“İç Güvenlik Paketi” olarak bilinen yasa tasarısının resmi adı “Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu Jandarma Teşkilatı Görev ve Yetkileri Kanunu Nüfus Hizmetleri Kanunu ile Bazı Kanun ve kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”.
Kanun Tasarısı’nın 132 maddesi var. AKP Hükümeti döneminde bir normal yasa düzenlemesi olarak kullanılagelen “Torba Kanun” şeklinde hazırlanmış bir yasa tasarısı. İçinde “güvenlik” meselesi ile ilgisi olmayan pek çok düzenleme de var.
Paketin 1. Maddesi’nde üst ve araç araması ile ilgili değişiklik var. Eski düzenleme 1934 tarihli ve 2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanununun 4/A maddesinin 6. Fıkrası’nda “Polis, durdurduğu kişi üzerinde veya aracında silah veya tehlike oluşturan diğer bir eşyanın bulunduğu hususunda yeterli şüphenin varlığı halinde, kendisine veya başkalarına zarar verilmesini önlemek amacına yönelik gerekli tedbirleri alabilir. Ancak bu amaçla kişinin üzerindeki elbisenin çıkarılması veya aracın, dışarıdan bakıldığında içerisi görünmeyen bölümlerinin açılması istenemez.” denilerek üstü ve aracı aranan kimsenin elbisesinin çıkarılmasının istenemeyeceği, aracının görülmeyen yerlerinin, örneğin torpido gözünün açtırılamayacağı belirtiliyor. Tasarıda ise, kolluk amirinin sözlü emri ile “el ile dıştan kontrol hariç, kişinin üstü ve eşyası ile aracının dışarıdan bakıldığında içerisi görünmeyen bölümleri” de aranabilecek. Bu değişiklik ile bir mitinge giden kişi ve araçların “ince arama” denilen yöntemlerle didik didik aranması amaçlanıyor. Tabii, bu yetki ile polis miting vb. yere gitmeyen kişileri de istediği zaman durdurup üstünü (elbiselerini çıkartarak) ve araçlarını (bütün kapalı yerleri açtırarak) arayabilecek. Bu maddeyle, burjuva demokrasilerinin özel önem atfedilmiş bir “değeri” olan “özel hayatın gizliliği” ve “masumiyet karinesi”ayaklar altına alınıyor; miting-gösteri olsun-olmasın, istendiği her durumda, herkes, tabii ki en başta muhalifler, toplumun yönetilen sömürülen yığınları istendiği gibi aranıp “elden geçirilebilecek”tir. İnsanların “masumiyet ve masuniyet”ine saygı gösterilmemesi “polis devleti”nin en belirgin unsurlarındandır.
Tasarının 2. Maddesi’nde 2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nun 13. Maddesi’ndeki “Yakalar ve gerekli kanunî işlemleri yapar” bölümü; “eylemin veya durumun niteliğine göre; koruma altına alır, uzaklaştırır ya da yakalar ve gerekli kanuni işlemleri yapar” biçiminde değiştiriliyor. Bu değişiklikle 1940-1950’lili yıllarda her 1 Mayıs günü öncesi bazı kişilerin gözaltına alınması gibi; Gezi Gösterileri ya da 1 Mayıs gösterisi gibi gösterilere katılmak isteyen kişiler önceden ev ya da işyerlerinden alınabilecek veya gösteri alanına giderken sokakta alınabilecek ya da son iki yıl 1 Mayıs günü olduğu gibi DİSK binasında beklerken alınıp örneğin Pendik’te bir yere bırakılabilecek, bir kapalı spor salonunda akşama kadar tutulabilecek. Şüphesiz bununla da sınırlı kalınmayacak; istenen istendiği yerde polisçe, “gösteri” türünden bir eylem ya da bu eylemle ilintililik bahane edilerek, yakalanacak ve hakkında “gerekli kanuni işlemler yapılacak”tır!
Tasarının 4. Maddesi’nde “d) Kendisine veya başkalarına, işyerlerine, konutlara, kamu binalarına, okullara, yurtlara, ibadethanelere, araçlara ve kişilerin tek tek ya da toplu halde bulunduğu açık veya kapalı alanlara Molotof, patlayıcı, yanıcı, yakıcı, boğucu, yaralayıcı ve benzeri silahlarla saldıran veya saldırıya teşebbüs edenlere karşı, saldırıyı etkisiz kılmak amacıyla ve etkisiz kılacak ölçüde”silah kullanmaya yetkilidir bölümü ekleniyor. Böylece, Gezi Gösterileri benzeri gösterilerde topluluğun içinde bir kişide Molotof benzeri bir şey ya da sapan gördüğünde polis topluluğa gerçek mermilerle ateş edebilecek. Gezi Direnişi’nde sekiz, 6-7 Ekim gösterilerinde elli civarında insanın bu yasal düzenleme yokken öldürüldüğü düşünülürse, bundan sonra yapılacak gösterilerde polis tarafından öldürülebilecek insan sayısını düşünmek korkutucu olacaktır.
Tasarının 5. Maddesi’nde dinleme ile ilgili değişiklik yapılıyor. Eski (mevcut ) durumda emniyet müdürü ve istihbarat müdürü yirmi dört saat hakim izni olmadan dinleme yapabiliyor, yirmi dört saat içinde hakime bildirmek ve izin almak zorunda. Yeni düzenlemede yirmi dört saat kırk sekiz saate çıkarılıyor. Polis iki gün boyunca hakim izni olmadan dinleme yapabiliyor. Eski durumda izin verecek hakim polisin yetki bölgesindeki ağır ceza mahkemesi üyesi iken, yeni durumda bütün Türkiye için tek bir hakim, Ankara Ağır Ceza Mahkemesi hakimi oluyor. Bu hakimin özel seçilmiş hakim olacağını tahmin etmek için çok zeki olmaya gerek yok herhalde. Tasarının altıncı maddesinde aynı dinleme kuralları Jandarma teşkilatı için de getiriliyor. Kendisinin dinlendiğinden şikayet eden AKP ve hükümetinin geldiği yeri göstermesi bakımından ibret vericidir: Hakimsiz-yargısız polisle dinleme.. Gerektiğinde, 48 saat sonra “kafa dengi” tek “hakim”in kararıyla dinlemenin meşrulaştırılması! Kendilerine geldiğinde dinlemeler delil bile olmayacak, “montaj”, “dublaj” sayılacak, ama halka geldiğinde, hakimsiz dinlemeler bile hukuk kapsamına girecek!
Tasarının 7. Maddesi’yle 1983 tarihli 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 23. Maddesi’nde değişiklik yapılıyor. 23. Madde: “Ateşli silahlar veya patlayıcı maddeler veya her türlü kesici, delici aletler veya taş, sopa, demir ve lastik çubuklar, boğma teli veya zincir gibi bereleyici ve boğucu araçlar veya yakıcı, aşındırıcı, yaralayıcı eczalar veya diğer her türlü zehirler veya her türlü sis, gaz ve benzeri maddeler ile yasadışı örgüt ve topluluklara ait amblem ve işaret taşınarak veya bu işaret ve amblemleri üzerinde bulunduran üniformayı andırır giysiler giyilerek veya kimliklerini gizlemek amacıyla yüzlerini tamamen veya kısmen bez vesair unsurlarla örterek toplantı ve gösteri yürüyüşlerine katılma ve kanunların suç saydığı nitelik taşıyan afiş, pankart, döviz, resim, levha, araç ve gereçler taşınarak veya bu nitelikte sloganlar söylenerek veya ses cihazları ile yayınlanarak” yapılan gösterileri yasaklıyordu. Değişiklikle, gösteri yapmak isteyen topluluğun içinde havai fişek, Molotof, demir bilye ve sapan vb. bulunduranlar olduğu takdirde de gösteri yaşadışı sayılıyor. Kanunun eski (mevcut) halinde belirtilen hususlar dışarıdan görülebilen ve gösteriyi düzenleyenlerin müdahale edebileceği hususlardır. Elbette bu hususlar da gösteri hakkına aykırıdır, fakat yeni düzenleme ile diğer göstericilerin görmeyeceği şekilde, birilerinde bilye, sapan ya da Molotof kokteyli bulunması gösteriye katılan herkesi bağlayan bir suç unsuru sayılıyor. Suç ve cezanın şahsiliği ilkesi bu madde ile gözardı edilmektedir. Çeşitli gösterilerde gözaltına alınanlar yargılanırken polisin getireceği ve kimden alındığı belli olmayan bir iki sapan ya da bir avuç bilye bütün göstericilerin yasadışı gösteriye katıldığına kanıt sayılacaktır. Bu durumda iktidarın muhalif gösterilere saldırması ve yakaladıklarını ağır cezalarla cezalandırması sıradan olaylar haline gelecektir.
Tasarı’nın 8. Maddesi’nde ise, 2911 sayılı Kanun’un 33. Maddesi’nde değişiklik yapılıyor. 33. Madde’nin eski hali: “Toplantı ve gösteri yürüyüşlerine 23 üncü maddenin (b) bendinde sayılan silah veya araçları taşıyarak katılanlar, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Silah veya aracın ateşli silah ya da patlayıcı veya yakıcı madde olması durumunda, cezanın alt sınırı bir yıldan az olamaz. Silah veya aracın bulundurulmasının suç oluşturması halinde, ayrıca bu suçtan dolayı da ilgili hakkında kanun hükümlerine göre cezaya hükmolunur” iken, yeni düzenlemeyle, “Ateşli silah veya havai fişek, Molotof ve benzeri el yapımı olanlar dahil patlayıcı maddeler veya her türlü kesici, delici aletler veya taş, sopa, demir ve lastik çubuklar, boğma teli veya zincir, demir bilye ve sapan gibi bereleyici ve boğucu araçlar veya yakıcı, aşındırıcı, yaralayıcı eczalar veya diğer her türlü zehirler veya her türlü sis, gaz ve benzeri maddeler taşıyarak veya kimliklerini gizlemek amacıyla yüzlerini tamamen veya kısmen bez vesair unsurlarla örterek katılanlar iki yıl altı aydan dört yıla kadar… hapis cezası ile cezalardırılırlar” şeklinde değiştiriliyor. Yeni düzenlemede havai fişek, Molotof, taş, sopa, demir ve lastik çubuk taşıyanlar ve yüzlerini gizleyenler iki buçuk sene hapis gibi ağır bir ceza ile cezalandırılıyor. Bu ceza paraya çevrilemiyor ve ertelenemiyor. AKP Hükümeti anlaşılan Gezi, 1 Mayıs vb. gösterilere katılıp da yakalananları uzun süreyle hapishanede tutmayı istiyor.
Tasarı’nın 10. Maddesi 12/4/1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 7.nci Maddesi’nin ikinci fıkrasının (a) bendini yürürlükten kaldırıyor ve aynı maddeye bu fıkradan sonra gelmek üzere aşağıdaki fıkrayı ekliyor. “Terör örgütünün propagandasına dönüştürülen toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde, kimliklerini gizlemek amacıyla yüzünü tamamen veya kısmen kapatanlar üç yıldan beş yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır. Bu suçu işleyenlerin cebir ve şiddete başvurmaları ya da her türlü silah, molotof ve benzeri patlayıcı, yakıcı ya da yaralayıcı maddeler bulundurmaları veya kullanmaları hâlinde verilecek cezanın alt sınırı dört yıldan az olamaz.” Madde metninden kolayca anlaşılacağı gibi, bu düzenleme sonrası PKK bayrağı ya da Öcalan posteri taşınan her gösteride yakalanan göstericiler üç sene hapis cezası ile cezalandırılabilecek. Gösteride Molotof vb. kullanılmışsa bu ceza en az dört yıl olacak. Ötesinde; atılan zehirli gaz vb.’den korunmak amacıyla yüzünü örtmeye çalışmak, örneğin kağıt ya da bezden doktor maskesi takmak “terör örgütü” üyeliği nedeniyle “yüzünü gizlemek” sayılacak ve seneleri bulacak cezalara konu edilecek. Amaç ortadadır: Gösteri yapılamaz, düşünce toplu halde ifade edilemez olsun!
Tasarı’nın 13. Maddesi ile diğer suçların yanı sıra; toplumsal olaylar sırasında işlenen cebir ve şiddet içeren suçlar, Türk Ceza Kanunu’nda yer alan suçlar; Terörle Mücadele Kanunu’nda yer alan suçlar, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 33 üncü Maddesi’nin Birinci Fıkrası’nın (a) bendinde belirtilen suçlar ve 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu’na dayanılarak ilan edilen sokağa çıkma yasağını ihlal etme suçlarında gözaltına alma süreleri ve biçimi değiştiriliyor. Tümünde az-çok hakim gözetiminden keyfiliğe geçilmektedir.
4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 91 inci Maddesi’ne Üçüncü Fıkrası’ndan sonra gelmek üzere, aşağıdaki fıkra ekleniyor.
“(4) Suçüstü hâlleriyle sınırlı olmak kaydıyla; kişi hakkında aşağıdaki bentlerde belirtilen suçlarda mülki amirlerce belirlenecek kolluk amirleri tarafından yirmi dört saate kadar, şiddet olaylarının yaygınlaşarak kamu düzeninin ciddi şekilde bozulmasına yol açabilecek toplumsal olaylar sırasında ve toplu olarak işlenen suçlarda kırk sekiz saate kadar gözaltına alınma kararı verilebilir. Gözaltına alma nedeninin ortadan kalkması hâlinde veya işlemlerin tamamlanması üzerine derhâl ve her hâlde en geç yukarıda belirtilen sürelerin sonunda Cumhuriyet savcısına yapılan işlemler hakkında bilgi verilerek talimatı doğrultusunda hareket edilir. Kişi serbest bırakılmazsa yukarıdaki fıkralara göre işlem yapılır. Ancak kişi en geç kırk sekiz saat, toplu olarak işlenen suçlarda dört gün içinde hâkim önüne çıkarılır. Bu fıkra kapsamında kolluk tarafından gözaltına alınan kişiler hakkında da gözaltına ilişkin hükümler uygulanır.” Bu değişiklikle AKP, gözaltı süresini, tek kişide bir günden iki güne, toplu gözaltında ise üç günden dört güne çıkarıyor ve gözaltına alma yetkisini savcıdan polise devrediyor. Böyle bir düzenleme, polis tarafından gözaltına alınacak kişi ya da kişilerin hakkında isnat edilebilecek hiçbir suç olmasa da polis tarafından en az bir gün nezarethanede tutulabileceği anlamına geliyor. Polisin, muhaliflere gözdağı amacıyla bu yetkisini de sık sık kullanacağı tahmin edilebilir.
Tasarının 14. Maddesi ile yukarıda sözünü ettiğimiz cezaların ağırlaştırıldığı 2911 sayılı Gösteri Yasası ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 7/2. Maddesi hükümlerine aykırı davrananlar, yani gösterilerde yakalananlar katolog suçlar kapsamına alınıp tutuklanıyor. Tutuklu yargılanması isteniyor ki, bu tutukluluk en az bir iki sene olacak. Bir gösteriye katıldı diye insanların bir yıl hatta daha fazla tutuklu kalması gösteri yapma hakkını büyük ölçüde kısıtlayacaktır. İnsanları gösteri yapma, gösteriye katılmadan caydıracaktır.
Tasarının 15. Maddesi valilere sıkıyönetim komutanı yetkisi veriyor. Valiler örneğin 6-7 Ekim gösterileri gibi durumlarda istediği kişi veya kurumun aracına el koyabilecek, sokağa çıkma yasağı ilan edebilecek, okulları kapatabilecek vb. Bu uygulamanın ilk örneğini muhtemelen bu sene 1 Mayıs gösterilerinde göreceğiz.
Tasarıda birkaç maddede araç kiralayanların takibi ve kaydının tutulması üzerine düzenlenmiş. AKP araç kiralayanları adım adım izlemek istiyor. Bu düzenleme de elbette seyahat özgürlüğü ve özel hayatın gizliliği hak ve özgürlüklerine aykırı.
Tasarı’nın 51. Maddesi’ne kadar olan bölümü ise polis teşkilatına ilişkin. AKP “Paralel Devlet” dediği Gülenci polislerin polis içinde çok sayıda ve örgütlü olduklarını tespit ettikten sonra Gülenci olduğunu saptayabildiği bütün polisleri görevlerini ve görev yerlerini değiştirerek dağıtmış, yine Gülencilerin yönettiğini düşündüğü polis kolejlerini kapatmıştı. Bu pakette, polis teşkilatını yeniden düzenliyor ve Gülenci polislere fiilen uyguladığı yaptırımların yasal dayanağını oluşturuyor.
Tasarı’nın 51. Ve 52. Maddeleri ile yapılan değişiklikler Jandarma teşkilatının Genelkurmay’dan alınıp İçişleri Bakanlığı’na bağlanmasını getiriyor.
Tasarı’nın 60-62. Maddeleri Sahil Güvenlik Teşkilatının da İçişleri Bakanlığı’na bağlanmasını düzenliyor.
Tasarı’nın 68. İle 125. Maddeleri arası nüfus kayıtları, kimlik kartları, ikametgah kayıtları, yabancıların kaydedilmesi vb. düzenliyor. Bu düzenlemeler de tüm bilgilerin elektronik ortamda kaydedilmesi ve takip edilebilmesini içeriyor.
“İç Güvenlik Paketi” adıyla kamuoyunda bilinen bu “Torba Yasa”nın özü; en kısa ifadeyle “Büyük Birader sizi gözetliyor” rejiminin tesisi için ileri bir adım atılmasıdır. Çipli kimlik kartları ve elektronik kimlik bilgileri paylaşımı sistemi ile bütün devlet daireleri yurttaşın adresini, kimliğine ait bilgilerini, nüfus kayıtlarını, araç kiraladı ise araçla nerelere gittiğini, mavi kart uygulaması ile günlük hareketlerini ve harcamalarını kontrol edebilecektir. Yeni dinleme düzenlemesi ile iki gün hakim izni olmadan dinleyebilecek, iki günden sonra özel seçilmiş tek hakimin izni ile yine dinleyebilecektir. Bir süre önce yapılan düzenleme ile facebook, twitter vb. sosyal medyada istenilmeyen haber ve bilgi paylaşıldığında yine idari tedbirlerle kısa sürede bu yayınları durdurabilecektir. Yeni getirilen yasaklarla ise, gösteri yapmak adeta imkansızlaşacak, buna rağmen gösteri yapmak isteyenler 2-5, 3-4 sene gibi ağır cezalarla cezalandırılacaktır. Bu kişiler ayrıca tutuklu yargılanacak ve cezaları ertelenemeyecektir. HSYK tarafından bir süre önce kurulan “ihtisas Mahkemeleri”, DGM ve Özel Yetkili Mahkemelerin yerine almıştır. Bu mahkemelere atanan özel hakimler AKP Rejimine muhalif olanlara ağır cezalar verecektir ki, bunların içinde Çarşı Grubu mensupları da vardır.
Özetle, “paket”le düşünmek serbest bırakılmaktadır; yeter ki, herhangi bir iletişim aracıyla yayılmasın, birkaç kişi bile olsa toplantı ve gösterilerde bir araya gelerek ifade edilmesin; söylenmesin, aktarılmasın ve hele toplu halde katiyen ifade edilmesin! Yarın onunla ilgili bir “paket” de getirilmezse sadece “tefekkür” özgür bırakılmaktadır!
Açıkça anlaşılmaktadır ki, AKP, Gezi, 1 Mayıs ve 6-7 Ekim gösterilerini bir daha yaşamak istemediği gibi, tamamen keyfine göre bir “yakala-yargıla-ceza bas” sistemi kurma peşindedir. İnsanların tek tek ya da toplanarak düşüncelerini ifade etmelerinin gözaltı, tutuklama vb.’lerle önünü kesip sokağa çıkmalarını engellediğinde, savcı ve hakimleri bile devreden çıkararak memurlarını sıkıyönetim komutanı yetkileriyle donattığında, sosyal medyayı etkisiz kıldığında, yönettiği “yandaş medya” denilen büyük propaganda ağı ile üstünü örttüğü/örteceği soygun ve talan düzenini sonsuza kadar devam ettirebileceğini düşünmektedir.
Bin Ali de böyle düşünüyordu, ama olmadı. Türkiye’de de AKP’nin sömürü, talan, baskı ve tek adam diktatörlüğünün ilelebet devam etmesi mümkün değildir.
İnsan Hakları Ve İnsan Hakları Mücadelesi
Bu yazı, İHD üyesi Kamil T. SÜREK’in geçtiğimiz aylarda İstanbul’da gerçekleştirilen insan Hakları Kurultayı’na sunduğu tebliğin metnidir. Kamil SÜREK, kavram olarak “insan hakları”nın tarihini, evrimini ve sırf içeriğini tartışıyor, bu mücadelenin hangi eksende yürütülmesi gerektiği sorusuna cevap veriyor. Eylül ayında yapılacak İHD merkez ve şube kongreleriyle canlanacak tartışmalara katkısı olabilecek bu yazıyı okuyucularımıza sunuyoruz.
Demokratik hak ve özgürlüklerin kırıntılarının bile yok edildiği 12 Eylül’ün ardından; demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması mücadelesi ve bu mücadeleyi diktatörlüğün şiddetle bastırma tavrı, insan hakları konusunu sürekli olarak gündemde tutuyor.
12 Eylül’le çok ciddi darbeler alan devrimci örgütlerin henüz zayıflığı ve sosyalizmin geniş kitlelere ulaştırılamamasından yararlanan bazı çevrelerin (Gorbaçovculuğun da desteği ile) düşünsel ve pratik olarak sosyalizm yerine insan hakları mücadelesini geçirme çabaları da insan haklarını sıkça tartışılan bir konu haline getirdi.
Bu koşullarda, insan hakları nedir ve insan hakları mücadelesi nasıl olmalıdır sorularına cevap aramak gerekiyor.
İNSAN HAKLARI, BURJUVA BİR KAVRAM OLARAK ORTAYA ÇIKMIŞTIR
İnsan hakları, bireylerin salt insan olmakla kazandıkları haklar biçiminde tanımlanmaktadır. Her birey için geçerli, değiştirilemez yaşam, özgürlük, mülkiyet, doğal durumda eşit olma gibi hakların genel ve evrensel niteliği vurgulanır ve bu hakların doğuştan kazanıldığı ileri sürülür.
Ezeli ve edebi, doğuştan kazanılmış, genel ve evrensel haklar tanımı kanımızca gerçekçi değildir, insan hakları kavramını toplumsal ilişkiler içinde ve tarihsel gelişimi ile irdelemek ve açıklamak daha gerçekçi ve doğru bir yöntem olabilir.
İnsan hakları şeklinde tanımlanan, insanların eşitlik ve daha iyi yaşam talepleri tarihsel süreç içinde gözlemlendiğinde, içerik itibarıyla birçok farklılıklar göstermektedir. Yine bu taleplerin toplumdaki çeşitli sınıflarca da farklı kavrandığı ve bu farklı kavrayışların taleplerin içeriğini de farklılaştırdığı” görülmektedir.
İlk eşitsizliklerin ortaya çıkmasıyla birlikte, insanlarda eşitlik düşüncesi doğmuş ve eşitlik için mücadele de başlamıştır. “Bütün insanların insan olarak ortak bir şeye sahip bulundukları ve bu ortak şey ölçüsünde eşit oldukları fikri, kuşkusuz dünya kadar eski bir fikirdir.” (Engels) Köleci toplumda kölelerin eşitlik talepleri ile köle sahiplerinin eşitlik anlayışları aynı değildi. Köleler yurttaş olma hakkı için mücadele ederken köle sahipleri antik şehir devletlerinde sadece yurttaşların siyasi yaşamdaki eşitliği üzerine tartışıyorlardı. Spartaküslerde somutlaşan köle isyanları, bu eşitlik (özgür yurttaş olma hakkı) talepleri uğrunaydı. Hıristiyanlık, eşitlik ve kardeşlik sloganları ile kölelerin dini haline geldi, fakat Hıristiyanlığın egemen din olması kölelerin kurtuluşunu sağlamadı. “Hıristiyanlık, bütün insanlar arasında yalnızca bir eşitlikten, kendi köleler ve ezilenler dini olma niteliğine tastamam uygun düşen, eşit ilk günah eşitliğinden başka bir eşitlik tanımadı.” (Engels)
Bugünkü insan hakları ile ilgili taleplerin öncelleri olan eşitlik talepleri feodal aristokrasinin baskısına karşı, gelişmekte olan burjuvazinin talepleri olarak ortaya çıktı. “Bütün insanların insan olarak ortak bir şeye sahip bulundukları ve bu ortak şey ölçüsünde eşit oldukları fikri, kuşkusuz dünya kadar eski bir fikirdir. Ama modern eşitlik istemi bundan adamakıllı farklıdır; istem, daha çok, bu insan olma ortak niteliğinden, insanların bu insan eşitliğinden, bütün insanların, ya da en azından bütün yurttaşların, bir toplumun bütün üyelerinin eşit bir siyasal ve toplumsal değere sahip olma hakkının çıkarılmasına dayanır. Bu ilk göreli eşitlik fikrinden, devlet ve toplum içinde bir hak eşitliği sonucunun çıkartılabilmesi için, binlerce yıl geçmesi gerekti ve binlerce yıl geçti” (Engels)
Kölelerin, ezilenlerin dini Hıristiyanlık kısa sürede hâkim sınıfların dini haline geldi. Feodal aristokrasinin en önemli dayanağı oldu. Burjuvazi bir taraftan feodal aristokrasiye karşı gelişmesinin önünü açacak talepler ileri sürerken, dine ve kiliseye de saldırıyor ve ateizm propagandası yapıyordu. Burjuvazi kendi öz sınıfsal çıkarlarını, geniş işçi ve köylü kitlelerini de peşine takmak amacıyla insanlığın evrensel hak ve özgürlükleri olarak sunuyordu.
“Ama ekonomik ilişkilerin özgürlük ve hak eşitliği istediği yerde, siyasal rejim onların karşısına her adımda loncasal engeller ve ayrıcalıklar çıkartıyordu. Yerel ayrıcalıklar, farklılaştırılmış gümrükler, he türlü ayrım yasaları; ticaretlerinde yalnız yabancılar ya da sömürgelerde yaşayan halk için değil, ama çoğu kez devlet uyrukları için de zararlı oluyordu; loncasal ayrıcalıklar, yapımevi sanayisinin gelişme yolunu keserek, her yerde varlığını sürdürüyordu. Burjuva rakipler için, hiçbir yerde, ne yol açık, ne de şanslar eşitti. Ve bununla birlikte istemlerin en başta geleni ve kendini gitgide daha çok duyuranı da, işte buydu.
Bu, feodal eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla feodal engellerden kurtuluş ve hak eşitliğinin kurulması istemi, toplumun ekonomik gelişmesi tarafından geniş boyutlar kazanmaktan geri kalamazdı. Her ne denli bu istem, sanayi ve ticaret yararına ileri sürülüyorduysa da, aynı hak eşitliğinin, tam bir toprak köleliğinden başlayarak, köleliğin bütün derecelerinde, çalışma zamanlarının en büyük bölümünü, karşılıksız olarak, iyiliksever feodal beylerine ayırmak ve ayrıca ona ve devlete sayısız vergiler ödemek zorunda olan geniş köylüler yığını için istenmesi de gerekiyordu, öte yandan, feodal üstünlüklerin, soyluların vergi bağışıklığının, çeşitli zümrelerin siyasal ayrıcalıklarının kaldırılmasını istemekten de geri kalınamazdı. Ve artık Roma İmparatorluğu’nda olduğu gibi, evrensel bir imparatorlukta değil, ama birbirleriyle eşitlik ilişkileri kurmuş ve burjuva gelişmesinin aşağı yukarı eşit bir düzeyinde bulunan bağımsız bir devletler sistemi içinde yaşandığı için, bu istemin tek bir devletin sınırlarını aşan genel bir nitelik alması ve özgürlük ve eşitliğin İnsan hakları olarak ilan edilmesi gerektiği kendiliğinden anlaşılıyordu. Ama bununla birlikte, insan haklarını ilk tanıyan anayasa olan Amerikan Anayasasının, Amerika’da yaşayan renkli insanların köleliğini bir solukta doğrulaması, bu insan haklarının özgül burjuva niteliğini açıkta gösteren bir şeydir; sınıf ayrıcalıkları kaldırılmış, ırk ayrıcalıkları onaylanmıştır.
Bununla birlikte, bilinir ki, burjuvazi, feodal burjuvazi krizalitinden çıktığı, ortaçağ zümresi (ordre) modern sınıf (classe) durumuna dönüştüğü andan başlayarak, burjuvazinin gölgesi olan proletarya, ona durmadan ve kaçınılmaz bir biçimde eşlik edecektir. Ve aynı biçimde, proleter eşitlik istemleri de burjuva eşitlik istemlerine eşlik edecektir Sınıf ayrıcalıklarının kaldırılması burjuva isteminin ortaya konduğu andan başlayarak bunun yanı sıra, sınıfların kendinin kaldırılması, proleter istemi, önce ilkel Hıristiyanlığa dayanarak, dinsel bir biçim altında, sonra burjuva eşitlik teorilerinin ta kendilerine dayanarak, oraya çıkar. Proleterler, burjuvazinin önerisini hemen benimserler: eşitlik yalnızca görünüşte, yalnızca devlet alanında değil, ekonomik ve toplumsal alanda da gerçek olarak kurulmalıdır.” (Engels)
Engels’ten yaptığımız bu uzun alıntıda da çok güzel anlatıldığı gibi, Avrupa ve Amerika’da burjuva devrimlerinin bayraklarına yazılan ve o günden bu güne anayasalara yazılması adet olan temel hak ve özgürlükler, feodal aristokrasiye karşı mücadele eden burjuvazinin siyasi, sosyal ve ekonomik çıkarlarının somutlaşmış ifadeleriydi. Fakat bu sloganlarla yola çıkan burjuvazi siyasi iktidarı ele geçirir geçirmez, aynı talepleri kendine karşı ileri süren işçi sınıfı ve emekçi halkın sesine kulaklını tıkıyordu. Zenciler, Kızılderililer insan sayılmıyor, sömürge halkları ya bu özgürlükleri kullanacak olgunlukta sayılmıyor ya da bu halklar yokmuş gibi davranılıyordu. Zenciler, Kızılderililer, sömürge halkları vb. dışında yurttaş kabul edilenler bile siyasi haklardan eşit olarak yararlanamıyordu. Yurttaşlar aktif yurttaş, pasif yurttaş (az vergi veren) ayrımına tabi tutuluyor, daha zengin olanlar siyasi haklardan daha fazla yararlanıyordu. Yine kadınlar birer yurttaş olarak siyasi haklardan (seçme, seçilme vb.) uzun bir süre yararlanamadılar.
Bu dönemin “özgürlükçü” parlamentolarının önemli bir gündemi, proletaryanın burjuvaziden devraldığı temel hak ve özgürlük taleplerini nasıl bastıracakları idi.
ABD’de 1776 Bağımsızlık İlanı’ndan önce tek tek koloniler özgürlük bildirileri ve anayasalarla temel hak ve özgürlükleri tanıdıklarını ilan ederken köleliğin kaldırılması yüzyıl sonra 1865’de gerçekleşti. Yine zencilere karşı ırkçı yasaların egemenliği ancak 1960’larda kırılmaya başlandı. 1964’de ABD’nin güney eyaletlerinde okullar, restoranlar ve ulaşım araçlarında zenci-beyaz ayrımı hâlâ devam ediyordu. 1964’te ABD’de zencilerin sadece yüzde yedisi oy kullanabiliyordu.
İnsan Haklarının, hak ve özgürlüklerin savunucusu tanrıtanımaz burjuvazi, siyasi iktidarı ele geçirdikten sonra kiliseyle uzlaşıyor, dini halkı uyutmanın aracı olarak kullanıyor, kendi ayrıcalıklarını işçi sınıfına karşı kıskançlıkla savunuyordu.
Burjuvazinin tanıdığı ilk insan hakkı, işgücünün eşit ölçüde burjuvalar tarafından sömürülme hakkı idi.
Böylece bütün insanlık için ileri sürülen hak ve özgürlük taleplerinin aslında sadece burjuvazinin talepleri olduğu ortaya çıkıyordu. Sınıflı toplumlarda herkes için hak bir aldatmacadır. Hak herkes için olursa, hak olmaz.
Siyasi eşitliği, hukuki eşitliği gerçekleştirdiğini savunan burjuva devlet, insanların doğuştan, mevkiinden, eğitiminden ve yaptığı işten kaynaklanan eşitsizlikleri siyasi ya da hukuki olmayan farklar olarak görüyor. Böylece doğuştan, mevkiinden, eğitimden ve işten dolayı eşitsizliklerin devamını onaylamış oluyor. Siyasi ve hukuki eşitliği gerçekleştirdiğini savunan burjuva devlet, diğer eşitsizliklerin korunmasının güvencesi oluyor.
“Modern devlet tarafından insan haklarının tanınmasının ilkçağ devleti tarafından köleliğin tanınmasından başka bir şey anlamına nasıl gelmediği kanıtlanmıştır. İlkçağ devletinin doğal temeli, kölelik idi; modern devletin doğal temeli (ise-Ç) burjuva toplum, burjuva toplum insanı, yani ötekine (öbür insanlara-ç) özel çıkar ve bilincinde olmadığı doğal zorunluluktan başka hiçbir bağla bağlanmış bulunmayan bağımsız insan, çıkara dönük emeğin, kendi öz bencil gereksinmesi ile ötekinin bencil gereksinmesine köleliğidir. Doğal temeli işte bu olan modern devlet, evrensel insan haklan bildirisinde, onu işte böyle tanımıştı. Ve bu haklan modem devlet yaratmamıştı. Kendi öz evrimi ile, eski siyasal engelleri aşmaya götürülen burjuva toplumun ürünü olan modem devlet, kendi başına, insan haklarını ilan ederek, kendi öz köken ve kendi öz temelini tanımaktan başka bir şey yapmıyordu” (Marx)
İnsan haklarının içeriğini inceleyecek olursak, bu hakların esas olarak siyasi-hukuki eşitlikle sınırlı olduğu görülecektir. Burjuva iktidarında, işçi sınıfı ve emekçi halk için siyasi özgürlüklerin tek başına yeterli olmadığı ortaya çıktı. İşçi sınıfı, siyasi özgürlüklerle birlikte ekonomik ve sosyal özgürlükler ve eşitlik de istiyordu. “… İnsan haklarının insanı dinden kurtarmadıkları, ama ona din özgürlüğü sağladıkları; onu mülkiyetten kurtarmadıkları, ama ona mülkiyet özgürlüğü sağladıkları; onu yaşamını az ya da çok temiz biçimde kazanma zorunluluğundan kurtarmadıkları, ama tersine ona girişim özgürlüğü sağladıkları…” (Marx) işçi sınıfı tarafından anlaşıldı.
