Sanayinin tarım aleyhine plansız ve anarşik gelişimi, kapitalist sistemin temel özelliklerinden biridir. Özellikle de emperyalist devletlerin son büyük saldırısı insanlığın en temel gereksinimi olan tarım ve gıda üretimini büyük bir açmazla karşı karşıya bırakıyor. Dünyanın bütün nimetlerine her ne pahasına olursa olsun el koymak isteyen emperyalizm, diğer alanlarda olduğu gibi tarımda da milyarlarca insanı birkaç büyük efendi emperyalist devlete bağımlı kılmak için hiçbir şeyden kaçınmıyor. Rekabet içindeki emperyalistler bir yandan birbirlerini saf dışı bırakmak için çeşitli entrikalar çeviriyorlar, diğer yandan da, birkaç büyük emperyalist devlet çeşitli ittifaklarla, bağımlı ülkelerin sanayi ve tarımsal üretimlerine mali sermayenin kendilerine getirdiği üstünlüğü acımasızca kullanarak, onları rekabet alanının dışına itiyorlar. Başta ABD olmak üzere emperyalist devletler, onların haciz memurları IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar, WTO, GATT, AB, NAFTA vb. örgüt ve anlaşmalar aracılığıyla ülkeleri kendi açık pazarları haline getirmek için artık daha acımasız ve açıktan soyguna girişiyorlar.
Küreselleşme denen vahşi soygun, başka şeylerin yanı sıra tarım alanında da küçük bir azınlığın milyarlarca insanı sınırsız bir açgözlülükle sömürmesi anlamına geliyor.
Özellikle 1990’dan itibaren dünya ölçeğinde tahıl üretiminde ciddi gerilemeler yaşanıyor. 1984’de kişi başına 346 kg olan yıllık tahıl üretimi, 1990’da 336 kiloya kadar düşmüş durumda. Emperyalist politikalar gereği, borç kıskacına girmiş ülkelerin yağmaya açılması, ulusal tarım üretimlerinin alttan dinamitlenmesi, dünya tarımsal üretiminin gelişimini büyük bir sekteye uğratıyor. Dünyada tarımsal üretim yıllık % 0,5 büyürken, nüfus artışı % 1,6 olarak gerçekleşiyor. Yani her yıl 27 milyon ton olarak gerçekleşmesi gereken tarımsal üretim artışı sadece 12 milyon tonda kalıyor.
Böylece her yıl tarımsal üretim açığı büyüyor. Buna karşın, başta ABD olmak üzere birkaç güçlü emperyalistin depolarında binlerce ton fazla tarımsal ürün stoku bulunuyor. Emperyalistler, üç beş büyük tekelci kuruluş, sadece ve sadece kendi çıkarları, aşırı kâr için dünya tarımını mahvediyor, milyarlarca insanın kaderiyle oynuyor.
Borçlandırma ilmiğini bağımlı ülkelerin boynuna geçiren emperyalizm; IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlar eliyle yürürlüğe soktuğu “yapısal uyum programlan”, “tarımda reform” vb. uygulamalarla daha düne kadar kendine yeter tarımsal üretimi olan ülkeleri, artık tarımsal ürün ithalatçısı ülkeler durumuna getirmiş durumda. Kapitalist ideolog ve ekonomistlerce “gelişmekte olan ülkeler” olarak adlandırılan, ancak “sömürgeleşmekte olan ülkeler” olarak anlaşılması gereken ülkelerde söz konusu bu anlaşmalar ve programlar yoluyla emperyalistlerin önündeki, koruma, gümrük vergileri, ithalat sınırlamaları, teşvik ve destekler vb. tüm engeller kaldırılıyor.
Uruguay Round, dünyanın büyük bir bölümünü teşkil eden halkların tepesine tam anlamıyla bir balyoz gibi indi. Bu anlaşma, büyük bir güce erişen ABD ve AB’li birkaç güçlü emperyalistin, bağımlı ülkeler üzerindeki egemenliğini pekiştirirken, onları soymanın, iliklerine kadar sömürmenin önündeki tüm engelleri yıktı.
İkinci Dünya Savaşı öncesi yıllık 5 milyon ton besin ihraç eden ABD, 1980 yılına gelindiğinde bu rakamı 120 milyon tona çıkarmış durumda.
Bu alanda ABD’nin en büyük rakibi olan AB, ortak tarım politikalarının yürürlüğe girmesi, tarımda modernizasyon, yüksek devlet destekleri ile büyük bir sıçrama sağladı. Uluslararası anlaşmalar, IMF, Dünya Bankası’nın yapısal uyum programları ile bağımlı ülkelerde estirilen terörün sağladığı olanaklarla, 1970’li yılların başında net tarım ithalatçısı olan AB, bundan sadece 20 yıl gibi kısa bir zaman içinde net tarım ihracatçısı konuma ulaştı. Ve bu alanda ABD’nin karşısına güçlü bir rakip olarak çıktı. Dolayısıyla tarımda da ciddi bir pazar sıkıntısı ve pazarlar üzerinde egemenlik mücadelesi yaşanmaya başladı. Özellikle 1980’lerin başlarında dünyada yaşanan tarım ticaretindeki daralma, söz konusu ülkelerde, ama özellikle ABD’nin elinde aşırı üretim sonucu biriken stoklar, tarımsal üretimdeki kriz, kredi geri ödemelerindeki bozulma, ABD’nin tarım üretimine ciddi bir sekte vururken, dünya pazarları üzerinde yeni arayışlara, bağımlı ülkelere yönelik yeni saldırılara, yeni dayatmalara yol açtı.
EMPERYALİSTLERİN YENİ ARAYIŞLARI VE GATT
1930’lu yıllarda tarımsal verimlilik açısından Hindistan, Arjantin vb. ile aynı düzeyde olan ABD’de 1950’li yıllardan itibaren düzenli bir biçimde desteklenen tarım, 1960’lı yıllardan itibaren sürekli güçlendi. Bu yıllarda Sovyetler Birliği’nde yönetimi ele geçiren revizyonist kliğin uygulamaya koyduğu kapitalizmin restorasyonu ile birlikte tarımsal üretim hızındaki yavaşlama, tarımsal üretimin sürekli güç kaybetmesi, diğer ülkeler karşısında ABD’ye büyük bir avantaj sağladı. Bu avantajla ABD, 1970’li yıllardan başlayarak tarım ürünleri ihracatında büyük atak yaptı. 1970’te 3,5 milyar dolar olan tarım ürünleri ihracatını, 1981 yılına kadar 43,3 milyar dolara çıkarttı. Bu artışta en büyük faktör şüphesiz güçlü bir emperyalist devlet olarak ABD’nin diğer ülkelerden sömürdüklerinin bir kısmını bu alana destek olarak sunması, aşırı girdi, teknolojik yatırımlarla verimliliğin sürekli arttırılmasıydı. Nitekim 1978 yılında tarıma sağlanan teşvikler 3,5 milyar dolar iken, bu rakam sadece 8 yıl içersinde, yani 1986 yılına gelindiğinde 42,5 milyar dolara ulaşmıştı.
Ancak ABD’de bunlar olurken AB de boş durmuyor, tarımda büyük yatırımlara girişerek, yükselen bir üretim artışı gerçekleştiriyordu. Hatta üretkenlik bakımından ABD’nin önüne geçmiş ve büyük bir rakip haline gelmişti. Ortak tarım politikası ile sağlanan hızlı verim ve üretim artışı sonucu, 1970’li yılların başlarında tarım ürünleri ithal eden AB, 1990’lı yıllarda artık tarım ihracatçısı konumuna ulaşmıştı. 1972-‘74 döneminde 22,1 milyon ton hububat ithalatı yapan AB, 1992–1994 döneminde 29,3 milyon ton hububat ihraç etti. Böylelikle AB’nin ihracatında % 300’lük bir artış olurken, aynı dönemde ABD’nin ihracatı 68,6 milyon tondan 86,1 milyon tona çıkabilmişti. Yani AB’nin ihracatı % 300 büyürken, ABD’nin tarım ihracatı onun çok gerilerinde kalarak % 30 civarında artabildi.
Bu arada ’80’li yıllarda yaşanan kriz tarımı da vurmuş, pazarlarda daralma yaşanmış, ihracat yavaşlamış, yeni pazar arayışları başlamıştı.
Ekonomideki durgunluk ABD tarımını ciddi biçimde silkelerken, ihracatı düşme trendine girdi. 1980’de 43,3 milyar dolara ulaşan tarım ihracatı büyük gerilemeyle 1986’da 26 milyar dolar seviyelerine indi. Buna karşın ithalat arttı. İç pazarda ise talep artışı % 1 olarak gerçekleşirken, üretimdeki artış % 2’ydi.
Stoklar büyümüş, ABD’li küçük çiftçi yıkıma doğu sürüklenmişti. Çiftçi bankalardan aldığı kredileri geri ödemekte zorlanınca, geri ödenmeyen krediler yüzünden finans piyasaları da zorlandı.
ABD tarımının içinde bulunduğu durumu tartışmak ve çözüm yolları aramak için 10 Kasım 1982’de Şikago’da yapılan Ulusal Tarımsal Bankacılık konferansında Blok sekreterinin yaptığı konuşma daha sonraları gerçekleşecek olan GATT görüşmelerinde ABD’nin tarımı neden bu kadar ısrarla masaya yatırdığı ve kabağın hangi koşullar sonucu bağımlı ülkelerin kafasında patladığını göstermesi bakımından ilginçtir.
Şöyle diyor konuşmacı: “Bugün konuşacağınız neredeyse herkes, tarımın bir felaket içinde olduğunu söyleyecektir size. Ben 400 milyon paund’luk tereyağı, 800 milyon paund’luk peynir, 1,2 milyar paund’luk yağsız süt tozu stoklarımızın kâbusunu yaşıyorum. Devreden pamuk stoğumuz geçen yılki miktarın iki-üç katından fazladır. Buğdayın devreden stoku 2 yıl öncesinden % 43 fazladır. Devreden soya stoku gelecek yıl bu yıldan % 60 fazla olacaktır. Avrupa Ortak Pazarı ticari duvarların arkasına 20 yıl önce 10 üye ülkesiyle tarımda kendi kendine yeterli olmak için inşa edilmiştir. Fakat bu nokta geçilmiştir. Ortak Pazar 1960’lardaki yıllık 20 milyon tonluk net hububat ithalatçılığı konumundan, 1980’lerde net hububat ihracatçısı konumuna gelmiştir. Bu amaçlanan kendi kendine yeterliliğin çok ötesindedir. Para yardımları ihracata yönelik çok artmış ve Amerikan üreticisiyle rekabet durumu yaratmıştır. Bizim üreticilerimiz, Avrupalı kapitalistlerin hazinelerine karşı mücadele vermek zorundadır. Bunun neresi adalettir?”
Temsilcinin konuşması böyledir. Ve o emperyalist tarım politikasının sözcülerinden biri olarak, kendi kendine yetme amaçlı kurulan AB’nin tarım ihracatına yönelmesini ve kendilerine dış pazarlarda rakip olmasını hazmedememekte, AB’nin yaptığını adaletsizlik olarak nitelemektedir. Temsilciye göre adalet, tüm dünyayı ABD’nin tek başına yağmalamasıdır. Gerçekten de ABD’nin tarımsal alandaki yetkililerinden olan bu bayın söyledikleri, varlığını, küçük bir azınlığın çoğunluğu ezmesi ve sömürmesi üzerine kurmuş olan kapitalizmin adalet anlayışının anlaşılması açısından yalın bir örnektir.
Bu konuşmada özet ifadesini bulan ABD’nin tarımının sıkıntılarını gidermek için yeni yollar aranmaya başlandı. Elbette bu yollar tek bir yere çıkıyordu; yoksulların tepesine… ABD’ye göre, tarımın gerilemesinin ve stokların sebebi belliydi; bağımlı ülkeler ve bunların ezilen halkları! Biraz da AB ülkeleri. Öyleyse yapılması gereken açıktı; mali sermaye kıskacına girmiş ve borçları her geçen gün muazzam boyutlara ulaşan, tefeci devletler ve onların çek senet tahsilâtçısı IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların oyuncağı haline gelmiş ülkelerin tarımsal üretimlerine müdahale etmek… Üretimi dinamitlemek… Rekabet güçlerini yok edip o pazarlara emperyalist tekellerin girmesinin önündeki tüm engelleri kaldırmak… Buraları kelimenin tam anlamıyla serbest ticaret bölgeleri ve yağma üssü haline getirerek kapitalist adaleti sağlamak!
Aynı dönemde benzer gelişmeler AB’de yaşanıyordu. Aşırı üretim sonucu stoklar büyümüştü. Yemlik tahıl stokları 200 milyon tona, ekmeklik tahıl stokları 150 milyon tona ulaşmıştı. Et ve süt ürünlerinde ise kısa sürede tüketilemeyecek stoklar oluşmuştu.
Emperyalist devletler ellerindeki stokları eritmek için birbirleriyle büyük bir pazar kavgasına tutuşur, ihracata büyük teşvikler, sübvansiyonlar uygular, pazar için büyük dampinglere başvururken, bağımlı ülkeler üzerinde büyük baskılar uygulamaya, bu ülkelerin sanayi ve ticaretini olduğu gibi tarım alanını da tahribe giriştiler.
ABD, GATT bünyesinde Cenevre görüşmelerinde tarım sorununu masaya getirdi ve bir dizi öneri paketi sundu. Tarım politikalarının yeniden gözden geçirilmesi ile ilgili ABD önerileri sert geçen tartışmalar sonunda kabul görmedi. AB ülkeleri, ABD’nin tüm baskılarına karşın önerileri kabul etmediler.
Elbette ABD, buna sessiz kalmazdı ve önerilerini reddedenlerin burnunu sürtmeliydi. ABD’nin, önerilerini reddeden AB ülkelerine yanıtı; daha önce o güne kadar tonu hiç 155 doların altına inmemiş olan buğday fiyatlarını 70 dolara indirmek oldu. Ve genel olarak o güne kadar AB ve özel olarak da Fransa’nın pazarları olan Afrika ülkelerine tarım ürünleri ihracı için büyük bir hamle yaptı. Dünya fiyatları 150 doların üzerindeyken Mısır’a tonu 25 dolara 1 milyon ton buğday unu sattı. Fas’a 2 milyon ton hububat ihraç etti. Yine Mısır’a çok düşük fiyatlarla tereyağı ve peynir sattı.
Ve bunun için uzun vadeli krediler sağladı. Böylece AB’ye karşı güç gösterisinde bulunurken aba altından sopa gösteriyordu.
Buna karşın AB de eli kolu bağlı beklemedi, Rusya’ya o güne kadar dünya piyasalarında görülmemiş bir fiyata, tonu 450 dolara tereyağı ihraç etti. Bu fiyat AB’nin çiftçilere ödediği destekleme fiyatının bile yalnızca % 14’ünü karşılayabiliyordu. Ama böylece AB de karşı tutum sergilemiş oluyordu. Rekabet kızışmıştı. 1986’da buğdayın ton başına dünya piyasası fiyatı 100 dolara düşmüştü.
