egemenlik koşullarını da kapsayarak sömürüye dayalı bütün toplumsal örgütlenmelerde, yalnızca ve yalnızca baskı ve zor yoluyla sürdürülebilirdi ki, henüz adaylığını açıklamamış olası adayımız bu yoldan yürümekteydi.

Kapitalist tekelci zorbalığın bütün niteliklerini taşımakta olan “özel” zorunun “genel” zorun sair biçimlerinden ayırtedici yönü, emperyalist efendilerce desteklenen dizginleri tekelci burjuvazinin elinde olan burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin işçi ve emekçi halk üzerindeki diktatörlüğü olan zor ve şiddetin kim tarafından kime karşı uygulanmakta olduğunun muğlaklaştırılıp halka yönelikliğiyle karekterize somutluğunun görünmez kılınmasına.. Ve en başta ülkelerinin ve kendilerinin geleceği türünden dünyevi işler, olgu ve gelişmelere ilişkin dini değer ve inançlarıyla tutum belirlemelerini teşvik edip kuşkırttığı “tabanı”nın konsolide edilmesi hedeflenerek, zor ve şiddet de dahil, bütün kötülüklerin, “biz” ve “onlar” ayrımı üzerinden kurgulanıp benimsetilmesi peşine düşülen toplumsal karşıtlığın.. –Yalnızca Soma’da kendisini gösteren işçi sınıfına karşı kılıç çekmekten korkulup kaçınılarak, onu düşman göstermeyen.. Ama– “Geziciler”.. “faiz lobisi”.. hatta sanki AKP kapitalizme karşıymış gibi, “sermaye”.. “iç ve dış karanlık odaklar”.. “ateist Aleviler”.. “tek devlet, tek millet”le dışlanan Kürtler.. ya da “bayrak düşmanları”.. “çocuk kandıran Kandil”.. türünden.. Elmalarla armutların aynı sepette ya da ilgisiz yasa maddelerinin tek bir “torba”da toplanması gibi.. Akla gelen olumsuzluk ve kötülüklerin atfedildiği tüm “münafıklar”ın, birbirleriyle uyumlu, hatta düşman olup olmamalarına bakılmaksızın bir arada düşman gösterilmesine.. Tüm kötülüklerin kaynağı oldukları gibi, polise ve şüphesiz “biz” kategorisi kastedilerek temellendirilen “halka karşı” zor ve şiddete başvuranların onlar olduğu iddiasına.. Ve “onlar”la tanımlanan “şeytan”a karşı öldürme dahil ne yapılsa azdır mantığına dayandırılmış olmasıdır!

Türkiye toplumunun bu sahte “biz-onlar” karşıtlığı üzerinden bölünüp Beyefendinin “başkanlığı”nın dayanağı olarak “biz” nitelemesiyle taraftarlarının kemikleştirilmesi için hiçbir fırsat kaçırılmamakta.. Uzun ve orta vadede karşıt yönde etkide bulunacak oluşu kaçınılmaz olsa ve bu durum bilinse bile.. Kısa vadede.. Yani “başkanlık”ı kapıncaya kadar.. “Biz”i ayrıştırıp “onlar”ın neredeyse kanını içecek bilenmişliğe getirecek.. Son sınırına vardırılmış gerginlik.. Ve onun unsuru olarak.. “Orantısız güç kullanımı” ile bile tanımlanamayacak.. 13-14 yaşında çocukları.. İbadethane (Cemevi) bahçesinde karşıt inançtan (Alevi) olanları bile hedef edinmekten çekinmeyen pervasız sıldırganlığın tırmandırılması taktiği, genelleştirilip strateji düzeyine yükseltilmiş haliyle, izlenmektedir.

5) “Biz-onlar” bölünmesi üzerinden ve bu bölünmeyi dayatıp pekiştirmek üzere “onlar”a yönelik pervasız saldırganlığı sürdürme taktiği, tüm “ikna edici” düşmanları içine doldurarak “onlar”ı bütün kötülüklerin kaynağı ve dayanağı gösterecek “zenginlik”te kurgulanırken.. Saldırganın, hükümet değil, ama tersine diktatörlük özentisiyle hükümetinin bütün pisliklerini örtmeye de hizmet etmek üzere.. tüm melanetlerin yapıcısı “faiz lobileri”yle “paralelci” darbeciler.. Ama “tek adam” ve sahiplenmesi gereken “bizim hükümetimiz”in sadece mağdur durumda olduğu.. Üstelik uzun süredir mağdurken.. AKP hükümetince “kurtarılmış” türban ve genel olarak inanç özgürlüğü mağdurları tarafından el üstünde tutulması gerektiği propagandası propagandanın ekseni kılınmaktadır.

Ancak bu “mağduriyet” edebiyatı, durum tersine olduğu ve Beyimiz ve partisiyle hükümeti halkı mağdur eden başlıca dinamikler olduklarından, zora dayalı dayatmanın yanında açıktan aldatıcılığı, öyleyse düpedüz yalanı ve yalancılığı zorunlu kılmaktadır ki, bu açıdan hiç müşkülat çıkarılmamakta ve inandırıcılığın sınırları zorlanmakta, akla gelmeyecek ters-yüz etmelerden kaçınılmamaktadır!

Zor mu? Laf hazırdır: “Geziciler polise yönelik zor kullanmışlardır”! Taciz mi? “Kabataş’ta deriler giymiş çizmeli kişiler başılı bağlı bir yeni gelin ve bebek arabasındaki çocuğunu taciz etmişlerdir”! Terör örgütü ile işbirliği mi? Ne Kaidesi.. IŞİD’ı.. Onların beslenip açıktan desteklenmesi: “CHP terör örgütü ile işbirliği yapmaktadır”! “MHP marjinal solun maymunu”! Rüşvet, yolsuzluk ve açıkça hırsızlık mı? Hayır, “paralelciler Hükümete karşı yargı darbesi düzenlemişlerdir”!

Özetle.. Cumhurbaşkanı seçimine, yalanla-dolanla ve çarpıtılıp ters-yüz edilen sahtesiyle değiştirilmiş siyasal toplumsal karşıtlık çekiştirmesi üzerinden yerleri değiştirilmiş saldırgan ve mağdur edebiyatıyla yürütülen hazırlıkla yürünmektedir.

“MAĞDUR” SALDIRGANIN ADAYLIĞI NEDEN GECİKMELİ?

“Mağdur” saldırgan delikanlı bir yönüyle rahat! Rahatlığı, şimdiye kadarki açıklanmamış adaylığın, açıklanmış olsaydı eğer, açıklanacak olandan çok da bir farklılığa sahip olmayışından.. Olası aday olarak “tek adam” her gün seçmenin karşısındadır.. Her saat.. Her dakika açıp ağzını yumup gözünü konuşmakta.. Tanıtımına falan gerek olmamacasına seçmenin gözü önünde durmaktadır. Küçük ihtimaldir, ama o olmayıp, onun yerine “yedek” aday durumundaki bugünkü cumhurbaşkanı Gül’ün de ilave tanıtıma ihtiyacı yoktur. Zaten cumhurbaşkanıdır. Bir başbakan.. Bir cumhurbaşkanı.. Hangisi aday olacaksa olsun.. Bekleyebilirler. Bu yönüyle sıkıntıları yoktur!

Oysa muhalefetin göstermek durumunda olduğu.. Sonunda açıklanmadan edilemeyen adayının bu rahatlığı yoktur! Şöyle ya da böyle seçmenin karşısına cumhurbaşkanı adayı olarak yeni çıkacaktır ve tanıtıma.. görüşlerini açıklamaya.. bunun için hükümet adaylarının gereksinmediği zamana ihtiyacı vardır. Ve sonunda beklenememiş.. Açıklanmıştır. Başbakan.. Sanki kendi adayları açıklanmış gibi.. Muhalefeti adayını açıklamamakla eleştirmiş ve açıklamaya zorlamıştır!

Muhalefetin fazla beklemeye tahammülü yoktu ve adayını açıklamıştır. Hükümet ve başındaki “tek adam”ınsa aceleleri yoktur.. Seçim takviminin aday açıklanması için koyduğu son tarihi bile bekleyebilirler açıklama için. Tamam da.. Neden bu gecikme? Sadece rahat olunduğu için ve geciktirme olanağına sahiplikleri nedeniyle mi?

Öyle olmadığı tartışmasızdır.

1) “Cumhurbaşkanını ilk kez halk seçecek” olsa bile, halk, “tek adam”ın tek adamlığın hakkını verme olanağına sahip olacağı için, hayaliyle yanıp tutuştuğu bir başkan değil, ama yine sıradan bir cumhurbaşkanı seçecektir! Bu, gecikme bakımından küçümsenir bir etken değildir ki, üzerinden hesap kitap yapmayı gerektirmektedir.

Cumhurbaşkanı seçimi kazanılsa bile, ülke koşulları ve sınıf güç ilişkileri, fiilen zorlanarak uygulamada başkanlık rejimine az-çok yaklaşılmasına ve belki bir “ara-rejim”e imkan tanıyacak mıdır tanımayacak mıdır? Ve fiili zorlamalar, yeni bir hamleyle elde edilebilecek ilave bir güçle Anayasa’nın kağıt üzerinde de “Başkanlık Sistemi” ya da “yarı-Başkanlık” veya “partili Cumhurbaşkanı” türünden bir benzerine  varılmak üzere değiştirilmesiyle tamamlanarak, net bir “tek adamlık” amacına ulaşılabilecek midir?

Çünkü bilinmektedir ki, Beyimiz olağan cumhurbaşkanlığının sıradanlığıyla yetinmemekte, “Noterlik”i “kızak” olarak yorumlamakta ve ne beğenmekte ne de talip olmaktadır. Demektedir ki, “terleyen cumhurbaşkanı olacağım”. Yani gözü icracılıkta.. Söz söylemede.. Sözünün kanun sayılmasındadır!

Bu bakımından ölçme-biçmeyle.. Hesap-kitapla meşguldür. Ve bu, bir gecikme nedenidir.

İkinci gecikme nedeni de, AKP’nin iç dengelerinin yerli yerine oturtulması.. “Tek adam”ın seçimi kazanması durumundaki olası cumhurbaşkanlığında, gerek “başsız” arkada bırakmış olacağı partisinin eli-ayağının birbirine dolanmaması ve kendisi olmadan yaşamını sürdürebilmesi.. Gerek bunun herhangi türden bir yaşam sürdürme değil, ama “tek adam”ın istediğince.. Onsuz edilemeyerek ve onun sözü dinlenerek.. Öyleyse “tek adam”ın tek adamlığına biat etmiş.. Öyleyse az-çok “düşük profilli” bir kadro yönetiminde yaşam sürdürme olmasının koşullarının hazırlanıp “çatı”sının çatılması ihtiyacıdır. Partinin başına gelecek kadronun hem “tek adam”ın sözünü dinleyecek, ama hem de “gemiyi karaya oturtmayacak” beceri ve tecrübeye sahip bir kadro olmak zorundadır, dizeynı zaman almaktadır. Ama AKP hem de farkmlı menbalardan derlenmiş “eski kurt” doludur ve “tek adam”ın tek adamlığını sürdürme isteğine uygun böyle bir yönetim kadrosu oluşması, iç dengeler düşünüldüğünde kolay değildir. Hele “17 Aralık Darbesi”yle, yani Cemaatle hesaplaşmada Başbakanın tutumunun tayin edici önemi dikkate alındığında ve o alanı boşalttığında dengelerin korunması zordur, örneğin Gülsüz sürdürülebilmesi zordur.. Arınçsız da. Ama eğer “tek adam” oyunu oynanacaksa, bu tür isimlerle oynanması daha da zor, hatta imkansızdır. Üstelik Turgut Özal’ın yerine bıraktığı Yıldırım Akbulut’un bile kısa sürede “kazan kaldırması” örneği kuşku tohumları ekicidir.. En düşük profilli bir kadronun önünün açılması ve partinin ve hükümetin başına böyle bir ismin getirilmesinin sağlanması durumunda bile, “tek adam”ın tek adamlığının sürdürülebilirliğinin garantisi yoktur! Bu açıdan hesap-kitap ve kadro hazırlığı, şüphesiz geciktirici bir etken olmuştur.

Bir başka geciktirici etken, “tek adamlık”a talip olan Beyefendinin seçilip seçilmeme olasılıklarını kesinleştirme isteğidir. Aday olup seçilemeyen Başbakanın kuyruğuna teneke bağlanacağı ve zaten yönetmekte zorlandığı ülkeyi artık iyice yönetemez olacağının farkında olan “adayımız” bu nedenle iyice ince eleyip sık dokumaktadır. Anket üstüne anket yaptırıp hem genel eğilimi ölçmeye, hem de gidişatla kendi tutumları arasındaki ilişkinin getiri ve götürülerini anlamaya çalışmaktadır. Bir not düşmek gerekirse, ilginçtir, muhalefetin “çatı adayı”nın açıklanmasının ardından, Haziran’ın 20.siyle birlikte, AKP cenahından ileri sürülen “Cumhurbaşkanının kucaklayıcılığı”na dair söylemler Başbakanın bundan böyle buna uygun davranacağına ilişkin tutum açıklamasıyla eşzamanlı olarak gündem olmuştur. Ama 24.’ündeki Meclis Grup nutkunda Başbakan yine kendisini tutamamış ve Bahçeli’ye “alçak”, “adi” gibi sıfatlar takarak yüklenmiştir!

Bir diğer etkense, tam anket vb. yollara izlenmeye ve hesap edilmeye çalışılan olası seçim sonucunun, muhalefetin “çatı adayı”nın açıklanmasıyla, yeniden hesaplanma zorunluluğunun doğmuş olmasıdır. AKP dışarıya renk vermeyip Ekmeleddin Efendi’nin “çok kolay” bir rakip olduğunu ve daha seçim yapılmadan seçimi kazandıklarını açıklamalarına bakılmamalıdır. Bir yandan bir dizi kulplar takılıp daha ilk günden yıpratılmaya başlanan rakip adayın, bir yandan da dini ve muhafazakar siyasal özellikleriyle seçimde göstermesi olası performs üzerine kafa patlatılmaya, tahminler yürütülüp yoklamalar yapılırken, asıl olarak yine anketler düzenlenmesine girişilmiştir.

Muhalefetin adayı “temelsiz aday” söylemiyle görünüşte küçümsenmekte, “Pensilvanya’nın adamı”, “Amerika’nın adamı” olarak aşağılanmaktadır; ancak bir yandan da yerel seçimlerde CHP’nin çıkardığı itikadlı ve milliyetçi muhafazakar adaylardan daha fazla etkili olabileceği tedirginliği de dışarıya yansımaktadır. Örnekse yerel seçimlerde kendisine yönelik “sahte peygamber” salvolarıyla pek de etkili olamayan ve “kumpasları” püskürtülebilen Cemaatin Efendisi’nin, adayın özellikleri nedeniyle bu kez itikadlı “biz” tabanı üzerinde etkili olup oy kanalize etmede başarı göstkerebileceğinden çekinilmektedir.

Sayılanlar “tek adam”ın adaylık açıklamasını geciktiri nedenlerdir; ancak eğer hesap-kitap uygun olasılıkları tam bir netlikle göstermemişse, son günlerde bizzat kendisi tarafından hem de birkaç kez dile getirilen “ters köşe” uygulamasına başvurulması olasılığının hiç olmadığını da kimse ileri süremez!

“ÇATI ADAYI”NIN ŞANSI NE?

“Çatı adayı” söylemiyle, Kılıçdaroğlu’nun arada uğradığı ÖDP gibi bir-ikisi bir yana bırakılırsa, ezici çoğunlmuğu milliyetçi muhafazakar başka bazı parti ve kuruluşların da “oluru” alınarak ve destekleneceği varsayılarak, iki partinin, CHP ve MHP’nin “ortak adayı” olarak açıklanmış olan eski İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, evet AKP sözcülerinin dedikleri gibi, hiçbir dolaysız siyasal geçmişi olmayan bir bürokrat niteliğiyle gündeme gelmiş ve bir diğer özelliğiyle de “torba”dan ya da “piyangodan çıkmış” bir aday gibidir!

Kuşkusuz “kazın ayağı” öyle değildir. “Torbadan” falan çıkmamıştır. Adaylığı üzerinde konuşulan eski CHP’li Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin eğer aday olarak açıklansaydı “torbadan” mı çıkmış olacaktı? Ekmeleddin Beyden farklı yanı, bir dönem dışişleri bakanlığı yapmış olmasıdır. H. Çetin, ilaveten de açıktan CHP üyesidir. Hepsi o kadar! Bir parti üyesi olarak siyaset içinde bulunmak, elbette önemlidir, ama ne kadar kendi başına çekip çevirdiği ayrı olsa bile, Ekmeleddin Beyin 9 sene Ortadoğu’yu çekip çeviren bir teşkilatın genel sekreterliğini yapmış olması onun siyasallığını göstermeyecekse neyi gösterecektir? Önemli olan, siyasal bir figür olduğundan kuşku duyulamayacak olan Ekmeledddin Bey’in ne türden bir siyasal figür olduğudur!

Bir defa Tansu Çiller’i anımsatan bir siyasal figürdür. Uzun yıllar Amerika’da kalan ve bu ülkenin vatandaşı olan Çiller, Türkiye ve hele Türkiye halkına ve kültürüne yakın olmaktan çokan Amerika’ya, Amerikan egemenleri ve onların kültürlerine yakın, onlarla ilişkileri daha güçlü ve belirgindi ki, bu nedenle Türkiye ve sorunları sözkonusu olduğunda çok sayıda gaf yapar, potlar kırardı. Gaf kırma potansiyeline henüz tanık olmadık, ancak Mısır Kahire doğumlu Ekmeleddin Bey de az-çok öyledir. Arap kültürüyle yetişmiş, eksiğini AngloSakson kültürüyle tamamlamıştır; Amerikan tandaslı ilişkileri kendisini İKÖ’nün genel sekreterliğine getirmeye “yetecek kadar”dır.

Yazdığı kitapta Türkiye bakımından “geleceğin good governence’ta (iyi yönetişimde olduğu”nun altını çizecek denli neoliberal bir “dünya vatandaşı”dır! Ve görülmektedir ki Amerikancı yeni modaları takip etmekte ve uyum sağlamakla kalmamakta, sözcülüğünü üstlenmeye bile uzanmaktadır.

Bu iki özelliği ve Türkiye’yi Ortadoğu’da başarıyla temsil edip adına iş çevirme yeteneği göstermesi nedeniyle başta tekelci burjuvazi olmak üzere yerli işbirlikçilerin yayılmacı neoliberal açılımları açısından da uygun bir aday olduğu düşünülebilir.

Muhafazakar bir mütedeyyin olduğu tartışmasızdır. İslami değerleri savunma yeteneği yüksektir; ancak bu bakımından “radikal” bir pozisyonda durmamaktadır. Tıpkı Fethullah Efendi gibi “ılımlı”dır: Yanında başı açık eşiyle “ılımlı” ya da Amerikancı İslamcılık Ekmeleddin Beyin ideolojik zemini durumundadır. Ancak gösterge yalnızca başı açık eşi değildir. Tıpkı Erdoğan gibi, kendisi laik olmasa bile, devletlerin laik olması gerektiği düşüncesindedir ve kitaplarında din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması gerektiği üzerine durmuştur. Erdoğan’dan farkı, onun ne zaman ne yapacağı.. NeoOsmanlıcı yönelimlerinin ne zaman depreşip nerede Amerika ve genel olarak Batıyla ilişkilerinde “boynuz kulağı geçecek” biçimde hamlelerin sahibi olacağı belli olmayan “ılımlı”lığı zorlayan radikalleşme belirtilerini hiç göstermemiş ve göstermiyor oluşudur ki, bu niteliği, Batılı büyük devletler, özellikle Amerikan emperyalizmi tarafından tercih nedeni sayılabilir. Toparlayıcı olup olamayacağı, Ortadoğu’da yapabildiğini kanıtladığı işleri çekip-çevirme yeteneğinin Türkiye’de de iş görüp görmeyeceği gibi bilinmezliklerin olumlu çalışması halinde özellikle mütedeyyin AKP tabanı üzerinde etkili olup olamayacağı hakkında ortaya çıkacak işaretler, alacağı desteğin büyüklüğünü belirleyecektir. Rakibi “yenilmez armada” gibidir; sağlayacağı destek onu yenebilme ihtimalini gözle görülür kılabilmesine bağlı olacaktır. Sözü edilen destek; hem özellikle AKP tabanında yaratılacak çatlamaya bağlı alarak bu tabandan sağlanacak destektir, hem de Batılı büyük devletler nezdinde sağlanacak destek.

Olası mıdır? Arkasında doğrudan büyük uluslararası güçler olmasa bile en azından CHP ve MHP tarafından öyle düşünülerek “çatı adayı” olarak sunulmuştur ki; uygun ve uyumlu niteliklere sahip olması nedeniyle sözü edilen büyük güçler tarafından da hiç değilse “tek adam”ın tek adamlığının ne denli sağlam ya da aksak olduğunun denenmesi bakımından da desteklendiği öngörülebilir.

Peki, somut olarak şansı ne kadardır?

Düzen muhalefeti CHP ve MHP’nin “ortak” “çatı adayı” olarak ileri sürüldüğüne göre, herhalde son seçimin CHP+MHP oylarını toplayarak işe başlamak gerekecektir ki, bu toplam %44 dolayındadır. %2 gibi bir oyu olan SP’nin, henüz açıklanmamış olsa da olumlu yaklaşım ve destek sinyalleri katıldığında, %46’ya ulaşılmaktadır. BBP ve sair grupların %1-2 civarındaki oyuyla birlikte %47-48 bandına varılmaktadır ki; “AKP karşıtlığıyla karakterize” bazı sol gruplardan gelen “ılımlı” imalarla hiç değilse %48 Ekmeleddin Beyin “cebinde” gibi görünmektedir. Öyle midir değil midir– Ağustos içinde görülecektir.

Eldeki veri durumundaki 30 Mart seçim sonuçları üzerinden yürürsek, geriye, biri fazla bir oy gücüne sahip olmayan üç belli başlı siyasal küme ve siyasallık düzeyi düşük bir dördüncüsü kalmaktadır: Biri Cemaattır, biri Kürt ulusal hareketi, siyasal örgütlülük düzeyi zayıf olan Alevi topluluğu ve sonuncusuyla devrimci işçi partisi tarafından temsil edilen sosyalist hareket ve sosyalizmin hiç değilse ortalama ilkelerini dikkate almadan edemeyecek sosyalistlik iddialı örgütler.

Cemaatın oy gücü ya da daha açık tabirle siyasal cürmünün cumhurbaşkanlığı seçiminde sınavdan geçeceğini söylemek yanlış olmaz. Etkili olabileceği İslami nitelikli oyları yönlendirebilmesi bakımından “çatı adayı”nın en uygun aday olduğu cumhurbaşkanlığı için gerekli yarıdan bir fazla oyun sağlanması bakımından payına düşen en azından %2-3’lük gibi bir oy miktarını Cemaat ya sağlayacak ve Ekmeleddin Beyin ilk turda seçilmesi için gerekli gibi görünen açığını kapatacak ya da ikinci turda bir şansı kalmayacak ve yenilgi ve sonuçları en çok Cemaatin hanesine yazılacaktır.

Kürt ulusal hareketi, Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili hakkında en çok tevatür senaryo yazılan ve en yoğun baskılara maruz bırakılan siyasal hareket durumundadır. “Çözüm süreci” ve Öcalan’ın bu sürece ilişkin belirttiği “umutlar” hemen her siyasal çevre tarafından cumhurbaşkanlığı adaylığında Erdoğan’ın destekleneceği biçiminde değerlendirilmiş ve bu değerlendirmeler açıkça yazılır çizilir olmuştur. Kürt hareketinin tabanından, özellikle mütedeyyin kesimlerden gelen kimi yerlerde açık irade beyanı niteğindeki sinyaller de bu değerlendirmeleri körüklerken, son günlerde özellikle S. Demirtaş kaynaklı açıklamalar ve Kürt hareketinin seçime güçlü bir adayla, muhtemelen eşbaşkan Demirtaş’la katılacağının az çok belli olmasıyla “AKP’ye destek olunacağı” içerikli suçlamalar bakımından yatışmış; ancak ikinci turda hiç değilse belli miktar Kürt oyunun Erdoğan’a gidebileceği üzerinde durulur hale gelinmiştir.

Zaten Ekmelleddin Beyin ilk turda kazanamaması durumunda alabileceği artı oyun bulunmaması ve ne alacaksa ilk turda alacak olması, seçim ikinci tura kaldığında şansı olmayacağını göstermektedir.

Örgütlü oy dayanakları olarak Ekmeleddin Beye akacak oylar bakımından MHP’nin bir sıkıntı içinde olmadığı, firesiz destek sağlayacağı düşünülebilir. Ancak CHP’nin durumu benzer değildir. CHP’nin ulusalcı ve “laikçi-şeriatçı” karşıtlığı döneminden kalma “yobazlık karşıtı” grupları ya da eğilimi dini akideleri güçlü “çatı adayı”nı benimsemiş değillerdir, adaylık açıklaması sonrası sert tepkiler vermiş ve hatta yerine aday bile aramışlardır. Siyasal yaşamı boyunca hiçbir zaman partiyi değil ama sadece hizbini düşünmüş olan, ama bu kez bir başka aday açıklanmasını siyasal ortam ve koşullar bakımından doğru ve yerinde bulmadığı anlaşılan Baykal, “Partiyi düşünmeliyiz” diyerek, alternatif adayarayışının önünü keserek “kol kırılır yen içinde” tutumu almıştır. Ulusalcı eğilimin, bu nedenle, seçime asılmayacak olsa bile, hiç değilse kerhen Ekmeleddin Beyi destekleyeceği anlaşılmaktadır. Yine de, seçime asılmamak, yazın sıcağında pikniğe gitmeyi tercih etmek türü olası tutumlar alınabilecek olması nedeniyle, “çatı adayı”nı benimsememiş olan ulusalcı eğilimin isteksizliği dolayısıyla bir fire oluşacağı beklenmelidir.

Ancak herhalde CHP tabanında asıl fire, tabanın ezici çoğunluğunu oluşturmakta olan Alevi oylarında olacaktır. Tamam, “cümbüş evi” dediği cemevi bahçesinde bile adam öldürmeye tırmandırdığı Alevi toplumu karşısındaki tutumu ve “Alisiz Alevi”, “Ateist Alevi” söylemiyle, “en çok biz severiz” dediği Ali’yi bile Alevinin elinden almaya kalkışan “tek adam” yeterince itici ve Alevi düşmanıdır. Ama Ekmeleddin Bey de hiç parlak bir Alevi dostu olmadığı gibi, üstelik oldukça dinci bir zattır. Dolayısıyla böyle bir adayla Alevi toplumunun oyların derlenmesi hiç kolay gözükmemektedir. “Erdoğan karşıtlığı” propagandasının etkisi ve uzun yıllardır yeraldıkları CHP peşindeki “kötünün iyisi” ideolojik zihniyetiyle Aleviler, alternatifsizlikten ve elleri varmaya varmaya “çatı adayı”na oy vermeye ikna edilseler bile, bu, hiç de istekli ve coşkulu bir oy verme ve seçime asılma olmayacaktır. Üstelik Demirtaş’ın aday olması durumunda, “Şafi Kürt-Alevi” çelişmesi hükmünü icra edecek olmayı sürdürse bile, hem bu çelişmenin son yıllardaki yumaşamasından hem de bu kez Sünni İslamcı bir adaya oy vermeye zorlanmalarından belirli bir sayıda Alevi oyunun HDP adayına yönelebileceği beklenmelidir ki, bu nedenlerle Alevi oylarındaki fire “çatı adayı”nın “zayıf karnı” olmaya nemzettir!

Sosyalist hareketin yaklaşımına geleceğiz. Ancak herhalde CHP’nin pozisyonu üzerine konuşmak gerekmektedir.

CHP’NİN HALİ…

Peki, bütün bunlar öngörülemez değilken, hem ulusalcılar hem de Alevi toplumundaki hoşnutsuzluk ve fire ihtimalini göze alarak, CHP neden böyle bir adayda karar kılmıştır? Bügüne kadar geldiği yol dikkate alındığında ciddi bir “makas” değişikliği intibaını veren adayın üstelik CHP liderince önerilmiş olması, CHP’de bir “dönüm noktası”na gelinmiş olup olmadığı tartışmasına yol açmaktadır.

Öyle ya, ne olmuştur da, yüz yıla yaklaşan ömrüyle Kemalist ve üstelik öyle olmasa bile sosyal demokratlık iddiasındaki CHP, cumhurbaşkanlığı için, İslami yaklaşım ve pozisyonu belirgin muhafazakar bir aday gösterme noktasına gelmiştir? Bu, iddialarının, özellikle “solculuk” iddialarının sonu mudur?

CHP içinde de ciddi bir tartışmaya neden olan Ekmeleddin Beyin “çatı adayı” olarak en azından görünüşte üstelik CHP lideri tarafından kararlaştırılıp MHP’ye önerilip adaylığın sağlanması, bellidir ki, en başta, bir hesap-kitap sorunu olarak benimsenmiştir. Her şey bir yana benimseyenler tarafından savunulması böyledir: CHP’nin %20 küsurluk oyunun cumhurbaşkanının belirlenmesinde yeterli olmayacağı ve düzenin savunulmasının dayatılması olan “Erdoğan karşıtlığı”nın eksen alınması zemininde eğer MHP ile ortak bir aday çıkarılmazsa Erdoğan’ın başkanlığının önünün açılmış olacağı, böyle bir aday çıkarılmasının başlıca gerekçesi olarak ileri sürülmektedir.

Politika ve rakiplerin değil sizin partinizin kazanması şüphesiz ki önemlidir. Politik durum ve güç ilişkileri hiç dikkate alınmadan kazanılması olanağı olmayan radikal adımlar atılması göze ve kulağa hoş gelebilir, ancak politik olarak doğru sayılamaz. Doğrudur! Ancak politikanın politika olması, eğer halkın ve çıkarlarının savunulduğu iddia ediliyorsa, bu çıkarları yansıtan hiç değilse yarım doğru bir politika olması koşuluyla!

Oysa CHP’nin Baykal’la birlikte net bir “sağa açılma” süreci başlattığı, esnemeden uygulanan –“irtica” karşıtı ulusalcı statükocu olarak tanımlanan– işçi ve Kürt düşmanlığı belirgin neoliberal milliyetçilik çizgisinde, MHP ile ayrım noktalarının kaybolduğu ileri noktalara varıldığı ve bu yöneliminin halkın çıkarlarıyla bir ilişkisinin kurulamayacağı söylenmelidir. Kılıçdaroğlu, “yeni CHP” sloganıyla, orasından mı burasından mı olduğu muğlak biçimde belli belirsiz görüntüsüyle bu çizgiyi eleştirerek işe başlamış; ancak “yeni CHP”nin belkemiği bir türlü netleşmemiştir. “Türban”da dile gelen genel olarak “irticaya karşı mücadele” yönelimi yumuşatılmış, hatta bir yana bırakılmış, kurultaylarda yapılan “devrimci” ajitasyonsa sadece kurultay konuşmalarında kalmış, pratik yaşamda bir karşılığı olmamış, CHP, politik pratikte Baykal’ın MHP ile yakınlaşma çizgisini sürdürürken, örneğin yerel seçimlere solculuğu tartışmalı Sarıgül ve taviz vermez ülkücülüğü/faşistliği belirgin Mansur Yavaş ya da Hatay’da Cemaatçi adayla girmekte sakınca görmemiştir. Bugünkü ya da “yeni CHP”nin politika ve kadro belirlemesinde eski muhafazakar sağ şef Demirel’in oldukça belirleyici olduğu izlenen çizginin onunkini andırmasından bellidir. Bir diğer yeni müttefik ya da yön vericininse Cemaatin Efendisi olduğunu söylemek herhalde haksızlık olmayacaktır. Kemalistlik ve sosyal demokratlıktan geriye pek bir şey kaldığı sanırız ileri sürülemez.

Ekmeleddin Beyin adaylık ilanı öncesinden başlayan “adaylık kriterleri”ne ilişkin açıklamalar, CHP’nin “kendi yolunu izlemek”ten vazgeçtiği konusunda fikir vericidir. Kılıçdaroğlu’nun açıklamaları, “Büyük uzlaşma ile bu sorunu çözmek istiyoruz. Adayımızı toplumun her kesimi kabul edecek” şeklindedir. Uzlaşma ihtiyacı ve büyüklüğüne diyecek şey yoktur! Ancak uzlaşma vardır.. uzlaşma vardır! Bu uzlaşmanın halkın çıkarları yönünde olduğu herhalde ileri sürülemez. Uzlaşma, ittifak demektir; doğrudur, güç yetmeyen yerde, hatta yetse bile ittifak kurma tutumuna karşı çıkılamaz. Ama halk güçlerinin, emek ve demokrasi güçlerinin ittifakı olması ve kurulacak birliğin halkın taleplerini karşılamanın ihtiyaç kıldığı bir birlik olması koşuluyla! Böyle midir? Daha başından ittifakın başka bir ittifak gücü yakmuş gibi MHP ile kurulmuş olması ve böyle bir ittifakının zorunlu sayılmasıyla, bunun halkın ihtiyacını karşılayacak bir ittifak olmadığı kesindir. MHP geçmişi kan dolu bir parti olmakla kalmamaktadır; bugün de işçi ve Kürt düşmanlığıyla tanınmaktadır.

Üstelik zamanın BDP eşbaşkanı (şimdiki HDP eşbaşkanı) S. Demirtaş “CHP uygun bir aday belirlerse destekleriz” deyip kendilerine bir “açık çek” vermişken, CHP’nin MHP ile ittifak arayıp bulmasının ikna edici bir açıklaması bulunamaz!

Açıklanan “çatı adayı”nın belirlenmesinde 1) Her ne olursa olsun Erdoğan’ın “tek adam”lığa adım atmasını engelleme tutumuyla “Erdoğan karşıtlığı”nın politika ekseni edinilmesi ve 2) –Ecevitinki türünden sonunu getirmeyip halkı ortada bırakıp satacak olsa da– emekle sermaye arasında git-geller ve az-çok halkçı ve demokratik iddialarla kendi “sosyal demokrat” ya da bu görünümlü politikasını yapmada cesaretsizlik ve politika mihrakı olmayı terk ettiği başkalarına (Cemaat, Demirel, MHP vb..) gönüllü yedeklenme pozisyonunun benimsenmesi tayin edici olmuştur. Ancak bu CHP’nin de sonu olmasa bile, “sonunun başlangıcı” anlamındadır. Kendi –varsayalım ki– “solcu” ve “demokratik” “halkçı” politikalarının, hiç değilse bugünkü koşullarda kabul görmeyeceği ve halkı kendi etrafında birleştirmeye yetmeyeceği, “toplumun her kesimi tarafından kabul görecek aday”ın ancak CHP dışında olabileceğini itiraf etmektir, bu.

İşte CHP liderinin cumhurbaşkanı adaylık tanımı: “Cumhurbaşkanı adayının tarafsızlığı, siyasete bulaşmamış olması, herkesi kucaklaması, öfke dilini kullanmaması, barıştan, huzurdan, güvenden yana olması, mesajlarını böyle vermesi, tüm kesimlerin ortak amacı. Biz bu amaca uygun bir aday ortaya çıkaracağız. Göreceksiniz Türkiye bu aday etrafında büyük ölçüde kilitlenecek.”

Tanım, bugünkü verili koşullar dikkate alınarak yapıldığı düşünülürse fena bir tanım değildir. “Öfke dilini kullanmamak” vb. herhalde bugünün ihtiyaçlarını karşılıyor olmalıdır. İyidir, ama, lideri siyasal mitinglerde “Başbakan Kemal” sloganlarıyla göklere çıkarılan bir siyasi parti bakımından şurası tayin edicidir ki, bu tanıma uygun aday ancak CHP dışından bulunabilmekte ve bu dışsallık, “solcu”, “demokratik” ve “halkçı” cenaha değil, ama sağcı, dinci muhafazakar, faşist cenaha açılan bir dışsallık olabilmektedir.

Tanımın “tarafsızlık” vurgusu yine herhalde somut siyasal durumla, “tek adam” özentilisinin “partili cumhurbaşkanlığı”nı zorlaması ve “makam”ın rejimin tarafsız koltuklarından oluşuyla ilgilidir. Ama peki, “siyasete bulaşmamış olma” neyle ilgilidir? CHP siyasal iddia sahibi değil midir artık? “Sivil toplum kuruluşu” mu sayılmalıdır? İzlediği ve Türkiye’yi ve halkını esenliğe çıkaracak bir siyaset sahibi olmadığını mı, siyasal programının artık “beş para etmediğini” mi söylemiş olmaktadır CHP böylelikle?

Aynı şey “herkesi kucaklama” ile ilgili söylenebilir. CHP, programı ve izlemekte olduğu siyasetlerle “herkesi kucaklayarak” etrafında birleştirebilme iddiasından vaz mı geçmiş olmaktadır? Artık CHP tabanı “Başbakan Kemal” diye bağırmamalı mıdır örneğin? Yoksa başbakan o beğenilmeyen siyaseti yapabilir de cumhurbaşkanı mı yapmamalıdır? Ya da Başbakanlığı almayı düşünmemekte midir aday tanımı yaparken Kılıçdaroğlu, yoksa başbakanlığı aldığında herkesi kucaklayan bir başbakan olmayacak, toplumu birbirine mi düşürecektir? Hangisi?

Benzer değerlendirmeleri gerektiren “barış, huzur ve güven” ile ilgili olarak da aynı şeyleri tekrarlamak gerekmiyor!

Özet, ancak böyle bir adayla cumhurbaşkanlığı yarışına katılabilme durumundaki CHP’nin hem program ve politikalarının güvenilirliği iddiası hem de onlarla ülke ve halkına “iyi bir gelecek” vaad edebilme yeteneğini artık yüksek sesle ileri sürebilir olmadığı ilan etmiş olmasıdır!

 

CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ VE SOSYALİSTLER

Öncelikle, zamanında “yesinler birbirini” sözcükleriyle dile gelmiş “bizi ilgilendirmez” tutumunun doğru kabul edilemeyeceği, sosyalistlerin hiçbir zaman ve koşulda seçeneksiz olmadıkları, olmayacakları belirtilmelidir.

Engels, Marx’ın “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” adlı eserinde yazdığı “Giriş”inde “Alman işçileri, sosyalist Parti olarak… bütün ülkelerdeki arkadaşlarına genel oy isteminden nasıl yararlanılacağını göstererek onlara yeni bir silah vermişlerdi, en keskin, en etkili silahlardan birini vermişlerdi” övgüsüyle başladığı “genel oy hakkı” ve silah olarak kullanılması üzerine uzun bir pasaja yer vermiştir.

“Manifesto”ya atıfla, “Komünist Manifesto, genel oy hakkını, demokrasinin kazanılmasını, militan proletaryanın en başta gelen ve en önemli ödevlerinden biri olarak ilan etmişti, ve Lasalle bu noktayı yeniden ele almıştı. Bismarck, halk yığınlarını kendi tasarılarıyla ilgilendirmenin tek çaresi olarak, bu oy verme hakkını kurumlaştırmak zorunda kaldığını görünce, bizim işçilerimiz bunu ciddiye aldılar Ve Auguste Bebel’i ilk urucu Reichstag’a gönderdiler. Ve o günden sonra da oy verme hakkını kullandılar, öyle ki, binbir şekilde bunun ödülünü gördüler ve bu, bütün ülkelerin işçilerine örnek oldu. Onlar oy hakkını, Fransız Marksist programının sözleri ile, şimdiye kadar bir aldatmaca aracı olan oy hakkını özgür olma aletine dönüştürdüler” diyerek sürdürdü:

“Eğer genel oy istemi, bize, her üç yılda bir kendi kendimizi sayma olanağından, oy sayısının, düzenli bir şekilde denetlenen ve son derece hızlı artışı ileişçilerde zafere olan güveni, düşmanlarda ise aynı ölçüde korkuyu artırmaktan ve böylece bizim en iyi propaganda aracımız olmaktan; bize kendi kuvvetimiz hakkında ve aynı şekilde bütün karşı partilerin kuvvetleri  hakkında tam ve doğru bilgiyi vermekten ve böylelikle de bize kendi eylemimizi gücümüzle orantılı tutmak için bütün ötekilerden üstün bir ölçüt vermekten ve bu şekilde bizi yersiz bir korkaklık ve çekingenlikten olduğu kadar, yersiz delice atılganlıktan da korumaktan başka bir yarar sağlamasaydı da – evet bizim genel oydan elde ettiğimiz tek kazanç bu olsaydı,gene yeter de artardı. Ama genel oy, daha fazlasını da yapmıştır. Seçim ajitasyonu ile, bizden henüz uzak bulundukları yerlerde halk yığınları ile temasa geçmek konusunda, bütün partileri, tüm halkın gözü önünde, bizim saldırımıza karşı kendi görüşlerini ve eylemlerini savunmak zorunda borakmak konusunda bize öyle bir araç vermiştir ki, bir benzeri daha yoktur; ve ayrıca, bizim temsilcilerimize, Reichstag’da bir kürsü sunmuştur ve bizim temsilcilerimiz bu kürsünün tepesinden parlamentodaki hasımlarına olduğu kadar, dışarıdaki yığınlara da, basında ve toplantılarda olduğundan bambaşka bir yetki ile ve bambaşka bir özgürlükle konuşabilmişlerdir.”*

Engels’in saydığı “genel oy”un sağladıklarının çoğuna kendi deneylerimizle de tanığız. Öyleyse “genel oy”la ilgilenmiyoruz diyemeyeceğimiz ortadadır.

