Kalıcı kardeşlik için daha yoğun mücadele

3 Kasım seçimlerine Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu adı altında katılan platformun temel sloganlarından biri KARDEŞLİK oldu. Seçim kampanyası süresince platformun sözcüleri, adayları, propagandacıları platformun diğer taleplerinin yanı sıra kardeşleşmeye özel bir vurgu yaptılar, emekçileri birliğe, ortak, birleşik mücadeleye çağırdılar. Hiç şüphesiz bu çağrılar emekçi yığınlar içinde önemli bir yere oturdu. Yıllar süren ve halkın tepesine burjuvazi tarafından bir karabasan gibi çökertilen şoven, ırkçı propagandaların, kışkırtmaların ardından emekçilerin kararlı ve cesur sesi olarak ülkenin dört bir yanında, demokrasi mücadelesinin bayrağı olarak dalgalandı. Bu anlamda da, Emek-Barış-Demokrasi Bloğu, seçim bildirgesinde yer alan, IMF, savaş karşıtlığı, iş, aş, talepleri, yoksulluğa, özelleştirmelere, kaynakların yağmalanmasına karşı, bir dizi demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi istemine kadar genişlik arz eden taleplerin yanı sıra kardeşlik çağrıları ve bunun en içten ve en üstten vurgulanmasıyla seçimlere katılan diğer bütün partilerden farklılaştı. Emek-Barış-Demokrasi Bloğu emekçiler arasında ciddi bir heyecan, geleceğe dair yeni bir umut yarattı. Bu bakımdan seçim sonuçlarının sadece alınan oylar üzerinden değerlendirilmesinin son derece dar olacağı ve önümüzdeki döneme ilişkin görevlerimizin gözden kaçırılmasına yol açacağı ortadadır.
Türkiye politik yaşamında geride bırakılan sürece göz atıldığında son derece önemli, inişli çıkışlı ve zor dönemlerden bu günlere gelindiği, son birkaç yıl içersinde bile son derece hızlı bir değişim olduğu görülecektir.
1999 genel seçimleri Türk milliyetçiliğinin, şovenizmin, ırkçılığın en yoğun biçimde işlendiği, bu propagandaların kitleler içinde en yoğun biçimde yaşandığı dönemlerden biri olma özelliğindedir. Nitekim 99 seçimleri Türkiye politik arenasında yer alan biri sağ, diğeri sol etiketli iki parti, DSP ile MHP’nin ilk iki sırayı paylaştığı ve büyük bir oy desteği sağladığı seçimler olmuştur. Bu her iki parti de en uçtan milliyetçi, şoven propagandaya dayanmışlar, geride kalan acılı, kanlı süreci kendilerine dayanak yaparak, milliyetçiliği, şovenizmi en köklü biçimde pompalamışlardır. Hiç şüphesiz, yaşanan sürecin, burjuvazinin bu süreci kendi çıkarları, egemenliğinin sürmesi doğrultusunda kullanması, Türk’ü Kürt’e karşı sürekli kışkırtması, bu sonucu hazırlamıştı. Kürtlerin, ana dillerini özgürce kullanma, kültürel haklarını yaşama ve yaşatma gibi en masum istekleri bile ” bölücülük”, “yıkıcılık” yaygaralarıyla boğulmaya çalışılmış, bununla birlikte ülkede emekçilerin ekonomik, sosyal talepleri dahi bu gürültüye bağlanarak, işçilere, emekçilere “sağduyu”, “fedakârlık” çağrıları yapılmıştır. Öyle bir noktaya getirilmiştir ki, emekçilerden gelen toplu sözleşme, ücret yükseltilmesi talepleri bile ülkedeki yaşanan durum gerekçe gösterilerek geri çevrilmiş, neredeyse bu hakları talep edenler “bölücülerle” aynı yolda yürümekle, devlet, millet düşmanlığı ile özdeşleştirilmiş, böylece yoğun biçimde işlenen “bölünme paranoyası” emekçi halk hareketinin geri püskürtülmesinin dayanak noktası haline getirilmiştir.
Her gün büyük cenaze törenleri, TV’lerden, yazılı basından durmaksızın kusulan zehir, futbol maçlarına kadar taşınan şoven propaganda, üniversitelerde YÖK aracılığıyla sürdürülen kampanyalar vs. 99 seçimlerinin galibi bu iki partinin değirmenine taşındı.
Ancak aradan geçen yaklaşık üç yıl gibi pek de uzun sayılamayacak süreye karşın geçen seçimin galibi, oy toplamları yüzde kırkları bulan bu iki parti, 3 Kasım seçimlerinde büyük bir oy kaybıyla yüz yüze gelerek, yüzde kırklardaki oy oranları barajı bile aşamayacak seviyeye geriledi. Bu seçimlerin genel değerlendirilmesinde bu konunun mutlaka hesaba katılması gerekir.
Hiç şüphe yok ki bu sonuçta birbiriyle ilintili birkaç faktör birden rol oynamıştır. Her türlü baskıya, zorbalığa, yok sayılmaya karşın Kürt ezilenlerinin mücadelesi büyüyerek sürmüş, kendini somut bir gerçek olarak egemenlere dayatmıştır. Hiçbir baskı, terör ve zorbalığın, inanan bir halkı yok etmeye gücünün yetmediği bir kez daha görülmüştür. Dolayısıyla halkın mücadelesi filiz vermiş, egemenler bir halkın varlığını istemeden, nefretle de olsa kabullenmek zorunda kalmışlardır. Bunun sonucunda Kürtlerin varlığı zorlanarak, değişik dolaylı yollara başvurularak da olsa kabullenilmiş, şimdilik son derece güdük ve sınırlı da olsa Kürt dilinin kullanımı, tanınması yasal zemine kavuşmuştur.
Yine idam cezasının kaldırılması, ortamın yumuşamasında, gerginliğin azalmasında önemli bir yer tutmuştur.
Bir başka faktör olarak da, büyük milliyetçi söylemler, Vatan-Millet-Sakarya edebiyatıyla işbaşına gelen DSP ve MHP’nin hükümet süresinde IMF ve benzeri emperyalist kuruluşlar önünde süt dökmüş kediye dönmesi, kuyruğunu kıstırıp efendilerin önünde el pençe divan durması, halkın ve ülkenin çıkarlarını bir çırpıda emperyalist tekellere sunmalarıdır. Elbette tüm bunlar halkın gözünden kaçmamış, büyük itibar kaybına uğrayan bu partilerin sözleri, vaatleri inandırıcılığını yitirmiştir. Bunların itibar kaybetmesi, bir anlamda milliyetçilik ve şovenizmin itibarının nispeten zayıflaması sonuçlarını getirmiştir.
Ayrıca yasak ve sınırlandırmaların gevşemesine, anadil, kültürel hakları tanınması yolunda çok küçük adımlar atılmasına karşın, egemenlerin, siyasi otoritenin ve bu iki milliyetçi partinin söylediği gibi, ne “bölücülük” azmış, ne halklar arasında savaş çıkmıştır. Tersine hak ve özgürlüklerin genişlemesi normal yaşama dönüşün adımlarını hızlandırmıştır.
Yaşananlar ışığında bir kez daha açıkça görülmüştür ki, ezen ulus ayrıcalıkları, ezilen ulusun baskı altında tutulması, yasaklar, baskılar, halklar arasındaki kardeşleşmenin düşmanıdır. Uluslar ne kadar özgür olur, ezen ve ezilen ulus arasındaki ayrımlar ne kadar ortadan kalkar, eşit haklar sağlanırsa milliyetçiliğin, şovenizmin cephaneliği o denli daralmaktadır. Ulusal sorunların çözümüne gidildikçe, ulusal önyargılardan arınmış emekçi yığınların sınıfsal mücadeleye katılımı o denli kolaylaşmaktadır.
Öte yandan, kapitalist üretim ilişkileri gelişip, feodal üretim biçimi yerini kapitalist üretime bıraktıkça ülkenin geçmişine damgasını vuran köylü toplumuna özgü muhafazakâr, babadan oğla geçen siyaset tarzı da değişmektedir. Son yıllarda her seçimde hükümetlerin değişmesi, bir önceki dönemde en yüksek oyu alanın diğer seçimde gerilere düşmesi, toplumsal yapıdaki bu değişimin sonuçlarındandır. Halk artık kendisini cezalandıranlara dersini vermektedir. Henüz sistem partileri arasında da olsa değişim isteğini göstermektedir. Halkın değişim isteğini sistem partileri arasındaki bir değişimden çıkartma, kendisini acılara, yokluklara, köleliğe mahkûm eden kötülüklerin asıl kaynağı kapitalist sistemi cezalandırmaya götürme, ezilenleri kendi politikalarına yöneltme görevi ise, işçi sınıfının politik partisinin ve bu ideolojiye inanmış parti fonksiyonerlerinin görevidir.
Ve elbette seçime birlikte bir güç yaratarak katılan Emek-Barış-Demokrasi Bloğu’nun varlığı, Türk ve Kürt emekçilerinin birlikte mücadelesinde atılmış ileri bir adım olarak, kardeşleşmeyi kolaylaştırıcı, gerginlikleri azaltıcı önemli bir işlev görerek, milliyetçi, şoven propagandaların etkisizleşmesinde etkin bir rol oynamıştır.
Seçim sonuçlarının objektif bir değerlendirmesinde tüm bu faktörler hesaba katılmalıdır. Aksi takdirde sadece alınan oy üzerinden yapılacak değerlendirme, birliğin kısa zaman süresine karşın elde ettiği kazanımları, ezilenler arsında yarattığı olumlu havayı, geleceğe dair büyüyen umutları görmezden gelmek olacaktır. Bu ise halka, halkın duygu ve düşüncelerine sırt çevirmektir.

KARDEŞLİK ÇABALARI HENÜZ İŞİN BAŞINDADIR
Tüm bu olumlu gelişmelere, kısa zamanda yaşanan ilerlemelere rağmen, Türk-Kürt ezilenlerinin kardeşliğinin son derece sağlam ve kalıcı temellere oturtulduğunu, artık bir daha eskiye dönüş olamayacağını, önyargıların tamamen kırıldığını, halklar arasındaki güvensizlik tohumlarının bir daha yeşermemek üzere kurutulduğunu, gerçek anlamda kardeşliğin inşa edildiğini söylemek olanaksızdır. Geleceğe ilişkin planlar ve hedeflerin bu işin başarıyla tamamlandığı varsayılarak yapılması hayali şatolar kurmaktır.
Evet, bir daha tekrarlamak gerekirse, kardeşleşme yolunda son yıllarda yaşanan acılı, sancılı sürecin ardından son derece ileri adım atılmıştır. Bu adımın toplumun değişik katmanlarında küçümsenmeyecek etkisi olmuştur. Ancak henüz yolun başıdır.
Her şeyden önce yılların yarattığı birikimlerin, ekilen güvensizlik tohumlarının, ön yargıların bir ay gibi kısa bir sürede yok edileceğini düşünmek boş hayal kurmaktan başka bir şey değildir.
Kaldı ki ön yargıları, güvensizlik ortamını yaratan nedenler henüz tam anlamıyla ortadan kalmış değildir. Ezen ulusa tanınan dil, kültürel hakları kullanma vb. imtiyazlar son bulmamış, ezen ve ezilen uluslar arasında eşit hak ve özgürlüklere dayanan demokratik ortam kurulmamıştır. Bölgesel eşitsizlik ve adaletsizlik tüm haşmetiyle varlığını sürdürmektedir. Hala Kürtçenin sınırsız ve engelsiz kullanımı sağlanmamıştır. Kürtçenin varlığı hala anadil olarak kabullenilmemektedir. Siyasi otorite Kürtçe yayını RTÜK vasıtasıyla TRT’nin tekeline bırakmış, TV’de haftada iki saat, radyoda haftada dört saatle sınırlamıştır. Siyasal iktidar hala Kürtçeyi anadil olarak görme yerine, sofrada çeşni olarak görme ve öyle yansıtma düşüncesindedir. Koruculuk sistemi sürmekte, köylere dönüş engellenmektedir. Fiili OHAL uygulamaları devam etmekte, yasalar bölgeden bölgeye değişmektedir. Bunlar gibi daha pek çok sorun sıralanabilir. Ve şu kabul edilmelidir ki, ulusal ayrıcalıklar ortadan kaldırılmadıkça, imtiyazlar, kardeşleşmenin önüne döşenen mayınlardan farklı olamayacaktır. Kardeşleşmenin tam olarak gerçekleşebilmesi, yolun bu mayınlardan temizlenmesine bağlıdır.
Ulasal sorunların çözümünde ileri adımlar atılmadıkça her iki tarafta da milliyetçi duyguların gelişiminin ortamı her zaman hazır olacaktır. Ulusal sorun çözülmedikçe, halkların sınıfsal talepleri uğruna mücadeleye katılmasında engeller oluşacak, güçlü ve özlenen düzeyde birleşik emek hareketinin yaratılmasında güçlüklerle karşılaşacaktır.
Bu sorunun çözümünün birinci dereceden muhatabı ise ezen ulusun işçi ve emekçileridir. Ancak ezen ulusun işçi ve emekçileri, devrimcileri, ezilen ulusa mensup sınıf kardeşleri için mücadeleye katıldığı oranda, ulusal ayrıcalıkların kaldırılmasını, imtiyazların sona ermesini, ezilen ulusun tıpkı kendileri gibi anadilden, kültürel haklarının kullanımına kadar tam özgürleşmesini, serbestliği savundukları ve mücadele ettikleri oranda güvensizlik ortamı yerini güvene, ayrılıklar dayanışmaya, birlikte mücadeleye bırakacaktır. Unutulmamalıdır ki, başka bir ulusu ezen ulus özgür olamaz.
Seçim kampanyası süresince özgürlük, eşit haklar talebi ağırlıklı olarak Kürt ezilenlerinden gelmiştir. Miting meydanlarında ağırlık Kürt ezilenlerindedir. Elbette Kürtlerin kendi haklarını istemesinden doğal bir şey olamaz. Ancak, Kürt ezilenlerinin özgürlük, eşit hak talepleri esas olarak Türk işçisi ve ezilenlerin talebi haline gelmedikçe ezilenlerin birliğinin ve gerçek anlamda kardeşleşmenin sağlam temellere oturması güçleşecektir. İşçi sınıfı ve emekçiler ulusal boyunduruklardan kurtulmak zorundadır.
Bu yüzden de işçi sınıfı partisine ve militanlarına düşen görev, Türk işçileri ve ezilenleri arasında yoğun bir aydınlanma ve kardeşleşme temelinde aydınlatma faaliyetinin sürdürülmesi, onların eşit haklar, özgürlükler mücadelesine kazanılmasıdır.
Seçim kampanyası döneminde pek çok olumluluğa karşın, özellikle bu konuda yeterli bir faaliyetin sürdürülmediği kabul edilmelidir. Bu konuda yeterince canlı bir aydınlatma faaliyeti yürütülmemiş, yeterince cesur ve atak davranılamamıştır. Genel bir kardeşleşme edebiyatı yapılmış, ancak kardeşleşmenin nasıl olacağına dair ayrıntılara girilmemiştir. Burjuvazinin geçmişte yarattığı şoven hava bunda etkili olmuş, tabir-i caizse “kaçak güreşilmiştir”. Sanki bu sorun sadece Kürtlerin bir sorunuymuş gibi, sorun daha çok Kürtler arasında dillendirilmiştir. Oysa işçi sınıfı davasına gönül vermiş, kendi kurtuluşunu işçi sınıfının kurtuluşuna bağlamış tüm devrimcilerin, ileri işçilerin asıl görevi, bu propaganda ve aydınlatma çalışmasını ezen ulusun işçileri, ezilenleri arasında sürdürmeleridir. Türk işçi ve ezilenleri bu konuya ne kadar çok kazanılırsa, Kürt ezilenlerinin dil, kültürel haklarının özgürce ve sınırsız kullanımına ne kadar güçlü biçimde sahip çıkarlarsa milliyetçiliğin, şovenizmin etkileri o kadar çok kırılacak, tüm ezilenlerin politik mücadeleye, sınıfsal talepler için mücadeleye katılımları o denli kolaylaşacaktır. Şu asla akıllardan çıkartılmamalıdır ki, demokrasi mücadelesine, demokratik talepler uğruna mücadeleye kazanılamamış işçi sınıfının siyasal iktidar mücadelesine kazanılacağını sanmak çok safça bir düşüncedir. Gerçek anlamda demokrasi mücadelesinin gerekleriyle donatılamamış işçi sınıfının bilinci devrimci bilinç değildir.
Oysa yazının girişinde de gösterilmeye çalışıldığı gibi, koşullar ve ortam toplumsal yapıdaki milliyetçi, şoven etkilerin geçmişe göre nispeten kırılması, en azından hayır hah bir tutumun yaygınlaşması, işi kolaylaştıran bir faktör olarak değerlendirilmeliydi. Ancak kafalardaki sınırlar, kitlelere mal edildi. Kendi ruh hali, kitlelerin ruh halinin yerine geçirildi. Hiç şüphe yok ki, burjuvazinin yıllardır yaptığı ve yerleştirmeye çalıştığı milliyetçi, şoven propagandanın yığınlarda yarattığı etkinin kendiliğinden yıkılmayacağı açıktır. Milliyetçi, şoven etkilerin, önyargıların, güvensizliklerin bir çırpıda aşılamayacağı, önümüze ciddi anlamda zorlukların çıktığı da açıktır. Ama zaten işçi sınıfı davasının savunucuları, parti kadroları bu zorlukları aşma göreviyle yola çıkmamışlar mıdır? Kendilerinin varlık nedenleri sadece bu konuda değil, öne çıkan bütün zorlukları aşmak değil midir? Zorluklar bahane edilip, her engelde geri çekilinecekse, zararsız yollar keşfedilmeye çalışılacaksa, kendine bir takım payeler yüklemenin manası nedir?
Halkın karşısına çıkıp biz birleştik, kardeşliği kuruyoruz demekle kardeşlik kurulmaz. Sorun, kardeşliğin ezilen halklar arasında kurulmasıdır. Kardeşlik talebinin zorunlu bir ihtiyaç olarak halk yığınları arasında güçlenmesi ve talep olarak ileri sürülmesidir. Yoksa birçok insan bu söylendiğinde, “biz zaten kardeşiz, arada bir düşmanlık yok, hepimiz bu vatanın evladıyız” demektedir. Ancak söz anadile, kültürel haklara gelince, bunları istemek kardeşliği bozmak olarak kabul edilmektedir.
Burjuvazinin kardeşlik anlayışı, “küçük kardeş”in “büyük ağabey” için çalışıp, onun sözünden dışarı çıkmaması, kendisi için bir şey istememesidir. “Küçük kardeş” azıcık ağzını açtı mı, “büyük ağabey” suratını asmakta, eline sopayı alıp bağırmaktadır: “Kardeşliği bozuyorsun!”
Görev, sabahtan akşama kadar “kardeş olduk” diye bağırmak değil, gerçek kardeşliğin nasıl olacağını anlatmaktır. Bunun ne kadar kolay veya zor olacağını belirleyecek olan ise, koşullara, bulunulan bölge emekçilerinin yapısına uygun usta ve bilinçli bir propaganda ve aydınlatma çalışmasının yürütülmesi olacaktır. Elbette bu “ustalık!”, “bizim oralarda bunun koşulları yok”a gitmemelidir.
Seçimler bitti. Ama sınıf mücadelesi sürüyor. Seçim döneminde önceki zamanlara göre yoğunlaştırılan kardeşlik propagandası sadece bir başlangıç olarak kabul edilmeli, faaliyetlerden dersler çıkartarak, eksikliklerimizi açık yüreklilikle görerek, artık daha yoğun ve cesur biçimde sürdürülmelidir.
Çünkü milliyetçilik burjuvazinin emekçi yığınlara karşı kullandığı son derece önemli ve etkin bir silahtır. Bizim gibi ülkelerde burjuvazi, halkı korkutarak, “öcüler” göstererek yönetmektedir. Burjuvazi yığınları şaşırtmak, bölmek, etkilemek, kendi peşine takmak, dikkatleri başka noktalara çekmek gibi nedenlerle elinin altında değişik dönem ve ihtiyaçlarda kullanabilmek için her zaman “iç ve dış düşman” bulundurur. Zaman zaman ihtiyaca göre biri veya bir kaçı devreye sokulur.
Önümüzdeki sürecin burjuvazi açısından Kürt düşmanlığının, Türk şovenizminin yeniden kışkırtılmaya başlanacağı bir dönem olması olasılığı büyüktür. ABD, Irak işgali hazırlıklarını yoğunlaştırmıştır. Bu kez Irak’ta kalıcı olabilme peşindedir. Bunun için asker sevkıyatından, gerekli üslere, lojistik desteğe kadar yoğun bir hazırlık içindedir. Katar’dan, Kuveyt’e, Bahreyn’den Ürdün’e kadar Ortadoğu’daki pek çok ülkede üsler kurmakta, var olanları güçlendirmekte, bir dizi ülkeyi kendi ihtiyaçları doğrultusunda harekete geçirmekte veya harekete geçmeye zorlamaktadır.
ABD’nin işgal planlarında en büyük rol biçtiği ülkelerden birisi Türkiye’dir. Olası bir Irak işgal harekâtını Türkiye olmadan ABD’nin başaramayacağı bizzat konuyla ilgili Amerikalılar tarafından dile getirilmektedir. Türkiye’nin bu savaşta yer almasının, geçmişteki Irak savaşından da dersler çıkartan ve olumsuz deneyler yaşayan Türkiye halkının tepkisiyle karşılaşacağı anlaşılmıştır. Her ne propagandayla olursa olsun halkın Türkiye’nin ABD’nin yanında savaşa sürüklenmesini desteklemediği ortadadır. ABD çıkarları doğrultusunda savaşa katılıma halkı ikna edici bir pozisyon yaratma peşinde olan siyasal iktidarın, “Kuzey Irak’ta Kürt devleti kurulacak, biz bölüneceğiz” propagandasına sarılma eğilimi görülmektedir. Hatta daha şimdiden Kuzey Irak’ta askeri harekâtların başladığı haberleri gelmektedir. Bunun sonucu, yeniden Kürt düşmanlığı üzerine örülü bir propaganda, “bölücülük”, “yıkıcılık” edebiyatıdır. Yeniden ırkçı, şoven propagandaların canlanmasıdır. Bu ise, kaçınılmaz olarak, yumuşamaya başlayan sürecin yeniden gerilmesine, Kürt demokratik mücadelesinin sıkıştırılmasına, Kürtlerin tecridi çabalarına kadar uzanabilecek bir sürece varabilecektir. Tüm bunlar ise, bölme üzerinden politika yapan sermayenin işinin kolaylaşması, emekçilerin yeni hak kayıpları, sınıf mücadelesinin sıkıştırılması demektir. Birleşik halk hareketinin önüne yeni engellerin döşenmesi anlamındadır.
Bu yüzden ABD’nin Irak işgaline karşı çıkmak, ABD saldırganlığına karşı mücadele etmek, diğer nedenlerin yanı sıra bu nedenden ötürü de şarttır.
Ayrıca, Irak’ın bölge sınırında olması en başta bölgeyi etkileyecektir. Savaş hali bahane edilerek bölgede baskı ve yasaklar, OHAL uygulamaları sürecek, kazanılmış hak ve özgürlüklerin üzerine gidilecek, yeni sıkıntılar, yeni kuşatmalarla karşılaşabilecektir. Savaşın neden olacağı ekonomik yaralar, zaten son derece kötü ekonomik koşullarla yüz yüze bulunan bölgeyi yeni açmazlarla karşı karşıya bırakacaktır.
Bu bakımdan ABD’nin Irak işgaline karşı çıkmak, günümüzde kardeşliğe, demokratik hak ve özgürlüklere sahip çıkmak anlamını taşımaktadır.

BÖLGESEL EŞİTSİZLİKLERE KARŞI MÜCADELE
Eşitsizlik sadece dil, kültürel haklarla da sınırlı değildir. Ekonomik anlamda da bölgesel eşitsizlik, siyasal yönetimlerin ayrımcı uygulamaları sürmektedir. Son yıllarda hükümetlerin uyguladığı siyasal, sosyal ve ekonomik politikalar eşitsizlikleri, doğu ile batı arasındaki uçurumları büyütmüştür. Genel olarak tüm ülkenin en önemli sorunlarından biri olan işsizlik, bölgede dayanılmaz boyutlara ulaşmış bulunmaktadır. IMF programları gereği yatırımların durması, tarımsal desteklerin kısıtlanması, üretim maliyetlerindeki sürekli artışlar, köy boşaltmalar, yayla yasakları, geçen Irak operasyonunun en çok bölgeyi etkilemesi, sınır ticaretine getirilen kısıtlamalar, devletin küçülmesi adı altında ödeneklerin kesilmesi vs. bölgeyi derinden etkilemiştir. Bölgenin ekonomik yapısı en geri Afrika ülkeleri ile aynılaşmıştır. Okul, hastane, sağlık hizmetleri, barınma sorunları had safhadadır. AKP hükümetinin açıkladığı hükümet programı var olan durumu daha da kötüye götürecektir. Çünkü bölge ekonomisi genel olarak tarım ve hayvancılığa dayanmaktadır. Hükümet programında açıkça IMF programlarının sürdürüleceği, tarıma sübvansiyonların tamamen kaldırılacağı, devletin tarımdan çekilerek piyasayı tüccara bırakacağı belirtilmektedir. Pamukta, tütünde, şeker pancarında vb. kotalar sürecek, ekim alanları daha da daraltılacaktır. Daraltılmasa bile, hükümet programında açıkça belirtildiği üzere devletin alımlardan çekilmesiyle üretici ortada kalacaktır. Bir yandan düşük tutulan tarım ürünleri fiyatları, diğer yandan ithalat üreticiyi çifte kıskaca almak demektir.
Tüm bunların anlamı, zaten son derece kısıtlı durumda olan bölge ekonomik alanının daraltılması, sıkıntıların büyümesidir. Bölgesel geriliğin katlanarak sürmesidir.
Önümüzdeki süreç mücadelenin kızışacağı bir süreç olacaktır.