Buraya şimdilik bir nokta koyup dampinglerin bağımlı ülkeler ve yoksul halklar için neler ifade ettiğine kısa bir göz atmak gerekiyor. Çünkü görevleri kapitalist sistemin pisliklerini örtmek, onu şirin göstermek olan burjuva demagoglar ve burjuva iktisatçılar kapitalist sistemin rekabet ve fırsatlar sistemi olduğunu, bu özelliğinin kapitalizme bir ayrıcalık kattığını söylerler. Onlara göre kapitalist rekabet, piyasalarda insanlığın yararına işlev görür. Gelişmeyi hızlandırır, insan yaratıcılığını geliştirir.
Şimdi yukarıdaki tabloya bakan bir burjuva iktisatçısı, işte kapitalist rekabet ucuzluk getirdi, tüm insanlar bundan yararlanabilir, diye kapitalizme övgüler düzebilir.
Ancak gerçek hiç de öyle değil. Dampingler sonucu bir dönem için bile olsa fiyatları düşen ürünler, bu ülkelerdeki işbirlikçiler vasıtasıyla ithal edilir ve üzerlerine iyi kârlar konarak iç piyasalara satışa sunulur. Fiyatlar genel olarak yerli ürünün fiyatından düşüktür. Emperyalizmin kölesi durumuna gelmiş hükümetler bu durumu büyük bir ikiyüzlülükle, halka ucuz gıda ürünleri sundukları şeklinde propaganda ederler. Dampingli ürün karşısında yerli ürün pahalı kalmıştır ve rekabet şansını yitirmiştir. Küçük ve orta ölçekli üretici elindeki malı zararına satmak veya çürütmek seçeneklerinden birini tercih etmek zorundadır.
Büyük toprak sahibine gelince; her ülkedeki az sayıdaki büyük toprak sahibi bir yolunu bulup vaziyeti kurtarır. El altından devletten teşvikler alıp o da ithalata girişir ve kâra geçer. Bir yandan da küçük ve orta ölçekli üreticinin zor durumundan faydalanıp onları tam anlamıyla köşeye sıkıştırır, ellerindeki malı ve toprağı yok pahasına kapatır. Küçük ve orta ölçekli üreticinin direnme şansı yoktur. Çünkü bankalardan aldığı kredilerin veya tefeciden aldığı borcun ödeme günü gelmektedir. Böylece zarar eder. Daha kötüsü ve sık sık yaşandığı gibi borçları ödeyemediğinden toprağına ve üretim araçlarına el konulur.
Dampingler sonucu rekabet şansını yitiren yerli üretim, emperyalistlerin tarım ürünlerine yenik düşer. Ekim alanları azalır. Bir süre sonra emperyalizm açısından işler yoluna girdiğinde, yani yerli üretim teslim alınıp ulusal üretim tasfiye edildiğinde -veya yeteri kadar tasfiye edildiğinde-, iç pazar üzerinde hâkimiyet kurulduğunda, fiyatlar yükselir. Emperyalistler istedikleri gibi at oynatmaya başlar. Ve geçmiş dampinglerde kaybettiklerinin acısını fazlasıyla halka ödetirler.
Ama bu arada olan yerli üretime olmuştur. Dünyanın pek çok ülkesinde ve çok çarpıcı olarak ülkemizde yaşandığı gibi, zamanında tarımı kendi kendine yeten ve fazlasını ihraç eder durumda olan pek çok ülke şimdilerde tarımsal üretimde de emperyalizme bağımlı, ithalatçı durumuna gelmişlerdir. Bu işten üç beş büyük holding, para babası ithalatçı büyük vurgunlar vurmakta, milyonlarca doları cebe indirmekte, ama teknolojik bakımdan geri, verimliliği düşük, üretim maliyetleri yüksek olan ülkelerin tarımları bu rekabete göğüs geremeyerek çökmekte, işsizlik, yoksulluk artmakta, dış borçlar her geçen gün katlanmakta, dışa bağımlılık büyümektedir.
Diğer yandan da paranın gücünü ve üretim araçlarını elinde bulunduran emperyalist kapitalizm, üretici güçlerin ve üretimin gelişiminin önünde engel olmaktadır. Dünyanın pek çok yerinde işletilebilir durumda toprak, aşırı kâr hırsı, rekabet yüzünden bağımlı duruma getirme, fiyatların düşmemesi vb. için üretim dışına itilmektedir. Nitekim şu anda dünyanın hemen her bölgesinde milyonlarca dönüm tarıma elverişli arazi sırf emperyalist politikalar ve üretim araçlarının özel mülkiyeti, gelişmiş ve teknolojik araçların parayı elinde bulunduranların mülkiyetinde olması nedeniyle işletilememektedir. Hem de, milyonlarca insan açken, milyonlarca çocuk açlıktan ölüp yetersiz beslenme nedeniyle sakat kalırken… İşte kapitalist propagandacıların büyük bir yaygarayla durmadan propagandasını yaptıkları kapitalist rekabet! İşte kapitalist rekabetin üretici güçleri, üretim araçlarını geliştirip geliştirmediğinin acı ve vahşi örnekleri!
ABD’nin sert tavrı etkisini göstermekte gecikmedi. AB ülkeleri ABD ile tarımsal politikaları görüşmek üzere yeniden masaya oturdular. Esas olarak o güne kadar sanayi ve ticaret konularını içeren GATT görüşmelerinde, emperyalistlerin ihtiyaçları doğrultusunda tarım konuları gündeme getirildi. Uzun yıllara yayılan Uruguay Raundları sonunda tarım alanına ilişkin GATT anlaşmaları tam da ABD ve AB emperyalistlerinin istekleri ve çıkarlarına uygun olarak kabul edildi.
GATT Uruguay Raund’unda aralarında Türkiye’nin de yer aldığı ülkelerin hükümetleri tarafından imzalanan anlaşmaya göre;
1. Tarımsal üretime sağlanan destekler belli süre içerisinde kaldırılacak.
2. Üreticiye yapılan doğrudan destekler, araştırma, hastalıklarla mücadele, altyapı, çevre koruma programlarına yapılan harcamalar devam edecek.
3. Tarım üreticilerine yönelik ihracat sübvansiyonları kaldırılacak.
4. Tarım ürünleri ithalatında uygulanan tarife dışı engeller kaldırılacak, gümrük tarifeleri düşürülecek, giderek kaldırılacak.
Böylece birkaç emperyalistin, bağımlı ülkelere yönelik planlarının önü açılmış oluyordu. Gırtlağına kadar borca batmış, bütçelerinin yarısını dış borç faizlerine ayırmak zoruna kalan, teknoloji, girdi, tohumluk vb. her şeyiyle dışa bağımlı, altyapıları söz konusu ülkelerle asla baş edemeyecek durumda olan geri kalmış ülkelerin tarımı böylece efendilere feda ediliyordu.
Emperyalistler ve işbirlikçi hükümetler bu anlaşmayı, herkes için fırsat eşitliğiymiş gibi gösteriyorlar. Ve diyorlar ki, herkes bu anlaşmaya imza attı. Şartlar herkes için aynı. Türkiye, ABD, Almanya, Fransa… Bu anlaşma herkes için eşit koşullar içermektedir…
Ama bu yalancılar, söz konusu eşitliğin, gerçekte eşitsizliğin eşitliği olduğunu saklamaya çalışırlarken ABD ile Türkiye’nin sanayi ve tarımda asla eşit koşullarda yanşamayacağını herkesten çok daha iyi biliyorlar.
Oysa GATT görüşmeleri öncesi ABD ve AB ülkelerinde yaşananlar, büyüyen stoklar, pazar kavgaları, GATT görüşmelerinde tarımın hangi ihtiyacın ürünü olarak masaya getirildiğini açıkça göstermektedir.
ABD ve AB, bağımlı ülkelerin tüm hücrelerine kadar nüfuz etmek, karşı tarafın üretimini çökertmek ve kendi ürünlerine yer açmak için GATT görüşmelerinde tarımı gündeme sokmuşlar ve kendi ihtiyaçlarına uygun koşulları dayatmışlardır. Yoksa bazı aklıevvellerin yutturmaya çalıştıkları gibi, ABD ve AB, gümrük duvarları, teşvikler, sübvansiyonlar vb. geri ülkelerin gelişmesi için yapmıyorlar.
GATT ve diğer uluslararası anlaşmalarda tüm kuralların herkese eşit olarak uygulanabileceği varsayımına gelince; hiç şüphesiz bu da burjuvazinin öteki yalanlarından farklı değildir. Paranın belirleyici güç olduğu bir sistemde, zenginle fakiri, işçi ile patronu yasaların eşit koruduğu ve yasalar karşısında herkesin eşit olduğu nasıl büyük bir yalansa bu da o kadar büyük bir yalandır. Bağımlı ülkeler, altını imzaladıkları şartları uygulamadıklarında ya da ayak sürüdüklerinde onları cezalandıracak, hizaya getirecek güç vardır. Krediler kesilir, vadesi gelen ve gelmeyen borçlar istenir, ambargo uygulanır, nihayetinde savaş ilan edebilir vs. Peki ABD bu anlaşmalara uymadığında ona yaptırımı kim uygulayacaktır ve bu nasıl bir yaptırım olacaktır? ABD, Birleşmiş Milletler kararını bile beklemeden Yugoslavya’ya dalmıştır. Kimden ses çıkmıştır? Ya da yine ABD, nükleer silah bulundurduğu gerekçesiyle Irak’ı bombalamıştır. Eğer nükleer silah bulundurmak bombalamayı gerektiriyorsa, bu silahlardan en fazlasını bulunduran ABD’ye ne yapmak gerekir? Peki, ABD’yi kim cezalandırmıştır?
Türkiye açısından ele alırsak, ABD’ye karşı yaptırımı, kendisini iktidara getiren efendisine karşı, örneğin MHP-DSP-ANAP hükümeti mi uygulayacaktır? Ama bu partilerin liderleri bizzat ABD desteğiyle oralara gelmiş, başbakan olmadan ya da hükümete girmeden önce ABD’ye gidip itaat yemini etmemişler midir?
Büyük güçlerin arasında yaptırımlar ancak birbirlerine karşı olabilir. Örneğin, bir dönem önce Almanya ve Fransa’nın başını çektiği ve ‘deli dana hastalığı’ gerekçesiyle İngiltere’nin hayvansal ürün ihracatına getirilen engelleme gibi. Ya da yine Almanya’nın, İsviçre’den ithal edilen ve ülke içinde ciddi bir pazar edinen İsviçre şaraplarının ithalatını, “şarap şişelerinde tepe boşluğunun az bırakıldığı” gerekçesiyle yasaklaması gibi.
Ama gerçek anlamda ve sadece milyonların çıkan için emperyalizm önünde secdeye varmayacak, emperyalizmin oyununu bozacak tek güç, partisi önderliğinde işçi sınıfı ve emekçi halkın iktidarıdır.
Eli kırbaçlı emperyalist efendiler GATT anlaşmaları ile de yetinmemektedirler. Onlar, Dünya Ticaret Örgütü aracılığıyla işlerine gelen koşulları diğerlerine dayatmakta, IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla hangi ülkede sanayinin ne kadarının kurulacağına, tarımda hangi programların uygulanacağına, neyin ne kadar ekileceğine, hangi ürünün kaç para edeceğine karar vermektedirler.
Bütün bu yaptırımlara, emperyalistlerin baskı ve tahakkümlerine, işçi sınıfı ve emekçi halkı soyup soğana çevirmesine elbette karşı durulabilir ve emperyalizmin oyunları bozulabilir. Buysa, düzen sınırları içinde değil ancak sosyalizm için mücadele ile gerçekleşebilir. Nitekim işte tam da bu yüzden kapitalizm, sosyalizme böylesi saldırmakta, olur olmaz her yerde ve her fırsatta Marksizm-Leninizm’e küfürler savurmaktadır.
Örümcek ağı gibi, bağımlı ülkelerin çevresini duvarla ören ve onlara, koydukları kuralların dışına çıkma şansı tanımayan emperyalist politikalar aracılığıyla pek çok ülkenin sanayisi ile birlikte tarımı da felakete uğradı. Yukarıda belirtildiği gibi bir zamanlar tarım ambarı olarak bilinen pek çok ülke bugün gelinen noktada bu özelliğini yitirdi, tarımsal üretimleri çöktü., ve emperyalizme bağımlı hale geldi.
Örneğin, ABD’nin arka bahçesi saydığı Latin Amerika ülkelerinden Meksika, bir zamanlar tarımsal üretimi kendine yeten bir ülkeydi. NAFTA ile ABD’nin bu ülke üzerinde tam egemenlik kurmasıyla birlikte borç batağına yuvarlandı. Tefecinin eline düşen Meksika, IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmaları ile “Yapısal Uyum Programlarını yürürlüğe soktu. Bu programlar çerçevesinde özelleştirmeler ile en temel ve kârlı kamu işletmeleri ABD’li tekeller ve onların yerli işbirlikçilerine peşkeş çekilirken, yüz binlerce işçi işsiz kaldı. Yoksulluk inanılmaz boyutlara ulaştı. Meksika halkı açlık ve yoksullukla acı içinde kıvranırken milyonlarca dolar Meksika’dan ABD’ye aktı. Aynı biçimde tarım alanında da müthiş ve bir o kadar acımasız bir oyun oynanıyordu. Büyüyen borçlar, kredi ertelemeleri ve yeni krediler için masaya oturulduğunda, IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmasıyla Meksika’nın en temel ve dış satım yoluyla ülkeye gelir sağlayan tarımsal ürünlerinden mısır, fasulye ve şeker pancarının ithalatı serbest bırakıldı. IMF ve Dünya Bankası’nın hazır reçete olarak tüm borçlu ülkelerin burnuna dayadığı “kamu açıklarını kapatma” gerekçesiyle tarım destekleme fonları, sübvansiyonlar kısıtlanır ya da tamamen kaldırılırken, gübre, zirai ilaçlar ve diğer tarımsal girdilere yüksek oranlı zamlar yapıldı. Tarım kredilerinin faizleri artırıldı. Meksika köylülüğü ve tarımsal üretimi çöktü. Ve böylece kısa bir zaman öncesine kadar söz konusu ürünleri ihraç eden Meksika, tüketilen fasulyenin % 40’ını, mısırın % 25’ini, şekerin % 30’unu ithal eder duruma geldi.
Hayvansal üretim de aynı karanlık oyunlara kurban edilmişti. Uygulanan politikalar sonucu, taze süt tüketimi % 41, et tüketimi % 30 azaldı. Çocuklar ve yetişkinler artık yeterince beslenemiyorlardı. Tarım işçilerinin % 30’u topraktan kopmuş, işsiz kalarak göçe zorlanmışlardı. Bu topraklar yok pahasına veya ödenemeyen borçlar karşılığı Meksikalı büyük toprak sahiplerinin, zenginlerin, üst düzey bürokratların ve yüksek rütbeli subayların eline geçti.