Peki, cumhurbaşkanlığı oylaması, “genel oy”dan farklı bir uygulama değil midir? Özel bir “genel oy” uygulaması ve kullanımı olduğu doğrudur; parlamento seçimleri yapılmadığı bellidir. Bu kez oylar, cumhurbaşkanının seçilmesine yönelik olarak kullanılacaktır. Sonuçta, gene herkes bir oy kullanacak, genel oya başvurulacaktır! Özel kuralları olan bir “genel oy”a başvurma olduğu bilinmektedir. Öncelikle, herkes aday olamamaktadır; adaylık özel koşullara bağlıdır. Özetle adaylık işçilere kapalıdır; yüksek okul mezuniyeti şarttır ve en az yirmi parlamenterin imzasıyla aday olunabilmektedir. Bunların “genel oy”a konulmuş kayıtlar olduğu tartışmasızdır; seçme hakkı bulunmakta, ama seçilme hakkı ayrıcalık konusu edilmektedir. Üstelik bir kayıt daha vardır; adaylardan biri seçmenlerin çoğunluk oyunu alamamışsa, ikinci tura geçilmekte ve seçim tekrarlanmaktadır. Ancak bunların detay olduğu ve Engels’in saptamalarıyla yorumlarını değiştirmeyeceği açıktır.

Peki, Engels’in pasajının temel hareket noktası nedir? Nettir: “İşçiler”.. “Sosyalist parti olarak..”.. “Kendimizi saymak”.. Engels’in “biz ve onlar” ayrımı da tartışmasızdır: “İşçilerde zafere olan güveni”.. “Düşmanlarda ise korkuyu artırmak”!..

Anlaşılmaktadır ki, Engels, sadece “genel oy hakkı”nın önemini vurgulamamakta, ama içeriğinin de altını çizmektedir. “Genel oy hakkı”nın önemi ve sahiplenilmesinin anlamı, oyların harcıalem ve olur-olmaz bir kullanımı olamaz! “Kendimizi sayabiliriz”; ama düzenin ve düzenin parti ve adaylarını, işçilerin düşmanlarını destekleyemez, oyların, bunlardan birine karşı diğerini tercih ederek kullanılmasını salık veremeyiz.

Türkiye bugünkü koşullarına tercüme ederek konuşursak; mevcut düzenin hizmetindeki adayları, birinin daha belirgin olduğu ileri sürülebilecek olumsuzluklarını ileri sürerek ve buradan kalkarak diğerini “kötünün iyisi” sayarak, “ne yapalım daha iyisi yok” ya da “başka alternatif mi var ki?” güzellemesiyle kerhen de olsa desteklemek, bırakalım sosyalizmi, halka ihanet demek olacaktır.

Burjuvazi ve gericiliğin kendi içinde bölümlenip kategorize edilmesinden başlanarak, düzenin güçleri arasındaki gerçek ya da kurgulanmış farklılıklar üzerinden politika geliştirerek, gerici güçlerden birine karşı diğerini desteklemek, Türkiye’nin kendisine ve asıl olarak devrimci güçlerin dayanağı olan işçi sınıfı ve halka güvensizlikle karakterize burjuva “solu”nun geleneğini oluşturmuştur. Örnekse, Aydınlık’a bakın, en son Ergenokoncuların desteklenmesinde olduğu gibi, mutlaka, her dönemde, genellikle farklılıkları abartılarak, gerici burjuva kesimler arasında birine karşı desteklenip ardında safa girilecek bir diğeri bulunmuş ve desteklenmiştir.

Şimdi, cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde, Erdoğan’ın şüphesiz gerçek olan tek adamlık yönelimi, otoritaryan eğilimleri, halkı hedef alan saldırgan tutumları ileri sürülerek ama onun ve partisinin kapitalist düzenin bir fraksiyonu olduğu unutulup unutturulmaya çalışılarak, demokrasi mücadelesinin hedefinin “Erdoğan karşıtlığı”na daraltılması yoluyla Ekmeleddin Beye destek sunulması hamleleri çoktan başlamıştır.

Adayı Erdoğan ya da değil, izlediği işçi ve pervasız saldırganlığıyla halk düşmanı politikalarıyla onun yönetimindeki emperyalist işbirlikçisi burjuva neoliberal Türk-İslam sentezci AKP ve adayının cumhurbaşkanlığı seçiminde hiçbir biçimde destetklenmesi düşünülemez! Hangi manevraları yaparsa yapsın, ister “çözüm süreci” güzellemesi ister laisizm katekullisi, hangi aldatıcılığa başvurursa vursun, sosyalislerin, AKP ve adayı lehinde bir davranışta bulunmaları beklenemez.

Öte yandan siyasal partiler, hükümetler ve “diktatörlük”le suçlanabilecek başındakiler, özellikleriyle, tabii ki önemsiz değillerdir. Erdoğan’ın gericiliği kesinlikle küçümsenemez. Ancak demokrasi mücadelesinin onun “özel” gericiliğiyle mücadeleye daraltılarak, tekelci kapitalist gericiliğin, neoliberalizmin, şoven milliyetçi muhafazakarlığın görüş ufkunun ötesinde tutulması da hiçbir biçimde benimsenemez. AKP ve adayının bilinen gerici nitelikleri, muhalefetin “çatı adayı” olarak ileri sürülmüş Ekmeleddin Beyin lehine bir tutumun hareket noktası olarak alınamaz!

Tabii ki, kendisi de demokratik bir hak durumundaki “genel oy”un kullanımı politik mücadele konusu ve demokrasi mücadelesinin bir yönü ve unsurudur. Gerici kapitalist düzene yönelik mücadelenin gelişip güçlenmesi amacına bağlanarak, mevcut düzenin zayıflatılması ve çeşitli yönleriyle çeperinde gedikler açılmasını sağlayacak programa, böyle bir program doğrultusunda yürüttükleri bir mücadeleci tutuma sahip ilerici demokrat adayların desteklenebilirliğiyse tabiidir. Erdoğan’ın gericiliği bir yana Ekmeleddin Bey böyle bir aday mıdır? Değildir! O, Erdoğan’ın rejime verdiği zararlar ve neden olduğu tahribat karşısında mevcut düzenin savunucusu ve sağlamlaştırıcısı, bu düzeni yeniden “rayına oturtacak” bir aday olarak ileri sürülmüştür! Bu nedenle, sadece mevcut düzeninin zayıflatılmasına ve onu zayıflatıcı dinamiklere destek sunabilecek sosyalistlerin desteğini alabilecek, bu desteği hak edecek bir aday değildir! Desteklenemez!

Peki, bu seçimin özel yönünü oluşturan ilk turda hiçbir adayın çoğunluktan bir fazlasını alamaması durumunda en çok oy alan iki adayla gidilecek ikinci turda, bu iki adayın Erdoğan Beyle Ekmeleddin Bey olmaları halinde sosyalistlerin tutumu ne olacaktır?

“Kırk katır mı kırk satır mı?”– sosyalistler böyle bir açmaza mahkumiyetin öznesi olamazlar!

Biri ya da diğeri desteklenemez ve böyle bir destek hiçbir gerekçe ileri sürülerek açıklanamaz! Sözü edilen olası iki adaylı ikinci turda sosyalistlerin tutumu ancak oy kullanmamak ve seçimi boykot etmek olabilir! Anlaşılır bir şeydir ki, böyle bir özel “boykot” parlamento seçimlerini boykotta olduğu türden koşulları gereksinmeyecektir!

İkinci seçim… Cumhurbaşkanı kim olacak?

Geçtiğimiz yılın ortalarından bu yana Türkiye seçim sürecinde.

Üç seçim birbirinin peşi sıra dizilmiş halde. Birinden diğerine, üstelik “110 engelli” türünden bir yarış olarak koşuluyor. Önce biri.. Sonra diğeri.. Ve en son, sonuncusu. Yerel Seçimler’de yarışıldı. Şimdi Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nin ön hazırlıkları yapılıyor. Ve ardından, gelecek yıl Genel Seçimler geliyor. Tümü birbirini etkiliyor.. Tümü birbirinden etkileniyor.

Sadece, etkiledikleri birbirlerinden etkilenmekle kalmıyorlar. Öyle olsa, işlerinin ehli seçim analizcileri anketörler, politika erbabı ile el ele verip, birinden diğerine az-çok hesabi bağlantılar kurarak yol yordam belirleyebilirlerdi. Kuşkusuz birbirleriyle etkileşim içindeler, ancak sadece birbirlerinden etkilenmiyorlar. Bir de ve asıl olarak nesnellikten, nesnel gelişmelerden, tahmini hiç de kolay olmayan, öyle ki, birkaç ay, hatta birkaç gün öncesinden bile gelişini belli etmeyen olgu ve gelişmelerden, bunlara kaynaklık edip yön veren toplumsal ilişki ve çelişmelerden etkileniyor; hatta büyük ölçüde onlar tarafından belirleniyorlar.

*

Tabii ki insan iradesi, öncüler, politik lider ve partiler bütün bu gelişmeleri, gidişatını ve hızını etkiliyor. Nesnellik, öznellikten etkilenmezlik etmiyor. Hatta belirli kritik dönemeçlerde kişi ve politik güç ilişkileri fazlasıyla önem kazanıyor ve etki güçleri büyüyor. Ancak ne denli önem kazanmış olurlarsa olsunlar, öznellikler, yine de, son tahlilde nesnelliğin sınırlarını içinde rollerini oynuyorlar.

*

Türkiye toplumu, bir ayağı Avrupa’da olsa da, Asyatik ve belirgin bir Ortadoğu toplumu olarak, kişi ve kişiliklerin, önderlerin hemen daima öne çıktığı bir toplum olagelmiştir. Sultanlar.. Halifeler.. Şeyh ve Seyitlerle Pirler doludur Osmanlı’dan gelen Türkiye’nin tarihi. “Baş” olmuş.. Devlet olmuş, yönetmişler; halkı tebaa saymışlar; ayaklanmalarını ezerek, kafasına vura vura “ayakların baş olamayacağı”nı bilinçaltlarına kazımış, kendileri “çoban” sayılırken halkın “sürü” yerine konduğu kutsal metinlerin de desteğiyle biat kültürünü yerleştirmiş, olağan günlerde halkın rızasını alarak, “zor günler”de kıyamdan geçirerek, kendilerini topluma dayatmışlardır. Nasıl önemli olmazlar?! Ezilip bastırılan isyanlar bir yana, toplumsal gelişme hemen hep “yukarıdan” gerçekleştirilmiş, belirli dönüm noktalarında toplum hemen daima “yukarıdan” ilerletilmiş ya da geriletilmiş.. Hatta beş para etmeyenleri, örneğin padişahların “deli”leri de içinde, “yukarıdan” etken en pespayesinden rolünü oynadığında bile, bu “önem” pek de öneminden kaybetmemiştir.

“Kızıl Sultan” Abdülhamit Han örneğin, tek rolü, şu ya da bu emperyalist büyük devletin yaltakçısı sadrazamları aracılığıyla “hasta adam”ın ömrünü uzatmak üzere ölümü yavaşlatmak olsa da, biliyoruz, içerideki astığı astık kestiği kestik zorbalığıyla “büyük adam”dı! Osmanlı’nın büyük devletler arasında oynadığı tahtıravalli oyununda oldukça ustaydı. Hep kaybediyordu, ama yavaş kaybediyordu; “rest” çekip tümden kaybetmesi yalnızca II. Meşrutiyet’i ilan eden 1908 Devrimi karşısında gerçekleşti. Demokratik devrim onun zorbalığını hedef almıştı.

İlerletici rol oynamak üzere sırayı Enver aldı. “Hasta adam”ın iyileşmesi kolay değildi ve o da “kurtuluşu” Alman yanaşmalığında aramaya, halka zorbalığa ve ülkeyi Almanya yedeğinde emperyalist savaşa sürüklemeye, dolayısıyla karşı devrime yönelerek, ancak “gerileme” etkeni oldu.

Sonra Kemal geldi. Milli devrime önderlik etti. Demokrasi “işi”ne hiç bulaşmadı ve üstelik “ayaklar”ın “baş olması”na o da katiyen izin vermeyerek halk üzerindeki zorbalığı sürdürdü, halk katılmayınca, önü kesilince, milli devrim de üst sınıfın emperyalizmle birleşmeye yönelmesiyle karşı devrime dönüştü, yeniden emperyalizme uşaklık yoluna girildi.

Türkiye ve toplumunu en çok ve uzun süre etkileyen kişilik Kemal oldu. Sonrasında, İ. İnönü’den başlayarak onun izini sürenler sahne aldılar. Bürokratik kapitalizm serpilerek ilerlendi; giderek bürokratik karakterinin azalışına tanık olundu. Menderes-Bayar’la başlandı. Eskiyi ihya çabasındaki denemeler ve uygun kişilikleriyle, eski genelkurmay başkanlarıyla “idare” edildi. Son sözcü kişilikleri A. N. Sezer’di. Arada Ecevit-Demirel çekişmeleri ve Özal ve Demirel’le git-geller yaşandı. 7 yıldır Gül’e katlanılıyor. “Esas oğlan”sa arkada duruyor, ama hep onun dediği oluyor.

Zamanında iki “tek adam”ımız oldu: Kemal ve İnönü. İlki “ebedi şef”.. İkincisi “milli şef”. Bürokratizmin günleri ve erken kapitalizm dönemiydi. Son “tek adam” özentilimiz, Yeni-Osmanlıcılığı ve Sultanlık özlemiyle, tabii ki tekelcilik koşullarında ama piyasanın “gizli eli”nin önemi küçümsenmeyecek ölçüde büyümüşken, oldukça “geç kapitalizm” döneminde sökün etti. Ancak başını doğrultabilmişti. Ama doğrusu iyi doğrultmuş; su başlarını iyi tutmuş; devleti; askeri, polisi, MİT’iyle iyi ele geçirmişti. Kemal’e ağzının ucuyla ve yalnızca kendisi gibi burjuvalığıyla halkın ensesinde boza pişirmesi dolayısıyla sahip çıkarken, onun, zaten zaman içinde tavsamış hemen tüm yaklaşım ve tutumlarını toplumsal bellekten silmeye girişti.

Kemal de, İnönü de toplumsal siyasal gidişat üzerinde önemli etkide bulunmuş, kalıcı izler bırakmışlardı. Şimdi, henüz o kadar olmasa da özenti “tek adam”ın da, kişiselliğiyle gidişatı önemli ölçüde etkilediği görülüyor. Örnek mi? “Delikanlılık”ıyla “tek adam” özentilimiz yerinde başkası olsa, Gezi örneğin, herhalde farklı gelişir, belki de Gezi Gezi olmazdı. Gül örneğin, onun yerinde olsa, sonradan “mükafatlandırma”ya yöneldiği polise “ben emir verdim” diye övündüğü saldırı emrini vermeyip, büyümeden gösteriyi yatıştırmaya çalışabilirdi. Büyük olasılıkla işler 17 Aralık’a da varmaz, bir uzlaşma/anlaşma yolu bulunarak “pasta” paylaşımı ve “iktidar bloku”nun devamı sağlanır; “züccaciyeci dükkanına fil girmiş gibi” olmaz, “vazo” kırılmazdı.

Sultanlık özentisiyle Erdoğan’ın toplumsal siyasal gidişatı önemle etkilediği tartışmasızdır ve daha ileriden etkileme peşindedir.

*

Partisini, AKP’yi, önde gelen başlıca üç arkadaşıyla birlikte, dört kişi olarak kurmuşlardır. Daha kuruluş sürecinde öne çıkmıştır; Erbakan’ın koltuğuna “bileğinin gücüyle” oturmuş İstanbul İl Başkanı ve ardından İstanbul Belediye Başkanı’dır; ama yine de henüz tek adam değil, “eşitler arasında birinci”dir. Hükümetlerinin darbe tehditli ilk döneminde Abdüllatif Şener’in darbecilerin gücünü yanlış algılayıp “yanlış ata oynama”sıyla üçe düşmüşlerdir. “Gül kardeşi”ne “kıyak” görüntüsüyle onu cumhurbaşkanlığına yollayarak, partide “iki”ye inmişler.. Ve üstünlüklerini (en başta başkanlığının olanaklarını) konuşturarak, birkaç kez “fırçalayıp” karizmasını çizdiği ve arkasından dolanıp etkisizleştirdiği B. Arınç’ı da “üç dönem” kuralı aracılığıyla emekliliğe ve torunlarına vakit ayırmaya “ikna”, gerçekteyse ekarte ederek, AKP’deki liderliğini tartışılmaz hale getirmiş, “tek adamlık”ını ilan etmiştir! Öyle ki, artık en yakınındakiler dahil “lider”e tek söz bile söylemeye korkar, “kaşının üstünde gözün var” bile diyemez olmuşlardır. Partide tek adamlığı kapmasında şüphesiz Bizans oyunlarının da payı olmuş, ama “zaferi”ni, “delikanlı” ve militan-mücadeleci kişilik özellikleriyle gelişen olaylar karşısında parti tutumunun kararlaştırılmasında yönlendirici kararlı yaklaşım ve tavırları belirlemiştir. Bunda, askerlerle çekişme ve onların ülke yönetimindeki ağırlıklarının kırılmasına yönelik iktidar mücadelesi süreci olarak yaşanmakta olan toplumsal siyasal gidişatı güdümleyen Amerikan emperyalizminin bölgesel konjonktürel çıkarlarının siyasal İslamcı bir işbirlikçiliğin yönetimindeki bir “model ülke”yi gereksinmesi asıl rolü oynamıştır. Amerikalıların “ille de Tayyip” tutumunda olmadıkları, ancak onların bölgesel ihtiyaçlarından kaynaklanan yönelimlerini, kişilik özellikleriyle de, en iyi onun değerlendirdiği söylenmelidir.

Sonuçta, 27 Nisan Muhtırası’nın püskürtülmesi ve peşi sıra Ergenokon ve Balyoz Davaları sürecinde, sürekli seçim başarıları da kazanmakta olan AKP içinde Erdoğan tek adamlığını gerçekleştirmiş, sonrasında artık, örneğin 12 Eylül Referandumu ve 2011 Seçimleriyle tek adamlığın pekişmesine yer kalmıştır –tek istisnayla: Fethullah Gülen. Bütün bir iktidara yürüyüş ve yerleşme sürecinde, Erdoğan, Gülen Cemaatıyla ittifak kurarak oluşturduğu “iktidar bloğu” aracılığıyla onunla iktidarı paylaşmıştır. Gerçi sosyal (ve eğitsel) alan büyük ölçüde Cemaate emanet edilmiş ve ele geçirilmekte olan devletin doruklarından aşağılara doğru neredeyse tüm kademelerine yerleştirilen yetişmiş kadrolar buradan derlenmişken, siyasal alan ve kontrolü kendi elinde olmuş; ancak paylaşım sorunu ve dolayısıyla kavga patlak verdiğinde, özellikle yargı ve polis örgütlenmesi bakımından bunun çok da fazla bir anlamı olmadığı ortaya çıkmış, ama yine de “son söz”ün önemi bakımından siyasal alan ve “yürütme komitesi” başkanlığının tayin ediciliği kanıtlanmıştır.

“Blok” sürecinde siyasal söz dolayımıyla erk kendisinde olsa da, Erdoğan, Gülen ve Cemaatının bağlayıcılığına ve dayatmalarına tahammül durumunda olmuş, ancak iktidar paylaşımının zorlukları nedeniyle sonunda patlamış; ve o ana kadar tamamen tek elde toplanmamış olan iktidar, 17 Aralık’la birlikte, artık “tek adamlık”ın hakkı sonuna kadar verilerek, tekelde toplanmıştır.

Kıyaslama gerekirse, Fevzi Çakmak’ın uzun süreli genelkurmay başkanlığı döneminde Kemal’in olduğu gibi, F. Gülen’le kurduğu blok zamanında da Erdoğan tek adamdır ve sultanlaşma sendromu esasta 2007 Nisanıyla birlikte başlamıştır; ancak şimdi artık bütün bağlarından kurtulmuşcasına kendisini tamamen özgür hissetmektedir. Ne hukuk.. Ne Anayasa.. Ne Yargı.. Ne Anayasa Mahkemesi.. Ne Baro.. Ne de parlamento. Hükümet de, kendisi varsa var, yoksa yoktur! Ondan sonra tufandır!

*

2007 Nisanının ardından, sıra, fiilen elde edilenin kayda geçirilmesine, yasallaştırılmasına gelmiştir. 2010 Referandumu ile hukuk guguğa döndürülmüş, olmadığı, 17 Aralık sonrası HSYK’nın Cemaatçe ele geçirildiği görüldüğünde, hemen yeni bir “yasal” düzenlemeye gidilmiştir. Amaç, “hukukun üstünlüğü” yerine “üstünlerin hukuku”na, sonunda tek başına elde edilmiş siyasal alan “tek seçicilik” ya da Sultanlığına uydurulmuş yargı ve belki sınırlı istisnalarla elde edilip sıraya dizilmiş yargıçların ellerindeki “hukuk”a ulaşmaktır. Ulaşılmış; hukuk, en ileri düzeyde siyasete, bunun zaten böyle olduğu burjuva devletlerdeki “genel” ölçüsüyle genel olarak siyasete, yalnızca kapitalizmin onaylanması ve meşrulaştırılmasına değil, “tek adam” ve “tek parti”sinin çıkarlarına, örneğin özel hırsızlıklar, rüşvet ve yolsuzluklar kadar özel ihale bağlantıları, “havuz” oluşturmalar ve yasadışılığın kendileri için serbestiyet sayılıp soruşturma konusu bile yapılmaması, yasallığınsa sömürülen yığınlarla sınırlı olmayıp iktisaden ve siyaseten burjuva rakipleri için de yasak ve ceza konusu sayılması olarak zümre çıkarlarını onaylayıp meşru sayan özel siyasete, “tek adam” ve “tek parti” siyasetine bağlanmıştır.

Önemlisi, hukukun bunca özel olarak siyasete tabi kılınışı zemininde, tek adam özentisiyle Anayasa değişikliği tartışması açılıp Başkanlık Sistemi için girişimlerde bulunulması olmuştur. Hem parti olarak “üstünlerin” hem de tek adam olarak “üstünün hukuku”nun kayda geçirilmesi: Şöyle ya da böyle tanımlanmasında ve herhangi tanımıyla Anayasaya geçirilmesinde fark görülmeyen Sultanlığın, “Başkanlık”, “yarı-Başkanlık” ya da “Partili Cumhurbaşkanlığı” adı altında fiilen halka dayatılması!

“Ben bütün yetkilerimi kullanırım” diyor kendisi. Anayasada yetki tanımları açık açık yazılmışken, “halk seçeceği için fiilen başkanlık ya da yarı-başkanlık olur” diyor yakınları! Fiili durum yaratma mı? Olur mu? Yenir mi? Hem, dereyi görmeden paçayı sıvamamalı; önce seçilmek gerek!

*

Ancak, “tek adamlık”ın kayda geçirilmesinde sorun çıkıyor! Olmuyor. Referandumlu bir anayasa değişikliğiyle başkanlığı Anayasaya sokmak ve bir başkanlık ya da yarı-başkanlık sistemine geçmek için bile gerekli olan 330 vekil oyu bulunamıyor. Frene basılıyor. Anayasa değişikliği tartışmaları, bu iş için oluşturulmuş bir Meclis Komisyonu’nda takılıyor. Komisyon 60 civarında maddede değişiklik için anlaşıyor, ancak, anlaşma konularının içinde başkanlık/yarı-başkanlıkla ilgili değişiklik bulunmuyor. İş, fiili zorlamalara kalıyor: Cumhurbaşkanını ilk kez halkın seçecek olmasından hareketle, sanki yetkileri ve parlamento ve hükümet ile ilişkileri değişmiş ve Anayasa’da yazılı olandan farklı olacakmış gibi, “halkın seçtiği cumhurbaşkanı eskisinden farklı olur” görüşünü ve en azından “partili cumhurbaşkanı”nı dayatmak! Fazla zorlamak olacağı aşikar! Bu, olağan koşullarda olabilir değildir. Gerçekleştirilmesi ya da tersine aşırı zorlamanın engellenmesi yasal olmayan güçlerin duhlünü ve eylemlerini gereksinir. “Motor”, “yatak yakabilir”; sistem yürümez olup bir müdahaleye açık hale gelebilir. Bu ihtimal yok değildir.

*

Başta Erdoğan, AKP Hükümeti tek adam/tek parti rejimini zorlamaktadır. Özellikle son birkaç yılın siyasal yaşamının temel bir karakteristiği, “yukarıdan”, hükümet ve Sultanı katından topluma kutuplaşmanın dayatılması, buna yönelik olarak siyasetin ve siyaset aracılığıyla toplumun gerilmesidir. Önüne gelene, görüş ve tutumlarını beğenmediği, hazırolda selam durup kendi dayatmaları doğrultusunda davranmayan herkese.. Anayasa Mahkemesi ya da Barolar Birliği Başkanı demeden.. Yargıtay, Danıştay farketmeden “saygısızlık” ilanı, hakaret, edepsizlikle bağırma çağırma.. Devlet görevindeyse sürgün ya da görevden alma.. Değilse ve kendi arkasında toplanıp hizaya geçmiş “kardeşlerim” arasında da bulunmuyorsa “düşman” muamelesi.. Herkesle anlayacağını düşündüğü dilden ilişkilenme: Muarızı muhalifi bir patronsa, hakaretin yanı sıra vergi cezası, ihale yasağı, kazanmış olduğu ihalelerin bile elinden alınması.. Halktan biriyse, işçi, memur, sair emekçi, gençe ve kadınsa, Kürt ve Aleviyse “nasihat” bile değil, hakaret.. “Nush ile uslanmayana tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” darbımeselindeki “tekdir”i bile atlayan anlayışıyla.. Zaten “cennetten çıkma” olan “dayak”a başvurma.. Hem de ne “dayak”! Zehirli gazlı, tazyikli sulu, TOMA’lı, plastik ve giderek gerçek mermili saldırganlık.. Hele dayatmalarına karşı toplu gösteriyse, tam bir “savaş hali”! Terör!

Son Okmeydanı saldırganlığında her şey ortadadır: Diktatör özentilisi açıkça saldırganlığı azmettirmekte, polisi saldırı ve adam öldürmeye teşvik etmektedir. Açıktan suçtur, ama önünü-ardını düşünüp hesap etmeden adam öldürmeye çağırmaktadır: “Polis nasıl sabrediyor, anlamıyorum”! Yani? “Saldırın”! “Vurun, öldürün”! Kimi? Önüne çıkan, karşısına dikilen herkesi!

*

Aynı çağrıyı Gezi Direnişi’nin hemen ardından da yapmış, polisin hunhar saldırganlığı ve ölümler için, övünerek, “ben emir verdim” buyurmuş ve 7 Direnişçiyi öldüren polisi “mükafatlandırmak”tan söz açmıştır. Mısır Darbesi sırasında öldürülen “Esma Kızımız” için gözyaşı ve dil döken diktatör özentisi, içeriye, kendi diktatörlük gösterilerine, gözünü kırpmadan adam öldürmelere gelince, ne gözyaşı ne acındırma, “aslan” kesilmektedir!

Bakın şu herzeye: “Kan tacirleri karşısında elbet susmayacağız”! Yani? “Saldıracağız, sözümüzü dinlemeyen ve önümüze çıkanı vurup kıracağız, öldüreceğiz” demektedir! Kimdir “kan taciri”? Berkin Elvan mı? Okmeydanı Cemevi’nde vurulup öldürülen Uğur Kurt mu? Ey vicdan! Düşmanlaştırarak, kutuplaştırarak hükmünü sürdürme tutumu insanlıktan hiç nasibini almamışlık boyutundadır; vicdansızlık boyutundadır!

Diktatörlük özentisi demektedir ki: “Neymiş, Berkin Elvan’ı anmak için okulda tören düzenleyeceklermiş. Şu hale bak ya. Yani biz bu ülkede kusura bakmayın her ölüm hadisesinde bir tören mi düzenleyeceğiz. O zaman bütün işleri bırakalım, törene bakalım. Ama Kılıçdaroğlu’na göre bu zat ekmek almaya giderken ölen birisi. Ölmüştür, geçmiştir.”

İçeriği ve uslubuyla bu lafların insanlıktan nasibini almış olmakla ilişkisi kurulabilir mi? Cenazeye, ölüme bile saygısızlık, olacak şey değildir, ne gelenekte ne törede yeri vardır! “Ölmüş, geçmiş”miş! Üstelik ekmek almaya giderken öldürüldüğü kesindir. “Kılıçdaroğlu’na göre” falan öyle değildir. Gerçek, Berkin’in ekmek almaya giderken başına isabet eden ve polisin attığı kesin olan gaz fişeği kapsülü nedeniyle öldürüldüğüdür.

Ve bu lafları sarfeden zat, TOBB Mali Genel Kurulu’nda ön sırada oturan Kılıçdaroğlu’nu işaret ederek “bana diktatör diyorlar” demektedir! Neymiş? “Diktatör olsa”ymış, “böyle konuşamaz” ve “alanlara çıkamazlar”mış! Konuşulabiliyor ve alanlara “kazasız-belasız” çıkılabiliyor mu? Öyle mi? Açık değil mi? Diktatörlük özentisi daha başka nasıl olabilir: Bir ölünün arkasından tören düzenlenip düzenlenemeyeceğine bile beyefendi karar verecek! Beğeniyorsa, tören düzenlenebilecek.. Beğenmiyor ve işine gelmiyorsa, düzenlenmeyecek! Aşırı demokrasi bu!! Arkasından tören düzenlenip düzenlenmeyeceğine bile, ölü sahibi ya da sevenlerinin değil, ama onlar yerine Beyefendinin karar vermesi –nedir bu? Diktatörlük özentisi, bu değilse, nedir?

*

Ancak gerek Okmeydanı saldırganlığı, gerekse 30 Mart Seçimleri’nin aşırıya vardırılmış zorlama örneklerinden oldukları söylenmelidir. Artık akla gelen her şey zorlanmaktadır. Tek istisnası, Soma’dır. O da ilk başta zorlanmaya çalışılmış.. “İşin fıtratından”dır denerek “kader” ilan edilmiş.. Düstur edinilmiş uluorta pervasızlıkla maden ocağı cinayetine kurban edilen işçilerin acılı yakınlarına Başbakanlık Müşavirince tekmeyle, bizzat Sultan özentisince tokat ve yumrukla girişilmiş.. Üstüne “Sen bu ülkenin Başbakanına yuh çekersen tokatı yersin” denerek çıkışılmış.. Ancak, henüz kendisini, –gerek yasallığı ve vicdanlarla tahammül sınırlarını zorlayan sıfır güvenlikli taşeron çalışma koşulları, gerekse acı, öfke, buradan “kader”e isyan ve protestolarıyla–, o devasa gövdesini göstererek, ortaya koymaya başladığında bile yüreklere korku salışıyla durmaya mecbur bırakmış.. Yoksa dayatılmaya çalışılan “biz” ve “onlar” saflaşmasının sahteliğini kolaylıkla açığa çıkaracağı anlaşılmış.. Ve bu kez bölünme ve saflaşmanın “biz” ve “onlar” sahteliği yerine “emek-sermaye” karşıtlığı üzerinden gerçekleşip tüm topluma buradan sirayet edip yayılması tehlikesi algılanınca durulup geri basılmış.. Toparlanılmaya çalışılmış.. Örneğin Aile Bakanı Ayşenur İslam, “Kaderi kabulleniyor, kadere isyan etmiyorlar, ama bir talepleri var, ‘başımıza gelenin müsebbiplerini bulun’ diyorlar” açıklamasıyla “kader”in “müsebbibi” olurmuş ya da olursa bu Tanrı’dan başkasıymış gibi, işe “müsebbipleri” de katarak “fıtrat” ya da “kader” söylemini yumuşmaya soyunmuş.. Hatta, maden ocaklarını Soma Madencilik’e taşerona veren devlet ve temsilcisi olarak Hükümet ve özel olarak Enerji Bakanlığı, hem kurum olarak, hem de övünerek izlemekte oldukları –özelleştirme, esnek çalışma ve taşeronluğu emekçilerin başına bela eden– neoliberal politikalarla, kömürü tutuşarak 301 işçinin göz göre göre katledildiği cinayetin baş müsebbibiyken.. Kamuda taşeron çalışmayı bir kez daha meşrulaştıracak olmasına karşın, “marifet”miş gibi sunulup pazarlanması tam bir aldatıcılık oluştursa da, bu yönünü cilalayıp parlatmak üzere araya bir dizi “iyileştirmeler” de katılarak, sözde “taşerona karşıtlık” iddiasıyla taşeron yasası çıkarılması ve taslağın kısa sürede Meclis’e getirilmesi Bakanlar Kurulu’nun gündemi edilmiş.. Başbakan, “Bu yasa yasalaştırılmak için neyi bekliyor? Uzatmasınlar, süreci hızlandırın” talimatı vermiş.. Günlerdir hiç ortada olmayan Çalışma Bakanı Faruk Çelik de, sanki taşeron çalışmanın bakanı ama gözkulak olmayanı değilmiş gibi, Meclis’te, madencilik sektöründeki sorunları araştırmak üzere kurulan Komisyon’da hükümet adına konuşurken, taşeronluk sistemini “emeğin sömürüsü” olarak nitelendirmiş ve “Taşeron uygulamasını inşallah hep birlikte çözeceğiz. Bu yasama yılı kapanmadan bu taşeron sömürü anlayışını kapatacağız. Bunun bitmesi gerekir” demiş çıkmıştır!

Gezi’nin ardından işçi sınıfının da tepki ve öfkesinin hedefi olmak işe gelmemiştir. “Onlar”ın içine işçinin katılmasından kaçınmak üzere manevralara başvurulmaktadır.

*

Taksim Gezi ve 30 Mart Yerel Seçimleri’nden geçilerek Cumhurbaşkanlığı seçimlerine başlıca gerginlik ve kutuplaştırmaya dayalı politikalar izlenerek gidilmektedir. Soma’da manevra yapılmıştır; ancak Okmeydanı saldırganlığı ve Almanya-Köln çıkarmasındaki uslup ve içerik kutuplaştırıcı yığınağın sürdürülmesinde ısrar edildiğini göstermektedir.

Evet, kişisel özellikler önemlidir. Subjektif etken küçümsenir gibi değildir. Diktatör özentisinin kişisel özelliklerinin önemle belirlediği politika ve örgüt altbaşlıklarıyla subjektif etken şüphesiz “birinci”nin ardından “ikinci seçim”e gidilirken süreci ve gelişmesini etkileyecektir, etkilemektedir. Ama Soma’da geri bastırtıp manevraya zorlayan objektif koşullarının önünde sonunda belirleyiciliği de tartışmasızdır.

Soma dolayımıyla su yüzüne çıkan “aysberg”in ucu, “biz-onlar” sahte saflaşmasını pekiştirmeye yönelik gerginlik ve kutuplaştırma politikası ve buna bağlanmış saldırganlıkta perva tanımama tutumunu gözden geçirmeye götürmüştür. Çünkü kutuplaştırıcı saldırganlığın, Soma’da gerçekleşen kömür ocağı katliamı dolayısıyla, bütün kafa karışıklığı ve örgütsüzlüğüne rağmen, kımıldadığında bile ülke gündemini silkeleyen işçi sınıfı şahsında anında ters tepmesi, işçilerle oyun oynanamayacağını göstermiştir. Birkaç günlük şaşkınlığın ardından, sınıfın hareketlenmesinin nelere mal olacağını, ilk elde neden olduğu etkiler ve yol açtığı tartışmalar kapsamında algılayan tek adam özentisi ve adamları, politika ve taktik değiştirerek, şirket ve hatta neredeyse kapitalizm “suçlaması”na yönelmişlerdir! Sultanlığı garanti edecek her şey mübahtır!

Tekme, tokat ve yumruklarının yıkıcı sonuçları, cinayete kurban gidenlerin yakınlarına yönelik polis terörü ve valilik yasaklamalarının sökmemesi, protestolar karşısındaki “Somalı olanlar bu yana dışarıdan gelenler bu yana” bölme taktiklerinin tutmaması ve tersine kendi poltikaları olan taşeronluğun tartışma gündemine oturması; sınıfın, maden işçiliği ve madencilik özelindeki nesnelliğinin yanında, madencinin bütün bir sınıf tarafından eylemli olarak sahiplenilmesinde beliren genel nesnelliği dolayısıyladır. Ölümün kader olarak dayatılmasıyla tekme, tokat ve yumruklar, polis saldırganlığı olarak, Soma’ya kadarki politik taktik olarak sürdürülen kutuplaştırıcı saldırganlık, net biçimde nesnellik duvarına çarpmıştır. Oynanan, kutuplaştırma yoluyla taban konsolidasyonu ve başkanlığa yürüme “oyunu”, çarkları aşırı kâr hırsıyla dönen ve Ortaçağı andıran sömürü koşullarıyla (taşeronluk vb.) karakterize kapitalist düzenin sınırlılıklarına takılmış, “oyun” aşırı risk yüklenmiştir. Sürdürülmesinin ters tepmeye başladığı ve bu yöndeki ısrarın, sömürülen yığınların belirli bölümlerinin diktatör özentilisinin ardında birikmesinin sağlamlaştırılmasına değil ama bu birikimin zaafa uğrayıp dağılmasına götüreceği noktaya varılmıştır.

“Tayyip istifa” yönelimli genel bir siyasal muhalefet karşısında tek adam özentilisi ve adamları gerilememekte, desteklerini pekiştirme tutumuyla kutuplaştırma ve üzerine üzerine yürüyüp saldırganlığı tırmandırma gücünü kendilerinde bulabilmekte; ama gerilim ve kutuplaşmanın ileri ölçüde sosyalleşmesi ve işçi sınıfının burjuvazi karşısında safa girmesi ihtimal olarak bile belirdiğinde, ters teptirici sınırlılıkların farkına varıp tökezlemektedirler.

Cumhurbaşkanlığı seçimine hala kutuplaştırıcı saldırganlık politkikası izlenmeye devam edilerek gidilmektedir; ama artık, nesnel sınırlılıkları nedeniyle, bu politika, ters tepme belirtileri gösteren riskli ve zaaflı bir politikaya da dönüşmüş bulunmaktadır.

*

Sözü edilen politika, en azından iktidar “ipi”nin askerlerden devralındığı 2007 Nisan’ından bu yana izlenmektedir; ancak asıl olarak Gezi Direnişi ile birlikte gözü kapalı bir pervasızlıkla dört elle sarılınmış politika düzeyine yükseltilmiştir.

İktidara tutunma ve başkanlığa yürüme amacıyla aşırı ideolojik yüklemeyle “biz ve onlar” olarak saflaştırılıp birbirlerine karşı kutuplaştırılmak üzere sürekli “işlem”den geçirilen sömürülen yığınların düşmanlaştırılması özel önem taşımaktadır. Burada ne insanlık, ne vicdan ne ahlaka yer kalmaktadır.

Varsa yoksa Esma’dır: “Hamile hanımlara bile idam kararı verdiler, Esma kızımızı kurşunlayarak şehit ettiler.” Ama 14 yaşında katledilen Berkin Elvan aşağılanarak “Esma kızımız”ın “düşmanı” olarak sunulmaktadır: O, “Ölmüştür, geçmiştir.”

İnsaf yoksunluğudur! Burada, Allah korkusunun da sınırı aşılmıştır! Biri kere, ölmüş değil, polis tarafından öldürülmüştür. Ve Esma ölüp geçmiyor, “şehit” oluyor. Biri “şehit”, diğeri “zat”! Biri durmadan anılıyor, diğerine anma da, tören de yasak! Kışkırtma bu kadar olur. Halk, ideolojik temelde, bu kadar birbirine karşı tahrik edilebilir!