BİRLEŞİK MÜCADELE ŞARTTIR
Kürt sorunu, ülkemiz işçi ve emekçi sınıfların mücadelesinin gelişimi açısından önemini korumaktadır. İşçi sınıfı ve emekçi hareketinin gelişimi için Kürt sorunun demokratik biçimde çözümü şarttır. Emekçilerin, ezilenlerin birleşik mücadelesinin yaratılabilmesi, Türk işçi ve emekçilerinin Kürt ezilen kardeşlerinin ulusal ve sınıfsal sorunlarına sahip çıkması, eşit haklar, anadil, kültürel hakların kullanımı ve gelişiminin önündeki engellerin kaldırılması, koruculuk sisteminin son bulması, köylere dönüşün hiçbir kısıtlamaya gidilmeden tamamen kaldırılması, yayla yasaklarının son bulması, herhangi bir izne tabi olmadan serbest kalması, bölgeye ekonomik desteğin sağlanması, sosyal yatırımların yapılması, işsizliğin önlenmesi, vb. için mücadele etmesi ile doğrudan bağlıdır. Böyle bir mücadele vermeden işçi sınıfının, emekçilerin kendi kurtuluşları yoluna girebilmeleri olanaksızdır. İşçi sınıfı, ezilen, haksızlığa uğrayan herkesin, tüm kesimlerin kurtuluşu için mücadele etmeden, öyleyse doğrudan kendisine yöneltilmemiş olsa bile bütün baskı, eşitsizlik ve haksızlıklara karşı çıkmadan sınıf bilinciyle donanamayacağı gibi, kendi kurtuluşunun yolunu da açamaz. Uğratıldıkları haksızlık ve baskılara karşı çıkıp hak eşitliği ve özgürlük mücadelesinin savunuculuğunu yapmak, işçiler bakımından, “insani bir görev”i yerine getirmenin ya da basitçe ezilen Kürtlere bir destek sunmanın ötesinde anlam taşımaktadır. Kürtler ezildikçe kendisi de ezilmeye devam edeceği, kendisini de ezen aynı sistem varlığını sürdüreceği ve kendi ezilmişliğine son vermek ve kölelikten kurtulabilmek için, işçi ve emekçiler, Kürt ezilenlerinin talep ve mücadelelerini sahiplenmek, ezenlere karşı ezilenlerin birleşik mücadelesini geliştirmek zorundadırlar. Önümüzdeki dönemin, Türk işçi ve emekçilerin bunu, Kürtlerin talep ve mücadelelerini sahiplenmeden kendi üzerlerindeki baskıya, hak gasplarına, sömürüye son veremeyeceklerini ve kendilerini kurtaramayacaklarını anlayacakları bir dönem olması zorunludur.
Ancak bunlar yapılabildiği ve bu yönde gözle görülür bir yol katedildiğinde kardeşlik sağlam temellere oturabilecek, milliyetçi, şoven propagandaların etki alanı nispeten daralarak, birleşik sınıf hareketinin yaratılması kolaylaşacaktır.
Önümüzdeki süreç bu yolda ilerlenen, sağlam ve kararlı adımların atıldığı bir süreç olmalıdır. Özgürlükler birlikte kazanılacaktır.

ABD’nin yeni savaş durağı: Irak

Tıpkı Afganistan işgalinden önce olduğu gibi, şimdi de tüm dünya, ABD’nin Irak’a başlatacağını ilan ettiği saldırıyı tartışıyor. Tartışmaların eksenini, yine Amerikan tarafı, CIA gibi istihbarat örgütleri ve bu örgütlenmelere bağlı kurum ve kuruluşlar, basın organları ve bunların çeşitli ülkelerde satın aldığı uzantıları belirliyor. Sorun öyle bir hale getiriliyor ki, bir yandan ABD saldırganlığı tam anlamıyla kanıksatılır, yaşamın doğal bir parçasıymış gibi sunulurken, diğer yandan da ABD’nin Irak’a saldırıyı nasıl başlatacağı ve ne şekilde yürüteceği üzerine fal açılıyor, senaryolar üretiliyor, tüm dünya ABD enformasyonu aracılığıyla yalan yanlış yoğun bir bilgi bombardımanına tutuluyor; en yalın gerçekler gözlerden gizlenip çarpıtılırken, yalanlar tek gerçek olarak piyasaya sürülüyor.
Bütün olup biten, tıpkı Amerikan film endüstrisinin ürettiği savaş filmleri gibi düzenleniyor, gösterime sunuluyor. Dünya halklarından da koltuklara oturup filmi izlerken, hem savaşın hem de savaş akbabasının tarafını tutması, kendisini akbabayla özdeşleştirmesi bekleniyor. ABD’nin Irak’a daha önceki saldırısında da aynı yol izlenmişti. ABD’nin Irak saldırısı, ABD televizyonları ve enformasyon merkezleri aracılığıyla tek taraflı ve tamamen yalan yanlış biçimde tüm dünyaya izlettirilmiş; savaş, vahşet, işgal, sanki herhangi bir futbol maçı yayını derekesine indirgenmiş, kanıksatılmış, petrole bulanan martılara gözyaşı dökülmesi, ama milyonlarca Iraklının, kadın ve çocuğun kanının dökülmesine hak verilmesi istenmişti. Emperyalist planlar çerçevesinde Yugoslavya’nın bölünmesi sürecinde aynı senaryolar aynı teknikle vizyona girdi. Bütün dünya, TV ekranlarından, gazete sayfalarından ABD istihbaratının, Pentagon’un yönlendirmesi ile hazırlanan görüntüleri izledi. Tek taraflı yalan propagandayla, önce herkes Yugoslavya’nın, ABD ve diğer emperyalist, güçlerce işgal ve paylaşımına ikna edilmeye çalışıldı. Öyle bir hale getirildi ki, yine o burjuva basını, ABD ve diğer emperyalist yağmacıları işgale geç kalmakla eleştirmeye başladı. Elbette bu ısrara daha fazla dayanamayan ve oradaki “vahşete yüreği daha fazla tahammül edemeyen” ABD ve Almanya “umumi istek üzerine” bu ülkeye ordularıyla girdi, üslerini kurdu ve paylaştı.
Afganistan’da olup bitenler ise henüz taptaze. 11 Eylül, bol gözyaşı. İnsanlık nutukları, intikam naraları. Hemen yürürlüğe konan “anti-terör” kampanya. ABD karşıtı ya da en azından ABD’nin her sözünü emir telakki etmeyen ülkelere, kurum ve kuruluşlara terörist etiketi asılması. Bin Ladin yaygarası. Yine aynı film kareleri saldırı ne zaman başlayacak, nereden vurulacak bahisleri. Geçici hükümet senaryoları ve ardından ABD’nin Afganistan işgali.
ABD, Afganistan işgaliyle; kendine Orta Asya’da önemli bir basamak noktası, hem Çin’e, hem Rusya’ya, hem İran ve Irak’a, yani petrol bölgesine yönelik kalıcı bir üs edindi. Her an patlamaya hazır bir bomba gibi bölgeye yerleşti. Peki, ama savaşın nedeni olarak gösterilen Bin Ladin hikâyesi ne oldu? Bin Ladin’e ne oldu? Bin Ladin’i arayıp soran var mı?

PAZAR KAVGALARI KIZIŞIYOR, BÖLGESEL SAVAŞLAR SIKLAŞIYOR
ABD’nin daha önceki Irak saldırısı, Somali, Yugoslavya, Afgan işgali ve son olarak yeniden gündeme gelen ABD’nin Irak saldırısı derken, bölgesel savaş aralıklarının giderek sıklaştığı, neredeyse biri bitmeden sıcağı sıcağına bir diğerinin gündeme geldiği görülüyor. Her yeni saldırı, işgal veya savaşın kapsamının genişlediği, daha geniş bir çerçeveyi içine aldığı, ama bir yandan da emperyalistler arasındaki homurdanmanın arttığı, çelişkilerin daima bir önceki döneme göre biraz daha fazla keskinleştiği görülüyor. Çünkü kapitalizm geliştikçe, hammadde eksikliği ve hammadde kaynaklarına olan ihtiyaç kendini giderek daha fazla ve acil olarak hissettiriyor. Buna bağlı olarak da rekabetin koşulları o denli sertleşiyor, bütün yeryüzünde hammadde kaynakları arama, var olan hammadde kaynaklarına el koyma, yalnızca kendi denetimi altına alma çabaları ön plana çıkıyor, sömürgelere sahip olma ihtirası o denli amansız ve acımasız hale geliyor. Çünkü yalnızca sömürgelere sahip olma ve hammadde kaynaklarını elinde ve denetimi altında bulundurma durumu tekellere üstünlük sağlamakta, rakipleriyle giriştikleri savaşımda her türlü rastlantıya karşı kesin bir başarı güvencesi sunmaktadır.
Bu nedenle, bugün kapitalizmin enerji kaynaklarına olan ihtiyacı tekeller açısından hayati önemdedir. Enerji bir varlık koşuludur. Kim enerji kaynakları üzerinde söz sahibiyse, denetim yetkisini elinde bulunduruyorsa; bu, kendi geleceği için ciddi bir güvence, ama aynı zamanda, rakipleri üzerinde de bir tehdit, baskı unsuru, üstünlük aracıdır.
Kapitalist sistemin ihtiyaç duyduğu enerji kaynaklarının en yoğun bulunduğu bölge ise, son dönemlerde kavganın, savaşın eksik olmadığı Arap Yarımadası’dır. Arap Yarımadası’nda etkin olmak demek, dünya enerji kaynakları üzerinde etkin olmak demektir. Hemen yanı başımızda bulunan bu bölgede bitip tükenmek bilmeyen savaş ve kışkırtmaların nedeni de budur.
Dünya petrolünün yüzde 40-50’si bu bölgede üretilmektedir, 1996 yılı itibarıyla, ABD, tükettiği petrolün yüzde 32’sini bu bölgeden karşılamaktayken, şimdilerde bu oran yüzde 50’lerdedir. ABD’de üretilen petrolün maliyetinin yüksek olması bu ülkedeki üretimin giderek düşmesini ve daha fazla petrol ithalatını beraberinde getirmekte; ABD’de petrol üretimi giderek azalırken, ithalat artmaktadır. Önümüzdeki süreçte ABD’nin petrol tüketiminde ithalatın payının yüzde 70’lere ulaşacağı varsayılmaktadır. Nitekim Venezüella’da yaşanan son başarısız ABD darbesinin ardında yatan da, bu ülkenin bölgenin en zengin petrol kaynaklarına sahip olmasıdır.
ABD’nin yanı sıra, İngiltere petrol tüketiminin yüzde 45’ini, Japonya yüzde 76’sını, Güney Kore hemen tamamını, Fransa yüzde 89’unu, dünyanın hızla gelişmekte olan ekonomilerinden Çin ise, ihtiyacının büyük bölümünü petrol bölgesinden karşılamaktadır. Demek ki, bölgede bitip tükenmek bilmeyen savaşların, çatışmaların kaynağında yatan neden, ABD yönetimlerinin sözünü ettiği gibi, Irak, İran vb. de işbaşında bulunan yönetimler, insan hakları uygulamaları, ellerindeki silahlar değil, emperyalistlerin enerjiye olan ihtiyaçları, enerji kaynaklarını denetimlerine alına savaşı, kıyasıya rekabettir.
Rekabet sonucu emperyalistler arasındaki ilişkiler her geçen gün daha girift hale gelmekte, karşılıklı ittifak arayışları hızlanmakta, herkes kendine rakipleri karşısında hamle üstünlüğü sağlayacak dayanaklar peşinde koşmakta, kendileri büyürken rakiplerin ayağını bağlamak istemekte, bu doğrultuda yeni manevralara girişmektedir. Bu ise, dünyanın paylaşımı kavgasını sertleştirmekte; kılıçların yeniden ve yeniden bilendiği, herkesin gücünce yer tutma mücadelesine giriştiği bir arena olarak savaşlar daha sık olarak gündeme gelmekte, her yeni savaş, bir sonraki muharebenin zeminini oluştururken, daha büyük savaşlara ve nihayetinde, dünyanın yeniden paylaşımına doğru hızla yol alınmaktadır.
Rekabet sürecinde mevcut sermayeleri, ekonomik güçleri oranında yer alan tekeller ve emperyalist devletler, kendi lehlerine, rakiplerinin aleyhine olacak şekilde pozisyon tutuyorlar. Şu anda dünyanın jandarması rolünü üstlenen ABD, mevcut durumunu korumak ve rakiplerine gelişme fırsatı tanımamak için sürekli atak halinde bulunuyor. Muhtemel rakiplerinin önünü kesebilmek için stratejik olarak belirlediği her bölgeye fütursuzca el atıyor, her yöntemi kullanarak ortalığı karıştırıyor, kendine güvenli bölgeler tesis etmeye çalışıyor, aynı zamanda rakiplerine gözdağı veriyor ve toparlanmalarına fırsat tanımamaya uğraşıyor.
Somali’de yaptığı buydu. Yugoslavya’nın bölünme operasyonu ve ardından ABD’nin Balkanlar’a yerleşmesi, hem Rusya’nın Avrupa bağlantı yolunu kesmek, hem de Macaristan, Polonya, Çekoslovakya gibi Almanya’nın arka bahçesine çevirmeyi hedeflediği ülkelerde Almanya’yı yanız bırakmamak, Balkanlarda söz sahibi olabilmek içindi. Yine Afganistan savaşının ardındaki asıl neden, ABD’nin önümüzdeki dönem “dünyanın en önemli bölgesi olacağını” ilan ettiği Avrasya’da yeni mevziler elde etmek; Çin ile Rusya’nın arasına girmek; buradan, hem Çin’in arka bahçesi yapma hayaliyle kavrulduğu Uzak Asya’ya, hem Rusya Federasyonu’na müdahale etmek, Azerbaycan, Türkmenistan, Ermenistan, Gürcistan, Çeçenistan vb. devletleri Rusya’ya karşı kışkırtmak; Hazar petrolleri üzerinde etki sahibi olabilmek; Hindistan ve Pakistan’la daha yakın olabilmek ve Petrol bölgesinden Uzak Asya’ya petrol nakil yolu olan ve şu anda ABD 7. Filosu’nun denetimindeki deniz yolunu bu taraftan da denetim altına almak ve aynı zamanda da petrol bölgesini kuşatmaktı.
Buna karşılık, son dönemde, yıllar sonra ilk kez ekonomisi eksilere geçen, büyüme hızı sıfıra düşen, en büyük şirketleri skandallarla çalkalanan ABD ekonomisine karşın nispeten daha iyi durumda olan Avrupa Birliği ülkelerinden Almanya ve Fransa’nın başını çektiği blok ABD’ye karşı çeşitli manevralar içine girmiş bulunuyor. Almanya ve Fransa, diğer AB ülkelerini yanma alarak bir blok gibi hareket etme çabası içinde. Bunun için, henüz gücü ABD’ye kafa tutmaya yetmese de, çeşitli hamlelerde bulunuyor. Bir yandan değişik ülkelerle işbirliklerini geliştiriyor, diğer yandan da son sürece kadar ABD’nin temel ve sadık müttefiki durumundaki İngiltere’yi by-pas etmeye, sıkıştırmaya çalışıyor. Bu doğrultuda Rusya ile AB ilişkileri son dönemde ciddi işbirlikleri ve ekonomik yatırımlara sahne oluyor. Bir anlamda hem Rusya, ABD karşısında kendini sağlama almaya çalışıyor, hem de AB. Aynı biçimde, Çin-Fransa ilişkilerinde ciddi bir canlanma gözlenirken, iki ülke arasında ekonomik ve askeri yatırım anlaşmaları imzalanmış bulunuyor. Çin ile ilişkilerde, geç kalmakla birlikte, Almanya da atağa kalkmış durumda.
Tarihte pek geçinemeyen Çin ve Rusya, giderek artan oranda ekonomik, siyasi ve askeri işbirlikleri geliştiriyor. Karşılıklı silah mübadelesinden, nükleer santrallere, enerji yatırımlarına kadar pek çok anlaşmaya ortak imza koydular. Her iki ülke ABD’nin çevrelerinde yaptığı girişimlere tepki gösteriyor. İki ülke, ABD’nin denetimi dışına çıkartabilmek için, Körfez dışında bir yoldan enerji nakil projeleri geliştiriyor, bu projelere Japonya, Güney Kore gibi ülkeleri dâhil etme çabasına girişiyor. Ve yine her iki ülke de, petrol bölgesindeki ülkelerle ilişkilerini güçlendirmeye, ikili anlaşmalar yapmaya büyük çaba gösteriyor. Çin’in İran’la, Rusya’nın İran, Suriye, Irak’la ilişkileri güçleniyor. Aynı biçimde Fransa-İran ilişkileri de gelişiyor. Tüm bunlara karşılık, ABD, ekonomik gücünün avantajlarını en iyi biçimde kullanarak, bu ilişkileri engellemeye, rakiplerine nefes alma fırsatı tanımamaya uğraşıyor, yeni hamlelerle rakiplerini köşeye sıkıştırmaya, kendisi olmadan hiçbir şeyin mümkün olamayacağını göstermeye, kendisinden bağımsız davranışa girişenlerin canının yanacağını kanıtlamaya çalışıyor. Kısacası dünya, emperyalist devletlerin rekabet alanı, pazar kavgasının cadı kazanı gibi.

ABD’NİN IRAK’A SALDİRİ HAZIRLIĞI
Afganistan işgali, ABD’ye bölgede kalıcı bir üs kazandırdı. Ancak petrol bölgesinde “tek tabanca kalmak” isteyen ABD, rakiplerini bölge dışına atmak, çaresiz ve kendine muhtaç bırakmak için bölgenin sürekli bir gerginlik içinde tutulmasına özel bir önem veriyor. İsrail’in bölgedeki varlığı zaten elinde önemli bir kozken, yeni çatışmalarla bölgeyi tam olarak kuşatmak ve kendine güven vermeyen ya da sözünü tam olarak dinletemediği yönetimlerinin yerine kendi emir eri yönetimleri işbaşına getirmeye uğraşıyor. Böylece, hem kendi bölgesel üstünlüğünü güvenceye almış olacak, hem rakiplerini bölgeden püskürtecek. Böylece, denetimindeki enerjiyi rakiplerini sindirmek için baskı ve şantaj aracı olarak kullanacak, aynı zamanda da, İsrail’in güvenliği sağlanmış olacak. Elbette bölge haklarına da, gözdağıyla birlikte, kendi sömürgesi olmaları dışında, başka seçeneklerinin olamayacağı gösterilmiş olacak.
Ancak kuşkusuz, her şey, emperyalistler istedi diye öyle olacak değil. Nitekim bölgede de her şey ABD’nin masa başı planları uyarınca kolay ve basitçe gelişmiyor. Karşısında, henüz diz çökmemiş, tam olarak teslim bayrağı çekmemiş bir İran ve o kadar çabaya ve yaygaraya karşın teslim olmayan Irak’ın varlığı, ABD için kabul edilir olmaktan uzak. Bu ülkelerin mevcudiyeti, hem diğer ülkeler ve halklar için kötü örnek, hem ABD’nin rakipleriyle giriştikleri ekonomik, askeri işbirlikleri nedeniyle güvensizlik nedeni, hem de İsrail’in güvenliği açısında tehdit edici bir durum.
ABD açısından, bölgedeki hâkimiyetini tam güvenceye alabilmek için Irak yönetiminin devrilmesi, İran’ın da teslim alınması gerekmektedir. Bu amaçla, birinci saldırıda başarılamayanın başarılması, yani Irak yönetiminin tasfiye edilerek, kendisine tamamen bağımlı bir yönetimin iş başına getirilmesi sağlanmalıdır. Hemen ardından da, yalnız kalmış İran’ın boğulması, hizaya getirilmesi kolay olacaktır.
ABD yönetiminin Irak’a saldıracağını açıklamasının hemen ardından savaş senaryoları bir bir piyasaya sunuldu. Bu senaryolara göre, bu kez ABD, hava saldırısıyla birlikte uzun vadeli bir kara savaşına girişecek. Hava saldırısıyla desteklenecek kara harekâtıyla Bağdat’a kadar derlenecek, Saddam devrilerek yerine ABD hizmetkârı bir yönetim işbaşına getirilecek. Elbette, bu, ABD’nin hemen bu toprakları terk etmesi anlamına gelmeyecek. ABD, askeri üsler, askeri danışmanlar, güvenlikçiler, denetçiler, BM güçleri vb. isimler altında yerleştireceği güçlerle, Irak’ta kalıcı hale gelecek. Sonra sıra, İran veya Suriye’ye gelecek. Çünkü ABD’nin Afganistan işgaliyle birlikte bölgeye 10 bin ABD ve NATO askerini yerleştirdiği biliniyor. Hatırlanacağı üzere Afganistan işgali başladığında bunun geçici bir durum olduğu söyleniyordu. Ancak ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Elizabeth Jones, geçtiğimiz aylar içersinde yaptığı bir açıklamada, “Afgan Savaşı bittiğinde Orta Asya’yı terk etmeyeceğiz. Bölgede uzun vadeli plan ve çıkarlarımız var” dedi.
Harekât planı çerçevesinde hazırlıklara başlayan ABD Genelkurmayı’nın saldırı planına göre, 200 binden fazla ABD askeri Irak’ı işgal edecek. ABD hava kuvvetleri karargâhlarından biri Suudi Arabistan’daki Prens Sultan üssüne, Kara Kuvvetleri Karargâhı Kuveyt’e, Deniz Kuvvetleri karargâhı ise Bahreyn’e konuşlanacaktı. ABD Genelkurmayı bu plan doğrultusunda hemen harekete geçti. Ancak, ABD’ye karşı bölge halklarının büyüyen tepkileri, Suudi Arabistan gibi ülkelerde yönetimde bulunan kraliyetlerle halkları arasında son yıllarda su yüzüne çıkmaya başlayan hoşnutsuzluklar, aslında tamamen ABD uşağı olan, varlıklarının güvencesini ABD desteğinde bulan bu krallıkları sıkıntıya soktu. Suudi Arabistan Krallığı, sıkıntılı durumunu çeşitli biçimlerde ABD’ye ve zaman zaman kamuoyuna duyurdu. Bunun üzerine, Prens Sultan Hava Üssü’nün Katar’a taşınması gündeme geldi. Ancak bu durum ABD’yi pek memnun etmiyor. Çünkü Katar Emiri’nin, İran’la iyi ilişkiler içinde olduğu biliniyor. ABD yönetiminin baskısına rağmen, 11 Eylül sonrası ve Afgan savaşı sırasında ünlü Arap televizyonu El-Cezire susmamıştı. Yine de tüm bunlar, Katarda ABD üssü olan El Udeyd Hava Üssü’nün varlığına engel değil.
Özellikle 1990’lı yıllardan sonra dikkat çekici bir gelişme gösteren ABD ile Ürdün arasındaki yakınlaşmanın, ABD’nin Irak saldırısıyla birlikte daha da hızlanması bölge açısından tehditkâr bir havaya bürünüyor. Ayrıca Ürdün-İsrail ilişkilerinde de önemli bir yakınlaşma oldu. Bu durumda Ürdün’ün muhtemel bir Irak saldırısında ABD tarafında önemli bir rol üstlenmesi bekleniyor. Son dönemlerde ABD, Ürdün’e askeri “yardımlarını” arttırdı. En son, ABD, Ürdün’e F-16’lar da dâhil, 215 milyon dolarlık askeri “yardım”da bulundu.
Ancak halen dünya jandarması rolünü üstlenerek ekonomik ve askeri gücünden aldığı cesaretle dünyanın her tarafına bomba atma ve işgal etme yetkisini kendinde gören ABD’nin, bugüne kadar rakiplerinin kafasına vura vura dediklerini yaptırdığı biliniyor. Daha önceki ABD işgallerine karşı, önce çatlak sesler çıkartsalar da, ABD’nin tepelerine binmesiyle seslerini kesen Fransa, Rusya, Çin gibi ülkelerin, bu kez seslerini biraz daha yüksekten çıkardıkları görülüyor. Hem kendi aralarındaki çıkar çatışmaları, hem de kendi halklarından yükselen savaş karşıtı tepkiler bu ülkelerin hükümetlerini zorluyor. Örneğin bugüne kadar ABD’nin en sağlam müttefiki İngiltere hükümeti bile son zamanlarda ciddi bir sıkıntının içine girmiş görünüyor. İngiltere’de savaş karşıtı muhalefetin her geçen gün biraz daha yükseldiği, halkın ve gençliğin ABD yanında bir savaşa güçlü bir tepki gösterdiği görülüyor. Bilindiği gibi, Afgan işgaline karşı en güçlü halk tepkisinin geldiği ve yüz binlerce insanın sokaklara döküldüğü, en güçlü savaş karşıtı gösterilerin düzenlendiği ülkelerden birisi İngiltere’ydi. Bush’un yanından hiç ayrılmayan Blair, şimdi, kendi partisi içinden ve oluşma nedeni bu durumda olan 150’yi aşkın milletvekilinin savaş karşıtı muhalefetiyle yüz yüze.
Yine bugüne kadar bu gibi ince konularda sözcülüğü Fransa’ya bırakmış görünen Almanya da, savaşa karşı biraz daha yüksek sesle konuştu. Tüm bunlar emperyalistler arasındaki çelişkilerin eskiye göre daha da keskinleştiğine, önümüzdeki dönemlerde pazar kavgasının yeraltı ve yerüstü kaynaklarına el koyma mücadelesinin daha da sertleşeceğine işaret ediyor. Bu, savaş tehdidinin büyüyeceğinin, sert ve kanlı kapışmaların kötü habercisi.
Çünkü bir yandan üretici güçlerin gelişmesi ile sermaye birikimi arasında, öte yandan mali sermaye için sömürgelerin ve nüfuz bölgelerinin paylaşılmasında mevcut orantısızlıkların ortadan kaldırılması konusunda kapitalizmin bulunduğu yerde, savaştan başka bir araç yoktur.