İnsan haklarının önemli bir önermesi de bireysel özgürlüğün sağlanması idi. Burada bireysel özgürlükten kastedilen şey başkasına zarar vermeyecek her şeyin yapılabilinmesi hakkıdır. Bireyin başkasını rahatsız etmeden hareket edeceği sınırlar yasa ile belirlenir. Bu bireysel özgürlük Eskişehir I. Tipi Cezaevi’nde tek kişilik hücrelere konulan insanların özgürlüğüne benzer. Birbirlerinden kalın duvarlarla ayrılmış insanların kendi hücrelerinde istediklerini yapabilmeleri özgürlüğü… Burada özgür birey diğerlerinden tecrit edilmiş bireydir. Bu özgürlük insanın insana bağlılığına değil tecridine dayalı özgürlüktür. Bu özgürlük tecrit edilme özgürlüğüdür. “Modem dünyada, her birey aynı zamanda hem köle hem de topluluk üyesidir. Ama burjuva toplumun köleliği, görünüşte en büyük özgürlüğü oluşturur; çünkü birey kendi yaşamının örneğin mülkiyet, sanayi, din, vb. gibi kendisine yabancılaşmış öğelerin anarşik hareketlerini kendi öz özgürlüğü olarak gördüğünden, görünüşte bireysel bağımsızlığın gerçekleşmesidir bu kölelik…” (Marx)
Bu insan hakları anlayışında egoist bireyin ilerisine geçilememektedir. Egoist birey, burjuva toplumun üyesi olarak kendi özel çıkarlarına, kendi başı-buyrukluğuna dönük, toplumun ortak çıkarlarından soyutlanmıştır. Bireyleri “bir araya getiren ve ilişki içine sokan tek güç, bencillik, kazanç ve özel kişisel çıkardır.” (Marx) Burjuva özgürlük anlayışında insan diğer insanda kendi gerçekleşmesini değil, bireysel özgürlüğün sınırlarını bulur. İnsani özgürleşme, her bireyin diğerinde kendi genişlemesini, zenginleşmesini, tamamlanmasını bulması ile mümkündür. “Ne zaman hakiki bireysel insan, soyut devlet vatandaşını kendi içine geri alır ve bireysel insan olarak görünür hayatında, bireysel işlerinde, bireysel ilişkilerinde herkesin eşit olduğu bir grupta eriyip birleşirse (hakiki insan olursa) ne zaman ki insan kendi gücünü toplumsal güç olarak tanır ve örgütlerse ve böylece toplumsal gücü politik güç olarak kendisinden ayrılmazsa işte o zaman insani kurtuluş (özgürleşme) tamamlanmış olacaktır.” (Marx)
İnsan hakları kapsamında tanınan bireysel özgürlük gibi din ve vicdan özgürlüğü de insani özgürleşmeyi sağlamaz. Din ve vicdan özgürlüğü, laisizm bir insan hakkı olarak aslında siyasi kurtuluştur. İnsan böylece dinin baskısından kurtulmuş fakat dinden kurtulmamıştır.
İşçiler üzerindeki ekonomik baskı, her çeşit siyasi baskıya ve toplumsal aşağılamaya, yığınların ruhsal ve moral yaşamının bayağılaşıp kararmasına kaçınılmaz olarak yol açar. İşçiler ekonomik kurtuluşları uğruna savaşmak için daha çok veya daha az bir siyasi özgürlük kazanabilirler; ama sermaye gücü alt edilinceye kadar, hiçbir özgürlük niceliği onları yoksulluktan, işsizlikten ve baskıdan kurtarmayacaktır.
Burjuva insan hakları (temel hak ve özgürlüklerimin kazanılmasıyla insanın kurtuluşu (özgürleşmesi) mümkün değildir. İşçi sınıfı hak-hukuk ve demokrasisi bir toplum, insanlığın altın çağı için mücadele ederken, burjuva hak ve özgürlükleri de göz ardı etmez. Onları nihai hedefine giderken atlama taşları olarak kullanır. İçeriğini dönüştürür ve zenginleştirir. Siyasi eşitlik taleplerine ekonomik ve sosyal taleplerini ekler.
“Burjuvazi, proletaryanın eline silah vermeden, siyasal iktidarı için mücadele edemez ve bu iktidarını bir anayasa veya kanunlarda dile getiremez-. (Burjuvazi) doğuştan ayırt edilen zümrelere, eskiye karsı insan haklarını… bayrağına yazmak zorundadır… Sonuçlarına götürecek biçimde, genel ve doğrudan seçim hakkım, basın, toplanma ve demek kurma özgürlüğünü ve tek tek sınıflara ve ya halka karşı olağanüstü kanunların kaldırılmasını istemek zorundadır. Bunlar ama aynı zamanda proletaryanın ondan istemek durumunda olduğu ihtiyaçlardır. Böylece proletarya nihai zaferi için ihtiyaç duyduğu silahları eline almaktadır. “(Engels)
İşçi sınıfı burjuvazinin silahlarını elinden aldı, fakat bununla da yetinmedi. 19. yüzyılda, 20. yüzyıl başlarında gittikçe güçlenen işçi sınıfı mücadelesi sonucu siyasi eşitlik istemlerine ekonomik ve sosyal eşitlik istemleri de eklendi. Böylece insan hakları talepleri açısından bir genişleme oldu. Taleplere 8 saatlik iş günü, adil ücret, çalışma hakkı, sendika ve grev hakları, parasız eğitim hakkı, parasız sağlık hizmetleri, ihtiyarlık sigortası, ana sağlığı ile ilgili talepler, kreş ve çocuk evleri talepleri, çocukların sağlıklı bir ortamda gelişmesi gibi talepler de eklendi.
İşçi sınıfının ekonomik ve sosyal eşitlik hedefine yönelik talepleri, uzun v.e çetin mücadeleler sonucu burjuva devletin anayasa ve yasalarına yazıldı. Büyük Ekim Devrimi ile birlikte bu hakların hemen hemen tamamının Sovyet yasalarıyla güvence altına alınması, kapitalist ülkelerdeki mücadeleyi de hızlandırdı. Artık 18. yüzyılın insan hakları daha genişlemiş ve daha sosyal bir nitelik kazanmıştı. Liberalizm yerini sosyalizme, liberal jandarma devlet yerini sosyal devlete, sosyalist devlete bırakıyordu.
İnsan haklarına ya da temel hak ve özgürlüklere ekonomik ve sosyal hakların eklenmesi açısından en gelişmiş örnek 1936 SSCB Anayasası idi.
1936 SSCB Anayasası ile tanınan temel haklar” içinde özellikle çalışan sınıflara yönelik sosyal ve ekonomik hakların zenginliği, genişliği işçi sınıfı hareketinin burjuva soyut eşitlik anlayışına karşı verdiği mücadelenin bir kazanımı olarak görülmelidir.
Bu anayasa, ekonomik ve sosyal eşitsizliği örten bir insan hakları anlayışı yerine, gerçekte yaşayan insanın ekonomik ve sosyal eşitliğini temel alan bir anlayışın ürünüdür.
1936 Anayasası’nın 118 ile 133- maddeleri arasında “Yurttaş Hak ve Görevleri” başlığı ile toplanmış bu haklardan bazıları şöyledir;
Mad. 118. Çalışmak SSCB yurttaşlarının- hakkıdır. Yani, tam çalışmaya ve nicelik ve niteliğe göre yaptıkları işten ücret almaya haklan vardır…
Mad. 119. Dinlenmek SSCB yurttaşlarının hakkıdır.
Dinlenme hakkı endüstri, daire ve meslek işçileri için iş gününün yedi saat olarak tespiti, güç işlerde iş saatlerinin altı saate indirilmesi ve iş şartları çok güç olan yerlerde dört saate indirilmesi, ücretlerin ödenmesi suretiyle endüstri, daire ve meslek işçileri için yıllık izin tesisi, işçilerin ihtiyaçlarına geniş bir sanatoryumlar, dinlenme yurtları ve kulüpler ağı ayrılması yollarıyla elde edilir.
Mad. 120. SSCB yurttaşları, ihtiyarlıklarında, hastalıklarında ve çalışma yeteneklerini kaybettiklerinde maddi hayatlarının sağlanması hakkına sahiptirler.
Bu hak, gideri devlete ait olmak üzere, endüstri, daire ve meslek işçilerinin sosyal sigortasının geniş olarak gelişmesi, işçiler için ücretsiz sağlık yardımı, işçilerin emrine bir sağlık istasyonları ağı kurulması yollarıyla elde edilir.
Mad. 121. SSCB yurttaşlarının öğrenim hakkı vardır.
Bu hak genel ve ücretsiz yedi yıllık öğrenim, on yıllık öğrenimin geniş olarak gelişmesi, yüksek ücretsiz eğitim, yüksek okullarda çalışmalarında üstünlük gösteren öğrencilere yerilen devlet bursları sistemi, okullarda ana dilinde eğitim yapılması, fabrikalarda, devlet çiftliklerinde, makina ve traktör istasyonlarında ve kolektif çiftliklerde ücretsiz mesleki, teknik ve tarım eğitimi yoluyla elde edilir.
Mad. 122. SSCB’nde, ekonomik, medeni, kültürel, siyasal ve diğer sosyal alanlarda kadına erkek kadar eşit haklar verilmiştir.
Kadınların bütün bu haklarının gerçekleşmesi imkânı iş, ücret, dinlenme, sosyal sigorta ve öğrenimde kadınlara erkekler kadar eşit haklar verilmesi, ananın ve çocuğun çıkarlarının devlet tarafından korunması, kadına ücretinin devamı suretiyle gebelik izni verilmesi, geniş bir doğum, çocuk bakımevleri ve bahçeleri ağı ile elde edilir.
Mad. 123. SSCB yurttaşlarının, milliyet ve cins farkı gözetilmeksizin ekonomik, medeni, kültürel, siyasal ve diğer sosyal alanlarda eşitliği değişmez bir yasadır.
Eşitliği doğrudan doğruya veya vasıtalı olarak sınırlama, ya da tersine mensup bulundukları ırka ve milliyete göre yurttaşlara doğrudan doğruya yahut vasıtalı olarak taranan ayrıcalıklarla ırk veya milliyet dolayısıyla her türlü ayrılık ya da kin ve nefret propagandası kanunen cezalandırılır.
Mad 124. yurttaşlara vicdan özgürlüğü sağlamak için SSCB’nde kilise devletten ve okul da kiliseden ayrılmıştır. Tapınma özgürlüğü gibi dine karşı propaganda özgürlüğü de bütün yurttaşlara tanınmıştır. …
Klasik burjuva insan haklarına eklenen bu gibi haklar o gün için en ileri haklardı. Bu gün bu haklar daha da geliştirilmeli ve günün koşullarına uydurulmalıdır. Örneğin çevrenin tahribinin önlenmesi bugünün önemli taleplerinden biridir.
İNSAN HAKLARI MÜCADELESİ VE İHD
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi insan hakları perspektifi ile insanın özgürleşmesi hedefine ulaşmak mümkün değildir. İnsan hakları mücadelesi esas olarak demokrasi mücadelesinin bir bileşenidir. İnsan hakları mücadelesi günün demokrasi mücadelesi ihtiyaçlarına göre şekillenir. Demokrasi ve sosyalizm mücadelesinden bağımsız bir insan hakları mücadelesi savunmak, insan hakları mücadelesinin nihai hedefinin sınıfsız toplum olduğunu ileri sürmek, insan hakları mücadelesinin politik projesini oluşturmak gibi parlak sözler altında insan hakları ideolojileri uydurmak, insan haklan mücadelesini sınıfsal içeriği ve tarihsel gelişim sürecinden bağımsız ele almak sadece kafaları karıştırmaya hizmet eder ve demokrasi mücadelesine zarar verir.
Bazı aydınların bu yöndeki çabalarının kaynağı, “sosyalizm öldü” safsatalarına ciddi olarak inanmaları ve insanlığın kurtuluşu için komünizm yerine yeni bir ideoloji, insan hakları ideolojisi koymaya çalışmalarıdır.
Burjuvazi yüz elli yıldır Marksizm’e karşı ideolojik mücadele sürdürüyor. 1920-1950 yılları arasındaki sosyalizmin büyük prestij kazanması karşısında Marksizm’e karşı ideolojik alanda gerileyen burjuva ideolojisi son otuz yılda sosyalizmin bütün kalelerinin tek tek emperyalist kapitalizm tarafından fethedilmesi, Amerikan Emperyalizminin “Yeni Dünya Düzeni” girişimleri ve Gorbaçovculuğun sosyalizm öldü çığlıklarıyla yeniden güç kazandı. Sosyalizmin ölmesini neredeyse dört gözle bekleyen bazı “solcu” aydınlar ise bu durumdan cesaret alarak yeni teoriler üretmeye koyuldular. Bugün üretilmeye çalışılan teoriler aslında yeni değildir. Yüz elli yıldır Marksizm tarafından defalarca burjuva nitelikleri kanıtlanmış teorilerin yinelenmesidir. Sosyalizmin gerileyişi görecedir. Kapitalizm ve işçi sınıfı var oldukça Marksizm de varolacaktır.
Burjuva ideolojisinin Marksizm’den başka alternatifi yoktur. “Sosyalizm ve vahşi kapitalizm öldü, artık çağımız ekonomide liberalizm, siyasette insan haklarının eksen alındığı evrensel demokrasi çağıdır” teorileri, Amerikan emperyalizminin egemen süper güç olarak dünya hegemonyası mücadelesinin ideolojik düzlemdeki ifadesidir.
İnsan Hakları Derneği’nin kuruluşu birkaç talep etrafında gerçekleşti. Bu talepler günün can alıcı sorunları etrafında odaklanıyordu. İdam cezalan, cezaevlerindeki vahşi uygulamalar, 12 Eylülün korkunç işkenceleri ve gülünç hukuku başlıca talep konularıydı. Derneğin kurucuları bir grup tutuklu ailesi, demokrat avukat, gazeteci, aydın ve sanatçı idi. İdamlara, işkencelere, cezaevlerindeki uygulamalara karşı mücadeleye giderek ulusal baskı, kadının ezilmesi ve aşağılanmasına karşı, çalışanların ekonomik ve sendikal haklarının kısıtlanmasına karşı, cinsel azınlıklara yapılan baskılara karşı, çocuklara yönelik baskılara, çevrenin tahribine yönelik uygulanmalara karşı mücadeleler eklendi. Bu talepler için mücadele, tabii ki demokrasi mücadelesinin bir parçası idi. Mücadelenin siyasi iktidara, devlete ve kapitalizme yönelmesi kaçınılmazdı. İHD’nin kendiliğinden gelişen mücadele yöntemleri ve ele aldığı-talepler açısından hatalı bir tutum içinde olduğu söylenemez. Belki tartışılması gereken pratik sorunlar, sorunların çokluğu, İHD’nin mücadelesinin esasları konusunda yanlışlıklar var görüntüsünü vermektedir. Bizce İHD’de tartışılması gereken sorunlar, insan hakları mücadelesine bazı çevrelerce değişik misyonlar yüklenmeye çalışılması, bu konularda teoriler oluşturma çabaları ve iç işleyişle ilgili pratik sorunlardır.
İHD bir kitle örgütü değildir. Kitle örgütü olma çabaları da gereksizdir. Kitleler esas olarak öz örgütlerinde örgütlenmelidirler. Bunlar partiler, sendikalar, kadın ve gençlik örgütleri ve meslek örgütleridir. Kitleler bu örgütleri aracılığıyla siyasi iktidar veya demokrasi mücadelesi yürütürler. İHD’nin mücadele ettiği talepler aynı zamanda bu örgütlerin de uğruna mücadele ettikleri taleplerdir. İHD’nin programı diğer örgütlere göre daha dardır. İHD’nin demokrasi mücadelesine önderlik iddiası olamaz böyle bir iddia ile ortaya çıktığında İHD bir parti işlevine soyunmuş olur. İHD’nin demokrasi mücadelesine katılan kitle örgütlerinden farkı, belli bir sınıf, meslek, cins vb. özel sosyal kesime dayanmaması, içinde tüm sınıf ve kesimlerden insanı barındırması ve ikinci olarak uzman bir etkinlik göstermesi ya da böyle bir etkinlik göstermesi gerekliliğidir. İHD uzman bir örgüt olmalıdır. Her sınıf ve kesimden insan, bu örgüt içinde özel bir etkinliğin parçası olmalıdır. İHD içinde yer alan insanlar aynı zamanda bir parti ve bir parti ile birlikte bir sendika, meslek örgütü, gençlik örgütü, kadın örgütü içinde de örgütlü olabilir ve olmalıdır. Fakat buna rağmen bu insanlar İHD içinde de yer almalıdır. İHD diğer örgütlere alternatif, diğer örgütlerin yerine bir örgüt olmamalı, bu işleve soyunmamalıdır. İHD’yi bir insan haklan partisi gibi düşünmek, insan hakları mücadelesinin özgün bir mücadele olduğunu ileri sürerek devrimci, Marksist, devrimci demokrat, burjuva demokrat gibi tanımlar yanına bir de insan haklan savunucusu gibi tanımlar eklemek boşunadır. Zaten Marksistler, devrimciler, devrimci demokratlar, burjuva demokratlar vb. kavramlar insan hakları savunuculuğunu da içerir.
İHD, benzeri uluslararası kuruluşlarla çok sıkı bir ilişki ve işbirliği kurmalıdır, çok iyi’ bir bilgi toplama merkezi olmalıdır, sözüne yurtta ve yurtdışında değer verilen ciddi ve tutarlı bir örgüt olmalıdır, demokrasi mücadelesinde partilere, sendikalara, kitle örgütlerine çok önemli destek sağlayan uzman bir çalışma yürütmelidir. İHD’nin misyonundan fazla şeylerin ondan beklenmesi ya da bu misyonun ona yüklenmeye çalışılması geçicidir, devrimci partilerin, işçi ve memur sendikalarının, kadın örgütlerinin, kitle örgütlerinin bugünkü zayıflığındandır. Bu örgütler işlevlerini yerine getirdiklerinde sorun kendiliğinden çözülecektir. Fakat biz duruma şimdiden müdahale etme olanağına sahibiz.
İHD’de, üyelerinin çeşitli sınıf ve kesimlerden gelmesi nedeni ile insan hakları mücadelesine tek bir yaklaşım sağlamak güçtür ve zorunlu değildir. Marksistler bu mücadeleye demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak bakarlar, mücadeleyi sosyalist mücadeleye tabii kılmaya çalışırlar, sınıfsız toplum hedefini kerteriz alırlar… Burjuva demokratlar mücadeleyi burjuva demokrasisi ile sınırlı tutarlar… Burjuva milliyetçiler mücadeleyi milli sorunu çözme ve ulusal hakları elde etme olarak anlarlar vb. Fakat bütün bu insanlar ortak bir platform oluştururlar, bu farklılıklar İHD’nin mücadelesi için engel teşkil etmez.
İHD’de taraflar birbirini tasfiyeye yönelmemelidir. Yukarıda saydığımız bütün kesimleri içinde toplayamayan örgüt İHD olmaktan yavaş yavaş uzaklaşır. İHD’yi küçültür, başka bir örgüt haline getirir ve İHD’nin yapısına ters düşer.
İHD’nin bugünkü örgüt şeması küçük değişiklikler mümkün olmakla birlikte esas olarak amacına uygundur. Geniş bir yönetim kurulu, bu yönetim kurulunda çeşitli kesimlerin temsilinin sağlanmaya çalışılması, yönetim kurulunun kongreler dışında da yapısının değiştirilebilinmesi olanaklarının yaratılması… İHD’nin yapısına daha uygun düşer. İHD’nin etkinlik konularının her biri için kalıcı etkinlik sürdüren, sürekli komisyonlar kurulmalıdır. Bu komisyonlar haftada bir toplanmalı, günübirlik sorunlarla ilgili etkinliklerin yanı sıra belli bir program çerçevesinde sürekli bir etkinlik sürdürmeyi esas almalıdır. Örneğin Eskişehir Cezaevi gibi bir sorun gündeme gelmediğinde de cezaevi komisyonunun yapacak işleri olmalıdır.
Eskişehir Cezaevi sorunu olmasa da Türkiye’de kurumsal olarak bir cezaevleri ve cezaların infazı sorunu vardır. Cezaların infazı konusunda demokratik bir çözüm ve yapı oluşturuluncaya kadar bu komisyon etkinliğini sürdürmelidir. Her komisyon için durum aynıdır.
Komisyonların hepsi ile yönetimin aylık periyodik toplantıları olmalı bu toplantılarda aylık çalışmalar değerlendirilmelidir.
İki ayda bir genel üye toplantıları yapılmalı, bu toplantılarda yönetim çalışma raporu sunarak üyelerin önerilerini almalıdır.
Komisyonlar kendi çalışmaları ile ilgili raporlar hazırlamalı bu raporları veya çalışmalarını yazılı olarak üyelere, çeşitli örgütlere ve basına sunabilmelidir. Yine yönetimde benzer rapor ve çalışmalarını yayınlayabilmelidir.
Aylık bülten çıkarılmalı, bu bültenden Türkiye’deki bir aylık insan hakkı ihlalleri ve etkinlikler öğrenilebilmeli ve bu konularla ilgili görüşler alınabilmelidir.
Dış ilişkiler komisyonunun etkinliğine özel önem verilmeli, bu komisyonda yönetimden bir kişi görev almalıdır.
Ciddi bir arşiv komitesi kurulmalı, bu kurulda bir kişi yönetimden ve bir kişi de profesyonel olarak yer almalıdır. Çok geniş bir arşiv çalışması yapılmalıdır. İnsan hakları ile ilgili aranan her bilgi bu arşivden elde edilebilmeli, diğer örgütlerin ve kişilerin arşivden yararlanabilmesi sağlanmalıdır.
Mali sorunların çözülmesi İHD saymanı başkanlığında bir komitenin görevi olmalı. Bu komitenin ciddi ve sürekli çalışması sağlanmalıdır,
İHD’nin başarılı olması için tüm olanaklar mevcuttur. İHD bugüne kadarki başarılarına yeni başarılar ekleyecek, demokrasi mücadelesindeki yerini kalıcı ve unutulmaz kılacaktır.
Eylül 1992
AB ve sosyal politikalar
Özgürlük Dünyası’nın Temmuz 2002 sayısında patronların 1475 Sayılı İş Kanunu’nun tamamına yakınını değiştirmek istediğini, İş Kanunu’na esnek çalışma ile ilgili kuralları ekleyip, baştan aşağı kuralsız bir çalışma yaşamı düzenini yasalaştırmayı ve kıdem tazminatını kaldırmayı amaçladığını yazmıştık.
Patronlar bu planlarını gerçekleştirmek için önemli adımlar attı. TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu), hükümeti temsilen Çalışma Bakanlığı, işçileri temsilen Türk-İş, Hak-İş ve DİSK, 26 Haziran 2001 tarihinde bir protokol imzaladı. Bu protokole göre işvereni temsilen üç, hükümeti temsilen üç ve işçileri temsilen üç olmak üzere taraflar, dokuz akademisyenden oluşan bir Akademik Komisyon kuracaktı. Bu Akademik Komisyon, öncelikle 158 sayılı ILO sözleşmesine uygun olarak “İş Güvencesi Yasa Tasarısını”; bilahare, “İş Kanunu Değişiklik Tasarısını” hazırlayacaktı. Taraflar, bu Akademik Kurul üyelerinin oybirliği ile hazırlayacakları tasarı ve teklifleri itirazsız kabul edeceklerini taahhüt etmişlerdi. Konfederasyonların bürokrat yöneticilerinin, haklarının gasp edilmesine baştan onay vermiş olmalarının belgesi olarak işçi sınıfına ihanetinin kanıtı olan bu protokol ve verilen taahhütler kısa süre içinde açığa çıktı. Konfederasyon yöneticileri, daha başından çoğunluğunu patronlarla hükümetin oluşturacağı bir komisyona yetki vermekle kalmamışlar, “işçileri” temsilen de komisyona, -çalışma yaşamının kuralsızlaştırılmasını da kapsayarak- sermayenin yaklaşımlarını, küreselleşme politikalarını savunan akademisyenler arasından belirledikleri temsilciler yollamışlardı.
Bu Akademik Komisyon, 1475 Sayılı İş Kanunumun hemen hemen tamamını değiştiren bir ön tasarı hazırladı. Bu tasarıda, esnek çalışmayı düzenleyen kurallar, iş güvencesi ile ilgili maddeler ve kıdem tazminatının kaldırılmasını getirecek düzenlemeler peş peşe sıralanmıştı. Önceden onay verişlerini protokole bağlayan sendika bürokratlarının da tasarısı olan Ön Tasarı, 3 Haziran 2002’de Akademik Komisyon tarafından taraflara gönderildi
Patronlar, hükümet ve işçi sendikaları konfederasyonlarının yönetimleri tarafından bir sır gibi saklanan ön tasarı, mücadeleci sendikalar taraflıdan ortaya çıkarıldı ve eleştirilmeye başlandı.
İşçi sınıfının yüz yıldan fazla süren bir mücadele ile elde ettiği hakları ortadan kaldıran ön tasarı, kısa sürede yoğun tepkilere neden oldu.
İş Kanunu Ön Tasarısı’nın yoğun tepki ile karşılanması ve TBMM tarafından erken seçim kararı alınması üzerine işçi sınıfına hoş görünmek isteyen hükümet, tasarıdan İş Güvencesi Kanunu ile ilgili düzenlemeyi ayırarak TBMM gündemine getirdi ve seçim atmosferinde, patronların sert muhalefetine karşın İş Güvencesi Yasası Meclis’ten geçti. Fakat patronlar, Hükümet ve işçi sendikaları konfederasyonları; İş Güvencesi Kanunu’nun 15 Mart 2003’te yürürlüğe girmesi ve bu tarihe kadar da İş Kanunu’nda esnek çalışma ile ilgili değişikliklerin yapılması konusunda anlaştılar.
Bu nedenle, seçimlerden sonra, esnek çalışma ve esnek çalışmayı düzenleyen İş Kanunu değişiklikleri çok tartışılacak ve öyle görünüyor ki, sert bir çatışmanın zemini olacak.
Patronlar, İş Kanunu’nda değişiklik yapılmasını aşağıdaki gerekçelerle savunmaktadır:
“Mevcut sistemde iş güvencesi sağlamaya yönelik olan kıdem tazminatı, ihbar tazminatı gibi müesseseler aynen korunup, ilave iş güvencesi hükümleri getirilmesi, sanayimizin rekabet gücünü kıracağı gibi, istihdamı da olumsuz yönde etkileyecektir.
“Diğer yandan, bugün artık işletmelerin ve genel olarak sanayinin gereksinimlerine cevap veremez duruma düşmüş olan İş Kanunu’nun köklü bir değişikliğe tabi tutularak, yeni düzenlemede ‘esnek çalışma’, ‘denkleştirme çalışması’, ‘belirli süreli çalışma’, ‘telafi çalışması’, ‘ödünç iş ilişkisi’, ‘kısmi çalışma’ gibi işletmelerin ihtiyaç duyduğu a-tipik çalışma biçimlerine yer verilmesi ve yasanın katı hükümlerden arındırılması iş güvencesinden de öncelikli bir sorundur.” (Toprak İşveren Dergisi, Haziran 2002 Sayısı; 4 ve 5. sayfalar)
Patronlar ayrıca, AB’de esnek çalışmanın yaygınlığının hem rekabet için olumsuz koşullar yarattığını hem de AB’ye katılmak için esnek çalışma biçimlerinin iş yasasına yerleşmesi gerektiğini ileri sürmektedir.
İş Kanunu Ön Tasarısı’nı hazırlayan, içinde sözde emeğin temsilcilerinin de yer aldığı Akademik Komisyon, Tasarı’nın Genel Gerekçe Bölümü’nde patronların bu görüşünü tamamen savunarak, aşağıdaki gibi ifade etmiştir:
“Öte yandan ekonomik kriz dönemlerinde işçi ve işverenlerin esnek bazı kurallardan yararlanmalarına İş Kanunu’nun katı hükümleri olanak vermemiş, bu yüzden mevcut yasa hükümlerine aykırı uygulamaların yaygınlaştığı gözlenmiştir.
“Yukarıda açıklanan evrensel nedenler ülkemizde yeni bir iş yasasının kabulünü zorunlu kılarken, bir başka gelişme de Türkiye’yi tarihsel bir dönemecin başına getirmiştir. Bu gelişme, ülkemizin Avrupa Birliği’ne aday ülkeler arasına alınmasıdır. Bu yeni süreç içinde, Avrupa Birliği’nin sosyal hukuk alanında da kendine özgü hukuk normlarına sahip olduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle, ülkemizin onayladığı uluslararası çalışma sözleşmelerinin gereklerini yerine getirme çabalarını sürdürürken, Avrupa sosyal normlarına da uyum sağlaması gereği ortaya çıkmıştır. Bu hususta Türkiye Cumhuriyeti’nin avantajı, Atatürk devrimlerinin bir sonucu olarak Türk İş Hukuku’nun, öteden beri Avrupa hukukundan esinlenmiş ve Uluslararası Çalışma Örgütü’nün normlarından etkilenmiş olmasıdır.
“Ancak AB’ye tam üyelik sürecinde Türk mevzuatında henüz bulunmayan, buna karşılık AB ülkelerini kendiliğinden bağlayan normların da Türk İş Hukuku’na kazandırılması gerekmektedir. Bu gereksinim, başta iş yasası olmak üzere, birçok yasada uyum sürecinde, değişiklik yapılması anlamına gelmektedir.
“Kuşkusuz iş mevzuatının Avrupa normlarına uyumlu hile getirilmesi tam üyeliğe kadar geçecek olan süre içinde gerçekleşecektir. Ancak bugünkü aşamada, Avrupa Sosyal Hukuku’nun temel nitelikteki düzenlemelerini benimsemek, onlara aykırı hükümleri yavaş yavaş Türk mevzuatından ayıklamak en isabetli yöntem olacaktır.
“Öte yandan otuz yıldan fazla bir süreden beri yürürlükte olan 1475 Sayılı İş Kanunu, zaman zaman yapılan değişikliklere karşın çağdaş gelişmeleri yeterince yansıtamadığı gibi, içerdiği bazı hükümler uygulamada önemini tümüyle yitirmiştir.”
Akademik Komisyon doğru söylemektedir. Avrupa ülkelerinde uzun bir süredir çalışma yaşamında esnek çalışmanın kuralları uygulanmaktadır. Pratikte uygulanan esnek çalışma kuralları Avrupa’daki çeşitli ülkelerin yasalarında düzenlendiği gibi, bu konuda Avrupa Topluluğunu bağlayıcı antlaşmalar da yapılmıştır.
Bu anlaşmalardan biri, “Belirli Süreli Çalışma Hakkında” ETUC, UNICE ve CEEP tarafından kabul edilen çerçeve anlaşmasıdır.
Anlaşmayı imzalayan kurumlar, UNICE (Avrupa Sanayi ve İşveren Konfederasyonları Birliği), CEEP (Avrupa Kamu Ortaklı İşletmeler Merkezi) ve ETUC (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu)’dur. (Bizim kötü ünlü İş Kanunu Ön Tasarısı’nı hazırlayan TİSK, Hükümet, Türk-İş, Hak-İş, DİSK üçlüsüne ne kadar benziyor!)
“Belirli Süreli Çalışma Hakkında Çerçeve Anlaşması’nın gündeme gelişi, Avrupa Birliği Konseyi’nin 6 Aralık 1994 tarihli “Avrupa Birliği’nin sosyal politikası için bazı hususlar; birlik içinde ekonomik ve sosyal bütünleşmeye katkı” hakkındaki kararıyla yukarıdaki örgütlerden anlaşma hazırlamalarını istemesi ile başlamıştır. Avrupa Birliği Konseyi’nin isteği üzerine, adı geçen işçi ve işveren örgütleri, 18 Mart 1999’da “belirli süreli çalışma” ile ilgili bir çerçeve anlaşması imzalamışlardır.
Avrupa Birliği Konseyi, 28 Haziran 1999 tarihli yönergesi ile Anlaşma’yı yürürlüğe sokmuş ve üye devletlerin anlaşmaya uygun yasal düzenlemeler yapmasını istemiştir.
AB Konseyi 28 Haziran 1999 tarihli yönergesinin 2. Maddesi, “Üye Devletler, bu yönergeye uygun gerekli yasaları, düzenlemeleri ve idari önlemleri 10 Temmuz 2001 tarihine kadar yürürlüğe koyacaktır veya Üye Devletler, sosyal tarafları, herhangi bir zamanda bu yönergenin zorunlu kıldığı sonuçları güvence altına alacak bir konumda olmalarını sağlayan gerekli tedbirleri almaya zorunlu kıldığında, en geç bu tarihe kadar yönetim ve emeğin anlaşmanın gerektirdiği tedbirleri uygulamaya sokmalarını sağlayacaktır. Bu durumda taraflar hemen Konsey’i bilgilendirecektir,” demektedir.
Belirli Süreli Çalışma Hakkında Çerçeve Anlaşması ne getiriyor, şimdi de bunu inceleyelim.
Anlaşmanın Başlangıç kısmında şöyle deniyor:
“Bu anlaşma, ayrıntılı uygulamanın özel, ulusal, sektörel ve mevsimsel koşullarının dikkate alınmasının gerektiğini kabul ederek belirli süreli çalışmaya ilişkin genel ilkeleri ve asgari şartları ortaya koyar.
“Bu anlaşma, geçici iş acenteleri tarafından kullanıcı işletmenin idaresine bırakılan işçiler dışındaki belirli süreli işçilere uygulanır. Geçici acente işleriyle ilgili benzer bir anlaşma ihtiyacını mütalaa etmek tarafların niyetidir.
”Bu anlaşma, yasal sosyal güvenliğe ilişkin konuların Üye Devletler’in kararma bağlı olduğu kabul edilerek, belirli süreli işçilerin istihdam koşulları ile ilgilidir. Bu anlamda sosyal taraflar, ‘yeni çalışma biçimlerine uyum sağlayabilecek sosyal koruma sistemlerinin geliştirilmesi ve bu tip işlerde çalışanlara uygun koruma sağlanarak’ daha istihdam dostu sosyal güvenlik sistemlerinin geliştirilmesi ihtiyacını vurgulayan 1996 tarihli Dublin Avrupa Konseyi İstihdam Bildirgesi’ni kaydederler. Bu anlaşmanın tarafları, 1997 tarihli kısmi süreli çalışma anlaşmasında ifade edilen, Üye Devletler’in bu Bildirge’yi gecikmeden uygulaması gerektiği yönündeki görüşü yinelerler.”
Başlangıç kısmında yazılanlardan da açıkça anlaşıldığı gibi, bu Anlaşma belirli süreli çalışma ile ilgili asgari koşulları gösteren bir çerçeve çiziyor. AB normlarını oluşturan çerçeve anlaşmalardan olan ve AB Konseyi’nce dayatılan bu Anlaşma’ya göre; Üye Devletler, özel koşullarına, sektörel veya mevsimsel koşullara göre bu Anlaşmanın kurallarını kendi iş ilişkilerine uyarlayacaklar. Yine bu anlaşmanın kapsamı, taşeron firmaların kısa süreli işçi çalıştırarak üretim yapmasını (geçici acente işlerini) içermiyor.
1997 tarihli kısmi süreli (part-time) çalışma anlaşması ise, bir başka esnek çalışma biçimini düzenliyor. Anlaşmanın genel hükümlerinden dikkat çekici maddeler ise şöyle:
“8- Belirli süreli hizmet sözleşmeleri, belirli sektörlerdeki istihdamın, mesleklerin, hem işverenlere hem de işçilere uygun olabilen faaliyetlerinin bir tezahürüdür.
“9- Avrupa Birliği’ndeki belirli süreli işçilerin yarısından fazlası kadındır ve bu anlaşma bu nedenle kadınlar ve erkekler arasındaki fırsat eşitliğinin geliştirilmesine katkıda bulunabilir.
“11- Bu anlaşma, Topluluk ekonomisinin rekabet gücünü artırmak ve idari, mali ve yasal kısıtlamaların küçük ve orta boy işletmelerin oluşturulması ve geliştirilmesini engelleyecek şekilde getirilmesinden kaçınmak için gerekli sosyal politikanın geliştirilmesi ihtiyacını dikkate alır.
“12- Sosyal taraflar, hem işverenlerin hem de işçilerin ihtiyaçlarına karşılık gelecek çözümlerin bulunmasında en iyi yerdir ve bu nedenle sosyal taraflara bu anlaşmanın uygulanması ve hayata geçirilmesinde özel bir rol verilir.”