*

“İmam os..sa cemaat sı…”mış! Soma istisna oluştursa bile, Valilik ve polisçe Berkin anmasının neden gösterildiği ve Uğur Kurt’un kim tarafından vurulduğunun bilinmediği ileri sürülen “çatışma” gerginlik ve kutuplaştırma siyasetinin “iyi” bir örneğidir. Kurt, anmayla ilgisizdir ve Cemevi bahçesinde öldürülmüştür. Camiye kurşun isaset etse ne olurdu! Cemevine serbesttir! Ve polisin sağa sola kurşun yağdıran hoyrat ve hunhar saldırganlığı karşısında, diktatörlük heveslisi, “Polis nasıl sabrediyor, anlamıyorum” demiştir! “Daha çok, daha pervasız, daha önünü ardını düşünmeden saldırın” demektedir yani! Yeni katliamlara davetiye çıkarmakta, polisi öldürmeye azmettirmektedir.

*

Tek adam özentilisi zat, aynı şeyi, önceden, Gezi günlerinde de yapmıştır. Hunhar saldırısını haklı gösterip yeni saldırılarını teşvik edip kışkırtmak üzere, “destan yazdı”ğını ileri sürdüğü, 7 Direnişçiyi öldürmüş polise “Ben emir verdim” demiş ve “mükafatlandırıl”dıklarını açıklamıştı.

Türkiye ölçeğine yayılan 2013 Haziran Taksim Gezi Direnişi, hem kutuplaştırıcı saldırganlığın gemi azıya aldığı, hem de artık Hükümet’in “dikensiz gül bahçesi”nde keyifle dolaşamayacağını gösterip “eldekini kaybetme” korkusuna neden olarak, Direniş’in püstürtülmesinin dizginsiz saldırganlıktan başka çaresinin kalmadığını varsaydıran yüksek sesli bir “yeter artık” haykırışıydı. “Reste rest”ti!

Üzerine üzerine gelinen, yaşam tarzına, inançlarına, ne içip içmeyeceğine vb. karışılan, kimlikleri, duygu, düşünce ve sözleri hiçe sayılarak insan yerine konmayan, toplu söz söyleme girişimleri hakaret ve zehirli gazla yanıtlanan, ama tümünün ötesinde, işsizlik ve yoksulluğu tırmandırıp çalışmanın alabildiğine esnek örgütlenmesiyle tahammül sınırlarını zorlayan neoliberal politikaların kıskacında olan sömürülen ezilen yığınların öfke patlamasıydı, Gezi. Bir programa ve onu hayata geçirecek örgütlülüğe sahip olmayan, yerine yenisini koyma ya da tümüyle yeni bir düzen kurma önerisi bulunmayan Gezi, “istifa”sını istediği hükümeti protesto hareketiydi. Asıl önemli yanı ise, bu kez, sömürülen yığınların, uzun süredir karşısında sessiz kaldığı gerici saldırganlığın karşısında dikilmesi, geri çekilmeyip açıktan karşı durmasıydı. Kendi güçlerini ortaya koyarak özgüven kazanmış yığınların öfkesi artık dikiş tutmamaktaydı; henüz bir siyasal sistem oluşturmak üzere programı formüle edilmiş değildi, örgütsüzdü, demokratik ve halkçı platformuyla genel bir siyasal muhalefet zeminindeydi. Büyük kentlerin kenar semtlerine gidildikçe harekete yön veren sosyal talepler ağırlık kazansa da, genel hareket içinde bu talepler fluydu; sınıf, sınıf olarak harekete katılmış değildi. Hareketin bu genişlemesi için Soma ve sonrası beklenecekti.

Ama olan olmuş, diktatörlük heveslisine son derece pratik olarak “dur” denmiş ve ortalama aldatmanın sonu ilan edilmişti. Artık ancak “biz ve onlar”lı kutuplaştırıcı aldatıcılık yapılabilecekti –buna hız verildi.

Bu aynı zamanda, bir süredir açılmış ve yürütülmekte olan “Başkanlık” tartışmasının sonunun ilanı oldu. Tartışma bıçakla kesilir gibi kesildi. Özgüvenle “Başkanlık” heveslisinin karşısında dikilenler vardı artık! Sonradan Soma’yla dayanılacak kapitalizmin sınırına gelinmeden önce, ilk olarak, “ileri”sinden bir ortalama “demokrasi” ve “demokratlık” iddiasının sınırına gelinmiş, demokrasi denen şey üzerinde tepinmeye girişilmişti. Artık hukuk, demokrasi, özgürlükler gibi söylemlerle idare edilemez olunmuştu. “Herkesin başkanı” artık olanaklı değildi. Toplumun en az yarısı “Başkanlık” heveslisini reddetmekte, istifasını istemekteydi.

Üstelik Gezi ezilip yenilmedi. Uygun fırsatını bulduğunda yeniden canlanmak üzere geri çekildi, sönümlendi ki, meşruluğunu yeniden yakaladığı Berkin’in cenaze töreninde bunu herkese gösterdi.

Gezi Direnişi, neoliberal zeminde başkanlık arzu ve isteğiyle işlenmiş politikalar ve AKP-Cemaat iktidar Bloku’ndan müteşekkil subjektif etkenin çarptığı ilk nesnellik duvarı oldu. Tek adamlık hevesinin sınırları ve sınırlılıkları vardı!

*

Üstelik Gezi dolayımıyla görünen sınır ve sınırlılıklar, yalnızca halkın öfke ve tepkilerine ve demokratizm alanına özgü değillerdi.

Amerika ve Avrupa’dan Gezi’ye ilişkin izlenen politikalara sert eleştiriler geldi. En başta diktatörlük heveslisince anlaşıldı ki, büyük emperyalist devletlerin kendi halkını yönetmekte zorlanmakta olanlara sunulacak sonsuz bir desteği olamazdı. Tam Gezi Direnişi sona erdiğinde gerçekleştirilen Mısır Darbesi, aralarını iyice açtı. Darbeyi Amerikalılar örgütlemiş, diktatörlük özentisi ise karşı çıkıp suçlamıştı. K. Irak petrolünün pazarlanması, Suriye sorunu, İran’a ambargonun delinmesi, Çin Füzeleri gibi başka sorunlar da vardı. Batılı büyük devletlerle çıkar farklılıklarının yön verdiği ilişkiler, yine kişisel arzu ve ihtiraslarla, AKP politikalarının geleceği bakımından sınırlılıklar oluşturmaktaydı.

Şimdi cumhurbaşkanlığı seçimine büyük devletlerle ilişkilerde sınırlılıklar koşullarında gidilmektedir.

*

İçeride de sınırlılıklara sahip diktatörlük özentisi ve tekleştirme peşinde olduğu partisi. Destek yayıncılık talebi, gazeteciler ve işten atılmaları baskısıyla kurgulanan medyayla ilişkiler, bir yandan yandaş havuz medyasının inşasıyla ilerlerken, diğer yandan da başta Aydın Doğan olmak üzere medya patronlarıyla kapışmaya vardı. Yaşlı Milliyet patronu ağlatılırken, A. Doğan ağır vergi cezalarına çarptırıldı, başka sektörlerdeki ihaleleri alması engellendi. Koç, TÜPRAŞ’ta denetim üstüne denetim yer, MİLGEM ve Marina ihaleleri iptal edilirken, yeni devlet ihalesi alamaz oldu. Sabancı’nın durumu farklı değildi. TÜSİAD, açıktan ve hakaretamiz saldırılara maruz kaldı. “Yeşil sermaye”nin yeterince büyümüş ve ihaleler de içinde, iktisadi politikaların tek adamın iki dudağı arasında olması işine gelmez olmuş Ülker ve Boydak gibi sermaye grupları da, TÜSİAD ve Koç’un yanında yer aldılar/kaldılar. Gezi’de “faiz lobisi” olarak suçlandılar ki, onlar da otellerinin kapısını “insani gerekçeyle” direnişçilere açmışlardı.

Cumhurbaşkanlığı seçimine, geleneksel büyük sermaye ile ilişkilerde de sınırlılıklarla gidilmektedir.

*

Bütün bu sınırlılıkların üzerine “iktidar bloğu”nun dağılması binmiştir. Artık Erdoğan-Gülen Bloğu yoktur.

Hatta Mavi Marmara ve 7 Şubat MİT Davası öncesinden başlayan çatlamanın geldiği nokta bilinmektedir. “Darbe” oldukları ileri sürülen 17 ve 25 Aralık Soruşturmaları’nın tüm delil ve dayanaklarının görmezden gelinip yok sayılamayacağı, bugün olmasa bile yarın, uygun koşullarda gün yüzüne çıkıp iktidar ilişkilerini küçümsenemez biçimde etkileyebileceğini düşünmek kehanet sayılamaz. Eğitilmiş kadro kaynağı ve dini bir sosyal ve siyasal harekete geçirici olarak Cemaat, artık “dost” değil, düşman sayılmakta, küfür ve hakaretlere konu edilmektedir. Artık tek ve bütüncül bir siyasal İslam yoktur. Hatta tek bir inanç sistemi olarak Müslümanlık da yoktur; birbirlerinin “kirli” girdi-çıktılarını bilen en az iki iddialı taraf vardır artık. Ve görevden alma ve sürgünlerle Cemaatin ne kadar “icabı”na bakılırsa bakılsın, hala başta yargı ve polis olmak üzere devlet katlarıyla parlamentoda dayanakları bulunduğu ve etki gücünü önemli ölçüde koruduğu varsayılmalıdır.

Ne denli 30 Mart’ta Cemaat’in fazla etkili olamadığı ileri sürülse de, buradan oluşan sınırlılık dikkate alınmazlık edilemez.

*

Bir başka sınırlılığı subjektif etkene ilişkin bir düzenleme vermektedir ki, söz konusu düzenleme değiştirilmediği durumda nesnel etkilerde bulunması hiç de şaşırtıcı olmaz. Bu, “üç dönem” şartıdır. AKP tüzüğünde yer alan ve diktatör özentilisinin olası başkanlığı dönemindeki AKP tefrişatı bakımından önem taşıyan bu madde, şüphesiz sancılara gebedir. 70 kadar “deneyimli kadro”yu ilgilendirmekte olan, hem gidecekleri hem de yerlerine gelecekleri iğne üzerinde oturtan tüzük şartı, bugünden “aşağısı sakal yukarısı bıyık” durumu oluşturmuş; karar verici durumundaki tek adam özentilisi “başkanlığı”na uygun AKP yönetimi ve kuşkusuz yeni Başbakan ayarlaması yapayım derken, “ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamaz” hale sürüklenme riski oluşmaktadır. “Tek seçicilik”te küçük bir tereddütlü durumun oluşmasının, domino etkisiyle, iskambil kağıtlarından çatılmış tüm “bina”yı yerle bir etmesi ihtimali büyümektedir.

70 “ihtiyar kurt” yeterince ortalık karıştırıcı olabilir. B. Arınç gibi emekliliğe ve torun bakmaya mecbur edilen bu etkili vekillerin, hele geri dönüşü olmayan “son anlar”da, Meclis’teki kritik oylamalarda ne tür pazarlık koşulları ileri sürüp nasıl oy kullanacakları, seçim bölgelerinde kişisel desteklerini nasıl yönlendirecekleri kolaylıkla öngörülüp şaşmaz hesaplar yapılabileceğini düşünmek saflık olacaktır!

Artık kolay değildir, ancak bu tüzük hükmünün kaldırılması hiç de şaşırtıcı olmaz.

*

Tümü bir arada, yeterince nesnel ve nesnellikle bağlı sınırlılık oluşturmaktadır.

*

30 Mart’ta ortaya çıkan da, Cumhurbaşkanlığı bakımından, CHP ve MHP kadar AKP ve tek adam özentisinin de sınırları olduğudur.

AKP, bir genel seçim atmosferinde gelişen 30 Mart seçimlerini kazanmış, seçimden birinci parti olarak çıkmıştır. Ancak “%50 cebimde” havasıyla ve belediye adaylarından çok “tek adam”la girilen ve bir referandum niteliğine büründürülen seçimlerde kazanılan bir Pirus Zaferi olabilmiştir. AKP birinci parti olmasına olmuş, kazanmış, ama ciddi bir oy kaybıyla kazanmış ya da az kaybetmiştir. Seçmen sayısı birkaç milyon artmasına karşın, AKP’nin bir önceki seçime kıyasla oransal oy kaybı %6,5, mutlak oy kaybıysa 2 milyon 100 binden fazladır.

CHP yerinde saymış, ama kayıp AKP oyları, hem oran hem de sayısal olarak MHP’ye gitmiştir.

Sonuç; bir tarafta başında “tek adam”ıyla “tek parti”lik iddiasındaki AKP ve karşısında ortak bir “çatı adayı” arayışındaki CHP ile MHP’nin oy oranlarının “pata-patalığı”dır.

YSK’nın açıkladığı* 30 Mart Seçimleri’nin kesin sonuçları şöyledir:

Belediye meclisi üyeliği seçimleri oy oranları olarak:

AKP: % 42,87

CHP: % 26,34

MHP: % 17,82

BDP: % 4,16

 

Belediye Başkanlığı seçimleri oy oranları olarak:

AKP: % 43,13

CHP: % 26,45

MHP: % 17,76

BDP: % 4,18

Hesap şöyledir: AKP = 42,87 (43,13)

CHP+MHP = 26,34 + 17,86 = 44,20 (26,45 + 17,82 =  44,27)

İki taraf arasında, yüzde 43-44 bandında bir pata-patalık sözkonusudur.

Bu, hem “tek parti” iddiasıyla AKP, hem de blok olarak hareket edebilirlerse bile CHP+MHP açısından nesnel bir sınırlılık anlamındadır.

*

Buradan çıkan, HDP oylarının hesaba katılmadığı % 4.1’lik oyuyla BDP’nin “kilit” parti konumu kazanmış oluşudur.

Tam da bu nedenle ve “çözüm süreci” üzerinden sıkıştırılmaya uğraşıyla, Mehmet Altan’dan başlayarak, BDP “karşı taraf”tan uzak tutulmaya ve olabilirse kazanılmaya çalışılmaktadır.

Bu tablo karşısında, her iki “taraf”ın da BDP’yi ve Kürt oylarını hesap etmek durumunda olduğu ortadadır.

Daha çok CHPye yakın, liberal demokrat akım ve kişiler, BDP’nin sonradan özeleştirisini yaptığı başlangıcında Gezi’ye destek vermemiş oluşu, 17 ve 25 Aralık soruşturmaları karşısındaki “darbe” söylemli “ortalama” tutumu, “çözüm süreci”ni gözetişi ve bazı BDP’lilerin ağzından belirli taleplerinin karşılanması halinde Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığının desteklenebileceği yolundaki açıklamalarından hareketle, BDP’yi AKP ile ittifak yapmaya yatkınlığı dolayısıyla eleştirmekte, hatta suçlamaktadır.

Oysa, şüphesiz “çözüm süreci”nin bir çırpıda gözden çıkarılması gerekmemektedir ve bütün tavizler BDP’den beklenerek her şeyin sorumluluğunun onun sırtına yakılması haksızlıktır.

Öte yandan, “tek adam” özentisi ve AKP’sinin BDP ve dolayısıyla Kürt halkının tek bir talebini bile bugüne dek karşılamadığı gibi, karşılamaya hazır da olmadığı ortadadır. Ve hele seçimlere gidildiği günümüzde Kürt taleplerinin karşılanmasının söz konusu bile edilemeyeceği herhalde kesindir. Örneğin “Öcalan’a ev hapsi” gibi bir talebin hiç gerçekleşmeyecek olsa da karşılanabileceği söylentisinin bile çıkarılmasının önemli yüzdesiyle bir Kürt oyunun AKP’ye yönlenmesi için yeterli olabileceği; ancak getireceğinden muhtemelen daha fazla bir oyun AKP’den özellikle MHP’ye kaçışına neden olacağı tahmin edilecektir.

Öyleyse bir AKP-BDP ittifakı ihtimali, olacak şey değildir; taviz alış-verişiyle her iki tarafın da işine geliyor gibi görünecek olsa bile, yine de olmayacak dua durumundadır. Bu, bu durumda AKP’nin oy kaybı ihtimalinin büyüklüğünün yanında, BDP’nin Kürt oylarının bütününü yönlendiremeyecek olması ve güçbirliği yaptığı ve “Türkiyelileşmek” bakımından stratejik önem atfettiği olan örgütlerin AKP ve Erdoğan’a oy verebilme ihtimallerinin sıfır olması dolayısıyla güç birliğinin dayanaksız kalarak dağılacak oluşu bakımından da olacak şey değildir.

AKP; BDP desteğine bel bağlayamaz. Ve bu nedenle cumhurbaşkanlığında oyunu 43-44 bandının üzerine taşıması zordur.

Yine de rakipleri parçalıyken, kendisinin tek parti oluşu avantaj görünmektedir. Ancak onun da dış ve iç uluslararası sermaye grupları, emperyalistler ve Cemaatçe bölünmeye çalışıldığı sır değildir. 70 civarındaki “kurt adam”ın yanı sıra, Erdoğan karşısındaki farklılık koyucu “kıvranmaları”yla adı ve adaylığını canlı tutup yıllardır üzerinde spekülasyon yapılmasını sağlayan ve “eski kurt” S. Demirel tarafından C. Çiçek’in yanı sıra Bahçeli’ye ortak “çatı adayı” olarak önerilen A. Gül faktörü de hesaba katıldığında dezavantajları avantajlarını geçer görünmektedir.

*

Zamanında 19 maddelik bir demokrasi programı ileri sürmüş CHP ile BDP ve sosyalistlerin, dışında kalanlarca da güç verilebilecek bir burjuva demokrat adayın desteklenmesinde anlaşıp cumhurbaşkanlığı seçimine güçbirliği yaparak gitmeleri ihtimali var mıdır? Bu, AKP-BDP ittifakından daha olabilir bir şeydir, ama yine de fazlasıyla küçük bir olasılıktır!

seçimler, blok ve sol

3 Kasım Seçimleri’ne on sekiz parti katıldı.
Bir parti, Emek,. Barış ve Demokrasi Bloğu’na dayanan DEHAP’tı. Dört partinin oluşturduğu seçim işbirliğini temsil ediyordu. DEHAP çatısı altında seçime katılan partilerin tümü, gerçekleştirdikleri birliğin bir seçim işbirliği ile sınırlı ve 3 Kasım’a endeksli olmadığını açıkladılar.
Bu iş ve güç birliği, kendisini; uluslararası sermayeye işbirlikçileri karşısında emeğin haklarını, savaş karşısında barışı, yasakçı-inkârcı tekelci gericilik karşısında demokrasiyi savunma bloğu olarak tanımladı. Seçim bildirgesini bu üç temel ayak üzerine oturttu. Kendisini, Emek-Barış-Demokrasi Bloğu olarak deklare etti.
Geri kalan partiler, kuşkusuz bir dizi vaadi peşi sıra sıraladıkları seçim bildirgeleri hazırladılar. Seçim propagandalarında özellikle bazıları -“dilin kemiği yok”u yeniden kanıtlamacasına- halkın talep ve özlemlerine vurgu yaptılar. Ve tümü kendilerini, sağ, sol ya da merkez sağ, merkez sol veya merkez partiler olarak tanımladılar.
Bunlardan altısı sol ya da merkez sol adına seçime katılan partilerdi. Seçim süreci ve tartışmalarının bir bölümüne katılan ama seçime giremeyen SHP de sayılırsa, sol iddialı partilerin sayısı yediyi buluyor. Yedi “sol” parti çok değil mi? Çok. Ama on bir tane de sağ/merkez sağ partinin seçime katıldığı düşünülürse, çok görülmemeli!
Sol parti ve örgütlerin sayısı, yediyle de sınırlı değil. Seçimlere katılma yeterliğini sağlayamayan SHP ya da Mümtaz Soysal’ın partisinden farklı olarak seçimleri boykot eden ya da bağımsız adaylar çıkaranlar da var. İlk elde üçü sayılabilir. Blok’a katılıp destek veren sekizinin yanı sıra, adı parti olsun olmasın, henüz bir parti olabilmenin asgari gereklerini yerine getirememiş gruplar da gerçeğimiz. Tümü birden sayıyı çok büyütüyorlar.
Sol iddialı parti ve grupların tümünü, sahip oldukları “sol” ve “solculuk” iddiası dışında, kuşkusuz ortak bir paydada kümelendirmek olanaklı değil. Tümünün bazı ortak özellikleri olsa bile farklılıkları da var. Bizatihi bu, “sol” ya da “solculuk”un nitelik belirtici bir tanımlama ekseni olmadığını kanıtlayan önemli bir veri sayılmalı.
Buradan, farklı “sol” ve “solculuk” türleri olduğu ve bunların tümünün birden “sol” etiketli bir “torba”ya doldurulamayacağı, öyleyse “sol”un, üzerinde sağlam bir “bina” inşa edilebilecek bir “temel” varsayılamayacağı gerçeğine gelebiliriz.

“SOL” KENDİNE YETERLİ ÖLÇÜT MÜ?
Örneğin MHP ve ANAP’la koalisyon kurmuş olmasına ve konjonktürel olmanın ötesine geçen, uzunca bir dönem içtikleri su ayrı gitmemesine karşın DSP’nin sol iddialarını kim yok sayabilir? Seçim öncesinde kendi niteliklerini tarif etmek üzere yaptıkları son tanımlama “ulusal sol” idi. Bu tarif ve tanımladığı niteliğin içeriği şu ya da bu yönden yorumlanıp eleştirilebilir. DSP’nin sahip olduğu dünya görüşü, politikaları ve pratiğinin “ulusallık” ya da “solculuk”la veya ikisiyle birden uyumlu olmadığı söylenebilir. Ancak kimsenin, başka herhangi “sol” iddialı bir parti ya da grup kadar, DSP’nin de elinden kendi platformunu ve toplam olarak kendisini tanımlama hakkını alamayacağı ortadadır.
DSP ya da bir başka parti “sol” ya da “solcu” olduğunu ileri sürüyorsa, “hayır ‘sol’ değildir, öyle ‘sol’ olmaz” demek de bir yaklaşımdır, ama kolaycı bir yaklaşımdır. Bu, “sol” ve “solculuk”u, tertemiz, belirli bir sol iddia sahibinin kendisini tanımlamasına elverecek türden yekpare bir bütün, dolayısıyla kendi tekelinde ve kendi konumunu açıklamaya yeterli bir zemin olarak anlama ihtiyacının zorunlu kıldığı kolaylıktır. Doğru ve gerekli olan, iddiasında bulunulan “sol” ve “solculuk”un türünü, niteliğini ve içeriğini gerçeğine uygun olarak açıklamak ve pozisyonu, dayanakları, yönü, politikaları ve olanaklarıyla onu yerli yerine oturtmaktır. Sonuç olarak, belirli “sol” ve “solculuk” iddiası karşısında, işçi sınıfı ve halkın çıkarları bakımından doğru ve gerçekçi bir tutum almaktır.
Ya “sol” kendine yeterdir, açıklayıcıdır, kapsayıcı ve bütünseldir; üzerinden tartışılmak ve temel edinilmek bakımından kendi dışında başka herhangi türden temele ihtiyaç duymaz; bu durumda “sol”, tüm solu kapsayarak, beğenilsin-beğenilmesin bütün “solculuk” iddiaları toplamı olarak varsayılıp anlaşılacaktır. Ya da sol kendi kendine yeter bir bütünlük, bir eksen değildir, kendi başına bir temel oluşturmaz; bu durumda değişik sol iddialar, kendi benzerlik ve farklılıkları içinde, ama kendi dışında ölçütlere, temel ve dayanaklara göre açıklanıp ele alınacak, sınıflandırılacak ve yine bu ölçütlere göre karşılarında tutumlar geliştirilecektir. Doğru olan, ikincisidir. O halde, sol bir eksen ya da çeşitli olgu ve güçleri, herhangi türden toplumsal siyasal gelişmeleri tanımlayan/belirleyen bir ölçüt olarak anlaşılmamalıdır. Kendisi ölçülmeye muhtaç, kendisi ölçüte ihtiyaç duyan ölçüt; ancak, son derece yanıltıcı, doğru çözümlemeler yapıp doğru sonuçlara varmayı olanaksızlaştırıcı bir ölçüt olabilir.

BURJUVA SOL, DÜZEN SOLU
Seçim sürecinin kırtasiye gereklerini yerine getirip getirmemeleri bir yana, bu sürece bir türden müdahil olmuş sol olmasına sol partilerin yakın çekim fotoğrafı alınacak olursa, karşılaşacağımız şey, yine de, uzak-yakın akrabalık ilişkileriyle bir “aile fotoğrafı” olacaktır. Bir kısım “akrabalar” arasında deyim yerindeyse kalıtsal, genetik dayanakları olan daha özel yakınlık ve samimiyetler; bazıları arasındaysa -hatta “düşman kardeşler”i niteleyen- daha uzak benzerlikler ve karşıtlıklarla aykırılıklar görebiliriz. Bu, “sol”un, yakınlıklar kadar uzaklıkları, benzerlikler kadar farklılıkları da bir arada tanımlayan, öyleyse kendine yeten bir tanımlama olmadığını bir kez daha altını çizerek kanıtlayacaktır.
Seçim sürecine müdahil olan sol iddialı partiler, somut pozisyon ve politikalarıyla, bu politikaların hizmet ve temsil edip savunduğu çıkarlarla birlikte ele alındıklarında görüntü daha anlaşılır olacaktır. Aralarında kümelenmeleri bir yana bırakarak, sırayla bu partilere bakılacak, olursa:
DSP, 57. Hükümet’in sol ortağı olarak uluslararası sermaye ve onun bir parçası olan yerli büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda izlediği, emeğin haklarının bütünüyle gasp edilmesi yönündeki politikalarıyla ayırt edilmiştir. İkinci ayırt edici yönü, uluslararası sermaye ve büyük emperyalist devletlerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla ülkeyi talan edip ekonomik ve siyasi yaşamını kendine bağımlı kılarak köleliği dayatmasına aracılık etmiş olmasıdır. Buna bağlı olarak ABD’nin dünya egemenliği emelleri çerçevesinde Ortadoğu’ya ve Ortadoğu petrollerine egemen olma, bu amaçla Irak’a karşı açmayı planladığı savaşa Türkiye’yi sürükleme politikasına onay verip uyum sağlaması, DSP’nin üçüncü ayırt edici yönü olmuştur. Dördüncü olarak Amerikalılar ve Avrupalılar karşısında güvercinin güvercini boyun eğme siyaseti izlerken Kürtler -buraya Suriye, Kıbrıs ve Yunanistan da eklenebilir- karşısında şahin kesilmesi ve aşırı şoven siyasetiyle ayırt edilmiştir. Beşinci ayırt edici yönü ise, şovenizmin peşinde izlediği inkarcı eşitsizlik politikasını; ekonomik alanın yanı sıra siyasi yaşama, devlet işleriyle ilgili alana, eşitsizlik ve küçük bir azınlığın dikte etmeye dayalı koşulsuz egemenliği, hak inkarcılığı, yasakçılık içeriğiyle tam bir gericilik ve demokrasi karşıtlığı düzeyinde yayması olmuştur. DSP, en başta IMF programı savunuculuğunda belirginleşen emperyalizm yanlısı emek ve halk düşmanı, Kürt düşmanı, barış ve demokrasi karşıtı bir parti olarak seçimlere katılmıştır.
YTP, zorunlu olarak seçim sürecine bağlanan bir önceki politik atağın aracı olarak organize edilmiş hareketin dönüştüğü partidir. Yakın geçmişi DSP olduğu kadar, DSP’yi, kuşkusuz yönetimini, ele geçirmeye yönelik komplocu bir ekip de olmak olan YTP’nin ayrı bir parti olarak seçime girmek zorunda kalması, kuşkusuz onun DSP’den önemli programatik ve politik farklılıklara ve dayanaklara sahip olduğu anlamına gelmiyor. YTP, tek bir düzen partisi içinde de olabilecek kişisel ve ekipsel nüanslarının ötesinde, DSP’den farklı bir görüntü vermemiştir. Ecevitler’in baskısı altında kendilerini ve politikalarını ifade edemeyenlerin ve belki liderinin yerine gelen Ş. Sina Gürel’in AB ve Kıbrıs gibi sorunlarda daha “ulusalcı” politika izleme görüntüsü vermesinden hareketle biraz daha küreselci ve neoliberal olarak niteleneceklerin partisi olduğu ileri sürülebilecek YTP’riin, kendisinin DSP’den varsa farklarını ortaya koymakta başarılı olduğu ve varsa farklı dayanaklarını oluşturabildiği söylenemez. Seçime ilişkin de kullandığı, ayrı bir “hareket” olarak ortaya çıkışından itibaren ortaya attığı “üç dert”e ilişkin slogan, “önceden aklın neredeydi” dedirten aldatıcı içeriklidir. YTP’nin, kurucuları DSP içindeyken beraberce izleyip sorumluluğuna ortak oldukları DSP’nin emperyalizm yanlısı ve IMF programı savunucusu politika ve pratiklerine, emek, halk ve Kürt düşmanı, barış ve demokrasi karşıtı çizgisine ne bir itirazı ne de farklı açılımları olmuştur.
CHP, öncesinde başlayıp seçim sürecinde doruk noktasına varan parlatılmanın konusu edilmiş, parlamento dışından “ana muhalefef”e taşınmış sol partidir. Bunu ne kadar hak edip etmediği, bugünkü pozisyonunu tutmak için ne yaptığı, önceki dönemde halkın umudunu temsil etmeye elverecek ne gibi muhalif çabalar içine girdiği tartışılabilir. Uzatmaya, en azından bu yazı sınırları içinde gerek yoktur. CHP, öncesi ile birlikte seçim sürecinde kendisini nasıl ortaya koymuş, nelerle karakterize olmuştur? Bir belirgin yönü, Şeyh Edebali’ye bağlanan “Anadolu solu” söyleminin geliştirilmesidir. 57. Hükümet’in ithal bakanı, IMF-DB memuru K. Derviş’in partiye katılımı ve bu katılımın -partinin yönelimi, politika ve dayanaklarını da belirtmek ve sözleri yasa sayılan dış ve iç çevrelere “yenilenme”nin kanıtı olarak sunulmak üzere- özellikle başlangıçta tantanayla seçim çalışmasının başköşesine yerleştirilmesi, CHP’nin rengini veren bir diğer yönü olmuştur. Bir başkası, “yenilik” olarak “sosyal-liberal sentez” açılımına sığınılmasıdır. Ezilenlerin, halkın hiçbir talebinin sahiplenilmemesi, ama halkın belini bükme programı olan IMF programının benimsenmesi, Derviş öncesi ve sonrası CHP “yenilenmesi”nin temeli edinilmiştir. Asıl sorun, halkın adım başı kendisine dokunulmasından, binlerce eşitsizlik, inkâr, yasak ve hak gaspıyla çevrelenmiş olmasından kurtulması ve halkın egemenliği önündeki engellerin kaldırılmasıyken, seçim propagandasının “milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması” üzerine kurulması, “dokunulma” sorununun milletvekilleriyle sınırlı ortaya konulmasıyla yetinilmesi, dolayısıyla halka ve demokrasi taleplerine uzaklık ve karşıtlık; CHP’nin başlıca tanımlayıcı yönlerinden biri olmuştur. Bir zamanlar görünüşü kurtarmak için bile olsa “Güneydoğu raporu” hazırlayan CHP, seçimlerde Kürt’ten söz etmeme inkârcılığıyla ayırt edilmiştir. Irak’a yönelik ABD operasyonu karşısında barışı savunmak yerine kendisini savaşa uyarlama yolunu seçip savaşın başbakanlığına talip olan (Baykal: “Savaş kararını yeni hükümet ve Meclis alsın!”) Baykal’ın CHP’sinin solculuğunun içini emperyalizm ve savaş yanlılığı ile doldurması, onun bir belirgin özelliği olmuştur. Baykal hizbinin yerli ve yabancı tekellerin çıkarlarını pürüzsüzce savunmak üzere yeniden düzenlediği CHP, halkı ve taleplerini savunmadığı gibi, parti içinde de az-çok yüzü halka dönük, eşitlik/özgürlük söylemli, görece ilerici hiç kimseye yönetimde ve milletvekili listelerinde yer vermemiştir. Buralarda Kürtlere ayrılan yer de, CHP’nin inkarcılığının bir belirtisi durumundadır. Baykal CHP’sinin Ecevit DSP’sinden farkı, ulusallığa, “ulusal sol” türünden söylemler aracılığıyla bile yer vermemesindedir.
Üçü birbirine oldukça benzeyen DSP, YTP ve CHP, ufak tefek farklılıklara sahip olsalar da, belli başlı sorunlarda fikir ve tutum birliği içinde olmuşlardır. Dediklerine bakılırsa sol’durlar, ama emperyalizm ve işbirlikçilerinin çıkarlarını savunmada birinin diğerinden eksiği yoktur. İşçi sınıfı, emekçiler, Türk ve Kürt ezilenleri ve talepleriyle ilgileri ise, söylemleri ne olursa olsun düşmanlıktan ibarettir. Sol’durlar ama, iç ve dış sermayenin tüm isteklerini yerine getirmekte, onların programını uygulayıp çıkarlarına uygun politikaları izlemektedirler. Bu, IMF programı karşısındaki tutumlarında belirginleştiği gibi, işçi ve emekçilerle, Kürtler karşısındaki tutumlarında, demokrasi ve savaş karşısındaki politika ve pratiklerinde yansımaktadır. Soldurlar, ama küçük farklılıklarıyla, neoliberal partilerdir. Eski sol söylemin önemli ölçütlerinden “emek yanlılığından ve emeği “en yüce değer” saymaktan çoktan ve bütünüyle vazgeçmişlerdir; -işbirlikçisi yerli sermaye de içinde olmak üzere- uluslararası sermayenin çıkarlarını en yüce çıkar saymaktadırlar. Sermaye soludurlar. Burjuva sol partilerdir. Üstelik sermaye partileri ve burjuva solu arasında sadece işçi sınıfı ve sosyalizme düşmanlıklarıyla değil, ama, açıktan emperyalizm yandaşlığı yaparak, Kürt ve Türk ezilenlerine, bütün halka ve demokrasi ve özgürlükler namına her şeye düşmanlıklarıyla sivrilmektedirler. O halde, düzen soludurlar; ilerici bile değillerdir.
Burada, “sol” ve “solculuk’tan çok daha önemli ve temel, sol ve solculuk türlerini de birbirinden ayırt eden başlıca ölçüte varıyoruz. İşçi sınıfı, halk, Türk’üyle Kürt’üyle sömürülüp ezilenler ve çıkarlarıyla talepleri. Güç buradadır. Maddi olan odur. Başka ölçütleri belirleyen, siyasal, ideolojik ölçütlerin vurulacağı “kantar” bundan başkası değildir. Ölçüt olarak ileri sürülen “sol”u; emek-sermaye ve emperyalizmle işbirlikçileri-halk, ezenler-ezilenler karşıtlıkları dışında ve emek, halk, ezilenler ve çıkarlarıyla ihtiyaçları ölçütüne dayandırmadan anlamlı kılmak olanaksızdır. DSP, YTP ve CHP solculuğu, bundan başkasını kanıtlamaz.

“SOL” MU, İŞÇİ SINIFI VE HALKIN ÇIKARLARIYLA TALEPLERİ Mİ?
“Sol” kavramı; bir dünya görüşünü, bir ideolojik tutumu ifade etmek üzere kullanıla gelmiştir. Önünde sonunda bir kavramdır. Kavrama can veren madde; dünya görüşü ya da ideolojinin “kim”in olduğu her zaman ve koşulda önde gelir, önceliklidir. İdealizme düşmekten kaçınılacaksa, ikincilliği bilinen bilince dair olanla önceliği tartışma götürmez maddesel olanın ilişkisi doğru kurulmak zorundadır.
“Sol”un ilk kez ve ideolojik siyasal tutumların tanımlayıcısı olarak tarih sahnesine çıkışı ve literatüre girişinin Fransız Devrimi sonrası kurulan Meclis’le birlikte olduğu biliniyor. Bu nedenle, bir kez, kavram, burjuva karakterlidir. Burjuva radikalizminden yana olanlarla uzlaşmacılıktan yana olanları ayırmak üzere siyasal gündeme girmiştir. Gündeme giriş nedeni de söylenenleri doğrulamaktadır: Eski yapının köktenci değişikliğinden yana tutumlarıyla bir araya toplanan “aşağı” katmanların, Kraliyet döneminin ezilenlerinin temsilcileri Meclis’in “sol” tarafına oturmuşlardır. Bazı değişikliklerle eskinin devamından yana, eskiyle uzlaşma tutumlarıyla çıkarlarının belirli kökleri eskide olan katmanların, Kraliyet döneminin ara tabakalarının temsilcileri ise “sağ” tarafa oturmuşlardır. Sağa ya da sola oturanlar, kuşkusuz belirli siyasal eğilimleri temsil ettikleri için yan yana gelmişlerdir. Ancak her şeyden önce, yan yana gelenler, sonradan “sağ” ve “sol” olarak anılacak olmak üzere saflaşanlar, halkın çıkarları ve taleplerine göre bölünmüşlerdir. Safları belirleyen, bu çıkar ve taleplere nasıl yaklaşıldığı, savunulup savunulmadıkları olmuştur. Radikalizm ve uzlaşmacılık da, sol ya da sağcılık da zaten bu temelde şekillenmiştir.
Sağı ve solu, ilk sahneye çıkışından bu yana belirleyen; düşünce ve eğilimler ya da kendilerine sağcı ya da solcu diyenlerin kendilerini nasıl tanımladıkları, kendileri hakkındaki iddialarının ne olduğu değil, ama ezilenlerin, halkın çıkarları ve taleplerine görelik olmuştur. Baştan beri tayin edici ölçüt halktır, halkın çıkarları ve talepleridir.
Ardından işçi sınıfının eylemli olarak kendisini ortaya koyusu, daha kendisi için sınıf olmaya geçiş koşullarında, doğrudan kendi sınıf çıkarları ve kurtuluşunun ihtiyacı olan dünya görüşünün ve ona uygun politik yönelim ve tutumların ortaya çıkışını koşullamış, zorunlu kılmıştır. En başta Marx ve Engels, bu açıdan bilimin/bilince ilişkin olanın üzerine düşeni yerine getirme işini üstlenmişler; burjuva, feodal, küçük burjuva vb. sosyalizminden, ütopik, mezhepsel vb. sosyalizmden arındırıp ayırdıkları işçi sınıfının bilimsel dünya görüşünün temellerini kurmuşlardır. O günden bu yana saflaşma, halkın çıkarları ve taleplerine göreliğin yanında ve onun gelişkin ileri unsuru olarak emeğin, işçi sınıfının çıkar ve taleplerine görelik esasına göre gerçekleşmektedir. Zaten bilimsel sosyalizm, bu nedenle, kurgulanmış düşünsel bir ürün olarak savunulan ütopik sosyalizmden farklı olarak, işçi sınıfının dünya görüşüdür.
O halde dünü, bugünü ya da fethine çıkılan geleceği buradan, asıl olandan, temelinden, başlıca ölçütten hareketle açıklamak ve kurmak; tahlil, yaklaşım ve belirli alanlara ilişkin özel ve iktidara dair genel politikaları bu ölçüte dayandırmak; siyasal güçleri, en başta kendimizi buradan düzenlemek zorundayız demektir.
Karar vermek zorunluluğu ortadadır. Ya ölçüt sol olacaktır ya da işçi sınıfı da içinde olmak üzere halk ve çıkarlarıyla talepleri. Kendisini sol olarak tanımlayıp nitelendirenler ya kendileri için ya da halk ve taleplerinin gerçekleşmesi için var olacaklardır.
“Sol”, önünde sonunda dünyaya ve toplumsal sorun ve olaylara belirli yaklaşım ve bu yönde izlenen/izlenecek politikalar toplamını anlamlandırma adına ileri sürülen tanımlayıcı bir kavram, iddiada bulunanların kendilerini ve yaklaşımlarıyla politikalarını isimlendirişleridir. Yaklaşım ve politikaları anlamlandırma ya da isimlendirmenin önemsiz olduğu söylenemez. Ancak bu yaklaşım ve politikaların kendilerinin ve en önemlisi bu yaklaşım ve politikalara hayat veren, deyim yerindeyse onları koşullandıran, bu yaklaşım ve politikaların ancak çıkar ve taleplerini yansıtıp gereğini ifade ettiğinde anlam kazanacağı nesnel temelin, sol söz konusu olduğunda, başta işçi sınıfı olmak üzere sömürülen ve ezilen yığınların, çıkar ve taleplerinin önemsiz olduğu anlamına kuşkusuz gelmez. Önemsiz olmadığı gibi, üstelik tayin edici olan da odur.
Birinci nedeni söylendi. Öncelikli ve belirleyici olan, bilince ilişkin olduğu genel kabul görecek yaklaşım ve politikalar değil, ama genel olarak bilincin üzerinden oluştuğu madde, nesnellik, “sol” ile ilgili tartışma söz konusu olduğunda, işçi ve emekçiler, tüm ezilenlerdir.