ABD’NİN IRAK’I İŞGAL BAHANELERİ
ABD, Irak’ın işgaline gerekçe olarak, Irak’ın elinde son derece tehlikeli kimyasal ve biyolojik silahlar olduğunu, bunun tüm insanlığı, çevreyi ve ABD’nin güvenliğini tehdit ettiğini, Irak yönetiminin BM silah denetçilerine izin vermediğini, ayrıca Saddam yönetiminin insanlara kötü davrandığını, kendisi ve dünya için tehdit oluşturduğunu, terörist olduğunu vs. ileri sürmektedir.
Irak’ın elinde çok miktarda kimyasal ve biyolojik silah bulunduğu ve bunların insanlık için çok tehlikeli olduğu savına bakalım. Dünyada değişik ülkelerde bu konuda uzman olarak bilinenlerden bir bölümü bu düşüncenin inandırıcı olmadığını değişik zamanlarda açıkladılar. Bu kişilere göre, Irak, BM silah denetçileri tarafından değişik zaman ve sıklıklarla öyle sıkı bir denetime tabi tutulmuştur ki, bunun, en azından şimdilik geçerliliği yoktur.
Ancak başka bir açıdan daha bakılabilir. Irak’ın elinde tehlikeli silahlar bulunduğu iddiasını ortaya atan ABD, bu silahları üreten merkez durumundaki en önemli ülkedir. Silah sanayinin en gelişkin olduğu, dünyanın en büyük silah üreticisi ve satıcısı ülkenin ABD olduğunu bilmeyen yoktur. Örneğin ABD’nin 2001 silahlanma bütçesi 330 milyar dolarken, 11 Eylül sonrası, Kongre bir kararla hükümete 40 milyar dolarlık ek bir ödenek sağlamıştır. Yıllık 350 milyar dolardan fazla savaş bütçesi, dünyanın onlarca yoksul ülkesinin bütçelerinin toplamından fazladır. Bu parayla, milyonlarca insanın açlıktan ölmesi engellenebilir, milyonlarca çocuğun beslenmesi sağlanabilir, çok sayıda ülkede sağlık sistemi yaratılabilir. Ama hayır, bunların yerine bu kadar büyük bir para insanların öldürülmesi, savaş patronlarının karlarına kar katması için harcanmakta; sonra da aynı ABD kalkıp, başka bir ülkenin elindeki tehlikeli silahlardan bahsedebilmektedir.
Öte yandan, Irak’a silah suçlaması yapan ABD, biyolojik silahların üretimine katı sınırlandırmalar getiren anlaşamaya imza atmayı reddetmiştir. Çünkü dünyanın en büyük biyolojik silah cephaneliği ABD ve İsrail’in elinde bulunmaktadır. Demek ki, başka bir ülkenin elinde bulunursa bu silahlar insanlık için tehlikeli, ABD ve İsrail’in elinde bulunursa insanlığa gayet faydalıdır! Ancak dünyada yaşanan çok sayıda vahşet göstermiştir ki, ABD ve İsrail devletlerinin varlığı, insanlık için, gelecek için en büyük tehlikedir.
ABD, kimyasal ve biyolojik silah üreten en büyük ülke olmasının yanı sıra elinde 600 bini aşkın nükleer füze ve bomba bulundurmaktadır. Bu ülkenin 1945’ten bu yana silahlanmaya dört trilyon dolardan fazla para harcadığı biliniyor.
Aynı ABD’nin neredeyse dünyanın her yerinde üsleri ve askerleri bulunuyor. Yani kelimenin tam anlamıyla dünyayı kuşatmış durumda. Afgan işgali bahanesiyle ABD, Türkiye, Kıbrıs, Arap Yarımadası, Japonya ve Güney Kore’ye yeni yığınaklar yaptı. NATO ülkelerinin deniz kuvvetlerinin varlığı yüzde elli oranında artarken, hava kuvvetleri iki kat büyüdü. Şu an Japonya’da 65 ABD askeri tesisi ve 70 bin Amerikan askeri bulunuyor. Güney Kore’de ise, ABD’nin 35 askeri tesisi ve 25 bin askeri mevcut.
Rusya’yı kuşatmaya çalışan ABD’nin, Rusya’nın Norveç sınırında Globus-2 anti-füze sistemi var. 35 bin kilometre menzilli olan bu sistem, bütün Rusya’yı kapsayıp Çin’e kadar uzanıyor. Rusya’yı kuşatma ve bölüp parçalama hesaplarında olan ABD, burnunu Rusya’nın içişlerine kadar sokmuş durumda. Çeçenistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Gürcistan, Ermenistan vb. ülkelerde ABD faaliyetleri bilinen bir gerçek. Bu faaliyetlerde ABD’nin sadık müttefiki ise Türkiye. Aralık ayından bu yana ABD ve NATO, Türkmenistan’da eski Sovyet üslerinden faydalanıyor. Ayrı biçimde Orta Asya’daki eski Sovyet askeri üsleri de ABD ve NATO tarafından kullanılıyor. Bunlara, daha önce sözünü ettiğimiz Arap Yarımadası’ndaki ABD üsleriyle birlikte Pakistan, Hindistan ve ABD’nin arka bahçesi konumuyla Latin Amerika’daki ABD askeri faaliyetleri, üsleri, Afrika ve Balkanlar’dakiler eklenebilir. Durum ortadayken, ABD’nin Irak’ın elindeki silahları bahane göstermeye çalışmasının ne kadar saçma ve aşağılık bir yalan olduğu meydanda değil midir?
ABD’nin ileri sürdüğü Irak’ın BM denetçilerine izin vermediği gerekçesi ise, birincisi kadar saçma ve pespaye bir bahanedir. En azından, BM denetçilerinin yıllarca bu ülkede kaldığı ve her yere her şeye parmaklarını soktukları herkesçe bilinmektedir. Yine bu BM denetçilerinin casusluk amacıyla orada olduğu da bilinmektedir. Nitekim geçtiğimiz günler içerisinde basına geniş bir açıklama yapan ve vicdani bir muhasebeye girişen, bir dönem Irak’a giden BM denetçileri arasında bulunan bir yönetici, ABD’nin kendilerinden, casusluk yapmalarını, Irak’la ilgili bilgileri ABD’ye aktarmalarını istediğini ve üstelik bu yönde baskı gördüklerini açıkladı.
Irak’ın BM silah denetçilerini kabul etmediği, bu yüzden işgal edilmesi gerektiğini öne süren ABD, gerçekte denetim ve denetçiler için ne düşünmektedir? Şaşırtıcı gerçek şudur ki; yıllardan beri tartışılmakta olan biyolojik silahların üretimine katı engeller getirmek isteyen protokole imza atmayan ABD, uluslararası müfettişlerin anlaşmanın tarafı ülkelerin laboratuarlarında denetim ve inceleme yapmasını reddetmiştir. ABD’nin reddetme gerekçesi ise son derece açıklayıcı ve “kamuoyunu rahatlatıcıdır!”: “Ticari çıkarlara aykırı ve ulusal güvenliği tehdit edici.”
İşte Irak’ın BM silah denetçilerine izin vermediği gerekçesini bir işgal nedeni sayan ABD, uluslararası müfettişlerin kendi laboratuarlarına şöyle bir göz atmasını ticari çıkarlarına ve ulusal güvenliğine aykırı buluyor. Demek ki, Irak, BM denetçilerine izin vermeyince de ABD’nin ulusal güvenliği tehlikeye giriyor, silah denetçileri ABD’yi denetlemeye kalktığında da! Kısaca lafın özü şudur: “Ölüm geldi cihane, baş ağrısı bahane.”
Bir başka gerçek de şuydu ki, Irak’ın -veya yarın İran ya da bir başkası olabilir- elinde olduğu ve insanlığı tehdit ettiği söylenen silahlardan kat kat fazlası ve tehlikelisi hemen Irak’ın yanı başındaki İsrail devletinin elinde bulunuyor. Ama nedense, bu silahlar hiç “insanlığı tehdit etmiyor” ve hiç gündeme gelmiyor. Kimse şu İsrail’i bir denetleyelim diyemiyor. Üstelik İsrail ağzı köpük, elinde kan çanağıyla ortalıkta dolanıyor, binlerce Filistinliyi doğruyor, her yanı kana, vahşete buluyor. İsrail köklü bir halkın topraklarını işgal ediyor, halkı kanla, zorbalıkla topraklarından sürüyor, en vahşi işkenceleri uyguluyor, katliamlar düzenliyor, kundaktaki bebekleri yakıyor, evlere tankla giriyor, paletler arasında Filistinlilerin kemikleri un ufak ediliyor, ama Filistin’den terörü lanetlemesi isteniyor. Terörü en vahşice uygulayan, katliamları soykırıma kadar götüren devlet İsrail, ama terörist damgası yiyen Filistin halkı. Kimyasal, biyolojik silahlarla nükleer başlıklı füzelerin her çeşidi, konvansiyonel silahların tümü İsrail’de, ama BM silah denetçilerince sürekli denetlenen Irak! BM silah denetçilerine sınırlama getirdi diyerek Irak’ı işgal etmeye kalkan ABD, uluslararası denetçilerin kendi ülkesindeki laboratuarlara göz atmasına “ticari çıkarlar ve ulusal güvenlik gerekçesiyle” izin vermeyen yine ABD!

TÜKKİYE’YE YÜKLENEN ROL
İran Şahı’nın devrilmesiyle Ortadoğu’da önemli bir mevzisinden olan ABD’nin gözünde stratejik bakımdan üst sıralara yükselen Türkiye, ekonomik, askeri, siyasi bakımdan tam bir kuşatmaya alındı. Dış borçlandırma yoluyla bağımlılığı giderek artan ülke, IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist tefeci kuruluşların denetimi altında tarihinin en büyük borçlanmasına giderken, küreselleşme, globalleşme vb. yaygaralar ve borç batağının esaretiyle Gümrük Birliği, WTO gibi anlaşmaların altına attığı imzalarla, tüm kaynakları emperyalist yağmaya açıldı. Emperyalist bağımlılık, ülkeyi tam bir esaret altına soktu. Dış ve iç borçlar ödenemez duruma gelirken, borçların anaparaları bir yana, dönem faizleri bile yeni alınan borçlarla karşılanmaya başlandı.
Her yeni borç talebinde, vadesi gelen her yeni borç erteleme görüşmelerinde ülkenin önüne bir öncekinden daha ağır şartlar, daha ağır yükümlülükler konuldu. Ekonomi yönetiminde IMF doğrudan devreye girerek, kendi adamını ekonomiden sorumlu bakanlığa atadı. Hükümeti oluşturacak partilere, önceden, IMF’nin belirlediği programa kayıtsız şartsız uyacaklarını garanti eden IMF’ye sadakat ve uşaklık belgeleri imzalatılma aşamasına varıldı.
Artık öyle bir noktaya gelinmişti ki, hükümetlerin ekonomik politikalar üzerinde hiçbir söz söyleme hakkı kalmamıştı. Ücretler, tarım ürünleri fiyatları tamamen IMF tarafından belirleniyor, hangi ürünün ne kadar ekileceğine, hangi ürünlerin ekiminin yasaklanacağı ya da kısıtlanacağına, ne kadarının alınacağına, ne kadarının çöpe atılacağına, eğitimden, sağlığa ayrılacak paya, hangi bankaya el konup hangi yabancı bankaya peşkeş çekileceğine, hangi kamu işletmelerinin kapatılacağına, kaç işçinin işten atılacağına, hangi yerli şirketlerin kredi, borç, pazar vs. yollarla sıkıştırılıp yabancı tekellerin önüne yem olarak atılacağına ve hatta hangi sahil kuşağının yabancı oteller zincire “kıyak olsun” diye yağmaya açılacağına IMF ve Dünya Bankası karar verir oldu.
Doğal olarak, siyasi anlamda hükümetlerin nasıl oluşacağını da belirleme hakkı onlarındı. Hiç şüphesiz, ekonomik ve siyasi alanda böylesine rezillik derecesinde bağımlı konuma girmiş bir ülkenin, askeri alanda bağımsız davranabileceğini akla getirmenin bile aptalca olacağı ortadadır. Dolayısıyla emperyalist patronlar nereyi işaret ederlerse süngülerin o yöne döneceğinden kuşku duyulamaz. Nitekim öyle olmaktadır. Yıllar önce ABD Kore’ye saldırdığında Türkiye de asker göndermiş, bağımsızlık mücadelesi veren bir halkın kanla boğulma çabasına suç ortaklığı yapmıştı. Somali, sonrasında Yugoslavya’nın bölünüp parçalanma, yağmalanma sürecinde yine aynı görev kâğıdını yakasına astı. Afganistan hafızalarda henüz tazedir. Birinci Irak saldırısında ABD’nin yanında en aktif rol üstlenen yine Türkiye olmuştur. “Bir koyup üç alacağız” iğrenç hesabıyla girilen savaştan en zararlı çıkan ülkelerden birisi Türkiye olmuş, faturası acı biçimde halka ödetilmiştir. Ve Türkiye, İsrail’in Filistin halkını vahşice boğazlamasında, bölgede İsrail ile en iyi ve yoğun ilişkiler içinde olan bir ülke olarak, bu vahşette İsrail tarafında olmak utancını kara bir damga gibi alnının ortasında taşımaktadır. Gerçekten de Türkiye-İsrail ilişkileri utanç düzeyine yükselmiştir. Türk Ordusunun M–60 tanklarının modernizasyonu ihalesi 450 milyon dolar karşılığında, yine Türk Hava Kuvvetlerinin modernizasyonu çerçevesinde 650 milyon dolarlık projeler İsrail’e verilmiştir. İsrail’in Türkiye’de artık pek çok ayrıcalıkları vardır. Türkiye, Suriye, Irak, İran sınırında İsrail’in casusluk faaliyetleri yürütmesine izin vermiş, İsrail bu sınırlara dinleme, gözleme istasyonları kurmuştur. İmzalanan anlaşmalarla Türkiye hava sahaları İsrail’e açıktır. Böylece İsrail, Arap bölgesindeki her ülkeye saldırma şansına sahiptir.
ABD’nin Irak’a muhtemel işgal harekâtının gündeme gelmesiyle birlikte, Türkiye’nin bu işgal harekâtında oynayacağı rol de tartışılmaya başlandı. Bölgeyi az çok bilen, kafası az çok çalışan herkes çok iyi biliyor ki, Türkiye’nin aktif desteği ve katılımı olmadan, Amerika’nın bu savaşta başarı şansı yoktur. Türkiye’nin aktif katılımı ve desteği olmadan Amerikan ordusunun Irak’a yönelik bir kara harekâtını yürütmesi, neredeyse imkânsız gibidir. ABD Genelkurmayı’nın planlarında Ürdün ve İsrail”in yanı sıra esas olarak Türkiye önemli bir yere sahiptir. Üstelik Arap Yarımadası’ndaki Suudi Arabistan vb. yönetimleri, halklarının baskısıyla sıkışık durumdadır, mırın kırın ediyorlar; en azından ABD saldırısına açıktan destek vermekte zorlanıyorlar. İran ise, ABD’ye açıkça karşı çıkmıştır.
ABD’nin Irak’ı işgal edeceğini açıklamasında hemen sonra, Türkiye, işin içine girdi. Şimdilerin “ulusal solcusu” başbakan Ecevit ABD ziyaretine çıktı. Ecevit-Bush görüşmesinde ağırlıklı olarak bu harekâtın konuşulduğu, Türkiye’nin üslerini kullandırmasının yanı sıra olası saldırıda Türk birliklerinin Irak’a girmesi ve ayrıca İran’a askeri, ekonomik, siyasi ambargo uygulanmasının tartışıldığı basına sızdırıldı.
İngiliz Guardian gazetesi, Türkiye, ABD ve İsrail ordularının bu yıl Konya’da gerçekleşecek “Anadolu Kartalı” tatbikatının Irak’a yönelik bir tehdit niteliği taşıdığını yazdı. Ayrıca, Konya’daki hava üslerinin de, İncirlik gibi, Irak’a yönelik hava saldırılarında kullanılacağı belirtildi.
ABD’nin Irak’a yönelik işgal girişiminin gündeme gelmesinin ardından, Genelkurmay 2. Başkanı Yaşar Büyükanıt, terörizmin Habur’dan kaçak mazot yoluyla maddi kazanç elde ettiğini öne süren bir rapor hazırladı ve Habur sınır kapısı kapatıldı.
Emperyalizmin tutsaklığına sıkıştırılan Türkiye, artık gelinen noktada neredeyse ABD’nin emir eri derecesine düşürülmüştür. ABD çıkarları neyi gerektiriyorsa Türkiye oradadır. Bir bölüm asker Bosna’da, bir başka bölümü Afganistan’dadır. Geri kalan ise, Irak’a saldırıya hazırlanmaktadır, İstihbari anlamda ise, Rusya’da karışıklık çıkarmak, bağlı devletleri Rusya’ya karşı kışkırtarak, bölüp parçalamak işleriyle meşguldür. Bir kol da Çin Uygur Özerk Bölgesi’ndedir, Bu yüzden, çevresindeki bütün komşularıyla ilişkileri bozuktur. Komşularının gözünde, Türkiye, Amerikan askeri, güvenilmez bir ülkedir. Arap Yarımadası’ndaki halkların gözünde, vahşi İsrail’in sadık müttefikidir. Rusya’nın gözünde, içişlerine burnunu sokan, kışkırtıcı, karıştırıcıdır. Asya’nın öbür ucundaki Çin bile Türkiye’yi Uygur Özerk Bölgesi’ndeki kışkırtıcı faaliyetinden ötürü kaç kez uyarmış, protesto etmiştir. Herhalde komşularıyla bu kadar sorunlu alan, güvenilmez görülen ve örtülü tecrit durumuna düşen bir başka ülke bulmak zordur. Hepsi, ABD’nin yüksek stratejik menfaatleri adınadır. Bu ise, atalarımızın “kılavuzu karga olanın burnu pislikten kurtulmaz” sözünün doğrulanmasıdır.

SAVAŞ KARŞITLIĞININ SOMUT ANLAMI
ABD kendi hegemonyacı politikaları doğrultusunda, enerji kaynaklarına el koymak, denetimi altına almak, rakiplerini bölge dışına sürmek adına giriştiği manevralarda halkımızı ileri sürmekte; uşak ruhlu yöneticiler güruhu ise bu işte gönüllü rol üstlenmektedirler. Oysa halkımızın, başka bir ülkeye ABD’nin yapacağı bir saldırıdan en küçük bir çıkarı olamayacağı gibi, aksine zararı pek çoktur.
Ülkenin yarı nüfusundan fazlasının yoksulluk sınırında yaşadığı, emekçinin yarın evine bir lokma ekmeği nasıl götüreceğini düşündüğü bir ortamda emperyalist vurgunculara verilecek yanıt “hayır” olmak zorundadır. Ama ülke yoksulluktan kırılırken, kamu işletmeleri ekonomik nedenler, tasarruf tedbirleri adı altında bir bir kapanır, insanlarımız işsizliğin pençesine atılır, eğitim ve sağlık hizmetleri kısıtlanırken, ülkenin silahlanmaya ayırdığı pay artmaktadır. Bütçeden silahlanmaya ayrılan pay yüzde 20 civarındadır. Fonlar ve örtülü ödeneklerden aktarılanlar hesaba katıldığında, bu rakam, yüzde 30-35’lere yükselmektedir. Oysa bu ülkede eğitime bütçeden ayrılan pay yüzde 8, sağlığa ayrılan ise yüzde 2,5 civarındadır. Demek ki, insanların öldürülmesi, yaşatılmasından on beş kat daha önemlidir!
Bu gerçekler ışığında, özellikle emek, demokrasi, barış ve yurtseverlikten söz eden bazı çevre ve grupların savaşa karşı tavırlarını yeniden gözden geçirmeleri gerekmektedir. Savaşa karşı mücadele, barış talebi en başta emperyalizme ve kendi ülkesinin emperyalist politikaları paylaşan yönetimlerine karşı mücadeleyi şart kılar. Bu bakımdan, ülkemizde bir takım grup ve siyasal oluşumların soyut biçimde savaşa karşı slogan atmalarının pek bir anlamı yoktur. Ülkedeki yönetime karşı ciddi ve içten bir çabayla mücadeleye girişilmediği sürece, savaşa karşı çıkıyor ve barış istiyor gözükmek kandırmacadan öteye gidemeyecektir.
Ayrıca, sloganları doğru biçimde kullanmak gerekmektedir. ABD’nin Irak’ı işgal edeceğini açıklamasına karşın, bunun tek taraflı bir saldırı olduğunu ısrarla görmezden gelmeye çalışmak ve iki tarafa da eşit mesafeyle yaklaşmak, iki tarafı da aynı oranda sorumlu görmek; aslında, pratik bakımdan emperyalist saldırganın, işgalcinin, yani ABD’nin yüzünü gizlemek, onun suçunu başkalarına yüklemek ve esas olarak da ABD saldırganına destek vermektir. ABD’nin muhtemel bir Irak işgali karşısında bile, hala, basitçe “savaşa hayır” diye bağırmak, en iyimser deyişle yanılma ve kitleleri yanıltmaktır. Bu sloganı atmadan önce, hiç olmazca biraz düşünülmelidir: Ortada karşılıklı bir savaş mı vardır? Yoksa ABD’nin tek taraflı bir işgal, bir ilhak girişimi mi? Dolayısıyla, burada mücadele edilmesi, karşı çıkılması gereken şey, ABD saldırısıdır. ABD hegemonyacılığıdır. ABD işgalidir. Yoksa taraflara eşit uzaklıkta durma taktiği, aslında ABD saldırısını, işgalini onaylamaktan başka bir şey değildir. Şu çok açık ortaya konmalıdır: Ortada karşılıklı bir savaş değil, tek taraflı bir emperyalist saldırı vardır. Bu dün Afganistan’da yapılmış ve ABD bölgeye kalıcı olarak yerleşmiştir. Aynı şey İsrail tarafından mazlum Filistin halkına yapılmış, Filistin halkı vahşice katledilmiştir. Kim Filistin’de karşılıklı bir savaş olduğunu öne sürüyor, karşılıklı silah bırakmayı savunuyor? Açıktır ki, aslında o, gerçekleri gizlemek için çalışıyor, gerçekte İsrail saflarında tüfek çatıyordur. İsrail katliamlarının suç ortağıdır. Burada, slogan, nasıl İsrail işgalcilerinin bölgeyi terk etmesi, suçlarının hesabını vermesi olmalıysa, muhtemel bir Irak işgaline takınılacak tavır, amerikan saldırısına karşı çıkmak ve Amerikan işgalinin suç ortağı olmaya hazırlanan ülke yönetimine karşı mücadele bayraklarını yükseltmektir.
ABD saldırısı, işgal hazırlığı karşısında kem küm etmek, “aslında Saddam yönetiminin savunulacak tarafı yok”, “Saddam yönetimini onaylamak mümkün değil” lafları sarf etmek; aslında emperyalist kampta yer almaktan ya da özgürlüklerin emperyalist yağmacılardan geleceğini beklemek şapşallığından başka bir şey değildir. ABD işgaline onay vermektir.
Savaştan en çok zarar gören, savaş acısını yaşayan Kürt halkıdır. Savaşa en çok karşı çıkması gereken de odur. Nitekim ABD’nin birinci Irak saldırısında bölgede zaten güdük olan ekonomi tamamen çökmüş, bölge ekonomisinin can damarı durumundaki sınır ticareti bitmiş, binlerce kamyon işsiz, on binlerce Kürt ailesi çaresiz kalmıştı. Bu acıları yaşayan Kürt emekçi ve gençleri, bu yüzden savaşa da, ABD’ye de karşıdır. Kürtleri temsil ettiği iddiasındaki parti liderlerinin kulaklarını emperyalistlere, burjuva ideologlara değil, gerçeklere, Kürt emekçilerine açmaları gerekir. Ayrıca solcu liberallerin ağzına sakız olan, “kimse savaş istemez”, türünden nakaratların hiçbir samimiyetinin olmadığı ortadadır. Kimse savaş istemez demekle, emperyalist tahakküme, saldırganlığa, işgale karşı çıkmak arasında dağlar kadar fark vardır.
Sorun savaşa karşı olup olmama sorunu değildir. Sorun, ABD işgaline, ABD saldırısına karşı olup olmama sorunudur. Ve evelemeden-gevelemeden yanıtlanması gereken soru şudur: “ABD’nin işgalinden yana mısınız, yoksa işgale karşı mısınız? ABD’nin Irak’ı işgaline karşı başta kendi ülkenizin yönetimi olmak üzere mücadele edecek misiniz yoksa etmeyecek misiniz?” Sorun budur.