Yukarıdaki satırlar ne kadar tanıdık! Kadın emeğinin kısa süreli işlerde yoğun olarak sömürülmesi, büyük işletmelerin işlerinin küçük ve orta büyüklükteki işletmelere bölünmesi, “Ekonomik Sosyal Konsey” ya da başka isimler altında (Almanya’da “İş İçin Birlik” gibi) sendika bürokratları ile patronların ortak örgütlerde bir araya getirilmesi vb. uygulamaların, henüz yasal bir temeli olmasa da, ülkemizde uzunca bir süredir gündemde olduğunu her işçi biliyor. Az bilinen, esnek çalışmaya ilişkin bu uygulamaların, Avrupa ülkelerinde, üstelik AB şartları arasında sayılarak çoktan yasalara geçirildiğidir. Küreselleşme adı verilen ve son on yıl içinde dünyanın her yerinde uygulanmaya çalışılan neoliberal ekonomi politikaları doğrultusunda, ülkemizde de işçi sınıfına dayatılan sömürü biçimleri, AB’nde, genel çerçeveler çizilerek, bütün üye ülkelere dayatılıyor.
Fakat AB burjuvazisine haksızlık etmeyelim! Her ne kadar esnek çalışma yöntemleri ile işçi sınıfını daha fazla sömürmek için sıkı çalışıyor, yeni yasal düzenlemeler, çerçeve anlaşmalar yapıyorsa bile, sömürüye de makul bir sınır getiriyor. Yani, sınırsız bir sömürü yok!
İşte Anlaşma’nın bu açıdan can alıcı iki maddesi; “Ayrımcılık Yapılmaması İlkesi” (Madde 4) ve “İstismarı Önleyici Tedbirler” (Madde 5) bu sınırı saptıyor.
Anlaşmanın dördüncü maddesi ile belirli süreli (kısa süreli) işlerde çalıştırılacak işçiler, objektif temellere dayandırılmıyorsa, farklı muameleye tabi tutulmayacak ve beşinci madde ile, zincirleme belirli süreli hizmet sözleşmeleri veya ilişkilerinin maksimum toplam süresi belirlenecek. Yani, bir işçi ile altı aylık, sekiz aylık, on aylık iş sözleşmesi yapmışsanız, aynı iş ilişkisini on kere, yirmi kere tekrarlamayacaksınız. Bu ilişkinin bir üst sınırı olacak. Almanya’da bu sınır en fazla iki sene olarak belirlenmiş. Sonrası mı? Sonrasında,’patronlar belirli süreli sözleşme yapamayacak, ya işten çıkaracak ya da süresiz sözleşme yapacak. Burada, iş ilişkisine üç gün-beş gün ara verip ya da kâğıt üzerinde ara veriyor görünüp belirli süreli sözleşmeyi yenilemek kuşkusuz mümkün kalıyor. “En iyi” haliyle böyle ya da en kötü haliyle işten atılmak- Avrupalı patronlar ve AB’nin sınırsız sömürüye koyduğu sınır oluyor!
Görüldüğü gibi, Belirli Süreli Çalışma Hakkında Çerçeve Anlaşması, AB tarafından yapılmış esnek çalışma ile ilgili anlaşmalardan birisi. Belirsiz süreli, yani sürekli iş yerine altı, sekiz, dokuz vb. ay süreli çalışmayı düzenliyor. Türkiye’de patronların 1475 Sayılı İş Kanunu’nda yapmak istedikleri değişiklikle ilgili yazımızda, belirli süreli iş ilişkisinin işçi sınıfının kazanılmış haklarını nasıl ortadan kaldırdığını anlatmıştık. Özetle tekrarlayacak olursak: Belirsiz süreli çalışma ile işçi, çalışma süresinin artması ile bazı haklar elde ediyor. Örneğin; bizde kıdem tazminatı bir seneden fazla çalışılınca hak ediliyor. Çalışma süresinin artması, aynı zamanda, yenilenen toplu iş sözleşmeleri ile ücret ve diğer haklarda da artışı getiriyor.
Belirli süreli çalışmada ise, patron bir seneden kısa süreli sözleşmeler yaparak kıdem tazminatından kurtuluyor. Yine kısa süreli sözleşmelerle, işçiyi işten çıkartırken haklı neden gösterme vb. sorunlardan da kurtulmuş oluyor. Kısa süreli çalıştırma ile patron, toplu iş sözleşmesi (TİS) ile kazanılan yeni haklar ve yol açtığı masraftan da kurtuluyor, İşçinin çalıştığı işte edindiği tecrübe ile verimliliğin arttığı işyerlerinde, patron, kaybının önlenmesi için de, belirli süreli çalışma ilişkisini iki-üç seneye kadar uzatarak sorunu çözüyor.
Belirli süreli çalışma, işçilerin birliği, dayanışması ve örgütlenmesi için de olumsuz koşullar oluşturuyor.
Bu yazıda incelemeye çalıştığımız belirli süreli çalışma ile ilgili AB düzenlemesi, AB’deki esnek çalışma ile ilgili onlarca düzenlemeden sadece biri. AB’de esnek çalışmanın diğer biçimleri, part-time çalışma, ödünç iş ilişkisi, istihdam şirketleri vb. konusunda da benzer düzenlemeler mevcut.
Belirli süreli iş ilişkisini bu yazıda ele almamızın nedeni, bu Anlaşma’nın yakın geçmişte ülkemizde yapılan bir toplantıda ele alınarak tartışılması.
Hak-İş, DİSK ve KESK; ETUC ile işbirliği halinde ve ETUC’un finanse ettiği bir eğitim programı uyguluyor. Bu program çerçevesinde 27-30 Haziran 2002 tarihinde Marmaris’te bir toplantı yapıldı. Toplantıya Hak-İş, DİSK ve KESK adına bazı uzmanlar katıldığı gibi, TİSK’in azmanları ve Avrupalı uzmanlar da katıldı.
İşte bu toplantıda tartışılan konulardan biri de esnek çalışmaya ilişkin diğer konuların yanı sıra “Belirli Süreli Çalışma Hakkında Çerçeve Anlaşması” idi.
Mücadeleci sendikacılar, işçi önderleri, patronların esnek çalışma dayatmalarına karşı mücadele ederken; bazı sendika konfederasyonları ise, patron temsilcileri ve Avrupalı uzmanlarla birlikte esnek çalışma hakkında eğitim çalışmaları düzenliyor ve esnek çalışmayı çoktan yasalarına geçirmiş olan Avrupa ülkelerinin uzmanlarının, kendi sendika uzman ve kadrolarını -kuşkusuz çeşitli biçimleriyle esnen çalışmayı da içeren- AB çalışma yaşamı normlarıyla eğitmelerini alkışlıyorlar.
Bu nedenle, işçiler emperyalist burjuvazi ve işbirlikçilerinin her alandaki saldırılarına karşı uyanık olmalıdırlar.
Geçtiğimiz ay AB’ye uyum yasalarının gündeme gelmesi ile iyice büyüyen AB tartışmaları sırasında, AB’ye girme isteğini patronlardan daha fazla ve daha sık sendika bürokratlarıyla bazı “solcu”ların dile getirdiği dikkate alındığında; AB’ye girilince işçi haklarında bir iyileşme sağlanmayacağının, nüans farklılıkları ile ülkemizdeki sömürü ilişkilerinin devam edeceğinin, küreselleşme süreci ile başlayan esnek çalışma uygulamalarının ABD’den, Uzakdoğu’ya, Rusya’dan AB’ye kadar yayıldığının görülüp anlaşılması bakımından, yukarıda incelediğimiz anlaşma iyi bir örnektir. Tek başına bu anlaşma bile işçi sınıfının, daha çok IMF dayatmaları olarak gündeme gelen küreselleşme politikaları kadar, bu politikalarının başlıca dayanaklarından olan AB’den beklentiler içinde olması için hiçbir neden bulunmadığını ortaya koymaktadır.
İşçi haklarına saldırı
İş Güvenliği Yasası’nın çıkartılmasını engellemek için aylardır Hükümet’e baskı yapan, TBMM’de kulis faaliyetinde bulunan patronlar istediklerini elde etti. Hükümetle yaptıkları pazarlıklar ve işçi sendikalarının teslimiyeti sonucu iş güvenliği yasa tasarısını bir paketin içine koymayı başardılar. Bilim Kurulu adı verilen dokuz kişilik bir kurulun hazırladığı İş Kanunu Ön Tasarısı isimli tasarı paketinin içine iş güvenliği ile ilgili hükümlerle birlikte, esnek çalışmayı düzenleyen hükümler ve kıdem tazminatı ile ilgili düzenlemeyi de kattılar. Bilim Kurulu’nun hazırladığı tasarı ile 1475 sayılı İş Kanunu neredeyse tümüyle değiştiriliyor. Böylece, iş güvenliği yasa tasarısını bir buçuk yıl Hükümet’te beklettiğini söyleyerek övünen patronlar amaçlarına ulaşmış oldu. Patronlar, iş güvenliği istersen karşılığında esnek çalışma kurallarının yasalaşmasını ve kıdem tazminatının kaldırılmasını kabul etmelisin diye işçi sınıfına meydan okuyor. Sendika bürokratlarının yönetimindeki işçi sendikaları Bilim Kurulu’nu kabul etmek ve bu Kurul’a sendikaları temsilen akademisyen önermekle patronların oyununa geldi. Ya da zaten patronların oyununa gelmek istediğinden, bu oyuna gönüllü olarak katıldı.
İş Kanunu Ön Tasarısı’nı hazırlayanlar, işçi sınıfı aleyhine düzenlemeleri formüle ederken, en çok Avrupa Birliği normlarından yararlandıklarını, ölçüt olarak “AB Müktesebatı”nı (müktesebat: kazanılmış olanlar, saklı olanlar), ama kuşkusuz işçilerin değil, özellikle son yıllardaki sermayenin kazanımlarını aldıklarını, Tasarı’nın gerekçesinde sık sık anlattılar. Böylece, Türkiye henüz AB’ye girmeden AB uygulamaları olarak işçi sınıfına dayatılanlar, AB’ye girildiğinde işçi sınıfını neyin beklediğini de açıkça göstermiş oluyor. İşçi sınıfının haklarının en pervasız gaspı bakımından, tıpkı Gümrük Birliği ile olduğu gibi, henüz AB’ye girmeden girdiğimiz görülüyor. Bu hayâsız dayatmalar AB normlarıdır.
İŞ KANUNU ÖN TASARISI NE GİBİ DEĞİŞİKLİKLER GETİRİYOR?
Tasarıda işe, işyeri kavramının değiştirilmesi ile başlanmış. İşçi, işveren, işyeri gibi kavramların tanımı sadece hukuk teorisini ilgilendiren bir konu değildir. Bu kavramların tanımı, işçi ve işveren tarafının bir takım avantaj ya da dezavantaja sahip olması sonucunu doğurmaktadır.
Mevcut 1475 Sayılı kanunda “işin yapıldığı yere işyeri denir” gibi, somut bir yer tarif edilirken, Taslak’ta “1/b: İşveren tarafından mal veya hizmet üretmek amacıyla maddi olan ve olmayan unsurlar ile işçinin birlikte örgütlendiği birime işyeri denir.
İşverenin işyerinde ürettiği mal veya hizmet ile nitelik yönünden bağlılığı bulunan ve aynı yönetim altında örgütlenen yerler (işyerine bağlı yerler) … işyerinden sayılır” denilerek, işyeri kavramı muğlâklaştırılıp belirsizleştiriliyor, sınırları tanımlanmış bir mekân olmaktan çıkarılıp ortadan kaldırılıyor. Evde çalışma, parça başı çalışma, belirli bir işletme şirketinin çeşitli birimlerinde çalışma vb. gibi işyeri kavramının belirliliğini aşmayı kolaylaştırıcı bir düzenleme getiriliyor.
Taslağın gerekçe bölümünde bu düzenleme şöyle anlatılmış: “Diğer yandan teknolojik ve ekonomik gelişmeler bir işyeri çerçevesinde mal ve hizmet üretimi, pazarlama ve müşterilere sunulması yönünden çok yönlü ve yapısal değişiklikleri beraberinde getirmiş, bir işyerinin amacının gerçekleştirilmesinde işlerin görülmesi işyerinin kurulu bulunduğu ‘yerin’ dışına taşmış, işveren kurulan ‘iş organizasyonu’nu işçinin evine, bağımsız bir işyeri olmayan irtibat bürolarına veya yurt genelinde veya ilin içinde işlerin yürütüldüğü bir örgütlenmeye kadar genişletmek gereksinimi duymuştur. Bu olgular dikkate alınarak ve AB’ye üye devletlerdeki değerlendirme ve kavramsal gelişmeler göz önünde tutularak maddenin (b) bendine ‘işyeri, işyerine bağlı yerler, eklentiler ve araçlar ile oluşturulan iş organizasyonu kapsamında bir bütündür1 hükmü eklenmiştir.”
Görüldüğü gibi, Tasarı gerekçesinde işyeri kavramının değiştirilmesinin amacı açıkça, işçi sınıfının tepkisinden dahi çekinilmeksizin anlatılıyor, işyeri kavramının değiştirilmesi ile işçi; belirsiz, her an değişebilecek bir işyerinde çalışan gezici servis elemanlarına döndürülüyor.
İşçi sınıfı belirli bir işyerinde çalışma hakkı için mücadele etmiştir. Nerede, kaç saat ve nasıl çalışacağını bilmek, çalışma koşullarını, çalışma dışındaki günlük yaşamını düzenlemek, kendini geliştirebilmek için; bu koşulların belirlenmesi ve yasal güvenceye alınması işçi sınıfı için hayati öneme sahiptir. Ülke çapında bir işletmenin, işçisini istediği yerde çalıştırması işçinin yaşamını, aile hayatını alt üst edecek, kendisi için ayırdığı zamanı daraltacaktır. En önemlisi de işçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlülüğünü dağıtacaktır. Örneğin, İstanbul’un bir fabrikasında sınıf örgütünü kuran, sendikayı örgütleyen bir işçinin, işverene ait Kocaeli’nde bir fabrikaya çalışmaya gönderilmesi, İstanbul’da örgütlenme faaliyetinin engellenmesinin en kolay yollarından biri olacaktır. Yıllarca, memurlara uygulanmış sürgün cezaları, artık işçiler için de söz konusu olacaktır.
Tasarının altıncı maddesinde “İşyerinin veya bir bölümünün devri” düzenlenmektedir. Tasarı gerekçesinde “… çalışma hayatının çok önemli sorunlarından biri olarak birçok ülkede, örneğin İsviçre, Almanya ve diğerlerinde işyerinin ve işyerinin bir bölümünün devri hakkında yasama organının müdahalesi çoktan gerçekleşmiş, Avrupa Birliği’ne üye ülkelerde mevzuatlarının uyumlaştırılması amacıyla 77/187 sayılı yönerge yürürlüğe konulmuş ve bununla ilgili 2001/23 sayılı yeni bir yönerge çıkarılmıştır.
İşyerinin devri ve sonuçları hakkındaki boşluk, doktrin ve yargı kararlarıyla İş Kanununun temel esaslarına göre doldurulmuş olmasına rağmen, özellikle ekonomik koşulların etkileriyle daha sık görülen bu tür devirler için kanuna açık düzenlemeler getirilmesi tarafların menfaatleri yönünden de kaçınılmaz bir durum olarak görülmüştür. İş Kanununun genel hükümleri arasında işyerinin devrine ilişkin konular eklenirken Avrupa Birliği Müktesebatından başka diğer ülkelerin yararlanılabilecek maddeleri… göz önünde tutulmuştur.” denilmektedir.
Bu düzenlemeye göre işçinin üretim içindeki konumu değiştirilmektedir, işçi tıpkı bir makine parçası ya da bir top kumaş gibi, alınıp satılan, fabrika ya da işyeri ile işyerinin bir bölümü ile başka bir patrona devredilen meta haline getirilmektedir.
Tasarı’nın yedinci maddesinde, iş sözleşmesinin de devredilmesi düzenlenerek, altıncı maddedeki iş yerinin devredilmesi uygulaması pekiştiriliyor.
Tasarının sekizinci maddesinde ödünç iş ilişkisi düzenleniyor. Tasarı gerekçesinde “Türk çalışma hayatında ödünç iş ilişkisi 1960 yıllarından başlayarak özellikle holdinglerin gittikçe yaygın bir girişim olarak faaliyete geçmeleriyle sayıları artan şekilde görülmüş, hatta ödünç iş ilişkisini mesleki faaliyet olarak yürütüp gelir sağlamayı amaçlayan girişimcilerin sayılarında bir artışın olduğu da tespit edilmiştir. Avrupa Birliği Çalışma Müktesebatına da giren ödünç iş ilişkisi, işçi-işveren ilişkilerinde asıl işveren-alt işveren ilişkisi dışında üçlü ilişkilerin diğer bir örneğini oluşturmaktadır.” denilmektedir.
Sekizinci madde ile düzenlenen ödünç iş ilişkisinde, bir işverenin yanında çalışan işçi başka bir işverene geçici bir süre için yine makine ve hammadde gibi ödünç verilebiliyor. Ödünç iş ilişkisi ve iş sözleşmesinin devri ile işçiler, işletmeler arasında seyyar işçi haline getirilerek, daha az işçi ile üretim yapılması amaçlanmaktadır. Ödünç iş ilişkisi yasa maddesi olarak düzenlendiğinde, taşeron firmalar gibi, çok sayıda ödünç işçi veren şirketler oluşacaktır. Ödünç iş ilişkisi dendiğinde, ilk olarak, bir patronun kendi işçilerini başka bir patrona geçici bir süre için vereceği akla gelse de, bu tür alışveriş esas ödünç verme işlemi olmayacaktır. Şimdiden faaliyet gösteren ve “istihdam şirketleri” olarak tanımlanan şirketler çoğalacaktır. Bu şirketler asgari ücretle işçi çalıştıracak, bu işçileri üç ay için bir patrona, beş ay için başka bir patrona, on ay için üçüncü bir patrona “ödünç” olarak verecektir. “Ödünç” işçilerin verildiği patronlardan biri tekstil sektöründe, ikincisi lastik iş kolunda, üçüncüsü ise otomobil sektöründe olabilecektir. Bununla öngörülen, “işçi pazarı”nın, yaygın işsizlik baskısı altında, en düşük ücret, en kötü ve hiçbir kurala bağlı olmayan çalışma koşulları, sosyal, sendikal haklardan tam bir yoksunluğa dayalı en pervasız kapitalist örgütlenişidir. Böyle bir durumda “ödünç” işçilerin sendikada örgütlenmesi dahi mümkün olmayacaktır.
On ikinci madde ile “belirli süreli iş” kavramı getirilmiştir. Buna göre işveren işçiyi dört ay, yedi ay, on beş ay vb. gibi sürelerle iş akdi yapıp çalıştırabilecektir. Bu maddenin gerekçesinde; “Maddede belirli ve belirsiz süreli iş sözleşmeleri tanımlanmış, tarafların bu tür sözleşmeleri meydana getirmedeki serbestîleri İLO’nun ‘İş Sözleşmesine İşveren Tarafından Son Verilmesi Hakkında 158 Sayılı Sözleşmesi’ ve Avrupa Birliği Çalışma Müktesebatı, özellikle Konseyin 99/70 sayılı yönergesi ile yürürlüğe konulan ‘Belirli Süreli İş Sözleşmeleri Hakkında Çerçeve Anlaşması’na uygun sınırlamalara tabi tutulmuştur.
“Belirli süreli iş sözleşmesinin tanımı verilirken, sadece tarafların açıkça süresini belirledikleri değil, sürenin objektif belirlenebilir olduğu hallerde de sözleşmenin belirli süreli olacağı kabul edilmiştir… Örneğin Almanya’da 24 ayı geçmeyen bir sürede en çok üç kez yenilenen bir iş sözleşmesinin belirli süreli olma özelliğini koruyacağı ve belirsiz süreliye dönüşmeyeceği kabul edilmiştir.” denilmektedir.
Bu düzenleme ile patronlar uzun süreli çalışma ile işçinin kıdem tazminatı, yüksek ücret ve diğer bazı kazanımlarını ortadan kaldırmaktadır. Patronlar bu hüküm yasalaştığında belirsiz süreli iş sözleşmesi yapmaktan kaçınacak, belirli süreli iş sözleşmesini tercih edecektir. Aynı işçinin peş peşe belirli süreli sözleşme ile çalıştırılamaması dahi, bu durumu değiştirmeyecektir. Böyle bir düzenleme olsa bile; bir işçiyi iki üç kez belirli süreli iş sözleşmesi ile çalıştıran işveren, daha sonra, onunla kalıcı bir sözleşme yapmayıp bu işçiden vazgeçerek, yeni bir işçiyi belirli süreli iş sözleşmesi ile çalıştırmaya başlayacaktır.
On dördüncü maddede kısmi süreli ve tam süreli iş sözleşmesi düzenlenmektedir. Bu düzenlemeye göre işveren bir haftada yirmi saat, on beş saat, otuz saat gibi çalışma saatlerine göre işçi çalıştırabilecektir. Böylece asgari ücretin dahi altında işçi çalıştırmak mümkün olacaktır. Taslak gerekçesinde; “Ülkemizde de sayıları gittikçe artan kısmi süreli çalışmaları teşvik etmek üzere, bu tür iş sözleşmesinin tanımı yapılmış… Avrupa Birliği’nde Konsey tarafından 97/81 sayılı yönerge ile yürürlüğe konulan sosyal tarafların meydana getirdikleri ‘Kısmi Süreli Çalışma Hakkında Çerçeve Anlaşması’nda belirtildiği üzere, bu anlaşmanın amacı… diğer yandan kısmi zamanlı çalışmanın gelişmesini serbest irade temelinde teşvik etmek ve işverenlerle işçilerin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde çalışma sürelerinin esnek bir organizasyon çerçevesinde düzenlenmesine katkıda bulunmak.
“Kısmi süreli iş sözleşmesinin tanımı verilirken, yönerge hükmündeki ölçüler dikkate alındığı gibi, tam süreli iş sözleşmesi karşısında kısmi süreliden söz edebilmek için ‘önemli ölçüde daha az’ bir haftalık çalışma süresinin sözleşmede tespit edilmiş olması da aranmıştır. Örneğin işyerinde uygulanan tam süreli iş sözleşmesi için haftalık çalışma süresi kırk saat ise kısmi süreli çalışma için iki üç saat gibi daha az çalışma değil, hiç olmazsa tam sürenin üçte ikisinden daha az olan otuz saatin altında haftalık çalışma süresine göre istihdam edilen işçi kısmi süreli sözleşmeye göre istihdam edilen kimse olarak kabul edilecektir.
Kısmi süreli çalışanlara yönelik ayrımcılığı kaldırmak hedef alınırken, tüm çalışma şartlarından yararlanmada tam süreli çalışanlarla eşit duruma getirilmeleri de düşünülemez, aksi halde tam bir eşitsizlik ortaya çıkar. Bu açıdan ayrımı haklı kılan nedenlerin bulunması durumunda, her iki türde sözleşmelerle çalışanlar arasında farklılıklar olması doğal karşılanacaktır. Kısmi süreli iş sözleşmesine göre çalıştırılan bir işçi, işyerinde haftanın iki günü iş görmeyi üstlendiğinde bu çalışma düzeni itibariyle hafta tatili ücretine hak kazanamayacağı gibi, öğleden sonra çalışmaya başlayan işçinin, işverenin sabahları işe başlamak üzere tahsis ettiği servis aracından veya öğle yemeğinden yararlanması da mümkün değildir. Bu durum bir ayrım yapıldığı anlamını da taşımaz.” denilmektedir. Taslak gerekçesinde söylenenlere eklenecek fazla bir şey kalmıyor, işveren, neden tam süreli işçi çalıştırıp, beş gün çalıştırdığı işçiye yedi günlük ücret ödesin? Bir işçi yerine, haftada üç gün ve dört gün çalışan iki işçiye aynı parayı vererek, haftada yedi gün çalıştırmak patrona daha kârlı gelecektir.
Kısmi süreli çalışma “part-time” olarak bilinen çalışmadır. Mc Donald’s 1986 yılında Taksim’de ilk restoranını açtığında part-time (“kısmi süreli”) çalışmayı da başlatmıştı. On altı senedir sendika örgütlenmesi olmayan bu işyerinde çalışan işçilerin ücretleri de çoğu kez asgari ücretin altında olmuştur.
On beşinci madde, “çağrı üzerine çalışma”yı düzenliyor. Madde metninde çağrı üzerine çalışma şöyle tarif ediliyor: “Sözleşme ile işçinin üstlendiği işin çıkması halinde iş görme ediminin yerine getirileceğinin kararlaştırıldığı iş ilişkisi, çağrı üzerine çalışmaya dayalı kısmi süreli bir iş sözleşmesidir.”
Çağrı üzerine çalışma düzenlemesi ile işçi, haftada bir eve temizliğe gelen “temizlikçi kadın” durumuna sokulmaktadır. Tabii ki, böyle bir iş ilişkisinde sigorta, sendika ve diğer haklardan söz etmek mümkün olmayacaktır.
Tasarının on altıncı maddesinde, deneme sürelerinin bir aydan iki aya çıkarılması öngörülmektedir. TİS’le bu süre dört aya çıkarılabilmektedir. Bu durumda, işçiler deneme sürelerinde çalıştırılacak ve iki ya da dört ay çalıştırıldıktan sonra işten çıkarılacak, böylece, yerleşik bir çalışma yaşamına katılamayacağı ve haklarından yararlanamayacağı gibi, belki de hiçbir zaman eline geçiremeyeceği en düşük “deneme ücreti”ne boyun eğme dayatmasıyla yüz yüze kalacak, sendika, sigorta vb. hakları ise daha başından gasp edilmiş olacaktır.
Taşeron temizlik firmalarının uygulaması bilinmektedir. Aynı patronlar tarafından kurulan üç, dört değişik şirkette, işçiler deneme süresinde çalıştırılmakta, deneme süresi bittiğinde bir şirketten çıkışı yapılıp diğer şirkette işe alınmakta ve böylece sigortasız olduğu gibi, çoğunlukla asgari ücretin dahi altında çalıştırılmaktadır. Taşeron şirketlerin son yıllarda uyguladığı sömürü yöntemi şimdi iş kanununa konularak genelleştirilmek istenmektedir.
Tasarının yirmi yedinci maddesinde, işverenin haklı nedenlerle iş sözleşmesini feshi maddesi, mevcut kanundan farklı olarak, işçinin tutuklanmasının işveren açısından işten çıkarma için haklı neden olduğu belirtilerek düzenlenmiştir. Altı aylık işçinin on beş gün, bir buçuk yıllık işçinin bir ay, üç yıllık işçinin bir buçuk ay ve üç yıldan fazla çalışmış işçinin iki ay tutuklu kalması, işverene haklı fesih hakkı tanımaktadır, işverenin iş akdini feshi için, işçinin hangi sebepten tutuklu kaldığı, yargılama sonunda beraat edip etmediği vd. durumlara bakılmadan, sadece tutuklu kalması yeterli olmakta, işten atma gerekçesi olarak kabul edilmektedir. Bu düzenleyici maddesiyle taslak, burjuva hukuku ve ilkelerini bile geçersizleştirmekte; “mahkeme kararıyla mahkûm edilinceye kadar herkes masumdur” ilkesi (masuniyet karinesi), bu düzenleme ile iş hukuku alanında ihlal edilmektedir.
Tasarının kırk üçüncü maddesi, fazla çalışmayı (fazla mesaiyi) düzenlemektedir. Bu düzenleme, günlük sekiz ya da dokuz saati aşan çalışma yerine, haftada kırk beş saati geçen süreyi “fazla çalışma” olarak tanımlıyor. Böylece, hafta içinde bazı günler günlük çalışma süresinin aşılması durumunda, işveren işçiyi haftanın diğer günlerinde az çalıştırarak fazla çalışmayı telafi edilebilecek ve işçiye fazla çalışma ücreti ödemeyecektir. Bu düzenleme, “çağrı üzerine çalışma”yı düzenleyen Taslak’ın 15. maddesiyle de uyumludur ve işveren “çağrı” imkânına dayanarak, örneğin stoklu ya da krizli dönemlerinin en ucuza ve işçiyi ücretinden ederek üstesinden gelebileceği gibi, fazla mesai ödentilerinden de kaçınabilecektir.
Yine, fazla çalışmanın karşılığı fazla çalışma ücreti yerine, başka bir gün izin olarak kullanılabilecektir, işçi, isterse, altı ay içinde, fazla çalıştığı saat karşılığı, her bir saat fazla çalışmaya karşılık, bir buçuk saat izin kullanabilecek. Bu düzenleme ile fazla çalışma ücreti ödeme yerine işverene fazla çalışmayı başka şekilde telafi etme olanağı getiriliyor.
Kırk sekizinci maddede düzenlenen hafta tatili ücreti ile hafta sonu tatili kavramı da değiştirilmektedir. Mevcut kanundaki altı iş günü çalışarak elde edilen hafta sonu tatili hakkının uygulanması, “altı gün çalışmadan sonra” koşulu kaldırılarak haftada herhangi bir gün olarak “serbestleştiriliyor” ya da doğru deyimiyle işverenin elini serbestleştirmek üzere kuralsızlaştırılıyor. Bu düzenlemede, işçi, örneğin pazar günü gibi belirli bir günde hafta sonu tatilini yapamayacak, işin durumuna göre, hafta sonu tatili; bir hafta salı, diğer hafta pazartesi, bir başka hafta çarşamba günü olabilecek. Böylece işçinin ailesi ile haftanın belirli günlerinde yapacağı tatil, işverenin keyfine bırakılmış ve günü belirsiz hale getirilmiş olmaktadır.
Tasarının altmış beşinci maddesi ile işçiler, yüz yıl önceki koşullara, günlük on iki saat çalışma koşullarına döndürülmektedir. Tasarının gerekçesinde şöyle yazılmaktadır: “… Türk iş hukuku öğretisinde en çok eleştirilen ve uygulamada da -yasaya aykırı olmasına rağmen- farklı düzenlemelerin getirildiği bilinen, haftalık çalışma süresinin iş günlerine eşit ölçüde bölünmesi kuralına esneklik getirilerek, sözleşmelerle haftalık normal çalışma süresinin işyerinde haftanın çalışılan günlerine farklı bir şekilde dağıtılabileceği kabul edilmiştir. Bu halde, işçilerin sağlıklarını korumak amacıyla Avrupa Birliği’nin değişik 23 Kasım 1993 tarih ve 93/104 sayılı Direktifi’ne uygun olarak, 24 saat içinde işçiye kesintisiz 12 saatlik bir dinlenme olanağı sağlayacak şekilde günlük çalışma süresinin bir işçi için en fazla 12 saat olması (bent a, f, 3) ve ortalama haftalık çalışma süresinin de, fazla çalışmalar dâhil olmak üzere, 48 saati aşamayacağı hükmü getirilmiştir. (f. 4).
Haftalık çalışma süresinin haftalık çalışma günlerine farklı şekilde dağıtılması durumunda, o işyerinde haftada 6 gün çalışılıyorsa bir işçi haftada en çok (12×6=) 72 saat, 5 gün çalışıyorsa en çok (12×5=) 60 saat çalıştırılabilecektir. Böylece çeşitli nedenlerle iş yerlerinde ‘yoğunlaştırılmış iş haftası’ uygulanabilecektir. Bu tür çalışmalarda işverene bir aylık bir denkleştirme süresi tanınmıştır. Bu süre toplu iş sözleşmesi ile üç aya kadar arttırılabilir. Bu şekilde, yoğunlaştırılmış iş haftasından sonraki haftalarda işveren işçiyi daha az çalıştırması durumunda, işçiye fazla çalışma ücreti ödemek zorunda kalmayacaktır. Buna göre, örneğin haftanın 5 günü çalışılan bir işyerinde işçi bir hafta toplam 60 saat çalışmışsa, daha sonraki üç hafta boyunca haftada 40’ar saat çalıştırılmak suretiyle, haftalık ortalama çalışma süresi olan 45 saat aşılmamış olacaktır.” Tasarı gerekçesine ekleyecek bir şey yok. Günde 12 saat işgünü, ama fazla mesai parasının ödenmemesi,
işçinin günlük yaşamını düzenleyememesi ve kendi yaşamını tamamen patronun inisiyatifine terk etmesi vb. sonucunu doğuracaktır.
İşçi sınıfı, sekiz saatlik iş günü için uzun yıllar mücadele vermiş, çok sayıda işçi bu mücadelede yaşamını yitirmiştir. Böylesine çetin bir mücadele sonunda sekiz saatlik iş günü-haftada kırk saat çalışma, bazı ülkelerde de yedi buçuk saatlik iş günü-otuz beş saatlik iş haftası kabul ettirilmiştir. Sosyalist Sovyetler Birliği’nde ise, günlük çalışma saatleri altı saate kadar indirilmiş ve günlük dört saat çalışma hedefine yönelik planlar yapılmıştır.
Şimdi, patronlar, yüz yıl önceki koşulları yeniden, hem de yasal düzenlemelerle, diriltmeye çalışmaktadır. İşgünü saatlerinin arttırılması için “iş yoğunluğu”, “işin acilliği” vb. gerekçeler kabul edilemez. Bu tür gerekçeler, patronlar açısından her zaman gündemdir. Diğer düzenlemelerle birlikte, işçi, on iki saat çalışan, çalışmak ve uyumak dışında başka bir şey yapmak için zamanı olmayan, yabancılaşmış, robotlaşmış, makinalaşmış, insanlıktan çıkarılmış bir duruma geri döndürülmek istenmektedir.
Altmış altıncı madde, “telafi çalışmasını getiriyor. Bu düzenlemeye göre, ulusal ve dini bayramlar, genel tatil günleri öncesi ya da sonrası işyerinin tatil edilmesi halinde, tatil süresi daha sonraki günlerde telafi ediliyor. Bununla, patronlar, zorunlu nedenlerle işçiye verdiği birkaç saatlik tatili bile geri almanın hesabını yapıyor. En hayâsız olanı ise, bu düzenlemeyle, “telafi çalışmasının, sağlık, cenaze vb. gerekçeli izin saat ya da günlerini de kapsamak üzere dayatılması, ücretli izin hakkının tümden gaspına yönelik olmasıdır.
Altmış yedinci madde kısa çalışmayı (ücretsiz izin) düzenliyor. Tasarı gerekçesi, “Özellikle ekonomik krizlerde çalışma hayatında sıkça görülen işçilerin ücretsiz izine çıkarılması durumunda, işçilere sınırlı da olsa bir gelir güvencesi sağlamak amacıyla, ‘kısa çalışma’ ve ‘kısa çalışma ödeneği’ kavramları getirilerek bunlarla ilgili düzenleme yapılmıştır.
Her şeyden önce, kısa çalışmaya hangi hallerde başvurulabileceği belirlenmiş ve bunlar ‘genel ekonomik kriz’ ve ‘zorlayıcı sebep’ olarak sınırlandırılmıştır. Dolayısıyla, zorlayıcı bir sebep dışında, işverenin ancak ülke çapındaki genel bir ekonomik kriz nedeniyle, işyerindeki haftalık çalışma sürelerini geçici olarak önemli ölçüde azaltması kısa çalışma olarak nitelenecektir. Ekonomik ya da yönetsel veya organizasyona dayalı olarak o işyerinin kendisinden kaynaklanan bir krize girmesi yahut pazara bağlı olarak sektörel bir kriz o işyerinde kısa çalışma yapılmasını haklı gösterecek nedenlerden değildir.