Aynı olaylar dünyanın bugün sayıları giderek artan pek çok ülkesinde yaşanıyor. Peru, Bangladeş, El Salvador, Brezilya, Aşağı Sahra Afrikası, Hindistan, Pakistan, Bolivya, Ruanda, Zimbabwe, Rusya, Polonya, Macaristan, Türkiye ve daha onlarca ülke hemen hemen aynı sonla karşı karşıya; yoksulluk ve açlıkla biten filmde, halkası efendisinin elinde köle rolü oynamak.
EMPERYALİZMİN YENİ KELEPÇESİ: PATENT YASASI
Emperyalistlerin WTO ile yürürlüğe koydukları diğer bir şart ‘Patent Yasası’ olarak kendini dayatıyor. Bu yasa ile emperyalistler avantajlarına bir yenisini daha ekleyerek bağımlı ülkeler üzerinde bir kez daha ve uzun vadeli ayrıcalıklar elde ediyorlar.
Patent Yasası ile esas olarak ABD ve yanı sıra AB (ki siz bundan Almanya, Fransa ve İngiltere’yi anlayın) bugünün ve geleceğin biyo-teknolojisi dahil, tarım, sağlık, kısaca tüm yaşam ürünleri üzerinde kontrolü ve denetimi sağlamayı ve bağımlı ülkeleri çok daha ileri düzeylerde ve uzun süreli kendilerine bağlamayı hedeflemiştir. Böylelikle dünya üzerindeki her türlü üretime, gelişime hükmetmeye çalışmaktadırlar. Örneğin bu yasayla ABD veya AB, ya da Japonya, patentini aldığı bir tarım veya sağlık ürününün dünyanın neresinde olursa olsun, üretim hakkı kendi iznine tabi olacak, anlaşma yapılıp patent hakkı karşılığı istediği ücreti almadan bu ürün üretilemeyecektir. Bu, bağımlı ülkeleri her şeyiyle daha fazla bağımlı hale getirmenin aracından başka nedir? Ve böylelikle emperyalist-kapitalist sistemin üretimin gelişiminin önünde nasıl engel teşkil ettiği bir kez daha ortaya çıkmaktadır.
Üstelik Patent Yasası’nca, patentin uluslararası kuruluşlardan alınması gerekmektedir. Bu ise son derece pahalı bir iştir. Zaten pahalı olması basit bir tesadüf değil, ama Patent Yasası’nın esas olarak zenginler lehine işlemesi ve patentlerin zenginlerin elinde toplanması amacıyla uygulanan bir politikadır. Konuyla ilgili olarak Hindistan Bilim Enstitüsü’nden bir biyolog şöyle demektedir: “Uluslararası patentlerin fahiş maliyeti, patent işine girmek isteyebilecek bireyleri, araştırma kuruluşlarını bile caydıracaktır.”
Emperyalizm, bir yandan dünyanın büyük bir bölümünü her şeyiyle kendine bağımlı kılarken, diğer yandan da bilimin, endüstrinin, araştırmacılığın ve yaratıcılığın gelişiminin önüne kara bir duvar alarak dikiliyor. Gıdada, ilaç sanayisinde sanayi ve teknolojinin gelişimine, her şeye müdahale eder duruma geliyor. Böylece Amerikan tekelleri yanlarına diğer büyük emperyalistlerden birkaçını da alarak, tohumları, bitkileri, ilaçları, üretim araçlarını, kısaca yaşam için gerekli en temel ve zorunlu şeyleri ve alanları denetimleri altına almayı, dünya halklarını haraca bağlamayı hedefliyor.
BİR YANDA DEPOLARDA STOKLAR, BİR YANDA AÇLIKTAN ÖLEN ÇOCUKLAR
Yukarıda anlatıldığı ve Amerikalı tarım blok sözcüsünün konuşmalarında belirtildiği üzere depolarda milyonlarca ton tahıl ve gıda maddesi bulunmaktadır. Aynı şeyler AB’nin güçlü birkaç ülkesi için de geçerlidir. Ama aynı zamanda ABD’de 30 milyon insan açlık tehlikesiyle karşı karşıya, yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Meksika’da, Peru’da, Hindistan’da, Türkiye’de, Bangladeş’te ve daha onlarca ülkede insanlar açlıktan kırılmaktadır.
AB’nin başı Almanya, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerde de depolar dolu, stoklar büyüktür. Ama buralarda da milyonlarca işsiz, sokakta yatan, dilenen insanlar vardır. Polonya, Macaristan ve diğerlerinde nüfusun yarısından fazlası yoksulluk sınırı altında veya sınırındadır. Ve unutulmamalıdır ki, sınırın ne olduğu göreceli bir kavramdır ve bu sınırın nerede başlayıp nerede bittiği, yine uluslararası kapitalizmin hizmetindeki kuruluşlar tarafından saptanmaktadır.
Büyük emperyalist devletler tarıma milyarlarca dolarlık destekler, sübvansiyonlar sağlamaktadırlar, ama bunlardan yine büyük toprak sahipleri ve büyük kapitalistler yararlanmakta, küçük üreticiler giderek daha zor durumlara düşmektedirler. GATT ve WTO kararından da olumsuz etkilenecekler bu küçük üreticilerdir ve durumun farkında olan üreticiler Fransa’da olduğu gibi sık sık yollara dökülmekte, yüz binlerce üreticinin katıldığı eylemler düzenlemektedirler. WTO’nun gerçek yüzü daha fazla açığa çıkmakta, kapitalistler işlerinin hiç de kolay olmadığının farkına varmaktadırlar.
ABD’de ve AB’nin birkaç öncü ülkesinde depolar doludur, milyonlarca tonluk tahıl ve gıda maddesi stokları dağ gibi büyümüştür. Antrepolar, en modern şok tesisleri, soğuk hava depoları hayvansal ürünlerle doludur. Yüksek teşvikler, sübvansiyon, teknolojik yenilikler, makineler ve aşırı girdilerle üretim ve verimlilik sürekli artmaktadır. Ancak bunların hiçbiri tarımsal üretim ve dağıtımın insanlık için güvencesi değildir. Tüm insanlık için gıda güvencesinin elde edilebilmesi yararına, bir ülkenin gereksinim duyduğu gıdayı üretmesi, depolaması, ihraç etmesi veya ithal etmesi yeterli değildir. Ama aynı zamanda bunların insanlara adil olarak dağıtılması, insanların bunlardan faydalanması gerekir. Yoksa yaşamın gerçeklerinden kopuk üretim rakamları, kapitalizmin iğrençliğini gözlerden gizlemeye çalışmaktan öte bir anlam taşımayacaktır. Örneğin, depolar dolu, stoklar dağ gibi iken ABD’de 30 milyon aç insanın yaşam savaşı vermesinin gizlenmeye çalışılması gibi.
Dünyada her yıl 5 yaşın altında 15 milyon çocuk gıdasızlıktan ölmektedir. 1 milyar civarında insan ve 5 yaş altı 200 milyon çocuk kronik beslenme yetersizliği çekmektedir. 82 ülke, düşük gelirli, gıda açığı olan ülkeler sınırındadır. Her yıl on binlerce çocuk A vitamini eksikliği yüzünden kör olmaktadır. Herhalde ABD’li tarım sözcüsünün kastettiği adalet budur!
Tarımda GATT anlaşmaları ve tarımın liberalizasyonu yeni başlamaktadır ve bundan sonrası çok daha kötü olacaktır. Bunu durdurabilecek, emperyalist kapitalizmin dünyayı ve milyarlarca insanı mahvetmesini önleyecek tek güç işçi sınıfı, emekçiler ve yoksul köylülerdir. Dünya emekçileri her biri kendi ülkelerinden cepheyi örerek ve enternasyonalizmi bayrak edinerek bunu başaracaktır. Başarmak zorundadır.
TÜRKİYE TARIMI
Türkiye nüfusunun % 40’tan fazlası kırsal alanda yaşamaktadır. Toprağın dağılımı daha çok küçük araziler biçimindedir. 2 dekara kadar olan küçük işletmeler toplam tarım işletmelerinin neredeyse yarısına yakını durumundadır. Kapitalist sistem, ekonomik güçsüzlükler, üretim için gerekli paraya sahip olamama, miras sistemi, toprağın sürekli küçük parçalara bölünmesine yol açmaktadır. Ancak bu durum, toprağın üreticiler arasında adil paylaşıldığı anlamına gelmemektedir. Tam tersine toprağın paylaşımı tam bir adaletsizlik örneğidir.
4 milyon 100 bin tarımsal işletmeye sahip ülkemizde üreticilerin % 85’ini oluşturan yoksul, küçük ve orta köylülük işlenebilir toprağın % 42’sine sahipken, % 15’lik azınlık, işlenebilir toprakların % 58’ine sahiptir. Bu rakam biraz daha incelendiğinde, tarım arazileri sahiplerinin % 5’lik bölümünün tüm işlenebilir toprakların % 37’sine sahip olduğu gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Üstelik tarım üreticisinin durumunun giderek kötüleşmesi, IMF ve Dünya Bankası’nın “yapısal uyum programları”, emperyalistlere verilen sürekli tavizler sonucu yıkıma uğrayan küçük köylü toprağını yitirmekte, toprak giderek ve artan oranda büyük toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin elinde toplanmaktadır. Zaten birilerinin daha fazla zenginleşirken, birilerinin yoksullaşması kaçınılmazdır. Birilerinin daha fazla paraya ve mülke sahip olabilmesi, başkalarının mülksüzleşmesi, yoksullaşması ile mümkündür. Çünkü varlığını eşitsizlik, azınlığın çoğunluğu sömürmesi ve sermayenin daha az kişinin elinde toplanması üzerine inşa etmiş kapitalist sistemde başka türlüsü mümkün değildir.
Esas olarak verimli ve sulanabilir arazilerin ağırlıklı bölümü büyük toprak sahiplerinin, kapitalistlerin ellerindeki arazilerdir.
Sulanabilir arazilerin ancak yarısı sulanabilmektedir. Sulama kaynaklarına devlet bütçesinden ayrılan para son derece yetersizdir. Bu hızla gittiği takdirde sulanabilir arazilerin tamamına suyun ulaşması ancak 48 yıl sonra mümkün olacaktır. Ama bu son derece iyimser bir tahmindir. Çünkü GATT ve WTO kararlarına, IMF, Dünya Bankası programlarına esir olmuş ve onların dediklerini ikiletmeyen Türkiye’de, bu programlar doğrultusunda tarıma ayrılan desteklerin, yatırımların giderek daha fazla kısılacağı göz önüne alındığında, suyun tüm alanlara ulaşması için daha çok 48 yıllar geçmesi gerekecektir!
Gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında tarımsal verim son derece düşüktür. Verimlilik artışı için gerekli altyapı yatırımlarının düşüklüğü, sulama, zirai ilaçlar, gübre vb. kullanımı, modern makine araç ve gereçlerinin yetersizliği ve bunların tarımsal ürün fiyatlarına göre birkaç misli oranda artışlar kaydetmesi, verimliliği etkilemekte, maliyetleri artırmakta, gelişmiş ülkelerle rekabet şansının baştan yitirilmesine neden olmaktadır.
Öte yandan Doğu ve Güneydoğu’da toprak ağalığı, çeşitli düzeyde varlığını sürdürmektedir. Emperyalizmin haciz memurları IMF ve Dünya Bankası ise, küçük üreticiyi piyasadan silme amaçlı programları ve doğrudan alım gibi dayatmalarla büyük kapitalist ve toprak ağalan ile işbirliği içine girmektedir.
Ülkenin bir bölümünde yaşananlar, köylerin boşaltılması, on binlerce dönüm arazinin kaderine terk edilmesi, siyasi iktidarın, Kürt yoksullarına karşı toprak ağalarıyla işbirliğine girmesi, onları el altından veya açıktan desteklemesi, para ile satın alması, boşaltılan köy arazilerine toprak ağalarının, korucu başlarının el koymaları, bölgede hem feodal üretim biçimlerinin sürmesine güç vermiş, hem de köy yoksullarını tamamen açlık tehlikesiyle karşı karşıya bırakmıştır.
Öte yandan, GAP, toprakların ABD, İsrail vb. yabancı tekellerin ve Koç, Sabancı gibi holdinglerin elinde toplanmasını sağlarken, küçük üretici tam bir çaresizliğe ve köleliğe mahkûm edilmiştir.
TÜRKİYE TARIMININ GELİŞİM SEYRİ
Bir zamanlar tarımsal üretim bakımından bölgesinin en güçlü ülkelerinden birisi olan Türkiye, artık diğer şeylerin yanı sıra tarımsal ürünler bakımından da dışarıya bağımlı hale gelmiştir. Bir zamanlar ürettiği kendine yeter, ihtiyaç fazlasını satan ülke durumundayken, artık gıda ihtiyacını karşılamak için ithalat yapmak zorundadır.
Sanayi üretiminin tarımsal üretimi aşması, planlı bir biçimde, ülkenin ihtiyaçları gözetilerek değil, ama kapitalistlerin işine geldiği biçimde, anarşik bir biçimde gerçekleşmektedir. GSMH içinde tarımın payı 1980’de % 26 iken, 1991’e gelindiğinde % 15’e gerilemiş ve halen bu gerileme sürmektedir.
Tarımsal üretimde gerileme sürer, pek çok tarım alanı tarımsal üretim dışı kalırken, fabrikalar, kapitalizmin aşırı kâr hırsı yüzünden ulaşım, hammadde kaynaklarına yakınlık, merkezi olma vb. gerekçelerle en verimli topraklar üzerine kuruluyor. Bir tarafta sanayi işletmeleri için elverişli, tarım için elverişsiz araziler boş dururken, kapitalizm sadece kendi kârı için verimli arazileri gasp etmekten çekinmiyor. En verimli araziler böylece tarım dışı kalırken, hiçbir önlem alınmadan, doğaya vereceği zarar gözetilmeden kurulan sanayi işletmeleri bir süre sonra çevredeki tarım arazilerine, doğaya, ormanlara zarar vermeye başlıyor. Asit yağmurları tarım ürünlerini mahvediyor, ormanları kurutuyor, insanları zehirliyor. Sonuçta kanser vb. hastalıklarda olağanüstü ve ürkütücü artışlar yaşanıyor.
Bir yandan kapitalizmin ülke ve milyonlarca insanın bugünü ve geleceğini düşünmeyen plansız, anarşik üretimi, diğer yanda emperyalizmin pazar alanlarını genişletmek, dünyayı kendine bağımlı hale getirmek için dayattığı yaptırımlar ve hükümetlerin bu kararlara uymadaki coşkuları, ülkemizin geleceği açısından büyük tehlike işaretleri veriyor. 1980–92 yılları arasında tarımda büyüme hızı % 0,6, 1992–95 döneminde % 0,5’dir. Buna karşılık nüfus artışı % 2’dir. Devletin açıkladığı rakamlarda bile Türkiye’nin tarımsal ürün açığının nasıl büyük bir hızla büyüdüğü, ülke halkını ve çocuklarını nasıl sıkıntılı günler beklediği ve emperyalizme nasıl bağımlı hale gelindiği ortadadır.