Halkların kardeşliğinde pratik tutum

Newroz’un hemen ertesinde Emeğin Partisi Diyarbakır İl örgütü, bölgede on yıllardır süren Olağanüstü Hal uygulamasının kaldırılması için bir kampanya başlatarak OHAL’in kaldırılmasını talep eden bir metni imzaya açtı. Bu doğrultuda çeşitli politik örgüt, sendika ve kurumlar ziyaret edildi, kampanyanın amaçları, gerekliliği anlatılarak kampanyaya katılma, birlikte hareket etme çağrısı yapıldı. Ve ilk andan itibaren görüldü ki, değişik kesim ve görüşlerden olmalarına karşın OHAL’den memnun ve OHAL’in sürmesine taraftar olan siyasi örgüt, kurum ve kuruluş yoktur. OHAL’in kaldırılıp, yaşamın normale dönmesi acil talep olarak kendini dayatmaktadır.
Bölgede yaşananlar gerekçe gösterilerek uygulamaya konulan OHAL yasası, bölge halkının en küçük demokratik istemlerinin, en basit yaşamsal taleplerinin zor ve terör yoluyla bastırılmasının, bölge halkının sesinin toptan kesilmesinin bir aracı, şiddetin simgesi oldu. Türkiye işçi sınıfı ve halkın o güne kadarki kazanımları olan hak ve özgürlükler, OHAL eliyle bölgede yok sayıldı. Böylece ülkede iki farklı uygulama boy gösterdi; ülkenin büyük bölümünde şu ya da bu oranda yürürlükte olan kırıntılar halinde de olsa hak ve özgürlükler, aynı toprakların diğer bir kesiminde tamamen ortadan kaldırıldı.
OHAL, zorbalığın, keyfiliğin yasasıydı; Kürt emekçilerin, en basit, en güdük haklarını kullanamaması, demokratik haklarının bastırılması, emekçi ve yoksul halkın kökleştirilmesi, “bölücülük” teranesiyle, bir halkın en doğal, en insani taleplerinin en zorba yöntemlerle ezilmesi demekti. OHAL, bölgedeki devletin temsilcilerine her türlü keyfiyeti tanır, sınırsız yetkilerle donatırken, ülkenin bir bölümü kelimenin tam anlamıyla büyük bir toplama kampına çevrilmişti. Her türlü yetki ve karar valilerin, esas olarak da askeri yetkililerin iki dudağı arasındaydı. Bir kararla köyler boşaltılabiliyor, koca bir köy halkı sorgudan geçirilebiliyor, sokağa çıkma yasağı konulabiliyor, tutuklamalar, gözaltılar yaşamın olağan bir parçası haline dönüşebiliyor, kiralık katiller “vatan, millet” adına sokak ortasında fütursuzca cinayetler işleyebiliyor, katiller ödüllendirilerek yağma ve talan yapmalarına, uyuşturucudan silah kaçakçılığına kadar her türlü pis ve karanlık işi yürütmelerine yol veriliyordu.
Kapılarına kilit vurulmamasına karşın, grev hakkı elinden alınmış, toplantı ve gösteri düzenlemesi, kısaca hak araması yasaklanmış işçi sendikaları fiili olarak işlevsizleştirilmişti. Hal böyle olunca da işçiler, sermaye önünde her türlü silahtan arındırılmış, sömürüye boynunu uzatan kurbanlar durumuna getirilmişti. Ancak bu durum bölgede az sayıda örgütlü sendikalı işçinin yanı sıra, sendikal örgütlülükten mahrum asgari ücretin bile çok altında rakamlara çalışmak zorunda bırakılan işçilerin, tarım işçilerinin sermayeye kelepir bir işgücü olarak sunulması demekti. Zaten yaşanan savaş durumu, Türkiye’nin Irak, İran, Suriye gibi komşu ülkelerle yaşadığı gerginlikler, kapatılan sınır kapıları, Irak’a uygulanan ambargo nedeniyle bölgede neredeyse durma noktasına gelen iktisadi hayat, boşaltılan köyler ve sürgünler dolayısıyla olağanüstü fazlalaşan kent nüfusları, korkunç boyutlara ulaşan işsizlik, emekçiler arasındaki rekabeti arttıran, patronların eline daha ucuz işgücü olanağı sunan önemli bir faktördü. Öte yandan da bölgedeki belli aşiret liderlerini satın alma yoluyla feodalizmle birleşen devlet, üretici güçlerin gelişmesine ket vuruyordu.
Ancak elbette, OHAL, sadece iktisadi yaşamın sonuçlarıyla açıklanamaz. Ama o esas olarak bölgede yaşayan Kürtlerin en basit istemlerinin, kendi yaşama biçimlerini ve geleceklerini belirlemesinin, demokratik taleplerinin bastırılmasının, zorbaca ezilmesinin, anadilin kullanılmasının, adil, eşit haklar ve koşullarda barışın, kardeşleşmenin, yanı sıra diğer hak arayışlarının kabaca engellenmesinin dayanağı olarak kendini ilan etmiştir.
Kürt emekçilerinin, kendi kültürel değerlerini yaşatma, anadili olan Kürtçeyi özgürce kullanma, anadilde eğitim, basın-yayın gibi en meşru taleplerini bile “bölücülük” olarak nitelendiren burjuvazi, bu konuları dile getirenleri hain, kendini ise vatansever olarak lanse edip, bu konuları “vatan meselesi” olarak ileri sürmüş, işçi, emekçi kitleleri şovenist kışkırtmayla yanına çekmeye çalışarak, milliyetçiliği körüklemiştir. Bu ise, ezilen sınıflar arasındaki dayanışmayı, birlikte mücadeleyi önleyen, çeşitli milliyetlerden işçilerin ve emekçilerin birleşik mücadelesini baltalayan bir faktör olarak işçilerin ve emekçilerin aleyhine, ama öte yandan burjuvazinin lehine sömürü çarklarının daha hızlı ve kolaylıkla dönmesini sağlayan bir rol oynamıştır.
Burjuvazi bu amacına ulaşmak için, kendi kaderlerini belirlemek gibi, en doğal ve insani hakkı isteyenleri ve bu hakkı destekleyenleri bölücü olarak niteler, bu konuda talep ileri sürenleri, özgür, eşit koşullarda bir kardeşleşme çağrısı yapanları hain olarak hedef tahtasına koyarken, kendi ise “vatan savunucusu” pozları takındı. Bunun için gerek pespaye bir araç durumuna getirdiği medya aracılığıyla, gerekse hayatın her alanında, okullarda, işyerlerinde, miting meydanlarında, seçim propagandalarında şovenist propagandaya hız verdi. Oysa “vatan savunucu” pozlarına bürünen, bu konuda en üst perdeden atıp tutan sermaye ve sözcülerinin pratik yaşamda yaptıklarına bakıldığında, ülke topraklarını yağmaya açanın, emperyalizme peşkeş çekenin kendileri olduğu açıkça ortadaydı. Ülkenin yer üstü ve yer altı kaynakları, emekçi halkın alın teri büyük sermayenin hizmetkârları eliyle özelleştirme adı altında emperyalist tekellere yağmaya açılmış, ülke ekonomisi, ülkenin geleceği IMF-Dünya Bankası vb. emperyalist tefeci kuruluşlara teslim edilmiş, Gümrük Birliği, WTO gibi anlaşmalara imza atılarak gümrük serbestisi getirilmiş, ülke toprakları emperyalist tekellerin engelsiz biçimde soygun yapabilecekleri alan haline getirilmişti. Özelleştirmenin faziletleri anlatılır, en kârlı işletmeler tekellere peşkeş çekilirken, kârlı bankalar para babalarına altın tepside sunulmuş, kasaları boşaltılan, talan edilen bankalar ise devlet tarafından zararlarıyla alınmıştır. Kârlı işletmelere özelleştirme… yağmalanmış özel bankalara ise devletleştirme! İşte D’nin kiralık katili ve mazlum Filistin halkının kan içicisi, işgalci İsrail’in en büyük dostu olanlar da bu” vatanseverlik” nutukları atanlardır.
Öyleyse “vatanseverlik” adına bir halkın kanına girenler, emekçi halkları kendi çıkarları için birbirine düşman etmeye çalışanlar, milliyetçiliği, şovenizmi körükleyenler, öte yandan da ülkenin geleceğini IMF, Dünya Bankası gibi emperyalist tefeci kuruluşlara emanet edenler, ülke kaynaklarını haraç mezat satıp savanlar, kendi cepleri dolarken memleketi borç batağına sürükleyip, ABD’nin jandarmalığını üstlenenler, bunları dolar aşkından yaptıklarına göre, bu savaştan, düşmanlıktan da çıkarı olan onlardır. Zarar görenler ise işçiler, emekçilerdir.
Çünkü bu süreç boyunca Türk ve Kürt işçi ve emekçiler arasındaki güven ilişkileri zedelenmiş, egemenlerin şovenist propagandaları sonucu, her iki tarafta da milliyetçilik gelişmiş, ezilenler arasındaki duygu bütünlüğü zayıflamış, birleşik mücadelenin önüne engel olarak dikilmiştir.
Yine, ülkedeki iç karışıklığı, bölgedeki savaş durumunu bahane eden burjuvazi, kendi sorununu vatan sorunu gibi sunup, işçi sınıfı ve emekçi halka büyük bir saldırı kampanyası başlatmıştır. İç karışıklık nedenini öne sürüp yığınlara fedakârlık çağrısı yapan burjuvazi, dikkatleri savaşa çekerek yıllardır tasarlayıp da bir türlü yürürlüğe koymaya cesaret edemediği yasaları bir bir yürürlüğe koymuş, ekonomik ve sosyal haklarda bir dizi kısıntıya gitmiştir. Sendika ağalarını da yanına alan sermaye, sendika bürokrasisinin işçi ve emekçilere açık ihanetinin de yardımıyla, mezarda emeklilik yasası gibi yasaları çıkartmış, büyük ve kârlı işletmeler patronlara hediye edilmiş, sendikal örgütlülük en düşük düzeye düşmüş, toplu sözleşmeler savaş bahane edilerek en düşük seviyelerde imzalanmış, reel ücretler büyük oranda gerilemiştir. Ama büyük sermaye, tarihinin en büyük kârlarına bu yıllarda ulaşmıştır. Yine bölgedeki savaş bahane edilerek Anti-terör Yasası, İller İdaresi Yasası vb. gibi faşizan yasalarla işçi sınıfı ve emekçi halkın hak ve özgürlükler için mücadelesinin önüne setler çekilmeye çalışılmıştır.
Öyleyse, şu açıkça ilan edilmelidir ki; birlikte mücadele etmesi gereken, aynı koşullarda, eşit hak ve özgürlüklerle bir arada yaşamak isteyen işçiler ve emekçiler bölücü değildir. Bölücü olan, nüfusun bir kısmının dil, kültür gibi insani haklarının ayrıcalık gibi şekillenmesine yol açarak, başkalarının bu hak ve özgürlüklerini yasaklayan, en basit insani taleplerini zorbaca boğan, emekçilerin bölünmesinden çıkarı olan sermayedir. Kürt emekçi ve yoksullarının kendi kültürüyle yoğrulmasını ve yaşamasını, kendi anadilini yasaklayan sermayedir ve işte tam da bölücülüğün, ayrımcılığın ta kendisi budur.

HALKALARIN KARDEŞLİĞİNİN GERÇEK İÇERİĞİ NASIL OLUR
Hiç şüphe yok ki, Kürtlerin demokratik hak ve istekler ileri sürmelerinden daha doğal bir şey olamaz. Ancak, OHAL’in kaldırılması, bölgede normal yaşama geçilmesi, anadil talebi, idamın kalkması, genel bir affın çıkması vb. türden taleplerin savunulmasında asıl görev; dil, kültürel haklar, anadilde eğitim vb. konularda olağan hakları imtiyaz görüntüsü kazanmış Türk işçi ve emekçilerine düşmektedir. Ancak böyle kararlı ve tutarlı bir davranış, Kürt emekçilerinin haklı ve insani taleplerinin Türk işçi ve emekçilerce kararlı bir savunusu, Türk ve Kürt emekçileri arasında burjuvazi tarafından yaratılan güvensizliği yok edecek, birlikte, ortak bir sınıf savaşımını kolaylaştıracak, kardeşlik duygularını sağlamlaştıracaktır. Aynı zamanda burjuvazinin kışkırttığı şovenizmin önüne de ancak böylesine içten ve kararlı bir tutumla geçilebilir. Aksi takdirde kışkırtılan şovenizm, tüm milliyetlerden işçilerin birleşmesinin, ortak mücadele etmesinin önüne ciddi bir engel olarak dikilecektir.
Geçekten de Kürtlere ilişkin her haksızlığın karşısına en başta ve herkesten önce Türk işçi ve emekçi sınıfları dikilmek zorundadır. Çünkü işçi sınıfının demokrasi anlayışında hiçbir ulusa, hiçbir dile ayrıcalık yoktur. Herhangi bir ulusal azınlığa karşı en ufak bir adaletsizlik yoktur. Bunlar işçi sınıfı davasının en temel ve değişmez ilkeleridir. İşçiler, en incesinden en kabasına kadar, her türden kışkırtma siyasetine karşı mücadele etmek zorundadırlar. Sınıf bilinçli öncü işçiler ve kendini işçi sınıfı ve emekçi halkın kurtuluş davasına adamış devrimciler, ulusların ve dillerin hak eşitliğini tanımayı ve bunun sağlanması için mücadele etmeyi, bu bilincin toplumun tüm emekçi katmanları arasında yayılmasını, sadece en tutarlı demokrasi savunucusu oldukları için istemezler, işçi sınıfı, dayanışmanın çıkarları, işçilerin sınıf mücadelesinin dostça ve kardeşçe birliği, en küçük de olsa bütün ulusal güvensizlikleri, yabancılaşmayı, kuşku ve düşmanlığı ortadan kaldırmak, ezilen ulusun güvenini sağlamak amacıyla ulusların ve dillerin tam eşitliğini talep etmek zorundadır. Egemen ulusun emekçileri bu gönüllü mücadeleye yeterince katılmadığı, ulus ve dil imtiyazına karşı bizzat ezilen ulusun yanında mücadeleye katılmadığı sürece, farklı uluslardan işçi ve emekçi yığınları arasında ne güven ne de sınıf dayanışması, ortak düşmana karşı birlikte mücadele yaratılabilir. Tam tersine aradaki boşluktan yararlanan burjuvazi tarafından kışkırtılan şovenizm ve milliyetçilik, düşmanlaşma eğilimlerini güçlendirecektir. Bölünmüş bir işçi sınıfı ve emekçi halk hareketinden de işçi sınıfının değil, ama burjuvazinin faydalandığı son derece açıktır.
Şu asla unutulmamalıdır ki; başka bir halkı ezen bir halk asla özgür olamaz. Özgürlüklerin kararlı bir savunucusu olarak işçi sınıfı, kendi egemenliğinin, sömürü çarkının sürmesinden başka hiçbir amacı olmayan, bunun için halkları birbirine düşman etmek ve kırdırtmak dâhil her türlü iğrenç yönteme çekinmeden başvuran burjuvazinin suç ortağı olamaz.
Bu bakımdan ele alındığında, özellikle son yıllarda her eylem ve her etkinlikte sık sık vurgulanan ” Halkların Kardeşliği” sloganının içeriğinin iyi anlaşılması ve bu sloganın ete kemiğe büründürülmesi her zamankinden daha fazla önem taşımaktadır. Şu gerçektir ki; çeşitli ulusal ayrıcalıklara sahip işçi ve emekçiler, yanlarında, kendi diliyle konuşması, kendi kültürel değerlerini yaşatması ve yaşaması vb. en insani gerekleri yasaklanmış sınıf kardeşleri dururken, bu durumu görmezlikten geliyor, bunun değişmesi, her türlü ulus ve dil ayrıcalığına son verilmesi ve tam eşitlik için mücadeleye atılmıyorsa, bu slogan gerçek anlamını bulmayacaktır. Ve gerçek anlamda kardeşleşmenin yolunu açmayacaktır. Bir ülkede anadilde eğitim talebi gibi en masum ve en insani bir talepte bulundu diye insanlar tutuklanıyor, hapsediliyor, okullarından atılıp cezalandırılıyorsa, buna karşı en başta isyan etmesi, hareketlenmesi gerekenler ayrıcalıklı konumdaki işçiler ve emekçilerdir.
Yine OHAL’in sürmesine, oradaki demokratik güçlerin gelişmesinin engellenmesine en başta karşı çıkması gerekenler, Türk işçi ve emekçileridir. Ancak bunu yaptığı zaman işçi sınıfı burjuvazinin oyununu bozmuş, burjuvazinin bölücülüğüne, halklar arasında güvensizlik tohumları ekme çabalarına karşı durmuş olur. Ve işçi sınıfı bunu yapmak zorundadır.
Hiç şüphesiz ayrıcalıkların sona ermesi, anadil üzerindeki baskıların son bulması, OHAL’in kalkması, koruculuk sisteminin sona erdirilmesi vb. taleplerin ileri sürülmesinin Türk halkı arasında tepki toplayacağı, koşulların henüz buna hazır olmadığı türünden bir takım sesler yükselebilir. Ancak, işçiler, güvenilmez ve o kadar da saf insanlar değildir. Ve yine unutulmamalıdır ki, işçi sınıfı partisi işçilerin en geri kesimleri noktasına çekilemez, öncü vasfını unutup, kitlelerin en geri duygularının peşinden sürüklenen artçı konumuna getirilemez.
Elbette burjuva propagandasının, emekçi sınıflar içinde karşılıklı olarak milliyetçilik duygularını yükselttiği, şovenist kışkırtmanın belli oranda etkili olduğu reddedilemez, ama koşullara teslim olmak da, işçi sınıfı davası savunucusunun işi olamaz. Çünkü işçi sınıfının politik öncüsünün görevlerinden biri de kitlelerin en geri seviyesine inmek değil, tersine kitleleri ileri bilinç düzeyine yükseltmektir. Elbette bunun sadece sloganlar söylemek, bilinen formülleri papağan gibi kabaca tekrarlamakla becerilemeyeceği, ustalık gerektiren zahmetli bir iş olduğu açıktır. Zaten ancak bunu başarabildiğinde -ve başarmak zorundadır- propagandacı ve ajitatör görevini başarıyla tamamlamış olabilir.
Ancak bugün koşullar düne göre daha olumlu, hareket olanakları daha fazladır. Bu olanaklar ustaca kullanıldığında, hem Kürt emekçilerinin güveni daha fazla kazanılacak hem de değişik uluslardan işçilerin birleşik hareketinin önündeki engeller daha hızlı biçimde ortadan kaldırılacaktır. Aynı zamanda da burjuvazinin çeşitli türden entrikaları boşa çıkartılacaktır.
Kürt meselesi konusunda burjuvazinin çeşitli klikleri arasında değişik görüşler olduğu herkesin malumudur. Bu klikler, kendilerini, uygun politik manevralar yapmak zorunda hissetmektedirler. Ama gelinen noktada en gerici burjuva kliğinin bile artık eski tutumlarında ayak direyemediği de bir gerçektir. En azından artık kimse Kürtlerin, Orta Asya Türklerinden olduğu, karda yürürken “kart kurt” sesleri çıkardıkları için kendilerine Kürt dendiği gibi aptalca laflar edememektedir. Titrek ve utangaçça da olsa Kürtçe diye bir dilin varlığından bahsedilebilmektedir.
Öte yandan, geride kalan yıllarda Kürtlere her türlü zorbalığın uygulanmasında, zorunlu göçlerde, OHAL’de, faili meçhul cinayetlerde, özel harekât birliklerinin örgütlenmesinde en büyük paya sahip ve bu uygulamaların hayata geçirilmesinde başrolü oynayan burjuva kliklerinden ANAP, son zamanlarda yeni bir manevrayla Kürt dostu pozlara bürünme çabasındadır. Yıllarca bölge halkına kan kusturulmasında önemli rol oynayan bu sermaye partisinin son rolünün halk kitlelerinin gözünde teşhiri, yalanlarının, ikiyüzlü tutumunun ortaya serilmesi gerekmektedir. Ancak bu teşhir, soyut laflarla, sadece nutuklarla olmaz. İşçi sınıfı davası savunucularının demokrasi mücadelesinde daha kararlı biçimde yer almasıyla olur. Yığınların gözünde eğriyle doğrunun, yalanla gerçeğin ayrışması ancak yaşamın içinde, yığınların taleplerine sahip çıkmakla ve gerçekten içten bir şekilde savunmakla mümkündür.

OHAL SONA ERMELİ, KÜRTÇE ÜZERİNDEKİ BASKILAR SON BULMALI, İDAM KALKMALI, GENEL AF ÇIKMALIDIR
Devleti yönetenler, uzun bir süredir bölgede “terörizmin” yenildiği, bölge halkıyla “kucaklaşıldığı”, “kardeşliğin tesis edildiği” propagandasını yapmaktadırlar. Öyleyse, bölgede yıllardır süren OHAL uygulaması sona ermeli, normal yaşama geçilmelidir. Yıllardır bölge halkına reva görülen yaptırımlar son bulmalı, halkın demokratik, ekonomik, sosyal istemleri gerçekleştirilmelidir. Bunun için de bölgeye uygulanan tecrit politikası son bulmalı, kardeşleşme için gerekli en acil talepler derhal hayata geçirilmelidir. OHAL’in, kaldırılmasıyla birlikte baskının her çeşidine son verilmeli, anadil üzerindeki her türlü yasaklama kaldırılmalı, Kürtçe yayın, eğitim talebi gerçekleşmeli, halkın kendi geleceğini kendi iradesiyle belirlemesi sağlanmalıdır.
Ancak burjuvazi bir yandan sahte kardeşlik nutukları atarken, öbür taraftan pişmanlık çağrıları yapmakta, bir halktan, gençlerinden onursuzlaşmasını istemektedir. Bu asla kabul edilemez ve gerçekleşmeyecek bir şey olduğu gibi, ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Gerçekten Türk ve Kürt emekçilerinin kardeşliği isteniyorsa, yapılması gerekenlerden birisi de idam cezasının bir an önce kaldırılması, eşit, adil ve ayrımsız bir genel affın çıkmasıdır. Elbette, köye dönüşün serbest bırakılması, zararların tazmin edilmesi, koruculuk sisteminin kaldırılması vb. talepler unutulamaz.

DEMOKRASİ MÜCADELESİNİN EN KARARLI SAVUNUCUSU İŞÇİLERDİR
Kürtlerin bu demokratik taleplerini kararlı bir tutumla savunma görevi Türk işçi ve emekçisinin omuzlarındadır. Gerçek anlamda kardeşleşmenin yolu, halkların kardeşliği sloganının ete kemiğe bürünmesi, işçilerin ortak mücadelesi ve dayanışmasının yolu buradan geçmektedir.
Şu asla unutulmamalıdır ki; her türlü demokratik sorunların gündeme getirilmesinde, öne çıkartılmasında ve çözüme kavuşturulmasında herkesten önde yürüme zorunluluğunda olduğunu unutan kimse, devrim davasının asli unsuru değildir.
Kaybedilecek zaman yoktur. Çünkü demokratik mücadele, demokrasi alanında kazanımlar ne kadar yavaş ilerlerse, ulusal kışkırtmalar, işçiler arasındaki güvensizlik o kadar derinleşecek, milliyetçilik güçlenecektir.
Ve yine unutulmamalıdır ki; demokratik mücadeleye kazanılamamış, demokratik kazanımlar uğruna seferber edilememiş işçi sınıfının, iktidar mücadelesinde yer alacağını beklemek, boş hayalden başka bir şey değildir.

YAKLAŞAN TEHLİKE VE SAVAŞ HÜKÜMETİ

ABD’nin Irak’ı işgal planı artık senaryo olmaktan çıkıp büyük bir tehlike olarak hemen yanı başımızda duruyor. Dünyadaki ekonomik, siyasal alandaki gelişmelerin seyri, meselenin sadece Irak’la, petrol rezervleri ile sınırlı olmadığını, hatta petrol bölgesiyle de sınırlı kalmayacağını, Rusya, orta ve uzak Asya’yı da hesapların içine kattığını, bu bölgelerde yeni hesapların ve çatışmaların mayalandığını haber veriyor. Artık bu saatten sonra gerek petrol bölgesinde gerekse diğer bölgelerde yaşanacak savaşlar ve çatışmalar sürpriz olmayacaktır. Çünkü ABD’nin Irak işgali, emperyalist-kapitalist sistemin günahlarını örtmekle görevli burjuva analistlerin, yazar çizer takımının göstermeye çalıştığı gibi meselenin sonu, istikrarın müjdesi değil, ama tersine yeni kavgaların, bölgesel savaşların başlangıcıdır.
Dünya kapitalist sisteminde son dönemlerde giderek daha sıklaşan ekonomik krizler, pazar alanlarının daralması, tekeller arası sertleşen kıyasıya rekabet, haritaların yeniden elden geçirilmesini zorlamaktadır; Dünya ekonomisindeki son gelişmeler bu noktayı işaret etmektedir. Dünyanın en büyük ve canlı ekonomisi olan ABD ekonomisinde daha önce olumlu gözüken bütün göstergeler tersi bir eğilim içine girmiştir. Büyüme hızı 0 noktasına gerilemiş, önümüzdeki yıllar için eksi seyir beklenmektedir. Dış ticaret açığı büyümekte, bütçeden üretken olmayan alana, silahlanmaya ayrılan pay sürekli artmakta, buna karşın sosyal alanlara ayrılan paylar kısılmaktadır. ABD’nin en büyük şirketlerinden bir biri ardına iflas haberleri gelmekte, her iflas haberiyle birlikte yeni yolsuzluk dosyaları ortalığa saçılmaktadır. Bu görünümüyle ABD ekonomisi yolsuzluk, hile, hurda, bilanço oyunları, borsa oyunlarıyla dolu bir ekonomi olarak tarafsız gözlemcilerin gözünde bile şüpheli bir yere oturmuştur.
Yine dünyanın güçlü ekonomilerinden biri olarak gösterilen Japonya bir yandan iflaslar, rüşvetlerle çalkalanır, devlet adamlarının intiharlarına sahne olurken, geri ödenmeyen kredilerin büyük oranlara ulaşması bankacılık alanında büyük krizlere neden olmakta, kapitalist ekonominin temellerinden bankacılık sektörü sarsılmaktadır. Diğer yanda Amerika’nın bu ülke ekonomisi üzerindeki baskıları, Japon para birimi Yen’i köşeye sıkıştırma girişimleri, krizlerle sarsılan “Asya Kaplanları” olarak nitelenen ülkelerde en fazla Japon yatırımlarının ve ekonomik bağların olması bu ülkeyi zor duruma düşürmüştür.
Elbette en olumlu seyreden ekonomi durumundaki Avrupa Birliği ülkelerinde, esas olarak da AB’nin başında bulunan Almanya, Fransa gibi ülke ekonomilerinin son gelişmelerden etkilenmemesi düşünülemezdi. Emperyalizm döneminde zincirin halkaları gibi iç içe  geçmiş kapitalist ekonomilerin, birinde başlayan durgunluğun, küçülmenin, daralmanın, ödemelerdeki aksamaların, kredi sisteminde görülen geri dönüşlerdeki teklemelerin, ödeme sıkıntılarının diğerlerini etkilemesi kaçınılmazdır. Nitekim de öyle oldu. Son dönemde kapitalist ekonomilerdeki çözülme, AB ülkelerinde de hissedilmeye başlandı. Çöken şirketlere ve bunların yolsuzluklarına dair haberler gazetelerin ekonomi sayfalarında önemli yerler işgal etmeye başladı. Son olarak Alman medya devinin iflas haberleri, birbiri ardına kapanan işletmeler, İtalya’da otomobil devi Fiat’ın içine düştüğü durum vb., sıkıntılı günlerin Avrupa için de başladığını ilan ediyordu.
Bir yandan plansız, anarşik, aşırı üretimin yarattığı stoklar ile  pazar alanlarının sınırlılığı, zenginliklerin küçük bir azınlık elinde toplanması ile yığınların hızla yoksullaşması arasındaki çelişki nedeniyle sarsılan ekonomiler kapitalistler arasında yeni arayışları beraberinde getirirken, rekabet ortamını keskinleştirmekte, yeni birlikler, yeni ittifakları doğurmaktadır.
Diğer yandan kapitalist ekonominin enerjiye olan talebi her geçen gün daha vazgeçilmez bir hale gelmiştir. Tekeller açısından enerji kaynaklarını elinde bulundurmak demek hem geleceği güvence altına almak, hem de rakiplerine karşı üstünlük sağlamak demektir. Enerji kaynakları üzerinde söz sahibi olmak, rakiplerine karşı baskı ve şantaj silahına da sahip olma anlamındadır. Çatışmaların, savaşların, katliamların genel olarak enerji kaynaklarının, hammadde kaynaklarının çevresinde gelişmesinin nedenini burada aramak gerekir. Bu bakımdan önümüzdeki süreçte enerji kaynakları çevresindeki egemenlik mücadelelerinin sertleşeceğini söylemek için çok şey bilmek gerekmez. Kapitalizm geliştikçe hammadde eksikliği kendini o denli hissettirmekte, rekabetin koşulları o denli sertleşmekte, bütün yeryüzünde hammadde arama çabaları o denli alevlenmekte, sömürgelere sahip olma savaşımı o denli amansız olmaktadır.
Arap yarımadasındaki hegemonya mücadelesinin, bölgenin emperyalistlerin gözünde bu kadar değerinin olmasının nedeni bölgenin dünya petrol rezervlerinin büyük bölümünün burada olmasıdır. Son zamanlarda dünyanın gündemine oturan, ABD’nin başarısız darbe girişimine ve şimdilerde hükümetin devrilmesi için çeşitli senaryolara  sahne olan Venezuella’nın önemi de Arap yarımadasından sonra en önemli petrol kaynaklarına sahip olmasındandır. Daha önce ABD’nin Somali işgalinin, ABD uşağı Endonezya’nın kanlı diktatörü Suharto’nun yüz binlerce Doğu Timor’luyu katletmesinin en büyük nedenlerinden birisi ve Filipinler adının daha sıklıkla telaffuz edilmesinin nedeni de buralarda ki petrol yataklarıdır. Önümüzdeki günlerde Arap yarımadasına ek olarak çatışmaların, kaynaşmaların, hesaplaşmaların yaşanacağı bölgelerden birinin, Rusya ve bağlı federasyon ülkeleri, Hazar petrolleri olacağını söylemek fal açmak olmayacaktır.