Yukarıda belirtilen nedenlerle, işyerinde geçici olarak en az dört hafta işi durdurma veya kısa çalışma uygulamasına karar veren işveren, bu kararını derhal ve gerekçeleri ile birlikte İş Kurumu’na ve işçi temsilcisine ve varsa toplu iş sözleşmesi tarafı işçi sendikasına bildirmekle yükümlü kılınmıştır. Bu karar sonucu kendilerine en az dört hafta ücretsiz izin verilen işçiler işsizlik sigortasından ‘işçi çalışma ödeneği’ almaya hak kazanacaklardır… İşçilerin geçici olarak ücretsiz izine çıkarılması ‘geçici bir işsizlik’ olarak nitelenerek işsizlik sigortasından ‘kısa çalışma ödeneği’ almaları öngörülmektedir.” şeklindedir.
Bu düzenleme ile bugüne kadar yasalara aykırı olarak uygulanan ücretsiz izin, artık yasal hale getirilmektedir. İşverenler, örneğin stoklan büyüyüp geçici olarak işi durdurduklarında, işçileri ücretsiz izine çıkaracak ve bu izin süresince Türkiye İş Kurumu tarafından işçiye ücretinden az bir ücret verilecek, böylece işveren stokları tüketinceye kadar “işçi giderlerinden” tasarruf edecektir. Bu düzenleme, sık sık ücretsiz izin uygulamasına vesile olacaktır ve ücretli izin hakkının gaspı anlamına gelmektedir.
Doksan ikinci madde özel istihdam büroları kurulmasını düzenlemektedir. Tasarı, “Maddede işçilerin iş ve işverenlerin işçi bulmasına aracılığın devletin yanı sıra özel istihdam kurumlarınca da yürütülebileceği öngörülmektedir. Böylece söz konusu işlevin esas itibariyle sadece Devlet tarafından yürütülmesini düzenleyen 1475 sayılı İş Kanunu sistemi terk edilmekte, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 181 sayılı sözleşmesinde düzenlenen ve birçok ülkede uzunca bir süredir yasal çalışma olanağına kavuşturulmuş bulunan özel istihdam bürolarının kurulmalarına ve çalışmalarına olanak sağlanmaktadır.” biçiminde gerekçelendirilmiştir. Özel istihdam büroları ile patronlar, yanında çalıştıracağı işçiyi seçerek işe alacaktır, işçi önderi, sendikacı, daha önce çalıştığı fabrikalarda hak mücadelesi vermiş işçilere bu bürolar tarafından iş bulunmayacaktır. Patronlar da Türkiye İş Kurumu yerine bu büroları tercih edecektir.
Doksan üçüncü maddede “mesleki faaliyet olarak ödünç iş ilişkisi” düzenlenmektedir. Yani madde, istihdam şirketlerinin çalışma koşullarını belirlemektedir. Tasarı, “Emek piyasalarında istihdamın teşviki ve yeni teknolojilerin gerektirdiği özel vasıflı işçilerin belirli ve belirsiz sürelerle bu vasıflara ihtiyaç duyan işverenlere ödünç verilmesi amacıyla 1990’lar boyunca birçok Batı ülkesinde yasal düzenlemeler yapıldığı bilinmektedir. Ödünç iş ilişkisinin mesleki faaliyet olarak yürütülmesi Uluslararası Çalışma Örgütü’nün özel istihdam bürolarına ilişkin 181 sayılı sözleşmesinin 1 (b) maddesinde öngördüğü gibi, bu çalışma türünde istihdam edilen işçilerin sağlık ve güvenlik koşulları bakımından korunmaları için Avrupa Birliği’nin 96/71 ve 91/383 sayılı Yönergelerinde hükümler getirilmiştir. Öte yandan Avrupa Birliği bu konuda yeni bir Yönerge çıkarma hazırlığı içindedir.
Maddede işçinin korunması ve bu alanda gelişecek sektörün kayıt altına alınabilmesi için, gerçek ve tüzel kişilerin işçilerin rızalarını almak suretiyle başka işverenlere (ödünç alanlara) belirli sürelerle vermeyi gelir getirici bir faaliyet olarak sürdürebilmeleri, Türkiye İş Kurumu’nun iznine bağlanmıştır.
…
Maddede Ödünç İş İlişkisi’nin mesleki bir faaliyet olarak yürütülebilmesi için öncelikle bu amaca uygun bir işyerinin tüm unsurlarıyla kurulmuş ve yetkili mercilere bildirmelerin zamanında yapılmış olması şartı getirilmiştir.” şeklinde gerekçelendirilmiştir.
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi, istihdam şirketleri ile işçiler çeşitli patronlara belirli süreler için kiralanacaktır.
Yukarıdaki düzenlemelerin tümünü bir araya getirdiğimizde, İş Kanunu Ön Tasarısı ile işçiler amele pazarında her gün iş bekleyen, çalışma saati, ücreti, çalışma koşulları, hatta patronu bile belli olmayan; sendika, sigorta hakkını yitirmiş, bir makine ya da hammadde gibi el değiştiren bir meta haline getirilmek istenmektedir, işçi, yeniden köleleştirilmektedir.
Bu tasarıyı işçi sınıfına kabul ettirebilmek için, iş güvenliği ile ilgili (gerçekte bir güvence getirmeyen, göstermelik bazı tedbirleri içeren) bazı maddeler de tasarı içine serpiştirilmiştir, işçilerin gözünü boyamaya yönelik getirilen diğer yasal düzenleme ise, “Kıdem Tazminatı Fonu” tasarısıdır.
KIDEM TAZMİNATI FONU
İşçiler açısından, işten atıldıklarında ya da emekli olduklarında kıdem tazminatlarını patronlardan almak her zaman bir sorun olmuştur. İşveren, kıdem tazminatı vermemek için bin bir yola başvurmuş, kıdem tazminatını vermekten kurtulamayacağını anladığı zamanlarda bile, tazminatı vermeyerek işçinin dava yoluyla almasını dayatmıştır. Tazminatını dava yoluyla almak zorunda kalan işçi, hak ettiği kıdem tazminatını çoğu kez eksik ve yıllar sona alabilmiştir. Patronlar, işçilere kıdem tazminatı vermemek için, değişik şirketler kurmuş, işçilerin çalıştığı şirketlerde hiçbir mal varlığı bırakmayarak, mallarını kurduğu diğer şirketi eliyle pazarlamaya yönelmiş; kıdem tazminatına hak kazanmış ve hatta mahkeme kararıyla tazminatı belirlenmiş işçiler, çalıştığı şirketin mal varlığı olmaması nedeniyle kıdem tazminatını tahsil edememiştir.
Bu nedenle, kıdem tazminatı için bir fon kurulması ve işçi emekli olduğunda ya da işten çıkarıldığında tazminatı bu fondan, davaya bile gerek kalmadan alması, işçi için olumlu bir şeydir. Fakat İş Kanunu Ön Tasarı ile getirilen Kıdem Tazminatı Fonu böyle bir fon değildir. Tasarıdaki fon işçi sınıfının yararına bir fon değildir.
Kıdem Tazminatı Fonu, SSK gibi oluşturulmaktadır. Yönetiminde yine Çalışma Bakanlığı, işveren temsilcisi ve işçi temsilcisi bulunmaktadır, işçi temsilcisi SSK’daki gibi azınlık durumundadır.
Kıdem Tazminatı Fon Tasarısı’nda, kıdem tazminatı alabilmek için on beş yıl prim ödeme koşulu getirilmektedir. Örneğin, on dört yıl çalışan ve malulen emekli olan bir işçi, bu tasarıya göre, kıdem tazminatı alamayacaktır. Bu düzenlemede, haksız olarak işten çıkarılan işçi, kıdem tazminatı alamamaktadır. Yine bu düzenlemenin işçi düşmanı bir diğer yanı, işçinin, ancak fona prim yatırıldı ise tazminatını alabilmesidir. Primleri SSK toplamaktadır. SSK primlerinin işveren tarafından yatırılmadığı bir gerçektir. Patronlar kıdem tazminatı fon primlerini de yatırmayacaklardır. Tasarıda, kıdem tazminatı primini ödemeyen işverene yönelik ciddi bir yaptırım yoktur. Üstelik Tasarıda, Kıdem Tazminatı Fonu’na devlet bütçesinden kaynak aktarılmayacağı belirtilmektedir. Bu durumda, işveren Kıdem Tazminatı Fonu’na prim ödemeyecek, kıdem tazminatını hak etmiş işçi de bu nedenle tazminatını alamayacaktır. Kıdem Tazminatı Fonu işçi yararına getirilmiş bir uygulama gibi tanıtılmaya çalışılsa da, aslında işvereni kıdem tazminatı ödemekten kurtarmaktadır. Mevcut durumda dava açarak vs. yollarla, üstelik bir sene çalışmış bir işçi dahi işverenden kıdem tazminatı alabilirken, tasarı ile getirilmek istenen sistemde, belki kamuda çalışan işçiler dışında, hiç kimse kıdem tazminatı alamayacaktır.
Bilim Kurulu, Ön Tasarıda, Kıdem Tazminatı Fonu’na bir alternatif olarak farklı bir düzenleme de önermektedir. Bu düzenlemeye göre, Fon oluşturulmayacak, mevcut sistem devam edecek, fakat bir sene çalışmaya karşılık verilen otuz günlük ücret tutarında tazminat yerine, on beş günlük ücret tutarında kıdem tazminatı verilecektir. Yani, alternatif düzenlemeyle kıdem tazminatları yarıya indirilmektedir. Ayrıca, bu düzenlemede de, kıdem tazminatı alabilmek için, işçinin elli yaşını tamamlaması ve on yıllık kıdem süresinin doldurulması koşulu getirilmektedir. Dokuz yıl bir işyerinde çalışmış işçi, haksız olarak işten çıkarılsa bile, kıdem tazminatı alamayacaktır. Ya da on yıl çalışsa bile, elli yaşını doldurmamış işçi, işten haksız olarak çıkarılsa dahi, kıdem tazminatı alamayacaktır.
Her iki alternatifiyle Tasarı, kıdem tazminatını fiilen ortadan kaldırmakta şu ya da bu yolla kıdem tazminatı hakkının gaspını amaçlamaktadır.
Patronlar, kıdem tazminatının kaldırılmasını istemelerinin gerekçesi olarak, işsizlik sigortasının yürürlüğe girmesini göstermektedir, işsizlik sigortasının nasıl işlediği kısa sürede görülmüştür. Ve bu sistemde işsizlik sigortasından işsizlik ücreti alabilmenin deveye hendek atlatmaktan güç olduğu ve çok az işçinin işsizlik parası alabildiği bilinmektedir. Ayrıca; işsizlik parası da komik bir miktardır. Kıdem tazminatı, işçinin, işten çıkarıldığı zaman, iş buluncaya kadar geçimini sağlaması amacıyla verilen bir para değildir. Kıdem tazminatı, özü itibarıyla, işçinin çalıştığı süre içinde yıpranması karşılığı verilen bir tazminattır. Örneğin, devlet memurlarının, işçiler gibi, işten çıkarılması ve işsiz kalması, iş araması söz konusu değildir. Fakat emekli olurken emekli ikramiyesi almaktadırlar, işçilerin, memurlardan farklı olarak, haksız olarak işten çıkarıldıklarında kıdem tazminatı almalarının nedeni, farklı işveren yanında çalıştıkları içindir. Emekli olduğu işverenden önce, başka işverenlerin yanında çalışmış bir işçiye, son işvereninin işe giriş tarihinden itibaren hesaplanacak kıdem tazminatı ödemesi mümkün değildir. Bu nedenle, işçiler haksız olarak işveren tarafından işten çıkarıldıklarında kıdem tazminatını da almaktadır. Aslında, işten çıkarılmada, işçi haksız da olsa, yukarıda açıkladığımız nedenle tazminatını alabilmelidir.
Gerçek bir Fon belki bu sakıncayı ortadan kaldırabilirdi. İşçi, çalıştığı süre içinde, onlarca iş yeri değiştirse de, Fon’da birikmiş parasını emekli olurken alabilirdi. Ama yukarıda belirttiğimiz gibi, Tasarı’daki fon böyle değildir, oluşturulma amacı işçinin gözetilmesi olmadığı gibi, tersine “maliyet hesaplarında “işçi giderleri”ni olabildiğince aza indirmeye yöneliktir.
Mevcut durumda, Ön Tasarıdaki iki seçenek de işçi sınıfının yararına düzenlemeler değildir. Fakat Ön Tasarı’yla getirilen düzenlemeler, mevcut düzenlemeden de geridir.
SONUÇ
Patronlar, Bilim Kurulu’na hazırlattıkları yasa tasarısı ile işçi sınıfına karşı büyük bir saldırı başlatmıştır. 1475 sayılı İş Kanunu’nun Tasarı’daki gibi değiştirilmesi, işçi sınıfının yüz yıl önce kazandığı hakların tümünü kaybetmesini getirecektir. Tasarı yasalaşırsa, işçi gündelikçiye dönüşecektir. Sendikalar iyice küçülecek ve işlevsiz hale gelecektir, işçi sınıfına karşı tarihsel bir saldırı niteliğindeki bu düzenlemeyi Avrupa Birliği yanlısı patronlar gündeme getirmiş ve hazırlanmasında belirleyici rol oynamışlardır. Zaten, yasa tasarısı gerekçesinde de sık sık Avrupa Birliği mevzuatına atıf yapılmaktadır.
İş Kanunu Ön Tasarısı, Avrupa Birliği’ne girilmesinin işçi sınıfına yeni haklar getirmeyeceğini, tam tersine işçilerin mevcut haklarının önemli bir kısmını da kaybedeceklerini kanıtlamaktadır. TÜSİAD’cı, Avrupa Birliği yanlısı patronların da hak ve özgürlüklerden söz ederken, AB ile demokrasi ve ülkenin demokratikleşmesi vb. arasında beklenti pompalamak üzere ilişki kurarken ne kadar samimi oldukları, burada olanca açıklığıyla görülmektedir.
Sendika bürokratları, bu tasarının hazırlamasında, bugüne kadar gelinen süreçte yalnızca vurdumduymaz davranmamış, patronların safında yer almışlardır. Sendika bürokratlarının Bilim Kurulu’nu kabul etmeleri, yanlışlığının ötesinde, sonucunu bile bile geliştirdikleri işbirlikçi bir tutumdu. Bilim Kurulu’na sendikalar tarafından önerilen akademisyenler de, esnek çalışmayı ve Avrupa Birliği mevzuatını savunan anlayışlarıyla “seçilmiş” kişilerdir. Bu kişilerin Bilim Kurulu’nda işçi sınıfının çıkarlarını savunması ve işçi sınıfının yararı için mücadele etmeleri beklenemezdi. Bilim Kurulu’na akademisyen öneren sendika bürokratları, bu tasarıyı kendi katkılarıyla meşrulaştırmışlardır. Sendika bürokratları, iş güvencesi yasa tasarısı TBMM’den geçsin diye, bu yasa tasarısına karşı çıkmadıklarını ileri sürmektedir. Bazı sendika bürokratları ise, “İş Kanunu Ön Tasarısına karşı çıkmayalım, ama bu tasarıya karşı 2821 Sendikalar Kanunu ve 2822 Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nda değişiklik yapılması talebini ileri sürelim” demektedir. Bir kısım maddeleri üzerinde durduğumuz işçi düşmanı bu tasarının, herhangi bir gerekçeyle, işçiler ve sendikaları adına savunulması kabul edilebilir değildir. 2821 ve 2822 sayılı yasalar ile İş Kanunu Yasası birlikte ele alınmamalıdır. En iyi sendika ve grev yasası yapılsa bile (sendika bürokratları ile böyle bir yasa çıkması da mümkün değildir), Tasarı’daki gibi bir iş yasası kabul edilemez, işçi sınıfının bu “yasal” saldırıya topyekûn karşı çıkmaktan başka çaresi ve yolu yoktur. Bu “yasal” saldırının ve çıkarılmak istenen yasanın akıbetini işçi sınıfının bu karşı koyuşunun gücünden başka bir şey belirlemeyecektir.
Elbette patronlar ve Hükümet, sınıfın karşı koyuşunun gücüne bağlı olarak ve o oranda, İş Kanunu Tasarısı TBMM gündemine geldiğinde pazarlık yapabileceklerdir. Bu tasarının belki bazı maddelerini geri çekeceklerdir. Fakat tasarının bazı maddelerinin geri çekilmesi bir kazanım olamaz. Tasarı tümden reddedilmelidir ve iş güvenliği ile ilgili ayrı bir yasa yapılmalıdır.
İş Kanunu Ön Tasarısı ile birlikte Avrupa Birliği’nin mevzuatının da ne kadar işçi sınıfı çıkarlarına aykırı düzenlemeler içerdiği açıkça görülmüştür. Bu nedenle Ön Tasarı’ya karşı mücadele, Avrupa Birliği’ne karşı mücadeleyi de kapsamalıdır.
İş Kanunu ve işçi sınıfı ile ilgili yasal düzenlemeler; haftada otuz beş saatlik çalışma süresini, gerçek iş güvencesini, işsizlik sigortasını, devlet güvencesinde kıdem tazminatı fonunu, sınırsız örgütlenme ve grev hakkını, lokavtın yasaklanmasını, insanca yaşanabilecek bir ücretin yasa ile güvenceye alınmasını kapsamalıdır.
Annan planı, Kıbrıs, kırmızı çizgiler
ABD ve AB emperyalistleri ve onların Türkiye’deki işbirlikçisi büyük burjuvazinin baskısı ile Erdoğan Hükümeti, Kıbrıs sorununu, 1 Mayıs 2004 tarihinden önce çözmek istiyor. AB’ne girmeyi tek çıkar yol olarak gören ve 2004 Aralık ayında AB’den müzakere tarihi almak isteyen Hükümet, bunun için, Kıbrıs sorununu Annan Planı’na uygun olarak çözmesi gerektiğini biliyor. Bu nedenle, Ecevit Hükümeti, KKTC Hükümeti ve Denktaş tarafından Mart 2003’te reddedilen Annan Planı çerçevesinde görüşmelere yeniden başlamak için, Başbakan Erdoğan, Davos Zirvesi’nde BM Genel Sekreteri Kofi Annan’a adeta yalvardı.
Yıllardır Denktaş yönetimi altında ezilen, dünyadan izole edilmiş, yoksullaşmış Kıbrıs Türk halkının artık bu durumdan kurtulma isteği, emperyalistlerin Annan Planı ile Kıbrıs sorununu çözme politikası ile birleşti. Kıbrıs Türkleri, Annan Planı ile sorun çözülür ve Kıbrıs Türkleri de AB’ye girerse, zenginleşeceklerini ve daha demokratik bir ortamda yaşayacaklarını düşündüler. Bu nedenle, Denktaş kliğinin çözümsüzlük stratejisini kırmakta, Kıbrıslı Türklerin eğilimleri, Erdoğan Hükümeti’ne yardımcı oldu.
Reddi sürecinde Denktaş yanlıları tarafından çok eleştirilen ve çarpıtılarak kamuoyuna aktarılan Annan Planı’na, bugünlerde Türkiye ve Kıbrıs egemen çevrelerinde yaklaşımın yumuşadığı gözleniyor. Geçen yıl bu günlerde Plan tümüyle kabul edilemez bulunurken, bugün Denktaş tarafından bile, beş-altı maddesi müzakere edilmesi gereken bir plan olarak anılıyor. Müzakere edilmesi gereken maddeler ise, esas olarak, şunlar gösteriliyor:Türk Ordusu’nun Ada’dan çıkmaması ya da belirli bir gücün sürekli olarak Ada’da kalmasının garanti edilmesi, Türkiye’nin garantörlüğünün (Ada’ya müdahale olanağı da dahil) muhafaza edilmesi, 1974’den sonra Ada’ya Türkiye’den gönderilenlerin geri gönderilmemesi ya da en azından önemli bir bölümünün Ada’da kalması ve en önemli sorun olarak da mülkiyet sorunu. Mülkiyet sorunu, özellikle Kıbrıslı egemen güçler için yaşamsal önem taşıyor. Çünkü, 1974’te güneye kaçan Kıbrıslı Rumların terk ettiği gayrimenkuller (evler, dükkanlar, tarlalar vb.) bazı Kıbrıslı Türklere ve Türkiye’den Kıbrıs’a gönderilenlere paylaştırılmıştı. Şimdi, ganimeti paylaşanlar, bu malları geri vermek istemiyor.
Ayrıca, Kıbrıs Türk kesimindeki egemen güçler, Rumlarla aradaki sınır kaldırıldığında egemenliklerini yitireceklerinden korkuyor.
Buna rağmen, yakın bir gelecekte Annan Planı temelinde müzakerelere oturulacak ve önümüzdeki günlerde Plan yine çok yoğun olarak tartışılacak. Tartışanların bazıları kendi tezlerine uygun olarak Planı yine çarpıtacak. Bunun için, tartışmaları kavramak ve Kıbrıs sorununun çözümünde daha sağlıklı bir görüşe sahip olabilmek açısından Annan Planı’nın ana hatlarını kısaca buraya aktarmak gerekiyor.
Baştan belirtmek gerekir ki, Annan Planı tek başına Kıbrıs sorununu çözmek, yıllardır sıkışan bir düğümü açmak için iyi niyetli bir girişim olarak gündeme gelmedi.
Annan Planı’nın gündeme gelmesi; SSCB’nin yıkılması, dünyanın iki kutuplu bir dünyadan tek kutuplu dünyaya dönüşmesi, başını ABD’nin çektiği emperyalist güçlerin dünyayı yeniden şekillendirmek, paylaşmak ve kendi emperyalist politikaları doğrultusunda “sorunları çözerek” yeniden yapılandırmak için Yeni Dünya Düzeni adını verdikleri politikaları uygulamak üzere harekete geçmesinin sonucudur. Emperyalistler açısından Kıbrıs sorunu, Ortadoğu, Kafkaslar, Önasya’nın yeniden düzenlenmesi ve Filistin Direnişi’nin ezilmesi planının bir parçası olarak ele alınmıştır.
Daha önceki çözüm girişimlerinden farklı olarak, önce, sorun bu kez çözülecekmiş gibi bir hava yaratılmış; Kıbrıs Türk ve Rum devletlerinin başkanları Denktaş ve Klerides, iki yıl boyunca Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’ın Kıbrıs Özel temsilcisi De Soto nezaretinde müzakerelerde bulunmuş, ve bu müzakerelerin notlarından emperyalistlerin çıkarlarına uygun olarak hazırlanmış plan, 11 Kasım 2002’de taraflara sunulmuştur. Taraflar planı kabul etmeyince 10 Aralık 2002’de plan, düzeltmeler yapılarak tekrar taraflara sunulmuş, bu plan da kabul görmeyince, 26 Şubat 2003’te plan bir kere daha düzeltilerek taraflara sunulmuş, ve taraflardan, 25 Mart’a kadar bu son plan üzerinde anlaşılarak 30 Mart 2003’te hem Türk tarafında hem de Rum tarafında referanduma sunulması istenmiştir. Kofi Annan, Denktaş ve Klerides’i 30 Mart’ta referanduma gitmek üzere planı imzalamak için 10-11 Mart 2003’te Lahey’e davet etmiş, fakat Lahey’de de anlaşma sağlanamamıştır. Bu süreçte Denktaş’ın taktikleri nedeniyle, Rum tarafı da en az Türk tarafı kadar anlaşmak istememesine rağmen, anlaşmak istemeyen taraf olarak, Türk tarafı gösterilmiştir. Bunun üzerine, Kofi Annan, 1 Nisan 2003 tarihli raporu ile çözüm çabalarını ve sonuçlarını anlatarak, Anlaşma Planı’nı geri çekmiştir.
ANA HATLARIYLA ANNAN PLANI
Annan Planı şunları içermektedir:
* Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti Kuruluş Anlaşması, Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler tarafından ayrı ayrı eş zamanlı olarak yapılacak referandumlarda onaylanmadan yürürlüğe girmeyecektir. Bu süreci başlatmak için, iki tarafın liderlerinin Kuruluş Anlaşması’nı ayrı ayrı eş zamanlı referandumlara sunmak konusunda anlaşmaya varması gerekir. Yunanistan, Türkiye ve Birleşik Krallık’ın (İngiltere) da ayrı ayrı eş zamanlı referandumların yapılmasına hemfikir olduklarını kabul etmesi gerekmektedir. Ayrıca, Yunanistan, Türkiye ve Birleşik Krallık’ın, Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti ile birlikte, uygulama sürecindeki ve yeni düzenin garantör güçleri olarak rollerine ilişkin bir Anlaşmayı taahhüt etmeleri gerekir.
* Kıbrıslı Rumlar ve Türkler ayrı ayrı çoğunlukla; Kuruluş Anlaşması’nın tüm ilaveleri ve aynı zamanda Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk Devleti Anayasaları ve yürürlükte olacak olan kanunlara ilişkin hükümler ile birlikte Kıbrıs’ın birleşmiş olarak Avrupa Birliği’ne girdiği bir yeni düzeni hayata geçirmesini onaylayacaklardır.
* Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti, bir federal hükümete, ve, biri Kıbrıs Rum Devleti diğeri Kıbrıs Türk Devleti olmak üzere, iki kurucu devlete sahip olacaktır. İki bölgeli, iki kurucu devletin eşit statüsüne dayanan birlikte, Türk ve Rumlar siyasi olarak eşit olacaktır.
* Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası, ancak Federal Parlamento’nun kabul etmesi ve Kıbrıs Rum Devleti ile Kıbrıs Türk Devleti seçmenlerinin çoğunluğunun ayrı ayrı referandumlar aracılığıyla onayı üzerine değiştirilebilecektir. Anayasanın iki maddesi (Birleşik Kıbrıs Cumhuriyetini ve iki kurucu devleti tarif eden maddeler) değiştirilemeyecektir.
* Kuruluş anlaşması ile kurulan yeni düzende herhangi bir tek taraflı değişiklik yapılması, herhangi bir şekilde bölünme veya ayrılma, özellikle Kıbrıs’ın tamamının veya bir kısmının diğer bir ülke ile birleşmesi yasaklanmıştır.
* Kuruluş Antlaşması, Garanti Antlaşması ve İttifak Antlaşması yürürlükte kalacak ve kurulacak yeni düzende gerekli uyarlamalar yapılarak geçerli olacaktır. Kuruluş Anlaşması’nın yürürlüğe girmesi ile birlikte Kıbrıs; Yunanistan, Türkiye ve Birleşik Krallık ile Kıbrıs’taki yeni düzen ile ilgili konuları içeren bir Antlaşma ve bunun yanında Kuruluş, Garanti ve İttifak Antlaşmalarına Ek Protokolleri imzalayacaktır.
* Kıbrıs’ın her yerinde hem dolaşım hem de yerleşim özgürlüğü olacaktır. Ancak Türkiye AB’ye girene kadar, bir kurucu devlet diğer kurucu devletten gelen kişilerin ikamet tesisini sınırlayabilecektir.
* Karpaz bölgesindeki Dipkarpaz (Bu yazıda Kıbrıs’la ilgili bütün isimlerin Türkçelerini kullandık, bu yerlerin doğal ki, Rumca isimleri de var), Yeni Erenköy, Sipahi, Adaçay köylerinde yaşayan Kıbrıslı Rumlar, kendi kültürel, dinsel ve eğitim işlerini yönetme hakkına sahip olacak, kurucu devlet yasama organlarında temsil edilebilecekler ve köylerini ilgilendiren planlama ve kadastro konularında danışılacaklardır.
* Dilirga bölgesindeki Günebakan, Yeşilırmak, Süleymaniye, Kurutepe, Gemikonağı, Madenliköy ve Erenköy ve Mesarya bölgesindeki Pile, Yılmazköy ve Türkeli köylerinde yaşayan Kıbrıslı Türkler, kendi kültürel, dinsel ve eğitim işlerini yönetme hakkına sahip olacak, kurucu devlet yasama organlarında temsil edilebilecekler ve köylerini ilgilendiren planlama ve kadastro konularında danışılacaklardır.
* Federal Hükümet, Birleşik Kıbrıs Cumhuriyetini (BKC) uluslararası alanda temsil edecektir. Kurucu devletler federal hükümete açıkça verilmemiş olan tüm yetkileri, kendi bölgesinde BKC Anayasası sınırları içerisinde, egemen bir şekilde kullanacaktır.
* Federal hükümet ve kurucu devletler birbirlerinin yetki ve işlevlerine tam saygı gösterecek ve aykırı bir davranışta bulunmayacaktır. Federal ve kurucu devlet yasaları arasında herhangi bir hiyerarşi olmayacaktır.
* Federal hükümetin yetkileri; dış ilişkiler, AB ile ilişkiler, merkez bankası işlevleri, federal mali işler, doğal kaynaklar, meteoroloji-havacılık-uluslararası denizcilik, kıta sahanlığı ve karasuları, iletişim ve ulaştırma, Kıbrıs vatandaşlığı, terörizmle mücadele, genel ve özel aflar, fikri haklar ve eski eserlerle sınırlıdır.
* Kurucu devletlerin yetkileri: asayiş ve kamu güvenliği, kurucu devlet seviyesinde adli sistemin yönetimi, turizm, çevrenin korunması, balıkçılık ve tarım, sanayi ve ticaret, şehir ve bölgesel planlama, spor ve eğitim, sosyal güvenlik ve çalışma yaşamı ve aile, şirketler ve ceza hukuku ile sınırlıdır.
* Federal polis, her bir kurucu devletten eşit sayıda personelden oluşacak; Kıbrıs’ın sınırlarını denetleyecek, federal görevlileri, binaları ve gayri menkulü ve yabancı yetkililer ile diplomatik misyonları koruyacaktır. Ayrıca her iki kurucu devletten eşit sayıda polisin olduğu federal soruşturma bürosu oluşturulacaktır.
* Her bir kurucu devlet kendi polis gücüne sahip olacaktır. Kurucu devletlerin polisi yalnızca o kurucu devlette bulunup çalışacak ve asayişin korunması ve sağlanması ile kamu güvenliğinden sorumlu olacaktır. Kurucu devletin polisi 700 polis ve artı kurucu devlette yaşayan her bin kişiye altı polis ile sınırlı olacaktır.
* Federal Kurumlar
Yargı: Kıbrıs Yüksek Mahkemesi
Yasama: Senato ve Temsilciler Meclisi
Yürütme: Başkanlık Konseyi, Federal Yönetim, Federal Polis
Bağımsız Yetkililer ve Kurumlar: Kıbrıs Merkez Bankası, Başsavcı, Sayıştay Başkanı
* Senatoda her iki kurucu devletten eşit senatör olacaktır.
* Temsilciler Meclisinde Rumlar yüzde yetmiş beşi, Türkler yüzde yirmi beşi geçemeyecektir.
* Başkanlık Konseyinde dört üye Rum Devleti 2 üye Türk Devleti’nden olacaktır. Başkanlık Konseyi, yürütme yetkisini (federal hükümet) kullanır. Konseyin başkanı Devlet Başkanıdır. Konsey başkanlığı ve başkan yardımcılığı her on ayda bir değişerek dönüşümlü olarak tüm üyeler tarafından ifa edilir. Başkanlık konseyi kararlarını her iki kesimden en az bir üyenin oyunun karar çoğunluğunda bulunması ile alır.
* Kıbrıs Yüksek Mahkemesi: Her bir kurucu devletten eşit sayıda yargıç ve üç Kıbrıslı olmayan yargıçtan oluşur. Yüksek Mahkeme yargıçlarının tümü Başkanlık Konseyi tarafından atanır. Yüksek mahkeme. BKC’nin parçaları arasındaki uyuşmazlıklar, herhangi bir federal veya kurucu devlet yasasının geçerliliği, Kuruluş Anlaşması’nın yorumu veya ihlali iddiası hakkında uyuşmazlıklar ve federal kurumlar içindeki çıkmazların çözümlenmesi konularında çalışacaktır.
* Kıbrıs vatandaşlığı: 1963’te Kıbrıs vatandaşı olan ve onun soyundan gelenler ve bunların eşleri ile her bir liderin vereceği 45.000 kişiyi içeren listede yer alanlar vatandaştır.
* İç kurucu devlet vatandaşlığı: Her Kıbrıs Vatandaşı, Kuruluş Anlaşması yürürlüğe girdiğinde Kıbrıs Rum Devleti veya Kıbrıs Türk Devleti bölgesinde ikamet ediyor olmasına bağlı olarak, ya Kıbrıs Rum Devleti ya da Kıbrıs Türk Devleti iç kurucu devlet vatandaşlığı statüsünü kazanacaktır. Türkiye ve Yunanistan vatandaşlarının Kıbrıs Türk ve Rum kurucu devletlerindeki mevcudiyeti kurucu devlet vatandaşlarının yüzde onunu geçmeyecektir.
* Toprak ve mülkiyet ilişkileri, anlaşmanın en kapsamlı bölümünü oluşturmaktadır. Genel kural olarak; “bu anlaşmanın yürürlüğe girmesinden önceki olaylar sonucunda tasarrufu kaybeden mal sahiplerinin talepleri, uluslararası hukuk, tasarrufu kaybeden mal sahiplerinin ve şimdiki kullanıcılarının bireysel haklarına saygı ve iki bölgelilik prensibi uyarınca kapsamlı bir şekilde çözülecektir”, denilmektir.
* Güvenlik: İttifak anlaşması, tüm rütbeler dahil olmak üzere, her biri 6.000’i aşmayan Yunan ve Türk birliklerinin sırasıyla Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk devletlerinde konuşlanmasına müsaade edecektir. Türkiye’nin AB’ye girişiyle tüm Yunan ve Türk askeri birlikleri, Kıbrıs, Yunanistan ve Türkiye arasında aksine bir anlaşmaya varılmadıkça, Kıbrıs’tan çekilecektir. Yunan ve Türk askeri kuvvetleri ve silah ve teçhizatları, mutabık kalınan bölgelere yeniden konuşlandırılacak ve mutabık kalınan seviyeye ayarlanacaktır.
* Askersizleştirme: Tüm Kıbrıslı Rum ve Türk askeri güçler, seferi birlikler de dahil olmak üzere, feshedilecektir. Kıbrıs, her iki kurucu devletten onay almadan, toprağını uluslararası askeri operasyonlara açmayacaktır. Bu konuda Türkiye AB’ye girene kadar, Yunanistan ve Türkiye’nin rızası da gerekli olacaktır.
* Yukarıdaki çözümün uygulaması, tüm alanlarda iki ila üç yıl arasında sağlanacaktır.
Annan Planı’nın ve binlerce sayfalık eklerinin özeti yukarıdaki gibidir.
Planda görülmeyen önemli bir husus, Kıbrıs Adası’nın topraklarının yüzde üçünün hâlâ Birleşik Krallık (İngiltere) işgali altında olması ve bu topraklar üzerinde askeri üslerin bulunmasıdır. Annan Planı İngiliz işgali ve askeri üslerine hiç değinmemektedir. Kıbrıs’ta yapılacak askeri operasyonlar, adanın silahsızlandırılması vb. konularda yazılan kuralların hiçbiri, İngiltere için geçerli değildir.
Plan’da ikinci dikkat çekici husus, AB üyeliği konusudur. Annan Planı ve AB adeta bir bütünlük oluşturmaktadır. Kıbrıs AB’ye girmezse, bu planın uygulanması olanağı yoktur.
Annan Planı, ABD ve Avrupalı emperyalistler tarafından en uygun plan olarak görülürken, Kıbrıslı Türkler ve Rumlar ile Türkiye ve Yunanistan Plan’a kuşkuyla yaklaşmaktadır.
DÜNDEN GELECEĞE
Kıbrıs sorununun müsebbibi, emperyalist güçler ve emperyalizmle işbirliği içindeki Yunanistan, Türkiye, Kıbrıs Türk ve Rum gericiliğidir. Yukarıda saydıklarımızın her biri Kıbrıs halkını soymak ve Kıbrıs ülkesini çıkarları için kullanmak istemiştir ve burjuvazinin doymak bilmez aç gözlülüğü Kıbrıs’ı yıllarca Kıbrıslı emekçilere zindan etmiştir.