Türkiye tarımının bu hale gelmesi Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak emperyalistlerle girişilen ilişkiler ve verilen tavizlerle başlamıştır. Emperyalistlerle giderek sıklaşan ilişkiler, borç karşılığı yapılan anlaşmalar, ülke ekonomisini tam bir ipotek altına sokmuştur. Bugün IMF ve Dünya Bankası gibi tefeci kuruluşlarla yapılan kölelik anlaşmalarının temeli çok eskilere dayanmaktadır. Örneğin 1956 yılında ABI ile yapılan 43,6 milyon dolarlık kredi anlaşmasında, ABD, Türkiye’ye vereceği kredinin yine ABD’den alınacak ürünlerde kullanılacağını şarta bağlıyor, bununla da kalmayıp Türkiye’nin, sınırlarını ABD ürünlerine açmasını zorunlu tutuyor. Türkiye’nin dışarıya ihraç edebileceği ürünleri ve ürün miktarlarını ABD saptıyor, buna uymaması halinde bir dizi ceza ve yaptırımlar getiriyor. 1956 yılında ABD ile Türkiye arasında imzalanan 43,6 milyon dolarlık borç verme anlaşmasındaki maddelere şöyle bir göz atmak, emperyalistlerle aynı masaya oturmanın sonuçlarını göstermek bakımdan önemlidir. Anlaşmaya göre:
1. Türkiye’ye satılan Amerikan tarım ürünleri fazlası, Amerika’nın aynı malların alıcısı bilinen pazarlara ve Amerika’nın düşman tanıdığı ülkelere satılmayacak ve yalnız Türkiye’nin iç tüketimi için kullanılacaktır.
2. Bu anlaşma ile Türkiye’ye satılacak malların dünya ürün piyasa fiyatları üzerinde tesir yapmaması için dünya piyasası üzerinden fiyat tespit edilecektir.
3. Türkiye’nin yetiştirdiği ve anlaşmada adı geçen veya benzeri mahsullerin Türkiye’den yapılacak ihracatı Amerika tarafından kontrol edilecektir.
Anlaşmaya göre, verilen kredinin bir bölümü ile buğday, arpa, mısır, dondurulmuş et, konserve ve sığır eti, don yağı ve soya yağı gibi maddeler alınacak, kredinin geri kalan bölümü şöyle kullanılacaktır:
– 21.900 dolar karşılığı Türk Lirası, ABD hükümetinin Türkiye’deki masraflarıyla, ABD tarım ürünleri için yeni piyasa imkanları temini, uluslararası eğitim mübadelesi, kitap ve gazetelerin tercüme, yayın ve dağıtımı çalışmalarının finansmanında kullanılmak üzere ABD hükümeti emrine;
– 250.000 dolar karşılığı Türk Lirası, Türkiye’de Amerikan vatandaşları tarafından kurulup işletilen okul, kütüphane ve cemaat merkezlerine yardım için ABD hükümeti emrine;
Geri kalan 23.150.000 dolar karşılığı Türk Lirası iktisadi kalkınması için Türkiye’ye, faizle aşağıdaki ön şartlarla borç verilecektir;
a) Türkiye’ye borç verilecek bu miktarın 6.000.000 dolar karşılığı Türk Lirası kısmı Türkiye’deki özel teşebbüse borç verilmek üzere ayrılacaktır. Bu ikrazın şartları ve süresi, ayrıca ek bir anlaşma ile kararlaştırılacaktır. (Yani paranın kimlere ve nasıl verileceğine yine Amerika karar verecektir.)
b) Türk ve Amerikan hükümetleri, Amerikan tarım ürünlerine ait Türkiye’deki piyasa taleplerini arttırmak ve geliştirmek için devamlı gayret sarf edeceklerdir.
ABD, kendi çalışanlarının, ajanlarının masraflarını bile Türkiye’ye karşılatıyor. İhracata ambargo koyuyor. Gümrük vergilerini kaldırtıyor. Ve Türkiye hükümetini, Türkiye’de Amerikan mallarının tanıtımını yapmak ve satışları arttırmak için görevlendiriyor!
Bu ve bunun gibi anlaşmalar ABD uşaklığının derecesini göstermek bakımından ilginçtir. Ve ülkenin emperyalizme nasıl köle yapıldığını hiçbir yorum gerektirmeyecek biçimde açıkça ortaya sermektedir.
Söz konusu anlaşmayla ithal edilen ürünler gümrük vergilerine de tâbi değildir.
Bununla da bitmemektedir.
Anlaşmaya göre, Türkiye, Ağustos 1958 tarihine kadar buğday ihraç edemeyecek, eğer ederse, ettiği kadar buğdayı, Amerika’dan kendi finanse ederek alma cezasına çarptırılacaktır.
Yine ek anlaşmalarla, Türkiye’nin zeytinyağı ihracatı 1962 ve 63 yılları arsında 10.000 tonla sınırlandırılıyor. Eğer Türkiye bu miktarı aşarsa, aştığı kadar zeytinyağını ABD’den alacaktır.
İleriki yıllarda zeytinyağı ihracatına ABD’nin koyduğu sınırlama daha da daralacak, yağlı tohumlarla birlikte 6.500.000 ton ile sınırlandırılacaktır.
Yukarıdaki şu tek bir örnek bile, Türkiye’yi yönetenlerin ülkeyi nasıl satılığa çıkardıklarını, en ağır anlaşmaların altına bile nasıl imza attıklarını, ülkede hangi ürünün ekilip ekilmeyeceğini, ekim sınırlarını, ülkenin neyi satıp satamayacağını ABD’nin belirlediğini göstermektedir. Elbette dışsatım sınırları konulunca ve içerde üretimi varken ithalat yapılması sonucunda yağlı tohum veren ayçiçeği, pamuk gibi bitkilerin ekiminin azalması da kaçınılmazdır.
Emperyalizmle olan ilişkiler ilerleyen süreçte daha da sıklaşmış, yukarıdaki anlaşmaların çok daha ağırları birbiri ardına imzalanmıştır. Her yeni anlaşma, her yeni kredi, her yeni borç erteleme görüşmesi ülkenin sanayi ve tarımı üzerine yeni ipotekler getirirken, ülkenin yönetimi fiili olarak emperyalistlerin eline geçmiştir. Gelinen noktada artık, Türkiye’nin bütçesinden, hangi alana ne kadar yatırım ve bunun kimler tarafından yapılacağına, işçiye, memura ne kadar ücret verileceğine, tarım ürünlerinin fiyatlarına, hangi ürünün ne kadarının satın alınacağına vs. IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar karar vermekte, programlar bunlar tarafından yapılmakta, ilgili bakanlar raporlarını bunlara vermekte, Maliye, Tarım, vb. bakanları IMF ve Dünya Bankası’nın memuru gibi çalışmaktadırlar.
Tarım alanının çöküntüye uğratılması 12 Eylül askeri cuntası dönemiyle birlikte hız kazandı. O güne kadar IMF ve Dünya Bankası’nın kararlarını, emperyalist tefeci devletlerin bu yöndeki isteklerini karşısındaki kitle muhalefeti yüzünden tam olarak yerine getiremeyen, saldırı girişimleri kitlelerin yoğun karşı çıkışıyla pratikte tam anlamıyla yürürlüğe koyamayan emperyalizm bizzat ABD tarafından organize edilen bir askeri darbeyle örgütlenmelere, işçi sınıfı ve emekçi muhalefetine karşı gözü dönmüş bir saldırıya girişti. On binlerce insan tutuklandı, işkencelerden geçirildi, işçi sınıfının temel örgütleri sendikalar kapatıldı veya işlevsiz duruma getirildi. Bununla birlikte IMF ve Dünya Bankası’nın uzun süreden beri bir an önce yürürlüğe konması için bastırdığı ekonomik kararlar yürürlüğe kondu. İşçi ücretleri donduruldu, para devalüe edildi, böylece bütün ücretler, tarım ürünü fiyatları bir anda gerçek değerlerini yitirdi. Enflasyon büyüdü. Bütün temel tüketim maddelerine yüksek oranlı zamlar yapıldı. Petrol ürünlerinin fiyatları birkaç misli arttı ve zamlar otomatiğe bağlandı. Tarım ürünleri fiyatları maliyetlerin altında tespit edildi. Gübre, zirai ilaçlar büyük oranda pahalandı. Bütün tarım girdileri aynı biçimde zamlandı. Ülkede emperyalizmin ve onların yerli işbirlikçisi tekellerin yararına, ama milyonlarca işçinin emekçinin, köylünün mahvına yol açacak olan büyük bir saldırı kampanyası başlatıldı.
Özal hükümeti bu saldırıları artırarak devam ettirdi. Üstelik saldırılar için daha uygun zemin vardı. 12 Eylül’ün üstünden birkaç yıl geçmiş, muhalefet bastırılmış, ortalık temizlenmiş, burjuvazinin hayallerini süsleyen ‘dikensiz gül bahçesi’ bir süre için de olsa yaratılabilmişti.
ABD’nin tam desteğini arkasına alan Özal hükümeti, IMF ve Dünya Bankası ile yeni anlaşmalara oturdu. Yeni borç anlaşmaları karşılığı yeni tavizler verildi. Özelleştirmeler gündeme getirildi.
Türkiye tarımında önemli bir yeri olan, sulama hizmetleri yapan, göletler kuran, kanallar açan Toprak Su, bu hükümet tarafından kapatıldı. Böylece Türkiye tarımına bir darbe daha indirildi.
Tarıma karşı saldırı politikası hızlanarak sürdürülüyordu. Üç kuruşluk kredi karşılığı ülkenin bütün değerlerini dış borç faizlerine aktarmaktan çekinmeyen, hazinenin kapılarını büyük holdinglere sonuna kadar açan, hayali ihracatçılara havadan milyonlarca doları ikram eden Özal hükümeti, köylülüğün devletin sırtında yük olduğunu ileri sürüyordu. Ve “Fiyatları suni olarak yükselten ‘hain köylüyü’ hizaya getirmek” için tarım ve süt ürünleri ithalatını serbest bıraktı! Türkiye piyasaları Amerikan pirinci, şekeri, Hollanda peyniri ile doldu. Binlerce ton et ithal edildi. Özal’a göre bunlar şımaran üreticiyi terbiye etmek, rekabet ortamı sağlayarak halka ucuz besin maddeleri yedirmek içindi!
Oysa Özal’ın gümrük duvarlarını indirip tarım ve hayvansal ürünlerin ithalini serbest bıraktığı dönem, yazının başında anlatılan, ABD ve Avrupa’da stokların dev boyutlara ulaştığı, ABD ve Avrupa’nın pazarlar için kavgaya tutuştuğu, ABD’li büyük kapitalistlerin “adalet” istediği döneme denk gelmektedir
Kapitalist adalet bir kez daha tecelli etti. İthal tarım ve hayvansal ürünleri Mısır’ı, Fas’ı ve diğer bağımlı ülkeler pazarlarını olduğu gibi Türkiye’yi de doldurdu. Bir işçinin birkaç aylığına bedel fiyatlara satılan lüks peynirler, içkiler vb, zenginlerin ilgisine sunuldu. Çikita muz tartışmaları başladı vb.
Türkiye tarımı bu rekabete elbette dayanamazdı. Hayvancılık çöktü. Ve bugüne kadar sürdürülen politikalar sonucu belini doğrultamadı.
Sonraki hükümetler de aynı politikaları sürdürdüler. Artık birbirlerini IMF ve Dünya Bankası’nın belirlediği programları iyi uygulamamakla eleştirir duruma geldiler.
Türkiye GATT anlaşmalarını imzaladı. Bir WTO üyesi olarak Dünya Ticaret Örgütü’nün aldığı bütün kararlara uymak zorunda. Ayrıca AB giriş süreciyle ilgili pek çok anlaşmanın altına imza attı. Daha doğrusu bu imzalarla Türkiye’nin yoksul, küçük ve orta köylüsünü emperyalistlerin ayaklarının altına attı. Bu anlaşmalarla Türkiye tarım ve hayvancılığı tam bir talana ve yağmaya açılırken yoksul köylü açlığa itildi. On binlerce yoksul köylü göçe zorlandı, kent merkezlerine akın etti.
Kasım 1997’de Türkiye’ye gelen Dünya Bankası heyeti, “Tarımsal Destek Politikasına Öneriler; Reform Esasları” başlıklı bir rapor hazırladı.
Bu rapora göre, Türk destekleme sistemi mali açıdan pahalı, ekonomik bakımdan verimsizdi. Ayrıca AB ile entegrasyonu engelliyordu. Dünya ticaret örgütü normlarına da uymamaktaydı. Bu itibarla girişilecek reformun temel ilkeleri şöyle olmak zorundaydı:
– Kısa vadede istisnai ürünler için açıklanan taban fiyatı dışında devlet destekleme alımı yapmayacaktır.
– Yurtiçi fiyatlar, dünya piyasası düzeyine çekilecektir.
– Kredi, gübre sübvansiyonları sona erdirilecektir.
– KİT’ler özelleştirilecektir.
– Böylece, DTÖ ve OTP reformlarına uygunluk gerçekleşecek, bütçe harcamaları kısıtlanacaktır.
Dünya Bankası’nın bu denetlemesinin ve uygulanması için Türkiye hükümetinin önüne koyduğu programın ardından Kasım 1997’de toplanan 1. Tarım Şûrasında tam da Dünya Bankası’nın belirlediği hedefler doğrultusunda kararlara varıldı. Kurultay kararlarına göre, destekleme politikalarının Dünya Ticaret Örgütü ve Avrupa Birliği istekleri doğrultusunda düzenlenmesi kararlaştırılırken, esas olarak büyük toprak sahiplerinin desteklenmesi lehine kararlar benimsendi. Buna göre ürün fiyatları serbest piyasa koşulları tarafından belirlenecek, ürün borsacılığı geliştirilecek, uluslararası anlaşmalar ve verilen sözler dikkate alınacaktır.
18 Nisan seçimlerinden sonra işbaşına elen DSP-MHP-ANAP hükümeti, IMF ve Dünya Bankası ile bir kez daha anlaşma masasına oturdu. Koalisyon hükümetini oluşturan partiler burjuva propagandasına göre “vatandaşların değişik eğilimlerini temsil eden” partilerdi; sosyal demokrat, milliyetçi, muhafazakâr… Ancak süreç içinde görüldü ki, ülkeyi emperyalistlere peşkeş çekme, ülkeyi yağmalatma ve yağmalama konusunda hiçbir düşünce ve pratik ayrılıkları yoktu. Bundan önceki hükümetlerden farkları şuydu: Özal dâhil bugüne kadar işbaşına gelmiş hiçbir hükümet halka saldırı konusunda bu kadar azgın davranamamış, ülkeyi emperyalistlerin talanına açma konusunda bu kadar iştahlı ve coşkuyla hareket edememişti. Ve bu özellikleri ile milliyetçi, muhafazakâr, sosyal demokrat Ecevit hükümeti, “ben zengini severim” diyen ve yoksullardan hoşlanmadığını söyleyen Özal’ı bile fersah fersah geçti.