NEDEN IRAK
Dünya petrol rezervleri bakımından birinci zengin ülke S.Arabistan, ikinci zengin ülke ise Irak’tır. Petrol rezervleri tablosuna şöyle bir göz atmak, çatışmalarla, çatışma alanları arasında bağ kurmak için yeterli olacaktır.

DÜNYA PETROL REZERVLERİ
ÜLKE                                           VARİL                  YÜZDESİ
S.Arabistan                                    262.699                  % 24,4
Irak                                               112.500                  % 10,5
İran                                                  99.080                  %   9,2
BAE                                                 97.800                  %   9,1
Kuveyt                                             96.500                  %   9,0  
Venezuella                                        77.685                  %   7,2
Rusya Fed.                                       65.405                 %   6.1
Nijerya                                              31.505                 %   2.9 
Meksika                                            26.941                 %   2,5
ABD                                                 22.045                 %   2,1

Arap yarımadasındaki Irak ve İran dışındaki ülkeler üzerinde ABD’nin egemenliği söz konusudur. Bu ülkelerde, ABD, bir yandan ekonomik gücünün kendisine tanıdığı avantajları kullanarak, diğer yandan bu ülkelerin yönetimlerine, krallıklara, prensliklere ve aile çevrelerine ödediği komisyonlar, rüşvetler, ABD’de de tanıdığı ayrıcalıklar, acentalar, şirket ortaklıkları vasıtaları ve alacak borç ilişkisinin kendisine sağladığı avantajla enerji kaynakları üzerinde denetime sahip olmuştur.  
Ancak İran Şahının devrilmesiyle, ABD bölgede en yakın müttefikini ve bu ülkenin enerji kaynaklarının üzerindeki denetimini  kaybetti. Aynı kötü son bu kez Irak yönetiminin arayı açması, ipleri koparmasıyla yaşandı. Bu durum birkaç açıdan ABD için sıkıntı  yarattı.
Birincisi, petrol ve doğalgaz rezervleri bakımından dünyada en zengin enerji kaynaklarına sahip ikinci ve üçüncü sıralardaki kaynaklar denetimden çıkmış oldu.  Bu ABD açısından hem ekonomik, hem de prestij ve güç kaybı demekti.
İkincisi; ABD’den boşalan bu alanlar, diğer emperyalistler ve aynı zamanda ABD’nin rakipleri tarafından doldurulmaya başlandı. Nitekim bu süreçte Fransa, Almanya, Japonya ve Çin, Irak ve İran ile ciddi işbirliklerine girişti, ticari ilişkileri gelişti, ortak ticaret ve yatırım anlaşmaları imzalandı. Putin ile birlikte yeniden toparlanma sürecine giren Rusya, çevre ülkelerle ilişkilerini geliştirmek yönünde yeniden bir canlanma sürecine girerken, AB ülkeleri, Çin gibi ülkelerin yanısıra İran ve Irak ile ilişkilerini güçlendirmeye başladı. Bunlar ABD için göz yumulacak gelişmeler değildi. Çünkü emperyalizm açısından başta gelen şey, egemenlik için çalışan büyük güçler arasında rekabettir. Yani doğrudan doğruya kendisi için olmasa bile, rakiplerini zayıflatmak, sömürge ve pazar alanlarından püskürtmek için de egemenlik ve ilhaklar peşinde koşmaktır. Sadece kendisinin güçlenmesi için çalışmakla sınırlı değil, ama aynı zamanda rakiplerinin güçlenmesini önlemektir. 
Üçüncüsü, Irak, İran gibi ülkelerin varlığı bölgedeki diğer ülke ve halklara kötü örnek oluşturmaktadır. Halklarda anti-Amerikancı, anti-emperyalist duyguları kışkırtmakta, bağımsızlıkçı fikirler gelişebilmekte, ABD uşağı olmadan, emperyalizmin körü körüne kölesi olmadan da pek ala yaşanabilineceği düşüncelerine ön ayak olmaktadır.
Üstelik, Arap yarımadasında Başta S.Arabistan olmak üzere enerji kaynaklarına sahip tüm ülkeler hala krallık, prenslik gibi yönetim biçimleriyle yönetilmekte, ülkelerin gelirlerinin büyük bölümüne hanedanlıklar el koymakta, geniş halk kitleleri ile hanedanlıklar arasında ciddi kopukluklar, hoşnutsuzluklar yaşanmakta, halk içindeki huzursuzluklar büyümektedir. Diğer yanda ise hanedanlıkların kendi içinde, aile içi  kargaşalar, bölünmeler, iktidar sürtüşmeleri yaşanmaktadır. En basitinden halkın beklentileri ile, yönetim politikaları ters düşmektedir. Örneğin bu ülkelerde en son yapılan kamu oyu yoklamaları, halkın büyük bölümünün ABD’nin Irak’a saldırısına ve ülkelerinin yönetimlerinin bu saldırıya destek vermelerine karşıdır. Ama yönetimler ABD’nin yanındadır!
Dördüncüsü; İsrail’in güvenliğini sağlamaktır. Her ne kadar bölgede ABD’nin temel müttefiki, silahlı gücü, tetikçisi olarak gözükse de, ABD ekonomisinin kilit noktalarının yahudiler tarafından tutulduğu, ABD’nin en büyük tekellerinde ve finans merkezlerinde yahudi sermaye sahiplerinin etkin olduğu göz önüne alındığında ABD politikalarının belirlenmesinde bunlar önemli derecede söz sahibidir. Dolayısıyla ABD, İsrail ilişkisi değerlendirilirken, tavuk mu yumurtadan, yoksa yumurta mı tavuktan çıktı deyişinden hareket  edilebilir.

ENERJİ KAYNAKLARI  VE KAPİTALİZM
Venezuella, Latin Amerika’da bölgenin en zengin petrol rezervlerine sahip ülkesidir ve yukarıda ki çizelgede de görüleceği üzere dünya petrol üretimi ve rezervleri açısından oldukça önemli bir yere sahiptir. Latin Amerika’yı arka bahçesi olarak gören ve burada her istediğini yapma, yönetimler belirleme, darbeler düzenleme, katliamlar yapma, karşı ordular örgütleme hak ve yetkisini kendinde gören ABD, petrolünü de istediği gibi kullanıyor, denetliyordu. Hugo Chavez’in devlet yönetimine gelmesiyle birlikte, en önemli petrol işletmeleri devlet kontrolüne alındı. Bu durum ABD’nin yağmasına sekte vurdu. ABD petrol tekellerinin çıkarları sarsıldı. Üstelik Chavez, ABD’nin her dediğini onaylamıyor, örneğin Küba ile sıkı ilişkiler geliştiriyor, ABD’nin Afganistan işgaline açıkça karşı çıkıyor,  yola taş koyuyordu. Hiç şüphesiz bu  ABD için hoş görülecek bir tutum olamazdı. Venezuella’da ABD bir darbe düzenledi. Darbede ABD’nin yanına aldığı güçler, Venezuella medyası, generaller ve zenginlerdi. Halk sokaklara dökülünce darbe başarısızlıkla sonuçlandı. Chavez görevinin başına döndü. Şimdi ABD petrol tekellerinin, medyanın ve zenginlerin kışkırtmasıyla yönetime karşı gösteriler düzenleniyor. Bu tablo bizlere Şili’de Allende’nin devrilmesi ve kanlı Şili faşist cuntasının işbaşına getirilmesini anımsatıyor.
1993 yılında ABD, Somali’yi işgal etti. Bu işgalde ABD’nin yanında Barış Gücü adı altında Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı birlikler de yer aldı. Hatta bir dönem komutanlığı, sonradan MGK sekreterliği de yapan ve vatan-millet adına mangalda kül bırakmayan Çevik Bir yürüttü. ABD’nin Somali’yi işgalini dönemin ABD Başkanı, şu andaki başkan Bush’un babası George Bush şöyle açıklıyordu: “ Yiyecek dağıtımının güvenliğini sağlamak.”
Evet açıklama aynen böyleydi. İyi yürekli ABD, Somali’de açlığa, yoksulluğa yüreği dayanamamış, yiyecek yardımı göndermeye karar vermişti! Ancak ABD’nin iyi yürekliliği bu kadarla da sınırlı olamazdı! Yiyecekleri gönderip, nasıl dağıtırsanız dağıtın diyemeyecek kadar sorumluluk sahibiydi! Yiyecekler ABD ordusu ile birlikte, tanklarla, toplarla, jetlerle, bombalarla gönderildi! Gerçi askerlerin sayısı ve cephanelerin ağırlığı yiyeceklerden kat be kat fazlaydı, ama olsun, o kadar kusur kadı kızında bile olurdu! Yiyecekler halka sus payı olur mu diye dağıtıldı, ama halk susmadı. İyi yürekli Amerikan askerleri ve başında Çevik Bir’in bulunduğu Barış Gücü, Somali’lere kurşun yağdırdı. ABD, petrol kuyularına el koydu.
Somali’nin ABD yanlısı Devlet Başkanı Muhammed Siad Barre bile şöyle diyordu: “ Somali’nin yaklaşık üçte ikisi Conaca, Amoca,  Chevron ve Philips gibi Amerikan petrol devlerine ayrılmıştır.”
Endonezya’nın kanlı diktatörü Suharto emriyle Doğu Timor’a bombalar yağdıran yüz binlerce Doğu Timorluyu katleden Endonezyalı subaylar ABD tarafında eğitilmişti ve silahları ABD tarafından verilmişti. Doğu Timor’un önemi, petrol yataklarına sahip olmasından ileri geliyordu.
Filipinler adını sık sık duymamızın nedeni de aynı gerekçedir.
Ve şimdilerde Hazar çevresinde kopan fırtınanın Hazar Petrollerinden kaynaklandığını söylemeye bile gerek yok.
Bunları yapan, Irak yönetimini ve Saddam Hüseyin’i “demokratik olmamak ve insan haklarına  saygılı davranmamak”la suçlayan, bunu Irak’a saldırının gerekçelerinden biri haline getirip kendisini demokrasi tutkunu ve insan hakları savunucusu olarak pazarlamaya çalışan ABD’nin sicil kaydı hiç de böyle söylememektedir. Tersine ABD’nin bu güne kadar tüm dünyada yaptıklarına şöyle kabaca göz atmak bile bu ülkenin sicilinin nasıl bozuk, nasıl vahşi bir demokrasi ve özgürlükler düşmanı olduğunu kanıtlamaktadır.    
Arjantin ve Şili’de  darbeler düzenleyip, askeri faşist diktatörleri işbaşına getirenin ABD olduğu herkesçe bilinmektedir. Bu darbeler hakkında sayfalar dolusu belgeler, kitaplar yayınlanmış, filmler çevrilmiştir. Arjantin ve Şili faşist diktatörlüğü altında bu ülkeler tam bir insan mezbahanesine çevrilmiş, on binlerce insan katledilmiş, yargısız infazlara kurban gitmiş, kaçırılmış, yüz binlerce insan tutuklanarak en vahşi işkencelerden geçirilmiştir.
Hitler döneminin takipçisi ırkçı Güney Afrika yönetiminin arkasında ABD vardı. Endonezya’nın kanlı diktatörü Suharto’nun patronu yine Amerika’ydı. Dünyada en cani diktatörlerden biri olarak tanınan Somoza’nın arkasında da ABD vardı. Zaire’de katil Mabutu, Uganda’da cani İdi Amin’in ipleri ABD’nin elindeydi. Peru, Uruguay, Paraguay, Kolombiya, Bolivya, Meksika ve diğer Latin Amerika ülkelerinde halk hareketlerini bastırmak için kontrgerillayı, paralı katilleri örgütleyen, eğiten ve katliamlar düzenleyen, sendikacılardan aydınlara, demokratlardan devrimcilere kadar binlerce insanı katleden güç Amerika’ydı.
Kamboçya’yı bombalayıp 600 bin Kamboçyalıyı, Laos’ta 350 bin Laosluyu katleden yine aynı adresti: Amerika.
14-Ekim-1984 yılında dünya basınına yansıyan bir haberde CIA’nın Nikaragua’da kontrgerillalara dağıttığı bir el kitabından bahsediliyordu. “Psikolojik Savaş Kılavuzu” adlı bu kitapta, kontrgerillalara Sandinistlerin nasıl öldürüleceği ve kimlerin hedef seçileceği anlatılıyordu.  Bu kitaba uygun olarak, CIA tarafından yönetilen kontra saldırıların hedeflerinden çoğunluğunu sağlık personeli, öğretmen ve kooparatif  yöneticileri oluşturmuştu. Çünkü,  Sandinist devrimi sağlık ve eğitim alanlarında büyük bir başarı sağlamıştı. Somoza diktatörlüğünde nüfusun sadece yüzde 25’i sağlık hizmetlerinden faydalanabilirken, Sandinistlerin yönetiminde 1982’de nüfusun yüzde 70’i düzenli sağlık hizmetlerine kavuşmuştu.
Nikaragua’da ki kirli savaşın komutanı CIA’nın üst düzey şeflerinden Duare Clarridge, Temsilciler Meclisi İstihbarat Komitesine verdiği ifadede, doktor ve hemşirelerin öldürüldüğünü doğruladı ve şöyle dedi: “ Bu bir savaş.”
ABD’nin demokrasisi böyle bir demokrasiydi, onun demokrasisinde halka hizmet götürenler cezalandırılırdı!
Ve yine mazlum Filistin halkını kana boğan, topraklarında eden, tanklarla evlere dalıp minicik bebeleri, yaşlı ihtiyarları kurşuna dizen, tank paletleri altında ezen İsrail’in arkasındaki güç ABD değil midir.
Hadi çok uzaklara gitmeyelim. 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğünü örgütleyen gücün ABD olduğu bilinmiyor mu? Yüz binlerce insanımızı işkencelerden geçiren, ceza evlerine dolduran, yüzlerce insanımızı işkencelerde, baskınlarda katleden 12 Eylül rejimi insan haklarını, demokrasiyi mi sağladı?
Örnekler çoğaltılabilir. ABD’nin dünya halklarına yaptıkları hakkında yüzlerce kitap yazılmıştır ve yazılabilir. Öyleyse ABD’nin Irak’ı demokratik olmamakla, insan haklarına saygılı davranmamakla suçlamasının en küçük bir inandırıcılığı olabilir mi?
Oysa nerede bir ABD müdahalesi varsa orada ABD çıkarları, emperyalist politikalar, egemenlik, hegemonya isteği vardır. Nerede bir ABD müdahalesi varsa orada faşist diktatörler, insan cellatları iş başına gelmektedir.
ABD’nin demokrasi yok diye işgal etmeye kalktığı Irak’ta  demokrasinin olmadığını varsayalım, peki ABD’nin dostu S.Arabistan’da demokrasi mi vardır? Kuveyt’te, Katar’da, Ürdün’de ve diğer bölge ülkelerinde demokrasi mi vardır? Katil İsrail devleti mazlum Filistin halkına bomba değil de insan hakları beyannameleri mi atmaktadır?
Buralarda elbette demokrasi yoktur, en gerici türden krallıklar, prenslikler, hanedanlıklar vardır. Gel gelelim ABD’nin bunlara ilişkin itirazı olmadığı gibi, tam destekle arkasındadır. Çünkü, ABD’ye lazım olan şey, demokrasi, insan hakları değil, sömürü sahaları, enerji kaynakları, kendisine bağlı yönetimlerdir. Daha 1948’de hazırlanan bir gizli raporda ABD’nin önemli devlet adamlarından George Kennan şöyle diyordu: “ İnsan hakları, yaşam standartlarının yükseltilmesi ve demokratikleşme gibi belirsiz ve gerçek dışı amaçlar hakkında konuşmayı bırakmalıyız. Eğer olağanüstü zenginliğimizi diğerlerinin sefaletinden ayıran farklı konumumuzu sürdürmek istiyorsak özgecilik ve dünyanın yararı türü idealistçe sloganların ağzımıza dolaşmasına izin vermeden açık açık güç gösterisine baş vurmalıyız.”  
ABD, Kennan’ın dediği gibi, “demokrasi, insan hakları, dünyanın çıkarları, yaşam standartlarının yükseltilmesi” gibi  palavraları bir kenara bırakmalıdır.
Irak’ın da içinde yer aldığı petrol bölgesi, dünya petrol rezervlerinin yarısından fazlasına sahiptir.  Dünyanın irili ufaklı pek çok ülkesi ihtiyacını bu bölgeden karşılamaktadır. ABD içinde rakipleri içinde enerji ihtiyacı açısından son derece stratejik öneme sahiptir. ABD tükettiği petrolün yüzde 50’sinden fazlasını dışarıdan ithal etmektedir. Önümüzdeki yıllarda bu oranın yüzde yetmişleri geçeceği varsayılmaktadır. Ve ABD, petrol ihtiyacının yüzde 32’sini Arap yarımadasından sağlamaktadır. Önümüzdeki yıllarda bu rakamın yüzde 50’lere ulaşacağı hesaplanmaktadır. İngiltere petrol ihtiyacının yüzde 45’ini, Japonya yüzde 76’sını, Fransa yüzde 89’unu, Çin de petrol ihtiyacının çok büyük bölümünü buradan karşılamaktadır.
Demek ki, bölgeyi elinin altında tutmak, enerji kaynaklarını denetim altına almak demek, hem emperyalist ülke ve tekeller açısından geleceğe daha güvenle bakabilmek, hem de bu gücü rakipleri üzerinde sağlam bir tehdit, baskı ve şantaj aracı olarak kullanma şansına sahip olmak demektir. Nitekim de öyle olmaktadır.
Bunun acısını çeken rakipler için çare, bölgeye sızmak, güç ve etki sahibi olabilmekte yatmaktadır. Ancak ekonomik gücün kendisine sağladığı avantajla ABD, rakiplerini bölge dışına atmak, köşeye sıkıştırmak ve kendine muhtaç haline getirebilmek için her şeyi göze almaktadır.
Petrol bölgesiyle birlikte enerji  nakil yolları da ABD’nin kontrolü altındadır. ABD bölgeyi askeri istila  altına almış, askeri üslerle denizden, karadan, uçak gemileri aracılığıyla havadan kuşatmıştır. Sürekli gerginliklerin, çatışmaların, savaşların yaşandığı bölgeden en fazla çıkar sağlayanlar petrol tekellerinin yanısıra ABD’li silah tekelleridir. Bölge ülkeleri büyük bir hızla silahlanmaktadır. Bölge tam bir cephaneliğe çevrilmiş durumdadır. ABD’li silah tekellerinin en büyük müşterisi bölge ülkeleridir. ABD’li silah tekellerinin bölgede uyguladıkları en basit ve bilinen taktiklerden biri, yeni üretilen silahlardan bir miktarını hibe yoluyla veya indirimli olarak İsrail’e vermektir. Böylece İsrail’in sahip olduğu silahlara Arap ülkelerinden müşteri çıkmaktadır. İsrail, Filistin halkının katili istilacı güç ve ABD’nin bölgedeki en yakın müttefiki olmakla birlikte savaş kışkırtıcısı rolüyle, silahlanma yarışının da ateşleyicisi, silah tekellerinin pazarlama aracıdır.  

IRAK İŞGALİ YENİ SAVAŞLARIN HABERCİSİDİR
İsrail doğal bir ABD üssüdür. Bunun yanı sıra ABD’nin 200 bin hazır kuvvet, 100 bin ihtiyattan oluşan Çevik Kuvvet Gücünün sorumluluk alanları Güney Asya, Basra Körfezi ve Kızıldenizdir.  ABD’nin  S.Arabistan ve Katar’da üsleri bulunmaktadır. Irak işgalinin gündeme gelmesiyle birlikte, S.Arabistan yönetiminin halktan gelen tepkiler üzerine ABD’ye beklenen düzeyde güçlü bir destek sunamayacağının belirginleşmesiyle Katar’da ki üslerin güçlendirilmesi yoluna gidildi. Ancak, Katar yönetiminin İran ile iyi ilişkiler içinde olması ABD’yi hoşnut etmiyor. Ünlü El-Cezire televizyonu da Katar’da bulunuyor.
Yine bölgede ABD’nin yakın dostu ve üslerin bulunduğu ülkelerden birisi Bahreyn. Bahreyn, Bush yönetimi tarafından, “NATO üyesi olmayan müttefik” ilan edilmişti. ABD’nin “NATO üyesi olmayan müttefikler”listesinde Mısır ve Ürdün de bulunuyor. Halen ABD 5.Filosunu barındıran Bahreyn’e yeni askeri yığınaklar yapılıyor.
Ürdün de ABD’nin sadık dostu. Ürdün yönetimi ABD’nin Irak’ı işgaline açık bir destek vereceğini ilan etti. Ürdün, Türkiye ile birlikte bu saldırı da ABD’nin en temel vurucu gücü olarak ileri çıktı. Yine Kuveyt’te ABD üs ve askerleri bulunuyor. İçinde bulunduğumuz günlerde, ABD ve Kuveyt ordusu ortak bir tatbikat yapıyorlardı.
Ancak ABD’nin silahlı gücü bunlarla da sınırlı değil. ABD ordusu dev bir ahtapotun kolları gibi dünyanın dört bir yanına kollarını uzatmış, savaş aletlerini taşımış durumda.  ABD’nin Bosna’da, Yunanistan’da askeri üsleri var. Ayrıca Norveç’te dinleme istasyonları bulunuyor.
Afganistan saldırısıyla birlikte ABD, bu bölgeye tahminlere göre, 8 ile 10 bin ABD ve NATO askeriyle üsler kurarak yerleşti. Ayrıca Afganistan saldırısı, ABD ve İngiliz birliklerinin Türkiye, Kıbrıs, Arap Yarımadası, Japonya ve Güney Kore’ye yığınak yapmasıyla sonuçlandı. NATO üyesi ülkelerin deniz kuvvetleri varlığı bir yıl öncesine göre yüzde 50 arttı.
Japonya’da 30’u Okinawa’da olmak üzere 65 ABD tesisi bulunuyor. Japonya topraklarındaki ABD askeri sayısı 70 bini aşıyor. Güney Kore’de 30 ABD askeri üssü ve 25 bin ABD askeri var. ABD’nin Tayvan, Filipinler, Pakistan, Doğu Avrupa ve balkanlarda da üsleri var. Türkiye zaten ABD için serbest bölge!
ABD Afganistan işgaliyle stratejik bir bölgeye egemen oldu. Çünkü Afganistan yeri konumuyla, bir yanıyla Rusya Federasyonuna, diğer yanıyla Çin’e, bir tarafıyla Irak ve İran’a yakınlığıyla tam bir hakim tepe konumundaydı. ABD bu harekatla tam orta yere yerleşti. Böylece hem Rusya ile  Çin arasına girdi, Rusya Federasyonuna bağlı topluluklarla sınır edindi, hem doğu ve güney Asya’ya   enerji nakil yolu olan Hint Okyanusunu karadan da denetleme olanağını kolaylaştırdı, hem de Basra körfezini bir başka noktadan da sıkıştırma imkanına kavuştu.
Uzak Asya ülkeleri, başta Çin ve Japonya olmak üzere enerji talebini esas olarak petrol körfezinden karşılıyor. Üstelik  önümüzdeki dönemde dünya enerji talebindeki artışın büyük bölümünün Çin ve Japonya’nın bulunduğu bu bölgeden geleceği hesaplanıyor. Buraya enerji nakli için tek yol Hint okyanusudur ve burası da ABD 7. filosu tarafından denetleniyor. Bu durum söz konusu ülkeler açısından son derece sıkıntılı bir durum. ABD’nin sopası her zaman enselerinde. Başta Çin ve Japonya olmak üzere bu çemberi kırmak, tek yönlü bağımlılıktan kurtulmak istiyor. Son dönemlerde Rusya, Çin, Japonya arasında geliştirilmek istenen Türkmenistan petrol ve doğalgazının Çin’den geçirilerek doğu sahillerinden Japonya’ya taşınmasına yönelik, Rus, Çin, Japon ortak petrol ve doğal gaz hattı projesi ABD’yi rahatsız etti. Yine İran ile Çin, Rusya-Irak ve Rusya-İran ticari anlaşmaları, Çin’in İran’a silah verip petrol alması, aynı biçimde Rusya İran alışverişi ABD’yi endişelendirdi.
Yine son yıllarda hızla yakınlaşan Çin ve Rusya, hem ticari ilişkilerinde önemli sıçramalar yapmışlar, hem ortak yatırım anlaşmaları imzalamışlardır. En son olarak Çin Devlet Başkanı Jiang Zemin”in Rusya ziyaretinde iki ülke başkanlarının ortak açıklaması önümüzdeki süreçte yaşanabilecek gerginlikler, arayışlar hakkında açık bir fikir vermektedir. Yine Rusya Federasyonuna yönelik ABD’nin kışkırtıcı girişimleri, bağlı ülkeler, Türkmenistan, Azerbeycan, Kazakistan, Özbekistan, Çeçenistan üzerinden yürüttüğü faaliyetler, bu ülkelerde üs alanlarına yönelmesi, eski NATO üslerinden yararlanmaya başlaması ve NATO aracılığıyla girişimlerini yoğunlaştırması yangına körükle gitmektir. Nitekim özellikle son dönemlerde gündeme gelen Hazar petrolleri ile ilgili tartışmalar, anlaşmazlıklar önümüzdeki süreçte çatışmaların yönünün bu bölgeye doğru kayacağını işaret etmektedir. Etmektedir çünkü, aynı bölgede Hazar petrollerinden hak talep eden İran da bulunmaktadır. Ve o İran ABD’nin hedef ülkeler listesinde baş sıradadır. ABD’nin hedefi Irak’tan sonra İran’dır.
Örneğin Çeçenistan’ın karışıklıkların odak noktalarından biri haline gelmesinde, ABD’nin Rusya Federasyonunu bölüp, parçalama, ayrılıkçılığı kışkırtma planlarının yanı sıra, Çeçenistan’ın Hazar Petrollerine açılan son kapılarından biri olması yatıyor. Çünkü ABD, Hazar petrollerinin ve doğal gazının batıya taşınmasında Rusya’yı saf dışında bırakmak istiyor.
Tüm bu oluşumlar artık gerçeği daha açık bir biçimde ortaya seriyor; emperyalistler arası  pazar kavgaları, enerji ve hammadde kaynaklarına olan talep  kızışıyor, rekabet kıyasıya sertleşiyor, çelişkiler keskinleşiyor. Her yeni yerel, küçük çaplı çatışmalar, daha büyük çaplı çatışma ve bölgesel çatışmaları mayalıyor. ABD’nin Irak işgali bu süreci hızlandıracaktır.