Kıbrıs, Osmanlı’ların kontrolünden çıkmasından 1950’lere kadar Türkiye için bir sorun teşkil etmemiştir. Osmanlı Devleti ve Türkiye Kıbrıs’ı kaybedilmiş kabul etmiştir. 1950’lerde, Kıbrıs’taki gelişmelere Türkiye’nin müdahale etmesi taleplerini, Menderes Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı, “Türkiye’nin Kıbrıs diye bir sorunu yoktur” biçiminde yanıtlamıştır. Türkiye’nin yeniden Kıbrıs’a müdahale etmesi, esas olarak, ABD’nin, 2. Emperyalist paylaşım savaşı sonrası, İngiliz sömürgelerini ele geçirme stratejisinin bir parçası olarak gündeme gelmiştir. 1900’lerin başına kadar Kıbrıslı Rumlar (onlar kendilerini Helen olarak tanımlıyor) ve Türkler iç içe ve bir arada yaşarken, burjuvazinin adaya egemen olmasından sonra, Kıbrıslı Türk burjuvazisi Rum burjuvazisine pazarlarını kaptıracağı kaygısı ile, Ada dışındaki güçlerden medet umar hale gelmiştir. “Kasım 1914’de İngiltere’nin Kıbrıs’ı kendi topraklarına ilhak etmesini olumlu bir gelişme olarak nitelendiren Kıbrıs Türk liderliği, Ekim 1915’de İngiltere’nin Ada’yı Yunanistan’a vermeyi önermesini büyük bir endişeyle karşılamıştır.”
Birinci emperyalist savaş sırasında Yunanistan’ı kendi yanında savaşa sokmak ve Anadolu’nun işgalinde kullanmak isteyen İngiltere, Kıbrıs’ı Yunanistan’a vaat etmişti. Fakat, savaş sırasında bu vaat sadece vaat olarak kaldı.
Birinci paylaşım savaşından sonra dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi, Kıbrıs’ta da, halk emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı bilinçlenmeye ve karşı mücadeleler örgütlemeye başladı.
İkinci paylaşım savaşına kadar, Rum ve Türk emekçiler, burjuvaziye ve emperyalizme karşı birlikte mücadele ediyordu. Rum ve Türk emekçiler parti ve sendikalarda birlikte örgütleniyordu.
Kıbrıs Komünist Partisi’nin 17 Aralık 1931 tarihli manifestosunda “Komünist Partisi işçilerin ve köylülerin acil ekonomik taleplerini tatmin etmek için ‘milli-birlikçi’ önderlerin ihanetlerinin ve onların karşı devrimci (Yunanistan’la Birlik) sloganının teşhiri için; (milliyetçi önderlere rağmen) emekçi Türk ve Rumların emperyalizme karşı birleşik cephesi için, Kıbrıs’ta özgür bir işçi ve köylü Sovyetleri Cumhuriyeti için mücadele edecektir.” deniliyordu.
Kıbrıs’ta gericiliğin Enosis (Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlama) politikaları güç kazandıkça ve gericiliğin politikalarına karşı Kıbrıs Komünist Partisi (daha sonra AKEL) gerektiği gibi tavizsiz bir tutum takınmayınca, Kıbrıslı Rumlarla birlikte örgütlenen Türk emekçiler ayrı örgütlenmeye başladılar. Türklerin kurduğu dernekler, sendikalar çoğalmaya başladı.
Ellili yıllara gelindiğinde, bağımsızlık savaşından kısa süre sonra emperyalizmle uzlaşma yoluna giden ve anti-emperyalist politikalarını terk eden genç Türkiye Cumhuriyeti, komşu ülke toprakları üzerinde Osmanlı devletinin mirasından dem vurarak hak iddia etmeğe ve yayılmacı politikalar izlemeye başlamıştı.
Kıbrıs’ta işgalci İngilizlere karşı tepkinin ve mücadelenin büyümesi, Kıbrıslı Rum gericiliğinin Enosis emelleri ve Yunanistan’ın Kıbrıslı Rum gericiliği desteklemesi, Kıbrıslı Türklerin Kıbrıslı Rumlara karşı güveninin giderek azalması koşullarında, Türkiye egemen güçleri, ABD’nin de desteği ve alttan alta teşviki ile, kontrgerilla örgütünü Kıbrıs’ta faaliyete geçirdi.
Bu yıllarda Kıbrıs’ta halk İngiliz emperyalistlerine karşı silahlı mücadeleyi de içeren bağımsızlıkçı bir siyasi mücadele yürütürken, Türkiye egemenlerinin desteklediği Kıbrıslı güçler, İngiltere Kıbrıs’ı terk ederse Ada Yunanistan’a bağlanır gerekçesi ile İngiltere ile işbirliği yapıyordu. Bu yıllarda Kıbrıslı Türk gericiliğinin İngiltere ile işbirliği yapması, Rum ve Türk emekçileri arasındaki güvensizliği daha da artırdı.
1960’ta İngiltere, Kıbrıs’tan çekilmek zorunda kaldı. Kıbrıslı Türk gericiliğinin hamisi İngiltere olmaktan çıktı, İngiltere’nin yerini Türk egemen güçleri ve arkasındaki ABD aldı. Londra’da yapılan Antlaşma ile Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu. Buna göre, Kıbrıs topraklarının yüzde üçü İngiliz toprağı olarak kalıyor ve İngiltere burada askeri varlığını sürdürüyordu. Kıbrıslı Rumlar ve Türkler, Kıbrıs devletinin bütün kurumlarını sayısal oranlara uygun olarak paylaşıyorlardı. Devlet başkanı Rum, yardımcısı Türk; Başsavcı Rum yardımcısı Türk, Meclis’in ve bürokrasinin üçte biri Türk, üçte ikisi Rumlardan oluşuyordu. Kurulan burjuva devletine de İngiltere, Türkiye ve Yunanistan garantör oluyordu. Fakat, daha cumhuriyet kurulduğu günden itibaren, başta garantörler olmak üzere, taraflar birbiri aleyhine çalışmalarını sürdürmeye devam etti. Kıbrıslı Rumlar Yunanistan’ la birleşmeyi, Kıbrıslı Türkler ise Türkiye ile birleşmeyi, olmazsa, Ada’nın ikiye bölünmesi, o da olmazsa, yine İngiltere’nin Ada’yı yönetmesini savunuyordu. Kıbrıslı Rum veTürk gericiliği emekçileri etkiliyor ve peşinde sürüklüyordu.
Bu süreçte, Türkiye ve Yunanistan gerici güçlerinin örgütlediği gizli silahlı güçler birbirlerine karşı eylemlere girişti, ve emekçiler arasında düşmanlığı daha da pekiştirdi.
1967’de Yunanistan’da Albaylar Cuntası darbe yaptı. Darbecilerden cesaret alan Kıbrıslı EOKA’cı Samson da Kıbrıs’ta darbe yaparak Makarios’u devirdi, ve bu gelişmeleri gerekçe yapan ve uluslararası durumu uygun gören Türkiye egemenleri, 1974 yılında Kıbrıs’ın üçte birini işgal etti.
Türkiye egemen güçleri, uluslararası durumdan yararlanarak, iki süper gücün ABD ve SSCB’nin Akdeniz ve Ortadoğu’daki rekabetinden yararlanarak, uzun yıllar Kıbrıs’taki işgalini sürdürdü.
Önceleri yapılan görüşmelerde, Kıbrıs Rum kesimi 1960 Anlaşması ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni savunurken, Türk kesimi federe bir devleti savunuyordu. İki bölgeli federe devlette, Türkiye’nin garantörlüğünde belirli bir hükümranlık hakkı karşılığında, Türkiye’nin işgal ettiği toprakların bir kısmını –yüzde 29’a kadar– vermenin pazarlığı yapılıyordu. Kıbrıslı Rumlar bu çözümü reddettikçe, fiili durum ve Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’taki varlığı devam etti. Kıbrıslı Türkler, önce federe devlet ilan ettiler. Kendi meclislerini, mahkemelerini, askeri güçlerini kurdular ve otuz yıl boyunca Türkiye’nin silahlı güçleri Ada’da kalmaya devam etti.
Türkiye’de Kenan Evren Cuntası’nın darbe yapması ve darbeci generallerin Yunanistan’ın NATO’ya alınmasında ABD’nin telkinleri üzerine Yunanistan’ı veto etmemesi, ’80’den sonra Kıbrıs konusunda, Yunanistan’ın elini güçlendirmeye başladı. Çünkü, 1974’de Türkiye’nin Kıbrıs’ı işgal etmesi sırasında Yunanistan’da Cuntacılar devrilmiş ve cuntanın ABD ve NATO tarafından desteklendiğini savunan yeni hükümet NATO’dan çıkmıştı. Yunanistan’da gelişen kuvvetli ABD karşıtlığı ve Yunanistan’ın NATO’dan ayrılması, ABD-Yunanistan ilişkilerini soğutmuştu. 12 Eylül darbecilerinin iktidarda olduğu dönem, ABD Yunanistan ile ilişkilerini geliştirdi. Askeri cunta, hükümeti sivillere devretmeden önce, 16 Kasım 1983’te, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni (KKTC) kurdurdu. Bu gelişmeyi Enver Hoca, “Ortadoğu Üzerine Düşünceler” isimli kitabında şöyle değerlendirdi:
“Kıbrıs’taki Türk Toplumu Yasama Meclisi, bu adanın Kuzey’inde ‘Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ilan etti.
Bu olayın uluslararası arenada belirli yansıma ve sonuçları olacaktır, zaten kötü olan Türk-Rum ilişkilerini daha da kötüleştirecek, süper devletlerin müdahalesi tehlikesini güçlendirecek ve Akdeniz’deki durumu daha da karmaşık hale getirecektir.
Bu olayın süper devletlerden bağımsız olduğu düşünülemez ve uygun bir zamanda tutumumuzu açıklayacağız. Biz, hem Rum ve hem de Türk halklarının ulusal bağımsızlık ve özgürlük için haklı mücadelelerini destekliyoruz; eskiden olduğu gibi şimdi de, Kıbrıs sorununun doğru ve sürekli bir çözümünün, ancak herhangi bir müdahale olmadan iki toplumun kendi aralarındaki görüşmelerle olabileceği düşüncesindeyiz.”
KKTC’yi dünyada hiçbir devlet tanımadı. Türkiye ve KKTC bu tarihten sonra federe devlet tezinden vazgeçtiler ve konfederasyonu savunmaya başladılar. Yani, Kıbrıs’ta Türk ve Rum devletleri ve bu iki devlet arasında gevşek bir bağ olacak, bu devletler, gerekirse ayrılıp başka devletlerle (Kıbrıslı Türkler Türkiye ile birleşmekten söz ediyor) birleşebilecekti. Türkiye’nin silahlı güçlerinin KKTC topraklarında bulunup bulunmaması, KKTC’nin bileceği işti.
Türkiye’nin ve KKTC’nin bu tezinin, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak, olmazsa Kıbrıslı Türkleri Batı Trakya’daki gibi Kıbrıs içinde bir azınlık olarak kabul etmek eğilimdeki Rumlar için kabul edilmesi olanaksızdı. Kıbrıs ve Yunanistanlı “sol” partiler ve revizyonistlerin-reformistlerin etkisindeki sendikalar da, Yunan gerici politikalarının peşine takılmıştı. Kıbrıs Sorunu bu politikalar neticesinde otuz senedir kangren haline gelmiş bir sorun olarak sürerken, yukarıda sözünü ettiğimiz gibi, SSCB yıkıldı, ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalistler dünyayı yeniden düzenlemek, paylaşmak, yapılandırmak üzere harekete geçtiler. Yunanistan, bu sıralarda AB’ye girdi. Kıbrıs’ın AB’ye alınmasına önayak oldu. Yunanistan, böylece Kıbrıs sorununu, Yunanistan ile Türkiye arasındaki bir sorun olmaktan çıkarıp AB ile Türkiye arasındaki bir sorun haline getirmeyi az-çok başardı.
Yunanistan’ın AB taktiği ve ABD’nin Ortadoğu planları, Kıbrıs sorununu, bu kez bir daha çözülmek üzere gündeme getirdi.
Türkiye egemen güçleri, önceleri yeni konjonktürü kabul etmek istemediler. ABD’nin SSCB’yi kuşatma politikalarının yürürlükte olduğu ve Türkiye’nin ABD açısından Ortadoğu ve Asya için, SSCB’nin güneyindeki rolünden dolayı önemi nedeniyle Kıbrıs politikalarına müdahale etmemesi, hatta desteklemesine alışan Türkiye egemen güçleri, eskisi gibi devam etmek istediler.
ABD’nin yeni Ortadoğu Planı çerçevesinde Kıbrıs’ı çözmek istemesi, Kuzey Irak’taki Kürtlerle ilişkilerini geliştirmesi ve küreselleşme politikaları ile uyumlu İslamcı partiyi Türkiye’de desteklemesi, Türkiye egemen güçlerini hayal kırıklığına uğrattı. Türkiye gericileri, kendilerini, ABD’nin ihanetine uğramış gibi hissetmeye başladılar. Önceleri, Türkiye gericiliği içindeki bir kanat, ABD’ye göstermelik kafa tutma tavrı göstermeye çalıştı. ABD’ye ve diğer emperyalistlere göbeğinden bağlı işbirlikçilerin, “donumuzu dahi ABD’den alıyoruz” diyenlerin, emperyalist kapitalizmle işbirliğini ülkede egemen olmanın tek yolu olarak görenlerin; emperyalizme, ABD’ye kafa tutması mümkünmüş gibi, bağımsızlıkçı söylevler çektiler, “kırmızı çizgiler” ilan ettiler. Fakat, sonunda süngüler düştü. ABD, Kuzey Irak’ta çuval gösterisiyle “içtima”ya çağırınca, hizaya geçmeyen kalmadı.
Şimdi, Türkiye egemen güçleri topyekun, Kıbrıs, Irak ve Ortadoğu’da ABD politikaları peşinde sürükleniyor. Hâlâ birkaç “ver kurtulcular haindir” edebiyatı yapan varsa, bunlar hamamın namusunu kurtarmak içindir.
Günümüzde, emperyalizmden bağımsız politikalar, anti-emperyalist politikalar, ancak emperyalizm zincirinden koparak, ona karşı çıkarak, mümkündür. Emperyalist zincirden kopmak isteyenlerse, emekçi halkla birleşmek zorundadır. Hem içerde emekçi halka karşı, hem dışarıda emperyalizme karşı olunamaz. Emperyalizm zincirinden kopmak için hiçbir çaba göstermeyenlerin bağımsızlıkçı söylemleri, kitleleri aldatmaya yönelik propaganda ve efendilerle pazarlıkta el güçlendirmek için yaygaralardır.
Türkiye’yi emperyalizmden kurtaracak olan güç devrimci işçi partisi etrafında birleşmiş işçilerin emekçilerin gücüyken,
Kıbrıs’ta da tüm emperyalist ve gerici güçleri karşısına alma cesareti gösterecek Kıbrıslı Türk ve Rum emekçiler, bağımsız ve birleşik Kıbrıs demokratik devletini kurabilecek tek güçtür.
Annan Planı ile sağlanacak anlaşmanın bir faydası olacak ise, bu, ancak, Kıbrıs’lı Türk ve Rum emekçilerin ilişkilerinin gelişmesi ve birlikte mücadeleleri için doğacak yeni olanaklarla sınırlı olabilir. Bağımsız ve Birleşik Kıbrıs mücadelesini ilerletecek olanlar dileriz bu olanaktan yararlanmasını bilirler.
Terörle Mücadele Mahkemeleri
AKP Hükümeti, 2 Temmuz 2012 tarih ve 6352 sayılı yasa ile Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) 250. Maddesi ile görevli Ağır Ceza Mahkemeleri’ni kaldırıp, yerine 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu 10. Maddesi ile görevli Bölge Ağır Ceza Mahkemelerini kurdu.
AKP neden böyle bir değişikliğe gitti?
AKP’nin güvenlik mahkemelerinden (olağanüstü mahkemeler) olan Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinde (ÖYM) isim ve bazı değişiklikler yapmasının ilk elde görünen iki nedeni var. Birincisi, ÖYM’ler, kendinden önceki güvenlik mahkemeleri gibi, çok yıpranmıştı. Kitleler halinde insanların tutuklanması (yirmi bine yakın insan bu mahkemeler tarafından yargılanıyor, dünyada en fazla tutuklu “terörist” Türkiye’de bulunuyor), hukuka aykırı delillere dayandırılmış gayri ciddi iddianameler (KCK, Ergenekon, Balyoz, Oda TV, Devrimci Karargah vb. davalar), kimseyi tatmin etmeyen kararlar vb., bu mahkemelerin ipliğini pazara çıkardı. İkincisi, Başbakan Tayyip Erdoğan ile Gülen Cemaati arasındaki siyasi mücadelenin gereği, Erdoğan’ın polis ve yargı içindeki “Cemaat” yandaşlarının etkisini Erdoğan yanlıları lehine değiştirme operasyonu… ÖYM Savcılarının MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı sorguya çağırması bardağı taşıran damla oldu. Erdoğan, bu hamleyi bizzat kendine karşı yapılmış bir siyasi saldırı olarak değerlendirdi.
ÖYM’lerin yerine TMM’nin getirilmesi neyi değiştirdi? ÖYM ile TTM arasında esaslı bir yetki ve işlev farkı yok. Fakat, AKP Hükümeti bu değişikliği yaparak, hem ÖYM’leri kaldırıp daha özgürlükçü bir hükümet görüntüsü vermeye çalıştı, hem de TMM’lerine yeni hakim ve savcı atayarak, Cemaatçi olduğu söylenen ÖYM savcı ve hakimleri etkisiz hale getirdi. ÖYM hakim ve savcıları, artık sadece eski baktıkları davalara bakacak (Bu davalar beş ile on sene sürebilir ve bu sure içinde iki ayrı güvenlikçi, olağanüstü mahkeme var olacak) ve bu davaların bitmesi ile özel görevleri sona erecek.
Aslında, sıkıyönetim mahkemelerinden DGM’lere geçişte, DGM’lerden ÖYM’lere geçişte de, özde bir değişiklik olmamıştı, ÖYM’lerden TMM’lerine geçişte de özde bir değişiklik olmadı.
12 Mart sürecinde sıkıyönetim mahkemeleri, sonra DGM’ler, DGM’lerin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi, 12 Eylül Darbesi ile birlikte yeniden sıkıyönetim mahkemeleri, 19.09.1980 tarihli düzenleme ile Sıkıyönetim Mahkemelerinin yetkilerinin genişletilmesi, sonra sıkıyönetim mahkemeleri yerine yeniden DGM’lerin getirilmesi, DGM’lerde asker hakim ve savcıların görev yapması, Abdullah Öcalan’ın yargılanması sırasında DGM’lerden asker hakim ve savcıların çıkarılması, 2005 yılında DGM’lerin yerine ÖYM’nin getirilmesi ve en son ÖYM’lerin yerine TMM’lerin getirilmesi. Adı değişen, ama özü değişmeyen mahkemeler… Eskiyeni at, aynının yenisini al…
Yukarıda sayılan mahkemelerin ortak özelliği nedir?
Birinci olarak, bu mahkemelerde belirli fiillerin yargılanması söz konusudur. 12 Eylül günlerinde sıkıyönetim mahkemelerinin görevlerinin çok genişletilmesi, son zamanlarda şike olaylarının dahi ÖYM kapsamına alınması gibi istisnalar bir tarafa bırakılırsa, bu mahkemelerde Kürtler, komünistler, devrimciler, gazeteci ve yazarlar, (bazen) siyasal İslamcılar vb. yargılanır. Yani, siyasi “suç” diye tanımlanan “suç”lar ya da fiiller bu mahkemelerde yargılanmaktadır.
Bu mahkemelerin baktığı fiilerle ilgili alanlarda görev yapan kolluk güçlerine (polis ve asker) bazı ayrıcalıklar tanınmaktadır.
Yine, bu mahkemelerin hakim ve savcılarına ayrıcalık, koruma vb. sağlanmaktadır.
Olağanüstü mahkemelerde, savunma hakları, olağan mahkemelere göre daha fazla kısıtlanmakta, avukatlar da sanık gibi görülmektedir.
Ve, yargılama mümkün olduğunca hızlandırılmaya çalışılmaktadır.
Örneğin sıkıyönetim yargısında (19.09.1980 gün ve 2301/5 maddesi ile değiştirilen 13. Maddede) “…Sıkıyönetim Komutanının, suç dosyasının gönderdiği Cumhuriyet Savcıları, Askeri Savcılar ile askeri ve adliye mahkemeleri görevsizlik ve yetkisizlik kararları veremezler…” Yani, kime dava açılıp açılmayacağına sıkıyönetim komutanı karar vermektedir. Sıkıyönetim Komutanı, suç işleyen sıkıyönetim personelinin yargılanıp yargılanmayacağına da karar vermektedir. “Madde 14 – (Değişik: 15/5/1973 – 1728/1 md.) Sıkıyönetim Komutanlığı emrine giren personelin, sıkıyönetim hizmet ve görevleri ile ilgili olarak veya sıkıyönetim hizmet ve görevlerinin yapılması sırasında işledikleri suçlara ait davalara bakmak görevi, sıkıyönetim askeri mahkemelerine aittir…”
Sıkıyönetim Mahkemesinin görev ve yetkileri çok geniştir: “Madde 15 – (Değişik: 15/5/1973 – 1728/1 md.) (Değişik: 19/9/1980 – 2301/8 md.) …Türk Ceza Kanununun ikinci kitabının birinci babının birinci, ikinci ve dördüncü fasıllarında yazılı Devletin kişiliğine karşı işlenen suçlar; … suç işlemeye tahrik ve cürüm ikaı için cemiyet kurmak suçları… kamunun selameti aleyhine işlenen suçlar… 517, 536 ve 537’nci maddelerinde yazılı suçlar (duvarlara yazı yazmak, bildiri dağıtmak vs.) …6136 sayılı Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkındaki Kanunda yazılı suçlar… Takibi şikayete bağlı olmayan veya şahsi dava yoluyla takibi gerekli bulunmayan basın yoluyla işlenmiş suçlar… Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Hürriyeti hakkında Kanuna muhalefetten doğan suçlar… Derneklerin, sendikaların ve mesleki kuruluşların kanunlarında mevcut kapatılmalarıyla ilgili davalar…”
Sıkıyönetim Mahkemelerinde tutukluluk süresi 30 gündü ve bu süre birkaç kez uzatılıp 90 güne hatta daha uzun sürelere uzatılabiliyordu: “(Ek: 19/9/1980 – 2301/8 md.; Değişik: 3/5/1985 – 3195/1 md.) Sıkıyönetim komutanı bu Kanunda yazılı suçlardan sanık kişileri sıkıyönetim komutanlığı nezdindeki askeri mahkemeye sevk ve tutuklanmaları gerekip gerekmediği hakkında bir karar alınıncaya kadar gözetim altında tutabilir. Bu süre 15 günden fazla olamaz. Ancak, delillerin araştırılıp tespitinin uzun süre alması sebebiyle sanıkların 15 gün içinde hakim önüne çıkarılmalarına imkan bulunmaması halinde sanıklar soruşturmanın bitiminde ve herhalde 30 gün içinde yetkili hakim önüne çıkarılırlar. Gözetim altında bulunanlar ilk 15 gün sonunda hakim önüne çıkarılamadıkları takdirde sıkıyönetim komutanı bu kişilerin durumunu bu süre sonunda inceler ve hakim önüne çıkarılıp çıkarılmamaları konusunda karar verir…”
Sıkıyönetimin kaldırılmasından sonra yürürlüğe girmek üzere DGM’ler kurulmuştur. 16 Haziran 1983 tarih ve 2845 sayılı Devlet Güvenlik Mahkemeleri Kanunu da benzer hükümler içermektedir. 2845 sayılı yasanın 1. Maddesi bu mahkemelerin yetki alanını belirlemektedir: “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, hür demokratik düzen ve nitelikleri Anayasada belirtilen Cumhuriyet aleyhine işlenen ve doğrudan doğruya Devletin iç ve dış güvenliğini ilgilendiren suçlara ilişkin davalara bakmak üzere; Adana, Ankara, Diyarbakır, Erzurum, İstanbul, İzmir, Malatya ve Van il merkezlerinde, bu illerin adlarıyla anılan Devlet güvenlik mahkemeleri kurulmuştur.”
DGM hakim ve savcıları da güvenceye sahiptir. “Madde 6 -… Devlet güvenlik mahkemesinin başkanı, asıl ve yedek üyeleri ile Cumhuriyet başsavcısı ve Cumhuriyet savcıları, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca dört yıl için atanırlar; süresi bitenler yeniden atanabilirler… Devlet güvenlik mahkemesi başkanı, asıl ve yedek üyeleri ile Cumhuriyet başsavcısı ve Cumhuriyet savcıları, dört yıldan önce başka bir yere veya göreve atanamazlar…”, “Madde 37 – Devlet güvenlik mahkemesi başkan ve üyeleri ile Cumhuriyet savcısı ve Cumhuriyet savcı yardımcılarına, görev yaptıkları yerde ve görevlerinin devamı süresince, öncelikle ve sıraya bakılmaksızın Adalet Bakanlığınca lojman tahsis edilir. Lojman tahsis edilemeyenlere, kirasının lojman kirasından fazla olan kısmı Adalet Bakanlığı bütçesinden karşılanmak suretiyle konut temin edilir.”
DGM’lerin görevleri de sıkıyönetim mahkemelerinki gibidir: “Madde 9 – Devlet Güvenlik Mahkemeleri aşağıdaki suçlarla ilgili davalara bakmakla görevlidir.
“a) Türk Ceza Kanununun 125 ila 139 uncu maddelerinde; 146 ila 157 nci maddelerinde; 161, 168, 169, 171, 172, 174 üncü maddelerinde; 312 nci maddenin 2 nci fıkrasında; (…); 499 uncu maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar,
“ b) 6136 sayılı Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Kanun ile Türk Ceza Kanununun 264 ve 403 üncü maddelerinde yazılı toplu olarak veya teşekkül vücuda getirmek suretiyle işlenen suçlar,
“c) Anayasanın 120’nci maddesi gereğince Olağanüstü Hal İlan Edilen Bölgelerde, Olağanüstü Halin ilanına neden olan olaylara ilişkin suçlar…”
DGM’lerde gözaltı süresi de 7 güne kadar uzatılabilmektedir. Daha sonra bu süre 4 güne indirilmiştir. Yargılamanın hızlandırılması için tedbirler alınmıştır: “Madde 20 – Devlet güvenlik mahkemesinin görevine giren suçlar acele işlerden sayılır ve bu suçlara ilişkin davalara adli ara vermede de bakılır.
“Bu davalarda Cumhuriyet savcılığı, sanığın kimliğini, suç teşkil eden eylemin neden ibaret olduğunu, kanuni unsurları ile uygulanması istenen kanun maddelerini ve delilleri belirtmek suretiyle iddianameyi özetleyerek okuyabilir.
“Devlet güvenlik mahkemesinde görülmekte olan davaların talik süresi, zorunlu haller dışında otuz günden fazla olamaz.
“Bu davalarda esas hakkındaki iddiasını bildirmek için Cumhuriyet savcılığına, müdahil veya vekiline; iddialara karşı savunmasını yapmak için ise sanık veya vekiline verilecek süre on beş günü geçemez. Ancak, on beş ve daha fazla sanıklı davalarda bu süreler bir aya kadar uzatılabilir.
“İki yüzden çok sanıklı davalarda sanıklardan bir kısmının duruşmanın bazı oturumları ile ilgileri bulunmuyor ise, duruşmanın bu oturumlarının yokluklarında yapılmasına mahkemece karar verilebilir. Ancak, bu sanıkların yokluklarında yapılan oturumlarda kendileri ile ilgili bir durum ortaya çıktığı takdirde buna ilişkin söz ve işlerin esaslı noktaları müteakip oturumlarda kendilerine bildirilir.
“Devlet güvenlik mahkemesi, davaların hızla yürütülmesi, delillerin zamanında ve eksiksiz tespiti ile güvenlik bakımından duruşmanın başka bir yerde yapılmasına karar verebilir.
“Devlet güvenlik mahkemesi, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 216’ncı maddesindeki şartlara bakılmaksızın, tanık ve bilirkişileri naip hakim marifetiyle dinleyebilir.”
“Madde 21 – Kendisine veya onun namına tebligat yapılacak kimseler tebligat yapılamaması hallerinde tebligat, işin ivediliğine göre basın veya radyo vasıtasıyla yapılabilir.”, ” Madde 22 – Sorgusu yapılmış olan sanık, talik veya tehir olunan günde gelmez ve mahkemece de duruşmada hazır bulunmasına lüzum görülmezse, duruşmada hazır bulunmak mecburiyetinden vareste tutulma istemi olmasa bile dava gıyabında bitirilebilir.”
ÖYM ve TTM’lerdeki düzenlemeler de, Sıkıyönetim ve DGM’lerdekilerle benzer ve aynı yasakları içeriyor.
ÖYM’leri düzenleyen 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu CMK) 250 ve 251. Maddelerinde: “(1) Türk Ceza Kanununda yer alan;
“a) Örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen uyuşturucu veya uyarıcı Madde imal ve ticareti suçu,
“b) Haksız ekonomik çıkar sağlamak amacıyla kurulmuş bir örgütün faaliyeti çerçevesinde cebir ve tehdit uygulanarak işlenen suçlar,
“c) İkinci Kitap Dördüncü Kısmın Dört, Beş, Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar (305, 318, 319, 323, 324, 325 ve 332’nci Maddeler hariç),
“Dolayısıyla açılan davalar; Adalet Bakanlığının teklifi üzerine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca yargı çevresi birden çok ili kapsayacak şekilde belirlenecek illerde görevlendirilecek ağır ceza mahkemelerinde görülür…
“Madde 251 – (1) 250’nci Madde kapsamına giren suçlarda soruşturma, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca bu suçların soruşturma ve kovuşturmasında görevlendirilen Cumhuriyet savcılarınca bizzat yapılır. Bu suçlar görev sırasında veya görevden dolayı işlenmiş olsa bile Cumhuriyet savcılarınca doğrudan soruşturma yapılır. Cumhuriyet savcıları, Cumhuriyet Başsavcılığınca 250’nci Madde kapsamındaki suçlarla ilgili davalara bakan ağır ceza mahkemelerinden başka mahkemelerde veya işlerde görevlendirilemez.
“(2) 250’nci Madde kapsamına giren suçların soruşturması ve kovuşturması sırasında Cumhuriyet savcıları, hâkim tarafından verilmesi gerekli kararları, varsa Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca bu işlerle görevlendirilen ağır ceza mahkemesi üyesinden, aksi halde yetkili adlî yargı hâkimlerinden isteyebilirler.
“(3) Soruşturmanın gerekli kıldığı hâllerde suç mahalli ile delillerin bulunduğu yerlere gidilerek soruşturma yapılabilir. Suç, ağır ceza mahkemesinin bulunduğu yer dışında işlenmiş ise Cumhuriyet savcısı, suçun işlendiği yer Cumhuriyet savcısından soruşturmanın yapılmasını isteyebilir.
“(4) Suç askerî bir mahalde işlenmiş ise, Cumhuriyet savcısı ilgili askerî savcılıktan soruşturmanın yapılmasını isteyebilir. Üçüncü fıkraya göre soruşturma yapmak üzere görevlendirilen Cumhuriyet savcıları ile askerî savcılıklar, bu soruşturmayı öncelikle ve ivedilikle yaparlar.
“(5) 250’nci Madde kapsamına giren suçlarda, yakalananlar için 91’inci Maddenin birinci fıkrasındaki yirmi dört saatlik süre kırk sekiz saat olarak uygulanır. Anayasanın 120’nci Maddesi gereğince olağanüstü hâl ilân edilen bölgelerde yakalanan kişiler hakkında 91’inci Maddenin üçüncü fıkrasında dört gün olarak belirlenen süre, Cumhuriyet savcısının talebi ve hâkim kararıyla yedi güne kadar uzatılabilir. Hâkim, karar vermeden önce yakalanan veya tutuklanan kişiyi dinler.
“(6) 250’nci Madde kapsamına giren suçlarla ilgili soruşturma ve kovuşturmalarda kolluk; soruşturma ve kovuşturma sebebiyle şüpheli veya sanığı, tanığı, bilirkişiyi ve suçtan zarar gören şahsı, ağır ceza mahkemesi veya başkanının, Cumhuriyet savcısının, mahkeme naibinin veya istinabe olunan hâkimin emirleriyle belirtilen gün, saat ve yerde hazır bulundurmaya mecburdur.
“(7) 250’nci Maddede belirtilen suçlar nedeniyle Cumhuriyet savcıları, soruşturmanın gerekli kılması halinde geçici olarak, bu mahkemelerin yargı çevresi içindeki genel ve özel bütçeli idarelere, kamu iktisadi teşebbüslerine, il özel idarelerine ve belediyelere ait bina, araç, gereç ve personelden yararlanmak için istemde bulunabilirler.
“(8) Türk Silahlı Kuvvetleri kıt’a, karargâh ve kurumlarından istemde bulunulması hâlinde istem, yetkili amirlikçe değerlendirilerek yerine getirilebilir.
“Madde 252 – (1) 250’nci Madde kapsamına giren suçlarla ilgili davalara ait duruşmalarda aşağıdaki hükümler uygulanır:
“a) Bu suçlar acele işlerden sayılır ve bunlarla ilgili davalara adlî tatilde de bakılır.
“b) Sanık sayısının çok fazla olması durumunda, sanıkların bir kısmının duruşmanın bazı oturumları ile ilgileri bulunmuyor ise duruşmanın bu oturumlarının, yokluklarında yapılmasına mahkemece karar verilebilir. Ancak, bu sanıkların yokluklarında yapılan oturumlarda kendilerini etkileyen bir hâl ortaya çıktığı takdirde buna ilişkin söz ve işlerin esaslı noktaları sonraki oturumlarda kendilerine bildirilir.
“c) Mahkeme, güvenliğin sağlanması bakımından duruşmanın başka bir yerde yapılmasına karar verebilir.
“d) Bu davalarda esas hakkındaki iddiasını bildirmek için Cumhuriyet savcısına, katılan veya vekiline; iddialara karşı savunmasını yapmak için sanık veya müdafiine makul bir süre verilir. Bu süre, savunma hakkının sınırlanması anlamına geleceği durumlarda re’sen uzatılabilir.
“e) Mahkeme, duruşmanın düzen ve disiplinini bozan sözlü veya yazılı beyan ve davranışlar ile mahkemeye, mahkeme başkanı veya üyelerden herhangi birine, Cumhuriyet savcısına, müdafie, tutanak kâtibine yahut görevlilere tahkir veya hakaret oluşturan söz ve davranışlar hakkında yayım yasağı koyabilir.