55. Hükümetin IMF’ye sunduğu iyi niyet mektubunda tarım ile ilgili tam da uluslararası tekellerin isteklerine uygun taahhütlerin yer aldığı görüldü. IMF ve Dünya Bankası’nın “yapısal uyum programı”, “tarımda reform” adı altında dayattığı tüm koşulların, bu hükümet tarafından da benimsendiği ve vakit geçirmeden kararlılıkla uygulamaya konulacağı bildiriliyordu
IMF ve Dünya Bankası’yla imzalanan koşullara üstünkörü göz atıldığında, anlaşmadaki koşulların Osmanlı’nın Duyunu Umumiye’sinden bile ağır olduğu, hiç abartısız Türkiye’nin tam bir sömürge muamelesi gördüğü ve bunu kabullendiği, her şeyini emperyalistlerin hizmeti ve emrine tahsis ettiği görülüyor. Ve böylece bir kez daha, ama bu kez daha ileri bir noktadan Türkiye tarımının ipi çekiliyor.
DESTEKLEME ALIMLARI, SÜBVANSİYONLAR KALDIRILIYOR
Dünya Ticaret Örgütü kararları, GATT anlaşmaları gereği, IMF ve Dünya Bankası’nın “yapısal uyum programları”, “istikrar programları” veya “tarımsal reform programları” çerçevesinde uygulamaya konulan, destekleme alımlarının kaldırılması, sübvansiyonların kısıtlanması ve giderek tamamen yasaklanması kararı Türkiye tarımı için tam bir çöküntü anlamına geliyor. Böylelikle sahip oldukları mali sermaye gücü sayesinde dünya patronluğuna soyunan ve bunun yarattığı güçle kendilerine her alanda ayrıcalıklar sağlayan güçlü emperyalist devletlere tarımda da egemenliklerini pekiştirme fırsatı doğuyor. Söz konusu emperyalist devletlerle kıyaslandığında zaten son derece güdük kalan Türkiye gibi ülkelerin sağladığı desteklerin, sübvansiyonların, gümrük duvarlarının kaldırılmasıyla tarım, emperyalistler karşısında hiçbir rekabet şansı bulamayacaktır. Verdiği desteklerin büyüklüğü, altyapılarının gelişmişliği, tarımsal girdilerdeki aşırı kullanım, modern tarım makineleri, alet ve gereçleri sayesinde tarımsal verimlilik ve üretim artışı bakımından geri kalmış ülkelerden kat kat ileride olan emperyalist devletlerin tarımsal ürünleriyle, geri üretim yapan, makineleri, araç gereçleri son derece yetersiz olan, tarımsal girdileri yeterince kullanamayan ve dolayısıyla verimlilik bakımından gelişmiş ülkelerin çok gerisinde bulunan, bu yüzden de hem fiyat hem de kalite bakımından bu ülkelerle asla rekabet edemeyecek olan Türkiye tarımını önümüzdeki süreçte çok daha kötü günler beklemektedir.
Türkiye’de tarımsal alana devlet desteği her zaman yetersiz olmuştur. Zaten yetersiz olan bu destek tamamen kaldırılmak istenmektedir. Yatırım teşviklerinde 1991’de % 1,5 olan teşvikler 1995’e gelindiğinde % 0,4 düşürüldü. Buna karşın ABD ve AB hem tarımsal yatırım teşviklerini, hem de tarımsal ürün desteklerini sürekli artırdılar. Üstelik Türkiye bütçesinden tarım için ayrılan paraların büyük bölümü sonradan borç faizi ödemelerine kaydırılmaktadır. O yüzden sadece bütçedeki rakamlara bakarak devletin tarımsal desteğini ölçmek son derece yanıltıcıdır. Örneğin 1999 yılında tarım için ayrılan 12 milyar dolarlık kredinin sadece 3 milyar doları bu alana harcanmış, geri kalan 9 milyar dolarlık kısmı dış borç faiz ödemelerinde kullanılmıştır. Yine 1986–96 yılları arasındaki on yıllık dönemde tarıma ayrılan 600 trilyonluk desteğin ancak 60 trilyonu, yani sadece % 10’u üreticinin eline geçmiş, % 90’ı ise tarım dışı alanlarda kullanılmıştır. Bunun nerelerde kullanıldığına ilişkin herhangi bir açıklama yoktur. Ancak büyük holding patronlarının hükümetlere yönelik tezahüratlarına, destek mesajlarına bakınca bu paraların nerelere kullanıldığı daha kolay anlaşılmaktadır.
Tarımsal krediler konusunda yetkili Ziraat Bankası’dır. Asıl görevi tarımı desteklemek olan ve bu amaçla kurulan bankanın özellikle son yirmi yıllık süreçte bu amacından uzaklaştırıldığı, üreticiye desteklerini kıstığı, asıl olarak desteğini büyük toprak sahiplerine, tarım dışında faaliyet sürdürmelerine karşın büyük kapitalistlere, holdinglere aktardığı bilinmektedir. Üstelik Ziraat Bankası’nın kredilerini hangi alanlara, kimlere, nasıl sunduğu tam bir gizdir. Çünkü Ziraat Bankası bu bilgileri, bankalar kanununu gerekçe göstererek açıklamamaktadır.
Türkiye ve onun gibi ülkelere tarımsal destekleri kaldırmaları için baskı yapan ABD ve AB’nin öncü ülkelerinde ise destekler sürekli artmaktadır. ABD tarımını desteklemek için 13,5 milyar dolar, AB ise 45 milyar ECU ayırdı. ABD ve AB’de tarımsal ürünlere destekler % 40’lar civarına ulaştı.
Öte yandan Türkiye’de zaten yetersiz olan desteklerden tüm üreticiler eşit biçimde yararlanamamaktadır. Teşvik ve desteklerin büyük bölümü yine büyük toprak sahiplerinin cebine akmaktadır. Destekleme alım sistemi verilerine göre, buğday üreticilerine sağlanan desteğin aslan payını büyük toprak sahipleri almakta, çoğunluğu oluşturan küçük üreticilere bir şey kalmamaktadır. Resmi verilere göre, toplam üreticilerin % 58’ini oluşturan küçük üreticiler, devlet desteğinin sadece % 7,2’sini alabilirken, üreticilerin % 7’sini oluşturan büyük toprak sahipleri ise devlet desteğinin % 45’ini almaktadırlar. İşte devletin tarım politikası tıpkı diğer alanlarda olduğu gibidir. Emperyalistlerden yüksek faizli borç al, düşük faizlerle, teşvik, prim, yatırım indirimi adı altında holdinglere, büyük tekellere, büyük toprak sahiplerine, toprak ağalarına ver, bunun faturasını ise işçiye, emekçiye, köylüye ödet!
Devlet, desteklerini dağıtmaya geldi mi payı büyük kapitalistlere aktarmakta, ama vergi almaya geldi mi yoksulların yakasına yapışmaktadır. % 58’lik kesime destek için verilen para % 7 -ki işletme başına bölündüğünde dilenciye verilen sadaka gibi kalır-, ama % 7’lik kesimin temsilcileri olan toprak sahiplerine % 45… IMF ve Dünya Bankası’nın emir eri milliyetçi, muhafazakar, sosyal demokrat hükümetlerin hizmetlerini kime sunduğu ve kimin hükümeti olduklarının resmi buradadır.
Desteklemenin amacı, sürekli gelişen, teknolojik yeniliklerle donanmış, düşük maliyetli, yüksek verimli ve kaliteli ürün elde eden tarımsal üretim yaratmak, bunları ülke insanının refah ve mutluluğu için faydalanmasına ve hizmetine sunmak, ülkenin ihtiyaçları doğrultusunda tarım programları uygulamaktır. Ancak bu genel amaçlarla karşılaştırıldığında, devletin tam da tersine, destekleri kıstığı, var olan destekleri ise tarımsal üretimin, teknolojinin, altyapının geliştirilmesi, ucuz, verimli ve kaliteli ürün sağlayıp bunları halkın hizmetine sunmak için değil, IMF ve Dünya Bankası’nın, emperyalistlerin çıkarlarını gözeten programları dâhilinde küçücük bir azınlığın kesesine akıttığı, sonucunda da tarımsal üretimin gerilediği ve dışa muhtaç hale geldiği görülmektedir.
Desteklerin kullanım dağılımına göz atıldığında tam da Dünya Bankası’nın yapısal uyum programlarının amaçladığı biçimde, tarımın çökertilmesine uygun bir tablo çıkmaktadır karşımıza. Teknolojik gelişmelere yönelik yatırımlara hemen hiç yer verilmemektedir. Tam tersine tarımın liberalizasyonu süreci ile birlikte zaten son derece güdük, derme çatma bırakılan ve asla geliştirilmesine izin verilmeyen tarımsal makine imalat sanayisi tamamen çökecektir.
Diğer yandan tarımsal makine, alet ve gereçler piyasası en çok zam gören alanlardan biridir. Bu alandaki fiyat artışları ürün fiyat artışlarından kat be kat önde gitmiştir. Küçük üreticinin bu araçlara sahip olmasının bütün olanakları tıkanmıştır. 1977’de 239 bin lira olan traktörün satış fiyatı 1999’da 5 milyar 602 milyon liraya ulaşmıştır. İthal traktörler bu fiyatların çok üstündedir.
Girdi desteğinden en çok payı gübre almaktadır. Girdi desteğinin % 90’ı gübreye ayrılmaktadır. Gübreye ayrılan destek ile karşılaştırıldığında sulama, zirai ilaçlar, makine vb. desteklerin oran olarak düşük kaldığı görülmektedir. Buna rağmen gübre kullanılması konusunda Türkiye hâlâ gelişmiş ülkelerin çok gerisindedir. Örneğin Fransa’da hektar başına gübre tüketimi 295 kg iken, Türkiye’de 85 kg.dır
Gübrede tam bir dışa bağımlılık vardır. Fosforlu gübrenin ana kaynağı olan fosfat kayası, sülfatlı gübrenin kaynağı olan kükürt yataklarının ülkemizde bulunmasına rağmen, üretim güçlüğü, ekonomik olmama gibi gerekçelerle üretimi yapılmamakta, gübrenin temeli olan bu hammaddeler ithal edilmektedir. Bu yüzden yerli gübre üretiminin de kullanılan maddelerin % 80’i dışarıdan gelmektedir. Bu yüzden yerli üretim diye de sunulan gübrede de neredeyse yüzde yüzlük bir dışa bağımlılık söz konusudur. Buna rağmen tüketilen gübrenin çoğu dışarıdan gelmektedir. GATT kararlarının yürürlüğe girmesi, AB anlaşmalarıyla birlikte gümrük vergilerinin kalkacağı, ithalatın serbest bırakılacağı düşünüldüğünde, yerli gübre üretiminin piyasayı dolduracak yabancı ürünlerle asla rekabet edemeyeceği ortadadır.
IMF ve Dünya Bankası’nı yapısal uyum programları, kamu açıklarını azaltma vb. gerekçelerle desteklerin azalması, gübrede de kendini göstermiş, 1979’da % 85,5 olan destek 1994’de % 28,7’ye düşmüştür. Bu azalmaya rağmen gübrenin girdi desteği içindeki payı diğerlerine oranla büyüktür. Herhalde bunda gübrenin dışa bağımlı olmasının payı çoktur!
Bu arada desteklerin azalması, sürekli ve büyük oranlarda gelen zamlar gübre fiyatlarını muazzam biçimde yükseltmiştir. 1986’da 100 kg buğday karşılığı 63,2 kg gübre alınabilirken, 1994’de 100 kg buğday karşılığı 40 kg buğday alınabiliyordu. 1994’den bu yana geçen 6 yıllık sürede bu miktarın çok daha azaldığından kuşku duyulmamalıdır.
Yine yapısal uyum programları gereği gübrenin dağıtımında devlet denetimi kaldırılarak serbest fiyat uygulamasına gidilmiştir. Böylece fiyatlar serbest piyasa gereği zamlanırken, bunun kadar önemli bir şey olan, gübrede standartlara uygunluk devreden çıkmış, denetim kalmamıştır. Hatta tıpkı ilaç tekellerinin yeni ilaçları yoksul insanların üzerinde denemesi gibi, birçok yeni ürün gübre ve zirai ilaç Türkiye ve onun gibi ülkelerin toprakları üzerinde denenmektedir.
Türkiye ve onun gibi bağımlı ülkelerin topraklarının deneme tahtasına çevrilmesi, çiftçinin kobay haline getirilmesi gübrenin yanı sıra zirai ilaçlar açısından da geçerlidir. Örneğin Amerika’da üretimi serbest, ama ülke sınırları içinde kullanımı kesinlikle yasak olan, içersinde dinosop, naloxtor vb. zararlı maddeler bulunan tarım ilaçları vardır. Bu ilaçların ülke içinde kullanımını kesinlikle yasaklayan ABD, Türkiye ve onun gibi ülkelere satışını serbest bırakmıştır. Ve işin en dikkat çekici tarafı, bu ilaçlar Türkiye’de bakanlığın resmi ilaçları olarak satılmakta, hem doğaya, hem ürüne, hem çevreye, hem suya ve hem de insana büyük zararlar vermektedir.
ÖZELLEŞTİRMELER TARIMI NASIL VURDU?
IMF ve Dünya Bankası tarafından borçlu ülkelere dayatılan “yapısal uyum programlan” ve “tarımsal reform” programları çerçevesinde hızlı biçimde uygulanması istenilen koşullardan biri de özelleştirmeler ve kamusal tarım destekleme kuruluşlarının ve üretici birliklerinin özelleştirilmesi veya tasfiye edilmesidir. Bu doğrultuda harekete geçen hükümetler tarımsal üretim yapan KİT’lerin özelleştirilmesinde ciddi bir yol almış durumdalar. Tarımsal üretim açısından ülke ekonomisinde ciddi yerlere sahip olan bu işletmeler son derece düşük rakamlarla, hibe eder gibi satıldılar. Hem öyle bir satış yöntemi uygulandı ki, söz konusu işletmelerin borçlarını devlet üstlenirken alacakları, bankadaki paraları işletmeyi satın alan kuruluşun oldu. Aslında kamuoyunu satışlarına ikna etmek, zararlı, devletin sırtında kambur olarak lanse edebilmek ve ucuza peşkeş çekmek için bilinçli şekilde zarar ettirilen bu kuruluşların çoğu kâr da ediyordu. Kaldı ki, tarımsal ekonominin bütünü içersinde, gerekliliği kâr-zarar ilişkisi üzerinden değil, kamusal çıkarlar gözetilerek değerlendirilmesi gereken bu kuruluşların özelleştirilmesi tam da IMF ve Dünya Bankası gibi, görevleri ABD, AB’nin öncü ülkelerinin bağımlı ülkeleri yağmalamasını sağlamak olan kuruluşların istediği biçimde olmuştur. Özelleştirme sonrası, buraları bedavaya, hatta üstüne para alarak kapatan kapitalistler, bu işletmelerin büyük bölümünde işçileri kapı dışarı etmiş, işletmelerin faaliyetine son vererek kapılarına kilit vurmuşlardır. Bu işletmeleri eşe dosta peşkeş çekenlerin ve satın alanların amaçlarının buraları işletmek, geliştirmek değil, bedavaya arsalara, alacaklara, bankalardaki hesaplara el koymak olduğu açığa çıkmıştır. Borçları devlete, alacakları satın alan kişilere ait olarak, yine devletin verdiği kredi ve teşviklere yağmalatılan KİT’lerin özelleştirilmesinde inanılması güç bir ihanet zinciri oluşmuştur.