ABD SİLAHININ UCUNDAKİ SÜNGÜ: TÜRKİYE
Türkiye, Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulamaya çalıştığı çevreyle eşit mesafeli, dengeleri gözeten geleneksel dış politika çizgisini uzun süreden beri terk etmiş bulunuyor. NATO üyesi olma sürecinden önce Kore’ye asker göndermekle başlayan,  NATO üyesi olmakla devam eden süreç, emperyalizmin, esas olarak da ABD’nin uydusu haline gelmekle noktalandı. Bir dönem Sovyetler Birliğine komşu olması dolayısıyla ABD’nin buraya yönelik planları çerçevesinde jeopolitik bir öneme sahipken, Petrol bölgesinde İran şahının devrilmesiyle önemli müttefiklerinden birini kaybeden ABD, Ortadoğu da Türkiye’yi daha fazla öne sürmeye başladı. İsrail ile ilişkilerde hızlı bir yakınlaşma ve işbirliği süreci başladı. Daha önce gizli, el altından yürütülen Türkiye-İsrail ilişkileri masa üstüne çıktı. Bölgede ABD-Türkiye-İsrail üçgeni kuruldu. Aynı Türkiye, Amerikan çıkarlarına endeksli dış politikası nedeniyle, Rusya Federasyonunun bölünme girişimlerinde, “Türki Cumhuriyetler” içinde pis işlerin içine girdi, operasyonlar yürüttü. Çeçenistan’dan, Özbekistan’a, Gürcistan’dan Türkmenistan’a kadar ülkelerin içişlerine burnunu soktu, Azerbeycan da darbe örgütlemeye kadar işi vardırdı. Aynı Türkiye egemenlerinin bir eli Bosna’da, Irak, İran içindeki Türkmenlerde, Afganistan’daydı. Çin Uygur Özerk Bölgesinde Uygurları Çin’e karşı örgütlediği ve kışkırttığı için defalarca Çin tarafından protesto edildi. Türkiye’nin ABD’nin taşeronluğuna indirgenen dış politikası, ciddi bir devletin dış politikasında çok, çete devletlerin, kabile yönetimlerinin politikasını andırıyordu. Bu yüzden de Türkiye çevresinde ne kadar komşu ülke varsa hepsiyle sorunlu hale geldi.
İsrail ile izlenen yakınlaşma, birlikte hareket etme politikaları, Türkiye’yi Arap halkların gözünde düşürürken, Türkiye’nin ismi ABD, İsrail ile anılır oldu. Türkiye ABD ve İsrail’le ortak davranabilme adına, bölgeden tecrit oldu. Bu üçlü ittifak Türkiye’yi beladan belaya sürüklüyor. Türkiye, Ordunun modernizasyonu çerçevesinde tank ve uçak yenilenme ve geliştirme ihalesini İsrail’e verdi. Türkiye, İsrail ile ortak deniz tatbikatları yapıyor. Türkiye hava sahasını İsrail hava kuvvetlerine açtı. Yapılan anlaşmalar sonucu., İsrail, Türkiye’nin Iran, Irak ve Suriye sınırlarında istihbarat, casusluk faaliyetleri yürütme serbestisi kazandı. Sınırlarda dinleme noktaları oluşturdu. İsrail, buralardan İran, Irak ve Suriye’deki hareketleri takip ediyor, bilgi topluyor, içeriye sızmalar gerçekleştiriyor. Elbette bu durum komşu ülkeler tarafından hoş karşılanmıyor, Türkiye’yle ilişkiler geriliyor.
İsrail, İran, Irak ve Suriye’yi kendisine zarar verecek güçler olarak görüyor. İran, Suriye ve Irak ise Türkiye’yi ABD ve İsrail’in sadık dostu, kendisine yönelik tehlike olarak değerlendiriyor. İsrail Devlet Başkanının geçtiğimiz günlerde yaptığı, “Irak’ın kitle imha silahlarının Suriye’de saklandığı” açıklamaları, yine bu cenahtan sık sık gündeme getirilen El-Kaide militanlarının İran’da saklandığı suçlamaları, bu ülkelerin kaygılarının boş bir kuruntu olmadığını gösteriyor.
Enerji kaynaklarına el koyma mücadelesi, emperyalistler arası kıyasıya rekabet, ABD ve İsrail’in açıklamaları, Türkiye’nin pozisyonu; ABD’nin planlarında Irak sonrası hedefin İran ve Suriye olduğunu gösteriyor. Bu durumda önümüzdeki süreç de Türkiye’nin bölgede kendisine komşu ülkelerin hepsiyle savaş durumuna girmesi kaçınılmaz hale gelirken, ABD ve İsrail ile ilişkilerini koparmadan, bağımsız bir ülke durumuna gelmeden başının beladan kurtulamayacağı net bir şekilde görülüyor.
Oysa Türkiye’yi yöneten güçler, kişilikli, ülkenin çıkarlarını düşünen, çevreyle olumlu ilişkiler geliştiren, barışçı bir dış politika yerine, ABD’ye kölece bağlı bir dış politika sürdürmekte ısrar ediyor. Bunun sonucunda da gittikçe daha fazla batağa saplanıyorlar.
Seçimlerde tek başına hükümet olma şansına erişen AKP’nin ABD’nin savaşçı ve ilhakçı politikasına hizmet etme gayretiyle, kendinden önceki hükümetlerin bile çok önüne geçtiği ve ülkeyi tam bir sömürgeleştirme sürecine, hem de gönüllü biçimde soktuğu görülüyor. Yaşlı ve hasta Ecevit’i bile sıkıntıya sokan ABD istekleri, AKP hükümeti tarafından üst makamın emri olarak kabul ediliyor. Hatta, ABD’nin Irak işgali konusunda Türkiye’den isteklerinin hükümetin daha konuşma aşamasındayken işleme konması, hükümet konuşurken işlerin yürümesi karşısında, Başbakan Gül’ün “ iş kontrolümüzden  çıktı” sözleri ve hükümetin bundan rahatsızlık duymak yerine, ABD isteklerini yerine getirebilmek için gaza basması hükümetin vahametini gösteriyor.
Günler ilerledikçe ABD’nin isteklerinin sınırsızlığı belirginleşirken, aslında pek çok şeyin karara bağlandığı, ABD’nin taleplerinin çok öncelerden bilindiği ve Genelkurmayın uzun süreden beri hazırlıklarını bu talepler doğrultusunda yaptığı bir sır olmaktan çıkıyor.
İlk önceleri, ABD’nin Türkiye’den sadece İncirlik gibi birkaç üs istediği dillendirilirken, zaman içinde bunun hiç de böyle olmadığı meydana çıktı. ABD’nin istekleri dudak uçuklattıran cinstendi. Türkiye, ABD’nin Irak işgali planlarında en aktif rolü üsleniyordu. Hükümet, ülke yönetimini elinde bulunduran siyasi erk, ABD’nin isteklerini karşılamak için tüm varlığıyla seferber olmuştu. Bu öyle canhıraş bir seferberlik ve gönüllülüktü ki, ABD’nin Arap yarımadasında en sağlam müttefikleri olan ve hem de ülkenin kaderi iki dudaklarının arasında olan krallar, prensler bile, ABD’nin isteklerini karşılamakta daha çekingen ve temkinli davranmak ihtiyacını hissediyorlardı. Oysa Türkiye devleti ve AKP, bu konuda krallardan bile daha fütursuz davranabiliyor, gözleri bağlı bir adam gibi ABD nereye yönlendirirse o yöne koşuyorlardı. Bu davranış hem ülkenin başına geri dönülmeyecek, ileride yeni hesaplaşmalar ve karşılaşmalarda önüne konacak faturaların sayısını çoğaltıyor, ülkenin ciddiyetini ortadan kaldırıyor, hem de itibarsızlaştırıyordu. Artık gelinen nokta da, hem bölge, hem Avrupa, hem genel olarak dünya nezdinde, Türkiye dış politikası diye bir şey olmadığı, Türk dış politikası denilen şeyin, ABD dış politikasının bölgesel versiyonu olduğunda kesin bir görüş birliği hakim oldu. Nitekim, AB bile, Türkiye’yi ABD’nin Truva atı olarak gördüğünü ilan etti. Herhalde bir ülkenin itibarı ancak bu derece sıfırlanabilir, dış politika denilen şey ancak bu kadar şahsiyetsizleştirilebilir ve alay konusu ettirilebilirdi.
Her gün yeni bir isteğinin kamuoyuna yansıdığı, bu kadar da olmaz derken yeni ve daha aşırı isteklerini art arda dizen ABD’nin, Türkiye’den altı üs, iki liman, Mersin Irak demiryolu ve 90 bin Amerikan askerini barındıracak toprak talep ettiği açıklandı. Ancak taleplerin altı kazındıkça isteklerinin bunlarla da sınırlı olmadığı, aslında ABD’nin Türkiye’nin tamamını istediği ortaya çıktı. Başlangıçta, İncirlik, Diyarbakır, Batman, Muş ve Malatya Erhaç üsleri telaffuz edilirken, ABD’nin 14 üs ve sivil havaalanlarını sınırsız kullanımını istediği meydana çıktı. Böylece, yukarıda adları belirtilen üslerin dışında, Çanakkale, Balıkesir, Konya, Eskişehir ve diğer hava üsleri ABD’nin emrine tahsis ediliyordu. Ayrıca İstanbul Atatürk Hava Alanı dahil, pek çok sivil hava alanı ikmal, kargo vs. amaçlı kullanılmak üzere ABD’nin istekleri kapsamındaydı. Bu arada bilinmeyen gizli anlaşmalar da meydana çıkmaya başladı. Örneğin, Çorlu ve Sabiha Gökçen hava alanlarının aslında ABD’nin Afganistan işgalinden bu yana ABD Hava Kuvvetleri tarafından kullanıldığı açıklandı. ABD’nin istekleri arasında beş liman vardı. Daha hükümetin bu istekleri konuşacağı, isteklere ilişkin ABD’ye henüz yanıt verilmediği söylenirken, ABD ve Türk yetkililer, Mersin ve İskenderun limanlarında savaş düzenlemesine başlamışlardı bile. Mersin limanında altı bölüm sivil trafiğe kapatıldı, ABD savaş gemilerinin ihtiyaçları doğrultusunda düzenlemelere başlandı. Hangarlar, depolar inşa edilmeye girişildi. Bununla da kalınmayarak, Mersin limanının NATO limanı olduğu duyuruldu.  Aynı düzenlemeler İskenderun limanında da yürütüldü.
ABD’nin istekleri arasında Trabzon ve Samsun limanları da yer alıyordu. Irak nereydi, Trabzon ve Samsun nere? ABD bu limanları neden istiyordu? İstiyordu çünkü, bundan sonraki hedefi Hazar petrolleri ve İran’dı. Şahsiyetini yitirmiş, kendi başına olmaktan çıkıp ABD için olmaya sürüklenmiş Türkiye’nin önümüzdeki dönem açısından nasıl bir bataklığa doğru sürüklendiğinin ve ülkeyi ne büyük belaların beklediğinin göstergesiydi bu limanların ABD listesinde yer alması. Böylece Akdenizdi, Egeydi, batıydı, doğuydu derken, Türkiye’nin tamamı ABD’nin savaş üssü haline geliyordu.
ABD, Türkiye’yi Irak işgalinde kuzey üs olarak belirlemişti. Irak’ı vurup çekilmek gibi bir niyeti olmadığını zaten ilan etmişti. Irak’a kalıcı amaçla giriyordu. Planında Irak yönetiminin devrilmesi, yeni bir kukla yönetiminin iş başına getirilmesi vardı. Yönetim kim ve ne olursa olsun yönetimin iplerini elinde tutan ve karar verici ABD olacaktı. ABD işgalin ardından Irak’a vali olarak Afganistan işgalcisi ABD birliklerinin komutanının atanacağını bile ilan etti. Yani, tam bir sömürge sistemi düşünülüyordu. Enerji kaynakları tam bir güvenceye alınmadan ABD geri çıkmayacaktı. Çıkmak bir yana, İran köşeye sıkıştırılmaya çalışılacak, İran yönetimi ve halkına boyun eğdirilmek için çeşitli oyunlar, manevralar ve provokasyonlara gidilecek, eğer bunlar da sonuç vermezse işgale başlanacaktı.
ABD’nin plan ve isteklerine göre, 90 bin ABD askerinin Irak kuzeyi, Türkiye’nin güney doğusuna yerleştirilecekti. Diyarbakır savaşın merkez üssü oluyordu. Batman, Şırnak, Mardin, Van ve Hakkari, Diyarbakır’a bağlı üsler olacaktı. Kısaca bütün bir bölge ABD savaş üssü, cephanelik haline geliyordu. Üstelik beş yıllık bir süre boyunca.  Kaldı ki, Afganistan’a da geçici bir süre için gireceği duyurulan ABD ordusunun burada kalıcı olduğu bizzat ABD yönetimi tarafından açıklanmıştı. Yine hatırlanacağı üzere, ABD Çekiç Gücü Doğu ve Güneydoğu sınırlarına yerleştirilirken, geçici olduğu, en kısa zamanda gideceği söylenmişti, ama geride kalan zaman içinde görüldü ki, Çekiç Güç çekip gitmek bir yana, bölgede kalıcı ve yerleşik bir ordu haline dönüştü.
Savaş meselesinde temkinli davrandığı, ABD isteklerine henüz net bir yanıtın verilmediğini sayıklayan hükümet, hemen gizli bir genelge yayınlayarak, merkezi Diyarbakır olmak üzere altı ili, “Kriz Yönetim Merkezi” uygulaması kapsamına aldı; Bu illerin valilerine sorumlu vali statüsü verildi. Bu genelge bile, hükümetin ABD’ye her konuda güvence verdiğini, kendisinden istenen bütün görevleri yerine getireceğine dair ABD’ye söz verdiğini, işin çoktan bittiğini gösteriyordu.
Bu arada, Türk Hava Kuvvetlerine bağlı KC-135 tanker uçaklarının ABD savaş uçaklarına havada yakıt ikmaline başlamaları, işlerin bir yandan engelsiz yürüdüğünün bir başka göstergesiydi.
Yine Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı 10 binden fazla askerin Kuzey Irak’a girdiği biliniyordu. Son günlerde bu sayının 50 bine çıktığı basına yansıdı.
Aslında ABD’nin bütün isteklerinin Türkiye’yi yönetenler tarafından karşılanacağı, sadece Musul, Kerkük petrolleri konusunda tartışmaların sürdüğü belli. Türkiye’nin Talabani, Barzani’nin içinde yer aldığı federasyonu,  Türkmenlerin de temsil edilmesi koşuluyla kabul ettiği de belli oldu. Bu arada ABD, KADEK’i “terör örgütleri” listesine aldı. Bu, Türkiye’nin elinin serbest bırakılabileceğini, Irak operasyona sırasında, Türkiye’nin KADEK’e yönelebileceği, imha ve tasfiyeyi amaçlayabileceğini gösteriyor. 
Öyle bir tasfiye hareketi, içerde yeniden ırkçılığı, şovenizmi kışkırtacak, yeni bir Kürt düşmanlığı dalgası ülke politikasının gündemine oturacaktır. Bu durumda yeni bir kanlı sürecin başlaması kaçınılmazdır. Bu ise, Türk, Kürt ezilenleri arasında son dönemde oluşmaya başlayan kardeşleşme sürecini baltalayacak, birleşik işçi, emekçi hareketinin sekteye uğramasını getirecektir ki, bu sınıf mücadelesine büyük ket vuracaktır. Bu anlamda, Irak harekatının, diğer şeylerin yanı sıra kardeşleşmeye indireceği darbeler açısından da tehlikeli olduğu görülmelidir. Türkiye halkının yüzde doksanının Türkiye’nin ABD ile savaşa katılmasına, Irak işgaline karşı olduğu düşünülürse, halk karşısında sıkıntıya düşecek egemen güçlerin, dikkatleri başka yöne çevirmek,  yeni bir milliyetçilik dalgasıyla pisliklerinin üstünü örtmek ve halkı yeniden bölmek, siyasal iktidara karşı birleşenleri, birbirleriyle karşı karşıya getirmek için böyle bir provokasyona başvurabilecekleri hesaba katılmalıdır. Her ne kadar dışta savaşan bir gücün içte kendisine yeni düşmanlar çıkartmayacağı, cepheleri çoğalmaktan kaçınacağı gibi savlar ileri sürülürse bile, açamaza düşen iktidarın böyle bir yola girmekten kaçınmayacağı bilinmelidir. Kaldı ki, fırsattan istifade Kuzey Irak’a girmiş ve ABD’yle anlaşmışken Türkiye yönetiminin KADEK’i vurmaya yönelmesi ihtimal dışı değildir. Böyle bir yönelimin yukarıda belirtilen tehlikeleri doğurması zaten kaçınılmazdır.

AKP lideri Tayyip Erdoğan’ın, ABD gezisinde söylediği, “Ne verdiğin değil, ne aldığın önemlidir” sözleri aslında Türkiye burjuvazisinin ve AKP hükümetinin ülke meselesine nasıl baktıklarının özlü ifadesinden başka bir şey değildir. Hükümet için, satılmayacak değer, satılmayacak şey yoktur. Buna ülke dahildir. Yeter ki, ederi bulunsun. Yeter ki üç beş dolar gelsin.
Ancak, birinci Irak saldırısına ABD’nin gönüllü gücü olarak katılan Türkiye, bu harekattan zamanın yöneticisi Özal’ın dediği gibi karlı çıkmak bir yana, milyarlarca dolarlık kayıp ve çevresindeki ülkelerle bütün ilişkilerini zedeleyerek, kelimenin tam anlamıyla tecrit olarak çıkmıştı. Bu tecrübelerin ışığında çok rahatlıkla söylenebilir ki, Türkiye bu seferden eskisinden çok daha büyük ve bir daha ekonomik anlamda belini doğrultamayacak kayıplarla çıkacaktır. Sadece savaş nedeniyle fırlayacak petrol fiyatlarının bütçede açacağı deliklerin büyüklüğü bile, toplam 210 milyar dolarlık bir borç yüküyle ezilen ve bırakın borçların ana paralarını faizleri bile ancak yeni borçlar alarak ödeyebilen Türkiye ekonomisinin, bu savaşın yol açacağı zararları karşılaması düşünülemez bile.
Ancak burjuva basının yoksullukla kıvranan halkın gözünde beklentiler yaratabilme ve kandırabilme sevdasıyla giriştiği, büyük paraların geleceğini bir an olsun gerçek saysak bile, ülkenin iyi para verene sunulabileceği düşüncesi, burjuvazinin, sermayenin vatan, ülke konusunda tavrının, bakış açısının görülmesi açısından ibret doludur. Ve bu ibretlik tablo, ibretlik bakış açısı Tayyip Erdoğan’ın, “ ne verdiğin değil, ne aldığın önemlidir” sözlerinde somutlaşmaktadır. Aslında Türkiye’yi yöneten sermaye güçlerine ve AKP hükümetine ve Tayyip Erdoğan’a sorulacak tek soru kalmıştır: Ülkeyi de sattınız. Satılacak başka neyiniz kaldı?

SON  SÖZ
Ülkemiz ABD’nin savaş arabasına bindirildi. Ülkemiz ve bölge yeni bir felakete sürükleniyor. Üstelik, bu saldırı bundan sonraki daha kapsamlı çatışmaların başlangıcıdır. Çünkü, enerji kaynaklarının tek bir gücün elinde toplanması diğerleri açısından sonsuza kadar kabul edilebilecek bir şey olamaz.  
Mali sermaye ve büyük güçlerin dış politikası dünyanın ekonomik ve siyasal yönden paylaşılmasından başka bir şey değildir. Emperyalizm ve tekeller dünyayı sermayeleri, güçleri oranında paylaşmaktadır. Oysa, paylaşıma katılanların gücü aynı şekilde devam etmemektedir. Kapitalist düzende farklı girişimlerin, tröstlerin, sanayilerin, ülkelerin eşit şekilde gelişecekleri düşünülemez. Bir zamanlar Kartal İngiltere’ydi. Almanya bütün dünyayı istilaya kalkışmıştı. Yarın Amerika’nın ne olacağını kimse kestiremez. Kestiremez çünkü dünyada ve bölgede oynamaya kalktığı rol ABD’yi ve eteğine tutunanları bataklığa sürüklemektedir. Irak, ABD için bataklığın kendisidir ve geriye dönüşü zordur. Bu işin nasıl sonuçlanacağı şimdiden kestirilemez. Ancak kesin olan bir şey vardır, dünya son derece tehlikeli bir sürece girmiştir. Haritalar, yeniden çizilmek üzere raflardan indirilmiştir.
Artık belirleyici güç halklar olmalıdır. Halkların gücü, mücadelesi gerçek anlamıyla ortaya çıktığında, artık haritaları bir avuç sömürgen savaş akbabası değil, milyonlarca ezilenin iradesi belirleyecektir.
Türkiye açısından, büyük bir sandalye gücüyle hükümet olan AKP, hızla tükenişe sürükleniyor. AKP’nin ömrünün uzun olmayacağı şimdiden bellidir. Şimdi gerekli olan şey, halkın tepkisini, öfkesini örgütleyebilecek ve doğru kanallara yönlendirecek çekim merkezini ortaya koyabilmektedir. Bunun için ABD’nin Irak’a saldırısına karşı mücadele etmek, ülkeyi yöneten güçlere karşı mücadeledir. Sermaye düzenine karşı mücadeledir. Mücadelenin okları savaş düzenine ve iktidara çevrilmelidir. Bilinmelidir ki, bağımsızlık sağlanmadıkça ülkenin ve halkın başı beladan kurtulamayacaktır.