“f) Mahkeme başkanı, duruşmanın düzenini bozan sanığı veya müdafii o günkü oturumun tamamına çıkmamak üzere, duruşma salonundan çıkartır. Bunların, sonra gelen oturumda da duruşmayı önemli ölçüde aksatacak davranışlara devam edecekleri anlaşılırsa ve hazır bulunmaları gerekli görülmezse, yokluklarında duruşmaya devam olunmasına mahkemece karar verilebilir. Bu karar, esasa ilişkin iddia ve savunmanın yapılmasına engel olacak biçimde uygulanamaz ve sanığın kendisini başka bir müdafi ile temsil ettirmesine izin verilir. Duruşma salonundan çıkartılan sanık veya müdafiin bundan sonraki oturumlarda da duruşmanın düzenini bozmakta ısrar etmeleri hâlinde, bir daha aynı dava ile ilgili oturumların tamamına veya bir kısmına katılmamalarına da karar verilebilir. Bu hüküm müdafi hakkında uygulandığı takdirde, durum ilgili baroya bildirilir. Bu halde de sanığın kendisini başka bir müdafi ile temsil ettirmesi için uygun bir süre verilir. Oturumların bir kısmına ya da tamamına katılmamasına karar verilen müdafi Avukatlık Kanununun 41’inci Maddesinin ikinci fıkrası gereğince tayin edilmiş ise durum, kendisini tayin eden mercie de bildirilir. Duruşma salonundan çıkartılan sanık veya müdafii tekrar duruşmaya alındıklarında, yokluklarında yapılan iş ve işlemlerin esaslı noktaları kendilerine bildirilir. Sanık ya da müdafii dilerse yokluklarındaki tutanak örnekleri de kendilerine verilir. Duruşma salonundan çıkartılan veya oturumlara katılmamalarına karar verilen sanık veya müdafiler mahkemenin tayin edeceği süre içerisinde yazılı savunma verebilirler.
“g) Bu Kanunun 6’ncı Maddesi, 250’nci Madde kapsamına giren suçlara bakan ağır ceza mahkemeleri hakkında uygulanmaz.
“h) Kendisine veya onun namına tebligat yapılacak kimselere tebligat yapılmaması hâllerinde, işin ivediliğine göre basın veya diğer kitle iletişim araçlarıyla tebligat yapılabilir.
“(2) 250’nci Maddenin birinci fıkrasının (c) bendinde öngörülen suçlar bakımından, Kanunda öngörülen tutuklama süresi iki kat olarak uygulanır.”
TMM’lerini düzenleyen 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu (TMK) 10. Maddesi şöyledir:
“Bu Kanun kapsamına giren suçlar dolayısıyla açılan davalar; Adalet Bakanlığının teklifi üzerine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca yargı çevresi birden çok ili kapsayabilecek şekilde belirlenecek illerde görevlendirilecek ağır ceza mahkemelerinde görülür. Bu mahkemelerin başkan ve üyeleri adlî yargı adalet komisyonunca, bu mahkemelerden başka mahkemelerde veya işlerde görevlendirilemez.
“Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay’ın yargılayacağı kişilere ilişkin hükümler ile askerî mahkemelerin görevlerine ilişkin hükümler saklıdır.
“Bu Kanun kapsamına giren suçlarla ilgili olarak;
“a) Soruşturma, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca bu suçların soruşturma ve kovuşturmasında görevlendirilen Cumhuriyet savcılarınca bizzat yapılır. Bu Cumhuriyet savcıları, Cumhuriyet başsavcılığınca başka mahkemelerde veya işlerde görevlendirilemez.
“b) Türk Ceza Kanununun 302, 309, 311, 312, 313, 314, 315 ve 316’ncı maddelerinde düzenlenen suçlar hakkında, görev sırasında veya görevinden dolayı işlenmiş olsa bile Cumhuriyet savcılarınca doğrudan soruşturma yapılır. 1/11/1983 tarihli ve 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanununun 26’ncı maddesi hükmü saklıdır.
“c) Yürütülen soruşturmalarda hâkim tarafından verilmesi gerekli kararları almak, bu kararlara karşı yapılan itirazları incelemek ve sadece bu işlere bakmak üzere yeteri kadar hâkim görevlendirilir.
“ç) Ceza Muhakemesi Kanununun 91 inci maddesinin birinci fıkrasındaki yirmi dört saat olan gözaltı süresi kırk sekiz saat olarak uygulanır.
“d) Soruşturmanın amacı tehlikeye düşebilecek ise yakalanan veya gözaltına alınan veya gözaltı süresi uzatılan kişinin durumu hakkında Cumhuriyet savcısının emriyle sadece bir yakınına bilgi verilir.
“e) Gözaltındaki şüphelinin müdafi ile görüşme hakkı, Cumhuriyet savcısının istemi üzerine, hâkim kararıyla yirmi dört saat süre ile kısıtlanabilir; bu zaman zarfında ifade alınamaz.
“f) Kolluk tarafından düzenlenen tutanaklara, ilgili görevlilerin açık kimlikleri yerine sadece sicil numaraları yazılır. Kolluk görevlilerinin ifadesine başvurulması gerektiği hallerde çıkarılan davetiye veya çağrı kâğıdı, kolluk görevlisinin iş adresine tebliğ edilir. Bu kişilere ait ifade ve duruşma tutanaklarında adres olarak iş yeri adresleri gösterilir.
“g) Güvenliğin sağlanması bakımından duruşmanın başka bir yerde yapılmasına karar verilebilir.
“ğ) Açılan davalara adli tatilde de bakılır.
“…
“a) Örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen uyuşturucu ve uyarıcı madde imâl ve ticareti suçu veya suçtan kaynaklanan malvarlığı değerini aklama suçu,
“b) Haksız ekonomik çıkar sağlamak amacıyla kurulmuş bir örgütün faaliyeti çerçevesinde cebir ve tehdit uygulanarak işlenen suçlar,
“c) İkinci Kitap Dördüncü Kısmın Dört, Beş, Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar (305, 318, 319, 323, 324, 325 ve 332 nci maddeler hariç),
“Dolayısıyla açılan davalar, birinci fıkra hükmüne göre görevlendirilen mahkemelerde görülür. Üçüncü fıkranın (d), (e), (f) ve (h) bentleri hariç olmak üzere, bu madde hükümleri, bu suçlardan dolayı yapılan soruşturma ve kovuşturmalarda da uygulanır.
“Türk Ceza Kanununun 305, 318, 319, 323, 324, 325 ve 332 nci maddeleri hariç olmak üzere, İkinci Kitap Dördüncü Kısmın Dört, Beş, Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlarda(Kürtlerin ve komünistlerin, devrimcilerin yargılandığı maddeler), Ceza Muhakemesi Kanununda öngörülen tutuklama süresi iki kat olarak uygulanır…”
AKP’nin ileri demokrasi ve demokratikleşme iddiaları ile olağanüstü mahkemeler çelişki yaratıyor. Öyle ya, olağanüstü mahkemeler, olağanüstü dönemler için gerekli olması gerekir. Yani, ayaklanma, toplumsal kargaşa, kaos vb. durumlarda. Eğer, demokrasi yerleşmişse, olağan duruma geçilmişse; olağanüstü mahkemelere ve yargılamaya neden gerek vardır?
Burjuva demokrasisi ile yönetilen Batılı ülkelerde böyle yargılamalar ve mahkemeler bulunur mu?
Türkiye’de iktidarların ekonomik, sosyal gelişmenin geldiği seviye ile övünmesine rağmen hala olağanüstü mahkemelerin varlığını devam ettirmesi aslında çelişkili bir durum değildir. Batılı pek çok ülkede de bu tür mahkemeler olmasa dahi benzer “düşmanlara” karşı, benzer olağanüstü yargı uygulamaları söz konusu olmaktadır.
İngiltere’nin IRA gerillalarına karşı, Fransa’nın geçmişte Cezayir’li, daha sonra Korsika’lı militanlara, Almanya’nın Alman Komünist Partisi ve Kızıl Ordu Fraksiyonu (Rote Armee Fraktion – RAF), Baader-Meinhof Grubu gibi örgütlerin militanlarına, Rusya’nın Çeçen militanlara ve 11 Eylül 2011 saldırısından sonra ABD’nin Müslüman militanlara karşı uyguladığı yöntemlerle, AKP iktidarının ve önceki iktidarların DGM, ÖYM ve TMM yargısı arasında nicelik açısından olsa bile nitelik açısından fazla bir fark yoktur.
Günümüzde, burjuvazi, iktidarı almasından iki yüz yıl sonra dahi, iktidarından emin olamamaktadır. İktidarı için tehlike gördüğü unsurları yok etmek için olağanüstü hal uygulamasından hiç vazgeçmemekte, olağanüstü yargı metotlarını sürekli gündemde tutmaktadır.
Burjuva iktidarlar, feodaliteye karşı ileri sürdükleri insan hakları, demokrasi, eşitlik, kardeşlik sloganlarını daha burjuva devrimleri sırasında terk etmiş, adalet vaadini ise hiç gerçekleştirmemiştir. Herkes için adalet her zaman sözde, kitaplarda kalmıştır.
Burjuva demokrasileri giderek düşman hukuku adı verilen bir alan yaratmıştır. Burjuva düzenine, demokrasiye düşman olanlara karşı burjuva hak ve özgürlüklerde kısıtlamaya gidilebilir gerekçesi ile olağanüstü hukuk uygulamaları meşrulaştırılmıştır. Düşmanın kimliği ve olağanüstü uygulamaların sınırı ise her zaman tartışma yaratmıştır. Londra metrosunda treni yakalayabilmek için koşan esmer tenli bir Latin, teninin rengi nedeniyle “düşman” kategorisi içinde görülüp vurulabilmiştir. Benzer durumlar Fransa’da Kuzey Afrikalılara sık sık uygulanmıştır. Türkiye’de de esmer tenli olmak, Tunceli, Diyarbakır, Hakkari vb. şehirlerde doğmak; potansiyel suçlu, düşman olarak görülmek; yolda yürürken alıkonulup GBT araştırılmasına uğramak, karakola götürülüp dayaklı sorgulara maruz kalmak gibi uygulamalarla karşılaşmıştır.
11 Eylül sonrası, ABD ajanları Afganistan, Pakistan, Almanya, İngiltere ve Türkiye’ den topladıkları radikal İslam örgütlerine mensup olduklarını varsaydıkları kişileri ABD ve NATO üslerinde, ABD uçaklarında işkenceli sorgulardan geçirmiş, Guantanama gibi özel hapishanelerde yıllarca hiçbir yasal dayanağa gerek duymadan tutmuş ve işkence yapmıştır.
Burjuva demokrasisi ile yönetilen Batılı ülkelerde ve Türkiye’de, ayrıca, sık sık düşman telakki edilenlere karşı gizli ölüm emirleri verilmiş, özel gizli infaz timleri bu emirleri yerine getirmiştir. Türkiye’de bu infazlar on yedi bin faili meçhul cinayete yol açan boyutlara ulaşmıştır. Düşman telakki edilenleri gizli emirlerle yok etmek ve olağanüstü mahkemelerde yargılar gibi yapıp hapishanelere doldurmak aynı yöntemin farklı boyutlarda uygulanmasından başka bir şey değildir.
Olağanüstü yargıda, kimin sanık olacağına ve kimin hüküm giyeceğine polis karar verir. Bu kişiler aleyhine sözde delil yaratmak da ( siyasi) polisin işidir. Daha önceleri işkence ile elde edilmiş itirafnameler delil sayılırken, bugün bilgisayarlarda “bulunan” dosyalar ya da ev ve işyerlerinde “bulunan” CD’ler delil kabul edilmektedir. Yani, esas olan delil toplamak değil, delil yaratmaktır. Polis iki yüz elli klasör yazılı evrak düzenleyip, savcıya, sanıklarla birlikte devreder; savcı bu evrakları incelemeye kalksa en az bir sene sürer, savcı evrakları incelemek yerine, bir üst yazı ile evrakları ve sanıkları tutuklama hakimine tutuklama isteği ile devreder, hakim iki yüz elli klasörü bırakın incelemek, dosyaları dahi görmeden, polisin fezlekesini okuyup, savcının yazısına bakarak, sanıkları tutuklar; savcı polisin hazırladığı fezlekeyi iddianameye dönüştürerek dava açar, ilk duruşma günü yaklaşık bir sene sonraya verilir ve yine polisin takdir ettiği önem sırasına göre bazı sanıklar “yargılama” sırasında birer ikişer bırakılır ve yargılama sonunda pek çok kişiye ağır cezalar verilir. Olağanüstü yargıda işleyiş böyledir. Sanıklara savunma hakkı tanınmaz ya da size güya savunma için zaman ayrılır, ama söyledikleriniz dinlenmez, savunma için sunduğunuz deliller dikkate alınmaz, tutukluluk bir tedbirdir; kaçmayı delil karartmayı engellemek için sanık tutuklanır diye yazar kanunlarda, fakat on sene tutuklu kalırsınız, hiçbir delil ya da kaçma şüphesi olmaksızın uzun süre tutuklu kaldıktan sonra, bir gün bırakıverirler. “Niye tutuklu kaldım, şimdi niye bırakılıyorum?” sorusuna mantıklı bir yanıt bulamazsınız.
Sözün kısası, yarın TMM’ler de egemen güçler tarafından terk edilip, başka isimde güvenlik mahkemeleri kurulabilir. Fakat, devletin düşman saydığı işçi ve emekçilerin, onların siyasi örgütlerinin mücadelesi ve baskısı olmadan güvenlik mahkemesi, olağanüstü yargı uygulamasında bir gerileme olmaz. Olağanüstü mahkemelerden kurtulmak, olağan duruma geçmekle değil, olağanüstü mücadele günlerinde söz konusu olabilir.
Şike, futbol, ve Kapitalizm
12 Haziran Seçimleri’nden kısa bir süre sonra, Temmuz ayının başında, futbol camiasından onlarca kişinin kısa süre içinde gözaltına alınması şaşkınlık yarattı. Özellikle Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım’ın gözaltına alınması uzun bir süre “şike operasyonu”nun ülke gündemini meşgul etmesine neden oldu.
Operasyonla ilgili bilgiler açığa çıktıkça, ilginç ayrıntılar gözler önüne serildi. Polis, bu operasyonu yedi ay önce başlatmış, operasyon iki ay önce tamamlanmıştı, ama gözaltılar için seçimlerin sonuçlanması beklenmişti. Polis ve yargı, böylece, AKP’yi korumuştu. Çünkü gözaltılar seçimden önce başlasaydı, başta Fenerbahçe olmak üzere, en az on kulübün taraftarı en azından bir bölümü muhtemelen AKP’ye oy vermeyecekti.
Aziz Yıldırım’ın gözaltına alınmasından sonra, fısıltı gazetelerinde Fenerbahçe taraftarlarınca çıkarıldığı tahmin edilebilecek söylentiler hızla yayılmaya başlamıştı. Fısıltılara göre, Başbakan, son Kongre’de Aziz Yıldırım’ın yerine kendisinin bir adamını Fenerbahçe’nin başına getirmek istemiş, fakat bunu başaramayınca, öfkelenerek Aziz Yıldırım’ı bu şekilde cezalandırıp tasfiyeye yönelmişti. Bu komplo teorisinin bir başka versiyonunda Tayyip Erdoğan’ın yerine Fethullah Gülen konuyordu. Ya da bir başka versiyonda, Aziz Yıldırım, TFF seçimlerinde Erdoğan’ ın istediği adayı seçtirmediği için gazaba uğruyordu..
Bir süre sonra bir başka komplo teorisi dolaşıma sokuldu. Tayyip Erdoğan, Aziz Yıldırım’ın aldığı inşaat ihalelerini damadının şirketine vermek istemiş, Aziz Yıldırım bunu engelleyince, Erdoğan’nın öfkesi bu operasyonu başlatmıştı.
Bir taraftan yukarıdaki ve benzeri komplo teorileri ortalıkta dolaştırılırken, diğer taraftan konu ile ilgili görüş bildiren hemen herkes, Fenerbahçe’nin son sezonda şampiyon olmak için çok sayıda maçta teşvik primi dağıttığını kabul ediyordu. Fenerbahçe’nin teşvik primi dağıttığını kabul edenlerin büyük çoğunluğu ise, Aziz Yıldırım’ın devlet içinde önemli ilişkileri olması, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı vb. önemli politik kişilerin, Ali Koç gibi büyük patronların Fenerli olması gibi nedenlerle Fenerbahçe’ye dokunulamayacağını düşünüyordu.
Gözaltılar ve tutuklamalar nedeniyle, spor camiasında ve taraftarlar arasında AKP, polis ve yargıya tepki arttıkça, polis tarafından verildiği tahmin edilen dosya ile ilgili bilgiler basında yer almaya başladı. Bu bilgilere göre, neredeyse şike ve yasadışı, en azından “fairplay” dışı işlere bulaşmamış kulüp ve yönetici kalmamıştı. Futbolcuların çoğu da bu tezgahın içindeydi. Tezgah büyüktü. Futbol sektöründe milyarlarca dolar para dönüyordu. Bu paranın paylaşılmasında patronlar, siyasetçiler, yerli ve yabancı mafyalar, bahisçiler, reklamcılar, derin devletin propaganda aygıtları ve basın kıyasıya mücadele ediyor ve birbirlerini tasfiye etmeye çalışıyorlardı.
Yüz elli yıl önce, Büyük Britanya’da okul ve fabrikalarda spor ve eğlence oyunu olan futbol, geniş kitleler tarafından izlenmeye başlanınca, önce kapitalizmin geniş kitleleri eğlendiren ve oyalayan bir kurumu haline dönüştü, Roma’da gladyatör döğüşlerinin ve araba yarışlarının yerini aldı, emperyalizm çağında ise, bu özelliğinin yanı sıra endüstrileşti. Futbol kulüpleri şirketleşti, borsaya girdi.
İlk günlerde, basında ve kamuoyunda yapılan “şu takım şike yaptı, bu yapmadı” gibi taraftar tartışmalarından sonra, işin ekonomik boyutu tartışılmaya başlandı. Normal prosedüre göre, şike yapan takımların cezalandırılmasından sonra ligin başlaması gerekiyordu. Fakat şikeci olarak adı geçen takımlar, “oldu bitti”ye getirilip cezalandırılmalarına şiddetle direniyordu. Böyle bir durumda ekonomik olarak büyük zarara uğrayacaklardı. Avrupa’ya gidemeyecek ve oradan gelecek paradan mahrum kalacaklardı, stat geliri, reklam geliri, forma geliri ve yayıncı kuruluştan gelecek gelirlerden olacaklardı. Onların işine, Türkiye’deki hemen bütün davalarda, sanık ve davalıların güttüğü taktik, davayı mümkün olduğu kadar uzatma ve bu arada lehe bir durum yaratma taktiği geliyordu. Yayıncı kuruluş ise, şikeci kulüplerle kader ortağıydı. Çünkü birkaç büyük kulübün küme düşmesi sonrası başlayan lige ilgi azalacak ve yayın gelirleri düşecekti. Bu durumda yayıncı kuruluş TFF’ye vaat ettiği yayın parasını ödeyemeyecekti. Türkiye Futbol Federasyonu küme düşürülmesi düşünülen kulüplerin ve yayıncı kuruluşun baskılarına dayanamadı ve şike konusunda ceza verme işini ileri bir tarihe erteleyerek, futbol sezonunu başlattı. Bu kez, UEFA’dan TFF’ye baskı başladı. UEFA, şike yapmış takımların cezalandırılmamaları halinde Türkiye takımlarının 3 sene Avrupa kupalarında oynayamayacağını söylüyordu. TFF, şike yapan takımları cezalandırsa Türkiye’deki futbol sektörü maddi, manevi krize girecek, cezalandırmasa Avrupa maçlarına katılamama nedeniyle yine maddi krize girilecek, ayrıca ulusal prestij kaybı da söz konusu olacaktı.
TFF ve Fenerbahçe önceleri, iddianamenin henüz açıklanmadığı, iddiaları sadece basından duyduklarını söyleyerek, kanıtlanmamış iddialar nedeniyle kimsenin suçlanamayacağı kuralı arkasına sığınmaya çalıştılar. Aziz Yıldırım, bu arada, suçsuz olduğunu söylemekten vazgeçmiş ve kendisiyle birlikte herkesin suçlu olduğunu söylemeye ve her şeyi açıklayacağı tehdidi ile futbol sektöründe kaos ve kriz yaratma şantajına başlamıştı.
Bu sırada iddianame açıklandı. Doksan üç sanıklı davanın bir numaralı sanığı Olgun Peker, iki numaralı sanığı Aziz Yıldırım idi. Soruşturma Olgun Peker hakkındaki şikayetlerle başlamış ve telefon ve alan dinleme yöntemleri ile diğer şüphelilere ulaşılmıştı. İddianamenin dört yüz bir sayfasının üç yüz sayfasına yakını Fenerbahçe ve Aziz Yıldırım’ın eylemleri üzerine yazılmıştı. Yine iddianamede, Fenerbahçe’nin mafya ile içiçeliği üzerine uzun pasajlar bulunuyordu.
Olgun Peker ve Aziz Yıldırım ile bazı sanıklar hakkında hem örgüt yöneticiliği ve üyeliği suçundan, hem de tek tek her şike suçundan cezalandırılma istendiğinden, istenen cezaların miktarı onlarca sene oluyordu.
İddianame açıklandıktan sonra 6222 Sayılı Sporda Şiddet Ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Yasa’nın değiştirilmesi gündeme getirildi. Oysa yasa daha yeni yürürlüğe girmişti. 2011 yılının Nisan başında yürürlüğe giren yasa, yedi ay sonra değiştirilmek isteniyordu. Üstelik yedi ay önce bütün kulüpler bu yasayı istemiş ve hazırlanmasında katkıları olmuştu. 6222 sayılı Yasa’daki şike suçlarına verilen ceza fazla bulunuyordu. 6222 sayılı Yasa’nın 11/1 maddesi: “Belirli bir spor müsabakasının sonucunu etkilemek amacıyla bir başkasına kazanç veya sair menfaat temin eden kişi, beş yıldan on iki yıla kadar hapis ve yirmi bin güne* kadar adli para cezası ile cezalandırılır. Kendisine menfaat temin edilen kişi de bu suçtan dolayı müşterek fail olarak cezalandırılır. Kazanç veya sair menfaat temini hususunda anlaşmaya varılmış olması halinde dahi, suç tamamlanmış gibi cezaya hükmolunur.” diyordu. Şike suçu işleyen herkese beş yıl hapis cezası verilecek olması kulüp temsilcilerine ve TFF’ye fazla geliyordu. Yasayı çıkaranlar birleşti ve 2011 Aralık ayında 6250 sayılı 6222 sayılı “Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun’un Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” çıkarıldı. Bu Yasa’nın 1. Maddesi’nde “31/3/2011 tarihli ve 6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanunun 11. inci maddesinin birinci fıkrasında geçen ‘beş yıldan on iki yıla kadar’ ibaresi ‘bir yıldan üç yıla kadar’ şeklinde, “dördüncü fıkrasının (b) bendi aşağıdaki şekilde değiştirilmiş, maddeye aşağıdaki fıkralar eklenmiştir.” deniliyordu. Değişiklikle beş yıllık asgari ceza sınırı bir yıla indirilmişti. Böylece hem cezanın sınırı indiriliyor, hem de suçun ağır ceza yerine asliye cezada yargılanması söz konusu oluyordu. Cumhurbaşkanı halkın vicdanı bunu kabul etmez gibi gerekçelerle yasayı TBMM’ ne geri gönderdi, ama yasa aynı biçimiyle TBMM’de yeniden kabul edildi.
Bundan sonra ne olacak? Müneccim değiliz, ama Türkiye’deki yargıyı ve devlet kurumlarını tanıyoruz. Muhtemelen, dava bir iki sene sürecek. Doksan üç sanıktan büyük bölümü beraat edecek. O sırada af çıkar, yeniden yasa değişir, orasını tahmin etmek zor, ama davanın diğer önemli davalar gibi yılan hikayesine döneceği kesin.
Gelelim TFF’nin vereceği cezaya. TFF, önceleri “elimizde yeterince bilgi yok”, “iddianame açıklanınca bakacağız” diye şike yapan kulüplere ceza vermeyi ertelemeye çalıştı. Şimdi, iddianame de açıklandı. Fenerbahçe ve Aziz Yıldırım, iddianame karar değildir, iddialara karşı savunma yapmadan kimse bizi cezalandıramaz diye direniyor. Hukuken doğru bir tez. Ama, TFF’nin ceza davasını bekleme zorunluluğu yok. İddianamedeki iddiaları alıp, ilgililerden savunma isteyip, disiplin cezası verme yetkisi var. TFF’nin eğilimi şike yapan kulüplere küme düşme cezası vermeyip, puan silme ve para cezası verme şeklinde. Fakat orada da yasal bir engel var. Futbol Disiplin Talimatnamesi’nin 58. Maddesi, şike yapan takımların küme düşürülmesini emrediyor.
TFF, 58. Maddeyi aşmak amacıyla 26 Ocak 2011 tarihinde TFF Genel Kurulu’nu topladı. TFF’nin amacı, bu Genel Kurul’da tüm kulüplerin katılımı ile karar alıp 58. Madde’nin küme düşürme hükmünün bir seferlik uygulanmaması kararının alınmasını sağlamaktı. Böylece, seyirci kaybını en aza indirmeyi amaçladığı gibi, UEFA’nın da kabul edebileceği bir çözümü sağlamış olmayı hedefliyordu. Aziz Yıldırım ve Nihat Özdemir’in verdiği demeçlere bakıldığında, Fenerbahçe bu çözüme yanaşmıyor. Onlar, dava sonuçlanıncaya kadar kulüplere ceza verilmesin diye bastırıyorlar. Ya Fenerbahçe’nin baskısı ve etkisi ağır basmış ya da onun dışındaki kulüplere gına gelmiş olacak ki, Genel Kurul’da 58. Madde’nin bir kerelik uygulanmaması önerisi çoğunlukla ret edildi. Oysa, UEFA da şike yapan takımların küme düşürülmemesine razı olmuş gibi görünüyordu. Şike yapan kulüplerin puanının silinmesi, para cezası verilmesi ve Avrupa maçlara gönderilmemeleri durumunda karara razı olacak gibiydi. Genel Kurul sonrası, sorun hâlâ çözülmemiş olarak, ortada duruyor. TFF’nin takvimine göre on beş ve yirmi gün savunma için süre verilip 93 sanıktan altmış küsurunun savunması alınacak ve disiplin kurulları Nisan ayında play-off karşılaşmaları başlamadan cezaları verecek. Fenerbahçe bu takvimi de kabul etmiyor. Onlar istediklerinin olacağına o kadar inanıyorlar ki, Genel Kurul akşamı Fransa gol kralı santrafor ile sözleşme imzalamayı planlıyorlar. Fenerbahçe’nin ısrarla savunduğu çözüm uygulanırsa, Türkiye’den hiçbir takımın UEFA kupalarına bu sene alınmama durumu olabilir. Hatta üç sene boyunca alınmama durumu…
Peki, son bir yılda Türkiye’de futbol sektöründe yaşananlar nasıl yorumlanabilir?
Futbol sektörü bağırsaklarını mı temizliyor? İçindeki çürük elmaları mı ayıklıyor? Kapitalizmin rekabet ortamını ve koşullarını kurallara bağlamak istediği, keyfiliğe ve firmalar arasında hak eşitsizliğine tahammül etmediğini ileri süren ve yapılanların böyle bir düzenlemenin sancılı süreci olduğunu iddia edenler de mevcut. Fakat bu tez fazla kitabi ve iyimser. Evet, 6222 sayılı Yasa, futbol sektörünü, piyasasını düzenleme amacı taşıyan bir yasa idi. Fakat şike ve teşvik pirimi olaylarını düzenlemeden çok, tribünlerdeki başıbozukluğu düzenleme, saha kapatmalar, para cezaları, tribünlere seyirci gitmesini engelleyerek olayları azaltma amaçlı bir düzenlemeydi. Yasa maddelerinin çoğu seyirciyi zapt etmekle ilgiliydi. Zaten Yasa’nın birinci maddesinde amaç şöyle anlatılıyor: “Bu Kanunun amacı; müsabaka öncesinde, esnasında veya sonrasında spor alanları ile bunların çevresinde, taraftarların sürekli veya geçici olarak gruplar halinde bulundukları yerlerde veya müsabakanın yapılacağı yere gidiş ve geliş güzergâhlarında şiddet ve düzensizliğin önlenmesidir.” Yürürlük ve geçici maddeleri saymazsak, yirmi beş civarında maddesi olan 6222 sayılı Yasa’nın, sadece 11. Maddesi, tek bir madde, şike ve teşvik primi konusunda hüküm içeriyordu ve kulüpler bu maddeyi kanuna koyarken büyük ihtimalle “uygulanmaz nasıl olsa” diye koymuşlardı. Çünkü teşvik primi uygulaması neredeyse bütün kulüplerin yaptığı “meşru” sayılan bir uygulama idi. Teşvik primini veren kulüplerle birlikte alan kulüpleri de hesaba katarsak, bu suçu işlememiş kulüp yok gibiydi. En zengin kulüp olarak Fenerbahçe daha çok yapmış görünüyor iddianamede. Şampiyonluk ya da kupa iddiası olmayan alt sıralardaki kulüpler de bu yolla para kazanıyor.
Gerek 6222 sayılı Yasa ile gerekse Şike Davası sonra yapılanlarla TFF ve kulüplerce amaçlanan şey, futbol sektörüne maddi olarak büyük bir zarar gelmesinin önlenmesidir.
Futbol ekonomisti Tugrul Akşar’a göre: “Şike genel olarak futbolu iki şekilde etkiliyor. Birincisi futbol ligini etkiliyor. İkincisi kulüpleri etkiliyor. Liglerde temel etki olarak; 1) Rekabet Kalitesi düşüyor, 2) Futbol Pastası küçülüyor, 3) Reyting düşüyor. Bu tür skandallar dev endüstriyel ekonomilerde, pasta büyük olduğu için daha çarpıcı sonuçlara yol açıyor. En önemlisi endüstriyel futbolun kendisini yeniden üretim aracı olan reyting düşüyor ve o ligler güvenilirliğini zaman içinde yitirmeye başlıyor. Güvenilirlik düzeyinin düşmesi peşinden kalite ve rekabet sorununu da beraberinde getiriyor. Düşük rekabet reytingin yükselmesinin önünü kesiyor. Reyting yüksek olmadığında da sponsorların o lige olan ilgisi en alt düzeyde oluyor. Güvenilirlik düzeyinin yüksekliği, o ülke liginde gelirlerin artması için bir baz oluşturuyor. Endüstriyel futbolun en önemli gelir kaynaklarından olan sponsorluk gelirleri özellikle reytingi yüksek, marka olmuş liglere daha çok yöneliyor. Naklen yayın gelirleri pastası buna bağlı olarak daha çok büyüyebiliyor. Bu nedenle endüstriyel futbolda gelirlerin artması ve pastanın büyümesi tamamen heyecanın en üst düzeyde tutulmasına, yani reytinge bağlı. Bu nedenle endüstriyel futbolda reyting yaşamsal bir öneme sahip… Şike soruşturmasında adı geçen üç kulübün toplam gelirden aldıkları pay %30.19’a ulaşıyor. Yani üç kulübün geçen sezon Süper Lig havuz gelirlerinden aldıkları toplam para 145 milyon 125 bin TL. Yani neredeyse üç kulüp, toplam gelirin üçte birini kendi aralarında paylaşmış. Hal böyle olunca bu kulüplerin ligden düşürülmesi ya da yarış dışı kalmaları Süper Lig’i parasal açıdan önemli ölçüde etkileyecektir. Tabii ki, bu kulüpler içinde en fazla geliri alan Fenerbahçe, toplam gelirdeki %12,54’lük payı ile ligi daha fazla etkiler…Futbol, kendisi dışında ekstra on birim daha gelir yaratıyor. Bu, tekstilden, elektroniğe, yayıcı kuruluştan, reklam ve medya sektörüne, turizmden eğlence sektörüne kadar etkisini gösterir. Bu etkiye biz futbolun dışsal etkisi diyoruz… Bu etkiyi net olarak hesaplamak için yaratılan geliri 10 ile çarpmak gerekiyor. Yani buradan çıkan matematiksel sonuç: Fenerbahçe’nin yarış dışı kalması orta vadede Türk futbolunda yaklaşık 600 milyon TL’lık bir dışsal etki, yani gelir kaybı yaratır. O zaman bu etkiyi minimize etmenin yollarını aramak gerekiyor.” (Fotospor Gazetesi 20.01.2012)
TFF ve kulüp yöneticileri Şike Davası nedeniyle Türkiye futbolunu girdiği maddi ve manevi krizden çıkarmaya çalışırken, Galatasaray Kulübü Genel Başkan Yardımcısı Adnan Öztürk, yeni bir felaket haberi veriyor; “Şu an şike dışında tüm dünyada ‘yasa dışı bahise’ yönelik bir soruşturma yürütülüyor. Bunun Türkiye ayağı da çıkacak” diyor. Öztürk’ e göre, “Üç büyük kulübün toplam 1 milyar dolar borcu var. Süper Lig’in toplam borcu 1.5 milyar dolar. Galatasaray’ın da şu anda 330 milyon doları bulan borcu var. Bunun ekonomik tarifi ‘iflastır.’ Böyle de devam edemez. Üzerine şike, teşvik gibi yüz kızartıcı suçlar da eklenince, Türk futbolunun çok ciddi bir imaj ve marka değeri kaybı var. Bu krizin yönetilmesi lazım. Asıl kriz, şike krizi değil. Sistemin tıkanmış olması krizidir. Türk futbolunun bitmişliği sorunu var. Buna çözüm şart…”
Görüldüğü gibi, Şike Davası’nda konuşulan; “fair play”, “sporcunun ahlaklısı”, yapılan ahlaksızlıklar için seyirci ve taraftardan özür dileme vb. değil. Futbol sektörünün para kaybetmesinin önlenmesi, sektörün ayakta durması vb.
Biz taraftarlar, seyirciler ya da konuyla ilgilenenlere düşen; senin takımın şike yapar, benim takımım yapmaz ya da şu takım yapmış, bu yapmamış tartışması değil, endüstriyel futbolun çanına ot tıkamak, futbolu endüstri olmaktan çıkarmaya çalışmaktır.
Kıbrıs’ta referandum ve sonuçları
24 Nisan Referandumu beklendiği gibi sonuçlandı. Annan Planı’na Kıbrıs Türk kesimi yüzde 65 “evet”, Kıbrıs Rum Kesimi ise yüzde 76 “hayır” dedi. Böylece Annan Planı ömrünü tamamladı. BM Kıbrıs özel temsilcisi De Soto Ada’daki bürosunu kapatmaya hazırlanıyor. BM Genel Sekreteri müzakerelerin başından itibaren gelişen süreci özetleyen bir rapor hazırlayıp BM sunacak. Fakat, Kıbrıs tartışmaları ve dış güçlerin adaya müdahalesi sona ermedi. ABD, AB, Türkiye ve Yunanistan yeni durum için pozisyonlarını şimdiden belirlemiş durumda.
Önümüzdeki süreçte tarafların Kıbrıs’la ilgili muhtemel politikalarını tartışmadan önce, referandum sürecine kısaca göz atmakta yarar var.
Kıbrıs Sorunu’nu “çözmek” için daha önceki girişimleri bir yana bırakırsak, 24 Nisan Referandumu ile yön değiştiren ama henüz bitmeyen son girişim süreci, ABD ve AB ‘nin yeni Ortadoğu politikaları ile başladı.
Son yıllarda, adadaki Türkler yoksulluk, yolsuzluk, işsizlik ve baskıdan bunalmıştı. Bu bunalmıştık, Kıbrıs doğumlu Türklerin yarısına yakınının (özellikle gençlerin) Avrupa’ya göçmesine neden oldu. Üretim yapamayan, ürettiği mal ve gıdayı satamayan Kıbrıslı Türkler, Türkiye’den gönderilen paraya bağımlı duruma getirildiler. Türkiye’de yasaklanan kumarhaneler KKTC’ye taşındı. KKTC’nin adı, kumar, karapara aklama, mafya, fuhuş ile birlikte anılmaya başlandı.