“ÖNCÜLER”, “TABAN”, POLİTİKA İLE SOSYAL TABAN ARASINDAKİ ÇELİŞKİ VE SOL
İkinci nedene gelinecek olursa; “sol” iddialı yaklaşım ve politikalar, genellikle işçi ve emekçiler, ezilenler adına ileri sürülmektedir. Hatta burjuva solu bile, emekçilerin talepleriyle oynayarak onların adına iddialarda bulunmaktadır. Kuşkusuz herkes, her politik parti ya da grup temsil iddiasında olduğu ya da temsilini öngördüğü sosyal katmanlar adına yaklaşımlar geliştirip politikalar ileri sürme özgürlüğüne sahiptir. Ancak burada, -henüz hiçbir sol parti ya da grubun temsil iddiasında bulunduğu “taban”a oturduğu ve onu gerçekten temsil ettiği iddia edilemeyecek olmasının yanı sıra- iki nokta daha akılda tutulmak zorundadır.
Birincisi, ideoloji ve politika ile onların nesnel temeli olan ve adına saptamalar yapılan sosyal katmanlar ve çıkarları arasında ya da daha genel deyişle politika ile ekonomi arasında bir çelişki vardır. Bu, birinci nedenin işleyişinin ürünüdür. Bilinçli hareketin ya da bizzat bilincin, düşüncenin hareketinin, kuşkusuz nesnellikle bağlantılı ama kendi evrimi ve gelişim süreci, bu gelişimin kendi yasaları olduğu bilinir. İktisadi olaylara, bu çerçevede sosyal sınıf ve katmanların nesnelliğine ilişkin gelişme ise, tamamen kendi yasaları olan farklı ve temel süreçlerdir. Bağlantılı olması kaçınılmaz ama gelişmelerinin özgünlüğü olan iki ayrı sürecin çelişkileri koşullaması anlaşılır şeydir. Bu çelişkinin giderilmesi tabii ki gereklidir. Ama bunun bir çırpıda ve hele yalnızca masa başında olamayacağı, üstelik yaşamın sürekli yenilenmeyi zorunlu kılarak bu çelişkiyi durmaksızın yeniden ürettiği bilinmelidir. Adına hareket edenlerin, -gereklerini yerine getirip getirmedikleri, bunun koşullarına sahip olup olmadıkları tartışmasına girmeden söylenecek olursa- “öncüler”in, sahip oldukları bilimsel birikimin büyüklüğü yanında, adına hareket ettikleriyle, temsilini iddia ettikleri katmanlarla birleşmede kat ettikleri mesafenin büyüklüğüne, özetle “öncüler”in “taban” varsaydıklarını temsiliyet düzeylerinin gelişkinliğine bağlı olarak bu çelişkinin azalacağı öngörülebilir. Bu da, mutlak değildir. “Öncüler” “taban”larıyla önemli ölçüde birleşmelerine rağmen, tabanlarının nesnel çıkarlarını temsil edemiyor halde olabilirler. Burada, bilimsel sosyalizm ve onun işçi hareketiyle birliği sorununa ve tayin ediciliğine hiç girmeyeceğiz.
İkincisi, adına hareket edenler, “öncüler”, önünde sonunda “küçük azınlıklardır; “bilinçli azınlıklardır. “Bilinçlilik” durumları gerçeği yansıtır ya da yansıtmaz, nesnelliğe müdahaleleri doğru ya da yanlış olabilir; ama küçük bir azınlık oluşturdukları kesindir. Temsilini iddia ettikleri ya da temsil etmeyi öngördükleri sosyal katmanlar ise, çoğu bilincine varmadıkları ya da eksik veya yanlış vardıkları görüşlerin yanı sıra bir dizi geleneksel fikir ve önyargılara sahip, sömürücü sınıflar ve düzenden kaynaklanan çok çeşitli köleleştirici etkiye açık geniş bir büyüklüktür. Bu büyüklük saflarında, kendi içinde çelişen çok sayıda fikir, görüş, önyargı, alışkanlık, farklı eğilimler ve duygular, ruh halleri bir arada bulunur. Üstelik bunlar zaman ve koşullara göre dalgalanma gösterir. Zamana ve koşullara göre değişecek olsa da, belirli zaman dilimleri ve koşullar çerçevesinde birbiriyle çelişmeyen ve dolayısıyla ortak çıkarlara sahip sosyal katmanların büyük genişliğini etrafında birleştirebilecek olan; onların ortak nesnel çıkarlarından, buradan yansıyan ortak taleplerinden başkası olamaz. O halde, politika ve birlikler söz konusu olduğunda, üzerinden yürünecek temel de bundan başkası olamaz demektir.
“Sol” bu nedenle de politika ve birlik zemini olamaz.

“ÖNCÜNÜN “DOĞRUSU”, HALKIN DOĞRUSU, ÖNCÜLÜK VE SOL
“Öncüler”, özel olarak öncülük iddiasındaki ve kendi zeminini birlik zemini olarak ileri süren sol; hem sosyal katmanların nesnelliğiyle politika arasında kaçınılmaz olan çelişme ve hem de küçük bir sol azınlığı birleştirmek için yeterli olabilecek “sol” kavram ya da tanımlar temsiliyet iddiasında bulunulan “tabanı” birleştirmek bakımından yetersiz ve elverişsiz olduğu için, yaklaşımını değiştirmelidir.
Kimse bunun politika dışı ya da politik olmayan bir önerme olduğunu ileri sürmesin! Tartışılan, politikanın nasıl yapılacağı, politikanın hangi temelden hareketle geliştirilmesinin zorunlu olduğudur.
“Öncüler”, henüz temsil iddiasında bulundukları kitlenin “doğrusu” haline gelmemiş “kendi doğrularını”, politikanın ve onun özel bir alanına ilişkin birlik politikasının hareket noktası varsayabilecekleri gibi; temsilini öngördükleri ve birleştirilmesini başlıca iş edinmek durumunda oldukları sosyal katmanları ve çıkarlarını, öyleyse taleplerinin karşılanmasını da genel ve birlik politikalarının başlıca dayanağı olarak sahiplenebilirler. İkisi de mümkündür. Politika, öyle de böyle de geliştirilebilir ve yapılabilir. İkisi arasındaki fark, politika ile politika dışılık farkı değil, politikanın, tarzıyla birlikte dayanaklarına, ölçütüne, temeli ve içeriğine ilişkin farktır.
Şu kesin olmalıdır: Kendi “doğrusu”nu, bu “doğru”yu doğru saymayan temsili iddiasında bulunulan “taban”a dayatmak öncülük kavramıyla çelişir. Öncü tabii ki aydınlatacak, yol gösterecektir; ama öncülüğün bu işlevini, emekçilerin, ezilenlerin henüz sınavdan geçirmedikleri ve doğruluğunu yalnızca bilinçli azınlık olan öncünün bildiği ya da “inandığı” “doğrular”ın doğruluğuna inanmalarını ve bu “doğrular” etrafında birleşerek mücadele etmelerini, haydi dayatmak demeyelim, beklemek içeriğiyle kavramak, öncülük fikrine yapılabilecek en büyük kötülük olur. Bu, “öncü” ile varsayılı “taban”ın ayrı ayrı duruşu ve birbirinden kopuk mücadelesini baştan kabullenmek anlamına gelir. Çünkü bu tutum ya da beklenti ile, “öncü”nün “doğrusu”nun halkın doğrusu haline getirilerek “öncü”yle “taban”ın birleşmesi ve “öncü”nün de gerçekten temsil niteliği kazanarak öncüleşmesi olanaksızdır.
Sadece bilincin ve bu çerçeveye sığan politikaların iktisadi ve sosyal gerçeklikle çelişme halinde olmasının anormal olmadığı saptamasını dikkate almak da yetmez. Bir de “bilinç”in, “sol” adına ileri sürülen politikaların çoğu kez yanlış ya da hatalı olma olasılığının hiç de küçümsenemeyeceği gerçeği göz önünde bulundurulmalıdır. Önünde sonunda temsil iddiasında olunan “taban” adına ileri sürülen az çok geliştirilip sistematize edilmiş ve bunlardan çok daha fazla şurasından burasından geliştirilmiş görüş, düşünce ve eğilimlerin sayısız bolluğu içinde; çok sayıda deneme yanılma ve doğrulama etkinliğini kapsayarak; doğrularla yanlışların, eksiklerle fazlaların bir arada bulunduğu; birbirini tamamlayan ya da etkisini gideren, ve üstelik yalnızca düşünsel etkinliklerin, araştırma, inceleme, polemik ve tartışmaların değil; duygu, önyargı ve alışkanlıklara, yanı sıra, “öncülük” iddiasında olanlar da içinde olmak üzere, politik ve henüz tam politikleşmemiş, az çok politik ya da salt iktisadi nitelikte azınlık ve kitle eylemlerinin de etkide bulunup rolünü oynadığı tarihsel bakımdan hiç de kısa sayılamayacak süreçte, bilinçle ezilenlerin nesnelliği ya da politika ile emekçilerin, ezilenlerin nesnel çıkarları arasındaki çelişki; her duruma ilişkin olarak yeniden ve yeniden çözüme kavuşur. Bu, tek bir çözüm amaçlanıp onunla yetinilemeyeceği, her yeni durumda yeniden çözüm için kolları sıvama ve bu çabayı sürekli kılma zorunluluğu anlamına gelir. Ama aynı zamanda, genel olarak ezilenleri temsil adına ileri sürülen “sol” politikaların, daha genel anlamıyla “solculuk”un -hele özellikle, ileri sürülmüş ve sürülen “sol” politikaların çeşitliliği, her durumda birden fazlalığı, birbiriyle çelişki halinde bulunuşu da dikkate alındığında- en azından bazılarının yanlışlığı ve hatalı olduğu anlamına da gelir.

HANGİ SOL, “ORTALAMA SOLCULUK” MU?
İki soru: Peki, sol ve sol politikalar, solculuk birlik zemini var sayılacaksa, çok sayıda sol yaklaşım ve politika önerilerinin hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğu nereden anlaşılacak, ne tür bir sol zeminde birleşilecektir? Farklı kaynaklı, farklı varoluş ve duruşlara sahip tüm “solculuk” türlerinin tümünün birden doğru sayılamayacağı açıktır. Herkes kendisini doğru sayacaktır. Ancak teorik olarak konuşulduğunda, tümünün bir arada doğru olamayacağı kesindir ve en fazla yalnızca biri doğru olabilir; öte yandan, birinin bile doğru olmaması ihtimali de yok değildir. Birleşme zemini kimin “solu” olacaktır? Problemin, bu sorunun yanıtı üzerinden çözülemeyeceği kolaylıkla kabul edilecektir. Öyleyse ikinci soru; herkes, her sol politik parti ya da grup kendi “solculuğu”nun doğruluğu iddiasında olduğuna/olacağına ve aksi halde kendisini inkar durumunda kalacağına göre, sorunun “geçici çözümü” açısından “ortalama bir sol” zemin nasıl belirlenecektir?
Bu sorulara “solcu” yanıt deneyleri yok değildir. Her “ortalama sol” arayışı, kaçınılmazlıkla belirli bir sol ve solculuk yaklaşımı esas alınarak ya da başlıca tez ve yaklaşımlarıyla ağırlıklı olarak belirli bir sol ve solculuk yaklaşımına dayanılarak sağlanabilir, öyle olmuştur; ama her arayış neredeyse mutlaklıkla başka bazı sol ve solculuk anlayışlarını dışlamış ve ayrı varoluşlarını varsaymıştır.
Ayrıntısını tartışmanın burada gerekli olmadığı ÖDP ve kuruluş deneyi hatırlansın. Kimse “ÖDP bir sol parti deneyiydi” demesin. Kimse “sol birlik’in tek biçimi parti birliği değildir” görüşünü ileri sürmesin. Kuruluşunda “parti olmayan parti” vurgusu fazlasıyla yapıldığı gibi; “çoğulculuk”, “çok seslilik”, “çok renklilik” vurgularıyla aslında bu partinin bir ideolojik birlik, irade birliği olmadığı ve tersine -bizce, bir cephe ya da güç birliği örgütü türünden- çeşitli grupların bir arada bulunabilmesini mümkün kılan taviz ve uzlaşmalara dayalı, bunlar üzerinden bir “hukuk” ya da “kültür” oluşturmayı ve grup yapılarını aşmayı deneyen parti olmayan bir “parti” olduğu söylenmişti. Yine ilk DEV-GENÇ ve ilk TİP, benzeri farklılıklarıyla ve ama kuşkusuz belirli bir sol anlayışa dayanarak gerçekleşen “sol birliklerin” -belirtilmeli ki birinci TİP bir “sol birlik” olmanın ötesine geçmişti- örneği sayılabilir. Ama hiçbir deney tüm solu birleştirmeyi sağlayamamış, “sol birlikçilik” her deneyde “sol”un ancak bazı bölümlerini bir araya getirebilirken bazı bölümleriyle araya sınır çekmiştir. “Sol birlikçilik” mantalitesinden bakıldığında da, “sol”un birlik açısından yeterli bir zemin olduğu söylenemez. Bu tutumla, bırakalım asıl birleştirilmesi gereken halkı, ezilenleri, solcular bile birleştirilememiştir.
Peki, benzeri bir birlik öngörülecekse, bu şimdi nasıl gerçekleşecektir? Emek-Barış-Demokrasi Bloku’nun onca kazanımları ve gösterdiklerine rağmen şimdi yine “sol birlik”, “solcuların birliği” önerisi ileri sürülebilmektedir. Nasıl kurulacaktır? Her şey bir yana “sol” kavramının tanımında nasıl anlaşılacaktır? Herkesin kendine göre ve birbirinden oldukça farklı sol yaklaşımları yok mudur? Kavrayış farklılıkları ve politik yaklaşım önerilerindeki çeşitlilik gerçek değil midir?
Bu farklılıklar nasıl aşılacaktır?
Aşılması önerilmiyor ve “farklılıklarla birlik” deniyorsa, “birlik” hangi “solculuk” kavrayışıyla gerçekleşecek, bunca sol grubun varlığı dikkate alındığında, birlik için kimin “sol” yaklaşımı esas alınacaktır? Bu durumda, “birlik”in temeli, programı, genel ve özel yaklaşım ve tutumları, politikaları, tarzı vb. nasıl ve neye göre, hangi sol anlayışla saptanıp tanımlanacaktır?
Yok, aşılacaksa, ya tavizler ve bir asgari müşterekte birleşme yoluyla aşılması önerilecektir ya da kuşkusuz bir “sol” anlayışta anlaşmayı da gereksinen program tartışmalarını içeren “birlik tartışmaları” aracılığıyla.
Tavizler yoluysa, kim hangi tavizi verirse versin, “birlik”, sonunda tavizle çözülemeyecek ve mutlaka birinden birisi esas alınmak zorunda kalınacak bir “sol” anlayışa oturtulmak gerekecektir! Bu, hangisi olacaktır? Üstelik politika ile iktisat ve sosyal katmanların nesnelliği arasındaki çelişkiye dair söylenenler hatırlanırsa, taviz alış-verişiyle bir “sol” anlayış zemin olarak kabul görse bile, bunun doğruluğundan kim nasıl emin olacaktır?
Tartışmalar aracılığıyla ise, hiç değilse sonu iyi gelmeyen ÖDP deneyinin hatıraları hafızalarda bunca tazeyken, kimse yeniden sonu gelmez “tartışmalar süreci”ni önermemelidir. Yılların temposunun aylara, hatta haftalara sığabildiğinin Blok’la yaşanıp görüldüğü; sömürülen ve ezilen yığınlarla düzen partilerinin arasının bunca açılmış olduğu ve hele doğru müdahale edilmesi durumunda görece kısa süreler içinde ezilenlerin şu ya da bu türden ve belki birleşik hareketinin gelişmesinin ve önemli alt-üst oluşların mümkün sayılması gereken koşullarda, yeniden “Kuruçeşme” türünden uzun ve en azından bugünkü amaca hizmet etmeyeceği belli olan tartışmalar gereksiz olmalıdır. Üstelik bu tür tartışmalarla sağlanan “birlik”in pek de dayanıklı olmadığı, halkı kucaklamak bir yana, birleştirdiği “solcular” açısından da henüz öngörülen yeterli büyüklükleri oluşturmayı başarmadan, yani fırtınalarda nelerle karşılaşacağı görülmeden ufak rüzgârlarda dağıldığı bilinirken.
Son söylenenlerden çıkarılması gereken sonuç; sol zeminde birliğin, bu öneri kapsamında bakıldığında bile, gerçekleşebilirliğinin önünün tıkalı olduğudur. En azından hiçbir solcu, her isteyen solcunun katılabileceği bir birliğin çerçevesini çizmeye güç yetiremeyecektir. En azından her solcu, isteyen her solcunun katılabileceği bir “sol birlik”in olanaklı olmadığı gibi istenir de olmadığını teslim edecektir. Üstelik hiçbir solcu, isteyen her solcunun, her sol iddialı parti, grup ve kişinin katılabileceği bir “sol birlik” düşünmemektedir. “Solcu” yaklaşımın kendi, içindeki çelişkili hali odur ki, hem “sol birlik” istemekte hem de bu birliğe her sol iddia taşıyanın değil ama ancak kendi istediği ya da “sol” kabul edebileceği parti ya da grupların katılmasını benimseyebilmektedir. Solsa sol, bu halde her solcuyum diyen katılsın; yok katılmayacaksa, katılması istenmeyecekse neden sol! Ölçüt “sol” sayılmaktadır ama “sol” da bir türden, her solcu tarafından kendine göre tarif edilmektedir. Bu, aşırı düşünceye ve isteğe dayalı bir birlikçi anlayış savunuluyor demektir.
Ancak sorunun esası burada değildir ve bu esasa, buradan hareketle ulaşılamaz. Bunun için “sol” tutuculuğunun dışına çıkmak zorunludur. Çünkü solun, sözü edilen çelişkili hali ve ürünleri, bir yandan darlığın savunulmasıdır, daraltıcıdır; diğer yandan, kendi yasaları olan sınıf mücadelesinde bunca istekçiliğe yer olamaz. Sorunun esasına girebilmek için sol mantalitenin aşılması gereklidir.

DEĞİŞEN ÖLÇÜLER VE ÖLÇÜTÜN DEĞİŞME ZORUNLULUĞU
Özellikle 3 Kasım Seçimleri’nden sonra “sol” ve “solculuk” artık pratik olarak da ölçüt sayılamaz. Eskiden farklı olarak şimdi ölçüler değişmiştir; o halde kafalarda artık ölçütün de değişmesi gerekmektedir.
Seçim sürecinde bloklaşılmış, eksiği gediğiyle de olsa halkın belli başlı talepleri üzerinden yürünmüştür. Hem Blok’un kendisi halkın özlem ve beklentilerine yanıt olmuş hem de Blok emeğin ve Kürtlerin taleplerinin karşılanmasını hareket noktası edinmiş ve IMF’ye, savaşa karşı ve demokrasi için bir bloklaşma olarak emeğin haklarını, barışı ve demokrasiyi savunmuştur. Bunlar, ezilenlerin, halkın acil ihtiyaçlarından başkası değildi. Blok politikayı sol argümanlar üzerinden değil ama halkın bu ihtiyaçları üzerinden yapmıştır. Uygulama eksiklikleri ve geliştirilmesi gereken yanlar olup olmaması burada önem taşımıyor; önemli olan politikası ve politika yapışının bu içeriğidir. Bu politika, herhangi sol grubun ya da partinin kendi varolma hakkına değil ama ezilenlerin varolma hakkına ve taleplerinin gerçekleşmesine dayandığı için tutmuş, milyonlara mal olmuştur. Artık ölçü 5,10, yüz ya da bin değildir, ama 2 milyondur.
İki milyon insan Blok’un kardeşlik çağrısı etrafında birleşmiş; kardeşleşme, henüz özellikle bir ayağı ciddi biçimde geliştirilme ihtiyacı olmasına karşın, “öncüler”in dışındaki kesimlere yayılma eğilimi göstermiştir. Bu yönüyle “öncüler”in ve ihtiyaçlarının dışına taşıldığı, zaten kardeşleşmeye de öncülerin ihtiyacıyla sınırlanarak yaklaşılmadığı tartışılmaz. Kardeşlik tutumu ve ürünleri, ölçüyü değiştirici olmuştur. Artık milliyetçi önyargılar ve şovenizmin etki gücü ne olursa olsun, Türkler açısından Kürt sorunu, Kürtler açısından Türklerle birlik vazgeçilmez önemde olacak; yığınların çağrıldığı ve bir bölümüyle tartışılan bir bölümünün de onay verdiği, ama şöyle ya da böyle yığınlara mal edilmesine girişilmiş kardeşlik tutumu, ürünleri ve yüklediği görevler, ele alınmış olduğu yığınsallığıyla ölçü sayılmazlık edilemez. O halde ölçüt de artık buna uygun olmak zorundadır.
Sorunların ele alınıp ortaya konmasında, işlenmesinde ve halka mal edilmesinde “sol” darlıklar yaşanmamış değildir, ama sürece başlıca halkçı tarz damgasını vurmuştur. Çeşitli halk toplantılarında ilgili-ilgisiz belki henüz yalnızca “küçük azınlıklar”ı ilgilendirdiği hatta onu bile ilgilendirmediği söylenebilecek sorunların da sözü edilmiştir. Ancak halkın ileri, geri, önyargıya dayalı ya da gelişkin eğilimlerinin de yansıdığı ve dikkate alınmazlık edilmediği konuşma, tartışma ve soru-cevap diyaloglarında ezilenlerin sorunlarıyla talepleri ve çözümleri damga vurucu olmuştur. Söylenebilir ki halk, öğrenmesini bilenlere halklaşma ve halkçı tarzın gereğini bir kez daha ve altını çizerek dayatmış, Blok’un görece örgütlü olan belli başlı iki bileşeni esas olarak buna uygun davranmıştır. (Burada Blok’un üçüncü bileşenine yöneltilmiş genel ve gizli bir eleştiri yoktur; ancak Blok’a katılan ve kendisini “sol” olmakla tanımlayan kişi ve grupların seçim sürecinde halkla birleşme ve halkçı tarzın gerekleriyle çelişkili tutum ve davranışlarının fazla olduğu söylenmelidir.) Artık darlık, kendi içine dönüklük, kendisi için varoluşçuluk, buna kaynaklık eden “sol” kavrayış ve küçükle, “bizim olan”la yetinme ama halka açılmama, dert ve talepleri üzerinden yürüyerek halkla birleşmeme savunulamaz. Kabuk parçalanmalıdır; bunun için aşılmak zorunda olan “solcu” darcılık ve darlıktır. Koşullar şimdi bunun için hiç olmadık ölçüde uygundur. Ölçüler değişmiştir. O halde ölçüt de değişmelidir. Aslında değişmiştir. Farkında olunsa da olunmasa da değişmiştir. Artık hiç kimse, bu süreci ören ve yaşayanlara, bu sürece katılanlara “dar”ı kabul ettiremez. Bundan böyle herkes için ölçüt ezilenler olmak, halk olmak zorundadır.
Değişen ölçünün başka örnekleri de sayılabilir. Ancak şimdilik yeterlidir. Ölçüleri değiştirici gelişmeler ve buna yol açan tutumların, doğru halkçı ölçütlerin esas alınmasına bağlı olarak Emek-Barış-Demokrasi Bloku, kendisinden önceki blok ve birliklerden ayrılan bir etki gücüne ve kapsayıcılığa sahip olmuş ve daha önemlisi öncekilerle kıyaslanmaz coşku ve heyecanla karşılanmış, ülke çapında ciddi ve olumlu bir hava yaratmıştır. Bunda, oluştuğu koşulların elverişliliği ve bunun önemi yadsınamaz, ancak gücünü ve sağladıklarını, büyük önemini yalnızca koşullarla açıklamak da doğru olmayacaktır. Bu nedenle, Blok’un kendisini de değişen ölçülerden biri ve ölçü değiştirici olarak saymak gereklidir.

POLİTİK MÜCADELE GERÇEĞİ VE İLERİCİ SOL
Burada artık, sol partilerin ve tutumlarının yarım kalmış gözden geçirilmesine özetle devam edebiliriz.
Blok’a katılmayıp “sol seçenek” parolasıyla seçimlere giren ÖDP, ülkede yaşanan değişiklikleri, halkın yönelim ve beklentilerini dikkate almadığı, ölçülerdeki değişmeyi öngörmediği, halk, çıkarları ve taleplerinin elde edilmesi bakımından üzerine düşenleri düşünmek ve yapmak üzere değil ama kendi parti ihtiyaçları bakımından düşünmek ve davranmak eğilimini geliştirdiği için politika yapamaz duruma düşmüş; yapmaya yöneldiği darcı, kendi içine dönük, kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik “küçük hesapçılık” olarak nitelenebilecek politikalarla, kendisini, kaçınılmaz olarak ezenlerle ezilenler, egemenlerle halk arasındaki çelişkiler ve karşı karşıya oluş, halkın sorunları ve talepleri üzerinden gelişen politika ve politik mücadelenin dışına çekmiş, politik olarak tasfiye noktasına gelmiştir. Bu, sol yaklaşımların götürebileceği pozisyonun, belki uç noktada bir örneği, ama göstergesi sayılmalıdır.
ÖDP’nin pozisyonu, kuşkusuz seçim bildirgesinde yer alan tek tek maddelerin ya da taleplerinin kabul edilirliği/edilmezliğiyle açıklanamaz. Sol iddiayla seçime katılan partilerin seçimlerde savunuculuğunu yapabileceği talepler kuşkusuz çok da birbirinden farklı olmayacaktır. Hatta sol ve solculukla ilişkisiz Cem Uzan ve Genç Parti’sinin IMF karşıtlığı bakımından tüm sol partilerden, hatta Blok’tan bile daha net ve ileri vaatlerle seçime katıldığı bir gerçektir. Buradan ve aldığı oy oranından çıkarılması gereken sonuç da vardır. Ama ne Uzan ve GP’sinin sözüyle özü birdir ne de taleplerin alt alta sıralanmasıyla yetinilebilir. Önemli olan, talepler bütününe yön veren politik tutum, bu taleplerin halkçı içeriğiyle sahiplenilmesi ve halkın beklentilerine olumlu yanıtlar üretmek üzere, halkçı tarzda ele alınarak, gereği olan aydınlatma ve halk örgütlenmesinin hareket noktası kılınması; ve taleplerin, halkın beklentilerine yanıt vermek ve seferberliğini gerçekleştirmek üzere hedefi net ve anlaşılır bir politik mücadelenin dayanağı yapılmasıdır.
3 Kasım Seçimleri’nde Blok’un -belki uygulamada iyi işlenemediği ileri sürülebilecek- yakın hedefi, halka dayanarak IMF dayatmalarını püskürtmede, Kürt sorununun çözümü, barış ve demokrasinin savunulmasında ileri bir mevzi tutmak üzere seçim barajını aşarak Meclis’e girmek, uzak hedefi ise bu sorunların çözümü için kurulacak halk iktidarının dinamiklerinden biri olmaktı. Blok’un özellikle yakın hedefine ilişkin küçümsenemez bir dalga yarattığını söylemek abartı olmayacaktır. Şimdi barajın aşılamamış olmasına bakılarak söylenebilecekler anlamsızdır. Seçim sürecinde, öncülerin istek, arzu ve ajitatif zorlamalarıyla sınırlı gösterilemeyecek, yalnızca seçim çalışmasında görev almış kadroların inancı ve yüksek çalışma şevkinde yansımakla kalmayan, ama yığınların da en azından belirli bir bölümünü kucaklayan DEHAP’ın barajı aşabileceğine ve elde edeceği pozisyonun da katkısıyla halkın taleplerinin savunulup gerçekleştirilmesinde adımlar atabileceğine dair beklentinin, bu hedefin ulaşılabilirliğine ilişkin motive edici varsayımın -en azından az çok- oluşturulmuş olduğu bir gerçektir. Dolayısıyla seçim döneminde politik mücadele; yakın hedeflerine başarıyla ulaşılabileceğine ilişkin öncülerini aşan bir inanç ve mücadele azmini de üreterek halkın etrafında toplanabileceği bir çekim merkezi olan, haydi bir çekim merkezi olmanın pratikte inanılır güçte potansiyelini taşıyan diyelim, Blok’un emeğin hakları, barış ve demokrasinin savunulmasına dayalı programıyla düzenin savunulması, ülkenin ve halkın kökleştirilmesi, inkar ve hak gaspı programı olan IMF’ci, savaş ve demokrasi düşmanlığı programı arasındaki mücadele olarak yaşanmıştır. Bu mücadelenin politik güçleri, aslında tek partinin fraksiyonları olan demokrasi karşıtı IMF’ci savaş partileri ile Emek, Barış, Demokrasi Bloku’na dayanan DEHAP olmuş; “yarış”, kendine özgü farklı bir pozisyon tutmaya çalışanları kaçınılmazlıkla işlev yitimine uğratarak, bu iki parti arasında cereyan etmiştir.
“Sol” argümanlarla seçimlere katılan partilerin seçimlerdeki konumunu ve bunun devamı olarak bugünkü pozisyonlarını açıklayıcı gerçek budur. Sol, Blok’u destekleyen sol gruplar ayrı tutulursa, en başta bu gerçeği görmemiş ve değerlendirme yeteneği gösterememiştir. Sadece belirli taleplerin formüle edilmesi ve program maddeleri haline getirilmesinin, hatta bunun en iyi biçimde yapılmasının yetmediği görülmüş olmalıdır. Önemli olan, ona “ruh” katılmasıdır; verili durumlarda ezilenlerin, halkın etrafında birleşmesine elverir politikaların dayanağı kılınarak, politik güç oluşturmanın tek yolu olan halkın özlem ve beklentilerini inandırıcılıkla yanıtlanmasıdır.
Politika, güce dayanarak yapılabilir. Ve ancak gücü büyütmenin aracı oluyorsa anlamlıdır. Gücün ise halkta olduğu bellidir, bilinir.
Halkın talepleri kadar beklentileri de farklıyken “sol”un kendi bildiğinde, kendi yolunda ve ihtiyaçlarında ısrar etmesi, “solculuk”un başlıca çıkmazıdır. Halk için değil ama kendisi için varolmak denen şey budur. Seçimlerde sınıf güç ilişkilerine dayalı olarak oluşan durumun IMF’ci savaş yanlılığı ve demokrasi düşmanlığıyla emek, barış ve demokrasi savunuculuğu arasında, düzen partisiyle Blok arasında bir mücadeleyi koşulladığını, ancak buradan politika yapılabileceğini görüp kabullenmemek; “sol”un, halkın durumu, talep ve beklentilerine değil ama kendi düşünce ve tutumlarına, kendi “varolma hakkı” ve “hukuku”na, kısacası kendi ihtiyaçlarına aşırı önem vermesinden kaynaklanan ciddi yanılgısı olmuştur. “Sol”, Cumhuriyet tarihinde Örneği görülmemiş saldırıların hedefi kılınarak, hak gasplarının, işsizlik ve sefaletin, giderek açlığın, savaş tehlikesinin nesnesi haline getirilmiş, varlığı bile inkar edilerek devlet işleri ve demokrasi alanının bütünüyle dışına sürülmüş halkın, işçi sınıfı ve emekçilerin içine itildiği çaresizlik ve umutsuzluğun; bu durumdan kurtulmak için yöneldiği arayışların; en önemlisi hak elde edebilmek, taleplerini gerçekleştirebilmek ve başına sarılmış belalardan kurtulabilmek için etrafında birleşebileceği, sözünü havada bırakmayacak, dediğini yapma yeteneği ve gücü kabul edilir inandırıcılıkta olan bir program ve güç arayışının; bunun gereği olan birlik özleminin; kafalarda tanımları farklı olsa da, birleşebilecek tüm halktan yana güçlerinin birleşmelerini kapsayan, sorunlarının çözümü umuduna bağlanmış ihmal edilemez birlik beklentisinin büyüklüğü ve önemini algılayıp kavramada başarısız olmuştur. Bu başarısızlığın kaynağında hayata, sorunlara ve süreçlere halkın değil kendi durumu ve dar ihtiyaçlarından yaklaşmanın yattığı, politika dışına düşülen ve önemsenmesi gereken seçim başarısızlığından sonra artık görülmelidir.
ÖDP ile sınırlı konuşmak gerekirse, bundan sonrası için önünde iki seçenek bulunduğu söylenebilir. Birincisi, bugün içinde bulunulan sürecin dünkünün devamı olduğunu bilerek artık sınırlılığı ve darlığı dayatan “sol” ve “solculuk” kavramlarından değil ama halktan, onun çıkarları, talepleri ve beklentilerinden hareket edip bunların karşılanması zorunluluğunu fikir ve politika geliştirmenin temeli edinerek, önceki süreçte uzak durduğu Blok’a katılmak, onun güçlenmesine ve ilerlemesine, halkın sorunlarını çözecek güç olabilmesine katkıda bulunmak ve halk içinde güç olmaktır. İkincisi, kimsenin istemeyeceği, artık tek tek kişilerin savrulmasına da zemin sağlayacak olan, politika dışına düşürmüş, tasfiyeye götüren dünkü tutumu sürdürmektir. ÖDP bunu yapmamalıdır; Blok içinde kuşkusuz ona yer olacaktır. ÖDP, aslında, tasfiyeye götüren sürecin ÖDP’si mi olmak ya da ÖDP olarak mı kalmak yoksa halkçılaşmak mı kararını verme durumundadır. Halkçılaşmak ve halklaşmaya bağlanmak, halklaşma sürecinin bileşeni ve parçası olmak seçilmelidir.
ÖDP üzerinden söylenenler, genel hatlarıyla, seçimlere “paranın saltanatı varsa halkın da TKP’si var” sloganıyla katılan TKP için de geçerlidir. Tek farkla ki, ÖDP’nin seçimler ve kendi tutumundan ilerletici sonuçlar çıkarması daha kolay, TKP’ninki daha zor olacak görünmektedir. Ne de olsa ikincisi oy arttırmıştır ve buna dayanarak kendini başarılı sayma yaklaşımı geliştirmeye ve bunu “tabanı”na benimsetmeye yatkın, dolayısıyla kendi pozisyonunda ısrar eğilimi göstermeye daha yakındır. Aynı şekilde politika dışına düştüğü; bir yanda işçi sınıfı ve emekçi halk ve karşısında arkalarındaki emperyalist efendileriyle tekelci büyük burjuvazi ve sair gericilik olan sınıf mücadelesinin somut gereklerine değil, ama, adı başta olmak üzere “en ileri”, ve dolayısıyla, bugünkü somutluğuyla halkın değil “en ileri unsurları”nın -taleplerine de değil, daha çok nostaljik değerde-özlemlerine yanıt olarak üretilmiş talepleri de kapsayan seçim platformuyla politik mücadeleden koptuğu gerçektir. Politik mücadele gerçeğini ve bu mücadelenin tarafı durumunda olan Blok’u o da görememiştir. “Komünizm”i, bir “sol komünist dernek” derekesine indirgeyerek yaşamdan, işçi sınıfından, halktan ve politik olarak örgütlenmesi ihtiyacından kopardığı, kendi içine kapalı ve içe-dönük bir “komünizm” ya da “sol”un saflığını koruma uğruna halkın somut talep ve beklentilerine, umudu olmaya ilgisiz kaldığı, sonuçta “dünya yıkılsa umurumda değil” tutumuyla “kendi işi”ne baktığı söylenmelidir. Kötü olanı, politika dışına düşmüş olup olmamakla ilgilenmemesi, bu durumu zaten baştan kabullenip pozisyonu edinmiş elitist bir yaklaşım sahibi olmasıdır. Darlığı, “en ileri”yi öne sürerek anlaşılmazlığı beğenmekte ve benimsemektedir. Oyunu artırması nedeniyle bu yaklaşım ve tutumlarını doğrulanmış kabul edeceği ve kendini gözden geçirme eğilimi göstermeyeceği öngörülebilir. Böyle olmamasını umarız.
Hem ÖDP hem de TKP, kuşkusuz IMF’ye ve savaşa karşıydılar; ÖDP, demokrasiyi savunuyordu; TKP’nin demokrasiyi burjuva karakteri nedeniyle savunulur bulmaması bir yana, o da demokratik içerikli talepler ileri sürmüştü. Dolayısıyla, kuşkusuz DSP, YTP ve CHP türünden sol partilerden farklıdırlar. Bu üçü, sınıf ve halk karşıtı gerici burjuva solunun partileriyken ÖDP ve TKP onlardan ayrılıyorlar. Birleştikleri nokta, işçi sınıfı ve halktan kopukluk, “yukarıdan”lık, “yukarıdan”cılıktır. Değiştirmeleri gereken, halktan kopuklukları, sınıf-dışı solculuktandır.
Benzer değerlendirmeler seçimlere bağımsız adaylarla ya da boykot taktiğiyle katılan sol parti ve gruplar için de yapılabilir. Ayrıntıya ilişkin değerlendirmeler, kimisinin şöyle bir mücadele biçimini temel alması, başkasının ülkenin yapısını böyle değerlendirmesi, şöyle ya da böyle örgüt biçimlerini tercih etmeleri önemsiz değildir, ancak ikincildir. Başta gelen, kendisi için değil ama halk için varolma, sınıf mücadelesine halkın çıkar ve talepleri üzerinden katılma ve halkın örgütlü mücadelesi içinde onun güçlerinden ve geliştiricilerinden biri olma gereğidir. “Sol”un bununla çelişen tüm yaklaşım ve yanlarından arınma zorunluluğu artık pratik bir hal almıştır. Tersine yaklaşımın, içinde tasfiyeyi de barındıran sınıf mücadelesinden ve politikadan tam kopuşu, dikkate alınmazlık düzeyinde marjinalliği üretmesi kaçınılmaz olacaktır.
Burada, herhalde artık “solculuk” iddiasındaki İP ve Perinçek’in pozisyonu ve yarattığı hayal alemini değerlendirmek gerekli sayılmamalıdır.
Blok’un bileşenleri bakımından da seçim sürecinin, “sol” vurgusu yerine işçi sınıfı ve halkın gücüne dayanma ve onu örgütleme, bunun için onun çıkar ve taleplerinden hareket etme ve politika geliştirme, emekçilerin, Türk ve Kürt ezilenlerinin beklentilerini karşılamayı ve umudu olmayı esas alma, özetle halkçılık, halkçı yaklaşımlar, üslup ve tarzı kararlıca benimsemeyi teşvik edici, öğretici paha biçilmez bir hazine oluşturduğu söylenmelidir. Öyleyse, artık Blok’un “sol”un ya da “solcuların birliği” olarak anlaşılması ve öyle olmasının istenmesi olanaksız olmalıdır. “Sol birlik”in savunulması darlık, darcılık olur; halkın gücünün harekete geçirilmesinin ve birliğinin zorunluluğu ve öneminin yadsınması anlamına gelir. Bu, bütün söylenmiş olanlara eklenmesi gereken, başka eğilimleri de kapsayarak, geleneksel olarak sol ve sağ eğilimlere sahip olan, hatta 3 Kasım seçimlerinde görüldüğü gibi, kendi çıkarlarına aykırı olarak, kendisine empoze edilen -başlıca AKP ve CHP’nin temsil ettiği- iki eğilim ekseninde bölünmesi sağlanabilmiş halkın, aldatmaya dayalı bölünmüşlüğünün giderilmesini öngörmüyor olması nedeniyle, “bindiği dalı baltalamak” anlamına gelir. Ve üstelik “sol birlikçi” yaklaşım; bugün için ideolojik eğilimiyle yüzde şu kadarı sağa bağlanmış halkın, ancak kendi talepleri üzerinden birliği sağlanarak giderilebilecek bu karşılıksız bağlanmışlığını değiştirme çabasına engel oluşturacağı gibi, en kötüsü, baştan halkın önemli bir bölümünü dışlayıcı, “sağcıyım” inancı ya da eğiliminde olanlarla ilişki kurup geliştirmeyi olağanüstü zorlaştırıcı olur.
Blok’un üzerinden büyüyüp güçleneceği temeli, Blok’un kendi kısa pratiği ve ona desteğini sunan halk göstermiştir. Blok’un, başka herhangi bir yönden değil, ama tarihin kendisine biçtiği bir Halk Cephesi’nin oluşturucu embriyonu olma işlevini yerine getirmek üzere kendini yeniden örgütleyebildiği ölçüde gelişip güçleneceğine inanmak durumundayız. Bu, az şey değildir. Blok’un gelişip güçlenmesi; öyleyse, başta -sendikalarda, kitle örgütlerinde, odalar türü meslek örgütlerinde, kooperatiflerde, köylü birliklerinde vb – örgütlü kesimlerini kucaklayıp dayanak edinerek ve kuşkusuz halkın örgütsüz kesimlerinin uygun biçimlerle örgütlenmesine dayanarak olabilir, olmalıdır. “Yukarıdan” birlikler gerçekleştirilmesi en son başvurulacak şey olmalı ve halkın aşağıdaki örgütlerinin geliştirilip güçlendirilmesi, örgütsüz olanların örgütlenmesi yoluyla halkın -kuşkusuz talepleri savunularak, o halde kuşkusuz mücadele içinde- birleştirilmesi esas alınmalıdır. Bu, sol ya da olmayan parti ve grupların, halkın çıkar ve taleplerini, bu taleplerin savunulması üzerine oturan ve geliştirilebilir olan Blok programı ya da platformunu benimsemeleri koşuluyla Blok’a katılmalarının hiçbir engeli olmayışını reddetmez. Blok’un genişleme ve güçlenmesinin asıl dayanaklarını vurgulamak gerekiyor. Yoksa şüphesiz, Blok, mücadele platformuna katılıp mücadele etme isteği gösteren herkese açık olmak durumundadır. Böyle bir genişlemeye de kimse karşı olamaz. Yeter ki “solcuların birliği” zorlamasıyla seçkinciliğe ve darlığa sürükleyici, ötesinde de, halkı düzenle uyuma sevk edici ve taleplerinden taviz vericiliği vb. dayatıcı olunmasın; halkın talepleri sahiplenilsin ve uğruna mücadele isteği gösterilsin.
Blok’un gelişip güçlenmesi bakımından koşullar, son derece elverişlidir. Hem halkın durumu ve yönelimleri hem de zengin dersler çıkarılmasına olanak sağlayan ve halk yığınlarını içine çeken son halkçı pratiğin öğrettikleri, koşulları elverişli kılmaktadır.
Sınıf mücadelesinin akışı, sosyal pratiğin sınavından geçen, doruğuna seçim sürecinde yükselen politik yaklaşım ve tutum alışların da etkisi ve rolünü oynamasıyla, denebilir ki, hiç değilse görülebilir belirli bir gelecek açısından, bilimsel sosyalizm dışında bir sol anlayışa, sınıf dışı ve halktan kopuk bir solculuğa şans bırakmamıştır. Bilimsel sosyalizm adına bu şansın böbürlenmeler ve başka olur olmaz tutumlarla harcanmasına tahammül edilemez.