İşgalin ortaya çıkardığı gerçekler

ABD’nin Irak işgali, kendisiyle sınırlı bir harekat olmaktan çıkıp bir yandan emperyalistler arasında yeni kamplaşmaları, bölünmeleri, birleşmeleri, yakınlaşmaları netleştirdi. Ama aynı zamanda, uzun yıllardan beri “küreselleşme”, “yeni dünya düzeni” gibi propaganda bombardımanı altında uyuşturulan, kendilerine güvenleri kaybettirilen, şaşkın ve sessiz bırakılan kitlelerin yeniden toparlanmasına, güçlerini ve seslerini ortaya çıkarmalarına vesile olan bir etki gücü haline geldi.
Öyle oldu ki, uzun zamandan beri sessiz görünen yığınlar, bu harekat vasıtasıyla, hem de bugüne kadar herhangi bir savaş sırasında görülmedik bir biçimde dünya çapında aynı duygu ve eylem etrafında birleştiler. Dünyanın bir ucundan diğer ucuna aynı sloganlar yankılandı, aynı talepler etrafında birleşildi. Bugüne kadar bundan daha kapsamlı savaş ve işgallere karşı da büyük eylemler, kitle gösterileri olmuştu ama, bir savaşa veya bir işgale karşı dünya çapında böylesine bir birlik, böylesine bir duygu bütünlüğü yakalanamamıştı.  
Öte yandan burjuva ideologların büyük bir yaygarayla piyasaya sürdükleri “küreselleşme”, “yeni dünya düzeni” laflarının nasıl bir palavradan ibaret olduğunu göstermesi yanında, Sovyetler’in kapitalist yola tam olarak girdiğini açıklamasının ardından tek kutuplu dünya ve onun faziletleri üzerine döktürülen incilerin de sonu oldu bu saldırı. Çünkü eğer burjuva ideologların dedikleri gibi olsaydı, Sovyetlerin çöküşünün ardından tek kutup haline dönüştüğü söylenen dünyada bu gün bu saldırının olmaması, emperyalistler arasında bu yeni kamplaşmaların meydana gelmemesi, dünyanın süt liman olması, iddia edildiği gibi “sonsuz barış” döneminde yaşanması ve savaşın esamesinin okunmaması gerekirdi.
Eğer burjuva ideologların dediği gibi olsaydı, bugün dünyada gelir dağılımındaki adaletsizliklerin, hadi temelli düzelmesini bir yana bırakalım, düzelmesi yolunda adım atılması gerekirdi. Ancak son birkaç yıllık gelişmeler bile, bırakın bu yönde adım atılmasını, tersine gelir dağılımındaki adaletsizliğini çok daha büyüdüğünü işaret etmektedir. Kaldı ki, emperyalist kapitalist sistemde bu kaçınılmazdır. Çünkü kapitalizm, kitlelerin refahını değil, tekellerin kârını esas alan bir sitemdir. Kapitalistlerin kârlarını bırakıp da, kitlelerin refahını, gelir dağılımındaki adaleti sağlamayı düşüneceğini sanmak, tam anlamıyla aptallıktır.
Diğer yandan, dünyanın tek kutuplu olduğu, artık birbirine rakip sistemlerin kalmadığı, emperyalistlerin kendi aralarında anlaşarak, uzlaşarak, birbirlerine ve diğer ülkelere saygı ve kaderlerine rıza göstererek barış içinde, kardeşçe yaşayacağını sanmak da böylesi bir palavraydı. Bunu söylemek, emperyalizmin, tekelleşmenin, tekelleşmedeki yoğunlaşmanın çelişkileri azaltacağını söylemektir ki, tekelleşme, çelişkileri azaltmak bir yana arttırır. Nitekim ABD’nin Irak saldırısıyla birlikte ortaya çıkan tablo, tam da bunu göstermektedir. Çıkarları sarsılan ya da yeni etki ve nüfuz alanları peşinde koşan, rakiplerinin etki gücünü azaltmak isteyen emperyalistler birbirlerini köşeye sıkıştırmak, kendi cephelerini güçlendirmek için değişik manevralara girişmişlerdir. Bir kez daha, ama bu kez çok daha somut ve çarpıcı biçimde emperyalistler arasındaki çelişkilerin azalmadığı, ama tersine arttığı meydana çıkmıştır. Önümüzdeki süreç açısından değerlendirecek olursak, bu çelişkiler giderek daha da keskinleşecek, emperyalistler güçleri oranında dünyayı paylaşma, hammadde kaynaklarına el koyma mücadelesinde daha sert hamlelere girişeceklerdir.
Bunun en açık ve yakın işareti, Irak saldırısı öncesi yaşanmıştır. Uzun yılların ardından Almanya ve Fransa ilk kez ABD’ye ciddi biçimde kafa tutmuşlar, safları ayrıştırmayı göze alabilmişlerdir. Hatırlanacağı üzere bundan önce pek çok kez görüldüğü gibi, Almanya, Fransa bazı konularda Amerika’yla ayrı düşseler de, bunun yansıması daha çok “mızmızlanma” biçiminde olmuş, ABD sopayı gösterince bu ülkeler seslerini kesmek, ABD politikalarını onaylamak zorunda kalmışlardı. Nitekim ABD’nin 1. Irak saldırısında tam da böyle bir durum yaşanmıştı. Fransa ve Almanya, önceleri Irak saldırısına itiraz etseler, biraz ayak sürümeye çalışsalar da, ABD’nin baskısına kös kös boyun eğmiş, sonunda saldırıyı onaylamak, istemeden de olsa destek vermek zorunda kalmışlardı.
Daha pek çok başka olayda değişik zamanlarda aynı şeyler yaşanmış, tabiri caizse, her itirazdan sonra ABD; Fransa ve Almanya’nın burnunu sürtmüştü. Ama bu kez öyle olmadı. Almanya ve Fransa, ABD karşısında ciddi bir karşı koyuş sergilediler; ABD’nin tehdit ve şantajlarına pabuç bırakmadıkları gibi, geri adım atmadılar. BM’de ağırlıklarını sergilediler. Bu arada, uzun süreden beri yeni kamplaşmalara, açık ve gizli ittifaklara sahne olan dünyada, Almanya, Fransa, Rusya, Çin yakınlaşması, ciddi bir ittifaka dönüştü. Bu dört büyük güç, ABD’ye karşı ortak hareket ettiler.
Peki ne oldu da daha önce ABD’nin baskılarına, tehdit ve şantajlarına boyun eğmek zorunda kalan Almanya ve Fransa, bu kez daha dişli çıktı. Bu sorunun yanıtı tam da emperyalistlerin dünyayı güçleri oranında paylaştığı veya paylaşacağı yanıtında yatmaktadır. Dün ABD ekonomik üstünlüğünün kendisine tanıdığı avantajı diğerlerinin üstünde silah gibi kullanıyor, diğerleri de güçleri oranında davranıyorlardı. Ancak son zamanlarda ABD ekonomisindeki düşüş trendi, yavaşlama, büyüme hızının neredeyse sıfırlara oturması, bütçede tahminlerin çok üstünde açık verilmesi, diğer yandan Almanya ve Fransa’nın ekonomik anlamda güçlenmesi, Avrupa Birliği şemsiyesi altında ABD’ye karşı yeni bir güçle ortaya çıkmaları, Rusya’nın toparlanmaya başlaması, Çin’in büyüyen ekonomisi, hem iç pazarının büyüklüğü, hem de bölgede etkinlik kurma çabaları, Rusya ile Çin yakınlaşması, AB ile Rusya arasındaki yakınlaşma, Almanya ve Fransa’nın bu desteğin verdiği moral ve güçle meseleye asılması, son gelişmelerde etkili olmuştur. Öyleyse, bir kez daha görülmektedir ki, emperyalist kapitalist sistemde sonsuza değin hükümdarlık, sonsuza değin hakimiyet yoktur. Dün güçlü olan bugün zayıflayabilmekte, dün daha güçsüz gözüken yarın güç olabilmektedir. Bu, kapitalizmin eşit olmayan gelişim yasasının işlevselliğidir.
Gelişmeler göstermektedir ki, önümüzdeki dönemde dünyayı çok daha kalın çizgilerle birbirlerinden ayrılmış kamplaşmalar, ittifaklar ve bu kamplar arasında çok daha sert çatışma ve hesaplaşmalar beklemektedir. Bir anlamda denilebilir ki, Irak saldırısı, bölge ve dünya açısından suların durulması, istikrarın sağlanması değil, tersine yeni ve kanlı hesaplaşma sürecinin başlangıç noktasıdır. Denilebilir ki, taşlar yerinden oynamıştır. Ortaya çıkan tabloda bundan böyle kimse konumuna, kaderine razı olmayacaktır. Zaten olması da beklenemez. Ortaya çıkan bir başka gerçek de şudur: ABD, Irak harekatıyla birlikte ciddi ve geriye dönüşü olmayan bir bataklığın içine saplanmıştır. 

ÖNÜMÜZDEKİ DÖNEMİN KAÇINILMAZ AYRIŞMALARI
Emperyalizm ve kapitalizm açısından hammadde kaynaklarına sahip olmak, bu kaynaklar üzerinde söz sahibi olabilmek ve denetimi altında tutabilmek, temel ve vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Bugünkü kapitalist üretim açısından enerji kaynaklarına sahip olabilmek, geleceği güvenceye almanın ifadesidir. Ancak emperyalizm açısından enerji kaynaklarına sahip olmak, kaynaklar üzerinde söz ve denetim hakkını elinde bulundurmak, yalnızca kendisinin ihtiyaçlarıyla sınırlı değildir. Bu durum, rakipleriyle giriştiği rekabet açısından belirleyici bir önem arz eder. Emperyalist ülke ya da tekel, kendisinin ihtiyaçlarını sağlamanın, geleceğini garantiye almasının yanı sıra, rakiplerini bu alanlardan dıştalamaya, hammadde ve pazar alanlarının dışına atmaya, püskürtmeye çalışır. Böylece o, hem bu alanda kendi çıkarlarını garantiye almış olur, hem de enerji veya hammadde kaynakları üstündeki denetimini rakiplerine karşı silah, şantaj ve tehdit aracı olarak kullanır.
Nitekim bugün karşımızda tam da böyle bir durum vardır. Amerika petrol ihtiyacının yüzde 50’ye yakının dışarıdan karşılamaktadır. Önümüzdeki 20 yıl içersinde bu oranın yüzde 70’e ulaşacağı varsayılmaktadır. Ancak bugün dünyanın enerji deposu durumunda bulunan Ortadoğu’nun petrol üreticisi ülkelerinin, İran ve Irak’ı dışta tutarsak, neredeyse tamamında ABD’nin egemenliği ve denetimi vardır. Öyleyse ABD’nin Irak’ı işgalini, sadece kendi ihtiyaçları açısından değil, rakiplerini bu alana sokmamak, enerji sahalarının dışına püskürtmek amacıyla gündemine aldığı ortadadır.
Enerji kaynaklarına sahip olmalarının yanı sıra aynı zamanda bu ülkelerin her biri emperyalist tekeller açısından pazardır. Söz konusu petrol üreticisi ülkelerin alış veriş tabloları incelendiğinde, bu ülkelerin ticaret ağırlığının da ABD ile olduğu görülmektedir. ABD’nin bu ülkelere ödediği petrol paralarını, yine bu ülkelere silah, diğer ticari mamuller satarak kat kat fazlasıyla geri aldığı, pek çoğunu kendisine borçlandırdığı bilinmektedir. Örneğin ABD’li silah şirketlerinin en büyük müşterileri bu bölge ülkeleridir. Bir anlamda bölgedeki bitmek bilmeyen savaşlar, çatışmalar, sürekli gerginlik ortamı, halkaların birbirleriyle dayanışmasının, ortak bir birliktelik oluşturmasının önüne dikilirken, bölge ülkelerinin sürekli silahlanmasını, gelirlerin küçümsenmeyecek bir oranda silaha yatırmasını sağlamaktadır.
Nitekim söz konusu ülkelerin mali tabloları incelendiğinde, onca petrol gelirlerine karşın her birisinin küçümsenmeyecek oranda borçlu olduğu görülmektedir. Aynı zamanda tüm bu ülkelerde, petrol üretimi dışında gelişkin denilebilecek bir sanayileşmenin olmadığı da gerçektir.
Bölge ülkelerinin birbiriyle kavgalı olmasında, İsrail’in de büyük çıkarı vardır. ABD devlet belgelerinde, ABD’nin bölgedeki görevlerinden birinin İsrail’in güvenliğini sağlamak olduğu açıkça belirtilmektedir.
Bugün ABD’nin Irak işgali vasıtasıyla ortaya çıkan tablo, emperyalizmin temel karakteristik özelliklerinin yansımasından başka bir şey değildir. ABD, dünyanın enerji deposu olarak bilinen bölgeye tek başına hakimdir ve bu hakimiyetini daha da pekiştirme, rakiplerine hayat hakkı tanımama peşindedir. Bölgeye sızma, gedikler açma peşinde olan istisnasız tüm rakiplerini bölgeden püskürtmek istemektedir. Oysa rakiplerinin de en az kendisi kadar enerjiye ihtiyacı vardır. Yalnız ihtiyaç değil, bu varlık koşuldur. Nitekim, Japonya, Çin, Almanya, gibi ülkeler petrol ihtiyaçlarının çok büyük bölümünü bu bölgeden karşılamaktadırlar. Dünyanın gelişen bölgesi olan Uzak Asya ülkelerinin enerjiye olan talebi her geçen gün artmakta, önümüzdeki yirmi yıllık dönemde dünyadaki enerjiye olan talep artışının en çoğunun bu bölgeden geleceği hesaplanmaktadır. Oysa enerji deposu durumundaki Arap yarımadası ABD’nin egemenliği altındadır. Yalnız bölge değil, Uzak Asya’ya, Avrupa’ya petrol nakil yolları da ABD’nin denetimi ve kontrolü altındadır. Hem Akdeniz, hem Uzak Asya’ya enerji yolu, Hint Okyanusu, Amerikan deniz kuvvetlerine ait uçak gemileri, deniz filolarının içinde yer aldığı 6., 7. ve 8. deniz filoları tarafından denetlenmektedir.
Ayrıca bölge ABD orduları, ABD üsleri tarafından kuşatılmış durumdadır. Umman’dan Bahreyn’e, Katar’dan Kuveyt’e, Suudi Arabistan’dan Birleşik Arap Emirlikleri’ne kadar hepsinde ABD ordusunun deniz, kara ve hava üsleri bulunmaktadır. Son Afganistan işgali ile ABD, bölgenin kuzey doğusunda stratejik açıdan son derece önemli bir yeri ele geçirmiştir. Böylece ABD bir yandan Çin ile Rusya arasına girer, aynı zamanda Hint okyanusuna karadan da yaklaşırken, aynı zamanda İran ve Irak’ı bir başka noktadan sıkıştırma, petrol bölgesini üst taraftan kuşatma olanağı yakalamış, Rusya Federasyonu’na bağlı ülkelere sarkma, ortalığı karıştırma şansını elde etmiştir.
Bir eli Arap yarımadasında olan ABD’nin diğer eli Hazar petrollerindedir. Burada denetimi elde etmek için yoğun bir faaliyet içersindedir. Bu petrollerin işletilmesinde son dönemde Amerikan petrol şirketleri önemli mevziler kazanmışlardır. Aynı şekilde İngiliz petrol şirketleri de bölgede etkindir. ABD burada Rusya’yı devre dışı bırakmaya çalışmaktadır
Dolayısıyla, Çin’den Japonya’ya, Almanya’dan Fransa’ya kadar pek çok rakip emperyalist ülke ABD’nin baskı, tehdit ve şantajı altındadır. Bu durum, ABD’nin rakipleri tarafından sonsuza değin kabullenilecek bir şey değildir. Kaldı ki, ABD’nin eğer Irak’ı işgal etmeyi başarırsa, sonraki hedeflerinin İran, Suriye ve Hazar petrolleri olduğu bilinmekte, bu durum bizzat ABD devlet yetkilileri tarafından açıkça söylenmektedir.
Durum son derece açıktır: ABD’nin rakibi diğer emperyalistler sonsuza değin ABD’nin eline bakmayı, kaderlerini ABD’ye bağlamayı asla kabul etmeyecekler, enerji kaynakları üzerindeki kavga sürecektir. Öyleyse, Irak işgali bölgede bir devrin sonu, taşların yerine oturması, bölgede barışın sağlanmasının değil, tersine çok daha büyük yeni savaşların, bölgesel çatışmaların ve gelecekte yeni bir dünya savaşının habercisidir.
Kısaca söylemek gerekirse, emperyalizm, emperyalist egemenlik ve iktidar mücadelesi, dünyayı, halkları kanlı ve büyüyecek savaşın dehşetine sürüklemektedir.

KİTLELERİN UYANIŞI
Bu işgal, emperyalistler arasında it dalaşını kızıştırmanın, kamplaşmaları, bölünme ve birlikleri netleştirmesinin yanı sıra, tüm dünyayı kapsayacak biçimde halkların öfkesini de ABD üzerinde toplamasına, milyonlarca insanın ayağa kalmasına yol açtı. Amerika’dan, İngiltere’ye, Almanya’dan Fransa’ya, İspanya’dan Ürdün’e, Hindistan’dan Pakistan’a, Filipinlerden Japonya’ya kadar milyonlarca insan sokaklara döküldü. Son yılların en kapsamlı ve yığınsal eylemleri gerçekleşti. Bu eylemeler, “ya devrimler savaşı önler, ya savaşlar devrime yol açar” sözünü doğrulayacak türden eylemler olarak dikkat çekicidir. Hiç şüphesiz, bu eylemlerden yola çıkarak, dünyada devrimci ayaklanmaların başladığını, bu eylemlerin ayaklanmalar olarak değerlendirilmesi gerektiğini söylemek istemiyoruz. Ancak, ABD’nin bu işgalinin, uzun bir süreden beri genel bir durgunluk içinde olan kitleleri harekete geçirdiği, kitlesel eylemlere yol açtığı da bir gerçektir.
Sovyet Birliği’nin çökmesi, yöneticilerinin kapitalist yola girdiklerini açıkça ilan etmeleri, burjuvazinin bunu “kapitalizmin zaferi” olarak büyük bir yaygarayla sunmaları ve sosyalizmin yenilgisi olarak ilan etmeleri; ezilen yığınlar açısından son derece büyük bir moral bozukluğunun vesilesi oldu.
Burjuvazi bu durumu, son derece bilinçli bir biçimde kapitalizm lehine propaganda kampanyasına dönüştürdü. Ardı sıra “yeni dünya düzeni”, “küreselleşme” vb. türünden, kapitalizmin makyajlanmasından, bir başka deyişle aynı eşeğin boyanıp piyasaya sürülmesinden başka bir şey olmayan slogan ve içi boş uyduruk kavramlarla yığınların şaşkınlık hali arttırıldı. Emperyalist kapitalist sistemin, kadiri mutlak bir sistem olduğu, başka hiçbir alternatifinin bulunmadığı vaaz edildi.
Bu kulakları sağır eden propaganda tek bir şeye odaklanmış, kitlelerin kafasına tek bir şey sokulmaya uğraşılıyordu: “Benden başka bir seçeneğiniz yok. Ben yenilmezim. Kaderinize razı olun. Verdiklerimle yetinin. Halinize şükredin.”   
Bu propaganda altında emekçi yığınlar burjuvazinin en ağır saldırılarına uğradılar. Tüm dünya çapında işçi sınıfı ve emekçi halkların yıllarca dövüşerek kazandıkları hak ve özgürlükler bir bir gasp edilmeye başlandı. Reel ücretlerin düşürülmesinden, sendika, toplu sözleşme hakkının fiili olarak devreden çıkarılmasına, esnek çalışmanın, kuralsızlığın dayatılmasından 8 saatlik iş gününün fiili olarak yok edilmesine kadar bir dizi saldırı gerçekleştirildi.
Aptallaştırıcı propagandanın kulakları sağır eden gürültüsü arasında, burjuvazi adeta intikam alırcasına, işçi sınıfı ve ezilenlere karşı saldırıya geçti.
ABD’nin Irak işgali vesilesiyle ortaya çıkan tüm dünyayı kaplayan bu kitlesel eylemlerin arka planında, yığınların buradan gelen öfkesinin hesaba katılması gerekir. Çünkü dünyada bir savaşa, bir ilhak girişimine karşı bundan önce de pek çok ve kitlesel, milyonların katıldığı eylemler olmuştur. Ancak bütün dünyayı kaplayacak biçimde, bütün dünya halklarının aynı duygu ve talep etrafında bir işgale karşı birleşmesi bu olayda olmaktadır.
O zaman tüm dünyayı kaplayan, halkları aynı duygu ve düşünceler etrafında birleştiren eylemlerin ortak paydasını sadece bu son derece haksız işgalde, ABD’nin fütursuzluğunda, aramak yetmez. Elbette tüm bu sayılanların bu eylemlerde dolaysız etkisi olmuştur ancak, bunda, yığınların yıllardan beri kapitalizme, emperyalizme, üzerlerinde uygulanan yağmaya, talana, keyfiyete karşı birikimlerinin de dolaysız bir etkisinden söz etmek yanlış olmayacaktır.
Hele hele, Irak halkının onurlu direnişiyle, yıllardan beri kafalara kazınmaya çalışılan, yıkılmaz, sarsılmaz emperyalizmin, o kadar da güçlü ve sarsılmaz olmadığının meydana çıkmasıyla, yığınlar kaybolan kendine güvenlerini yeniden kazanmakta, kapitalizmin işi iyice güçleşmektedir.
Denilebilir ki, “cin şişeden çıkmıştır”. Kolay kolay girmeyecektir. Bundan sonra düşünmesi gereken emperyalist kapitalist haydutlardır.

İŞGALDE TÜRKİYE’NİN DURUMU
Türkiye-ABD ilişkileri üzerinden yapılan “stratejik ortak” tanımı bile aslında bu ilişkinin boyutları hakkında kesin bir fikir vermek için yeterlidir. Üstelik bu tanım, resmi bir devlet politikası olarak nitelenmektedir.
Yazılı ve görsel basında köşe yazarı, yorumcu vb. adlar altında Amerikan misyoneri gibi çalışanlar tarafından, bu tanım, büyük bir övünç meselesi olarak anlatılmaktadır. Türkiye-ABD ilişkileri birazcık akortsuzlaşmaya başlayınca, hükümetler gelen talep ve emirler karşısında bir anlık tereddüde düşünce, bu söz konusu Amerikancı çevreler, “stratejik ortaklık” tanımını bir tehdit ve şantaj aracı olarak piyasaya sürmektedirler. Onlara göre, Türkiye bu tanımın gerekliliklerini yerine getirmelidir. Yani ABD’nin istek ve emirlerine kayıtsız şartsız uymalı, isteneni yapmalı, hatta tıpkı Özal gibi “leb demeden leblebiyi” anlamalıdır.
Stratejik ortaklıktan onlara göre anlaşılması gereken, Amerikanın çıkarları için savaşmak demektir. ABD, Kore’yi mi işgal ediyor, stratejik ortağın görevi Kore’ye asker göndermek, ABD için savaşmaktır. ABD; Somali petrollerine el koymak mı istiyor, Türkiye derhal Somali’ye asker göndermeli, yoksul ve açlıktan kıvranan Somali halkını kurşuna dizmelidir. ABD çıkarı Yugoslavya’nın parçalanmasını, Orta Avrupa’da üs edinmeyi mi gerektiriyor, Türkiye derhal Bosna’ya asker göndermelidir. ABD; Afganistan’ı mı işgal ediyor, Türkiye en önde gitmeli, hatta işgal güçlerinin komutanlığını almalıdır. Ve ABD enerji kaynaklarına el koymak, Irak halkının olan petrol ve doğalgaz yataklarını gasp etmek mi istiyor, Türkiye derhal ABD’nin yanında yer almalıdır. Nitekim sürekli böyle olmuş, Türkiye ABD’nin emir eri durumuna düşmüştür.
Kaldı ki, “stratejik ortaklık” lafının kendisi bile, başlı başına insanları aldatmak için uydurulmuş bir sözcükten başka bir şey değildir. Sözcüklerin, kavramların ne olduğunu anlamak, gerçek içeriğini kavramak için parlak cilasının kazınıp altında yatanın görülmesi gerekir.
Şu soruya yanıt aramak bile meselenin anlaşılmasına basitçe katkıda bulunabilir: Amerika gibi büyük bir emperyalist ülke ile ona gırtlağına kadar borçlu Türkiye arasında nasıl bir ortaklık olabilir? Amerika böyle bir ortaklığa neden ihtiyaç duyar? Birinin alacaklı, ötekinin donuna kadar borçlu olduğu, borçlunun alacaklıya karşı elinde ne var ne yok ipotek verdiği koşullarda hangi ortaklıktan bahsedilebilir?
En azından ortaklık eşit hakları, kararlarda ve paylaşımda eşitliği gerektirir. Ancak ABD’nin Türkiye üzerine laf söyleme, Türkiye politikalarını, IMF aracılığıyla ekonomisini denetleme ve yönetme hakkının olduğu bilinmektedir. Peki Türkiye’nin ABD üzerinde böyle bir hakkı, yönlendirmesi var mıdır? Bırakın yönlendirmeyi, ABD politikaları üzerine söz söyleme, görüş bildirme hakkı var mıdır?
Ya da başka bir deyişle; Türkiye ABD’nin onayı olamadan dış politikada adım atamaz, IMF’nin onayı olmadan ekonomik program bile yapamaz, hatta işçisine, memuruna zam bile veremez. Peki ABD’nin her hangi bir kararla ilgili Türkiye’nin onayını almaya gerek duyduğu, şunu şöyle yapabilir miyim dediği duyulmuş, görülmüş bir şey midir?
Öyleyse “stratejik ortak” sözü tam bir yalandan ibaret, parlak, cilalı, ama bir  o kadar boş bir sözcüktür.
Örneğin ABD’nin Irak işgalinde çıkarı vardır. Ama buna destek vermekle Türkiye’nin bölgedeki pozisyonu sarsılmakta, komşularıyla, bölge halklarıyla bütün ilişkileri bozulmaktadır. Bu nasıl stratejik ortaklıktır?
ABD-Türkiye ilişkisine ortaklık ilişkisi denemez, buna dense dense, efendi-hizmetçi ilişkisi, emir verenle emir alan ilişkisi denebilir.
Nitekim son Irak işgalinde de aynı tablo yaşanmıştır. ABD’nin Irak işgalinin somutlaşmaya başlamasıyla birlikte, ABD, ülkeyi üssü haline getirmek için harekete geçmiştir. Ancak dönemin Başbakanı Ecevit, ABD isteklerinin sınırsız ve fütursuzluğuna, ABD’nin Türkiye’ye tepeden bakan, horlayan, hiçbir şeyi takmayan tavrına mırın kırın edince, ABD tarafından düzenlenen bir parti içi darbe ve erken seçim operasyonuyla devrilmiştir.
Seçimlerde iş başına gelen AKP hükümetinin başı durumundaki Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün Amerikancılığından kimse şüphe duymuyordu. Çünkü daha Belediye Başkanlığı döneminden itibaren Tayyip Erdoğan’ın ABD ile iyi ilişkiler kurmaya özen gösterdiği, araya bir takım aracılar koyduğu basına yansımıştı. Daha sonra, Tayyip Erdoğan, Erbakan’dan ayrılıp kendi partisinin kuruluş aşamasında şu an AKP’nin içinde yer alan, ABD ile arasında özel ve gizemli ilişkiler bulunan kişiler vasıtasıyla ABD’ye gittiği, burada bir takım “özel” kurum, kuruluş ve şahıslarla görüşmeler yaptığı, yeni partinin burada şekillendirildiği bizzat  “islami” basında dile getirilmişti. Belli aralıklarla gittiği Amerika’da, şu an AKP’de Tayyip Erdoğan’ın danışmanı gibi “garip” etiketlerle dolanan aracılar vasıtasıyla yapılan bu görüşmeler özel bir gayretle gizlenmiş, görüşülen kişi, kurum ve kuruluşlar ve konular hakkında bilgi sızmamasına özen gösterilmişti. Ancak bu ABD gezileri, görüşülen kişi ve yerler hakkında özel bilgi edinmeye de gerek olmadığı, başbakan olmadan önce Demirel, Özal, Yılmaz, kimlerle görüşüp onay aldıysa aynı yerlerle görüştüğü bir sır değildir.
Nitekim Hükümet olduktan sonra milletvekili ve başbakan seçilmemesine, devlet katında resmi anlamda hiçbir yetkisi olmamasına karşın Tayyip Erdoğan’ın ilk gitmeye çalıştığı yerlerden biri Beyaz Saray olmuştur. Tayyip Erdoğan Bush’la görüşmeye özel bir önem vermiş, Bush’la birkaç kare fotoğraf çektirmeyi, hükümet olma yolunda ve hükümet sürecinde yollarına taş koymaya, tuzaklar döşemeye muktedir olan askerlere ve kendilerine şüpheyle bakan büyük patron çevrelerine bir referans olarak kullanabileceğini varsaymıştır. 
Bush, Tayyip Erdoğan’ı hiçbir resmi devlet sıfatı olmamasına karşın Beyaz Saray’da kabul etmiş, el sıkışılmış, dostluk ve dayanışma gösterilerinde bulunulmuştur. O görüşmenin ardından Tayyip Erdoğan, Irak işgaline katılmayı “paraya”indirgeyen açıklamasını yapmış, bu saatten itibaren, bütün dünya kamuoyunda Türkiye, para karşılığı ABD için savaşacak ülke  olarak tanımlanmaya başlamıştır. Yine bu görüşmede Tayyip Erdoğan’ın, Bush’a Irak işgaline ilişkin açık destek, ülke topraklarını ABD ordusuna açma vb. sözler verdiği sonradan meydana çıkmıştır.
Sonraki dönemde gerek Tayyip Erdoğan’ın, gerek AKP hükümetinin izlediği “kaç para vereceksiniz” biçiminde somutlanan dilenci politikası, Türkiye’yi belki de tarihinde en rezil, para karşılığı alınıp satılabilen, paralı asker konumuna sürüklemiştir. Öyle bir hale gelmiştir ki, Amerikan basınında Türkiye’yi para karşılığı kıvırtan dansöz kılığında gösteren veya bu içerikli sayısız karikatür yayınlanmıştır.
ABD’nin isteklerini nerdeyse emir telakki eden AKP hükümeti ve devleti elinde bulunduran egemen erk, ABD’den gelen istekleri fiili olarak bir bir yürürlüğe koydu. Birinci tezkere ile ABD’nin üsler kurmasına, var olan üslerin ABD ordusunun ihtiyaçlarına uygun hale getirilmesine izin verildi. Diyarbakır merkez olmak üzere bölge illeri “kriz yönetim merkezi” adı altında özel bir statüye bağlandı, valilere özel yetkiler tanındı.
İkinci tezkere, ABD’nin isteği ile büyük bir aceleyle gündeme getirildi. Ancak bu kez sert kayaya toslamışlardı. Halkın ezici çoğunluğu ABD’nin Irak işgaline ve Türkiye’nin ABD ile işbirliği yapmasına karşı çıkıyor, bu her platformda açıkça ifade ediliyordu. AKP’nin tabanı esas olarak islami gelenekten gelen bir tabandı ve Irak işgaline karşı olması son derece doğaldı. Ve tabanın AKP merkezi üzerinde yoğun bir baskısı vardı. ABD ne derse desin, ne kadar baskı yaparsa yapsın sonuçta, tabanın, seçmen kitlesinin ve nihayetinde halkı yüzde 95’lere ulaşan çoğunluğunun işgale ve hükümetin işgalci politikalarına karşı tutumunun, parti yönetiminde, parlamento gurubunda yankı bulması kaçınılmazdı. Ve nihayetinde parti içinde ciddi ve uzun süren tartışmalar sonucunda meclise sevk edilen tezkere ret edildi.
Tezkerenin ret edilmesi, hem TÜSİAD gibi büyük sermaye örgütlerinde, hem ABD’de, Amerikancı medya ve askeri çevrelerinde soğuk duş etkisi yarattı. Evet tezkerenin geçmesinde sıkıntılardan bahsediliyordu ama, ret edilmesi beklenmiyordu. AKP’nin başı Tayyip Erdoğan ve Hükümet Başkanı Abdullah Gül büyük bir hezimet yaşadılar. Öfkeleri suratlarına yansımıştı. Eriyip, bitmiş görüntüleri fotoğraf karelerine yansıdı.
Ancak birkaç gün sonra Genel Kurmay Başkanı, tezkereden ve ABD ile ortak hareket edilmesinden yana olduklarını açıkladı. Bu demecin ardından garip şeyler olmaya başladı. Bir anda limanlar, üsler hareketlendi. ABD’nin fiili bir işgali başladı. Sanki mecliste tezkere ret edilmemiş, kabul edilmişti. Sanki ret gibi bir hadise yaşanmamıştı, sanki orman kanunları vardı. Bu arada, birinci tezkerede başka koşulların olduğu, bir takım maddelerin gizlendiği ortaya çıktı. Mersinden Mardin’e, Urfa’dan Gaziantep’e bir çok kentin ABD’nin emrine verildiği, hatta ABD askerlerine “gerektiğinde” Türkiye halkına karşı silah kullanma yetkisinin bile tanındığı ortaya çıktı.
Bir şey daha meydana çıktı, burjuvazinin günde beş vakit üzerine yemin içtiği, “kutsal”
dediği meclisin zerre kadar hükmünün olmadığı, ama her şeyin esas olarak askerlerin iki dudağı arasında olduğu…
Bu arada, Hükümet ve devlet erkini elinde bulunduranlar, bir yandan halkın baskısı ile ABD istekleri arasında bunalmıştı. Hükümetin ve devleti yönetenlerin rezil durumları her gün daha fazla meydana çıkıyor, her gün biraz daha teşhir ve tecrit oluyorlardı.
Öte yandan tüm dünyada yükselen işgal karşıtı eylemler, ABD ve İngiltere’nin artan yalnızlığı, lanetli durumları, hükümet ve devleti yönetenleri köşeye sıkıştırıyordu. Ama bir yandan Amerika, bir yandan TÜSİAD, diğer yandan Amerikancı medya, ellerindeki tüm silahları devreye sokarak, üçüncü tezkere meclisten geçirildi. Böylece Türkiye, ABD’nin yanında savaşa girmiş oldu. Böylece Türkiye, Irak’ın işgal edilmesinin, halkın kanına girilmesinin suç ortağı oldu. Şimdi Irak’ta ölen her Irak’lının, her kadının, her çocuğun dökülen kanında AKP’nin, devleti yönetenlerin günahı ve suçu var. O pazar yerinde düşen bombada, katliamda AKP ve aynı siyasal erkin payı var.
ABD’nin işgalde işlerinin ters gitmesi, Irak halkının burjuva çevreler tarafından beklenmeyen direnişi, ABD’yi Türkiye üzerinde daha fazla baskı uygulamaya, Kuzey cephesi için yeniden bastırmaya yöneltecektir. Eğer hükümet ve askeri çevreler, meclisten geçeceğine inanırlarsa, yeni bir tezkereyi meclise getirebilecekler, eğer tezkerenin geçeceğine inanmazlarsa, bu kez fiili uygulamayı sürdüreceklerdir. Nitekim, Türkiye’ye ABD bütçesinde 8,5 milyar dolarlık kredi ayrılması, hemen beraberinde limanlarda, üslerde hızlı bir hareketlenmenin başlaması, AKP’nin ABD’ye kendini affettirme peşinde olması, yine bir takım gizli anlaşmaların yapıldığını, sözlerin verildiğini göstermektedir.