Özelleştirme öncesi yıllık 33.560 ton üretimde bulunan EBK’nın (Et Balık Kurumu) yıllık üretimi özelleştirme sonrası 1.339 tona düştü. Rakamdan da anlaşılacağı gibi hemen hemen tamamının kapısına kilit vurulan işletmelerde çalışan 867 işçiden 691’i işten atıldı. İşletmelerde çalışan işçi sayısı 176’ya indi. İşletmeleri satın alanlar zaten buraları işletme amaçlı değil, bedavaya güzel arsaları, mal varlıkları için satın almışlardı. Böylece Türkiye hayvancılığının en temel işletmesi yok edildi.
SEK (Süt Endüstrisi Kurumu) Özeleştirme öncesi Türkiye’nin süt mamulleri üretimi ve pazarlamasında en büyük ve en önemli işletmesiydi. Kendini sadece üreticiden süt almak ve bu sütleri işleyip satma ticaretiyle sınırlandırmış olmasına karşın üretici için nispeten iyi bir kuruluştu. Özel sektörün uzak bularak, maliyeti artırdığını düşünerek gitmeyeceği bölgelere SEK gitmiş, işletmeler kurmuş, bölge tarım ve hayvancılığının gelişimine katkı sunmuştu. Ancak o da EBK gibi yağmalatıldı. Ağırlıklı olarak Koç Holding’e ikram edilen SEK’in Özelleştirme öncesi üretimi yıllık 62.776 tondu. Özelleştirme sonrası bu rakam 25.650 tona düştü. Özelleştirme öncesi 442 işçi çalışırken, bu sayı özelleştirme sonrası 144’e düştü. Yani işçilerin %67’si işten atıldı. SEK’in özelleştirilen 32 işletmesinden 19’u artık kapalı durumdadır.
Yine orman ve ağaç ürünleri için hayati bir öneme sahip olan ORÜS’ün (Orman Sanayisi Ürünleri) özelleştirilen 19 işletmesinden 18’inde üretim tamamen durmuş, bu işletmelerin kapısına kilit vurulmuştur. Buralarda çalışan 1987 işçiden 1854’ü işten atılmıştır. Özelleştirilen işletmelerden bir tek Vezirköprü işletmesinde üretim % 30 kapasite ile sürmektedir.
Yine özelleştirilen pamuklu sanayisindeki 13 işletmenin tamamında üretim durmuş, 4377 işçinin tamamı işten atılmıştır.
Yem sanayisine ait 30 işletme, Sümerbank’a ait işletmeler, özelleştirilenler arasındadır.
Tarım alanında en büyük ve önemli kamusal kuruluşlardan olan TZDK’nın tesisleri, mal varlıkları yağmalanmaya başlanmıştır.
Önümüzdeki dönem TEKEL, Şeker Fabrikaları, ÇAYKUR, TMO, TÜGSAŞ gibi ülke tarımsal sanayisinin can damarları ve ülkenin en büyük sanayi işletmeleri özelleştirilecektir. Her biri ülke ekonomisinin temel ve köklü sektörlerinden olan bu işletmelerin özelleştirilmesinden sonra bundan önceki oyun yeniden sahneye konacak, bu işletmelerin pek çoğunun kapısına kilit vurulacak, on binlerce işçi ve çalışan kapı dışarı edilecek. Tütün, şeker, gübre, çay gibi yüz binlerce köylünün üretim yaptığı ürünlerin ekim alanları daraltılacak, fiyatlarla istenildiği gibi oynanabilecektir. Tütünde ABD tekellerinin sigaraları ortalığı kaplayacak, yerli sigara üretimi en alt düzeye inecek, Sabancı milyonlarca doları cebe indirirken on binlerce köylü aç kalacak, yerli üretim mahvedilecektir.
Şeker de aynı akıbete uğrayacak, yerli üretim ithal şekere yenik düşecek, yüz binlerce üretici aile üretim dışı edilecektir.
Sanırız özelleştirmelerin sadece kamudan özel sektöre basitçe bir el değiştirme olmadığı, ulusal ekonomiyi, üretimi tahrip etme, ülkeyi tam bağımlı hale getirme planlarının bir parçası olduğu bu kadar uygulamadan sonra daha açık görülebilmiştir.
Toprağın ıslahı, erozyona karşı mücadele, sulama faaliyetleri, göletler vb. konularda çalışma yürüten ve bu yönüyle ülke tarımına büyük katkılar sağlayan Toprak Su, Özal tarafından kapatılmıştı.
Özelleştirme öncesi hükümetler, onların çanak yalayıcısı medya ve burjuva propagandacılar, özelleştirmelerin ülke ekonomisini geliştireceğini, rekabeti arttıracağını, teknolojik yenilenmeler sağlayacağını ve buna benzer bir sürü palavrayla halk kitlelerini kandırmak için çalışmışlardı. Ancak özelleştirme sonrası yaşanan gerçekler, söylenenlerin nasıl palavra olduğunu gösterdi. Şu yukarıda anlatılan ve özelleştirmelerin ancak çok küçük bir bölümünü teşkil eden işletmelerin durumu, özelleştirmelerde nasıl bir ekonomik katliam yaşandığını, ülke değerlerinin nasıl yağmalandığını, ekonominin nasıl tahrip edildiğini, üreticinin nasıl çaresizliğe, tekellerin insafına terk edildiğini kanıtlamaktadır. Örneğin SEK özelleştirilmeden birkaç gün önce üreticiden 19–20 bin lira civarlarında satın alınan süt, özelleştirmenin hemen arkasından 15–16 bin lira seviyelerine düşmüştür. Böylece süt üreticisi bir anda % 20-25’lik bir kayba uğramıştır. Buna karşılık sütün tüketiciye satış fiyatında herhangi bir düşüş olmadığı gibi, tersine kartel oluşturan holdingler aralarında anlaşarak fiyatları sürekli yükseltmişlerdir. Tarımsal ekonominin en önemli bu işletmelerinin özelleştirilmesi ile IMF ve Dünya Bankası’nın, ulusal ekonomileri yıkmak ve böylece pazarları emperyalistlerin tam anlamıyla ele geçirmesini sağlamak görevinde ne denli başarılı olduğunu göstermektedir.
TABAN FİYATLARI
IMF ve Dünya Bankası’na verilen taahhütler doğrultusunda taban fiyatları düşük tutuluyor. Önümüzdeki süreçte Dünya Ticaret Örgütü ve GATT sözleşmeleri gereği devlet bu alandan tamamen çekilecek, fiyatlar serbest piyasa koşulları, yani tekeller tarafından belirlenecek.
Ürün taban fiyatlarının düşük tutulması çiftçiyi tam bir yıkıntıya uğratıyor. Maliyetlerini karşılayamayan köylü, tefecilerin eline düşüyor, banka borçlarını ödeyemiyor. Ödeyemediği borçlarından dolayı icra takibine uğrayan çiftçi sayısında büyük bir patlama yaşanıyor.
Anlaşmalar çerçevesinde tamamen IMF ve Dünya Bankası’nın yönetimine giren Türkiye’de artık ürün taban fiyatları da bu tefeci kuruluşlar tarafından belirleniyor. Bu kuruluşlar tarafından bu yılki buğday fiyatları 102 bin lira olarak belirlendi ve doğal olarak üreticinin büyük tepkisiyle karşılaştı. Çünkü yıllık enflasyon oranının % 67-68’lerde olduğu koşullarda buğdaya verilen zam % 30’larda kaldı. Ve böylece üreticinin reel geliri düşerken, zarar etti.
Ancak üreticinin yaşadığı bir gerçek daha vardır ve karşımıza daha vahim ve korkunç bir tablo çıkarmaktadır. Açıklanan 102 bin liralık taban fiyatına karşın tüccar buğdayı 75 bin ile 78 bin lira arası fiyatla satın almaktadır. Bu fiyatlar çiftçi için kelimenin tam anlamıyla idam fermanıdır. Devletin alımlarda son derece isteksiz ve ağırdan davranması, borçlarını ödemek zorunda olan köylünün paraya acil ihtiyacı, bankalara, tefecilere olan borçları, toprağı yeni ekime hazırlamak için gerekli para, üreticiyi tüccarın kucağına sürüklemektedir.
Öbür tarafta ise bir başka karanlık oyun sergilenmektedir. Dış borç ödemelerinin faizlerini ödemek için Türkiye, 225 dolara aldığı buğdayı 80 dolara ihraç etti. Altına attığı imzalar sonucu almak zorunda kaldığı buğdayı 165 dolara gümrüksüz aldı.
Kamu açıklarını kapama gerekçesiyle ürün desteklerinin, düşük faizli tarım kredilerinin vb. kesilmesini emreden IMF ve Dünya Bankası, Türkiye’nin 80 dolara sattığı buğdayı 165 dolara almasına hiç ses çıkarmıyor (Demek ki, bunlar kamu açıklarını artırmıyor!). Çünkü bu yolla dış borçlar büyüyor ve ülke daha fazla emir-komuta altına giriyor. Zaten IMF ve Dünya Bankası da bunun için çalışmıyor mu?
Tütünde de aynı oyun oynanmaktadır.
Geçtiğimiz yıl 1 milyon 450 bin lira olan tütün başfiyatı bu yıl 1 milyon 812 bin lira olarak açıklandı. Enflasyon % 67, tütünde artış % 25. Bu durumda üreticinin yıkıma sürüklenmesinden başka bir yol var mıdır? Bu fiyatları belirlemekle aslında devlet açıkça, bu işi bırakın gidin, başınızın çaresine bakın demektedir. Gitmeyenleri de işte böyle yol ve yöntemlerle süründüreceğini ilan etmektedir. Üstelik tütünde kota uygulaması vardır. Belirlenenden fazla üretim yapan köylüye, belirlenen fiyattan % 70 eksik ödeme yapılmaktadır.
Tüm bunların anlamı açıktır; batsın yerli tütün, gelsin ABD’den Virginia tipi ithal tütün! Tekellerin özelleştirilmesinin ardından piyasaya hâkim olacak ve alternatifsiz kalacak olan yabancı sigara tekelleri için şimdiden yapılan hazırlıkların bir parçası da işte budur.
1982–1992 yılları arasında ürün bedelleri, 12 kat artarken, girdi bedelleri 25 kat artmıştır. Demek ki çiftçinin geliri yarı yarıya azalmıştır. Bir başka ifadeyle, tarım girdilerinin büyük bir bölümü ithal olduğuna göre, çiftçinin cebinden dışa giden para neredeyse iki kat fazlalaşmıştır.
Şimdi IMF ve Dünya Bankası’nın bir yandan ürün bedellerinin düşük tutulmasını istemesiyle, diğer yandan fiyatların dünya piyasaları seviyesine çıkartılmasını istemesi arasında bir çelişki varmış gibi görülebilir. Ama hayır, bunda hiçbir çelişki yoktur.
IMF ve Dünya Bankası, ürün bedellerinin düşük belirlenmesiyle küçük ve orta ölçekli üreticinin çanına ot tıkamayı, üretim sürecinden kopartmayı, üretimi düşürmeyi, ekim alanlarının azalmasını hedeflemektedir. Ürün fiyatlarının dünya fiyatları seviyesine çıkartılmasını ise, aradaki mazot, gübre, zirai ilaçlar ve tohumlar vb. girdilere sürekli zam yaparak, bunlardan devlet desteklerini, sübvansiyonları kaldırarak sağlamaktadır. Böylece maliyetler yükselmekte, düşük ürün bedeli ile dünya fiyatları arasındaki fark bu yöntemle kapanmaktadır. Sonuçta bağımlı ülkelerin ürünlerinin dünya pazarlarında rekabet tehlikesi ortadan kaldırılmaktadır. Böylece, hem üretici ürünü karşılığı düşük bedel almakta, gerçek geliri sürekli gerilemekte, çoğu zaman zarara uğramaktadır. Hem de ithale dayalı mazot, gübre, vb. girdilere giden paralarla Türkiye’nin dış borçları çoğalmakta, emperyalizme daha bağımlı hale gelmektedir.
Eğer bir ürün emperyalistler tarafından üretilmiyor ve gerekli bir ürünse o zaman şartlı kredi, borç baskısı ve diğer oyunlar devreye sokularak ürün düşük fiyatla emperyalistlere aktarılıyor.
IMF ve Dünya Bankası’nın şart koştuğu şeylerden birisi de tarıma verilen düşük faizli kredilerin kaldırılması, faizlerin normal piyasa koşullarına uygun hale getirilmesidir. Oysa üretici düşük faizli kredileri bile ödemekte zorlanırken normal piyasa koşullarında belirlenen faizleri nasıl ödeyecektir? Her şeyden önce tarımsal alandaki kârlılık sanayi ve ticari işletmelerdeki kârlılığın gerisindedir. Üretim piyasa koşullarının dışında doğa, iklim, yağış, kuraklık vb. ile doğrudan bağlıdır. Diğer yandan sanayici aldığı krediyi yılda en az dört beş kez çevirebilmektedir. Bu bazı işkollarında çok daha fazladır. Oysa tarımda alman kredi ancak yılda bir kez döndürülebilmektedir. Bu durumda tarım alanına normal piyasa faizlerini uygulamaya kalkmak bu alanı defterden silmekle eş anlamlıdır.
Tarım ürünlerine yıllık % 20–25 zam veren devlet, üreticiye % 50-60’larla kredi vermeye kalkışmaktadır.
GATT ve Dünya Ticaret Örgütü sözleşmeleri, IMF ve Dünya Bankası’nın yapısal uyum programları çerçevesinde Türkiye tarımını bekleyen en büyük tehlikelerden biri de gümrüklerin indirilmesi, ithalatın tamamen serbest hale getirilmesi, böylelikle ülke tarımının kaplanların önüne yem olarak atılmasıdır.
Artık emperyalistlerin IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla uzun soluklu olarak sürdürdükleri ülke tarımını tahrip etme, güçsüzleştirme, üreticiyi çökertme planı başarılı olmuş, Türkiye tarımı rekabet şansını yitirmiştir. Ne teknolojik yeterlilik ve buna bağlı olarak kaliteli ve yüksek verimlilik, ne fiyatlar bakımından rekabet şansı yoktur.