AB’ye girme sürecinde ciddi mali yardım almış, ekonomik durumu Kuzey’e göre çok iyi durumda olan Güney, Türkler için de cazip hale gelmeye başladı. Kuzey’in zenginliğini AB’ye girme süreci ile açıklayan Kıbrıslı Türkler, Kuzey’in de AB’ye girmenin “çözüm” ya da AB’ye girmek için bir “çözüm”ün gerekli olduğunu düşündüler ve bu platformda birlikler oluşmaya başladı. “Bu Memleket Bizim Platformu” vb., AB’ye girmek isteyen ve bu şekilde işsizlik, yoksulluk ve baskılardan kurtulacaklarını düşünenlerin politik hareketi haline geldi.
Kıbrıslı Rumların ise gündeminde ayrıca bir çözüm yoktu. Çünkü, onlar, AB’ye girdiklerinde Kıbrıs sorununun da büyük oranda çözüleceğini düşünüyorlardı.
Kıbrıs’lı Rumlar için en ciddi sorun Türk Ordusu’nun Kıbrıs’taki varlığı ve Türkiye’nin tehdidi idi. Kıbrıs Cumhuriyeti AB’ye girdiğinde, Kıbrıs AB toprağı, Türk Ordusu da AB toprağını işgal etmiş bir işgalci olacaktı. Bu durumda, Kıbrıs Sorunu, AB ile Türkiye arasında bir soruna dönüşmüş olacaktı. Türk Ordusu adadan uzaklaştırılıp Türkiye’nin adaya müdahalesi ve tehdidi ortadan kalktığında, zengin ve güçlü olan Güney Kuzey’i asimile edecek, Kıbrıslı Türkler, tehdit unsuru oluşturmayan bir azınlık olarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin içinde varlığını koruyacaktı. Kıbrıslı Rumların zamana ihtiyacı vardı ve onlar için en önemli çözümleyici unsur zamandı.
Yunanistan da Kıbrıslı Rumlar gibi düşünüyordu. Onun için, hem Kıbrıs sorununu hem de Türkiye ile arasındaki sorunları gündeme getirmeyerek, var olan sorunları zaman içinde AB çerçevesinde çözmeyi hedefliyor; hükümetler arasında sıcak ilişkiler, karşılıklı ziyaretler, bakanların sirtakili yemekleri ile ilişkilerde “bahar havası” estirmeye çalışıyor, Türkiye’nin karşısına kendisi yerine AB’yi çıkarıyordu.
Türkiye açısından, KKTC, uzun bir süredir mali yük haline gelmişti. Ayrıca, AB’ye girmek isteyen Türkiye egemenleri, Kıbrıs sorununun AB’ye girişte önemli bir engel teşkil edeceğini görüyordu. Loizudu Davası gibi binlerce dava AİHM’de bekliyordu. Türkiye, Loizidu’ya bir milyon iki yüz euro tazminat ödemişti ve diğer davaları, Kuzey Kıbrıs’taki Rumların mülkleri sorununu kısa sürede çözeceğiz diye bekletiyordu. Türkiye egemenleri, Kıbrıslı Rumlar 1 Mayıs’ta AB’ye girdiklerinde mevcut sorunları çözmenin şimdikinden daha güç olacağını ve daha çok taviz vermeleri gerekeceğini düşünüyordu. ABD ve AB ise, “çözüm” için BM aracılığıyla yeni bir süreç başlatmıştı ve çözüm için baskı yapıyorlardı.
Türkiye, doksanlı yılların ortalarına kadar AB’ye üye yapılmak istenen bir ülke değildi. AB, Türkiye’nin üye olması ile sağlayacağı ekonomik yararları, zaten üyesi olmadan da sağlıyordu. AB’nin Türkiye’ye ilgisi, SSCB’nin dağılması, Ortadoğu ve Kafkaslar’da hegemonya ilişkilerinin değişmesi ile arttı. AB’nin yeni Ortadoğu ve Kafkas politikalarına uygun olarak, Türkiye’nin ekonomik nedenlerden daha çok stratejik nedenlerle AB’ye girmesi, AB’de hakim görüş olmaya başladı.
Daha önce, Türkiye’yi “birlik”ine almayı düşünmeyen AB, Akdeniz’in ortasına ve Ortadoğu’ya uzanmak için, Kıbrıs Cumhuriyeti’ne ise AB üyeliği için tarih vermişti. AB de, Kıbrıs AB’ye üye olunca Türkiye’nin Ada’daki varlığı sorununu çözeceğini hesaplıyordu. Türkiye ile ilgili planları değişince, Kıbrıs’a verdiği tarih AB için sorun haline geldi. Artık, tek başına Rum Kıbrıs’ın üyeliği, AB’nin Ortadoğu ve Türkiye planları için problem oluşturmaktaydı. AB için önemli olan, Kıbrıs sorununun çözülüp çözülmemesi ya da nasıl çözüldüğünden ziyade, Ortadoğu ve Kafkasya planlarının önündeki engellerin kaldırılması idi. Bu nedenlerle, BM girişimini ve Annan Planı’nı ilk andan itibaren desteklediler.
ABD ise, Kıbrıs sorununu BOP politikasına bağlayarak ele alıyordu ve yeniden ısıtarak gündeme getirdi. Soğuk Savaş yıllarında SSCB ile iyi ilişkiler içinde olan Kıbrıs Cumhuriyeti yönetimine güvenemeyen ABD için, Ada’daki Türk varlığı ve ordusu avantaj sağlıyordu. Kıbrıs sorununun otuz yıldır çözülmemesinde, ABD’nin bu durumu yeğlemesinin de önemli payı vardı. BOP süreci, hatta daha öncesi, ABD’nin Afganistan ve Irak operasyonlarına başlama sürecinde, ABD, Kıbrıs’ta askeri bir üsse ihtiyaç duydu. Kıbrıs Rum kesiminin yani Kıbrıs Cumhuriyeti’nin buna yanaşması zor görünüyordu. Türk kesimini ise, BM kararları nedeniyle, muhatap almak dahi mümkün değildi. Bu durumda, Kıbrıs sorununun “çözülmesi”, Kıbrıs’ın AB’ye girmesi ve NATO’ya üye olması; Kıbrıs’ta bir ABD üssü için tek yol olarak görünüyordu.
Bu bağlamda, Kıbrıslı Rumlar, Yunanistan dışında (dış güçlerlerden, ABD ve AB’nin Ortadoğu ve Kafkasya politikalarını engellemeye çalışan Rusya’yı da, çözüme karşı gruba katabiliriz) taraflar ya da ilgililer arasında “çözüm” yanlısı olmayan yoktu.
Kıbrıs’ta Denktaş ve çevresi ile, Türkiye’de AB’ye giriş sürecinde siyasi iktidar dizginlerini ellerinden kaçıracaklarını düşünen çevreler ise, “vatan, millet, Sakarya” ve “bir çakıl taşı vermeyiz” edebiyatı ile Kıbrıs’ta çözümsüzlükte ısrar edip “çözüm”e karşı çıkarken, siyasi güçlerini koruma mücadelesi veriyorlardı.
Bu koşullarda, uzun süredir ABD’nin bir dışişleri bürosu gibi çalışan BM Genel Sekreterliği, Kıbrıs sorununu “çözüm” girişimi başlattı.
Büyük medya kampanyaları ile Kıbrıslı tarafların temsilcileri bir araya getirildi, aylarca süren müzakereler yapıldı ve sonunda BM Genel Sekreteri Annan’ın ismiyle anılan plan ortaya çıktı. Müzakerelere daha ilk günden sorunu çözmemek için katılan Denktaş, referanduma götürülmesini dahi reddederek, planı geri çevirdi. Bu sırada, Türkiye’de hükümet değişti, Ecevit Hükümeti yerine Erdoğan hükümeti geldi, daha sonra Kıbrıs’ta seçimler oldu ve çözümden ve AB’den yana olduğunu daha önce açıklamış olan Mehmet Ali Talat hükümeti kuruldu. Erdoğan ve Talat ile sorunu çözebileceklerini düşünen ABD ve AB, Annan Planı’nı yeniden müzakere ve kabul etmeleri için taraflara baskı yaptı. Anılan çözüme karşı olanlara baskı, plan doğrultusunda çözümden yana olanlara bol keseden vaatlerle başlayan yeni süreç, Erdoğan Hükümetinin halkla ilişkiler bürosu rolüne soyunmuş Türkiye’deki burjuva medyası tarafından Türkiye’nin bir zaferi gibi gösterildi.
Denktaş unsurunu dikkate alan Erdoğan, daha görüşmelere yeniden başlamadan planı referanduma götüreceklerini kabul ederek, birinci seferde Denktaş’ın yaptığı gibi referandumun reddedilmesinin önüne geçti.
ABD, AB ve burjuva medyasını arkasına alan Erdoğan Hükümeti, ikinci müzakere döneminde, iç politikada Kıbrıs’ta çözüme karşı çıkan ve AB’ye karşı gibi görünen egemenler içindeki çevreleri geriletti ve siyasi rakiplerini güçsüzleştirdi. Askerler ilk defa Kıbrıs’ta çözüm ve AB konularında olumlu konuşmalar yapmaya “en zor” durumlarda sessiz kalmaya başladı. Ecevit, Bahçeli gibi çözüme karşı olanlar seslerini duyuramaz duruma düşürüldü. Düne kadar ulusal kahraman muamelesi gören Denktaş, Erdoğan’ın teşviki ile, medya tarafından yerden yere vuruldu.
24 Nisan günü yapılan referandumda Türkler plana yüzde 65 evet oyu verirken, Rumlar yüzde 75 hayır oyu kullandı.
Sonuçlar tahmin edilebiliyordu.
Planı reddedecekleri düşünülen Rumlara çok yoğun baskı yapıldı. Rumlar bu baskılardan kurtulmak için bir manevra yaparak kendilerini Türk Ordusunun tehdidinden koruyacak bir BM, ABD ve AB güvencesi istediler. ABD ve AB buna da razı oldu. ABD ve AB, Annan Planı üzerine yemin-billah ettiler ve BM Güvenlik Konseyi’ne referandumdan birkaç gün önce bir tasarı sundular. Bu tasarıyı Rusya veto etti. Rumlar, ABD ve AB’den BM güvencesi isterken, Ruslardan da Güvenlik Konseyi kararını veto etmesini istemişlerdi.
Şimdi Rumlar, ABD ve AB’nin öfkesini azaltabilmek için, Annan Planı’nı ileride yeniden görüşebileceklerini ya da başka çözüm yollarına açık olduklarını söylüyorlar. Ama, sorunu AB’ye girdikten sonra sürece yayarak çözme stratejilerinde başarılı olmuş görünüyorlar. Rum egemen çevreleri istediklerini elde etti.
Denktaş ve çevresi planın Rumlar tarafından reddedilmesine sevinmiş görünüyorlar. Fakat, bunlar için KKTC’de artık zamanın dolduğunun ve egemenliklerini yitirdiklerinin de farkındalar. Erdoğan Hükümeti ile tam bir işbirliği içinde olan Talat ve çevresi, KKTC politikalarında belirleyici konuma geçmek için manevralara referandumun ertesi günü başladı. Denktaş’ın istifasının istenmesi, DP’den iki milletvekilinin istifa ettirilmesi ve erken seçimi zorlama taktikleri ile daha güçlü, belki de tek başına bir iktidar için Başbakan Talat ataklar yaptı. Erdoğan Hükümeti, daha itidalli davranarak, askerlerin de zorlaması ile, Denktaş’a sahip çıkar göründü ve Denktaş ile hesaplaşmayı, şimdilik ve belki 2005 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine erteledi.
Yunanistan, Kıbrıslı Rum egemen güçlerin politikalarını desteklemesine rağmen, tarafsız ve halk iradesine saygı gösteriyormuş gibi davrandı, ama kimseyi ikna edemedi.
Türkiye’de bir çözüme karşı çıkan çevreler sorunun çözülmemesine memnun oldular. Bir süreliğine de olsa mevcut durumun korunacağını, fakat bu durumun uzun sürmeyeceğini fark ettiler. Erdoğan Hükümeti referandum sonucuna biraz bozuldu. Rumların da zayıf bir ihtimalle de olsa “evet” diyebileceğini düşünmüş ve referandum akşamı için İstanbul ve Ankara’da “23 Nisan adına” büyük şölenler hazırlamışlardı. Plan Rumlar tarafından reddedilince, “zafer” şenliklerini “ulusal egemenlik şenlikleri” olarak kutlamak zorunda kaldılar. Medya, Erdoğan’ı desteklemek için, ertesi gün güçsüz birkaç destek balonu uçurdu. Güya, KKTC, ABD ve AB tarafından tanınacakmış, Azerbaycan ve Pakistan KKTC’yi tanımaya hazırlanıyormuş vs. Bunların palavra olduğunu soruna biraz ilgi duyan herkes elbette biliyor.
ABD ve AB’nin vaat ettiği ve yapabileceği, KKTC üstündeki ambargonun biraz hafifletilmesinden ibaretti. Çünkü özellikle ABD açısından bugünkü durum da işine gelmekte, bölünmüşlük üzerinden her iki tarafın da kendisine mahkum kılınmasını derinleştirme ve kendi egemenliğinin olanaklarını genişletme fırsatını kullanmaktadır. ABD şimdi muhtemeldir ki, örneğin istediği üssü daha kolay elde edebilecektir. AB de, Türkiye’yi ve Türk Kıbrıslıları gözden çıkarmadan ve bir bölümüyle de olsa Ada’yı kendi birliğine katarak, bugünkü durum üzerinden kazançlarını derlemeye çalışacaktır. Ayrıca, AB Kıbrıslı Türklere “evet” demeleri halinde 259 bin euro vereceğini vaat etmişti ve şimdi bu parayı verecek. Belediye ve sivil toplum kuruluşlarına projeler karşılığında verilecek bu paranın dağıtılmasını organize etmek üzere Kuzey Kıbrıs’ta bir büro açacak.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, bugünkü durumdan kendi lehlerine yararlanmaya çalışırken, ABD ve AB, Ortadoğu politikaları nedeniyle Kıbrıs sorununu çözme girişimlerinden vazgeçmeyeceklerdir. Ama bu süreçte muhtemelen Türk kesimi biraz daha taviz verecek, ama daha fazla mali ve ekonomik destek alacaktır.
Yukarıda, esas olarak Kıbrıs, Türkiye ve Yunanistan egemen güçleri açısından sorunu ele alıp inceledik. Bu ülkelerdeki işçi sınıfı ve emekçiler ve onların çıkarları açısından durumun nasıl göründüğüne de kısaca göz atmak gerekir.
Maalesef, bu üç ülkenin işçi sınıfı da Kıbrıs sorununu milliyetçi ve şoven duygulardan arınmış olarak ele almaktan uzaktır. Türkiye halkı ve özellikle işçi sınıfı açısından söylenebilir ki, Kıbrıs sorunu, şovenizmin bir kaldıracı olarak eskiden sahip olduğu “değer”e sahip olmaktan çok uzaklaşmış, örneğin 28 Mart seçimleri sırasında Kıbrıs sorunu, “çözüm yanlısı” ve hatta “ver-kurtulcu” bile görünen Erdoğan’ın ayağına pek fazla dolanmamıştır. Ancak, Türkiye işçi sınıfı içinde hâlâ “Kıbrıs’ın kaybedilmiş bir vatan parçası olduğu ve en azından KKTC olarak kalan parçayı kaybetmemek gerektiği” inanışının yaygınlığı da görmezden gelinemez. Böyle düşününce, gerçekten mevcut durumu, hatta KKTC’nin Türkiye ile birleşmesini savunmak doğal sonuç olmaktadır. Türkiye işçi sınıfı içinde sosyalist bilinç bir yana, demokrasi bilincinin dahi zayıf olması, durumu daha da zorlaştırmakta, ve bu nedenle, gerek Kıbrıs konusunda gerekse diğer ulusal sorunlarda şoven dalgaya kapılmasa da, burjuvazi işçi sınıfını etkileyebilmektedir.
Yunanistan ve Kıbrıs’ta ise, güçlü bir işçi sınıfı hareketi geleneği vardır. Yunanistan Komünist Partisi Nazi İşgaline karşı güçlü bir direniş vermiş ve Yunan halkının güvenini kazanmıştır. Kıbrıs’taki komünistler ise İngiliz emperyalistlerinin kovulmasında birinci dereceden rol oynamışlardır. Fakat, bu iki parti de, Kruşçev-Brejnev revizyonizmine karşı duramamış ve revizyonizmin çizgisine kaymışlardır. Bugün, gerek Yunanistan Komünist Partisi gerekse Kıbrıs AKEL Partisi eskisi kadar olmasa da yine de güçlüdür. YKP seçimlerde yüzde on civarında, AKEL ise yüzde otuz beş civarında oy almaktadır. Fakat, bu iki parti de Kıbrıs konusunda, burjuva milliyetçiliğinin güçlü etkisi altında olan politikalar izlemektedir. Yunan ve Kıbrıs burjuvazisinden kaynaklanan ve iki parti tarafından da geçersizleştirilmeye çalışılmak yerine beslenen milliyetçilik Yunan ve Rum Kıbrıs işçi ve emekçilerini de önemli ölçüde etkilemektedir. Bu nedenle, Türkiye işçi sınıfı Kıbrıs’ı Türk toprağı kabul ederken, Kıbrıs Rum işçi sınıfı ve Yunanistan işçi sınıfı Kıbrıs’ı Yunan (Helen) toprağı saymaktadır.
Bu durum, Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs işçi ve emekçilerinin birbirlerine karşı kışkırtılması ve birliğinin önlenmesi için emperyalistlere ve burjuvaziye olanak sağlamaktadır.
Kıbrıs’ta işçiler ve emekçiler yararına bir çözüm için öncelikle üç ülkenin işçi sınıfları içindeki ön yargıların ortadan kaldırılması, dostluk, kardeşlik,dayanışma duygularının geliştirilmesi ve sıkı bir işbirliğinin sağlanması gereklidir. Burjuva çözümler geçicidir. Elbette, Annan Planı ile bir çözüm sağlansaydı, Kıbrıs Türk ve Rum işçi ve emekçilerinin birbirleriyle ilişkisi gelişecek ve ön yargıları yıkmak daha kolay olacaktı. Ama, emperyalist hegemonya, baskı ve sömürüden kurtuluş son bulmayacaktı.
Referandumun sonucu halklar arasındaki güvensizliğin ortadan kalkmadığını gösterdi.
Filler güreşti çimenler ezilmekten kurtulmadı. Kazançlı çıkanlar, Kıbrıs halkları başta olmak üzere halklar olmadı. En çok, sırtını dayadığı ABD ve yaslanmaya çalıştığı Avrupalı emperyalistlerden güç alarak, Kıbrıs sorunu üzerinden başta askerler olmak üzere iktidar dizginlerini ellerinden almaya çalıştığı rakiplerini zor duruma sokup bir adım gerileten Erdoğan ve AKP kazançlı çıkmıştır. Asıl kazançlı çıkanların ise, kendi emperyalist çözümlerini dayatıp özellikle Kıbrıslı Türklerin önemli bir çoğunluğuna kabul ettiren, zaten AB üyeliğini benimsettikleri Kıbrıslı Rumların Kıbrıs Türkler ve Türkiye ile olan anlaşmazlıklarını –hem “çözüm” hem de çözümsüzlük durumunda– kullanma olanağına sahip olmaya devam eden emperyalistler ve özellikle ABD emperyalizmi oldukları ortadadır.
Yapılması gerekenler de buradan belirlenecektir: Kıbrıs halklarının birliği ve kendi kaderlerinin efendileri olmaları için, Bağımsız Birleşik Kıbrıs için, başta emperyalizm olmak üzere, halkların iradesini ve Kıbrıs’ın bağımsızlığını hiçe sayan dış müdahalelere ve müdahaleci Amerikan ve Avrupa emperyalizmine, Türkiye ve Yunan gericiliğine karşı mücadele. Türkiye devrimci işçi hareketi, Türk ve Kürt işçi ve emekçiler, Kıbrıs’ın Rum ve Türk işçilerinin birliği ve halklarının kardeşliğini, emperyalizm ve gericiliğine karşı mücadelelerini sonuna kadar destekleyeceklerdir.
TCK demokratikleşti mi?
AKP Hükümeti, koskoca bir ceza yasasını birkaç gün içinde, çoğunluğuna dayanarak TBMM’den geçirdi. Yetmiş sekiz yıllık Türk Ceza Kanunu yetmiş sekiz saat dahi tartışılmadan değiştirilmişti.
Basının yönlendirmesi ile, kamuoyunda yeni ceza yasası değil, AKP’nin bu yasaya eklemek istediği “zina suçu” tartışıldı.
AKP, “zina suçu”nu yeni TCK’na koymakta kararlı imiş gibi görünmesine rağmen, AB’nin sert tepkisi üzerine bu kararından geri döndü.
Yeni ceza yasası, AB’nin çeşitli sözcüleri ve AB yanlısı Türkiye medyası tarafından “bir devrim”, “büyük bir demokratikleşme adımı” vb. olarak nitelendi.
Yeni ceza yasası, gerçekten, “devrim” ya da “demokratikleşme için büyük bir adım” olarak nitelenebilecek değişiklikler getirdi mi? TBMM, gerçekten ceza yargılaması alanında ileri bir adım atmak için mi, bu yasayı kabul etti?
Yeni Ceza Yasası’nın hazırlanış süreci ve içeriğine baktığımızda, bu iddiaların içi boş olduğu kolayca görülüyor.
Türk Ceza Kanunu’nun değiştirilme ihtiyacı yeni değildi. Ne sadece AB’ne girmenin gereklerini karşılamak ne de ceza hukuku alanında büyük bir reform yapmak için TCK değişikliğine gidildi.
Mevcut TCK, hem biçim hem de içerik açısından eskimişti. Günün ihtiyaçlarına cevap vermiyordu. Bu nedenle, yirmi senedir, ceza hukukunun yenilenmesi siyasi iktidarların gündeminde idi.
1986 yılında Ordinaryus Prof. Dr. Sulhi Dönmezer başkanlığında bir teknik kurul oluşturuldu. Bu kurula üniversitelerden ceza hukuku hocaları, Adalet Bakanlığı’ndan ceza hukukçusu memurlar ve yargıçlar katıldı. Fakat kurulun çalışmasında asıl belirleyici Dönmezer oldu. Bu nedenle, kurulda yer alan bazı akademisyenler istifa ettiler.
Dönmezer’in hazırladığı tasarı, on seneden fazla bir süre, TBMM gündemine gelemedi. Bu arada, tasarıda, günün ihtiyaçlarına göre değişiklikler yapılmaya devam edildi. Örneğin; ölüm oruçlarının son dönemdeki yaygınlığı ve kamuoyunda tartışılması nedeniyle, yeni yasaya, “hak kullanımını ve beslenmeyi engelleme” başlığıyla bir madde eklendi. Ya da internet alanında bazı fiiller için, “Bilişim alanında suçlar” başlığı ile bir düzenleme yapıldı. Türkiye üzerinden göç ticaretinin artışı karşısında, “Göçmen Kaçakçılığı ve İnsan Ticareti” başlıklı bir suç türü düzenlendi.
Uluslararası sözleşmelere ve AB’ye uyum sağlamak için, yeni yasaya, “Soykırım ve İnsanlığa karşı suçlar”, “İşkence ve Eziyet” gibi suçlarla birlikte “ Radyasyon Yayma”, “Atom Enerjisi ile Patlamaya Sebebiyet Verme”, “Çevrenin Kasten Kirletilmesi” , “İmar Kirliliğine Neden Olma” gibi suçlar eklendi.
TCK’nun çok eski ve anlaşılmayan dili güncelleştirildi ve artık kullanılmayan maddeler çıkarılarak yasa kısaltıldı.
TCK’nın günün koşullarına uyarlanması için yapılan değişiklik ve eklemeler, görüleceği gibi, “devrim” ya da “demokratikleşme” olarak nitelendirilebilecek değişiklikler değil. TCK’da yapılan değişiklikler, bu hali ile, olsa olsa revizyon olarak tanımlanabilir.
Ceza kanununda, ceza yargılamasında demokratikleşmeden söz edebilmek için pek çok kıstastan en önemli bir ikisine göz atmak yeterlidir.
Bunlardan biri, ceza kanununun hak ve özgürlükleri kısıtlayan hükümlerinde ne gibi değişiklikler oldu sorusunun yanıtıyla ilgilidir.
Bir diğeri, ceza yargılamasının biçiminde özgürlüklerin genişlemesine yönelik ne gibi değişiklikler yapıldı sorusu ve yanıtıdır. Ve sonuncusu, ceza yargılamasına halkın katılması ne oranda sağlandı?
Elbette, burada sözünü ettiğimiz burjuva anlamda biçimsel/hukuksal bir demokratikleşmedir.
Yeni ceza yasasını burjuva demokratik kıstaslara göre değerlendirmek üzere daha geniş olarak başka bir yazıda ele almak kaydıyla, emekçi halkın adalet anlayışına da kısaca değineceğiz.
Mevcut sistemde hak ve özgürlükler, pek çok yasa ile (Prof. Dr. Semih Gemalmaz yüz elli üç yasa ile özgürlüklerin kısıtlandığını saptamıştı) kısıtlanmaktadır. 2911 sayılı Gösteri ve Toplantı yasası, Basın Yasası, Dernekler Yasası, Siyasi Partiler Yasası, Sendikalar Yasası, Grev ve Toplusözleşme Yasası, Seçim Yasası bunlardan ilk akla gelenleridir. Fakat, Ceza Yasası’nda da hak ve özgürlükleri kısıtlayan çok sayıda hüküm bulunmaktadır. İşçilerin ve memurların iş bırakma ve işyerinde direniş yapma eylemlerini cezalandıran hükümler, öğrencilerin okullarında hak arama boykotları ve diğer eylemlerini cezalandıran hükümler, düzeni değiştirmek amacıyla Marksist-Leninist ilkelere göre örgütlenmiş parti ve örgütlerin üye ve yöneticilerini, bu örgütlere yardım edenleri cezalandıran hükümler, ulusal özgürlükleri savunan ve ulusal özgürlükler için mücadele örgütleri kuran ve üye olanları cezalandıran hükümler, hükümeti ve devletin çeşitli kurumlarını eleştirenleri cezalandıran hükümler vb., mevcut ceza yasasında bol miktarda bulunmaktadır. TCK 125, 146, 158, 159, 168, 169, 179, 180, 263, 311, 312, 536 özgürlükleri kısıtlayan en bilinen yasa hükümlerinin numaralarıdır.
Yeni Türk Ceza Yasası’nda yukarıda belirttiğimiz mevcut yasadaki kısıtlamalar kaldırılmış mıdır? Hayır? Hemen hiçbiri kaldırılmamıştır. Bazı “suçların” cezalarında bir miktar indirim yapılmıştır. Bazı “suçlar”, örneğin izinsiz afiş asmak, bildiri dağıtmak TCK’dan çıkarılmış, ancak, başka bir kanunda “çevre kirletme” gibi bir fiil icat edilip, bu fiilin ağır para cezasıyla cezalandırılması yoluna gidilmiştir.
Yeni TCK’nun 112. maddesi, “eğitim ve öğretimin engellenmesi” suçunu düzenlemektedir. Bu maddede öğretimi engellemek, okulu ya da eklentilerini işgal etmek bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılmaktadır. Bu madde ile boykot ve işgal eylemleri cezalandırılmaktadır.
117. madde işyerinde çalışmanın engellenmesi, işyerinin işgali vb. eylemleri altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırmaktadır. Yukarıdaki iki “suç”, birden fazla kişi ile işlendiğinde, cezalar bir kat arttırılmaktadır.
Mevcut TCK’nun 311. ve 312. maddelerindeki fiiller, yeni TCK’nun 214., 215., 216. ve 217. maddelerinde, cezaları da azaltılmadan, benzer şekilde düzenlenmiştir.
Yeni TCK’da 298. maddeyle, açlık grevi yapanları destekleyenler, eylemi bitirmeye ikna edilmelerini engelleyenler hakkında iki yıldan dört yıla hapis cezası getirilmektedir.
Mevcut TCK’da 158. ve 159. maddeler, yeni TCK’da 299., 300. ve 301. maddelerde, çok fazla değiştirilmeden aynen korunmuştur.
Mevcut yasada 125. maddede tanımlanan “ülkenin bölünmesi” suçu, yeni yasada 302. maddede korunmuş; 146. madde 309. maddede, 149. madde 313. maddede, 168. madde 314. maddede, 169. madde 315. maddede korunmaya devam edilmiştir.
TCK 168. maddenin cezasının on seneden beş seneye indirilmesi, pek çok tutuklu ve hükümlünün tahliyesini sağlamış olsa da, yapılan düzenleme ile, bu “suçun” cezası, ancak 12 Eylül’den önceki düzeye indirilmiştir. Kaldı ki, “örgüt üyeliği suçu”nu yarı oranında artıran 3713 sayılı yasasının 5. maddesi halen yürürlüktedir ve bu madde kaldırılmaz ise, bir değişiklik yapılarak, yeni TCK’daki bazı suçların bu hükme göre cezasının artırılması gündeme getirilebilir.
Görüldüğü gibi, yeni TCK da, özgürlüklerin kısıtlanması açısından, mevcut (eski) TCK’yı aratmıyor. Hatta, yeni bazı suçlar oluşturularak, özgürlüklerin alanı daha da daraltılıyor.
Böylesine özgürlükleri kısıtlayan bir ceza yasası, üstüne üstlük, hemen hemen hepsi DGM’leştirilmiş ağır ceza ve asliye ceza mahkemeleri tarafından uygulanıyor.
Bizde mahkemeler “bütün ulus adına” karar verdiklerini iddia ediyor. Peki, bütün ulus adına karar verme yetkisini mahkemeler ya da yargıçlar nereden alıyor?
Burjuva devrimlerinden önce, yargıçlar, tanrı ya da kral adına yargılama yapar ve karar verirdi. Halk ya da ulus adına yargılama yapma ve karar verme iddiası, burjuva devrimleri ile birlikte gündeme geldi. Halktan ya da ulustan yetki alma sorunu, bazı ülkelerde, yurttaşların oyları ile seçilmiş meclis tarafından atanmış yargıçlarla çözülmeye çalışıldı. Bazı ülkelerde ise, yargıçların doğrudan halk tarafından seçilmesi ve halk adına, halkın temsilcisi kabul edilen jürilerin karar vermesi benimsendi.
Ama, bizdeki sistem gibisine pek az ülkede rastlamak mümkün. Hakim ve savcıları, Adalet Bakanlığı bir sınavla mesleğe alıyor, hakim ve savcıların atanma, yükseltilme işlemlerini “Hakimler Ve Savcılar Yüksek Kurulu” adı verilen yedi kişilik bir kurul yapıyor. Bu kurulun başkanı Adalet bakanı, Başkan Yardımcısı ise Adalet Bakanlığı Müşteşarı. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun kendi binası, kendi personeli yok. Adalet Bakanlığı’nda çalışıyor ve işlerini Adalet Bakanlığı personeli görüyor. Genellikle atama ve yükseltmeler, Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanıyor ve Kurul üyelerince onaylanıyor. Hakim ve savcı alımlarında, atama ve yükseltmelerde, her seferinde, Adalet Bakanı, partizanlık yaptığı ve kendi partisi yandaşlarını kayırdığı gerekçesi ile eleştiriliyor.
Hakim ve Savcılar hakkında soruşturmalar, Adalet Bakanlığı müfettişleri tarafından yapılıyor.
Yargı mensupları kendilerini idarenin birer memuru gibi hissediyor. Tüm “yargının bağımsızlığı” iddialarına rağmen, atanıyorlar ve birer bürokrat olarak davranıyorlar. Yargıda bürokratik bir kastlaşma oluşmuş durumda. Hakimler ve savcılar, hukukun genel kuralları, adalet, demokrasi, özgürlükler gibi kavramlardan ziyade, hatta yasalardan daha çok, devletin “yüksek çıkarları”nı gözetiyor. Bu nedenle, bütün ceza mahkemeleri DGM’lere dönüşmüş diyoruz.
Dolayısıyla, mahkemeler ve yargıçlar, halk ya da ulus adına karar vermiyor. Devlet adına, siyasi iktidar adına, devlet bürokrasisi adına karar veriyor.
Yargının zaman zaman bazı hükümetlerle çatışıyor görünmesi, onun, devletin yüksek çıkarlarını savunması pratiğine aykırı düşmüyor.
Elbette, burjuva demokrasisi diye tanımladığımız ülkelerin bir kısmında hakimlerin seçimle işbaşına gelmesi ya da jürilerin halk adına karar vermesi uygulaması da, doğal bir sonuç olarak, kararların, gerçekten halk ya da ulus adına verilmiş olmasını getirmiyor. Seçimin tek başına halkın iradesini ortaya çıkarmadığını biliyoruz. Aksi takdirde seçim olan her yerde halkın iradesinin iktidar olduğunu, halkın kendi kendini yönettiğini söylemek gibi abes bir durum ortaya çıkar. Burjuva demokrasilerinde de, her türlü seçimde, burjuvazi bin bir türlü hile ile ve elindeki maddi olanakları kullanarak burjuvazinin temsilcilerinin seçilmesini sağlar. Sonuçta seçilen yargıçlar ya da jüriler de bu ülkelerde burjuvazinin çıkarları doğrultusunda karar verir. Ama, biçimsel olsa da, buralarda böyle bir sistem kurulmuştur ve yıllardır işletilmektedir.
Bizim ülkemizde, yargıçların ulus adına karar vermesi, 12 Eylül generallerinin ulus adına yasa yapmasına benzemektedir.
Halkın gerçekten yargıda söz ve karar sahibi olması, 1917 Sovyet Devrimi’nden sonra SSCB’de mümkün olmuştur. Biri meslekten hukukçu, yedi yargıçtan oluşan halk mahkemeleri kurulmuştur. Yargıçlar yargı çevresi içinden halk tarafından doğrudan seçilmiştir. Hukukçu olan dışındaki yargıçlar fabrikalardan, hizmet birimlerinden seçilmiş işçiler ve emekçiler olmuştur.
Sovyet ceza hukuku suçların sosyal nedenlerle ortaya çıktığını, ekonomik ve sosyal düzenin suçluları yarattığını savunmuş ve sosyalizm deneyimi bu tezin ne kadar doğru olduğunu, suçluların sayısının her geçen gün hızla azalması ile kanıtlamıştır.
İşçi ve emekçilerin iktidarını yıkma girişimi yanında halka ve halkın kaynak ve değerlerine karşı zimmet ve rüşvetçilik gibi suçların en ağır suç olarak nitelendiği SSCB’de, bizim ekonomik suçlar dediğimiz, hırsızlık, gasp, yankesicilik vb. suçlar işleyenlere topluma kazanıcı yaklaşım ve ekonomik suçlara kaynaklık eden işsizlik ve yoksulluğun giderek ortadan kaldırılması; bu suçların sıfırlanması sonucunu doğurmuştur.
Sosyalist sistemde hukuk ve hukuk düzeni sorununu başka bir yazıya bırakarak, sonuç olarak, yeni TCK’nın ne bir demokratikleşme ne bir ilerleme ne de devrim sayılamayacağı, eski acı ilacın canlı renklerle boyanıp tatlandırılmasından başka bir şey olmadığı açıktır.
Sovyet Hukuku
HUKUK MESELESİ
-Hakkım hukukum var benim!
Diye diretiyordu adamcağız
Yaklaşıp sordu B:
-Mülkünüz ne kadar beyim? *
Ülkemizde Marksizm-Leninizmin temel teorik eserlerinin önemli bir kısmı Türkçe olarak yayınlanmışken; sosyalizm deneyi ve SSCB’deki kırk yıllık sosyalizm uygulaması hakkında Türkçe kaynak sayısı yok denecek kadar sınırlıdır.