İnsan diliyle insandır

İhsan Çaralan, Evrensel Kültür’ün 2002 Mayıs sayısında yayınlanan “Dil Egemenlik ve ‘Dil Özgürlüğü”‘ başlıklı güzel yazısına, mitolojide Babil Kulesi ve dilin insanları birleştirici, toplumsallaştırıcı ya da insan toplumu olarak bir arada tutucu karakterine atıfla başlıyor. Tanrılar katına ulaşmak üzere bir kule inşa etmeye girişen ve tümü aynı dili konuşan insanların, tanrılar tarafından, dilleri farklılaştırılıp birbirlerini anlamaları ve ortak amaçlarını gerçekleştirmek üzere ortak eylemlerini (işi) yürütmeleri önlenerek püskürtüldüklerini anlatan mitolojik öyküden söz ederek, dilin, dil-insan faaliyeti ve dil-insan ilişkisinin önemine değiniyor. “Bu açıklamanın tarihsel bir gerçekliğe, dayandığı söylenemez. Ama” diyor; “bu açıklama, toplumsal yaşamın oluşmasında, insanlar arasındaki bağ olarak dilin rolünün tali değil esas olduğunun daha o zamanlardan anlaşıldığını gösterir.”
Gerçekten de mitoloji, insanlardan başkaları tarafından yaratılmamıştır. Henüz, hem bilgilerinin sınırlılığı ve hem de faaliyetleri ile düşünceleri arasındaki ilişkiyi doğru kuramayışları nedeniyle, ne kendi faaliyetlerini ne de dünyayı yeterince açıklayamayan insanlar tarafından. Dolayısıyla açıklamaları, kendi faaliyetleri ve ihtiyaçları üzerinden olmasa ve çözümsüzlükleri, kendi düşüncelerinde yarattıkları tanrılar vb. gibi “üstün düzenleyiciler”e ihtiyaç gösterse ve aynı anlama gelmek üzere gerçeğin ters-yüz edilmiş halini verse bile, yine de gerçekle ilişkili olmamazlık, gerçeği yansıtmamazlık edemiyordu. Ayrı diller halinde farklılaşmasını, dolayısıyla ön kabul olarak ortaya çıkışını da tanrılara ve insanlarla tanrıların ilişkisine vehmetse de, önemiyle birlikte dil gerçeğini, insanın toplumsal varlık olarak gücü ya da aynı anlamda faaliyeti açısından koşulu oluşunu ortaya koyuyordu.
Peki dile ilişilin gerçeğin kendisi, tersyüz olmamış haliyle insan-dil ilişkisi nasıldır?
Dergimizin 111. sayısında da yer verdiğimiz, Engels’in “Doğanın Diyalektiği”nin bir bölümünü oluşturan “Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü” başlıklı makalesi, hâlâ, sağladığı açılımla konuya en iyi giriştir.
Dil, tıpkı emek gibi, onun açtığı “çığır’ın etken bir temel dinamiği olarak, insanın insanal faaliyetinin hem tarihsel ve kaçınılmaz bir ürünü hem de insanın var oluşunun, bütün varlığının temel bir koşuludur.
İnsanı insan yapan, -organik maddeler toplamı olarak fizyolojik bakımdan milyonlarca yılı kapsayarak yaşadığı evrim süreci bir yana bırakıldığında, ya da bunun üzerinde- hiç abartmaya düşmeden, onu yarattığı söylenebilecek olan varlık koşullarının başlıcası, önde geleni ve diğerlerini işlevselleştiren temeli sağlayanı, kuşkusuz emektir.
Biyoloji, fizyoloji ve komşu bilimlerinin konusuna giren -dünyanın oluşumu ile de bağlantılı olduğu kadarıyla ilgili diğer bilimleri de ilgilendiren- organik maddenin oluşumu ve gelişimi, onun varlık koşulları şu anda bizi ilgilendirmiyor. Ancak biliniyor ki, tek hücreliden başlayan organizmanın evrimi, doğal seleksiyonun da rolünü oynadığı bu uzun binyıllar boyunca türlerin farklılaşmasına götürerek, hayvanlar âlemini, memelilere, maymuna ve onun özel bir türü olan antropoide (insansı maymun) kadar getirmiştir. Memeliler içinde hiç de küçük bir azınlık oluşturmayan sürüler halinde yaşama, onun da özelliği durumundadır ve zaten, insana dayanaklık eden bu türün başka türden bir yaşama biçimine sahip olması olası da değildir. İnsana dair olan, insanı hayvandan farklılaştıran bunun ötesindeki bütün gelişmeye, artık organizmadaki farklılaşmaları koşullamayı da kapsayarak, en başta emek kaynaklık etmiştir. Emek, emek harcama, dolayısıyla emekgücü kullanımı, kuşkusuz, gelişkin örgütlenişlerinin birikimini de kendisi sağlamak üzere, en ilkel düzeyinden başlayarak insanı insan eden başlıca temel dinamik olmuştur. Şimdiden söylenmelidir ki, emek tek dinamik değildir ve örneğin dil de bu dinamikler arasında temel bir öneme sahiptir. Ancak, dil de içinde olmak üzere, diğer insanlaştırıcı itici güçlerin kaynağının ve rollerini oynamak üzere ortaya çıkışlarının, emek sürecinden ve emek süreciyle birlikte doğduğu; bugün artık tüm insanal gelişmenin üzerinden ve çok üst perdeden ileri sürülenlerin tersine, tek doğru açıklama durumundadır.
Günümüzde burjuvazi, neoliberal öğretisiyle, tüm sonuçlarıyla birlikte, değer ya da daha genel olarak -toprak gibi doğal zenginlikler dışında- maddi zenginliklerin kaynağı olarak emeği yok sayma, emeğin yaratıcılığı ve üretkenliğini “sıfir”a indirgeme noktasına varmıştır. Artı-değerin açıklamasına girmemelerine ve dolayısıyla emek gücü sömürüsünü onaylamalarına rağmen, zenginliklerin kaynağı olarak emeğin hakkını teslim eden, “tüm zenginliklerin kaynağı emektir” diyen ilk burjuva politik ekonomicilerden Adam Smith’ten bu yana, hele neoliberaller açısından, “açıklamalar” temelden değişmiş, değişmek zorunda kalmıştır. Artık emek zenginliği açıklayıcı bir değere sahip sayılmamakta, ne başlıca üretken güç oluşuna ve yaratıcılığına ne de zenginlik kaynağı oluşuna atıfta bulunulmaktadır. Neoliberal kuramcılar, bugünkü küreselleşme koşullarında, rolünü sıfırladıkları emek yerine, tüm üretici, yaratıcı etkinliğin, kapitalizm ve sermaye egemenliğini alternatifsiz ve hatta “tarihin sonu” sayışlarına bağlı ve paralel olarak, sermayeye özgü olduğunu çoktan ilan etmiş bulunuyorlar. Onlara göre üretken olan, zenginlik yaratan sadece ve sadece sermayedir. İnsanla, kuşkusuz üretken insanla, dolayısıyla emekgücüyle, onun üretkenliğiyle ilgili burjuva açıklamalar; tekelci kapitalizm koşullarında üretken olmaktan tümüyle çıkma eğilimindeki sermaye ile bağlantılandırılarak yapılmakta, emek ve üretkenliği, sermayenin bir alt başlığı olarak tanımlanan “insan kaynaklan” çerçevesine sıkıştırılmaktadır. Emek ve emekgücü yerine, sanki birikmiş canlı emek ve karşılığı ödenmemiş emekgücünden başka bir şey olmayan artı-değerin bir görünümü değilmiş gibi, sermaye kılınmış makineyi, popülerleştirilmiş biçimiyle, tam otomasyonu (işçisiz fabrikayı), bilgisayarın üretime uygulanmasını, daha genel olarak “bilişim”i geçirerek, emeği üretim, emekçiyi de üretici kategorilerinin dışına sürme; neoliberal sosyal ve politik ekonomi kuramlarının temel bir ideolojik kalkış noktası durumundadır. Buna göre, üretken olan emek olmadığı gibi, işçi sınıfı ve genel olarak emekçiler üretici değil ama üretici olan sermayenin ürettiklerinin tüketicileri olmaktadırlar! İddia, tarihi de bugünü de sermayenin yaptığı şeklindedir.
Kuşkusuz, ilk politik ekonomicilerden bu yana, işçi sınıfı ve emekçilerin burjuvazi karşısında sağlamış olduğu kazançların yüreklere saldığı korku ve bu korku üzerinden şimdi ulaşılmış elverişli (işçi sınıfı ve hareketinin dünya ölçeğinde uğradığı geçici yenilgi) koşullarda emekçilerin ellerinde gelecekteki kazançlarının dinamiği olacak hiçbir hak bırakmama ve kârlarını maksimuma yükseltme kaygısı, burjuva politik ekonomicilerin açıklamalarındaki farklılaşmanın nedenini oluşturmaktadır. Artık bugünü ve geleceğiyle emeğe, üretkenliği ve değer yaratıcılığına ilişkin her şey yadsınma konusu edilmektedir. Emek, sadece hakları tanınmayarak ve gasp edilerek değil, ama üretkenliği, zenginlik kaynağı ve İnsana faaliyetin temeli, onun başlıca varlık koşulu, insanın ve insan toplumunun yaratıcısı ve şekillendiricisi oluşu inkâr edilip bu özellikleri sermayeye mal edilerek aşağılanmaktadır.
Benzer tutum, dil açısından da geçerlidir, örneğin bugün anadil sorunu, en başta dilin, insanı insan yapan temel bir koşul, ama açıklamasını emek sürecinde ve onunla birlikte doğuşunda bulan kendi kaynağına sahip bir koşul -giderek uluslaşmaya bağlı olarak ulusal bir değer- oluşuyla ele alınmıyor. Kötü ve aldatıcı bir oyun oynamakta olan sağıyla “solu”yla neoliberal küreselci partiler; kırpıp kırpıp kuşa döndürdükleri anadil sorununu, yalnızca AB ve AB üyeliği sürecinin “zorunlu” bir koşulu olarak sahipleniyor pozundadırlar. Tümü sermaye örgütlenmesi durumundaki, dilin işlevinin ancak kendisine bağlı olarak açıklanabileceği emeği, tüm yaratıcı/üretici işlevselliğiyle yok sayan, ona ve haklarına ölesiye düşman, üstelik doğal ki, dillere yönelik baskının bugüne kadarki uygulayıcısı, hâlâ dil özgürlüğü adına dil eşitsizliğini (onca kanaldan 24 saatlik Türkçe yayına karşı tek kanaldan 10 dakikalık Kürtçe yayının savunulmasına dayalı “eşitlikçilik”, “özgürlükçülük”) savunan AB’ci gerici burjuva partiler; kuşku yok ki, dil sorununda doğru bir yaklaşıma sahip olma koşuluna sahip değillerdir.

EMEK VE EL
İnsanın temel bir varlık koşulu olan dil, onun başlıca temel varlık koşulu olan emek ile bağlantısı dışında ele alınıp incelenemez; sahiplenilmeyi bırakalım, ortaya bile konulamaz. Emek ve emek süreçlerinden koparılarak sahipleniliyor pozu verilen dil ve özel olarak anadil sorunu, ancak yok sayıcılığın adının sahiplenicilik takıldığını kanıtlar, aldatıcılığın malzemesi olmanın ötesine geçmez.
O nedenle, gerçek bir tartışmanın kalkış noktalarından başta geleni, emek ve üretkenliği, emeğin insanın başlıca temel varlık koşulunu oluşturması, bunun tanınıp tanınmadığı olmak durumundadır. Emeğin ve yaratıcılığının tanınmayışının; sadece doğada işlenmemiş halde bulunan “malzeme”nin zenginliklere dönüştürülmesinin başlıca kaynağının değil, ama insanın kendisini insan olarak var eden kaynağın da yok sayılması, öyleyse, insanın ve insan faaliyetinin, bütün bu faaliyetin karşılamaya yönelik olduğu insanın ihtiyaçlarının da yok sayılmasından başka bir anlamı yoktur. Bu, insana dair olan her şeyin dışlanmasıdır. Daha çok kâr ve sadece en yüksek kârın, yalnızca sermaye ve sermayenin sömürgen çıkarının gözetilmesi, bu amaçla, insani olan her şeyin kaynağı olan emiğin zenginlik/değer yaratıcılığının ideoloji düzeyine yükseltilmiş inkârı demek olan kapitalizmin neoliberal savunusu, insanlık dışılığın savunulmasından başka bir şey değildir.
Emek ve emeğe ilişkin, dil de içinde olmak üzere emekle bağlantılı ve bu bağlantısı dışında izah edilemez ve kaçınılmaz olarak şarlatanlık ve aldatıcılık malzemesi olmaya indirgenen tüm sorunlarda insanlık dışı pozisyon alış, günümüz gerçeğiyle olduğu kadar gerçeğin tarihselliğiyle de ilişkisiz ve tam bir çarpıtmadır. İnsanı ve insan toplumunu, doğa-insan ve insan-insan ilişkileri bakımından en temel faaliyetini oluşturan emek süreçleri ve emekgücüne dayalı -kendisini, toplumu ve doğayı- dönüştürme faaliyetinin dışında ya da üstünde ve örneğin sermayenin, onun “yaratıcılığı”nın ürünü saymak; tam bir neoliberal kurgudur. İnsan, insanlığa ilk adımını attığı andan itibaren emekgücüyle doğayı dönüştürme faaliyeti içinde kendisini ve insan toplumunu var etme, yeniden ve yeniden üretme, dönüştürmeye girişmiş, bu ilk adımını da emek ve organı eli sayesinde atabilmiştir.
Daha insan oluşa ilk adımın atıldığı andan başlayarak, insanlık tarihi; insanın, kendisiyle birlikte insan toplumunu yaratıp geliştirmesi ve tarih yapıcılığı bakımından, üretkenliği bir yana, bizatihi sermayenin kendisinin hiç var olmadığı dönemlere tanıklık etmiş, ama başından günümüze, emeğe ve emekgücüne, onun yaratıcılığına dayanmayan insan ve insanla ilişkili hiçbir gelişmenin tanığı olmamıştır.
Antropoitlerin, insansı maymunların, ellerini başka işlevler üstlenmek üzere serbestleştiren dik yürümeye geçişleri, ellerle ayakların işlevlerini daha başından farklılaştıran, üzerinde yaşadıkları ağaçlara tırmanma ve meyveleriyle beslenme ihtiyaç ve edimlerinin ürünü olarak gerçekleşmiş ve ayaklar üzerine dikelmenin kendisi, insanlaşmaya geçişte belirleyici olmuştur. İnsan oluşa atılan bu ilk kesin adımın önemi, emeğini doğaya uygulayabilmek üzere onun organı olan “el”i serbestleştirmesindedir. Ancak binlerce ve binlerce yıllık bir zamanı tüketen, “el”in serbestleşip kuşaktan kuşağa yeni beceriler kazanarak, emek uygulayıcısı, onun organı olarak yetkinleşmesinin kendisi bile; bu binlerce yıllık uğraşın, “el”i de kendi organı olarak biçimlendiren emeğin var ediciliğinin bir kanıtı, emeğin dolaysız ürünüdür.
“Eğer kıllı atalarımızda dik yürüme önce kural ve daha sonra da zamanı gelince bir gereklilik durumuna geldiyse, herhalde, bu arada, öteki çok farklı işlevlerin ellere aktarılmış olması zorunluluk olmuştur” diyen Engels, şöyle devam ediyor;
“Atalarımızın, binlerce yıllık sürede, maymundan insana geçiş döneminde, ellerini yavaş yavaş uyarlamayı öğrendikleri ilk hareketler, ancak en basit işlemler olabilirdi. En ilkel vahşiler, hatta aynı zamanda fiziksel bir gerileme göstererek daha çok hayvana benzer bir duruma dönüşenler bile, bu geçiş dönemi yaratıklarından çok daha üstündür. İlk çakmak taşı insan eliyle bıçak haline getirilinceye kadar, öyle dönemlerden geçilmiştir ki, bizce bilinen tarihsel dönem, onunla karşılaştırılınca önemsiz görünür. Ama asıl adım atılmıştı: El, serbest duruma gelmişti ve artık durmadan yeni beceriler kazanabilirdi. Böylece kazanılan daha büyük esneklik kuşaktan kuşağa geçiyor ve artıyordu.
“O halde el, yalnızca emeğin organı değildir, emeğin ürünüdür de. Ancak emeğin, giderek yeni işlemlere uygulanmasıyla, geliştirilmiş kasların, eklemlerin ve daha uzun aralıklarla kemiklerin kalıtsal yoldan geçmesi, bu kalıtsal inceliğin, yeni, giderek daha karmaşık duruma gelmiş işlemlere, giderek yenilenen biçimde uygulanması, insan elini, Rafael’in tablolarını, Thorwaldsen’in heykellerini, Paganinni’nin müziğini yaratabilecek bu yüksek yetkinlik düzeyine kadar getirmiştir.”(1)
Ne “el” el ve insan da insan olurken ne de çakmak taşından Rafael’in tablolarına insanlık şaheserleri yaratırken sermaye en küçük bir işlev üslenmiş, ama “el’in kendisi de dâhil tüm yaratıları, sadece ve yalnızca emeğin ürünü olmuştur. Sermayenin; bırakalım, belki emeğe reva görülen “tüketicilik”le tanımlanmaya en fazla hak kazanan el koyuculuk ve satın alıcılıktan gayrı tablo, heykel ya da müzik ve dolayısıyla bir yönüyle onlarla ifade edilebilecek tarih yapıcılığını: tarih sahnesine çıkışı bile, şunun şurasında, birkaç bin yıl öncesine dayanır. Bu, milyonlarca yılı bulan insanlığın tüm ”macerası” ile karşılaştırıldığında, saniyelik bir “an”dır. Ticaretin, dolayısıyla emek ürünlerinin parayla alınır-satılır olmasının, değişim değerleri üretiminin, henüz üretim ilişkilerinin asıl yönünü oluşturmamakla birlikte, ortaya çıkışı, insanlık tarihinin oldukça ileri dönemlerine özgüdür. Basit meta üretimi ve meta-sermaye ilişkileri ve giderek para, kölelik ilişkilerinin yanı sıra, ilkel komünal toplumu çürüten bir unsur olarak, onun çözülme ve yerini köleci topluma bırakma döneminde ortaya çıkmış ve önce köleci, ardından da feodal üretim ilişkilerine bağlanmış haliyle, toplumsal üretimi belirleyici işlev üstlenememiştir. Bunun için, kapitalizmin doğuşunu beklemek gerekmiştir.

EMEK, DİL VE İNSAN
Peki, neden dil sorununu tartışırken, emek ve organı “el”in üzerinde bunca duruyoruz?
Her şeyden önce şundan ki, emeğin ürünü ve organı olarak elin gelişmesi ve geliştikçe daha gelişkin emek süreçlerinin ortaya çıkışını koşullaması, insanlaşma sürecinden başlayarak, diğer insani işlevler ve onların organlarının, rollerini oynamak üzere, ihtiyaç olarak belirmesi, oluşması ve gelişmesine götürdü. Elin gelişmesi, organizmanın başka kısımlarının, örneğin insansı atalarımızın gırtlağının değişmesine, bunu dayatmak üzere, insanlaşmaya atılan ilk temel adımla birlikte girdiği başkalaşma içinde emek süreçlerinde toplumlaşmaya yönelen insansıların birbirleriyle ilişkilerini ilk düzenleyişlerine doğrudan etkide bulundu. Bu ilk ilişki düzenleyiş, zorunlu olarak birbirlerini anlamalarını, öyleyse birbirleriyle bir takım sesler aracılığıyla iletişim kurmalarını gerektirmekteydi. Dilin kaynağında emek süreci bulunur, dil emek süreci ile birlikte doğmuştur.
Ancak bu toplumun ferdi olarak yaşayabilen insanın önceli olan Antropoitlerin birbirleriyle bir türden ilişkiler içinde bulundukları, sürüler halinde yaşamış oldukları kesin olmalıdır. Bir yandan doğa karşısında bir arada etkinlikte bulunan, öte yandan, eli ve emeği, giderek bu etkinliğinin belirleyici ve gelişmekte olan temeli haline gelmeye başlayan insanlaşan insan; birbirine bağlı iki yönlü ilerleme içine girdi: Hem emeğini uygulayarak içinde yer aldığı her yeni ilerleme, doğal nesne ve olaylarda içkin yeni özellikleri keşfetmesine ve perspektifinin gelişmesine götürdü, hem de emeğin ve emek süreçlerinin gelişmesi, insanlaşan insanın, sürü halinde bulunmadan toplum halinde ortaklaşa etkinlikte bulunmaya dönüşmesinin yolunu açtı ve insan ancak bu süreçte insan oldu. Engels’in kısa ama önemli özeti şöyledir:
“… emeğin gelişmesi, karşılıklı dayanışma, ortaklaşa faaliyet durumlarını çoğaltma, ve bu ortaklaşa faaliyetin her birey için sağladığı yararın bilincine varma yoluyla toplum üyelerinin birbirine giderek yaklaşmasına zorunlu olarak yardım ediyordu. Kısacası, oluşum geçiren insanlar, birbirlerine söyleyecek bir şeylerinin bulunduğu noktaya eriştiler. Gereksinme kendine bir organ yarattı: maymunun gelişmemiş gırtlağı, durmadan daha gelişmiş modülasyon elde etmek için yapılan modülasyon yoluyla yavaş ama sağlam biçimde değişti ve ağız organları, yavaş yavaş birbiri ardından düşünce ifade eden sesler çıkarmayı öğrendi.
“Hayvanlarla bir karşılaştırma, dilin kaynağının, emek sürecinden ve emek süreci ile birlikte doğduğu açıklamasının, tek doğru açıklama olduğunu gösterir. En gelişmiş hayvanların bile birbirlerine iletmek gereksinmesini duydukları pek az şey dahi, düşünce ifade eden konuşmayı gerektirmez.”(2)
Hayvanların konuşmaya, dolayısıyla bir dile ve dilini geliştirmeye ihtiyacı yoktur; çünkü ne emek harcarlar ne toplum oluştururlar ve ne de ikisinin birliği olarak bir arada emek uygulamalarını düzenleme ihtiyacı ortaya çıkar. Bunların giderek düşünmeye de ihtiyaçları olmaz ki, bu ihtiyaç, dil ihtiyacı ile ayrılmazcasına birbirine bağlıdır. Dil, her şeyden önce, düşüncenin bir takım seslerle başkalarına, kuşkusuz en başta birlikte etkinlik içinde olunan insanlara iletilmesinin aracından başka bir şey değildir. Öyleyse emeğin yanında ve onun etken oluşuna bağlı ve koşut olarak, insanı insan yapan temel varlık koşullarından olduğu gibi, dil; birbiriyle iletişim kurarak emeğini doğaya uygulayan insanın insanlaşmasının bir diğer temel varlık koşulunun, düşünmenin ve organı beyinin gelişmesinin yolunu da açmıştır. Burada kuşkusuz, karşılıklı etkileşimin sözünü etmek gerekir. Beyinin ve düşünmenin gelişmesi; dili ve konuşma organlarının olduğu kadar, emek süreçlerinin, emeğin ve organı elin gelişip yetkinleşmesini etkilemiştir. Tümünün birden gelişmesinin asıl temelini emek ve elin gelişmesi oluşturmuş; ancak, insan, gelişmeleri birbirlerini etkileyip koşullandıran dili ve konuşma organlarıyla beyninin gelişmesi, dolayısıyla birbiriyle iletişim kuruşu ve düşünerek uygulayacağı emeği önceden planlayışı, üstelik ikisi bir arada, bunu giderek ortaklaşa toplumsal bir etkinlik olarak düzenleyişi ile hayvandan kesin olarak ayrılmıştır.
Dilin önemi öylesine küçümsenemez ki, dilin ve konuşma organlarının düşünme ve organı beyin ile ilişkisinde birincil olan, önde gelen; dil düşüncenin ifade aracı olmasına karşın, dil ve organıdır. “Önce emek, sonra onunla birlikte dil – bir maymunun beynini etkileyen ve en önemli iki dürtü bunlardır ve bu etki altında maymun beyni, bütün benzerliğine karşın çok daha büyük ve çok daha yetkin bir insan beynine doğru gelişmiştir.”(3) Ama öte yandan, “Beynin ve ona eşlik eden duyularının gelişmesinin, gittikçe durulaşan bilincin, soyutlama ve sonuç çıkarma yeteneğinin emek ve dil üzerindeki tepkisi, hem emeğe, hem de konuşmaya daha çok gelişme için durmadan yenilenen bir dürtü verdi. Elin, konuşma organlarının ve beynin birlikte eylemiyle yalnızca her bireyde değil, aynı zamanda toplumda da, insanlar, giderek daha karmaşık işleri yapabilecek, giderek daha yüce hedeflere yönelecek ve erişecek güce vardı.”(4)
Dil, sonunda, insan tonlumu içinde birbirleriyle ilişki içinde kendilerini örgütleyen ve birlikte üreten insanları, birbirine bağlayan -emekle birlikte ve onun yanı sıra ikinci- bağı sağlamakla kalmadı; tek tek ve birlikte, toplumsallığı içinde, zamandaş olarak ve kuşaktan kuşağa aktarımını kapsayarak, düşünmeyi ve düşüncenin gelişmesini olanaklı kıldı. Hayvandan farklı olarak insan, -kuşkusuz diğer varoluş kaynakları ve etkileri ihmal edilmeden- denebilir ki, diliyle insan oldu. Nasıl eli serbestleşip emeğini doğaya uygulayabilir olmadan insandan söz edilemezse, konuşma organları ve dili gelişip yetkinleşmeyen insandan da söz edilemez. Diline ve dilinin sağladığı olanaklarına sahip olmadan, insanın emeğini yetkinleştirmesi mümkün olmayacağı gibi; giderek kuralları da oluşup sistemleşen ve bir kez sistemleştikten sonra, ancak çok uzun tarihsel dönemler içinde, o da ancak belli başlı yönlerine ilişkin olmayan bazı değişikliklere uğrayabilen dilbilgisinin, düzenleyip mükemmelleşmesini sağlayabildiği seslerden oluşan dil malzemesi, dilin sözcükleri, terim ve deyimleri olmadan insan düşüncesi ortaya çıkıp gelişemez. Dil ve sağladığı olanaklar olmadan düşüncenin “kendi olanakları” ile var olması imkânsızdır. “Dilsiz”, dil malzemesinden bağımsız düşünce olamaz. Dilsiz bir düşünce ve dilsiz bir insan toplumu tasarlamak, idealizmden başka bir şey değildir. Dolayısıyla insanın insan oluşu kadar, düşünüp önceden planlayarak üretmesi ve başka belirli amaçlarına uygun -siyasal, kültürel, hukuki vb.- pratikler geliştirmesi, elini ve emeğini kullanabilmesinin yanında dili sayesinde mümkün olabilmiştir.
O halde dilin belli başlı özellikleri şunlardır: 1) Dil, düşünme ve düşünceyi ifade aracıdır, “düşüncenin dolaysız gerçekliğidir'(5) İnsan kendi düşüncelerini ancak dil aracılığı ile var edebilir ve geliştirebilir; tekil insanın dil aracılığı olmadan düşünmesi, sadece başkalarına iletmesi, düşüncesini ifade etmesi değil ama kendi başına bile düşünmesi, başkalarına aktarmayacak olsa da düşünebilmesi olanaksızdır. 2) üstelik düşünme faaliyeti, tekil insana özgü, tecrit edilmiş bir faaliyet değil, ama tek tek insanların düşünceler geliştirmesi bile, önünde sonunda toplumsal bir faaliyettir. Dolayısıyla düşünme süreci, insanlar arasındaki ilişkiyi, düşünce alışverişini gereksinir ve bu alışverişin dil dışında aracı yoktur. Düşüncenin ifadesi ve aktarımının tek aracı dildir. 3) Düşünce aktarımı kapsamına girmekle birlikte, daha özel olarak, iletişim aracı olarak, yine insanlar dilden başka araca sahip değillerdir. Ne denli düşünce ifade etmekten uzak olursa olsun, insanlar arasındaki en sınırlı haberleşme bile, dilin araç olarak kullanımı alanına girer. 4) Dil, tümünün toplamı olarak, insanların siyasal, kültürel, ekonomik vb. tüm alanlarda, toplumsal ve günlük yaşamda birleşik faaliyetini düzenlemesine aracılık eder. Dilin düzenlemediği ya da dilsiz, sessizliğe gömülü bir toplumsal faaliyet yoktur ve hiç olmamıştır.
O halde dil, tüm yönleriyle insan toplumunun hizmetindedir. Sınıfsız toplumda, ilkel komünal toplumda tüm toplumun hizmetinde olduğu kadar, sınıflı toplumlarda da, şu ya da bu sınıfın değil ama tüm insan toplumunun hizmetindedir. Bundan, özellikle üst sınıfların, özellikle kastların varlığı koşullarında, dile, kendi jargonlarını ya da bir takım uydurma dilleri geliştirme ve topluma dayatma yoluyla müdahale çabasına girmedikleri ve girmeyecekleri anlamı çıkmaz; ama bu çabanın toplumun bütünü açısından beyhudeliği sonucu çıkar.