ABD ve AB ülkeleri kendi tarımlarına % 40-50’lere varan destekler, sübvansiyonlar sağlarken, bizim gibi ülkelere desteklerin, sübvansiyonların, teşviklerin kaldırılmasını şart koşmaktadır. Nitekim emirler doğrultusunda destekler kaldırılmaktadır. Üstelik efendilere öyle bağımlı hale gelinmiş, öyle kölelik anlaşmalarına imza atılmıştır ki, Türkiye öyle canının istediği yere emperyalistlerin izni olmadan ihracat yapamayacaktır.
Uygulanan politikalar sonucu rekabet gücünü kaybeden tarım iç pazarda da yerini ithal ürünlere terk etmek zorunda kalıyor.
Şeker pancarına konulan kota bunun en bariz örneklerinden biridir. Üretim fazlası olduğu gerekçesiyle üretim alanları sınırlanan şeker pancarına konulan kota, aslında üretim fazlalığından değil, çok miktarda şeker ithal edilmesinden konmuş bir uygulamadır. ABD ve AB ile yapılan ikili anlaşmalar Türkiye’ye her yıl belli miktarda şeker ve başka ürünleri alma zorunluluğu getirmiştir. Şimdi ticaretin liberalizasyonu sonucu ithalatın tamamen serbest bırakılmasıyla pek çok tarım ürünü gibi şekerde de iç pazar ithal ürünlerin eline geçecektir. Çünkü Türkiye’nin rekabet şansı kalmamıştır.
Bu konuda birkaç örnek vermek durumun vahametini göstermek için yetecektir.
Şeker kamışından şeker üreten ülkelerde -ki dünya şeker üretiminin % 65’i şeker kamışındandır- şekerin tonu 250–280 dolar arasındadır. Bizim ülkemizde ise şekerin maliyeti 575 dolar seviyesindedir. İthalatın tamamen serbest bırakıldığını bir düşünün. Elbette yerli üretimin ithal şeker karşısında hiçbir şansı yoktur ve bir süre sonra birkaç ithalatçı büyük holding ve kapitalist ithalat yoluyla milyonlarca doları cebe indirecek, ama ortada yerli şeker üretimi diye bir şey kalmayacaktır. İlk önceleri piyasada biraz daha ucuza satılacak ithal şeker, yerli üretimin devreden çıkmasından sonra, eski fiyatlarının da üstünde satılacaktır.
Yine Türkiye’de özellikle Karadeniz bölgesinin en önemli geçim kaynağı olan çayın fiyatı 5–6 dolar düzeyindedir. Oysa bileşim, koku, tat, renk bakımından aynı vasıflara sahip Arjantin çayının dünya piyasalarındaki fiyatı 1 dolar düzeyindedir. İthalat tamamen serbest bırakıldığında Karadeniz çayı asla rekabet edemeyeceğinden ithal çaya yenik düşecek, Karadeniz’in en önemli gelir kaynağı yok olacak, on binlerce üretici, yüz binlerce üretici ailesi ferdi işsizliğin, yoksulluğun, açlığın kollarına atılacaktır.
AVRUPA BİRLİĞİ TÜRKİYE TARIMINDAN NELER GÖTÜRECEK
Uzun zamandan beri sözü edilen ve Türkiye hükümetlerinin girmek için her türlü tavizi verdiği Avrupa Birliği’ne giriş hiç de hükümetlerin söyledikleri gibi, ülke için yeni bir umut değil, ama emekçiler açısından daha zor günlerin başlangıcıdır. Ancak gerek hükümetler, gerek burjuva ideologlar, medyanın kiralık kalemleri kendilerine söylenenler doğrultusunda öyle yaygaralar yapmakta, öyle süslü şeyler yazmaktadırlar ki, sanki AB’ye girince Türkiye ekonomisi bir anda düzlüğe çıkacak, refah ve gelir seviyesi bir anda yükselecek, üretimde patlama olacak, bütün Avrupa, işi gücü bırakıp Türk sanayi ve tarım ürünlerini almaya koşacak, Avrupa’nın dört bir yanı Türk ürünlerinin istilasına uğrayacaktır. Zaten Avrupa’da Türkiye’nin giriş sürecini bu yüzden uzatmakta, çünkü tarihlerinde Osmanlı’dan çok çeken Avrupa, tam ondan kurtulmuşken, şimdi Türk ürünlerinin istilasına uğramaktan büyük korku ve endişe duymakta, Avrupalıların uykuları kaçmakta, gece rüyalarından Türk ürünlerinin pazarları esir aldığı kabuslarıyla uyanmaktadırlar!!!
Burjuva ideologlar, yoksulları ve emekçileri bu yalanlarla kandırmak için didinirken, küçük burjuva aydına da hoşlanacağı başka masallar anlatmaktadırlar. Onlara AB’nin demokrasi getireceği masallarını, Kürt burjuvalarına da başka şarkılar söylemektedirler. Eh, yıllardır milyarlarca insanı sömürerek yöneten kapitalizmin heybesinde herkese, her keseye uygun yalan bulunur. Hele bu masallara inanmaya hazır zavallı küçük burjuva aklıevveller varsa, işleri daha kolay olmaktadır.
Dünya Ticaret Örgütü, GATT sözleşmeleri, IMF ve Dünya Bankası’nın icraatları ile önü düzlenen AB’nin öncü ülkeleri açısından Türkiye gibi ülkeler tam anlamıyla yağmalanmaya hazır pazarlardır. Zaten AB’nin uyum süreci olarak ortaya sürdüğü ve tamamlanmasını istediği süreç, bu yağma ve talanı daha da kolaylaştırmaktan başka bir şey değildir.
AB ile birlikte gümrük duvarlarının kaldırılması, gümrük vergilerinin sıfırlanmasıyla birlikte Türkiye tarımının AB tarımı ile hiçbir rekabet şansı bulunmamaktadır. Özellikle son otuz yıl içinde ortak tarım politikalarıyla tarımda büyük bir atak yapan ve net ithalatçı konumundan net ihracatçı konumuna geçen ve bu alanda ABD’ye ciddi rakip olan, kafa tutan AB karşısında, Türkiye bir açık pazardır. AB’nin, uygulaması için Türkiye’ye dayattığı şartlar, tam bir sömürgecilik uygulamasıdır.
Erbakan ve Çiller başkanlığındaki RP ve DYP’nin oluşturduğu hükümetin imzaladığı anlaşmaya göre, Türkiye, AB tarafından sübvanse edilen, başta et olmak üzere tarım ürünlerinin sıfır gümrükle Türkiye’ye girişini kabul etti.
AB ile yapılan anlaşmaya göre, Türkiye AB’den yapılacak tarım ürünleri ithalatına izin veriyor. Bu anlaşmaya göre, et, süt, yumurta, yağlar, nebati yağlar, şeker, 15 bin kasaplık sığır, 19 bin ton sığır eti Türkiye’ye gümrüksüz girecektir. Eğer Türkiye bu ürünleri ithal etmezse anlaşma gereği cezalar ve yaptırımlar gündeme gelecektir. Buna göre, AB Avrupa’ya satılan Türk ürünlerine % 25–20 düzeyinde ek vergiler koyarak satışını engelleyecektir.
Avrupa’nın Türk malı ithal etme mecburiyeti ve etmezse ceza uygulaması yok, ama Türkiye’ye var. Ne eşit bir anlaşma!
Oysa AB ülkelerinin Türkiye’den yaptıkları ithalat son derece düşüktür; toplam gıda ithalatı içinde % 0,83 gibi düşük bir paya sahiptir. Buna karşın Türkiye’nin AB ülkelerinden yaptığı ithalat, toplam gıda ürünlerinin % 35’ini teşkil etmektedir. Yani Türkiye toplam gıda ithalatının üçte birini AB ülkelerinden yapmaktadır. AB süreci ile birlikte imzalanan yeni anlaşmalarla bu rakamlar çok daha yukarılara tırmanacak, Türkiye almak zorunda bırakılacağı ürünler ve artan miktarlar için pek çok yeni anlaşmaya imza atacaktır. Yani yerli üretimden “kamu açıklarına neden oluyor”, “tasarruf” gerekçesiyle kesilen destekler ithal mallara sağlanacaktır.
Peki, Türkiye tarımsal üretiminin AB ile rekabet şansı var mıdır?
Avrupa’da tarım ürünlerinin gizli ve açık yolla % 90’ı sübvanse edilmektedir. Avrupa topluluğunda 1988 yılı itibariyle çiftçi aile başına düşen sübvansiyon tutan 5628 dolarken, Türkiye’de bu rakam 106 dolardır. Üstelik son iki yıl içersinde bu rakam daha da düşmüştür. 1999 yılında AB’de hektar başına verilen üretici desteği 597 dolarken, Türkiye’de 114 dolardır. Türkiye ile ilgili rakamların ne kadarının gerçekleri yansıttığı son derece şüphelidir. Çünkü daha önceki bölümlerde sözü edildiği gibi, kâğıt üzerinde tarıma ayrılmış gözüken desteklerin, kredilerin büyük bir bölümünün tarım dışı alanlarda kullanıldığı ortaya çıkmıştır.
Ocak 1999’da Ankara’da Ziraat Mühendisleri Odası tarafından düzenlenen “Dünyada ve Türkiye’de Tarımsal Desteklemelere Yeni Yaklaşımlar” konulu sempozyumda Türkiye Ziraat Odaları Birliği adına konuşan Saim Dağ, Almanya’nın tarıma verdiği destekle ilgili şunları söylüyor: “1996 yılında Almanya’da bir kooperatif işletmesini ziyaret ettik, bu kooperatif işletmesi Doğu Almanya’dan intikal etmiştir, tabii geçiş dönemi olduğu için de denilebilir, ama bir ihtiyaç olduğu için uygulandığını söylemek için açıklamak istiyorum. Yüzde 7,8 oranında zirai kredi faizi, bunun sadece 1,8’ini işletme ödüyor, 6’sı sübvanse ediliyor. Tabii ki, bu ortak tarım bütçesinden değil, oranın kendi ulusal bütçesinden ödenmek üzere. Arkasından 96 fenik dolayındaki mazotun tarımda kullanılan 40 küsur feniğini yine yılsonunda, tarımda kullanıldığını belgelemek suretiyle ödendiğini gördük…”
Konuşmacının belirttiği gibi, bu bir geçiş dönemi politikası olabilir. Ancak bir bölümünü geçiş politikası olarak kabul etsek bile, geri kalanı, teknoloji ve verimlilik bakımından ileride olan bir ülkeye başlı başına büyük bir avantaj sağlamaz mı? Bu avantajlara karşı, mazotu, gübresi ve diğer girdiler sürekli pahalanan, destekleri yok olan bir tarımın, karşısındaki güçle rekabet şansı olabilir mi?
Bir başka karşılaştırma yaparsak: Türkiye’de kullanılması gereken gübre yıllık 3,5 milyon tondur. Ama bunun ancak yarısı, yani 1,8 milyon tonu kullanılmaktadır. Devletin gübreye sağladığı destek % 80’lerden başlayıp % 30’lara kadar düşmüştür. Bu önümüzdeki yıllarda halen kullanılmakta olan gübre miktarının da düşeceğinin göstergesidir. Oysa Fransa’da hektar başına gübre tüketimi 295 kg, Türkiye’de ise 85 kg.dır.
Öte yanan IMF ve Dünya Bankası’nın programlan gereği gübre üretiminde bulunan devlete ait işletmeler özelleştirilecektir. Nasıl ki SEK’in, EBK’nın özelleştirilmesinden üretici büyük zarar görmüş, özel şirketlerin oluşturduğu kartellerin oyuncağı haline gelmişse, bu alandaki özelleştirmelerden de üreticinin büyük zarar göreceği unutulmamalıdır.
1996’da yürürlüğe giren Gümrük Birliği anlaşması gereği AB’den ithal edilen gübrede gümrük vergileri kaldırılmıştır. Özelleştirme öncesi emperyalistlere gerekli alt yapılar hazırlanmıştır. Özelleştirme ile birlikte zaten esas olarak dışa bağımlı bulunan gübrede piyasanın tamamen emperyalistlerin kontrolü altına girmesi ve fiyatları gönüllerince belirlemeleri kaçınılmazdır. Bu durumda önümüzdeki yıllarda gübre kullanımında düşüşler yaşanması, küçük ve orta ölçekli çiftçinin bu zorunlu veda dolayısıyla ürünlerdeki verimliliğin daha da düşmesi beklenmelidir.
Buna karşın gübre ve diğer girdileri giderek daha aşırı şekilde kullanan ve bunların imalatını elinde bulunduran, makine, teknolojiye sahip olan AB’nin tarımsal üstünlüğünün büyümesi kaçınılmazdır.
AB ile Türkiye’nin rekabet şansını engelleyen bir başka faktör de modernizasyon ve makine gücündedir. Türkiye bu bakımdan da AB’den çok geri düzeydedir.
Modernizasyonun ve makineleşmenin göstergelerinden biri olan traktör kullanımında, Türkiye’de her bin hektara 33 traktör düşerken, Avrupa’da her bin hektara 102 traktör düşmektedir. Arada üç katlık bir fark vardır. Biçerdöverde ise bu fark çok daha büyüktür. Türkiye’de aynı miktar tarımsal alana 0,6 biçerdöver düşerken Avrupa’da 14 biçerdöver düşmektedir.
Öte yandan patent yasasından ayrı olarak Avrupa Birliği’nce uygulanan makine standardı, AB’yi oluşturan güçlü ülkelere, geri kalmış ülkeler karşısında büyük yıkıcı bir güç sağlamaktadır.
Bu düzenlemeye göre, belirtilen normlara uygun makineler, tüm Avrupa Birliği ülkelerinde serbestçe ve hiçbir engelle karşılaşmadan satılabilmektedir. Bunun dışındakilere ise yaşama şansı yoktur. Elbette bu standartlar AB’nin ileri ülkelerindeki teknolojiye göre düzenlenmiştir. Bu durumda belirtilen standartlara uymayan, üzerlerinde CE damgası taşımayan makineler, diğerleri karşısında yok olacaklardır. Böylece, zaten Türkiye’de emekleme devresinde olan, ağırlıklı olarak daha çok atölye düzeyinde imal edilen, teknolojiden yoksun tarımsal sanayinin gırtlağı gelişemeden sıkılacaktır.
Yine TZDK’nın ve diğer tarımsal sanayi alanına giren KİT’lerin özelleştirildiği veya özelleştirilmek üzere oldukları anımsandığında vaziyetin dramatikliği daha belirgin bir biçimde ortaya seriliyor.
AB sürecinin Türkiye tarımını nasıl tahrip edeceği, emperyalistler ve Türkiye sermayesinin el ele ülke tarımını nasıl bitirecekleri başlı başına ele alınacak bir konudur ve bu genel yazının sınırları içine sığmayacak kadar geniş kapsamlıdır. Ancak şu kısa bölümdeki birkaç örnek ve birkaç rakamsal karşılaştırma bile AB’nin diğer alanların yanı sıra Türkiye tarımı için nasıl büyük bir tehlike arz ettiğini, AB’nin öne sürdüğü ve Türkiye egemenlerinin yerine getirmek için gayretle çalıştıkları koşulların nasıl ağır ve tarımı darmadağın edici olduklarını görebilmek için yeterlidir.
