Yaklaşık bir yıldır TC sınırları içerisinde bir dram yaşanmaktadır. Siyasal iktidar bir yıl önce sınırları zorlayarak geçen Iraklı Kürtleri kabul etmek durumunda kaldı. Türkiye’nin Kürtleri kabulünde bir dizi etmen rol oynamakla birlikte ülkenin bir seçim arifesinde bulunması, Kürt’lerin zaten sınırı geçmiş bulunmaları ve ABD’nin Ortadoğu’da Kürt unsurunu dikkate alarak politika yapması ile bu doğrultuda TC’ye ültimatom vermesi, Kürt’lerin kabulünün en önemli nedenleri arasında sayılabilir. Bu arada Dünya Kamuoyunun olaya sıcak yaklaşımı da unutulmamalıdır.
Türkiye Kürt Mültecileri kabul etmek zorunda mıydı?
Türkiye taraf olduğu “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” (1) “İnsan Hakları ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Avrupa Sözleşmesi” (2) ve “1951 Tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Sözleşmesi”(3)ne göre mültecileri kabule zorunlu idi.
Türkiye Cumhuriyeti 28.7.1951 tarihli Cenevre’de imzalanan Mültecilerin Hukuki durumuna ilişkin Birleşmiş Milletler sözleşmesi ve 1967 tarihli Ek Protokole göre Kürtleri Mülteci olarak kabul etmek zorunda olmadığını belirtmiş ve bu yönde yapılan bir idari başvuruyu bu gerekçe ile geri çevirmiştir. Kuşkusuz karar hukuki olmaktan uzak siyasal bir karardır.
Cenevre sözleşmesine göre imzacı devletler sözleşmeyi imzalarken sözleşmenin kapsamını “1 Ocak 1951 tarihinden önce Avrupa’da cereyan eden hadiseler” veya “1 Ocak 1951 tarihinden önce Avrupa’da ya da başka bir yerde cereyan eden hadiseler”e hasredebileceklerdir. 1967 tarihli Ek Protokole tarih sınırlandırması kaldırılmış ancak imzacı devletlere tanınan sözleşme kapsamını yer bakımından belirleme hakkı aynen muhafaza edilmiştir.
Bu noktada Avrupa’nın İnsan Hakları kavramına yaklaşımına değinmeden geçemeyeceğiz, Avrupa’nın benmerkezci, İnsan haklarını salt kendilerine mahsus bir hak olarak gören bencil burjuva zihniyeti bu sözleşmede açıkça sırıtmaktadır. İnsan haklan ihlallerinin Avrupa dışında daha yoğun bir biçimde yaşandığı bir dönemde mültecilik statüsünü sadece Avrupa’daki baskılardan kaçanlara tanımak gibi bir zihniyet savunulabilmektedir. Türkiye’de mal bulmuş gibi kendisine tanınan bu hakkı kullanıyor, sözleşmeyi sadece Avrupa’da gelişen olaylardan kaçanlara uygulayacağını belirterek imzalıyor. Ancak Türkiye’nin taraf olduğu sözleşme salt mültecilerin hukuki durumuna ait sözleşme değildir.
Türkiye’nin taraf olduğu İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 14. maddesine göre herkes zülüm karşısında başka ülkelerden mülteci olarak kabul edilmek ve bu ülkeler tarafından mülteci muamelesi görmek hakkına haizdir.
Avrupa insan hakları sözleşmesinin 4. maddesine göre de hiç kimse köle ve kul halinde tutulamaz. Türkiye bu anlaşmaları da onaylamıştır. Kamplardaki Kürtler şu andaki yaşayışları ile kul ve köleden farksızdır. Bu anlaşmalar, usulünce imzalanıp onaylandıklarından 1982 Anayasası’nın 90. maddesi gereğince iş hukuk kurallarıdırlar, üstelik bu anlaşma hükümlerinden faydalanmak için vatandaş olmak da gerekmemektedir. Metinlerden de anlaşılacağı gibi herkesi koruyan hukuk normlarıdırlar.
Türkiye’nin sığınanlara mültecilik statüsünün tanıması ekonomik olarak da menfaatinedir. Çünkü bu durumda Türkiye BM mülteciler yüksek komiserliğine müracaat ederek yardım talep edebilecektir. Dolayısıyla mülteciler daha fazla imkâna kavuşabilecek, Türkiye’nin ekonomik yükü de azalacaktır.
Anayasamızın temel kurallarından biri de yasalar önünde eşitliktir. Uluslararası sözleşmelerin de yasa hükmünde olduğu dikkate alınırsa 1951 tarihli Cenevre sözleşmesinin herkese eşit uygulanması gerekir. Ayrıca sözleşmenin 3. maddesi, akit devletlerin, dil, din, ırk, menşei ve memleket ayrımı yapmadan sözleşmeyi herkese eşit tatbik etmek zorunda olduğunu belirtmiştir. Türkiye Avrupa dışında gelen mültecileri kabul etmeme çekincesine rağmen Afganistan ve İran’dan binlerce mülteci kabul etmiştir. İranlı ve Afganlı mültecilerin kabulü Türkiye’nin sözleşme kapsamını genişlettiği anlamına gelir, Kürtleri de mülteci olarak kabul etmek zorundadır. Tabii ki hukuk devleti iddiasında ise.