Türkiyeli ilericiler ve hatta Marksistler, SSCB’deki sistem ve sosyalizm uygulaması hakkında daha çok sosyalizm düşmanlarınca yazılmış kitap ve diğer kaynaklardan bilgi sahibi olmuşlardır. Hatta, böyle bir bilgilenme sonucu, pek çok devrimci, sosyalizm aleyhine anlatılan uygulama ile ilgili hikayeleri, sosyalizmin pratiği gibi benimsemiş ve savunagelmiştir.
Sosyalist ülkelerde ve özel olarak SSCB’de hukuk pratiği ise, diğer alanlardan daha az bilinen bir alandır. SSCB’de hukuk denince ilk akla gelen, rejim muhaliflerinin “göstermelik” yargılanmaları ve “Gulag Takımadaları” olabilmektedir. Ama, burjuvazinin bu alçakça propagandası, bu propagandaya inanmaya dünden hazır kişiler dışında, sosyalistleri tatmin etmez. Gerçek sosyalistler, işçi sınıfı devrimcileri ise, “yüz milyonlarca insanın yaşadığı sosyalist ülkelerde, yıllarca, toplumsal ilişkileri düzenleyen hukuk kurallarının neler olduğu”nu iyi bilirler.
*
Henüz proletarya bir devrim ile iktidarı ele geçirmeden ve proletarya diktatörlüğünü kurmadan, bu diktatörlüğün hukukunu yaratmak mümkün değildir.
Dolayısıyla başta Marks, Engels ve Lenin olmak üzere Marksistler, “sosyalizm kurulduktan sonra nasıl bir hukuk sistemi kurulmalıdır” gibi bir soruyu tartışmaya gerek duymamışlar, proletarya diktatörlüğü koşullarında, üretim araçlarının toplumsallaştırıldığı bir sistemde, buna uygun bir hukuk sisteminin kurulacağını yinelemekle yetinmişlerdir. Bu nedenle, bugün burjuva hukuk ile sosyalist hukuku karşılaştırmak için, genel ilkelerin ötesinde, sosyalist ülkelerdeki hukuk uygulamaları ile mevcut burjuva hukuk sistemlerini karşılaştırmaktan başka bir yol yoktur.
HUKUK BİR ÜST YAPI KURUMUDUR
İnsanların maddi yaşamlarını, toplumsal ilişkilerini belirleyen, onların bilinçleri olmayıp, tam tersine, insanların bilinçlerini şartlandırıp belirleyen, onların maddi yaşamlarıdır, toplumsal ilişkileridir. İnsanlar, içinde yaşadıkları maddi çevreye, toplumsal üretim modeline, ekonomik alt yapıya denk düşen bir biçimde düşünürler. Marksizmin çok bilinen temel tezlerinden biri olan yukarıdaki yaklaşımdan çıkarak kestirebileceğimiz gibi, üst yapı kurumları, kendiliğinden, tek başlarına toplumsal sistemi belirleyemez. Marks, Engels çağdaşları ile giriştikleri tartışmaların çoğunda yukarıdaki tezi çeşitli örneklerle tartışarak, ahlak üzerine, ebedi adalet ve hukuk üzerine toplumsal kurtuluş projeleri ortaya atan düşünürleri yanıtlamışlardır.
Hukuk kurumunun oluşmasını Engels aşağıdaki gibi anlatıyor:
“Toplumun gelişmesinin çok ilkel, belirli bir aşamasında herkesin ortak üretim ve değişim koşullarına bağlı kılınmasını sağlamak ve ürünlerin, her gün yinelenen üretim, dağıtım ve değişim işlemlerini ortak bir kural altında toplamak gereği duyulmuştur. Başlangıçta adet olan bu kural kısa zamanda yasa haline gelmektedir. Yasa ile birlikte, onun korunmasıyla yükümlü organlar –kamu yetkesi, devlet– zorunlu olarak doğar. Daha ileri toplumsal gelişme ile, bu yasalar oldukça geniş kapsamlı bir yasal sistem haline dönüşmektedir. Bu yasal sistem daha karışık hale geldikçe, ifade biçimi, toplumun olağan ekonomik yaşam koşullarının dile getirildiği ifade biçiminden uzaklaşmaktadır. O, varlık nedenini ve daha ileri evriminin gerçekleşmesini ekonomik ilişkilerden değil, ama kendi iç dayanaklarından, ya da isterseniz ‘irade kavramı’ndan alan bağımsız bir unsur gibi görünmektedir. İnsanlar kendilerinin hayvanlar dünyasından geldiklerini unuttukları gibi, haklarının kendi ekonomik yaşam koşullarından geldiğini de unutmaktadır. Yasal sistemin karışık, geniş kapsamlı bir bütün haline gelişmesiyle, yeni bir toplumsal işbölümü zorunlu hale gelir; bir profesyonel hukukçular örgütü gelişir ve bunlarla hukuk bilimi oluşmaya başlar. Bu bilim, daha sonraki gelişiminde, çeşitli halkların ve çeşitli zamanların yasal sistemlerini, belli ekonomik ilişkilerin bir yansıması olarak değil, ama varlık nedenlerini bizzat kendilerinde bulan sistemler olarak kıyaslar. Kıyaslama, ortak noktalar varsaymakta, ve bunlar, bütün bu yasal sistemlerde aşağı yukarı ortak olan şeyleri toplayan ve bunu doğal hak olarak adlandıran hukukçular tarafından bulunmaktadır. Ve neyin doğal hak olup, neyin olmadığını ölçmek için kullanılan birim, bizzat hakkın en soyut ifadesi olan, adalettir. Dolayısıyla, bundan böyle, hakkın gelişmesi, hukukçular için ve her konuda onların sözüne güvenenler için, insan koşullarını, yasal terimlerle ifade edildiği sürece, adaleti, sonsuz adalet idealine daha da yaklaştırma çabasından başka bir şey değildir. Ve her zaman için bu adalet, bazen tutucu, bazen devrimci açıdan, mevcut ekonomik ilişkilerin ideolojileştirilmiş, yüceltilmiş ifadesinden başka bir şey olmamıştır. Yunan ve Romalıların adaleti, köleliği haklı sayıyordu; 1789 burjuvasının adaleti, feodalizmin haksız olduğu gerekçesiyle ortadan kaldırılmasını talep ediyordu. Prusyalı junker (toprak sahibi) için bölgelerin örgütlenmesi bile (toprak reformu) ne kadar acınası olursa olsun, sonsuz adaletin çiğnenmesidir. Dolayısıyla, sonsuz adalet kavramı, yalnızca zaman ve yere göre değil, ilgili kişiye göre de değişmekte, ve Mülberger’in doğru olarak ‘herkes farklı bir şey anlıyor’ dediği şeyler arasına girmektedir.”(1)
Marks ve Engels pek çok eserlerinde hukuk ve dinin bir üst yapı kurumu olduğunu vurgulamışlardır. Örneğin, Komünist Manifesto’da:
“İnsanların tasarımlarının, görüşlerinin ve kavramlarının, sözün özü, onların bilinçlerinin, kendi toplumsal yaşam ilişkileriyle, toplumsal varlıklarıyla birlikte değiştiğini kavramak için çok derin bir sezgiye gerek var mıdır?
“Düşünce tarihi, düşünsel üretimin maddi üretim değiştikçe başkalaştığı olgusu dışında neyi kanıtlar? Her çağın egemen düşüncesi, o çağın egemen sınıfının düşüncesi değil de nedir?
“İnsanlar, toplumda devrimci atılımlara yol açan düşüncelerden söz ettiklerinde salt şu gerçekliği dile getirirler: Eski toplumun bağrında yeni toplumun tomurcukları oluşturulmuş, eski toplumsal yaşam ilişkilerinin çözülüp dağılması ile birlikte, eski düşünceler de etkinliklerini yitirmişlerdir.
“Eski dünya son demlerini yaşarken, eski dinler de Hıristiyanlık tarafından altediliyordu. On sekizinci yüzyılda, bu kez de Hıristiyanlık düşünceleri akılcı düşünceler tarafından altedildiğinde, feodal toplum, o dönemde devrimci nitelik taşıyan burjuvazi karşısında bir ölüm kalım savaşı vermekteydi. Vicdan ve din özgürlüğüne ilişkin düşünceler de, aslında salt serbest rekabetin düşünce alanındaki görüntülerinden ibarettir.”(2)
…
“Düşünceleriniz, görüşleriniz, burjuva üretim ve mülkiyet ilişkilerinin ürünleridir. Tıpkı hukukunuzun kendi sınıfınızın yasa katına çıkarılmış bir iradesi oluşu gibi. Bu öyle bir iradedir ki, içeriği de, yine kendi sınıfınızın maddi, ekonomik yaşam koşullarınca saptanır.”3
Marx, Alman İdeolojisi’nde ise, bir yabancılaşma kurumu olarak hukuku ve profesyonel hukukçuluğu şöyle anlatır:
“Toplumdaki işbölümü çerçevesinde, toplumsal üretim ilişkileri bireylere karşı özerk bir güç kazanırlar. Bu arada, söz konusu ilişkilerin bireylerce büyülü güçler olarak görülmesi, bu güçlerin yansıttıkları gerçek ve somut ilişkilerin bağımsızlaştırılmasının kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bunun yanı sıra, söz konusu soyut güçler, olağan bilinçte özel bir yürürlük de kazanırlar. Bu işi kotaran da politikacılar ve hukukçular olur. Onlar, işbölümü dolayısıyla bu kavramların bilinmezliğine, gizemine muhtaçtırlar. Ve onlar, bütün mülkiyet ilişkilerinin gerçek temelini hep bu kavramlarda görürler. Yoksa üretim ilişkilerinde değil.”(4)
Burjuva toplumlarında hukuk kurumunun devasa boyutu, hukuk fakülteleri, binlerce kütüphaneyi dolduran hukuk kitapları düşünüldüğünde, Marks’ın yukarıdaki sözlerinin önemi daha iyi anlaşılmaktadır.
Belirtildiği gibi; Marksistler ise, sosyalist toplumdaki hukuka ait öngörülerini, sosyalist toplumun üretim ilişkileri ile bağlantılı olarak dile getirirler. Özel mülkiyetin olmadığı sosyalist toplumda ahlak ve ahlaki değer yargılarının –kuşkusuz buradan hukukun da– nasıl farklılaşacağını, ahlak ve hukukun göreceliğini Engels aşağıdaki gibi örneklemiştir:
“Çağdaş toplumun, feodal soyluluk, burjuvazi ve proletaryadan oluşan üç sınıfından her birinin kendine özgü bir ahlak anlayışına sahip bulunduğu olgusundan şu sonuç çıkar: İnsanlar, bilinçli ya da bilinçsiz yoldan, ahlak anlayışlarını, son toplamda, sınıfsal konumlarının kaynaklandığı pratik ilişkilerden, eş değişle, üzerinde üretim ve değiş tokuşta bulundukları ekonomik ilişkilerden türetirler.
“Taşınır mallar üzerinde özel mülkiyetin gelişmesinden başlayarak, bu mülkiyetin hüküm sürdüğü toplumların tümünde ‘hırsızlık etmeyeceksin’ yolunda bir ortak ahlak buyruğunun yürürlüğü gerekiyordu. Ama bu olgu, asla, sözü geçen buyruğun ölümsüz bir ahlak buyruğu oluşturduğu anlamına gelmez. Nitekim, hırsızlığa itici güdülerin ortadan kaldırıldığı, bu nedenle de hırsızlık suçlarının ancak ruh hastaları tarafından işlendiği bir toplumda, ‘hırsızlık etmeyeceksin’ yollu bir ölümsüz buyruğu pür ciddiyet ilan etmek isteyen bir ahlak vaizine kim bilir ne kadar gülünür.”(5)
Ve Marksistler, zor ile birlikte, hukukun devlet kurumu içindeki rolüne özel bir vurgu yapmışlardır.
“Bireylerin, asla kendi iradelerine bağlı olmayan maddi yaşamları, birbirlerini karşılıklı olarak etkileyen üretim biçimleri ve alış-veriş biçimleri, devletin gerçek temelidir ve bireylerin iradesinden tüm bağımsız olarak, işbölümü ile özel mülkiyet gerekliliğini sürdürdükçe, her basamakta da böyle kalır. Bu fiili ilişkiler asla devlet iktidarınca yaratılmış değildir. Tersine, devlet iktidarını yaratan, bu ilişkilerdir. Ve işte bu ilişkiler çerçevesinde topluma egemen olan bireyler, iktidarlarını devlet kılığında billurlaştırmak zorundadır. Fakat onlar, ayrıca, bu belirli ilişkilerce şartlandırılıp belirlenmiş iradelerini de, devlet iradesi diye, yasa olarak, genel bir biçimde açığa vurmalıdırlar. Bu öyle bir açığa vurmadır ki, içeriği, özel hukukun ve ceza hukukunun da apaçık kanıtladığı gibi, her zaman, söz konusu egemen sınıfın kendi ilişkilerince belirlenir.”(6)
Lenin Devlet ve İhtilal isimli kitabında; devlet, hukuk ve demokrasi konularında Marksizmin temel tezlerini özetlemiş ve 1917 Ekim Devrimi’nden sonra kurulan proletarya diktatörlüğünün özü ve biçiminin teorik temellerini atmıştır.
“Üretim araçları, daha şimdiden, artık bireylerin özel mülkiyetinde değildir. Tüm toplumun malıdır. Toplumsal bakımdan gerekli çalışmanın belirli bir parçasını tamamlayan her toplum üyesi, toplumdan, sağladığı çalışmanın niceliğini gösteren bir bono alır. Bu bono ile, kamusal tüketim nesneleri mağazalarından, çalışmasına denk düşen bir nicelikte ürün alma hakkını elde eder. Sonuç olarak, toplumsal fona ödenen çalışma tutarı çıktıktan sonra, her işçi, toplumdan, ona vermiş olduğu kadarını alır.
“‘Eşitlik’in egemenliği denebilir buna.
“Ama (çoğunlukla sosyalizm denilen ve Marx’ın komünizmin birinci evresi adını verdiği) bu toplumsal düzenden söz eden Lassalle, bu düzende ‘hakkaniyetli bölüşüm’, ‘eşit emek ürünü üzerinde herkesin eşit hakkı’ olduğunu söylerken yanılır ve Marx bu yanılmanın nedenini açıklar.
“Marx, ‘eşit hak’ der; gerçekten, burada eşit hak vardır; ama burada söz konusu olan şey, henüz ‘burjuva hukuku’dur. Her hukuk gibi, eşitsizliği öngerektiren burjuva hukuku. Her hukuk, farklı insanlara, tek bir kuralın uygulanmasına dayanır. Bundan ötürü, eşit hak, aslında eşitliğe bir saldırı, bir adaletsizlik demektir. Gerçekte, herkes toplumsal üründen, kendisi tarafından sağlanan toplumsal çalışmanın eşit bir parçası için (yukarıda belirtilen çıkarmalarla) eşit bir pay alır.
“Oysa, bireyler birbirine eşit değildir: biri daha güçlü, öteki daha güçsüzdür; biri evli, öteki değildir; birinin çocuğu çok, ötekinin azdır vb…
“…‘Emek eşitliğinde ve dolayısıyla toplumsal tüketim fonuna katılma eşitliğinde, demek ki, biri gerçekte ötekinden çok alır, biri ötekinden daha zengindir vb.’.. Bütün bu sakıncalardan kaçınmak için, ‘hakkın eşit değil, eşitsiz olması gerekirdi’ diye bağlar Marx.
“Öyleyse komünizmin ilk evresi, adalet ve eşitliği gerçekleştirmez; zenginlik bakımından insanlar arasındaki farklılıklar, hem de haksız farklılıklar sürecektir; ama insanın insan tarafından sömürülmesi de olanaksız olacaktır, çünkü üretim araçları, yani fabrikalar, makineler, toprak vb. üzerinde özel mülkiyet olarak, egemenlik kurulamayacaktır….
“Marx, yalnızca insanlar arasındaki kaçınılmaz eşitsizliği değil, üretim araçlarının tüm toplumun ortak mülkü haline dönüşümünün (sözcüğün alışılmış anlamında ‘sosyalizm’in) tek başına bölüşümdeki kusurları, ve, ürünler ‘emeğe göre’ dağıtıldığına göre, egemen olmakta devam eden ‘burjuva hukuku’nun eşitsizliğini ortadan kaldırmayacağı gerçeğini de, sıkı sıkıya hesaba katar.
“…‘Ama, diye sürdürür Marx, bu kusurlar, uzun ve sancılı bir doğum döneminden sonra, kapitalist toplumdan henüz çıkmış bulunduğu biçimiyle, komünist toplumun birinci evresinde kaçınılmaz şeylerdir. Hukuk, ekonomik durum ve ona karşılık düşen uygarlık derecesinden hiçbir zaman daha yüksek olamaz…
“Demek ki, komünist toplumun (genellikle sosyalizm adı verilen) birinci evresinde, ‘burjuva hukuku’ tamamen değil, ancak kısmen, ancak ekonomik devrimin yapılmış bulunduğu ölçüde, yani ancak üretim araçlarıyla ilgili olarak yürürlükten kaldırılmıştır. ‘Burjuva hukuku’, bireylerin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetini tanıyordu. Sosyalizm üretim araçlarını ortaklaşa bir mülkiyet haline getirir. İşte bu ölçüde, ama ancak bu ölçüde ‘burjuva hukuku’ yürürlükten kaldırılmış olur.
“Ama bunun dışında, ürünlerin bölüşümü ve çalışmanın toplum üyeleri arasındaki dağılımının düzenleyicisi olmak bakımından (burjuva hukuku) yürürlükte kalır.”(6)
Burjuva hukuku, hatta burjuvasız burjuva devleti, sosyalizmde –komünizmin ikinci evresine kadar– yaşamını sürdürür.
SSCB’DE HUKUK
Ekim Devrimi’nden sonra, SSCB’de, yukarıda aktardığımız tezler doğrultusunda bir devlet ve hukuk sistemi inşa edilmiştir.
Devrimden sonra, Lenin, yasama ve yürütme organları arasında, devrimci rejimin birliğini ve yeteneğini tehdit eden herhangi bir ayrılığı reddetmişti. Tüm iktidar yetkesinin, yasama ve yürütmenin soydan gelmelikle ve keyfi olarak tek elde toplandığı feodalizmden burjuva devletine geçişte ortaya çıkan (burjuva iktidarı pekiştikten sonra, ayrı gibi görünen kurumların hepsi de, burjuvazinin iktidarı için tek bir kurum gibi çalışmaya başlamıştır) kuvvetler ayrılığı ilkesine uygun kurumlar; yasama (meclis), yargı (mahkemeler) ve yürütme (hükümet ve idare); SSCB’de, tamamen teknik görevlerin yerine getirilmesi için ayrı olarak örgütlenmişti.
Ekim Devrimi’nden sonra, sosyalist hukukun iki ana dalı olarak Aile Hukuku ve İş Hukuku kabul edildi. Ceza hukuku, ekonomik koşulların değişmesiyle suç işlemenin azalacağı ve ceza yaptırımının da gereksiz kalacağı düşüncesiyle, geçici bir alan olarak ele alındı.
Aile hukuku konusunda 1918, 1922 ve 1926 yıllarında yasal düzenlemelere gidildi. Evlenme, kilisenin denetiminden çıkarıldı. Kadın ve erkeğin iradesinin evlilik için yeterli olduğu düzenlemeler getirildi. Her iki taraf boşanmak istediği zaman, son derece basit bir yargısal işlemle boşanma gerçekleşiyordu. Taraflardan biri boşanmak istemez ise, dava açılıyordu.
Evlenen çiftler, ister kadının, isterse erkeğin ya da her iki tarafın kabul ettiği ortak bir soyadını alabiliyordu. Evlilik içi ve evlilik dışı çocuklar arasında tam eşitlik sağlanmıştı.
1918 yılında yürürlüğe giren iş yasasında ise, çalışma süresi, tatil süreleri, asgari ücretler, sendikal ilkeler vb. tespit edildi. Bu yıllarda çalışmanın bir hak olduğu kabul ediliyor, devlet herkese mutlaka bir iş buluyor, iş bulunamadığı takdirde, İşsizlik Yardımı Dairesi işsiz emekçiye belirli bir ücret ödüyordu.
Ceza hukuku alanında, ilk anda, halk tarafından seçilen yargıçlardan oluşan mahkemeler kuruldu, ayrıca karşı devrimcileri yargılamak için devrim mahkemeleri oluşturuldu.
Mahkemeler “davanın durumuna ve ihtilalci bilince” göre karar veriyorlardı. Ceza yasasında yer alan suçlar listesine; kamu düzenini rahatsız etme, hırsızlık ve karaborsacılık vb. suçları eklendi. 18 yaşından küçüklerle ilgili ceza hükümlerinin kaldırılması, karşıdevrimci propagandayı engellemek için içinde gazetecilerin yer aldığı mahkemeler kurulması gibi uygulamalar gündeme geldi.
Ceza mahkemelerinin verdiği kararlara karşı temyiz mahkemelerine itiraz edilebiliyordu. Temyiz mahkemesi çeşitli konularda içtihat oluşturuyor, bazen de dosyayı yasama organına gönderip, bu organın dava konusunda bir yasal düzenleme yapmasını istiyordu. Bu şekilde ceza hukuku alanında bir kodifikasyona gidildi.
Yargıçlar, medeni haklardan yoksun olmayan (yani kapitalist ve soylu sınıfların üyesi olmayan) işçi hareketi içindeki organizatörler ve hukuk alanı veya her iki alanda tecrübeliler içinden seçiliyordu. Seçilen yargıçlar, daha çok profesyonel devrimciler ve işçi sendikalarının yöneticileri ve meslekten hukukçular içinden oluyordu. 1918 Eylülü’ne kadar ceza hukuku alanında 40 usul yasası, 69 ceza yasası yürürlükteydi. Bunların dışında, yargıçlar, yasal boşlukları kararları ile dolduruyordu.
Sovyet hukukunda, daha ilk günden, uygulamada biçimsel yaklaşımlar reddedilmiştir. Bir kişinin biçimsel bir takım kurallar nedeniyle aklanması ya da mahkum edilmesine izin verilmemiştir. Savcılık kurumu da daha sonraki yıllarda ortaya çıkmıştır.
Sovyetlerin ilk döneminde siyasi olmayan suçlarda daha yumuşak davranıldı. İlk yargılamaların toplamının yüzde 35’i hapis (ki, bunların beşte dördü iyi hal uygulamasına tabi tutulmuştu), yüzde 8’i sosyal hizmetlerde çalışma, yüzde 4’ü para cezası, yüzde 10’u uyarma, kınama vb. cezalar ve geri kalanı beraat idi. Hapis cezalarının dörtte üçü hırsızlık vb., dörtte biri ise karaborsacılık suçlarına verilmişti.
1919 ve 1922 yılında yapılan düzenlemelerde “Ceza, gereğine uygun olarak ve suçluya gereğinden fazla eziyet vermeyecek ve haysiyetini kırmayacak şekilde sınırlanmalıdır.” ilkesi getirildi. Sovyet ceza hukukunda, “sınıflı toplumlarda suçun kaynağı suçlunun kişiliğinde değil, fakat toplumun sosyal yapısında bulunur” anlayışı ile hareket edildi. Ücretinin bir kısmını ceza olarak ödeme, akşam derslerine devam etme, bir sosyal hizmette çalışma, bir kamu hizmetinde çalışmanın yasaklanması, bir meslekten atma vb. türü cezalar uygulandı.
1917 yılında miras hakkı kaldırıldı. Daha sonra, 1918 ve 1922 değişikliklerinde, “kaldırılma” yerine kısıtlama getirildi. Vasiyete izin verilmedi. Ölenin mirasçıları, çalışamayacak durumda iseler, ölenin ev eşyaları ve 10 bin rubleyi geçmeyen parasını alabiliyorlardı.
Sovyet hukukunun temelleri savaş komünizmi döneminde atıldı. NEP döneminde ise, başta Medeni Yasa olmak üzere, pek çok yasal düzenleme gerçekleştirildi.
Sosyalist hukuk, halka daha başarılı ve daha iyi hizmet edebilmek için, halka bağlı ve halka açık bir hukuk yargılamasının varlığını gerektirir.
Bu yargı sisteminde:
– Yargıçlar belirli süreler için halk tarafından seçilirler ve istendiği zaman yine halk tarafından görevden alınabilirler.
– Halk mahkemeleri üyeleri yargısal kararlara serbestçe katılabilirler.
– Hukuk yargılaması biçimsellikten uzaklaştırılmış; sözlülük, basitlik ve yanlış usuli işlemlerin mahkemenin uyarısı ile düzeltilebilmesi gibi demokratik yöntemler benimsenmiştir..
– Avukatlık hizmetleri sosyalleştirilir.
Avukatlık hizmetlerinin sosyalleşmesi şöyledir:
Avukatlar hukuksal yardım bürolarında birleştirilir. Her bir adli bölgede yeterli sayıda avukatı barındıran hukuksal yardım bürosu bulunur. Avukatlar ancak bu büroların üyesi olarak avukatlık yapabilir. Büroya başvuran kişinin başvurusu büro başkanı (sekreteri) tarafından kabul edilir ve bürodan bir avukat görevlendirilir. Vekil eden bürodan istediği avukatı seçme hakkına sahiptir.
Avukatlık hizmeti karşılığında vekalet ücreti hukuksal yardım bürosuna ödenir. Büro her avukata devlet tarafından belirlenmiş ücreti öder. Avukat ile müvekkili arasında parasal bir ilişki söz konusu olmaz.
Hukuksal yardım bürolarınca oluşturulmuş bir fondan karşılanmak üzere, her avukata asgari bir ücret garantisi devlet tarafından sağlanmıştır. Yine, avukatlık ücreti ödeyemeyecek bir kişiye de bürodan avukat atanır.
Sosyalist hukuk sisteminde tarafların sahip bulunduğu sosyal haklar şunlardır:
– Biçimsel olmayan, hızlı ve ucuz hukuksal koruma.
– Maddi durumu uygun olmayanlara adli yardım ve birçok uyuşmazlıkta mahkeme giderlerinden muaf tutulma.
– Mahkemelerde kullanılan resmi dilin bilinmemesi halinde her isteyene tercüman sağlanması ve tercüman aracılığıyla davanın yürümesi.
– Yargılama sürecine tarafların aktif katılımının sağlanması, mahkemenin taraflara haklarını savunmada yardımcı olması vs.
Sosyalist hukuk sisteminde yargılama açık (aleni) ve sözlüdür. Sözlülük ilkesi, açıklık ilkesini kuvvetlendiren bir husustur.
Taraflar, yargılama sürecinde, istedikleri zaman yanlışlarını düzeltebilirler. Taraflar yanlış usul işlemi yaptıklarının farkına varmasalar bile, mahkeme yanlış yapan tarafa yanlışını bildirir.
Sosyalist hukukta bir üst mahkemeye müracaat için gerekçe göstermek şart değildir. Karardan memnun olmadığını bildirmek yeterlidir.
Sosyalist hukukta mahkemeler muvazaalı (danışıklı) davalara izin vermez.
Yalan tanıklık, sahte delil vb. gibi yargıyı sakatlayan girişimlere karşı sert yaptırımlar uygulanır.
Sosyalist hukukta mahkemeler objektif gerçekliği araştırır. Yani, tarafların sunduğu delillere bağlı kalmaz. Mahkemeler objektif gerçekliğe ulaşmak için kendiliğinden delil toplama ve diğer işlemleri yapmakla yükümlüdür.
SSCB’de otuzlu yıllarda hukuk sistemi oturmuş ve çağının en ileri hukuk sistemi haline gelmiştir. Bu dönemde, Sovyet hukukçuları içinde büyük bir tartışma yaşanmıştır. Stucka, Kursky, Krylenko, Akulov ve Pasukanis gibi isimlerin başını çektiği revizyonist “meta mübadelesi okulu” Engels’in Anti-Duhring’te –komünizmin ikinci evresini kast ederek– üzerinde durduğu, “işçi sınıfı, devlet iktidarını ele geçirir ve ilk elde üretim araçlarını devlet mülkiyetine dönüştürür…İnsanların yönetiminin yerini, şeylerin ve üretim sürecinin yönetimi alır. Devlet, ortadan kaldırılmaz, devlet sönümlenir” saptamasından yola çıkarak, sosyalist devletin ihtiyaçlarına uygun bir hukuk yaratma ve bunun teorisini yapma yerine, hukukunun sönümlenmesi teorisini yapmışlar (8) ve tasfiye edilmişlerdir. Komünist Akademi’de etkili olan bu okul, “kıyas hukuku” sistemini, yani mahkemelerin, bir başka mahkeme kararını esas alarak, herhangi bir yasal düzenlemeye gerek olmadan, karar vermesini savunuyordu. Stalin ve Komünist Parti, dört tarafı düşmanla çevrilmiş ve sürekli saldırıya uğrayan SSCB’de, –belirli mesafeler alınmış olsa da– tamamlanmakta olan sosyalizmin birinci aşamasında henüz devletin sönümlenmekten uzak olduğunu, düşmanları ezecek güçlü bir devlete hâlâ ihtiyaç olduğunu ve böyle bir devlette hukuk sisteminin de olması gerektiğini vurgulamıştır. Ünlü Sovyet hukukçusu Vişinski, sosyalist hukuku, “sosyalist kuruluşun tamamlanışı ve sosyalizmden komünizme tedrici geçiş dönemi sıralarındaki sosyalist hukuk, Emekçiler Devleti tarafından yasalaştırılan, tespit edilen ve sosyalist ilişkileri ve komünist bir toplumun kurulmasını geliştirmek, güçlendirmek ve korumak amacıyla işçi sınıfı tarafından ve Komünist Partisi’nin önderliği altında yönetilen tüm Sovyet halklarının iradesini dile getiren normlar sistemidir.” (9) şeklinde tanımlıyordu.
Sosyalist hukuk tartışmalarının sona ermesi ile, SSCB’nin ünlü 1936 Anayasası’nın hazırlanması ve yürürlüğe girmesi aynı döneme denk geldi.
Bir komisyon tarafından hazırlanan Anayasa taslağı, bütün fabrikalara, işyerlerine, üniversitelere, yazar birliklerine vb. gönderildi. Anayasa taslağı, halk içinde beş buçuk ay yaygın olarak tartışıldı. Değişiklik önerileri, komisyona iletildi ve 1936 yılında kabul edildi.
1936 Sovyet Anayasası, o güne kadar hiçbir anayasada yer almayan hakları yurttaşlarına tanıyor ve bu hakların kullanılması için maddi olanakların yaratılmasını emrediyordu.
Bugün bizim için doğal bir hak imiş gibi görünen, ancak neoliberal saldırganlığın hedefi olarak gaspedilmekte olan yıllık ücretli izin, parasız eğitim ve sağlık hizmeti, yaşlılık aylığı, iş günü saatlerinin kısaltılması vb. pek çok hak, o günlerde kapitalist sistemin hiçbir ülkesinde işçi sınıfına bir hak olarak tanınmamıştı. Bu hakların kapitalist ülkelerde kabulü, 1936 Anayasası’ndan ve SSCB’de hayata geçip kullanılmasından onlarca yıl sonra oldu. Gelişmiş kapitalist ülkeler, kendi işçi sınıflarının bir sosyalist devrime kalkışmaması ve SSCB’yi örnek almaması için, sınıfı mücadelesini yatıştırıp bastırmak üzere bu haklardan bazılarını geçici bir süre için kabul etmek zorunda kaldılar. Şimdi, SSCB’nin yıkılması ve sınıf mücadelesinin geçici bir yenilgiye uğramasının ardından, burjuvazi, bu hakları tekrar birer birer geri alıyor.
1936 SSCB Anayasası’nda; 118. Madde’de, çalışmanın bir hak olduğu belirtilmiştir. Çalışmanın bir hak olması, herkesin devletten bir iş isteyebileceği anlamına gelmektedir.
119. Madde: Dinlenmeyi bir hak olarak tanırken, işgününü, ağır işlerde 4 saat, diğer işlerde 6 ve 7 saat olarak belirlenmiştir. Bu maddeyle, yıllık izin ve bu iznin devlet tarafından yapılmış sosyal tesislerde kullanılabilmesi güvenceye alınmıştır.
120. Madde: Yurttaşların ihtiyarlık, hastalık durumunda ve çalışma yeteneklerini kaybettiklerinde maddi hayatlarını sağlama hakkını tanınmış; sağlık hizmetlerinin ücretsiz olduğunu karar altına almıştır.
121. Madde: SSCB yurttaşlarının öğrenim hakkına sahip olduğunu belirtmiştir. Bu hak genel ve ücretsizdir. Ücretsiz öğrenim hakkına, yüksek okullar da dahil olup, okullarda anadilde öğretim yapılması güvenceye alınmıştır.
122. Madde: Ekonomik, medeni, kültürel, siyasal ve diğer sosyal alanlarda kadına erkek kadar eşit haklar verildiği belirtilmiştir.
123. Madde: Çeşitli ulus ve milliyetlerden yurttaşların eşit haklara sahip olduğunu tanıyıp kararlaştırmıştır.
124. Madde: Yurttaşlara vicdan özgürlüğü sağlamak üzere, SSCB’de, kiliseyi devletten ve okulu da kiliseden kesin olarak ayırmıştır. İnanç ve tapınma özgürlüğü gibi, dine karşı propaganda özgürlüğü de bütün yurttaşlara sağlanmıştır.
125. Madde: İfade özgürlüğü, basın özgürlüğü, toplanma ve gösteri özgürlüğünü güvenceye almıştır. Bu hakların kullanılması için, işçilerin ve kurumlarının emrine basımevleri, kağıt stokları, binalar, gösteri meydanları vb. şartlar sağlanmasını düzenlemiş, böylelikle sözü edilen hakları kağıt-üzeri “haklar” olmaktan kurtarmıştır.
128. Madde: Konut dokunulmazlığını ve haberleşmenin gizliliğini güvenceye almıştır.
Bugünlerde, AB müktesebatı babında hemen hemen bütün yasal sistemimiz değiştirilirken, gerek ceza hukukunda, gerek medeni hukuk ve aile hukuku sisteminde, gerekse haklar manzumesinde 1917 Sovyet Devrimi’nden hemen sonra getirilen sistemin çok gerisinde kaldığımız, Sovyet hukuk sistemine kabaca bir bakışta bile fark edilmektedir. Bu, yalnız Türkiye açısından değil, ama “sosyal devlet” gereksiz masraf kapısı sayılarak tüm “sosyal haklar” yanında biçimsel hukuki hakların da çiğnenmekte ve gaspedilmekte olduğu, her alanda Ortaçağ değerlerine dönüşle genel bir gericileşmenin yaşandığı bütün kapitalist ülkeler açısından geçerlidir.
Belki de bunun için Sovyet hukuku ve sosyalizm uygulamaları konusunda ülkemizde ve diğer kapitalist ülkelerde fazla yayın ve kaynak bulunmamaktadır.
*İşçi B’nin Hikayeleri, Peter Mailwald, Çeviren Yılmaz Onay, Evrensel Basım Yayın sf. 40
1- F. Engels, Konut Sorunu, sf. 93-94, Sol Yayınları
2- Komünist Partisi Manifestosu’ndan aktaran Rona Serozan, Devlet ve Hukuk Üzerine, sf. 28-29, May Yayınları
3- Age, sf. 31-32
4- Alman İdeolojisi’nden aktaran Rona Serozan, Agy, sf. 29-30
5- F.Engels, Anti Dühring’ten aktaran Rona Serozan, Agy, sf. 36-37
6- Alman İdeolojisi’nden aktaran Rona serozan, Agy, sf. 70
7- Lenin, Devlet ve İhtilal, sf. 104-106, Bilim ve Sosyalizm Yayınları
8- “Marksizm ve Hukuk” isimli makaleden, Dr. Onur Karahanoğulları, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi.
9- Marksizm ve Sovyet Hukuk Teorisi, Prof. Rudolf Schlesinger, Sinan yayınları