İLKEL TOPLUMSAL ÖRGÜTLENME VE DİL YA DA DİLİN İLK ÖZGÜLÜĞÜ
İnsanın insanlaşması ve aynı süreçte toplumlaşması, belirtildi, dile ve dilin gelişimine de dayanarak gerçekleşti. Ve ama kuşkusuz, insan toplumu, hemen, örneğin sermayeye ve sermaye örgütlenmesi olan bir toplumsal düzene “kavuşmadı”. Gelişmemişliği ve doğa karşısındaki acizliği nedeniyle insan insana yeterince yabancıydı, henüz yeni toplumlaşmaktaydı. Ve emek ürünleriyle ilişkisinde, insan emeğinden henüz dışlanmamış, insan, kendi faaliyetiyle kendisine yabancılaştırılmamıştı. Tersine, henüz ancak emeğiyle varolma uğraşına yeni başlamıştı. Öte yandan, bir “vahiy”e bağlı olarak ya da Babil Kulesi örneği mitolojik söylencelerdeki gibi öncesiz bir “ortak dil”e sahip olmadı. Ne “ol” denince “oldu” ne de Kuran’ın ilk cümlesinde yazıldığı gibi “ıkra” denince okudu ya da konuştu.
Mitolojinin “ortak dili” ya da “Âdem ve Havva”nın konuştukları ve onlardan başlayarak tüm insanlara yayıldığı teolojik açıdan iddia edilen “tek” dil hangisiydi? Babilce mi, İngilizce ya da Arapça mı, yoksa bir dönemler ırkçı “güneş-dil” teorisyenlerince pek sevildiği ve iddia edildiği gibi, “Orta Asya’dan tüm dünyaya yayılan” Türklerin dili Türkçe mi?
Herhangi bir sınıf ya da kast kendi jargonu ya da dayatma peşinde olduğu “toplama” bir uydurma dili insan toplumunun dili yapmadığı, buna hiçbir zaman güç yetiremeyeceği gibi, insanlar sahip oldukları bir “ortak dil”i giderek unutmamışlar, dilde böyle bir “ortaklık”tan farklılığa gidiş yaşanmamıştır.
İnsan bir tür maymundan gelip İnsanlaşırken, milyonlarca yıla yayılan geçiş süreci tek merkezli gerçekleşmemiştir. Gerçi, “insanın uzaydan geldiği”ne ilişkin “modern” menkıbeler de ileri sürülmemiş değildir. Ancak, çok merkezli gelişme kesinleşmiş olsa bile, hâlâ tartışılmakta oluşunu dikkate alarak tek merkezlilik-çok merkezlilik sorununu bir yana bıraksak bile, ilk kez -doğal koşullardan korunmak için ayrıca emek harcamadan yaşamaya elverişli her zaman sıcak iklime sahip- Java ya da Afrika, Avrupa ya da Çin’de veya başka yerlerle birlikte tümünde birden -birkaç on ya da yüz bin yıllık farklılıklarla- zamandaş olarak ortaya çıkmış oluşundan bağımsız olarak, insanın ortaya çıkışı, diliyle birlikte olmuştur; ancak bunun genel olarak kabulü, bize sadece, dillerin ortaya çıkışına ilişkin ipuçları sunar.
İnsanın -ve kuşkusuz insan toplumlarının, uygarlığın- çok merkezli gelişimi kuramı, kuşkusuz baştan, farklı çok sayıda dilin varlığı ve kendi özel yollarından gelişimlerini ön varsayar. Ancak sorun, -konu önemli olmakla birlikte- tek merkezlilik-çok merkezlilik tartışması içine sıkıştırılamaz. Yakın tarihlere kadar ağırlıkla kabul gören tek merkezli yayılma kuramı doğru kabul edilse bile, ya da çok merkezlilik kuramının kabulünden bir sonraki adımda, yine, insan toplumunun gelişme koşullarının ve insan ihtiyaçlarının “‘tek” ya da “ortak” dili olanaklı kılmadığı sonucuna varılır. İnsan toplumları, Java ya da Afrika’da farklı farklı dillerle konuşmaya başlamakla kalmamışlar, ama her bir “merkez”e ya da tek merkezlilik kuramına göre “tek merkez”e ait kabul edilen binlerce ve binlerce küçük “merkezcik”te ortaya çıkıp gelişmeye başlamışlardır. Aslında “merkez” ya da “merkezler”, zaten binlerce küçük merkezciklerdir. İnsansılardan bu yana alınırsa, toplumlaşma sürecine giren her bir sürü, kuşkusuz bir dizisi birbirleriyle ilişki içinde ve birbirlerini etkileyerek, ama kesinlikle birden bire büyük toplumlar ya da uygarlıklar oluşturmadan, kendi yollarından insanlaşmaya ve ilk ve en basit bağ olan kan bağıyla birbirine bağlı küçük topluluklar olarak toplumlaşmaya, dolayısıyla kendi aralarında iletişim ihtiyacını karşılamak üzere, insanlaşma halindeki kendi küçük topluluklarının, giderek barbarlık koşullarındaki kendi gens ya da klanlarının dillerini geliştirip kullanmaya yönelmişlerdir. İnsanlar ilk toplumlaştıklarında kan bağına dayalı -temel örgüt biçimi ya da kurum olarak diğerlerini de türeten ve sonra giderek onların asli bileşeni olan- gens (soy), kabile ve aşiretler olarak örgütlenmeye, belki de en doğru deyimle “uyum sağlamışlardır”. Henüz hayvanlıktan kurtulmaya ilk yöneldikleri aşağı yabanıllık döneminin sürüden farklılaşma koşullarından devralınan, tümüyle kendinden gelmeliğin kandaşlık ilişkileri (hâlâ bazı hayvan türlerinde de gözlenebilen, tamamen serbest cinsel ilişkiye dayalı ilkel “kandaş aile”) dışında, ellerinin altında hazır, insanları birbirine bağlayacak başka bir bağa sahip değillerdir.
Fazla rastlantıcı olan, yeryüzünde ancak tek bir “şanslı” maymun sürüsünün insan toplumunu -kuşkusuz bunun doğal sonucu olarak, tek bir “şanslı” maymunun da insanı- öncelediği/önceleyebileceği düşüncesi, pek gerçekçi görünmemektedir; ama doğru kabul edilse bile, yine de, insanlığın tek bir dille yola çıktığı kolaylıkla ileri sürülemez. Şundan ki; henüz daha maymundan ayrılmamış ya da yeni yeni ayrılma yoluna girmekte olan atalarımız, tıpkı olağan maymunlar gibi bitkilerle besleniyor ve doğanın bahşettiklerinden fazlasına -üreterek- sahip olacak durumda olmadıklarından, giderek kaynaklarını tükettikleri bir beslenme bölgesinden diğerine sürüklenirken, doğal sınırlara sahip beslenme bölgelerini de dolduruyorlardı. Üretmeyen ama yalnızca tüketen atalarımızın bu “toplamacılığı”, Engels’in deyişiyle “yağma ekonomisi”, insanlaşmaya kendi katkısını yaptı. Nesilleri kapsayan görece uzun bir sürede, organizmalarının da değişiklik geçirmesine yol açarak, beslenme ihtiyacı ama beslenme alanlarının dolması, yeni bölgelere dağılmaların yanında bir başka çözümü daha koşulladı: En zeki ve çevreye uyarlanabilirlik yeteneği en gelişmiş olan maymun türü alışageldiği besinlerden başkalarını tüketmeye, besinlerini çeşitlendirmeye yöneldi. “Şanslı” maymun, zorunlu olarak, “yenilik” arayışı içinde ve çevreye uyarlanabilme yeteneği üstün maymun olabildi; “şans” tek bir maymun sürüsüne özgü değildi, belirli bir tür, henüz gerçek anlamda emek harcamıyor olsa bile, onun ön adımlarını atma girişimleri içine girmekteydi. Beslenme ihtiyacının giderilmesinde şekillenen bu arayış çabası ve yetenek, organizmayı farklılaştırmaya başlamıştı. Ardından sıra et yemeye, bunun için avlanmaya, sonra da hayvanların evcilleştirilmesine geldi. Ama rastlantısal olarak yaralı ve ölü balık ve hayvanları bulup yemenin et yeme alışkanlığının önünü açtığı söylenebilecek olsa bile, önce balık ve sonra et yeme, kural olarak, bugüne kadarki arkeolojik araştırmaların bulgusu olarak keskinleştirilmiş taş parçalarının av amacıyla kullanılmasını, öyleyse emek ürünü olarak üretilmelerini gerektirdi. İşte dilin oluştuğu süreç, insansıların, bir yandan -özellikle ırmak boyları ve deniz kıyılarını izleyerek- farklı bölgelere yayıldıkları, bir yandan da bulundukları bölgelerde hem türler olarak farklılaştıkları hem de, dili de geliştirecek tüm yetenekleri gelişerek ve alet yapmaya girişerek, aynı zamanda avlanmak ve kendilerini birlikte korumak üzere kendi aralarında örgütlendikleri bu süreçti: İnsanlaşma süreci. “Şanslı maymun”, tek bir maymun sürüsü, ya da tek bir sürünün teki bir maymunu değil, ama en zeki ve yetenekli maymun türüydü, insanlaşmaya adımlarını atmaya başlayan insansıydı. Ve bu türün yaşadığı tüm alanlar, insanlaşma alanları, dolayısıyla dilin de ortaya çıkış alanları oldu. Ve sonuç olarak, tek merkezli olsa bile, bu merkezin farklı bölgelerinde, örneğin Java ya da Afrika’nın şurasında burasında, ya da doğrusu, tüm yaşamaya elverişli iklime sahip alanlarda, insan, diliyle birlikte ortaya çıktı; insanlaşmaya bağlı olarak doğan insan topluluklarının tümünde, insanların kendi aralarında iletişim kurma ve anlaşma, ortak işler düzenleme ihtiyaçlarını gidermek üzere, her toplulukta ayrı ayrı kendi özel dillerini türetmeleriyle insan oldu. Tek ya da çok merkezde, “şanslı” türün insanlaşmaya başladığı alanlarda, insansı ve en çok da insanın, neredeyse hemen başlayan yayılmalarıyla çeşitlenen dillerin ilk ortak kökenleri oluştu. Belirli merkezlerde, yayılmaya bağlı dil farklılaşmalarının, bugünkü dil farklılıklarının, belirli ortak dil ailelerine mensup olmasını açıklayan ortak diller türedi. Hint-Avrupa, Ural-Altay, Afrika ve Çin vb. dil aileleri gibi.
“Kandaş aile”nin kandaşlar arası cinsel ilişkinin yasaklanmasına bağlı olarak dönüştüğü “ortaklaşa aile”nin, insan soyunu sağlamlaştırarak ve gelişmesini garanti altına alarak yol açtığı ilerleme; hemen tüm halkları kapsayarak, orta ve yukarı aşamalarıyla yabanıllık ve sonra barbarlık dönemlerinin toplumsal örgütlenmesinin temelini oluşturan gens’e götürdü. Büyüyen ve büyüdükçe yeni akraba genslerin ortaya çıkışına yol açarak bölünmelere uğrayan gensler kandaş örgütlenmenin asıl unsuruydu. Birkaç akraba gens bir kabile oluşturuyor, aynı şekilde, ortak dölden gelenlerin birliği olarak aşiret, birkaç kabileden bileşiyordu. Tüm toplumsal örgütlenme kan bağı üzerine kuruluydu.
Dilin gelişmesi, insanların -kandaşlar ve düşman soylar arasında- birbirleriyle ilişki halinde doğayla ilişkilerinin bu toplumsal örgütlenmesi koşullarında gerçekleşti. İlk elde, birbirleriyle iletişim kurma, fikir birliği yapma ve ortak eylemler gerçekleştirme ihtiyacı; gensler ve ortak atadan gelen genslerin birliğinden başka bir şey olmayan aşiretler açısından yakıcıydı. Her aşiret tek bir dile sahip olmak zorundaydı ve öyle oldu.
Ancak, daha çok düşmanlara karşı işbirliği, ama aynı zamanda doğa karşısında (kuraklık ve göçler örneğinde olduğu gibi) elbirliği etme zorunluluğu ve öte yandan evlenmeler dolayısıyla aşiret akrabalaşmaları, çoğu toplumlarda aşiretler konfederasyonlarına götürüyordu. Bunların bir kısmı (daha çok, akrabalık bağlarına sahip olanları) görece kalıcı oluyor, diğerleri, kesin bir barışın sağlanamadığı durumlarda aşiretler arası bitip tükenmek bilmeyen savaşlar nedeniyle dağılıyorlardı. Ama görece düzensiz bir araya gelişler bile, farklı aşiretlerin bir arada eylemlerini ve görece düzenli ilişkilerini hem gereksiniyor hem de koşulluyordu. Bu ilişki ve yakınlıklar, dilin gelişmesini etkiledi. Genellikle aşiret konfederasyonları görece basit lehçe (diyalekt) farklılıklarıyla tek bir ortak dil kullanıyorlardı. Belirli bir bölgenin aşiretlerinin dilleri ise, birbirlerinden az çok farklara sahip lehçelerdi. Aşiret ile lehçe, çekinmeden söylenebilir’ ki, zamandaş olarak oluşmuştur. Engels, aşireti belirleyenler arasında “Yalnız o aşirete özgü bir lehçeyi de belirttiği “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”nde buna değinir; “Gerçekte, aşiret ve lehçe düşümdeştir (yani aynı zamanda oluşan iki şeydir). Amerika’da, bölünmeler sonucu yeni aşiret ve yeni lehçelerin oluşması, daha yakın zamanlara kadar görülüyordu…”(6)
Giderek barbar halkları, kavimleri oluşturan aşiret toplulukları halinde yan yana bulunuş ve özellikle dalgalar halinde barbar akınları ve göçlerde ifadesini bulan birlikte eylem; aralarında bazen lehçe farklarını da aşan dil farklılıkları bulunan ortak ya da birbirlerine yakın (aynı kökten gelme) dillerin gelişmesine götürmüştür. Süreç, daha başından kendi diyalektiği ile bir yandan dil benzeşme ve birlikleri, diğer yandan dillerin farklılaşması biçiminde gelişmiş ve insan toplumunun özellikle tarıma dayalı olarak yerleşik hal alması ve uygarlıkların kuruluşu ile, bu alanda “taşlar”, görece yerli yerine oturmuştur. Bundan sonra, belirli halkların başkaları tarafından yenilmesi ya da başka nedenlerle güçten düşmesi ve hatta Likyalılar gibi yok olmasına bağlı olarak, asimilasyon yoluyla bir dile bağlanan ve onun egemenliğine giren ya da düpedüz yok olan ve başka dilleri emip hızlı bir gelişme ve ilerleme gösteren diller ve dile dair dalgalanmalar olmamış değildir. Bu dalgalanma, daha bugün bile, sürüyor. Örneklerden biri, son Ubıh birkaç yıl önce yaşama veda edince yok olan Ubıhça’dır. Tamamen özgürce gelişebildikleri ve teşvik edildikleri dönem olan Stalin döneminin sonrasında onlarcası tarihe karışan dillerden sadece biridir, Ubıhça. Diğer örnek ise, iktisadi-siyasal ve teknik üstünlüğe bağlı olarak, neredeyse onları ele geçirmek üzere hemen tüm diller içine sızan İngilizcenin üstünlüğü ve etki alanının büyümesidir.
Ancak şu söylenebilir ki; belirli kökenlerden gelen halklar geniş kıtalar üzerinde yayılarak, giderek hemen tüm yeryüzünü kaplamışlardır. Başlangıçta genslerden hareketle oluşan aşiretlerin bölünmesiyle bu halklar giderek “değişmez” aşiret grupları haline gelmişlerdir, ilksel ve ilkel aşiret dilleri de; çoğu yerde, giderek aralarındaki eski ilkel birliğin izlerinin bile silinmesine götüren bu bölünmelere bağlı olarak, bir yandan artık birbirlerini hiç anlamaz hale gelmelerine dek değişip farklılaşarak ayrı ayrı dillere kökenlik etmiş, öte yandan kavimler halinde birlik ve yakınlıklara bağlı olarak, az çok farklılıklarla dil birlik ya da yakınlıklarının zeminini sağlamıştır.
İnsanlık, dilin gelişmesi bakımından, uygarlığa adımını attığı andan kapitalizmin şafağına kadar, belirli dilsel dalgalanmalarla az-çok kararlı bir dönemden geçti denebilir. Bu dönem, tüm köleci ve feodal emperyalist yağma ve zorbalığa, bütün yayılmacılığa karşın, diller üzerinde özel bir baskının pek yaşanmadığı bir dönem oldu. İnsanlar, yığınlar halinde köleleştirildiler, serfler olarak toprağa ve kişiye bağımlı kılındılar, ancak buradan gelme zor (ki, hem köleci hem de feodal zor iktisat-dışı baskıdır, siyasal zordur) dışında, özel olarak kendilerini anadillerinden koparmaya, onlara başka dil dayatmaya yönelik baskı ve zor ile pek karşılaşmadılar. Roma İmparatorluğu’nda yüzlerce dil konuşuldu, tıpkı kutsal Roma-Germen ya da Emevi imparatorluklarında olduğu gibi. Bağımlı kılınmaya, haraç vermeye, köleleştirilmeye yönelik baskı ve fetih savaşları en çok bu dönemde görüldü, ancak bu baskı diller üzerinde baskıyı pek içermedi ya da bu tür bir baskıyla tamamlanmadı. Çünkü dil, ayırt edici bir belirleyendi; ancak ulusların ve ulusal hareketlerin doğuşuna kadar yağmacı sömürücü zorbalığın hareketsizleştiricisi bir birleştirici-dönüştürücü unsur haline gelmeyecekti. Öte yandan ve asıl olarak, henüz geniş ölçekli olarak, tek dil (ve tek dilin konuşulduğu alanların iktisadi ve siyasal birliği) ihtiyaç haline gelmemişti. Köleci ve feodal ekonomi, içe kapalı iktisadi birimleri öngörüyor, onlarla yetiniyordu. İki iktisat da, küçük ölçekli idi ve insanların birbirleriyle anlaşmalarını ve öyleyse tek dili, geniş ölçek üzerinde gereksinen büyüklüklere sahip değillerdi. Pazarlar, yerel pazarlardı ve başlıca, tek dilin geçerliliğini gereksinen ulusal devletlerin kuruluşunu dayatan ulusal pazarlar oluşmamıştı. Öyleyse, kapalı ekonomilere sahip derebeylikler, prenslikler vb.’de tek dilin kullanılışı, ama komşularda farklı dillerin bulunuşu; iktisadi bir sakınca ya da zorluk oluşturmuyor ve farklı dillerin baskılanması ihtiyacı doğmuyordu. Sözü edilen dönem, sömürücü zorbaların da köle ve serflerin de, birlikte, ayrı ayrı dilleri konuştuğu ve diller ve dil farklılıklarının çatışmaları belirleyici dinamik olmadığı, henüz uluslar ve bu ulusları ulus eden dinamiklerden olan ulusal dillerin ortaya çıkmadığı ve uluslar ile birlikte tarihsel gelişmeye damgalarını vurmadığı zamanları ifade etmekteydi.
Buraya kadar söylenenlerden kolaylıkla anlaşılacaktır ki, dil, en başta, insana özgü, -öncelikle emek ile birlikte- insan toplumunu var eden toplumsal bir olgudur, insan dilsiz, kuşkusuz anadili olmadan, düşünülemez. Ve ikinci olarak dil, birbirinden ayrıntıda farklılıklara sahip lehçeleriyle birlikte, insanın ilk toplumsal örgütlenmesi olan gens ve aşirete özgüdür.

ULUS VE DİL YA DA DİLİN İKİNCİ ÖZGÜLÜĞÜ
Sonra uzunca bir tarihsel dönem, ilkel komünal toplumsal örgütlenmeyi ya da barbarlığı takip ederek köleci ve feodal toprağa bağlı örgütlenmelerle sürdü. İnsanlar, köle ve sonra serf olarak yerleşik üretime geçer ve ama toprağa -ve kişiye, köle sahibi ve derebeyine- bağlanırken, gens ve aşiret örgütlenmesi dağıldı. Ancak bu dağılma, ne birden bire oldu ne de kalıntıları hatta neredeyse zamanımıza kadar sürmeden edebildi. Bir yandan aşiret bölünmeleri ve süreç içinde bu toplumsal örgütlenmenin dağılmasıyla diller farklılaşırken; diğer yandan, aşiret yakınlık ve ilişkileri kadar, köleci ve feodal toplumsal örgütlenme üzerinde yükselen uygarlığın, en başta, denizciliğin gelişmesiyle, çok geçmeden ortaya çıkan meta üretiminin gelişmesine ve bu uygarlıkların Yunan, Roma ve sonra Roma-Germen vb. site devletleri ve imparatorluklara götürmesine bağlı olarak, artık aşiretin ötesinde de, diller hem yayıldı hem de dil yakınlıkları gelişti. Örneğin, eski Yunanlılar denizcilik ve ticaretin ilerlemesi ve kurdukları deniz-aşırı koloniler yoluyla dillerini İtalya’dan Kafkasya’ya kadar taşıdılar. Latince, yayılması boyunca bu temelden yararlandı ve sonra hemen tüm Avrupa dillerinin gelişmesine dayanaklar sağladı. Önceden kalma aşiret yakınlıkları da, buna katkıda bulundu. Latincenin dinsel dil oluşu bunu kolaylaştırdı. Hıristiyanlaşmaya bağlı olarak Latince çeşitli halkların yaşamına girdi, dillerini etkiledi. Belli başlı diller, bu dönem boyunca, ileride sağlayacakları ilerlemenin zeminine sahip oldular.
Ama bu dönemde henüz birçok lehçe ve dil yok olup gidiyor ya da başka bir dil içinde eriyordu ve gelişmesinin önünde toprağa ve kişiye bağlılık engeli olan küçük meta üretimi ve ticaret ile askeri fetihlerin ötesinde, üretim birimleri ve üretken insanı, dilleriyle birlikte birleştirecek bir dinamik görünmüyordu. Üretimin doğallığı, içe kapanıklığı ve yerelliğine koşut olarak yerel dil ve lehçeler yaygındı. Bu yerel dil ve lehçeleri aşiret ilişkileri koşullamıştı, ancak aşiret örgütlenmesinin dağılmasıyla, kalıntılarının yanı sıra, toprağa bağlı ilişkiler, bu yerelliğe dayanaklık etti. Tek ya da az-çok farklılıklarla tek dilin konuşulduğu geniş alanlar, tek bir ortak dilin gelişip serpilmesinin de temelini sağlamak üzere, iktisadi ve siyasal yönden bu genişliğe uygun örgütlenmemişti. Döneme damgasını bu yerellik ve farklılıklar vurdu.
Nihai çözüme, küçük meta üretimine kapitalist ilişkilerin sızması ve feodalizmin bağrında kapitalizmin gelişmeye başlamasıyla ulaşıldı. Kuşkusuz bu, göreceğiz ki, tarihsel bakımdan nihai çözüm değildi; ama bir sıçrama anlamına geldi.
Meta üretimi ve ticaret, daha ilkel komünal ilişkilerin, aşiret bağlarının dağılma döneminden başlayarak, ortaya çıkmıştı. Değişim için de üretiliyordu; ancak ne istikrara kavuşmuş bir pazar ya da pazarlar oluşmuştu ne de meta üretimi başat üretim biçimi durumundaydı. Köleci ya da feodal üretime bağlanmış haliyle süregiden meta üretimi, insan toplumunun ilerleyişini etkiledi, ama onu şekillendirici bir rol oynamaya güç yetiremedi. Bunun için üretici güçlerin, en başta emeğin üretkenliğinin, emekgücünün kendisinin de metalaşmasına elverecek düzeyde gelişmesi gerekti. Daha geniş ve kalıcı dil birliği ve kuşkusuz birliklerine ihtiyaç gösterecek ve onu koşullayacak olan, emeğin gelişkin toplumsallaşmasıydı. Oysa küçük üretim ve dayanağı olan bireysel emek; gerek özgür küçük köylülerin gerekse zanaatkârların basit meta üretimi, gerekse de köleci ve feodal üretim biçimiyle, üretimin ve emeğin tek var oluş hali durumundaydı. Yerelliği olduğu kadar, başat olarak tüketim için üretimi ve aynı anlama gelmek üzere içe kapanıklığı, öyleyse, kuşkusuz makina değil ama bireysel üretim aletlerinin kullanılabildiği tekilliği ve doğal üretimi dayatan; emeğin bu toplumsallaşmamış bireysel kullanımıydı. Toplumsal emeği olanaklı kılan, üretici güçlerdeki ilerleme ve mekanik düzenlerin, giderek makinanın üretime uygulanması ve alınır-satılır kıldığı emekgücünü giderek büyüyen üretim birimlerinde toplaması oldu.
Büyüyen üretici güçler, mekanizm, giderek makinalar, o ana kadar uykuda olan içe kapanık toplumsal yapılar içine bir “bomba” gibi düştü ve tüm bu yapıları paramparça etmeye başladı. Gelişen üretim teknikleri ve üretici güçler, önce basit elbirliğini, sonra manifaktürü ve ardından makinalı üretime dayalı fabrikayı yarattı, ama bunlar da, eski üretim biçim ve tekniklerini ezip geçmeye yöneldi. Aynı pazarda toplumsal emek ürünleriyle rekabet etmek zorunda kalan bireysel emek ürünleri ve dolayısıyla toplumsal emek karşısında bireysel emek, bu atılıma dayanamadı, pes etti. Tüm küçük üretim, yalnızca basit meta üretimi değil ama tüketim için üretim (en son biçimi olarak feodal üretim) iflas etmeye ve dağılıp yok olmaya başladı, meta üretimi, toplumsal emeğe dayalı kapitalist üretime bağlandı. Ama işte bu noktada, direnme halindeki küçük üretim, en başta feodal üretim ve daha da çok onun üstyapısı, tüm idari bölünmeleri, lonca sınırlamaları, ticari vergi ve harçları vb. ile feodal siyasal toplumsal örgütlenme, kapitalist gelişmenin karşısına dikildi, onun gelişmesinin engellerini sağladı. Pazarlarda kapitalist üretim ve değişimin hükmü geçiyordu ve bu üretim biçimi pazarları fethe çıkmıştı, buna zorunluydu, pazarsız edemezdi; ama bir kez pazarın oluşması gerekiyordu. Binlerce ayrıcalığıyla birlikte feodal siyasal parçalanmışlık ve yerellik, pazarın oluşmasının başlıca engeli durumundaydı. Bir yandan içten gelen kapitalist gelişme önlenemez yükselişini sürdürüyor, öte yandan karşısına feodal ayrıcalık ve parçalanmışlıklar dikiliyordu. Çatışma kaçınılmazdı ve çıktı. Kimi yerlerde ayaklanma ve savaşlar, kimi yerlerde ise iç başkalaşımlar yoluyla sonucuna vardı.
Bu süreç, konumuz açısından, ulusal dillerle birlikte, ulusların ve en uygun formunu ulusal devlet örgütlenmesinde bulan ulusal hareketlerin doğuş ve uyanış süreci oldu.
Feodal ayrıcalık ve sınırlamalar, siyasal bölünmüşlük, üretimde ve siyasal örgütlenmede yerellik, ayrı ayrı derebeylik ve prenslikler vb. tek bir pazar oluşturma uğraşında kapitalizm ve burjuvazinin ayağına dolanıyordu. Prenslikten prensliğe hukuk ve yasaların değişmesi, geçiş vergileri ve haraçlar, seyahat özgürlüğünün engellenmesi, bir prenslikten diğerine ortak dilin farklılıklar içermesi ve değişik para birimlerinin geçerli oluşu, yanı sıra işçi kaynağı emekçilerin toprağa ve kişiye bağımlılığı vb. ticareti, pazar birliğini ve kapitalist ilerlemeyi önleyen başlıca engellerdendi. Burjuvazi pazarını ancak, feodalizmi alt ederek ve, kapitalizmin açtığı yola girmiş özgürleşme peşindeki küçük üreticileri, başta köylülüğü, zanaatkârları vb. feodalizm karşısında ve tek bir pazar etrafında birleştirerek ele geçirebilirdi. Ulusal pazar, kapitalizmin yükseliş döneminin temel iktisadi birimi oldu. Burjuvazi, önüne düştüğü yoksullarıyla birlikte kendi iktisadını, dayandırabileceği tek toplumsal dayanak olan ulusa dayandırdı. İnsan, gens ve aşiretle çıktığı “macerasında ulusa varıyordu. Bütün bir ara dönem, yan ya da tam uyku halinde, bunu beklemiş gibiydi.
Ulus, tek bir kapitalist pazar etrafında birleşebilecek, tarihten gelme kültürel yakınlıklarla ortak manevi şekillenmeye hazır ve yatkın, pazarın oluşmakta olduğu topraklarda yaşayan ve giderek toplumsallaşan emeğin birbirine bağladığı insanlardan oluşacaktı. Burada dile, hiç de küçümsenemez bir rol düştü. Sadece aralarındaki iletişimin ve manevi bir birliğin oluşmasının ihtiyaç haline getirmesiyle değil ama ulusal pazardan başka bir şey olmayan topraklarını dış düşmanlara karşı birlikte savunma ihtiyacını da kapsayarak, tek bir ortak dil; tek bir ulusal pazarın oluşma ihtiyacı ve insanların birbirleriyle kolaylıkla değişimde bulunabilmeleri, birlikte toplumsal üretimi sürdürebilmeleri için de zorunluydu. İleride, süreç içinde, farklı dillerle de birbirleriyle anlaşabilir, değişimde bulunabilir ve üretebilirlerdi; ama ilk elde, en kolay ve en yol açıcı olanı, üstelik ulus olarak birleştirici rolünü oynayabileni, ortak dildi. Öyleyse, lehçelere varıncaya dek dil ayrılıkları ve bunu koşullayan yerelliğin aşılması ve tek ya da lehçe farklarıyla yakın dillerin konuşulduğu toprakların siyasal bölünmüşlüğünün giderilerek, bu dil ya da dilleri konuşan halkların birleştirilmesi; kapitalist gelişmenin dayattığı zorunluluk durumundaydı. Bu, ortak dilin birleştiriciliğini de kapsayan uluslaşma, ulusal birliğin sağlanması ve bunun doruğu olarak ulusal devletlerin kuruluşuyla gerçekleşti.
Kapitalizm, ulusal uyanışı tetikledi; halklar, yüzlerce yıllık içe kapanıklıktan ve uykularından uyanıp uluslaşmaya, aynı anlama gelmek üzere, kendilerini pazarın ve kapitalizmin kollarına atmaya yöneldiler. Özlemleri, kendilerinin efendileri olmak ve sömürüden kurtulmaktı; ama işler, umdukları gibi gitmedi. Toprak köleliğinden kurtuldular, ama kendilerini kapitalist kölelik zincirleriyle bağlanmış buldular. Kazançları; son sömürücü sınıf ve örgütlenmeye karşı, görece düzlenmesine katıldıkları bir zeminde sömürüye karşı ülke çapında birleşebilecekleri, iletişim, yerel kopukluklardan gelen dağınıklıklar vb. zorlukları çekmeyecekleri, tek bir proleter sınıf örgütlenmesini olanaklı kılan toplumsal ilerleme; en küçük haklarına göz dikse bile sınıf mücadelesinin gelişmesi bakımından en uygun zemin olan modern ulusal devlet ve elde edebildikleri demokratik haklar oldu.
Sömürülen ve ezilen yığınlar özlemlerini gerçekleştirememişlerdi ve kurtuluşları, artık daha açık bir biçimde gelişebilecek sınıf mücadelesinin sağlayacağı çözüme kalmıştı. Ama burjuvazinin hegemonyasında gerçekleşse ve onun iktidarıyla taçlansa bile, özünde ticaret özgürlüğü olan siyasal özgürlükler ve feodal keyfiliğe karşı hukuk önünde eşitlik olarak siyasal/hukuksal biçimsel eşitlik gerçekleşmiş, ulusal devlet çoğunlukla burjuva demokrasisi biçimini almıştı. Feodal ayrıcalık, sınırlamalar ve keyfilik karşısında, dil eşitliği ve özgürlüğü de içinde ulusal özgürlükler, kaçınılmaz demokratik içerikleriyle şekillenmiş ve zaten bu içerikleriyle halkın burjuvazi dışında kalan kesimlerini etrafında toplayabilmiş ve harekete geçirebilmişti. Ulusal dil talebi, dil eşitliği ve özgürlüğü, bu nedenle tamamen demokratik bir içeriğe sahiptir. Dil özgürlüğü ve bu alanda hak eşitliği, anadil hakkı, bu nedenle ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı kapsamındadır ve her ulusun ayrılıp kendi ulusal devletini kurma hakkı kadar kendi anadilini özgürce kullanma hakkının kayıtsız şartsız tanınması, demokratizmin en sıradan ilkelerindendir. Bu hak, kendi ezilenlerini de peşlerinden sürükleyen farklı ulusların burjuvaları arasındaki ulusal kavgalara bağlanmış dil kavgalarına da neden oluşu ve dolayısıyla, dil eşitliğinin inkârı genel eğilimi olması bir yana, bir zamanların -feodalizm karşısındaki- ileri burjuvazisi tarafından; “vatan” vb. kutsallıklar atfedilen ulusal pazarın ihtiyacı, tamamen burjuva bir ihtiyaç olarak ciddiyetle sahiplenilmişti. Kuşkusuz aynı burjuvazi, başka ulusların dilleri de dâhil bütün talepleri karşısında baskı uygulayıp kavga vermiş, ama kendi ulusunu tüm yönleriyle yüceltirken, “kendi” dilini de sahiplenip yüceltmişti.
Dil özgürlüğü ve birliğinin iktisadi temeli, anlaşılmış olması gerektiği gibi, kapitalist meta üretiminin, tam egemenliğini sağlamak üzere “kendi” ulusal pazarını ele geçirmek ve bunun için tek -ya da lehçe farklarıyla tek- ulusal dili konuşan halkın yaşadığı -feodal parçalanma alanları olan- bölgeleri siyasal bakımdan birleştirmek zorunda olması gerçeğindedir. Bu yakıcı gerçek, ulusal dilin gelişmesini ve yazınsal alanda kök salmasını önleyen tüm engellerin ortadan kaldırılmasını gerektirir, insanların birbirleriyle anlaşabilmelerinin tek aracı olan dilin ulusal ölçekte birliği ve engelsiz gelişimi; feodal ketlerinden kurtulup özgürleşmiş geniş ticari alış veriş için, insanların ayrı ayrı sınıflar halinde özgürce ve yığınsal gruplaşabilmeleri ve pazar aracılığıyla, büyüklü küçüklü satıcı ve alıcı tüm meta sahiplerinin ayrı ayrı ve bütün olarak sıkı bağlar geliştirebilmeleri için, temel bir koşuldur.
Eski köklerinden güç alarak, aşiret yakınlıklarından vb. beslenerek, yerleşik (dolayısıyla yazılı, yazının kullanıldığı ve kuşaktan kuşağa aktarımının ve kalıcılığın imkânlarını sağlayan) toplumsal örgütlenmelerin, bir yandan Mısır, Babil, Çin vb. ve diğer yandan Yunan ve Roma uygarlıklarının yaptığı katkıyla birlikte, ulusal diller bu süreçte ortaya çıktı. Yerel farklılıklar birden bire yok olmadı, var olmayı sürdüler, ama pazarın ve iletişim zorunluluğunun etkisiyle çok uzun olmayan bir sürede silinmeye yüz tuttular. Öyleyse modern diller, ulusla yalnızca bağlantılı değillerdir, ama tamamen ulusa özgüdürler. Zaten modern dil, adı üstünde, ulusal dildir. Anadil, eğer lehçe değilse, ulusal dilden başka bir şey değildir, olamaz. Lehçe ise bile, bir ulusal dilin lehçesi olmalıdır. Ama lehçe-ulusal dil ilişkisi, ilişkinin hem bugünü hem de dilin kökeni bakımından anlamlı ve açıklanabilir olmalı; bizde uzun yıllar boyu yapıla-geldiği gibi, Hint-Avrupa kökenli bir dili, Ural-Altay kökenli bir dilin lehçesi sayma şarlatan ırkçılığı marifet sayılarak, dilbilimi ve bütün bir insanlık tarihi baş aşağı çevrilip anlaşılmaz kılınmamalıdır. Çincenin İtalyancanın lehçesi olduğunu ileri sürmeye benzeyen anadil üzerindeki baskıcılık ve inkârcılığın işareti, aldatıcılık bile olmayan kafatasçılık, trajikomiktir.

DİL ÖZGÜRLÜĞÜ VE MARKSİZM
Ulusun kendisi oluşurken ulusal dil de oluşmuş, ulusal birlik, aynı zamanda bir dil birliği olarak şekillenmiştir. Stalin, ulusu belirleyen nitelikleri çok bilinen makalesinde özetlemektedir:
“Ulus, tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadi yaşam ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliğidir.”(7)
Eğer dil birliği yoksa ulusal birlik ve ulus da yok demektir. Ulusal dil, ulusu ulus eden başlıca niteliklerdendir. Öte yandan, ayrı bir dil varsa ve bu birlik, toprak ve iktisadi birliğin yanı sıra kültür ve ruhsal şekillenme ortaklığıyla birlikte bulunuyorsa; örneğin henüz bir ulusal devletin örgütlenmesine güç yetirilememiş olması, ulusu, ulus olmaktan çıkarmaz. Ulusal dil, bugünkü modern dünyada ayrı bir dil olarak, üzerinde tartışmalar yapılan “anadil” varsa, o, artık, ne aşiretlerin varlığıyla ve ne de salt kültürel bir varoluş olarak açıklanamaz. Kültür ortaklığını da mümkün kılmak üzere, ulusal dil olarak anadil, zaten bir kültürel sorun olarak da ortaya çıkar, ama varoluşu ve bunun koşulları, kültürellikle sınırlı değildir, olamaz. Kökleri, iktisatta, pazar ve toprak birliğinde, kapitalist gelişmede ve bu gelişmeye en uygun formu sağlayan uluslaşmada olmak zorundadır. Bütün diğer açıklamalar, anadilin yok sayıldığını, insanlık ve demokratizmle ilişkisiz olarak, başka nedenlerle, politik aldatmacalar malzemesi olarak kullanılma konusu edildiğini ve ama hem ulus hem de ulusal dilin baskılandığını gösterir. İşaret ettiği, ezilen ulustur, dil eşitlik ve özgürlüğünün bulunmayışıdır.
Kapitalizm gelişmesi boyunca, Batı Avrupa’da, istisnalar dışında, belli başlı ülkeler açısından, dil de içinde olmak üzere ulusal sorunu çözerek, ulusal devletler halinde örgütlenerek ilerlemiştir. Burada, ulusal hareketler ve ulusal devletlerin kurulması dönemi olarak yaşanan burjuva demokratik devrimler dönemi, başlıca 1789-1871 yıllarını kapsamıştır. Bu sorun, feodalizmin tasfiyesine bağlı olarak neredeyse sonu gelmez ulusal kavga ve çatışmaların nedeni olmuş, bu çatışmaların temelini daima pazar kavgası oluşturmuştur. İstisnai örneklerden üçü, İrlanda, Bask ve Korsika’dır ki, buralar, kapitalizmin en az geliştiği bölgelerdir. İstisnalar bir yana, bu ülkelerde, ulusal dil ve özgürleşmesi sorunu da içinde, uluslaşma ve ulusal uyanış, ilerici burjuva ulusal hareketler ve ulusal devletlerin doğuşu ve gelişmesi dönemi çoktan sona ermiştir. Bu ülkelerin “büyük” uluslarından her biri, artık hem kendi ülkelerinde hem de sömürge ve bağımlı ülkelerde başka ulusları ezerler, ezilen uluslar karşısında ezen ulus durumundadırlar.
Kapitalist gelişmenin yavaş olduğu geri kalmış Doğu Avrupa’da, ulusal hareketler dönemi de olarak burjuva demokratik devrimler dönemi, gecikmeyle, ancak 1905’te başlayabilmiş ve ama kapitalizmin ömrü ulusal sorunu çözmeye yetmemiş, ulusal sorun, esas olarak, Sovyet Devrimi ile birlikte, sosyalizme bağlanarak çözülmüştür. Buraya Çin de dâhil edilebilir. Bu çözüm, ulusal kavga ve çatışmaların sonu olduğu gibi, diller bakımından sınırsız bir özgürlük anlamına gelmiştir. Yalnızca SSCB’de yüzden fazla dil serbestçe gelişme ve kendini zenginleştirme imkânı bulmuş, ulusal çatışma yerini proletarya enternasyonalizminin yön verdiği ulusal kardeşleşme ve yakınlaşmaya bırakmıştır. Türkiye’de de demokratik devrim dönemi gecikmeyle ve üstelik yukarıdan 1908’de başlayabilmiş, çok-uluslu Osmanlı İmparatorluğu ulusal uyanış ve hareketler açısından dayanıklı bir zemin sağlayamamış, emperyalistler arası çekişmelerin de etkisiyle parçalanma ve ayrı ulusal devletlerin kuruluşu kaçınılmaz olmuş; Türkiye, imparatorluktan devraldığı çözülmemiş ve zaman zaman alevlenen ulusal sorun ve kavgalarla birlikte yaşamayı sürdürmüştür.
Ardından, -kökleri bir önceki döneme dayanan Asya’nın ulusal uyanışını da kapsayarak- başlıca 2. Emperyalist Savaş sonrası sosyalizm-kapitalizm karşıtlığı döneminde, yerini, yeni sömürgeciliğe bırakmak üzere sömürge sistemi çözülmüş, ortaya, görünüşte bağımsız çok sayıda ülke çıkmıştır.
Şimdi, Doğu Avrupa, eski SSCB toprakları ve çok sayıda görünüşte siyasal bağımsızlığına sahip bağımlı ülke açısından, hem bir bütün olarak emperyalizm karşısında bağımsızlık sorunu içeriğiyle ulusal sorun, hem de birçoğunda ezen ulus-ezilen ulus ilişkisinin varlığı üzerinden, yine tüm gericiliğin olduğu gibi ulusal baskının da kaynağı emperyalizmi hedeflememezlik edemeyecek olan ulusal bağımsızlık sorunu olarak ulusal sorun gündemdedir. Ve bu sorunun, genel bir demokratikleşme olmadan, artık sosyalizm mücadelesine bağlanmış bir demokratikleşme olmadan çözümü olanak dışıdır. Doğu Avrupa’da kapitalizmin yeniden kuruluşuna bağlı olarak yeniden ulusal kavga ve çatışmalar hortlatılmıştır; bağımlı ülkeler de dâhil tümünde, hem diller hem de genel olarak uluslar baskı altındadır ve en başta emperyalizme bağımlı kılınmışlardır. İçeride, emperyalizmle birleşmiş işbirlikçi gericilik, yine ulusal baskı ve bağımlı kılma dinamiğidir. Artık, eskiden feodalizm karşısında olduğu gibi, kapitalizm, tarihsel bir ilerletici güç olmaktan çıkmış, tekellerle birlikte, tekelcisi burjuvazinin, küçük ve orta burjuvazinin tepkisini de üzerinde toplama durumunda bir gericilik, el kuyuculuk kaynağı olarak, tarihsel gelişmenin engeline dönüşmüştür. Ancak buralarda hâlâ ilerici ulusal talep ve ulusal hareketler dönemi kapanmamış; ama ulusal hareketler bakımından, tekelci kapitalizm ve hele dayatılmış neoliberal küreselleşme koşullarında kapitalizm karşıtlığına bağlanmaktan başka yol kalmamıştır.
Artık ne genel olarak ulusal talepler ne de dil eşitlik ve özgürlüğünün elde edilmesi burjuvaziden beklenemez. Ezilen ulusların burjuvazisi, özellikle orta ve küçük burjuvazi, kuşkusuz hâlâ dil de dahil ulusal taleplere sahip çıkacaktır. Ancak, başarı şansı kalmamıştır: öncelikle dil de dahil ulusal baskının kaynağını artık tekelcileşmiş kapitalizmin oluşturması nedeniyle. İkinci olarak, ezilen ulusun burjuvazisinin, bir yandan, onu, tekeller ve emperyalizmle uzlaşmacılık ve beklenticiliğe iten bağlara sahip olması ve diğer yandan da kendi kapitalist karakteri dolayısıyla, tekeller ve emperyalizmi tasfiyeye yönelmeye mecali kalmaması nedeniyle. Ve üçüncü olarak, yönelse bile bunu başarabilecek güçten yoksun bulunması nedeniyle. Özellikle son yılların küreselleşme koşullarında ortaya çıkan ulusal deneyler bunu kanıtlamaktadır. Ezilen ulus burjuvazisi, öyle görünmektedir ki, sıradan bir ezilen ulus milliyetçiliğinin ötesine geçememekte, emperyalizmle kapışmayı kolay kolay göze alamamakta, ne kendi halkının anti-emperyalist özlemleriyle ne de ezen ulus ve emperyalist ülkelerin işçi sınıfı ve emekçileriyle birleşmeye yanaşmamaktadır. (Kuşkusuz bu, aynı zamanda, bir güç ve güç ilişkileri sorunudur da ve gelecekte dünya proletaryası ve hareketinin gücünün artışına bağlı olarak, bir yönüyle değişebilecek bir eğilimi ifade eder. Ancak öte yandan, yukarıda sayılan üç nedenin, güç ilişkilerinin değişmesine rağmen, rolünü oynamaya devam edeceği de söylenmelidir.)
Oysa devlet kurma hakkı bir yana, örneğin dil eşitliği ve özgürlüğü konusunda, Amerikalı, Avrupalı vb. emperyalistler ve onların işbirlikçilerinin, tüm ulusal ve dil eşitliği ve özgürlüklerini inkâr edişlerini örten aldatıcı karaktersizliklerine bel bağlamak ve beklenti içine girip ezilen yığınları da sokmak yerine; yüzlerini, çıkarları gereği, tam eşitlik ve özgürlüğü ilke edinmekten başka çaresi olmayan işçi sınıfı ve emekçilere, onların bu ilkeyi savunan sınıf bilinçli ileri unsurlarına, devrimcilerine dönmeleri, ulusal bakımdan da gerçek güç kaynaklarının harekete geçmesi/geçirilmesi bakımından zorunlu olmasına karşın, bundan kaçınmaktadırlar.
Emperyalistlerin ve ezen ulus burjuvazisinin, en çok sıkışmış olduğu durumda bile, örneğin anadil ve dil eşitliği ve özgürlüğü konusunda, göstermelik önlem bile olmayan önlemlerden başkasını kabullenmeyecek olması, gerici burjuva karakteri gereğidir. Bu karakter, yüzlerce örneğiyle somutlanmış tarihsel bir gerçektir. Bunun tam tersine, bilinçli işçiler, Marksistler ise, tam hak eşitliğinden ve ulusal özgürlüklerden yanadır. Dil konusunda da böyledir. Bu da tarihsel bakımdan somutlanmıştır.
Nesnel çıkarları itibarıyla işçi sınıfı ve onların bilinçli kesimini oluşturan Marksistler, hiçbir nedenle hiçbir dile imtiyaz tanınamayacağı ilkesini benimserler. Hiçbir dil bir diğerinden üstün değildir. Uluslara ve dillere tam eşitlik ve özgürlük, sorunun gerçek çözümünün tek yoludur. Çok uluslu ve çok dilli ülkeler bakımından soruna bu yaklaşımın önemi can alıcıdır. Çok uluslu ve çok dilli devletler, kapitalizmin genel eğilimine aykırı ve bugüne feodalizm ve askeri emperyalizm koşullarından kalma mirastır. Eski Rus Çarlığı, Osmanlı İmparatorluğu vb. gibi ülkeler, kapitalizmin geç gelişmesine bağlı olarak, dinsel askeri feodal örgütlenmelerinin çerçevesinde böyle devletlerdi. Tekeller ve emperyalizm koşullarını bu durumda karşılamalarıyla, ulusal devletlerin kuruluş dönemini ancak geç ve kenarından yakalayabildiler ya da bu olanağı teğet geçtiler. Ve bu ülkelerin ulusal sorunları bu nedenle ağırlaştı.
Oysa söylendiği gibi, kural olarak Batı Avrupa’da bu sorun, dil birliğinin de sağlandığı ulusal devletlerin kurulmasıyla çözülmüştü. Üstelik sadece bu biçimde değil, çokuluslu devletlere, sorunun çözümü bakımından ışık tutacak ayrıksı bir çözüme de, yine Batı Avrupa sahne oldu. Sözü edilen, İsviçre örneğidir.
Bu örnek, kapitalizm koşullarında ve demokratizm çerçevesinde, ulusal sorunun eşitlik ve özgürlük temelinde çözülebildiğini ve şimdi de -tekelci egemenlik ve burjuvazinin gericileşmesi nedeniyle- sosyalizmi hedef alan demokrasi ve ulusal bağımsızlık mücadelesinin yan ürünü olarak, benzer bizimde çözülebileceğini ortaya koymaktadır. Bu örnek göstermektedir ki, ulusları ve dilleri baskı altında tutmak, ülkenin geleceği bakımından hiç de gerekli değildir ve o, çok korkulan bölünmeye hiç de neden olmamaktadır. Üstelik eşitlik ve özgürlüğün, ayrılma hakkının, hak eşitliğinin tanınması, en sağlam gönüllü birliğe götürmüştür. Bu nedenle, İsviçre örneği, Marksizm’in, çok uluslu bir ülkede, nesnel ve beyinlerdeki ulusal çitleri, önyargı ve kaygıları aşmanın, ulusal kaygı ve çekişmeleri gidermenin ve ulusal kayıtsızlığı yerleştirerek ulusallığı sorun olmaktan çıkarmanın, birlikte kardeşçe yaşamanın en sağlam, öyleyse zora dayanmayan ama gönüllü birliğin tek yolunun; ayrılma hakkı dâhil, tüm ulusal hakların, konumuz açısından, dil eşitliği ve özgürlüğünün tanınması olduğuna dair tezinin bir doğrulanmasıdır.
Ulusal sorununun, devlet kurma hakkı açısından hiçbir ulusun ayrıcalık sahibi olmadığının tesliminin yanı sıra, dil sorunu açısından da, resmi dil ya da devlet dili olarak hiçbir dile ayrıcalık tanınmaması ve tam hak eşitliği ve özgürlüğün kabulüne dayanan, mali sermaye egemenliğinin bugünkü koşullarında, ancak sınıf mücadelesinin bir yan ürünü olarak elde edilebilecek kapitalizm çerçevesindeki çözümünün İsviçre örneği; hem olanaklı ve hem de geçerli tek çözüm olarak şöyledir: İsviçre, kendi parlamento ve hükümetlerine sahip çeşitli ulusların, oluşturdukları kantonlar yoluyla sâğladıkları gönüllü birliğin örgütlenmesidir ve ne ayrı parlamentolarla kantonların varlığından ne de ayrı dillerin resmen tanınmış olmasından İsviçre en küçük bir zarar görmüştür. İsviçre, bu nedenle bölünüp parçalanmadığı gibi, tersine, sağladığı yarar büyüktür. Bu ülkede tek bir ortak dil, bir resmi dil yoktur, ama üç resmi dil vardır ve bu da, bir bölünme nedeni olmamış ve tersine İsviçre’yi birleştirip bütünleştirmiştir. Bu ülkede nüfusun yaklaşık yüzde 70’i Alman, yüzde 22’si Fransız ve sadece yüzde 7’si İtalyan’dır. Ulusal sorunun bu çözüm örneğinde, halkın hiçbir bölümü, hiçbir hakkı bakımından yok sayılmadığı gibi, “küçüktür-büyüktür” gibi kaygılarla haklarının “boyu” da ölçülmemiş ve her ulustan halka eşit haklar tanınmıştır. “Eğer İsviçre İtalyanları, ortak parlamentoda sık sık Fransızca konuşuyorlarsa, onlar bunu, herhangi bir barbarca polis yasasının zoruyla yapmamaktadırlar (İsviçre’de böyle yasalar yoktur); Fransızca konuşmaları, yalnızca demokratik bir devletin uygar yurttaşlarının, kendiliklerinden, çoğunluğun anladığı dilde konuşmayı yeğ tutmalarından ötürüdür. Fransız dili, İtalyanlara karşı kin telkin etmez; çünkü bu dil, polis önlemleriyle zorla kabul ettirilmeyen, özgür ve uygar bir ulusun dilidir.” diye yazan Lenin, ardından, Rus milliyetçiliği yaparak Çarlığın tek resmi dil dayatmasını ve bunun için polis önlemlerini savunan liberallere soruyor: “O halde çok daha dağınık olan ve son derece geri olan ‘büyük’ Rusya, dillerinden biri için ayrıcalıklı bir durum yaratarak niçin gelişmesini frenlesin? Bunun tam tersini yapmak doğru davranış değil midir bay liberaller? Eğer Rusya, Avrupa ‘ya yetişmek istiyorsa, hangileri olursa olsun, bütün ayrıcalıkları, bir an önce, tam olarak ve en enerjik biçimde ortadan kaldırmak gerekmez mi?”(8)
Hiç kimse, Lenin’in liberallere yönelttiği soruları, sadece Rusya ile ilgili sorular olarak anlamayacaktır. Evet, bu sorular, tüm çok-uluslu devletler açısından geçerlidir”. Özellikle, Avrupa’ya yetişme, Avrupa’ya benzeme propagandasının geçer akçe sayıldığı ülkeler açısından daha da geçerlidir, Frenletici olan, ülkenin tüm iç dinamiklerinin harekete geçirilmesini önleyen, çünkü bu dinamiklerin bazılarını baskı altında tutan, bu baskıdan güç alarak, ezen ulustan halkın, bu ulusun işçi ve emekçilerinin de baskı altında tutuluşunun koşullarını besleyen; ulusal zorbalık ve imtiyazcılıktır. Farklı uluslara farklı davranmanın, öyleyse, ezen ulus burjuvazisinin çıkarlarının örgütlenmesi olarak, bölücü olan da, budur. “Bölücülük” paranoyası bir yana, özgürlüklerin ve hak eşitliğinin zayıflatıcı ve bölücü olmadığının kanıtı; önce İsviçre ve sonra, Lenin’in kurduğu ve tüm ulusların tam hak eşitliği üzerinde ulusal kardeşliğin sımsıkı örgütlenmiş olduğu, hiç kimsenin ulusal çekişme ve çatışmalar yüzünden bölünerek dağıldığını iddia edemeyeceği Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’dir.