Aslında sadece şu soruya açık ve içten bir yanıt vermek bile meseleyi çözer. Emperyalizm ve onun bir parçası olarak AB’nin öncü ülkeleri Türkiye gibi geri kalmış ve boyunlarına borç kemendi geçirilmiş bağımlı ülkeleri kendi yanlarına niçin almaktadırlar? Onları hallerine acıdıkları, içlerindeki yardımseverlik duyguları çok geliştiğinden, yürekleri Türkiye’nin geri kalmışlığına dayanamadığından mı? Bunlara yardım edelim, gelişsinler, güçlensinler, karşımıza rakip çıksınlar diye mi? Yoksa hep biz onları sömürdük, eh biraz da onlar bizi sömürsünler diye mi?
Ancak, emperyalistlerin dünyayı daha fazla sömürme, daha fazla pazar üzerinde hegemonya kurma, rakipleri ile boğuşma, onları alt etme, pazar alanları dışına atma, güçsüzleştirme plan ve hedeflerini bırakıp dünyanın yoksullarını güçlendirmek için kafa yoracaklarını, kendilerine rakip çıkarmak için çabalayacaklarını düşünmek, ahmaklıktan başka nedir?
Bunca yıllık yaşanmışlık göstermiştir ki, kapitalizm para dağıtmak değil ama düş dağıtmak konusunda cömerttir. Ama AB’nin öncü ülkelerinin el attığı ülkelerin durumu hiçbir düşe yer bırakmayacak kadar da acıdır.
Polonya, AB’ye girme sürecinde olan ülkelerden biridir. Burada özellikle Almanya’nın etkisi giderek güçlenmektedir. Polonya’da 1988’den bu yana süreçte nüfusun % 30’unu oluşturan çiftçilerin gelirleri tamı tamına yarıya düştü. Çiftçi yokluk içinde kıvranırken, açlık ve yoksulluk her geçen gün daha büyük ve ciddi bir tehdit oluşturuyor. Aynı biçimde et üretimi de büyük ölçüde düştü. Yıllar sonra AB damgalı ithal etler Polonya’ya girdi. IMF ve Dünya Bankası’nın programları, AB’nin yağmacı planlan Polonya halkını her gün biraz daha yoksulluk batağına sürüklerken, dış borçlan artıyor, AB tarafından düzleniyor.
Aynı süreç Macaristan’da da yaşanıyor. Üç beş zengin aile, milyon dolarlara sahip olurken, devlet yöneticilerinin ve üst düzey bürokratların ülkenin peşkeş çekilmesi karşılığı yurtdışı bankalardaki hesapları kabarırken, halk görülmemiş bir yoksulluğun içine sürükleniyor.
HAYVANCILIK
Üretimi en fazla gerileyen alanlardan biri dendiğinde Türkiye’de ilk akla gelenlerden biri hayvancılıktır.
Özellikle 12 Eylül darbesi ve Özal hükümetinin emperyalizme kölece bağlı politikaları hayvancılığa büyük darbeler indirmiştir.
Hayvancılığın asıl merkezi olan ülkenin doğu ve güneydoğu bölgelerinde olağanüstü halin sürekli hale gelmesi, bölgedeki olaylar bahane edilerek yayla yasağının getirilmesi, köylerin boşaltılması, tarım ve hayvancılığı kökünden geriletmiş, bir yandan bölge insanının tek geçim kaynakları ellerinden alınıp köyünden toprağından kopartılmış, öte yandan tarım ve hayvancılığa büyük darbe indirilmiştir.
1980’li yıllarda ABD ve AB’de büyüyen et ve süt stokları, bunları pazarlama ihtiyacı, emperyalistleri bağımlı ülkelere baskı yapmaya, daha fazla tarımsal ve hayvansal ürün almaya zorlamış, bunun sonucunda emperyalizme bağlılık yemini etmiş 12 Eylül cuntası ve Özal hükümeti kapılarını hayvansal ürünlere açmış, sıfır gümrükle ithal edilen et ve süt ürünleri piyasayı kaplamıştı. Bu işten hayvancılık büyük bir yara aldı. Rekabete dayanamayan hayvancılıkta bir anda büyük bir gerileme yaşadı.
1992 yılında hükümet hayvancılıkta teşviki kaldırdı. Tüm bunların sonucunda binlerce aile hayvancılığı bıraktı.
Yine AB ile yapılan anlaşmalar sonucu her yıl belirlenen binlerce tonluk et ve süt ürünleri ithalatı, hayvancılığın çöküşünü hızlandıran bir başka etken oldu.
1988’de yürürlüğe giren Avrupa Birliği ile yapılan anlaşmaya göre tarım ürünleri ithalatı serbest bırakılırken, et, süt, yumurta ve yağlarla birlikte, 15 bin baş kasaplık sığır, 19 bin ton sığır etinin Türkiye’ye gümrüksüz girişine izin verildi.
1980–1993 arası dönemde Türkiye’de et üretimi % 40 azaldı.
SEK ve EBK’nın özelleştirilmeleri, üreticinin büyük kapitalistlerin ellerine terk edilmesi, sürekli artan yem fiyatlarına karşın ürünlerdeki fiyat artışlarının onun çok gerisinde kalması, bir kilo sütün bir kilo yemi karşılayamaması, yağmalanan meralar, aslında emperyalizmin uzun soluklu faaliyetlerinin sonuçlarıydı.
Bugün ülkede sağmal inek sayısı 3 milyon civarına düşmüş durumda. Günlük 2 milyon ton civarında süt üretimi var.
Yabancı ülkelerden ithal edilen süt ürünleri ise büyük bir artış göstererek günlük 700 tona ulaştı.
41 milyon hektar olan meralar 20 milyon hektara inmiş durumda.
Yem fiyatları, dünya fiyatlarının iki misli.
Hayvancılıkta gerileme sürüyor. Gümrük duvarlarının inmesi, AB ve diğer koşullar Türkiye hayvancılığını kepenk kapatmaya zorluyor.
KÖYLÜLÜĞÜN TEK SEÇENEĞİ ÖRGÜTLÜ MÜCADELEDİR.
Emperyalist, kapitalist talanın en vahşi dönemi yaşanıyor. Tekelci sermaye aşırı kâr hırsı yüzünden insanlığın bugünü ve geleceğine ipotek koyuyor. Kendi sömürüsü sürsün, birkaç ülke dışında tüm dünya kendi egemenliğine girsin, var olan egemenliği daha da güçlensin diye dünya tarım alanlarına el koyuyor, üretimin önüne set çekiyor, en verimli alanları üretim dışına itiyor. Dünyadaki pek çok ülke gibi Türkiye tarımı da bu planların bir parçası olarak çökertiliyor. Bir zamanlar bölgenin tahıl deposu olan, kendine yeterinden fazlasını üreten ve ihraç eden ülke, bugün tarım ithalatçısı konumunda. Küçük ve orta köylülük yıkıma sürükleniyor. Yüz binlerce çiftçi ailesi toprağını büyük kapitalistlere, büyük toprak sahiplerine, tefecilere kaptırıyor. Gümrük duvarları kaldırılıyor, tarım aslanların önüne yem olarak atılıyor.
Siyasal iktidarlar bu soygun ve talanda, haydutların soygunlarını daha rahat sürdürebilmeleri için gözcülük ve korumalık yapıyor.
Küçük ve orta ölçekli üretici açısından sadece toprağa sahip olmak yetmiyor. Toprağı işleyebilmek için para gerekli. Para olmayınca üretici açısından toprağın bir anlamı yok. Artan maliyetler, girdilere gelen sürekli zamlar, ürün fiyatlarının reel anlamda değer kaybetmesi, kredilerin ve desteklerin büyük toprak sahiplerine gitmesi ve rekabet gücünün olmaması, üreticiyi vuruyor. Oysa para büyük toprak sahibinde, büyük kapitalistlerde ve bankalarda. Kapitalist sistemde ise güç para sahibinde.
Türkiye köylüsünün büyük bölümü yoksulluk sınırının altında veya sınırda. Yıllık gelir 1000 dolar civarında. Ancak bu rakam eşit dağılımı ifade etmiyor. Büyüklerin payı çıkıldığında büyük kesimin aylık geliri asgari ücretin çok altında kalıyor.
Türkiye köylüsü dilenci seviyesine indirildi. Son derece sağlıksız barınma koşullarında, ahırdan bozma yerlerde hayvanlarla, gübre ile iç içe yaşıyor. Yılın 350 günü aynı yemeğe, aynı çorbaya kaşık sallıyor. Giderek daha fazla kronik açlık çekiyor. Sağlık ve eğitim olanaklarından faydalanamıyor.
Kanalizasyonu olan köy sayısı sadece 678’dir. Bu sayı Türkiye’deki köylerin ancak % 2’sini teşkil etmektedir.
Köylerin % 82’sinde içme suyu şebekesi yoktur. Olanlarınsa % 88’i dezenfekte edilmemektedir. Su ihtiyacı ilkel koşullarda, her türlü dış etkiye, salgın hastalıklara açık kuyu vb. den karşılanmaktadır. Köylerin bir bölümünde ise hiç su yoktur.
Köylerde kanalizasyon sistemi yoktur. Büyük bölümü fosseptik kuyu kullanmaktadır. Bu ise her türlü sağlıksız koşulların kaynağıdır. Hangi köyde fosseptik kuyusu sızıntılarının su kuyularına karıştığı belli değildir. Evlerin yarısından çoğunda helâlar evin dışındadır. % 11’inde ise hiç hela yoktur.
Köy yollarının uzunluğu 326.521 km.dir. Bunların sadece % 7,8’i asfalttır.
DİE’nin 1990 yılı verilerine göre tüm ülkede okuryazarlık oranı % 80,45 iken, bu oran tarım kesiminde % 68,36’dır.
İlkokulda % 50,2 olan kız öğrenci oranı, ilkokuldan sonraki eğitim kuruluşlarında % 15,4’e düşmektedir.
1992 yılında denek olarak seçilen 241 aile üzerinde yapılan araştırmada, 19 yıl olarak saptanan ortalama evlilik süresinde doğan çocukların % 27,6’sı ölmüştür. Ölümlerin % 62,8’i bir yaşına gelmeden, % 17,9’u 1–2 yaş arasında, % 18,4’ü 3–7 yaş arasında, diğerleri de 7 yaş sonrası ölmüştür. Bir genelleme yapmak gerekirse, kırsal kesimde dünyaya gelen her bin çocuktan 174’ü bir yaşına gelmeden ölmüştür.
Ama köylerdeki karakol sayıları sağlık oranlarına oranla birkaç kat fazladır.
Rakamlar devletin rakamlarıdır ve Türkiye köylüsünün acıklı durumunu gözler önüne sermektedir.
Her geçen yıl bir öncekini aratmaktadır. Bu yıl tarım girdileri % 60 oranında zamlanırken ürün fiyatları % 25–30 oranında artmıştır. Yani üretici gerçek anlamda kaybetmiştir. Gelirleri azalmıştır. Ancak bu yıl köylü için bundan sonraki yıllar düşünüldüğünde en iyi yıldır. Tarımın liberalizasyonu, desteklerin, sübvansiyonların kalkması, kredilerin kısılması ve piyasa faizlerinin uygulanmaya başlaması ile bundan sonraki yıllar çok daha kötü olacaktır.
Artık Türkiye’nin tarım politikalarını IMF ve Dünya Bankası belirlemektedir. Hangi ürünün kaç para edeceğine, hangi ürünün ne kadar ekileceğine, ne kadarının satın alınıp ne kadarının çürümeye terk edileceğine, faizlere, ithalata hep onlar karar vermektedir. IMF ve Dünya Bankası ise, birkaç büyük emperyalistin, uluslararası mali piyasaları elinde bulunduran finans kapitalin temsilcisi, onların çek senet tahsilâtçısıdır. Görevi emrinde bulunduğu başta ABD, AB’nin öncü ülkelerinin içinde yer aldığı emperyalistlerin çıkarlarını korumaktır. Onları daha güçlü hale getirmektir. Onların daha güçlü hale gelmesi demek, bizim gibi ülkelerin daha da güçsüzleşmesidir. Birinin cebine para girmesi için birinden çıkması gerekir.
Diğer yanda toprak ağalığı sistemi azalmakla birlikte doğuda ve güneydoğuda sürmektedir.
GAP ile en gelişmiş altyapıya sahip olacak bereketli araziler ABD, İsrail, Alman, Fransız tekellerine, Koç, Sabancı gibi holdinglere sunulmuştur. Küçük ve orta köylüden esirgenen teşvikler, destekler, kıyaklar buralara akıtılacaktır.
Şimdi sorun çarenin nerede ve nasıl olduğudur.
Sorun sadece yıkıma uğratılan köylünün sorunu olmaktan çoktan çıkmıştır. Yıkıma uğratılan tarımdır. Dolayısıyla sorun başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçilerin, gençliğin, ülkesini seven herkesin sorunudur.
Bugün Türkiye’de yıkıma uğratılan küçük köylülüğün önünde tek bir seçenek vardır; işçi sınıfı ile birleşmek, mücadeleyi birleştirip kendisini ezen ve açlığa sürükleyen yerli tekelci sermayeye, onların ağa babası IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlara, emperyalizme ve onların programlarına karşı bayrağı açmaktır. Emperyalist tahakkümün kırılması için mücadeleye atılmaktır.
Bu mücadelenin öncüsü, yol göstericisi olarak da işi sınıfının devrimci partisinin görevi, hareket merkezinin büyük sanayi kentleri olduğunu unutmadan, görevlerini ve gücünü hesaplayarak işçi sınıfı ile küçük köylülüğün ve emekçilerin birleşik mücadelesinin yaratılması için mücadele hattını örmektir.
Küçük köylülüğün mücadeleden başka şansı yoktur. Ve bu mücadele Ziraat Odaları’nın başına çöreklenmiş, başında bulundukları kurumları köylüyü soyan burjuva partilerinin yaması durumuna getirmiş ve o kurumları kendilerine çıkar sağlamak, destek, ucuz ve bol kredi, teşvik vb. türden avantalar sağlamak için kullanan asalakların önderliğinde olamaz. Küçük ve yoksul köylülük örgütlü bir güç haline gelebilmek için, bu asalakları başından defetmelidir. Köylünün dostu, kendisi gibi ezilen işçi sınıfı ve emekçilerdir.
Dünya ve Türkiye işçisi, emekçisi, köylüsü, genci için hiçbir şey bitmiş değildir, ama her şey yeniden başlamaktadır. WTO, G8 ve diğer toplantılar öncesi Amerika’da, Japonya’da ve başka yerlerde büyük gösteriler oluyor. Dünya emekçileri kendilerini ezen emperyalizme ve soygun düzenine karşı daha kararlı hale geliyor. Ve emperyalizm, dünya halklarını pimi çekilmeye hazır bomba gibi gererken, sınıf çelişkileri her zamankinden daha fazla keskinleşiyor, saflar netleşiyor. Kapitalizm, kendi mezarını kazmaya her zamankinden daha hızlı devam ediyor.
Ağustos 2000