Bir yıldır Kürtlerin statüsünün belirlenmeden tel örgüler arasında tutulması hukuk devleti bakımından utanılacak bir durumdur. Iraklı Kürtler Mültecilik statüsünü kazanmak için hukuksal girişimlerini sürdürmelidirler.
Bildiğimiz kadarıyla mültecilik statüsünün tanınması için yapılan başvuru siyasal iktidarca ret edilmiştir. Bu karara karşı idari yargı yoluna başvurulabilir. Sonuç olumsuz olduğu takdirde yani ileri yargıdan da sonuç alınmazsa Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 25. maddesinin kişilere tanıdığı bireysel başvuru hakkı kullanılabilir. Bireysel başvuru hakkını kullanabilmek için vatandaşlık şartı yoktur. Nitekim Avrupa’da bulunan Türkler, bulundukları ülkenin insan hakları ihlallerine karşı bu yola başvurmuşlar ve başarılı sonuç almışlardır. Bu hak Kürtlerce de kullanılmalıdır. Bir yıldır statüleri belirlenmeden esir kamplarında yaşıyorlarmışçasına bir işleme tabi tutulmuşlardır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu durum Avrupa İnsan Hakları sözleşmesinin 4. maddesindeki prensibe aykırıdır.
Türkiye Mülteci Kürtlerin statüsünü tanımak durumunda olduğu halde ekonomik ve sosyal nedenlerden bu statüyü tanımamaktadır. Çünkü Hukukta misafir diye bir statü yoktur, hele etrafı tel örgülerle çevrili bir misafirlik hiç söz konusu olamaz.
Türkiye Kürtlere tanıyacağı mültecilik statüsünün siyasal sonuçlarına katlanamadığı için, kendi vatandaşlarından doğacak toplumsal muhalefetten çekindiği için onlar bizim misafirlerimizdir gibi hukuk dışı statüler icat etmektedir. Mültecilik statüsü tanındığında Kürtler Birleşmiş Milletler’in ve Mülteciler Yüksek Komiserliğinin gözetim ve denetimi altında olacaktır.
Mültecilik statüsü fiili durumdan hukuki duruma geçtiğinde Kürtlerin kendi kültürlerini geliştirmeleri, eğitimlerini tamamlamaları sağlanacaktır. Pek tabiidir ki eğitimlerini kendi ana dillerinde yapacaklardır. Bu durum Türkiye’nin yıllardır Kürtlere tanınmadığı hakların mülteci Kürtlere tanımak gibi bir ikilemle karşı karşıya kalması söz konusu olacaktır. Tabii ki bu durum Türkiyeli Kürtlerde ulusal ve kültürel bilinci geliştirecektir.
Bunun sonuçlarına katlanmayı göze alamadığından, siyasal tercihini ortaya koymakta ve mültecilik hakkını hukuka aykırı olarak engellemektedir.
Mültecilik olayı esasen hümanist boyutları olan insani bir olaydır. Zulümden kaçan insanlara yardım biçiminde gelişir. Türkiye de Saddam zulmünden kaçan Kürtlere başta da belirttiğimiz nedenlerin yanında insani nedenlerden de kucak açmıştır. Ayrıca bu olaydaki insani boyut çok daha sıcak ve çarpıcıdır. Gelen mültecilerin Türkiye’de akrabaları vardır. Devletten önce bu akrabalarına sığınmışlardır. Ancak devlet olaya müdahale ettikten sonra bu insanların yakınlarına yardım yapmalarını engellemiştir.
Türkiye Mültecilik statüsünü tanımakla dış yardımları engellediği gibi iç yardımları da engellemiştir. 23.6.1983 tarihli 2860 sayılı yasa ile yardım toplama izne tabi tutulmuştur. Kuşkusuz salt mülteciler için değil tüm yardım toplama olayları için geçerli. Ancak iktidar bu kanunu bahane ederek mülteci Kürtler için yardım toplamak için izin isteyenlere izin vermemektedir. Nitekim İNSAN HAKLARI DERNEĞİ’NİN bu yöndeki talebi İçişleri Bakanlığınca geri çevrilmiş ve yardım toplanması engellenmiştir.
Türkiye İnsan Hakları bağlamındaki çifte standardını bu konuda da sürdürüyor. Bir taraftan Bulgaristan’dan gelen göçmenler için tüm herkesi seferber edip, memurlardan para keserek zoraki yardıma sevk ederken, Kürtler İçin Yardım toplamak isteyenleri engellemektedir. Kürt olmanın cezasını mülteciler de çekmektedir.
Türkiye gerek insani gerekse de hukuki nedenlerden Kürtlere mültecilik statüsü tanımak zorundadır. Kürtler de “mültecilik statüsü”nü kazanmak için tüm yasal yollan kullanarak sonuç alamadıkları takdirde bireysel başvuru yoluna gitmelidirler.
1- İnsan Haklan Evrensel Bildirgesi 6 Nisan 1949 tarihinde benimsenmiş 27.5.1949 tarihli 7217 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanmıştır.
2- İnsan Hakları ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Avrupa Sözleşmesi10.03.1954 tarihli yasayla bulunmuş 19.03.1954 tarihli 8662 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanmıştır.
3- Cenevre Sözleşmesi’ni 29.8.1961 tarihinde Türkiye onaylamış 5.9.1961 tarihli 10898 sayılı Resmi Gazete de yayınlanmıştır. 1967 tarihli Protokol ise 1.7.1968 tarihinde onaylanmış, 5.8.1968 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanmıştır.
Ağustos 1989