DİLİN GELECEĞİ
Peki, ulusal sorun ve dil sorununda zora dayalı tüm uygulamaların, bütün ayrıcalıkların uzlaşmaz düşmanı olan ve tüm ulusal dillerin, sadece eğitim ve öğretim dili değil, ama öğrenim dili olmasının (“ulusal okul” değil) yanında, resmi dil olarak da benimsenmesini, dolayısıyla geliştirilmek için elden gelenin yapılmasını, bunun çok uluslu ülke için gerekli ve zenginleştirici olacağını savunan Marksistlerin, dillerin geleceğine ilişkin yaklaşımı nedir?
Marksistler, ezilenlerin talepleriyle ilgili başka her konuda olduğu gibi, dil konusunda, zora ve imtiyazlara karşıdırlar. Ama nesnel tarihsel gelişmenin kendiliğinden belirli dilleri eritip sönümlendirmesine karşı değillerdir. Tersine uzak bir gelecekte insan dilinin tekleşmeye gideceğini öngörürler. Bu eğilim, belirli dillerin, dayanakları gelişkin bazı başkaları içinde erimeye başlamış olmasında, bugünden yaşanmaktadır da.
Kuşku yok ki, kapitalizm tarafından teşvik edilen uluslar arasındaki gelişme farkları; teknoloji ve bilim vb. de içinde olmak üzere, genel olarak üretici güçlerin ve kapitalizmin gelişmesi bakımından, şirketler ve sektörler kadar, bölge, ulus ve ülkeler arasındaki eşitsizliği öngören kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının işleyişine bağlı olarak büyümektedir. Sıçramalı gelişim, aynı yasanın bir diğer yönü olsa bile, özellikle ezilen bağımlı uluslar açısından bu fark giderek olumsuz yönde açılacaktır. Son yüzyılda yaşanan budur. Almanya belki ABD’yi yakalayıp geçebilecektir ya da bu, belki Çin’e nasip olacaktır, ama Türkiye ya da örneğin Nijerya veya herhangi bir Arap ülkesi ve uluslarının bu şansı olmadığı ortadadır. Tarihin bu akışını saptamak gerekiyor. Bunda bir olumsuzluk var mıdır? Zor ve baskıdan arındırıldığında, yoktur. Mutlaka kaçınılmazlıkla gündemde olan zordan arındırıldığında, geriye, iktisadın katı zorunlulukları kalır. Kapitalizmin iktisadi gelişmesi ve sonuçları kalır. Ulusu ve ulusal dilleri var eden bu iktisadi zorunluluğun, kapitalizmin gelişmesi sürecinde, ulusal dil ve lehçelerin ve hatta dilleriyle birlikte bir dizi ulusların güçlüler lehine zayıflamaları ve giderek sönmeleri doğrultusunda etkide bulunması kaçınılmazdır ve bunda hiçbir sakınca yoktur; yeter ki, ulusal zorbalığa dayanmış olmasın. Marksistler iktisadi zorunluluğun dayattıklarına karşı çıkıp “akıntıya karşı kürek çekecek” kadar aptal olmadıkları gibi, her ne olursa olsun ulus ve her şeye rağmen ulusal çıkarlar peşinde olan milliyetçiler değillerdir; üstelik tüm iktisadi zorunlulukların, yok etmek bir yana, geleceği ”avucunun içine” bırakmakta olduğu sınıfın, proletaryanın sözcüleridirler. Sadece iktisadi nedenlerle, siyasal zora dayanmadan, ama kapitalist gelişmenin doğal ürünü olarak, bazı uluslar ve diller diğer bazılarınca asimilasyona uğratıldığında, sızlanmaya gerek duymazlar. Karşı çıktıkları ve her koşulda karşı çıkacakları, asimilasyon politikası, yani asimilasyonunun zora dayalı olarak gerçekleştirilmesidir. Bunun ötesinde, sorun yoktur, ötesi, tarihsel zorunluluklar alanına girer.
Gözlerimizin önünde, örneğin Türk işçileri emekgüçlerini kiralamaya gittikleri Almanya’da Almanlaşmıyorlar mı? İkinci ve belki üçüncü nesillere kadar belki hâlâ Türklüklerini hatırlıyorlar ama ya dördüncü nesil? Ya beşincisi? Üstelik daha ikinci nesilden itibaren anadillerinin Almanca mı yoksa Türkçe mi olduğu tartışmalı hale gelmiyor mu? Üçüncü neslin anadilinin artık Almanca sayılması gerektiği ortada değil mi? Ve burada, salt iktisadi etkenin rolünü oynayışı dışında, zor hiçbir biçimde sahneye çıkmamaktadır. Ya da Diyarbakır veya Batman’dan İstanbul veya İzmir’e fabrika tezgâhı başına çalışmaya gelen Kürtlerin, önce Kürtçelerini unutup giderek kaybetmeye ve üç-beş nesil sonra belki kendilerini Türk saymaya başlamalarında, proletaryanın bakış açısından, ne gibi bir sakınca olabilir? Bunda, tıpkı, tarihsel gelişme bakımından istisnai durum kategorisine dâhil edilmesi gerekse de, Diyarbakır’ın bir köyüne yerleşmeye giden Abdülhamit “sürgünleri” Türk ya da Çerkezlerin, giderek Kürtleşmelerinde bir sakınca olmaması gibi, hiç sakınca yoktur. Söylendiği gibi, yeter ki asimilasyon, zora dayalı olmasın ve bir politika olarak yürütülmesin. Marksistlerin, dillerin ve ulusların erimelerine ilişkin, bundan başka sakıncalı görecekleri bir şey yoktur.
Bu gelişme kaçınılmazdır. Ama emperyalist kapitalizm koşullarında, dünya ölçeğinde tek dile varılamayacağı da ayrı bir konudur. Gerçi bugün bile, Anglosakson merkezli küresel kapitalizm, sakatlı ve güdük de olsa, gelişen teknoloji ve onun başlıca geliştiricisi tarafından kullanıma sunulan bir “bilgisayar dili”nin, hemen tüm uluslarca benimsenmesinin yolunu açmıştır. Ancak bu, henüz en yoksul dilden de daha yoksul, birkaç yüz sözcüklük bir tür “yapay” dil durumundadır. Ancak bu bile, önemli bir şeydir. Öte yandan, tarih
sahnesine sıkışından bu yana, ulusal ve uluslararası iki eğilimi ile birlikte varolan kapitalizm (Bkz. Kadir Yalçın. Ö.D, sayı: 122, sf. 27), gelişmesi boyunca ve özellikle olgunluk döneminde, evet, ulusal çitlerin aşılmasına, uluslararasında ilişkilerin ve yakınlıkların çoğaltılmasına götürmektedir ve daha şimdiden tek bir uluslararası kapitalist ekonomi ve pazar yaratmıştır. Ancak, bu ekonomi ve pazarlar ve tüm uluslararası ilişkiler, hâlâ birbirleriyle çatışmaya hazır ve iktisaden durmaksızın çatışıp dünyayı paylaşmaya uğraşan emperyalist odaklarca bölünmüş durumdadır. Böyle bir iktisada dayalı “parçalı bütün” olan kapitalizmin, bir “ultra-kapitalizm”e dönüşmesi pratik olarak olanaksız olduğundan, kapitalizm koşullarında tek dile varılması da olanaksızdır.
Tek ortak dil, hatta sosyalizmde, komünizmin ilk aşamasında da olanaksızdır. Bu, bir yandan kalıntılarıyla birlikte kapitalizmin, öyleyse değer yasasının işleyişi ve bölüşümde burjuva hakkının geçerliliğinin sona ermesini, diğer yandan bir ya da birkaç ülkede geçilemeyecek olan komünizmin üst aşamasına varılabilmesi bakımından dünya ölçeğinde kapitalizmin tasfiyesini gerektirir. Bu koşullarda bile tıpkı kol emeğiyle kafa emeği ve kırla kent arasındaki farkların silinmesinin zaman alacak oluşu gibi, dillerin kaynaşması ve tek bir ortak dile ulaşılmasının, bununla birlikte sosyalist ulusların kaynaşmalarının, dolayısıyla sınırlardan sonra, ulusal farklılıklarla birlikte, uluslar ve ulusal dillerin de sönümlenmesinin epey bir zaman alacağı kuşkusuzdur. Ama insanlığın tek bir ortak dile, tüm ulusal dillerin alabildiğine serpilip gelişmelerinin teşvik edilmesi üzerinden, o koşullar oluştukça, en gelişkin dil ya da yakın diller lehine, diğerlerinin sönümlenmeye ve onlar içinde erimeye başlaması yolundan ulaşılacağından kuşku duyulamaz.

Dipnotlar:
1) Doğanın Diyalektiği, sf.218, Sol Yay. Dördüncü Baskı
2) Age. 220
3) Age. 221
4) Age. 122
5) Marksizm ve Dil, Stalin, sf. 35, Evrensel Basım Yayın
6) Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni, Engels, sf. 95, Sol Yay.
7) Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu, sf. 15, Sol Yay. 4. Baskı
8) Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Lenin, sf 16 Sol yay 8. Baskı

Olağanlaşmış olağanüstü hal ve işçi sınıfının rolü

Herhangi bir olgunun, doğal bir sürecin, toplumsal bir fenomenin ya da bizzat toplumun kendisinin değişme ve yenilenme zorunluluğu, gelişebileceği son noktaya kadar gelişmiş oluşuna dayalıdır. Doğal süreçler bir yana bırakılır ve insani olmakla ondan ayrılan, dolayısıyla düşüncenin, bilinç ve örgüt süreçlerinin, kuşkusuz nesnelliğin yansımaları olarak doğrudan rol oynadığı toplumsal olay ve olgular söz konusu edilirse, değişme ve yenilenme zorunluluğu; belli başlı iki grupta toplanabilecek belirtileriyle giderek toplumun önemli bir çoğunluğu tarafından algılanmaya, kavranmaya başlar; değiştirici sancılı nesnellik birikiminin üzerinden ve onun ürünü olarak gerekli öznellik birikimi, belki daha sancılı olarak ama aynı kaçınılmazlıkla kendisini var etmeye koyulur; sonunda zorunluluk, çoğunlukla birkaç başarısız girişimin ardından, gerçeğe dönüşür.
Toplumlar üretmeden, giderek daha karmaşıklaşan çok yönlü bir üretim faaliyetini örgütlemeden ve kendileri bu faaliyetin süregitmesine dayalı olarak örgütlenmeden varolamazlar. Öyleyse, birinci grup değiştirici/dönüştürücü belirti bu alanda oluşur. Başlangıçta, üretim sürecinde insan ve insan gruplarının (sınıfların) birbirleriyle kurdukları ilişkilere dayalı olarak şekillenen toplumsal örgütlenme, üretimi, üretim sürecinin en hızlı gelişen ve devrimci öğesi olan üretici güçleri geliştiricidir. Bu koşullarda değişme ve yenilenme, aynı sürecin bir parçası olarak gerçekleşir ve henüz köklü bir alt-üst oluş halinde bir değişim ve yenilenme ihtiyacı oluşmaz, belirtileri de görünmez. Ancak üretici güçlerin gelişmesinin kat ettiği mesafeye, bir defa kurulduğunda az çok kurulduğu gibi kalan, niteliği değişmeyen üretim ilişkileri ve ona dayalı olarak oluşmuş toplumsal örgütlenme ayak uyduramaz. Sonunda, asıl unsuru mülkiyet ilişkileri olan üretim ilişkileri ve bu ilişkilerin üretici güçlerle çelişmeli birliği olan üretim tarzı; üretici güçlerin gelişmesini önleyen, onu içine sıkıştırıp boğan bir “kabuk” haline gelir. Toplumun büyük çoğunluğunun, en başta üretici gücün asli unsuru olan üretken insan ve sınıfın (sınıfların) maddi yaşamlarını üretmekte ve kendilerini (asıl olarak işgüçlerini) yenilemekte zorlandıkları, hatta olanaksızlıklarla karşılaştıkları, hoşnutsuzluk ve öfkelerini tırmandıran koşullar oluşur. Bir kaç yıldır, Sabancı ve Koç gruplarının gelirlerinin yüzde yüzünden çoğunu, üretim dışı alanlardan sağladıkları rantların oluşturması örneğinde olduğu gibi, mülk sahipleri büyük ölçüde üretimden koparlar (rantiye). Genelleşmiş tüm yolsuzluk, rüşvet, vurgunculuk, spekülasyon, hortumculuk, hayalicilik vb. aşırılıkları ile birlikte paradan para kazanma, rantiye niteliği, mali sermayenin başlıca yönü haline gelmiştir. Aynı kopuş, yaşamlarını başka türlü sürdürme olanağı olmayan işçi sınıfının karşılaştığı kitlesel işsizliğin tırmanması ve konjonktürel olmaktan çıkmaya, genelleşmeye yönelmesiyle yaşanmaya başlar. Küçük mülk sahiplerinin, küçük üretici köylü, esnaf vb.’nin mülksüzleşmesi, çürümenin bir başka yönü olarak görünür. Alt sınıfların tümünü kapsayan sefaletin artması, giderek açlığın tehlike olmaktan çıkıp ölümlere neden olması, kapitalizmde onun kopmaz bir unsuru ve yol arkadaşı olan krizlerin bu süreci tamamen katlanılmaz kılmak üzere sürecin tüm olumsuz sonuçlarının tahrip ediciliğini birkaç misli artırması, yine değişme zorunluluğunun belirtileri olarak gündem oluşturur. Çürümenin, üretimdeki tıkanma ve üretimden kopuşların yanı sıra kendisini kapkaççılık, yolsuzluk, rüşvette tırmanma ile birlikte cehaletin, hastalıkların, hastane kapılarında ölümlerin, dilenciliğin, fuhuşun, serseriliğin, cinsel sapkınlıkların, intiharların vb. artışında açığa vurması, tabloyu tamamlar. Bu arada mülk sahiplerinin ellerinde biriktirdikleri zenginlikler devasa ölçülere varır. Ama mülklerine kattıkları her fazladan kuruş, yaşama ve çalışma koşullarının zorlaşıp kötüleşmesi, toplumsal emeğin kendisini ve sonuçlarını gerçekleştirmede daha elverişsiz bir konuma itilmesi, daha yıkıcı krizleri davet pahasınadır. Proletarya ve küçük mülk sahipleri yıkıma uğrarken büyük mülk sahipleri büyüdükçe büyürler. Ama yıkıma uğramakta olan kapitalist üretim tarzıdır, büyümelerinin kendi yıkımları demek olduğunu anlasalar bile bir şey değişmez. Çürümenin temel bir unsuru olan tekellerin, tüm dünyayı kapitalist mülklerine çevirme çabalarına bağlı olarak benzer bir tıkanma oluşur.
Özetlenen belirtileriyle kapitalist toplumun çürümesi, en çok üreten alt sınıfları etkileyen yıkım; şurada burada ve giderek genelleşme eğilimi göstermezlik edemeyecek hoşnutsuzluk, tepki ve yenilenme arayışlarının çoğalmasını da koşullayarak, kaçınılmazlıkla yeniye ve yenilenmeye çağrı olduğu kadar, eskinin, kapitalizmin çoktan “yoğun bakım “da yaşatılmakta olan bedeninden “Azrail’i uzaklaştırmak için canhıraş önlemlere de çağrıdır.
Burada işlev, sömürünün dış koşullarını garanti etmek üzere örgütlenmiş devletindir. Tıpkı kapitalizmin sömürü üzerine kurulmuş, işsizliğin, sefaletin ve diğer kötülük ve haksızlıklarının onun ayrılmaz bir parçası olması gibi, devlet de sömürünün devamının sağlanması, sömürülenlerin sömürü koşullarına boyun eğdirilmesi, karşı çıkışlarının ezilmesine yönelik zorun aygıtıdır. Ama nasıl çürüme ve kokuşmaya başladığında, sömürü, işsizlik, sefalet ve sair kötülük ve haksızlıkları olağan olanın ötesinde dayanılmaz bir ağırlık oluşturmaya yönelirse, devlet ve önlemlerinde ifadesini bulan siyasal zor uygulamaları da çığırından çıkarak tam bir pervasızlığa ulaşır. Toplumun çoğunluğu tarafından kabul edilebilecek “makul gerekçelere” oturtulmakta giderek zorlanılan, anlamsızlaşmaya başlayan çıplak zor, toplumun, özellikle “alt” sınıflarının ve ezilen kesimlerinin gerginlik ve şiddetle “terbiye” edilmesini öngörür olur. Sömürü koşulları artık olağan biçimlerle garanti edilemez, toplum ve ülke olağan yöntemlerle yönetilemez olmuştur. Sıkıyönetimler, olağanüstü haller, darbeler, muhtıralar, “balans ayarları”, kriz yönetimleri, olağanüstü mahkemeler olan DGM’ler, özel (olağanüstü) cezaevleri olan F-tipleri vb, olağanüstü yönetim biçim ve araçları olarak, olağanlaşmaktan kaçınamaz. Kapitalizmin çürümesi arttıkça olağan yönetimlerin yerlerinde yeller eser, olağanüstülük olağanlaşır. Diğer kapitalist ülkeler bir yana, Türkiye’ye bir göz atmak yeterlidir: Sıkıyönetim altında yaşadığı yıllar sıkıyönetimsiz yıllarından hiç de az olmayan Cumhuriyet tarihi, OHAL altında yaşanmış son 26 yılı, DGM’lerin ’80 darbesi sonrası durumun -en azından suç ve ceza ve kaynağı olan sosyal siyasal kaotik durum açısından- hiç olağanlaşmadığının bir göstergesi olarak süreklilik kazanması, olağan karakol polisinin yerini önce “toplum polisi” ve ardından “çevik kuvvet” le “özel timler”in alması, “özel güvenlik birimleri”nin yanı sıra ona yakın özellikleriyle “koruculuk”un yaygınlaşması, yüze yakın insanın ölümle protesto etmesine karşın dayatılan F-tipi cezaevleri … olağanüstünün olağanlaşması ve ama ancak ülkenin böylelikle yönetilebilir hale gelmesi bakımından yeterince çarpıcı olgulardır. Tümü, artık olağan zorun yeterli olamadığının, ama yoğunlaşmış zorun ise olağanlık düzeyine yükseltildiğinin kanıtlarıdır.
Bu örgütlenme ve politika yapma biçimiyle “insan hakları” benzeri yatıştırıcı argümanlara süs olarak bile yer kalmamakta; insanla bu yönetme biçimleri arasındaki ilişki, hak inkâr ve gasplarına yönelik yasaklar, yetmediği yerde düzeyi değişebilen şiddet aletlerinin (coptan kurşun/bomba ve idam cezasına kadar) kullanılması tamamen olağan hale gelmektedir.
Artık sıradan haklar, örneğin grev hakkı, uygulamada hak olmaktan çıkarılmıştır; olağanüstü yönetim tarzında, grev hakkının kullanılması olağanüstü, ama ertelenerek yasaklanması ve pratikte kullanılmaz kılınması olağan kılınmıştır. Türkiye’de son yıllarda grev hakkına ilişkin pratiğin gösterdiği, emek düşmanlığının sıradanlaşmasının kanıtı olarak, kullanmanın değil ama yasağın neredeyse istisnasız egemenliğidir. Türkiye’nin, kapitalist ülkeler bakımından, bu alanda tek ya da istisnai bir örnek olmadığı; grev hakkında somutlanarak, sınıfın, emeğin, haklarının dışlanıp yasaklanmasının, uluslararası burjuvazinin genel yönelimi ve günümüz kapitalizmine özgü olduğu, “burjuva demokrasisinin beşiği” İngiltere pratiğiyle kanıtlıdır, İngiltere’de grev hakkı, ancak yasadışı olarak ve fiilen kullanılabilmektedir. Sadece Güney Kore değil ama tüm diğer kapitalist ülkeler bakımından, ya açık yasakçı uygulama geçerlidir ya da Türkiye benzeri yollarla, yasakçılık, değişebilen “zarar vericilik” ölçütlerine bağlı olarak fiilen yürürlüktedir.
Benzer gelişme, sendikal örgütlenme hakkına ilişkin yaşanmaktadır. Neredeyse istisnasız tüm sendikal örgütlenme girişimlerinin işten atma nedeni olması, hakkın hak olmaktan çoktan çıkarılmış olduğunun ifadesidir. Üstelik sendikalı olanların hatta açık yasa hükmüne karşın sendika yöneticileri ve işyeri temsilcilerinin bile işten atılması yoluyla sendikaların eritilmesinde kat edilen yol; sendikal örgütlenme hakkının değil ama sendikasızlaştırmanın olağan kılındığını ortaya koymaktadır. Örnekler çoğaltılabilir; ancak hepsi gelip tek bir paydaya oturacaktır: Sömürü koşullarının, işçi (ve emekçi) haklarının kabulü ve somut gerçekleşmesinin patronla işçiler arasındaki pazarlıklara bırakılması üzerine değil ama inkârı üzerine kurulu onaylanması, artık bu koşulların, kapitalizmin “yoğun bakımda” yaşatılması girişiminden başka bir şeye denk düşmeyen olağanüstü halinin politik bir zorunluluk haline getirdiği olağanlaşma halindeki olağanüstü burjuva politik müdahale ve örgütlenmeye ilişkin şekillenişlerin özüdür. Geriye sağ-sol, aşırı sağ, faşist, ırkçı, dinci, liberal vb. motiflerle işlenen görünüş kalır. Tekelci burjuvazi, şimdi bu motiflerle, ikna ediciliği en alt düzeye gerilemiş burjuva gerici politik tutumlara onay vermekte, ancak burjuva politik tutumlar ve programların aralarında silikleşen ayırımlar, işçi sınıfı ve diğer ezilenler karşısında, örneğin Fransa’da olduğu gibi, bir önceki dönemin “en keskin” politik farklılıkların bile birliğini mümkün kılabilmektedir. Hak inkârcılığı temel düstur olunca, farklı burjuva akımlar ve aralarındaki “kayıkçı dövüşü” anlamsızlaşmakta, burjuva platformları birbirinden farklılaştıracak görünüş motifleri dışında ayrım noktaları kalmamaktadır. Kapitalizmin olağanüstü hali ve kaçınılmazlaşan olağanüstü yönetim ihtiyacı, burjuvaziyi politik daralmaya, hatta çıkışsızlığa itmekte, manevra olanaklarını son derece kısıtlamaktadır. Bunun ise, bir yenilenme unsuru olarak muhalefetin radikalleşmesini kışkırttığı, burjuva barikatları aşan politik akım ve örgütlenmelerin önünü açtığı, burjuvaziye de savunma silahı olarak giderek çıplak zordan başka bir şey bırakmadığı ortadadır.
Burjuvazi, küreselleşme pervasızlığı koşullarında artık yalnızca hak ve özgürlükler karşıtı olmakla kalmamakta, eskiden bir kısmının varlığına katlanabildiği, hatta kendi çıkarlarına bağlamak üzere finanse etmekten kaçınmadığı hak ve özgürlüklere şimdi tahammülsüzlükle karakterize olmaktadır.
Tekellerle birlikte, gericilik ve çürümesi genelleşen kapitalizm, burjuvazi ve emperyalistler hak ve özgürlükleri olumlayan bir zemin ve dinamik oluşturmaktan tamamen çıkmıştır. Bir dönem sosyalizasyon politikası izlenmesi gibi “hak yanlısı” görünüşler, burjuvazi ve tekellerin hak ve özgürlüklerden yana tutumu, hak tanıyıcı, özgürlükçü karakteri nedeniyle değil, ama sosyalizm tehdidinin önünü alma, işçi ve emekçileri yedekleme amaçlı olarak, başka türlü varlığını koruyamayacak burjuvazinin bir dizi “haklar”a katlanması içeriğiyle oluşmuştur. Dayatıcı dinamiği, tıpkı demokrasi sorununda olduğu gibi, bu hak ve özgürlüklerin uygulanma şansı bulduğu ülkelerdeki işçi ve emekçilerin mücadelesinin yanında, Sovyetler Birliği ve ardından birkaç ülkede daha zafere ulaşan dünya çapındaki sınıf mücadelesidir. Şimdi sömürgen burjuvazi, uluslararası tekeller, emperyalizm, elini tamamen serbest hissederek, hak ve özgürlük düşmanı, işçi ve emek karşıtı karakterini tüm açıklığıyla dışa vurmakta, dizginsiz pervasızlığıyla hak hukuk tanımamaktadır.

***
Kuşkusuz çürümenin ve buradan gelen tam gericileşmenin kaynağı olan tekellerin hak inkârcılığı, işçi sınıfının haklarının inkârı, emek ve üretkenliğine dayalı oluşan hakların yok sayılması ile sınırlı değildir.
Burjuva gericiliğin, tekelci olağanüstü halciliğin temel çıkış noktası işçi düşmanlığıdır, emeğin ve değer yaratıcılığının her düzeyde inkârıdır. Üstelik bu inkâr, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve sınıf mücadelesindeki genel gerileyişle birlikte kapitalizm lehine oluşan elverişli koşullarda, küreselleşmeci neoliberal ekonomi politikalarına yönelişle birlikte, bir üst düzeye yükselmiştir. Alternatifsizlik iddiasında somutlanan, emek ve haklarına ilişkin inkârcılık, artık tüm sosyal, iktisadi, kültürel, ideolojik ve politik alana damgasını vurarak kural haline gelmiştir. Bu doğrudur.
Ancak böyle bir inkâr, kuşkusuz, tüm diğer ezilenlerin haklarının inkârıyla birlikte bunca pervasız bir düzeye yükselebilirdi. Burjuvazinin, bir zamanlar kendisine can veren, kendi formüle ettiği ve en başta kendisinin savunduğu haklar söz konusu olduğunda da, pervasız bir inkârcılığa yönelmekten -tarih bilincine sahip olmamakla ilişkisiz olarak, sahip olduğu zenginliklerin, sermayesinin, ürününün doğrudan bir sonucu olarak biriktiği emeğin, işçi sınıfının haklarını inkârdan kaçınmazken- kaçınmayacağı, kaçınmadığı kuşkusuzdur. Bu, kendisini, artı-değerin gaspına dayanan sömürü ilişkilerinin temsilcisi olarak var etmiş ve örgütlemiş olan burjuvazinin, önce, kendisini burjuvazinin can düşmanı muhalifi konumuyla pratik olarak ortaya koymasından duyduğu korkuyla ve giderek tüm zenginlikler ve üreticilerinin emek ve haklarına el koymaya yönelerek içine girdiği tekelleşme sürecinde tamamen gericileşmesi ve çürümeye yönelmesinin sonucu olarak sahip olmadan edemeyeceği eğilimini şekillendirdi: gericilik eğilimi, kendi ürünü de olan demokrasiyi yok sayma, demokratik (karakteri itibarıyla burjuva) hak ve özgürlükleri inkâr eğilimi. (Bunun tersinden söyleyişle anlamı ise, açıktır: Kapitalizmin muhalifi olarak kapitalizmin bütün kötülük ve haksızlıklarına karşı çıkıp sona erdirilmeleri için mücadele etmeden kendisini kurtarması olanaksız olan işçi sınıfı, aynı kapitalist kötülükleri evrenselleştiren ve yanlarına yenilerini katarak geliştiren tekelci kapitalizmin, emperyalizmin kendisinin yanında hedef aldığı tüm ezilenlere yönelik kötülük ve haksızlıklarına karşı çıkıp sona erdirilmeleri için mücadele etmeden, bir başka deyişle tüm ezilenlerin hak ve özgürlük taleplerine sahip çıkıp onların sözcülüğünü üstlenmeden ücretli kölelikten kurtuluşunu gerçekleştiremez. Artık gericiliğin başlıca dayanağı olan kapitalist emperyalizm kaynaklı ya da ona bağlanmamazlık edemeyen tüm gericiliğe, tüm hak ve özgürlük inkârcılığına karşı çıkmadan ve tüm ezilenlerin eşitlik, özgürlük taleplerini sahiplenmeden, haklarını tanımadan ve tanınmasının kabulü için elinden geleni yapmadan, işçi sınıfı, kurtuluşu yolunda adım atamaz. Çünkü artık burjuva karakterli hak ve özgürlükler, burjuvazinin inkâr ve yasaklara konu ettiği, tanımadığı, tahammül edemediği, ancak kendisine karşı mücadeleyle elde edilebilir haklar ve özgürlükler durumundadır.
Eşitlik, özgürlük, kardeşlik gibi kendi yükselişi sürecinde sarıldığı hakları tanımlayan şiarları ile tekelci kapitalizm koşullarında, özellikle günümüzde burjuvazinin ilişkisi tam da böyledir.
Toplumsal ilerlemeyi ve üretici güçlerin gelişmesini temsil ettiği devrimci döneminde de savunduğu sözü edilen bu haklarla burjuvazinin ilişkisi problemliydi. Burjuvaziyi, en devrimci olduğu koşullarda bile ilgilendiren, yalnızca görünüş ve biçimdi. Biçimsel eşitlik ve özgürlükle, gerçekçi olmayan, sınıf karşıtlığına dayalı kardeşlikle yetinen, ama bu hakların gerçek gerçekleşme koşullarının, iktisadi koşullarının tartışılmasına bile yanaşmayan, onların üzerini örten ve bu örtüş üzerinden iktidarını kuran burjuvazi açısından, hak ve özgürlüklerin, kardeşliğin tek anlamı; kendisinin ve ilişkilerinin gelişmesinin önünde engel olan feodal ayrıcalıkların kaldırılmasıydı. Burjuvazinin dilinde eşitlik, herkesin eşitliğinin gerçek koşulunu oluşturan sınıfların (ve kuşkusuz sömürünün) ortadan kaldırılmasını değil, sömürenlerle sömürülenlerin biçimsel eşitliğini, aynı anlama gelmek üzere, sınıf karşıtlığı ortamında mümkün olabilirmiş gibi, hak eşitliğini (hukuk önünde eşitliği), dolayısıyla siyasal (biçimsel) eşitliği ifade etmekteydi. Sınıf ayrıcalıklarının, feodal imtiyazların giderilmesi, burjuvazinin eşitsiz (ezilen) konumundan kurtulması; burjuva eşitlik fikrinin öngördüğü sınırı oluşturmaktaydı. Bu, kuşkusuz, burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki egemenliğini olduğu kadar, sömürü ilişkilerinin üstünü örterek olumlayan bir “eşitlik” fikri olmaktan öteye varmıyordu, varmadı. Benzer durum, özgürlük şiarıyla ilgili olarak geçerliydi. Kendisini bütün toplumun temsilcisi, kendi çıkarlarını tüm halkın çıkarları sayan burjuvazinin dilinde özgürlük; kendisinin (dolayısıyla toplumun), toplumun geleceği saydığı kendi sömürü ilişkilerinin gelişmesinin önünde set oluşturan feodal sınırlamalardan, en başta aristokrasinin iktidarından kurtuluş olarak anlamlıydı ve onunla sınırlıydı. Feodal engeller ve parçalanmışlık, ticaretin gelişmesini, meta üretiminin ulusallaşmasını ve giderek evrenselleşmesini önlüyor ve sömürülen çoğunluğun yanında burjuvazinin de şiddetle karşı çıkışını hak ediyordu. Ama biçimsellikle sınırlı burjuva özgürlük anlayışı, bundan ötesini öngörmüyor, örtüyor ve üstelik üzerinden burjuvazinin iktidarını sağlıyordu: Feodal sınırlanmışlıktan kurtulmakla, sömürülenler, burjuvazi gibi özgürleşmeyecek, tersine sömürü devam edecek, emek ürünleri, biçimi değişmekle birlikte, gasp konusu olmayı sürdürecekti. Burjuva özgürlük fikri, iktisadi bakımdan özgürlük, sömürülmekten kurtulmaya dayalı olarak insanların kendilerini isteklerince gerçekleştirme özgürlükleri tartışmasını dışlıyor ve ancak ticaret özgürlüğü ile sınırlanıyordu. Tek bir metanın ticaretini yaptıklarından, işçiler bakımından anlamı; işgücünü kiralamak ya da açlıktan ölmeyi seçme özgürlüğünden ibaretti.
Ancak tutumlarının bu görmezden gelinemeyecek kökten problemli içeriğine rağmen, burjuvazi, karşısında bütünüyle inkârcı bir konumda olmadığı hak ve özgürlüklerin dinamiklerindendi. İşçi sınıfı ve köylü yoksulları başta olmak üzere toplumun sözcülüğünü ve feodalizme karşı mücadelenin öncülüğünü böylelikle kapabilmişti.
Burjuvazinin “toplumu” ulusa özdeşti, üzerinde mücadele ettiği zemini belirleyen yine ulustu. Başında burjuvazinin olduğu feodalizm karşıtı mücadele, ulusal ekonominin oluşturulmasının yanında, burjuva iktidarların siyasal formu olarak ulusal devletlerin kurulmasıyla taçlandı. Burjuva haklar, bu nedenle ulusal haklar olarak oluştu, burjuva hakçılık, ulusçuluk formu içinde gelişti.
Burjuvazi, en başından itibaren iktisadi ve siyasal çerçeve olarak ulusu öngördü; onu ve onun örgütlenmesi olan “vatan”ı sömürü ilişkilerinin gerçekleşme ve örgütlenme zemini saydı. Buna bağlı olarak, burjuva iktisadının, kapitalizmin dayanağı olarak ulus kapitalizmin şafağında ve feodal parçalanmışlığın burjuva alternatifi olarak doğdu ve bu iktisadın siyasal çerçevesi olarak ulusal devlet, burjuvazinin kendisi ve çıkarlarıyla özdeş kıldığı bu dayanağın sınırlarını belirledi. En son noktasını ulusal devletini kurma hakkının oluşturduğu burjuva haklar, daima ulusal çerçevesiyle, burjuva ilişkilerinin gelişmesinin ihtiyacı olan haklar olarak ortaya çıktı. Özgürlük şiarında dile gelen ticaret özgürlüğü, ulusal birliğin ve dolayısıyla tek bir burjuva iktisadi birimin oluşmasına ket vuran feodal siyasal parçalanmışlık karşısında anlam kazandı. Örgütlenme, seyahat vb. özgürlükleri; hep çıkarları, dert ve duyguları ortak varsayılan ulusal toplum üzerinde, burjuva ilişkilerin serbestçe gelişebileceği tek bir iktisadi birimi amaçlamaktaydı. Önceleri uluslaşmaya, ardından ulusa yönelik baskılar, burjuva ulusal hak taleplerine yol açtı. Ulusal birlik hedefti; iktisadi birlik bunun başlıca dayanağı olduğu kadar, burjuva iktisadının gelişmesi ulusal birliği gereksiniyordu. Ortak kaygılara ve duygudaşlığa, kültürel birliğe olanak sağlayan ortak tarihsel şekillenmenin yanı sıra feodal parçalanmanın unsuru olan toprak bölünmesi ve dil farklılıkları karşısında toprak ve dil birliği, tümüyle birlikte ve tümüne kalıcılık ve dayanıklılık sağlayan iktisadi birlik, ulusu var eden unsurlar oldu; ve bu niteliğiyle ulus ve ulusal birlik, burjuvazi tarafından tepe tepe kullanıldı.
Öylesine kullanıldı ki, ardından sıra, farklı ulusların, kuşkusuz farklı ulusların burjuvazilerinin ulusal kavgalarına geldi. Feodalizmin egemenliğine karşı tüm ulusun temsilcisi olarak görünen ve kendi çıkarlarını, kendisiyle birlikte ulusu oluşturan geri kalan yığınların (şehir ve kır emekçilerinin) çıkarı olarak sunup kabul ettiren burjuvazi, farklı uluslardan ezilenleri, birbirlerine karşı ama kendi peşinde çatışmalara sürükledi. Ulusal çatışmalar, farklı uluslardan burjuvazinin arasında pazar kavgası olarak ortaya çıktı ama neredeyse feodal dönemin türünden kutsallık (“vatan”, “bayrak” vb.) zırhına bürünmüş haliyle sunuldu. Oysa tıpkı eşitlik, özgürlük, kardeşlik gibi, ulus da tarihsel bir kategoriydi; tek farkı, hak talepleri, içerikleriyle, burjuvazi tarafından çarpıtılıp sınırlandırılmıştı, onun çarpıttığının ötesinde gerçek içeriklere sahipti, ancak ulus, tamamen burjuva bir kavram olarak ayrıca onun dışında ve ötesinde gerçek bir içeriğe sahip değildi. Kapitalizme özgüydü; onunla birlikte ortaya çıkmıştı, kalıtsal olarak, tıpkı kapitalizmin kalıntıları gibi, sosyalizm koşullarında da daha bir süre yaşam bulacak olsa bile, onunla birlikte tarih sahnesinden çekilecekti. Ancak burjuvazinin ulusa ihaneti olmayacak şey değildi. Bu tür ihanet koşullarında, işçi sınıfı tarafından da temsil edilebilir geçmişin güne aktarılmış hali ve henüz tarihsel ömrünü tamamlamamış oluşuna (bu, aynı zamanda burjuvaziye rağmen kapitalizmin de tarihsel bakımdan ömrünü tamamlamamış olması demektir) bağlı olarak, ulus ve ulusa ilişkin talepler, sınıf mücadelesinin, sosyalizmin ön açıcı dayanaklarını, bu yönüyle kaldıraçlarını oluşturabilirdi: İşçi sınıfı öncülüğünde demokratik devrim, demokratik devrimden sosyalizme geçiş, kesintisiz devrim tezinin hareket noktası burasıdır. Öte yandan ulus ve ulusal karakterin, enternasyonalist içeriğiyle muhalefetini gerçekleştirdiği koşullarda, işçi sınıfının bu muhalefetine rengini veren geçici özelliğinden söz edilebilirdi. Bu söylenenlerden, ulusun ya da ulusal mücadelenin önemsizliğine ilişkin sonuç çıkarılamaz; ama tarihselliğine, burjuva karakterine ve ulus ve ulusallıkla yetinmenin burjuvaziye özgülüğüne ilişkin her şey anlaşılabilir. Ama buradan asıl anlaşılması gereken, ulus ve ulusal taleplerin giderek işçi sınıfının eline kalması ve tarihsel açıdan hâlâ ilerici ve ilerletici rol oynayabilmesine bağlı olarak, onun tarafından sahiplenilmesidir.
Nitekim tekellerin ortaya çıkmasıyla birlikte, burjuvazinin ulusa ihaneti ya da daha genel bir ifadeyle ulustan kopuşu genelleşme eğilimi içine girmiştir. Tekelci kapitalizm, emperyalizm bu eğilimin iki yönden dışa vurmasına götürmüştür.
İlk olarak, kapitalizm, ulusun bir tarihsel kategori oluşunun da açıklamasını vermek üzere, “gelişmesi sırasında, ulusal sorun konusunda iki tarihsel eğilim gösterir. Birincisi, ulusal yaşamın ve ulusal hareketlerin uyanışıdır, her türlü ulusal baskıya karşı savaşım, ulusal devletlerin yaratılmasıdır, ikincisi, uluslar arasında her türlü ilişkilerin gelişmesi ve çoğalmasıdır, ulusal çitlerin yıkılması ve sermayenin, genel olarak iktisadi yaşamın, siyasetin, bilimin vb. enternasyonal birliğinin yaratılmasıdır.
“Bu iki eğilim, kapitalizmin evrensel yasasını oluşturur. Kapitalist gelişmenin başlangıcında birinci eğilim egemendir, ikinci eğilim olgunlaşmış olan ve sosyalist bir topluma dönüşmeye doğru yol alan kapitalizmin niteliğidir.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, sf. 22–23, Sol Yay. 8. Baskı)
Marksizm’in ulusal soruna yaklaşımının, ulusal programının, ulus ve ulusal talepler karşısındaki tutumunun dikkate almamazlık edemeyeceği kapitalizmin bu iki çelişik eğilimi; hem kapitalizmin hem de ulusun tarihselliğini yansıtmanın ötesinde, farklı yönleriyle kapitalizmin bugününü de ifade etmektedir.
Sermaye ve kapitalizm, feodalizm karşısında kendisini bir kez ulusal devlet halinde örgütledikten sonra, donup kalmaz. Gelişmesinin dayanağı olan ulus-devlet formu, gelişmesini sürdüren sermaye ve kapitalizm açısından yetersizdir, yetersizliği, kısa sürede açığa çıkar: Daha büyük üretici güçleri seferber etme ve pazar ihtiyacı, sermayeyi, yalnızca kendi ulusuyla tarihsel gelişme benzerlik ve yakınlıklarına sahip olan uluslarla değil ama sermayenin kurmadan edemeyeceği ticari ilişkiler üzerinden, mümkün olan tüm uluslarla ilişkiye yöneltir, bu ilişkiler giderek çoğalır. Bu ilişkilerin çoğalması, dolaysız olarak sermayenin çoğalmasına, sermaye birikiminin büyümesine bağlıdır. Ulusal pazarın darlığıyla oluşan ürün fazlasının baskısı, genel olarak ve üretim maliyetini düşürmeye hizmet edecek hammadde ihtiyacı, ikisi de, sermaye birikimi ve kapitalizmin gelişmesinin sonuçları olarak, uluslar, kuşkusuz temelinde ulusal pazarlar arasında kurulan ilişkilerin gelişmesini koşullar. Kapitalizm, ulusal pazardan hareketle koyulduğu yolunda dünya pazarını fethetmeden edemez. Ticaret evrenselleşir. iktisadi alandan hız alan uluslararası ilişkiler, tüm diğer alanları kapsayarak ilerler.
Ancak bu, sancısız, çatışmasız bir süreç oluşturmaz; sürece, değişik ulusların burjuvazileri arasındaki pazar kavgası, pazarların ele geçirilmesi mücadelesi damgasını vurur. Ulusal savaşlar eşliğinde kapitalizmin gelişmesi, ulusal baskıyı da koşullamaya başlar. Kapitalizmin ulusal ve uluslararası iki eğilimi birlikte rolünü oynamaktadır.
Üretim ve sermayenin gelişmesinin tekellere varması ve kapitalizmin tekelci kapitalizm halini alması, değişiklikleri beraberinde getirir. Mali sermaye egemenliği olan tekelci kapitalizm, artık, önceki dönemden, yalnızca ticaretin değil ama sermayenin de uluslararasılaşması, yalnızca meta ihracı değil ama sermayenin de ihraç metaı olmasıyla ayrılır. Dünya pazarlarını zaten fethetmiş olan sermaye, tekelci döneminde, üretime ve birikime yöneldiği dünya ölçeğinde kendi ilişkilerini geliştirmeye yönelir. Ulusal devlet formu; artık kesin olarak yetersizleşmiştir. Yeni uluslararası ilişkiler üzerinden yeni uluslararası örgüt biçimleri doğmaya başlar. Bu, aynı zamanda burjuvazinin ulusallığını tükettiği süreçtir: Tekelci burjuvazi, kendi ulusundan kopar, çoktandır alınıp satılır değerler olarak “borsa”da işlem görmeye başlamış ulusal değerler, tekellerin elinde artık sağladığı kâr ve rantların ötesinde bir anlam ifade etmez olur. İçinden çıktığı ulusun geri kalanı, tarihten kalma tüm ulusal değerlerle birlikte, tekelci burjuvazi açısından, başka ülkelerin tekelleriyle kapışmasında ardına takacağı, ordusunda asker olarak kullanacağı ve bu kullanımı mümkün kılacak istismar nesnesine dönüşmüştür. “Kendi” ulusu ve “kendi” ülkesi ya da vatanı, rakip tekellerle sürdürdüğü dünya pazarlarının paylaşımı çatışmasında üstlenip yaslanacağı başlıca “alanlar” olmanın ötesinde anlam taşımaz. “Ulusal” devlet, artık ulusal çıkarların bekçiliğinden kopar ya da tekelci burjuvaziye ulusal çıkarlar değil ama dünya ölçeğinde gerçekleştirdiği kendi çıkarları, tekel kârı yön verir olmuştur. Bu devlet, eskiden olduğu gibi ulusun aşağı sınıfları karşısında burjuvazinin bekçiliğini yapmaya devam etmesinin yanında, tekellerin çıkarları gereği, dünyanın toprak olarak ele geçirilmesinin (paylaşılmasının) gerçekleştiricisi bir siyasal-askeri aygıta dönüşür. Buradan bir diğer bekçilik ya da jandarmalık ihtiyacı doğar: Tekellerin egemenliğinin yayılmasına paralel gerçekleşen işgal, müdahale ya da başka özel yollarla sağlanan ama tümü uluslararası ilişkilerin yaygınlığı üzerinden oluşmuş hegemonya ve denetim biçimleriyle emperyalist devlet (emperyalizmin işbirlikçilerini ve onların yönetimlerinde olduğu ulusal devletleri de kendine bağlamaya ve seferber etmeye yönelerek), rakip emperyalist devletlerle ilişkiler çerçevesinde değişkenlikler gösterebilen (periferi, hinderland, arka bahçe vb. gibi adlarla anılan) etki alanlarında ve giderek tüm dünyayı kapsayan bekçiliğe soyunur. Bu bekçilik, hem ele geçirilen ülkelerin halklarına hem de bu alanlara göz dikmiş ve dikebilecek rakip emperyalistlere karşı bekçiliktir. Dolayısıyla emperyalist devlet, kendi “ulusundan” gelme “kendi” halkı karşısında olduğu kadar başka uluslardan halklar karşısında da işlevseldir ve bu yönüyle de ulusal devletten farklılaşır ve ama bir yeniliğin kanıtı haline de gelir: Artık ezilen ulusların mücadelesi, emperyalizme yönelmeden edemez; ulusal baskının asıl kaynağını emperyalizm oluşturmaktadır.
Emperyalist burjuvazinin ulusla bağlantısı, yalnızca, 1) biriktirilmiş zenginliklerin tarihsel şekillenişiyle “ulusal” topraklar ve “ulusal” devletin tekellerin “ana üssü” oluşuna ve 2) -başka ulusların yedeklenmesine göre tarihsel şekillenmenin daha çok olanaklı kıldığı- ulusun geri kalanını -artık ulusal değerlerle çok az ilişkili sorunlar üzerinden- istismar edip aldatarak peşine takma ihtiyacına indirgenmiştir. Bu, sermaye ve kapitalizmin uluslararasılaşma eğiliminin götürmekte olduğu ulustan tam kopuş sürecini ifade eder. Ulusla bağlantı, söylendiği gibi, hâlâ vardır; ancak artık emperyalist tekellerin çıkarları ve bunların gerçekleşme ölçeği, tıpkı tekelci kapitalist ilişkilerin ölçeği gibi, ulusal değil, dünyasal, pek moda deyimiyle küreseldir. Kapitalizm başlıca ulusal ölçeklere sahip bir kapitalizm olmaktan çıkmış, uluslararasılaşmış, bir dünya sistemi haline gelmiştir. Artık genel olarak ulusal kapitalizmden söz açılamaz, uluslararası kapitalist ekonomi, çoktandır birbirine bağlanmış kapitalist ülke ekonomilerinin tek bir zincirin halkalarını oluşturmasıyla tanımlanabilir. Eskiden kendine yeterli bütün, ulustu, ulusal ekonomiydi. Kapitalizm, birbirleriyle ilişkilere sahip olsalar da, tek tek kapitalist ülke ekonomilerinde var olmakta ve kendisini üretmekteydi; uluslararası ilişkiler, ulusal ekonomiden hareketle ele alınabilir ve çözümlenebilirdi. Artık kendine yeterli bütün, kapitalist dünya ekonomisidir ve buradan hareket etmeden, tek tek ülke ekonomileri ele alınıp anlaşılır kılınamaz, çözümlenemez ve değiştirilemez. Evet, burada ulusa ve ulusal taleplere hâlâ bir yer vardır; ancak tüm ulus ve ulusa ilişkin sorunlar, bütün ulusal talepler, artık eski sınırlılığı içinde ele alınamaz, kapitalist dünya, uluslararası burjuvazi ve emperyalizmin odağında olduğu genel çerçevesi göz ardı edilerek ulus ve ulusa ilişkin hiçbir sorun çözülemez.
Burjuvazinin ulusa ihanet ya da ulustan kopuş eğiliminin ikinci yönü ya da görünümünü oluşturan emperyalizmle girilen işbirliği ilişkileri içinde şekillenen ihanet ya da kopuş da, ulusa ve ulusa ilişkin sorunların ele alınışında etken durumundadır.
İlişkilerini dünya ölçeğinde yayan ve egemen sömürücü sınıflardan işbirlikçiler edinen tekeller; başlangıçta kapitalizm öncesi sınıflardan devşirdikleri işbirlikçilerini, kapitalist ilişkilerin yayılmasıyla, kendileriyle birleşmeye can atan (başka çareleri de pek olmayan) yerli kapitalistler içinden sağlamışlardır. Kendi çıkarlarını ulusal çıkarlarla değil ama süfli kârları ve bunu olanaklı kılmak üzere bir parçası olmaya yöneldikleri ve oldukları dünya kapitalizminin çıkarlarıyla tanımlayan, uluslararası tekellerle girdikleri işbirliği içinde kendilerine düşecek pay peşinde olan bağlı/bağımlı/sömürge ülke burjuvazilerinin, işbirlikçi tekelci burjuvazinin, varlığı, üzerine kurulmuş olduğu ulusal değerlerin emperyalizme satışa sunulmasına bağlanmıştır. Emperyalist ulusal yağma çarklarının genel işleyişi içinde ve bu süreçte işlevsel olan ezilen/bağımlı/sömürge ulusların bu burjuvazisinin de, kuşkusuz hâlâ ulusla bir bağlantısı vardır. İçinden çıktığı ve tüm maddi ve manevi değerlerinin emperyalizme satışına aracılık ettiği ulusla bağlantısı, sermayesinin birikim süreci, uluslararası mali sermayenin birikim sürecine bağlanmış ve onun bir parçası haline gelmiş bu burjuvazinin, kendisi adına istediği payı büyütmek üzere, ulusunun değerleri ve gücü (üzerinde var olduğu ulusal pazarın mali ya da ekonomik gücü, askeri varlığı, ülkenin jeostratejik konumu vb.) üzerinde tepinmesidir. Ulusal değerlerin emperyalizme pazarlanmasında “pazarlık gücü”nün yüksekliği ya da “payı”nın büyüklüğü, “ulusunun” ve ulusal değerlerin üzerinde kurmuş olduğu egemenlik ve kontrol gücünün, ulusun geri kalanını peşine takma yeteneğinin büyüklüğüne bağlıdır. Bu nedenle ulusun temsilcisi gibi davranmak, “ulusal dava” güdüyor gibi görünmek, çelişkili görünse de, pazarlık gücü ve payını yükseltmek bakımından gereklidir. Üstelik kendi kârını da gerçekleştireceği böyle bir pazarlamanın nesnesi kıldığı değerlerin, kendisinin hükmetmekte olduğu ulusal topraklarda (ve dünya kapitalizmine bağlanmış olsa da, burada kurulmuş ilişkiler çerçevesinde) üretilen ya da üretilmiş ya da doğal haldeki ulusal değerler olması bakımından da, bu sınıf, tümüyle olumsuz pozisyonu ile ama hâlâ ulusla bağlantılıdır. Buradan, ulus ve ulusa ilişkin taleplerin, artık bağlantılı olduğu kadarıyla da, tamamen karşısında yer almakta olan bu egemen sınıfa bırakılıp bırakılamayacağı tartışmasının ötesinde, bütünüyle işçi sınıfına kaldığı, kendisi de ulusun -hem de en devrimci- parçası olan işçi sınıfı tarafından sahiplenilmek durumunda olduğu sonucu çıkar. Bu, kuşkusuz, ulusal talepleri başka herhangi sınıfların sahiplenemeyeceği, sahiplenmediği anlamına gelmez; ama egemen burjuvazinin karşısında yer aldığı ve başlıca yağmacı zorbayla (emperyalizmle) birleşmiş oluşunun çıkardığı çağrı, “savaş alanı”nı belirleyen kapitalizm ve onun özel bir aşaması olan emperyalizmle sonuna kadar boğuşma ve onu alt etme yeteneğinde olan işçi sınıfına yöneliktir.
Bu, burjuvazinin, kendi içinden çıktığı ulus kadar, farklı uluslarla ilişkini de, tamamen, üzerinde tepindiği ulusal değerleri değişim değeri ve kârının başlıca koşuluna dönüştürmesini de kapsayarak, pazar ve pazarlama sorunu belirler. Emperyalistler ve onların egemenliğindeki ezen uluslar karşısında boynu kıldan ince olan, kârının gerçekleşme koşulunu boyun eğme ve her isteneni vermede gören ezilen, bağımlı/sömürge ülke burjuvazisi, pazarlık marjını yükseltici unsur olarak, tarihten kalma tüm toprak/sınır vb. anlaşmazlıkları da (Türkiye ile ilgili örnekler arasında, kıta sahanlığı, Kıbrıs, Hatay sorunları sayılabilir) içinde olmak üzere ulusal sorunları ileri sürerek, en başta bölge ülkeler burjuvazisi karşısında “aslan” kesilir. Emperyalistlerin de, sorunlara taraf olan ülkeleri içinden çıkılmaz durumlara itip kendisine daha çok muhtaç ve daha fazla bağımlı kılmak amacıyla kışkırttığı çeşitli bölgesel çekişmeler, “bölge gücü” olma özlemleri, sonunda gelip, ulusal değerler üzerinden emperyalizmin taşeronluğu kapışmasına bağlanır. Pazar kavgası içeriğiyle, bağımlı/sömürge ülkelerin egemen burjuvazisinin (işbirlikçi tekelci burjuvazi) elinde ulusal sorunun emperyalist pazar paylaşımına bağlanması, ulusal sorunu da, emperyalizme karşı mücadele ve emperyalizmden kurtuluş sorununa dönüştürür. Pazarlamacı ya da taşeron konumundaki işbirlikçiler, bu konumları nedeniyle, çoktan, böyle bir mücadelenin hedefi haline gelmişlerdir.
Farklı uluslarla ilişkili olarak bağımlı/sömürge ülke burjuvazisinin aslan kesildiği bir başka alan, egemenliği altında tuttuğu değişik uluslarla ilişkilerdir. Tüm ulusal değerlerin emperyalizme pazarlanmasında eli hiç titremezken, “çakıl taşı”nı bile gözeten edebiyat, bu alana özgü gelişmiştir. Şimdi artık emperyalist pazar paylaşımına bağlanmış, tekel öncesi dönemde ulusal sorunların üzerinde yükseldiği zemin olan pazar kavgaları, önemini yitirmemiştir. Tek farkla ki, artık tekelci ilişkiler çerçevesinde, emperyalizm koşullarında şekillenmektedir. Burjuvazinin en devrimci dönemlerinde de uzlaşmazlığı, tam yasakçılığı, çatışma ve savaşları, oluk oluk kan akıtılmasını koşullayan burjuvazi egemenliğindeki farklı uluslar arasındaki ilişkilere, pazar kavgasına dayanan ulusal sorun, emperyalizm döneminde, bir de burjuvazinin egemenliği altındaki toprakların tüm ulusal değerlerinin pazarlanma tekeli bakımından önem kazanmıştır. Egemen burjuvazinin, pazar paylaşımını olduğu kadar, toprakların bir kısmının farklı bir elden pazarlanmasını ya da ezilenlerin elinde pazarlanma konusu olmaktan çıkarılmasını da uzlaşmazlıkla reddetmesi, genel kural durumundadır. Şimdi artık, eskiden ulusal baskıyı ve ulusal baskıya karşı mücadeleyi koşullayan burjuva egemenliği ve bu egemenlik altında kaçınılmaz olan pazar kavgası, pazarlama tekeli kavgasıyla beslenip büyüyerek daha zorlu ulusal baskı ve ulusal baskıya karşı mücadeleleri zorunlu kılar. Ulusal baskı, bir önceki dönemde, kapitalizmin ve demokrasinin gelişmesine bağlı olarak kimi ülkelerde gerçekleşmiş ulusal çözümlerin, emperyalist tahriklerin de etkisiyle, neredeyse tümüyle olanaksız kılınışını kapsayarak, dil özgürlüğü gibi tamamen insani olanları dâhil, tüm ulusal talepleri dışlayarak tam bir zorbalığa ulaşır. Ne eğitim hakkı tanır ve hatta ne de çocuğuna istediği ismi koyma hakkı. “Resmi” olan dışında hiçbir şeye hak tanımaz. Ulusal baskının ulusal hareketleri koşullaması, artan zorbalık karşısında, ulusal uyanış ve hareketlerin zorunun artışına götürür.
***
İşçi ve diğer ezilen sınıflara yönelik inkârcılık, tarıma, hayvancılığa ve hizmet alanlarına yönelik, tüm haklarıyla birlikte üretici emekçileri hedefine alan tekelci el koyuculuk, ulusal sorun açısından, dünya ölçeğinde tüm ulusal değerleri yok etmeye ve iktisadi alandan başlayarak her yönüyle ülkeleri ele geçirmeye yönelik tekelcilik, tek tek ülkelerde farklı uluslara yönelik yok sayıcılık, hak tanımazlık; tümünün kaynağı kapitalizmde olan ve daha tekel öncesi dönemde uç verip belirli bir yol kat eden haksızlık ve zorbalık, emperyalizmle birlikte, kapitalizmin genel karakteri olarak kendisini ortaya koydu. Emperyalizmle birlikte, egemen burjuvazi, tekeller, hak-hukuk tanımadan tüm ülkelerde ve dünya ölçeğinde saldırıya geçti. Her şeye, tüm zenginliklere el koyma ve kendi egemenliği dışında hiçbir hak tanımama, tekelci burjuvazinin düsturuydu. Çürüyen kapitalizm olan ve bu özelliğiyle sosyalizme dönüşmenin arifesini belirten emperyalizm, aslında kapitalizmin olağandışına ulaşmasıyla olağan görüntüsüne büründü. Rahatlıkla söylenebilir ki, emperyalizmin olağanlığı, onun olağan dışılığı ve olağanüstülüğündedir. Üzerinde tepişilen “demokrasi”, emperyalizm koşullarında, tekeller tarafından, kendisini rahatsız etmediği sürece katlanılan ve ona yönetme rahatlığı sağlayan bir yönetsel biçim olabildi. Ama emperyalistlerin (ve işbirlikçilerinin) örneğin her ciddi grevi polis ve asker gücüyle bastırmaya girişmesini, ciddileşen her durumda denetim dışı sınıf örgütlerini dağıtmaya, toplantılarını yasaklamaya yönelmesini, sıkıyönetimler vb. ilan etmesini dışlamadı. Demokratik haklar, bedelini ödeyen “aşağı” sınıflardan halkın mücadelesinin ürünü olduğu gibi, ancak “aşırı” (burjuvazinin egemenliğini tehdit edici) kullanımları gündeme girmediği koşullarda uygulanma şansı bulabildi. Burjuva demokrasisi, ne iki büyük dünya savaşında sömürülen yığınların kırımını, ne NAZİ ve faşist hak tanımazlığını ne de sömürgelere yöneltilmiş yağma ve tarifsiz zorbalığı reddetmedi, tersine içerdi. Kapitalizmin olağanüstü hali olan emperyalizm, gericilikten, demokrasi ve özgürlük tanımazlıktan, saldırı ve yağmadan, yasakçılık ve hak tanımazlıktan başka bir şey olmadı. Çürümekte olan, tekelci, yağmacı, el koyucu kapitalizmin, olağanüstü yönetimlerin olağanlaşmasına ihtiyacı tartışmasızdı.
Emperyalizmin ilk birkaç on yılı içinde gerçekleşen Sovyet Devrimi ve ardından Çin ve Doğu Avrupa’da olup bitenler, yeni bir olağanüstülük oluştururken, uluslararası tekelci burjuvazinin, emperyalizmin eğilimlerinin gerçekleşme koşullarının tüm çehresini etkiledi. Emperyalistlerin karakteri kuşkusuz değişmedi; ancak, tamamen ciddiyet kazanan devrilme ihtimalini göze almadan gerçekleştiremedikleri/gerçekleştiremeyecekleri eğilimlerini dizginlemek, kendi egemenlikleri bakımından elverişsizleşen koşulları tersine çevirmek için ezilenlere tavizler vermek durumunda kaldılar. SSCB’nin temsil ettiği sosyalizm ve dünya işçileri ve halklarının bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi, demokratik hakları az-çok kayda bağlamayı başarmıştı. Bu, emperyalizmin hak tanımazlığı karşısında, haklara kavuşmanın tek yolunu (devrimler) gösterdiği kadar, kapitalizm koşullarında “devrimci mücadelenin yan ürünü olarak reformlar”ın, burjuvazinin vermek zorunda bırakıldığı tavizlerin örneğini oluşturmaktadır. Kapitalizm altında ya da onu devirerek, hak ve özgürlüklerin elde edilmesi, yalnızca sömürülen ve ezilen yığınların mücadelesine bağlıdır. Gerisi; pervasız hak tanımazlık, yasakçılık, zorbalıkla karakterize olan kapitalistlerin olağanüstü halciliğinden ve bu yöndeki uygulamalarından ibarettir. Emperyalizm aşamasında kapitalizmin dayattığı budur.
Süreç, sosyalizm ve demokrasi mücadelesi ve dayanaklarının elde ettikleri tavizleri de kullanarak son zaferi kazanamaması, ama burjuvazinin, tekellerin verdikleri tavizleri, nefes alma ve yeni saldırılar düzenleme olanağı olarak kullanıp -yine bir olağanüstü halcilik olan- “Soğuk Savaş” vb. yolundan yürüyerek, işçi sınıfı ve halkların ileri yürüyüşünü kesintiye uğratması ve yeniden başa dönmeyi başarmasıyla gelişti. Şimdi, yeniden, tavizlere yer olmayan bir süreç işlemektedir. Geçici de olsa galip gelen, bundan aldığı güçle kendisine güveni artan burjuvazi, eskisinden de büyük bir hırsla ve gericiliği bilenerek saldırı halindedir. Moral kaybının da etkisiyle gerileyen yenilmiş ve henüz yeni yeni toparlanmakta olan işçi ve ezilenlerin hareketinin bugünkü durumu, emperyalist pervasızlığın bugünkü düzeyinin etkenidir.
Artık eli serbest kalan tekelci burjuvazinin, vaktiyle geriye ittiği tüm pervasız saldırganlık ve zorbalığı, bunun örgütlenmesi olan hak-hukuk ve kural tanımaz aygıtları, yönetim yöntemleri yeniden devrededir. Bu pervasızlığın temelini, neoliberal küreselleşme, uluslararası tekellerin dünya ölçeğindeki sömürü ve yağmasının önündeki tüm engellerin kaldırılmasına yönelik (ekonominin, maliyenin, ticaretin, hizmetlerin vb. tam liberalizasyonunu içeren) ekonomi politikaları oluşturmaktadır. Bu temel üzerinde gerçekleşenler herkesin gözü önündedir: Körfez Savaşı’ndan sonra, Yugoslavya’nın parçalanması ve ulusların birbirine kırdırılması, 11 Eylül’ün tamamen bahane olarak kullanıldığı, bu tarihten önce planlanmış Afganistan barbarlığı, Gürcistan, Özbekistan, Tacikistan’da emperyalist üsler kurulması, Filistin soykırımı, Irak’a operasyon dayatması, İran’ın “terörist” ilan edilişi, ABD’nin nükleer tehditleri, Pakistan’la Hindistan arasında topçu ateşlerini de kapsayan nükleer diplomasi, Kolombiya’da kokain baronunun başkanlığı, Venezüella’da geri tepen darbe girişimi… Örnekler çoğaltılabilir; ancak burada ne ulusal ne de uluslararası hukuka, haklara yer bulunabilir.
Dört bir yana yöneltilmiş saldırganlık, hak tanımazlık, hukuksuzluk ya da bileği güçlü olanın hakları ve hukukunun üstünlüğü, şurada başka burada başka hukuk ve ilkeleri, gözlerimizin önünde çürüyen kapitalizmin özelliğidir.
Çürüyen kapitalizm, tüm toplumları da çürüterek, artık daha öteye gidemeyeceğini kanıtlamaktadır. Bush’Iar, Blair’Ier, Putin’ler, Şaron’lar, Ladinler, Dostum’lar vb. eliyle düzenlemekte olduğu, çoğuna “savaş” adı takılan katliamlar; hem bu kanıtlanmanın altının çizilmesidir, hem de artık yıkılıp değişmeden edemez hale gelmiş kapitalizmin kendisini tamamen olağandışı tutumlar ve politika edinilmiş pervasızlıklarla ayakta tutmaya çalışmasından başka bir şey değildir.
Artık kapitalistler egemenliklerini ancak olağanüstü yönetme biçimleriyle sürdürebilir olmuşlardır. Kapitalizmin reva gördüğü aşağılanmalara katlanacak halklar olamayacağı gerçeği ve patlak veren ya da potansiyel haldeki tepkisel ve dönüştürücü eylemlerin bastırılması ihtiyacı bir yana, uluslararası tekeller, emperyalist kapitalistler, en basit yönetsel işlerini bile, olağan yol ve yöntemlerle yürütemez hale gelmişlerdir. Kendi aralarındaki tepişmeleri de bu ihtiyaçlarını pekiştirmektedir. Artık “insan hakları”, “demokrasi”, “barış” gibi o eski propaganda malzemelerini bu nedenle kullanamaz durumdadırlar. AB ve başta Alman ve Fransız emperyalistleri gibi hâlâ bu argümanları kullanarak yayılmaya çalışanlar, paylaşımda pay dayatıcı -başlıca askeri- güç eksiklikleri nedeniyle, örneğin Anglo-Sakson emperyalizmiyle dişe diş kapışmayı göze alacak pozisyona sahip olmadıkları ve halkları yedekleme ihtiyacında oldukları için bunu yapıyorlar. Ancak hem emperyalist nitelikleri hem de en başta Amerikan emperyalistlerinin açtığı pervasızlık yolunda şöyle ya da böyle yürümeye zorlanmaları yüzünden, bu argümanlar ellerinde pek eğreti duruyor. Pek gönüllü görünmemelerine karşın Afgan işgal gücüne asker veriyorlar; Filistin’in inşasını üsleneceklerini söylüyorlar, ama uyguladığı soykırım süresince İsrail’e silah sevkıyatını durdurmadılar; çıkarları gereği olası Irak operasyonuna yakın durmuyorlar, ama dışlanmamak için 1. Körfez Savaşı’nda az “sorti” yapmamışlardı!
Artık emperyalistler ciddi tepki toplayacağını ve topladığını bile bile Filistin’de soykırıma yönelmeden edememektedirler. Tıpkı Bin Ladin’e sadece tahammül etmeden değil ama onu beslemeden edemedikleri gibi. Tıpkı Afganistan’ı hallaç pamuğu gibi atmadan edemedikleri ya da Venezüella’da henüz koşullarını bile hazırlamadan darbe girişiminden kaçınamadıkları gibi.
Çin Tienanmen’de kıyıma girişen olağanüstü yönetiminden zaten hiç vazgeçmedi. Putin, Gorbaçov’un dağıtıp işlemez hale getirdiği sistemi yeniden organize edip toparlanma olağanüstü ihtiyacının ürünü olarak, şimdi ülkeyi olağanüstü yetkilerle donatılmış 6–7 askeri vali ile yönetiyor.
ABD ve İngiltere yeni bir Mac Chartizm dönemine çoktan girdi. Üniversitelerden öğretim üyeleri sadece düşünceleri nedeniyle atılıyor. İki ülke de yabancılara, kuşkusuz en başta yabancı işçilere ilişkin olarak yaşanmaz topraklar haline çoktan getirilmiştir. Suçlamasız süresiz gözaltı, askeri mahkemeler, (ABD’de bu mahkemelerce verilecek idam cezalarının yalnızca Bush’un onayına sunulması ama temyizinin olmaması), yabancıların toplumdan dışlanmasına yönelik her türden aşağılayıcı uygulama vb., bu ülkelerde, dar savaş kabineleri ve kriz yönetimleri gibi olağanüstülüklerin yanı sıra, olağanüstü yönetimin unsurları olarak, şimdiden sıradanlaşmıştır.
IMF, DB ve özellikle DTÖ, uluslararası tekeller ve emperyalistlerin olağanüstü yönetim aygıtları olarak, çoktan olağan yönetim aygıtlarına dönüşmüş bulunmaktadırlar. İşaret ettikleri gerçek, kapitalizmin kendisi ve ihtiyaçlarının, olağanüstü hal ve yönetimin artık olağan sayılacak kadar olağandışılaşmış olmasıdır. Kapitalizm, hiçbir yönüyle artık olağan bir yaşam sürdüremez çizgidedir. Bir bütün olarak kendisini “alt” sınıflara kabul ettirebilmesi kadar emperyalist odaklarının aralarındaki ilişkinin düzenlenmesi de olağanüstü normları, örgüt ve politikaları zorunlu kılmaktadır. Kuruluş amacı ortadan kalkmasına rağmen, üstelik genişlemeye yönelerek NATO’nun pekiştirilmesi de, bu çerçevede anlam kazanmaktadır.
Pervasızlık; hak ve hukuk tanımayış; hakları, genel olarak bölüşümü, kapitalistlerin kendi aralarındaki “pasta” paylaşımını da, güç ve ilişkilerin, buradan kaynaklı dayatmaların belirleyişi, kendi çıkarından başka çıkar tanımayış, inkârcılık, uygulamada zorun rolünün kabul edilmez yükselişi, politika ve diplomasinin giderek daha fazla şiddete dayalı olarak, askeri araçlarla sürdürülmesi- evet, bunlar, kapitalizmin genel eğilimleridir. Ancak, piyasa ve serbest rekabetin orman kanunlarının belirleyicilikleri açısından, tekelci dikte ve zorbalık koşullarında kat edilen mesafe ve günümüzün pervasız küreselleşme ve yeni bir paylaşıma koşma koşullarında kazandıkları özel anlam, tüm kıyaslanabilirliklerin ötesindedir.
Yalnızca işbirlikçiliğinin değil egemenliğinin koşulunu da gericiliğinin oluşturduğu bağımlı/sömürge ülkelerin egemen burjuvazisi; parçası olduğu uluslararası burjuvaziden gelen eğilimlerle beslendiği kadar, kendi ülkesini yönetme zorluğu ve amaçladığı bölgede taşeronluk işlevinin ihtiyaçları bakımından da, ancak gericiliğin zirvesinde tutunabilmektedir. Bunun tek istisnası, ülkesinde gelişkin bir işçi ya da halk muhalefetinin üstesinden taviz vermeden gelemeyecek olmasıdır; ancak bu da, Venezüella örneğinin gösterdiği gibi, dünyanın genel gidişatı içinde, kolay değildir.
Küreselci pervasızlık, emperyalistler tersi eğilim içinde olup eski Yugoslavya ya da Rusya örneğinde olduğu gibi ezilen uluslar üzerinden politika geliştirmedikleri (egemen burjuvaziyi gözden çıkarmadıkları) durumda, bağımlı/sömürge ülkelerin işbirlikçi burjuvazi, egemenliği ve hak tanımazlığı açısından elverişli koşul oluşturmaktadır. Neoliberal küresel tekelci yönelim, bu ülkeler burjuvazisinin egemenliğini uluslararası tekeller lehine kemirse ve onları basit acente ve taşeronlara dönüştürme eğilimi olarak gelişse bile, bu, kesinlikle gericilik ve hak tanımazlığı zayıflatıcı rol oynamamaktadır. Uluslararası tahkimle adalet ve hukukunu bile emperyalistlere pazarlayan bağımlı/sömürge ülke egemen burjuvazisi, Türkiye örneğinde olduğu gibi, 3 yaşındaki “Berivan”ı mahkemelerde süründürmekten kaçınmamaktadır. AB üyeliğinin göstermelik “demokrasi” koşulu olan “idamın kaldırılması”na, “demokrasi havarileri” tarafından “daha çok acı verici, daha büyük ceza” olduğu savunularak “ağırlaştırılmış müebbet hapis” çözümü oluşturulmaktadır. Yine “demokrasi” ölçütü olarak “anadilde eğitim” sorununun, “resmi dil” tartışmasına bile yanaşılmadan, devlet denetiminde kurslarla “çözümü” gündeme getirilebilmektedir. Jest olarak OHAL’in kaldırılmasına ilişkin eğilimlerin gündeme gelişi de aynı çerçevededir. Ancak örneğin EMEP’in “OHAL kaldırılsın” afişleri bile yasaklanıp bu yönde faaliyeti engellenmektedir. Bir siyasi partinin kaldırılmasını talep etmesinin bile yasak olduğu OHAL, tıpkı Öcalan’ın idamının ancak Anayasa’ya “hiç affedilemez” hükmünün değiştirilemez bir madde olarak eklenmesiyle “ağırlaştırılmış müebbet’e çevrilmesi “çözümü” gibi, yönetim biçimi olarak olağanüstü halin olağanlaşmış oluşundan başka bir şeyin kanıtı değildir.
Tek tek ülkelerdeki özel “OHAL”ler, ancak kapitalizmin dünya ölçeğindeki olağanüstü halciliği genel çerçevesi içinde ele alınır ve buradan karşı çıkılırsa, yerli yerine oturtulabilir.
Buradan, örneğin, tüm hukuksuzluğu ve olumsuzluk ve haksızlıklarıyla, Türkiye’de 4 ilde uygulanan OHAL gerçeğinin ve kaldırılması için yürütülmesi gereken mücadelenin özel öneminin küçümsendiği sonucu çıkarılamaz. Tersine, ülkenin demokratikleşmesinin önünde temel bir engel olan OHAL’in kaldırılması için mücadele, demokrasi mücadelesinin başlıca bileşenlerindendir. Sorunun ele alınışına ilişkin söylenenlerden amaç, hem kaldırıldığında bölge insanını, örneğin “kriz yönetimleri”, OHAL yönetimleriyle aynı yetkiye sahip “süper valileri” ile “İller İdaresi Yasası” türünden bugün ülke çapında geçerli olan olağanüstülüklerin, grev, örgütlenme vb. yasaklarının beklediğine dikkat çekmektir; hem de özel olarak OHAL’in kaldırılması mücadelesinin, dünya ve ülke çapında olağanüstü halcilik ve kaynağını oluşturan emperyalist kapitalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadeleyle birleştirilmesinin, OHAL ve olağanüstülüklerden kurtuluşun gerçek kapsamını oluşturduğunu belirtmektir.
Buradan en başta çıkarılması gereken sonuç ise, olağanüstücülüğe karşı mücadelenin kapitalist zorbalığa karşı mücadele, öyleyse en başta işçi sınıfının mücadelesi olması zorunluluğudur. İşçi ve emekçiler, grev yasağı ve sendikal özgürlüklerinin inkârından tutun, esnek çalışmaya, işsizlik ve açlığa kadar, kapitalizmin kendilerine dayatılmış kötülük ve haksızlıklarından ve kuşkusuz ücretli kölelikten kurtulma yolunda adım atmak için, en başta en basit haklarını yok sayan ve kendi kurtuluşlarının yolunu kesen olağanüstü yönetimlere ve tüm olağanüstü uygulamalara karşı çıkmak zorundadırlar. OHAL’in, özellikle Türk işçileri açısından anlamı; ona karşı çıkmadan, ne kendilerine yönelik onca haksızlık ve zulümden ne de tümünün kaynağı olan kapitalizmden kurtulmak için adım atamayacak oluşlarıdır. OHAL’e karşı çıkmadan, işçi sınıfı kendisine yönelik olağanüstü uygulamalar ve bu uygulamaları ihtiyaç haline sokan haksızlık ve kötülüklerden kurtulamaz. İşçi sınıfı, tüm ezilenlerle de birleşmek üzere, onlara yönelik haksızlıklar ve zorbalıklara karşı çıkarak, kurtuluşu yolunda ilerleyebilir. Birleşme zemini kadar, OHAL’e karşı mücadele ihtiyacını da belirleyen, tüm ülkeleriyle dünya çapında olağanlaştırılan olağanüstü yönetim biçimlerinin emperyalist kapitalizm kaynaklı oluşudur.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