BÖLGE ÜZERİNDE EMPERYALİST HESAPLAR
Türkiye’nin bu işgalde ABD yanında yer alması, kendisini geri dönülmeyecek bir ateşin ortasına atmasıyla eş anlamlıdır. Çünkü, bu işgal en başından itibaren bütün dünya halklarının vicdanında mahkum edilmiştir. ABD ve İngiltere yönetimleri tek başlarına kalmışlardır. ABD ve İngiltere halklarının gözünde bile, bu, haksız bir savaş, bir halkın katlidir. Önümüzdeki günlerde, savaşın uzamasıyla birlikte bu tepkiler çok daha büyüyecek, yönetimler halk karşısında aciz duruma düşeceklerdir. 
Türkiye’nin bütün dünya halklarının vicdanlarında mahkum edilen bu işgalde yer alması, zaten komşularından ve çevresinden izole edilmişliğinin halkların gözünde düşmanlığa dönmesi, ABD ve İsrail ile baş başa kalması olacaktır.
Kaldı ki, yıllardan bu yana izlenen ABD’ye ve onun çıkarlarına endeksli politika Türkiye’yi komşu ve bölge halklarının gözünde tecride ve yalnızlığa sürüklemiştir. Artık Türkiye denince, akla İsrail ve ABD, İsrail denince akla Türkiye gelmektedir. 
Türkiye, Türkmenistan, Gürcistan gibi ülkelerde iç işlerine karışıp kışkırtıcılık yapma, Azerbaycan’da işi darbe düzenlemeye kadar vardırma ve Çeçenistan’da karıştırdığı dolaplar yüzünden Rusya ile sorunludur. Rusya’nın gözünde güvenilmez, ABD çıkarları doğrultusunda dolaplar çeviren, sırtını dönemeyeceği bir ülkedir. Katı ABD politikaları nedeniyle çıkar çatışmalarının tarafı olduğu için, Avrupa’dan da tecrit durumunda ve hedeftedir.
Arap yarımadasındaki enerji kaynaklarına sahip olma hesapları nedeniyle bölge bundan çok daha büyük kavgaların, çatışmaların, savaşların içine girmiştir. Emperyalizmin temel özellikleri, hegemonyacı, ilhakçı amaçları nedeniyle, artık bundan geri dönüş yoktur.
ABD yönetiminin resmi ağızları ve ABD politikalarına yön veren strateji kurumları bile ABD’nin bölgedeki işinin Irak’la sınırlı olmadığını, sırada İran, Suriye ve Hazar petrollerinin olduğunu söylemektedir. Hem söylenenler, hem yönelimler, hem de emperyalizmin temel tabiatı bakımından önümüzdeki süreçte emperyalizmin hesaplaşmasının bölge üzerinden gerçekleşeceğini söylemek için kahin olmaya gerek yoktur.
Ancak tüm bu yaşanacakların bölge halklarının demokratik eğilimlerini güçlendirmesi, anti emperyalist duygu ve düşüncelerin, hareket ve eylemin gelişmesi de kaçınılmazdır. Dolayısıyla bölgenin geleceğini yalnız emperyalistlerin arasındaki mücadele değil, halkların yaklaşımı, tavrı ve uyanışı belirleyecektir.
Kaldı ki, sadece Irak söz konusu olduğunda bile, Fransa petrol tekeli Total’ın Irak’da işletme hakları ve yine Fransız yatırımları vardır. Ayrıca, Rusya ile Irak arasında imzalanmış petrol ve diğer yatırım anlaşmaları, yine Çin ile Irak arasında petrol sözleşmeleri bulunmaktadır. Bu durumda sadece Irak üzerinde bile meselenin çetrefilli olduğu, diğerlerinin ABD’nin tek başına hükümranlığına boyun eğmeyecekleri, çıkarların çatışacağı ortadadır.
Sonuç olarak, nereden bakılırsa bakılsın, nasıl yaklaşılırsa yaklaşılsın, ortaya şu gerçek çıkmaktadır. Irak bir son değil, çok daha büyük çatışmaların, savaşların, hesaplaşmaların başlangıcıdır.
Bu durumda Türkiye, jeopolitik durumu göz önüne alındığında, emperyalizm ve halklar açısından daha büyük bir önem kazanmaktadır. Emperyalizmin hesaplaşma merkezlerinden biri de Türkiye’dir. Nitekim son birkaç yılki gelişmeler bile bunu çok açık biçimde ortaya koymaktadır. Örneğin ABD’nin tüm ısrar ve baskısına karşın Türkiye’nin AB’ye kabul edilmeyişi, Kıbrıs üzerinden restleşmeler, Irak işgali vesilesiyle netleşen saflaşmada, Almanya ve Fransa’nın ABD’ye verecekleri bir çok mesajı Türkiye’ye aldıkları tavırla göstermeleri ve nihayetinde Türkiye’nin iki emperyalist kamp, ABD ve AB arasında sıkıştırılması, önümüzdeki sert koşullar hakkında bir fikir sunmaktadır. Türkiye’nin ekonomik durumu, borç toplamı, IMF’ye kölelik politikaları, emperyalizmin eline güçlü koz vermekte, ipi boynuna dolamaktadır.
Emperyalist politikaların basit bir uzantısı durumundan kurtulamadığı takdirde Türkiye için gelecek düşünüldüğünden de karanlıktır. Türkiye halkı için tek bir yol kalmıştır: Emperyalist işbirlikçileri devirmek, bağımsız ve demokratik bir ülke kurmak, emperyalist sömürge ağının dışına çıkmak.

KUZEY IRAK, KÜRT SORUNU VE TÜRKİYE
Irak işgaliyle birlikte Kürt sorunun yoğun biçimde gündeme gelmesi, bunun da Kuzey Irak üzerinden yoğunlaşması kaçınılmazdı. Çünkü bu coğrafyada Kürtler vardı; tarihin en eski ve köklü halklarından olmasına rağmen bu coğrafyanın en ezilmiş, yok sayılmış, kırımdan geçirilmiş, hak ve özgürlükleri gasp edilmiş, ama aynı zamanda demokrasi ve özgürlük peşinde koşan bir halktı. Böyle bir savaş içinde hem emperyalistlerin kendi çıkarlarına uygun bir Kürt politikası geliştirmesi, hem de Kürtlerin kendi lehlerine arayışlara girmesi doğaldı.
Türkiye’de Kürtlerin varlığı ve Kürt sorunu karşısında resmi politikanın çözümsüzlüğü, üstelik resmi politikanın, çözümsüzlüğü çözüm olarak dayatması; genel olarak Kürt sorununu, özel olarak da Kuzey Irak’ı ciddi bir sorun olarak dayattı.
Burada ikili bir durum söz konusu oldu. Burjuvazi, bu sorunu hem Türkiye halkı üzerinde yeni korku ve korkulukların yaratılması, böylece, halkın bölünmesi, Kürt ve Türkler arasında ayrılıkların körüklenmesi, önyargıların, güvensizliklerin kökleşmesi, böylece, Irak işgaline ve Türkiye egemenlerinin bu işgalde suç ortağı olmasına karşı gelişebilecek tepkileri bölerek önlemenin bir aracı haline dönüştürmeye çalıştı, yeni saldırı ve hak gasplarının rampası olarak kullanmayı hedefledi, aynı zamanda işgalde ABD ortaklığına kendince “meşru”bir zemin yaratmaya çalıştı.
Diğer yandan da, Türkiye’nin bu konuda yumuşak karnını bilen emperyalizm, bunu Türkiye yönetenlerine karşı bir tehdit, baskı ve şantaj aracı olarak kullandı. Elbette Kürtlerin varlığını ve hak ve özgürlüklerini sürekli yok saymış, bu sorunun demokratik ve halkçı bir tarzda çözümüne yanaşmamış, yanaşmak bir yana Kürtlerin her talebini şiddet ve terör yoluyla bastırmaya kalkmış bir anlayışın bu şantaj karşısında zor duruma düşmesi, kendi neden olduğu taşla vurulması bir anlamda kaçınılmazdı. 
Bu sorunun nedeni asla Kürtler değildir. Sorunun kaynağı, sistemde, baskı ve şiddete dayanan inkarcı politikalarda aranmalıdır.
Burjuvazi, sömürücü amaçları için, başka ulusları boyunduruğu altında tutmaktan çıkar sağlar. Çıkarını sürdürebilmek için, egemenliği altına aldığı halkaların kültürlerini, dillerini yasaklamaya, örf , adet ve geleneklerini bozuşturmaya, sonuçta ezen ulusun eklentisi haline getirmeye çalışır. Bunu yaparken de doğal olar şovenizme başvurur. Bu ise, halklar arasındaki yabancılaşmayı, çekişmeyi, ulusal rekabeti beraberinde getirir. Ulusal talepleri ön plana çıkartır. Ezilenlerin dikkatini bu yana toplar. Bu ise, ezilenlerin kendi sınıfsal taleplerinden ve ortak talepler uğruna mücadeleden uzaklaşması demektir. Bu çekişmeden, ulusal rekabetten kârlı çıkan burjuvazi olur.
İşçi sınıfı ve ezilenlerin çıkarı ise ortak ve sınıfsal talepler uğuna mücadelededir. Ezilenlerin bunu başarabilmesi için ulusal sorunun çözümü için mücadele şarttır. Ezen ulusun ezilenlerinin, ezilen ulusun talep ve istekleri, ulusların kaderlerini belirleme hakkı için mücadeleye atılmaları, eşit hak ve özgürlükleri savunmaları, savunmakla da kalmayıp mücadele etmeleri her şeyden önce kendi kurtuluşları açısından zorunludur. Ancak bu yolla burjuvazinin oyunları boşa çıkartılır, ulusların arasındaki çekişme, rekabet asgari düzeye indirilebilir, karşılıklı güven sağlanabilir.
Bu anlamda Kürt meselesinde suçlu, hak ve özgürlüklerini talep eden Kürtler değil, onları yok sayarak sorunu tam bir çıkmaza sürükleyen egemenlerdir.
Hal böyle olunca, bu sorunu kendi çıkarları için kullanmaya kalkan burjuvazinin, emperyalistler karşısında yumuşak karnının bu olmasında şaşılacak bir yan yoktur.
Öyleyse sorunun çözümü bellidir: En başında şu kabul edilmelidir ki; nasıl ki, ABD’nin Irak’a müdahale hakkı yoksa Türkiye’nin Kuzey Irak’taki oluşumlara müdahale hakkı da söz konusu olamaz. Kuzey Irak’ta ne olacağına karar verecek tek yetkili oranın halkıdır. Çünkü söz konusu olan, o halkın bugünü ve geleceğidir. Nasıl olabilir de bir başka halk, diğer bir halkın nasıl yaşayacağına, ne yapıp yapmayacağına karar verme hak ve yetkisini kendinde görebilir? 
Kaldı ki, bu konuda Türkiye’nin izlediği politika ve öne sürdüğü gerekçeler tam bir iki yüzlülüğü ifade etmektedir. Tutar hiçbir yanı yoktur. O Türkiye ki, Yugoslavya’nın emperyalist amaçlar doğrultusunda parçalanmasında, halkların birbirine kırdırılmasında ABD’nin kendisine verdiği rol doğrultusunda görev yapmış bir ülkedir. Yugoslavya’nın bölünüp parçalanması, Türkiye egemenleri tarafından “işte özgürlük” diye karşılanmıştır. Yugoslavya’ya gelince özgürlük olan şey Kürtlere gelince nasıl bölücülük olabilir ki?
Kuzey Irak’ta Türkmenleri kışkırtmak devlet politikasıdır, ama Kürtler söz konusu olunca bunun adı “hainliktir”! Bunun, bırakın yasal, hukuksal, mantıklı bir açıklaması bile yoktur, olamaz da.
Ancak şu da belirtilmelidir ki, Kuzey Irak’ta Barzani ve Talabani’nin kendilerine ABD ve İngiliz emperyalizmi dışında müttefikler, dostlar araması halkın çıkarınadır. Bu dost ve müttefikler, o coğrafyadaki demokrasi güçleri, demokratik hareketler olmalıdır.
ABD ve İngiliz emperyalizminin sömürgeci amaçları dışında başka bir amacı yoktur. Halkları sömürmek, baskı altında tutmak, kendi çıkarları için kullanmaktan başka bir amacı olmayan emperyalizmden, özel olarak da ABD ve İngiltere’den, halkları kurtarmasını beklemek tamamen boş bir hayaldir. Kaldı ki, Kürtler bu konuda son derece acı deney ve tecrübelerle dolu bir geçmişe sahiptir. Tarihin sayfaları bir zamanlar bölge üzerinde tek hakim olan İngiliz ve son asrın ilk çeyreğinden sonra bölgede etkin duruma gelen ABD’nin Kürtlere oynadığı oyun ve hazırladığı felaketlerle doludur.
Türkiye’ye gelince, yapılması gereken son derece açıktır. Türkiye, Kürtlerin ve Kürt sorunun varlığını kabul etmeli, baskıcı, asimilasyoncu, inkarcı politikalardan vazgeçmeli, sorunun çözümü doğrultusunda ciddi ve içten adımlar atmalıdır. Kürtçe’nin önündeki tüm engeller kaldırılmalı, Kürtçe eğitim hakkı tanınmalı, basın, yayım, iletişim araçlarında Kürtçe’nin kullanımı hiçbir sınırlama ve kısıtlamaya tabii tutulmadan serbest olmalı, kültürün gelişiminin önündeki engeller kaldırılmalıdır. Kürt dili, edebiyatı, kültür, tarih ve uygarlığı ile ilgili araştırmalar desteklenmeli, koruculuk sitemi kaldırılmalı, köylere dönüş serbest bırakılmalı, bölgeye ilişkin acil bir ekonomik program hazırlanmalı, bölgesel eşitsizlik ortadan kaldırılmalıdır vb. .
Bunlar yapıldığında, demokrasi ve özgürlük sağlandığında, Türkiye kendisine yöneltilen tehdit ve şantaj silahını, bu silahı doğrultanların elinden almış olacaktır.
Kaldı ki, bu iş Türkiye için bölgede savaşı göze almaktan, savaşmaktan, komşu halklarla düşmanlaşmaktan çok daha kolaydır. Bu onurlu ve saygın bir yoldur. Bu yol hem dışta hem de içte barışın güvencesidir.

ABD KAYBEDİYOR, HALKLAR KAZANIYOR

Sonuç olarak; ABD’nin Irak işgaliyle birlikte ortaya çıkan tabloya bakacak olursak, önümüzdeki dönem açısından pek çok şeyin ipuçları görülebilir durumdadır. Bu savaş, burjuva ideologların, görevleri kapitalizmin günahların az göstermek, allayıp pullamak olan yazar çizer tayfasının bir süredir anlattıkları masalların çöküşünün ilanıdır. Küreselleşme, “yeni dünya düzeni” lafları, “tek kutuplu dünya” yaygaraları çökmüştür.
Burjuva ideologlar öyle bir sunmuşlar, kulakları sağır eden öyle bir propaganda yapmışlardır ki, ABD neredeyse “tanrı” kadar güçlü, her şeye muktedir, her şeyin tek hakimidir! O asla yenilmez, engellenemez bir kudret ve güçtedir! Ona kafa tutmak bir yana, yapılsa yapılsa ancak bu gücün önünde secdeye varılır!
Ancak, Irak saldırısında şu geride kalan kısa süre zarfında bile, bu gücün, halkların direnişi ve inancı karşısında nasıl acze ve güçsüzlüğe düştüğü meydana çıkmış, bu büyük kovboya yüklenen imaj, tersyüz olmaya başlamıştır. Bir kez daha ortaya çıkmıştır ki, halkın inancı ve öfkesi karşısında durabilecek hiçbir güç yoktur. 
Şimdiden görülmüştür ki, ABD bu savaşı ve pek çok şeyini kaybetmiştir. Irak halkı ölümüne direnmektedir. Irak halkının ABD hegamonyasına asla boyun eğemeyeceği ortaya çıkmıştır. Bağdat’ın Amerikan işgaline girmesi söz konusu olsa bile, ABD orada kalamayacaktır. ABD zafer kazanamayacaktır. Irak halkının işgalci düşmanı kovana kadar savaşını sürdüreceği görülmektedir.
ABD kaybetmiştir. Dünyanın dört bir yanında ABD halkların vicdanında mahkum edilmiştir. ABD şimdi ıssız çöllerin yalnız kovboyudur. Dünyanın dört bir tarafında Amerikan aleyhtarlığı gelişmekte, çığ gibi büyümektedir. Bir zamanların ABD hayranlığı, ABD düşmanlığına dönüşmektedir. Yüz milyonlarca insanın gözünde artık ABD, dünyanın baş belasıdır. Kurtulunması gereken bir güçtür. Bu yüzden, dünya halklarının kalbinin Irak halkıyla beraber atmasında şaşılacak bir yan yoktur.
Burjuvazi artık inandırıcılığını da yitirmiştir. ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Japonya vb. gibi teknolojinin avantajlarını kullanan, sanal alemler yaratan ülkelerin televizyonları karşısında El-Cezire televizyonunun bu kadar rağbet görmesi, İngiltere’de bile savaş haberlerinde izlenecek kanal olması, burjuvazinin düştüğü durumu göstermektedir. Ama yanı zamanda bu, dünya halklarının Irak halkının direniş haberlerini duymak istediğini göstermektedir.
Bu dalganın bölge halklarına, dünyaya dalga dalga yayılması, halklara güç ve moral vermesi, emperyalizmin tahtının sarsılması kaçınılmazdır. Ve öyle de olmaktadır.
Önümüzdeki süreç hem emperyalist savaşların, çatışmaların yoğunlaştığı, büyüdüğü, hem de halk hareketlerinin büyüyüp geliştiği ve yaygınlaştığı bir süreç olacaktır. Ve sonucu, emperyalistler değil, halkların tutum ve kararlılığı belirleyecektir.

KÜRT MESELESİ VE GELİNEN NOKTA

Halkların özgürlük hareketi tarihin hiçbir döneminde dümdüz bir hat izlememiş, yaşamın şu veya bu döneminde içsel ve dışsal gelişme ve olgularla ilintili olarak ve güç ilişkilerinin durumuna göre bazen yükselmiş, bazen düşme ya da durgunluk eğilimi göstermiştir. Ancak çözüme kavuşturulmamış ya da kavuşturulamamış hiçbir halk hareketi veya ulusal sorun sonsuza değin öyle kalmamıştır.
Bu durum, Türkiye ve bölge açısından da geçerlidir. Bölgenin en eski ve köklü halklarından biri olmasına karşın, bu oranda da acı çekmiş, varlığı inkar yoluna gidilmiş Kürtlerin özgürlük arayışları bir kez daha göstermiştir ki, ne yapılırsa yapılsın, nasıl baskı ve asimilasyon politikalarına tabi tutulursa tutulsun, geçici sürelerle sümen altı edilmiş gibi gözükse de, sonunda halklar her seferinde biraz daha derlenip toparlanarak, daha güçlü biçimde varlıklarını ortaya koymaktadırlar.
Yıllardan beri Türkiye egemenlerinin inatla yok saymaya, birkaç teröristin ve “dış güçlerin” işi ve kışkırtması olarak ele almaya çalıştıkları, en ucuz yalanlardan en şiddetli baskı yöntemlerine kadar kullanabilecekleri ne kadar yöntem varsa uyguladıkları Kürt sorunu, bir kez daha çözümü en acil sorunlardan biri olarak kendini dayattı. Üstelik, Türkiye burjuvazisinin ülkedeki ezilenleri, yoksuları bölmek, birbirlerine karşı kışkırtmak amacıyla kullandığı Kürt sorunu, bu kez emperyalizm tarafından kendisine karşı bir şantaj ve tehdit aracına dönüşmüştü.
Şimdi son gelişmelerin ışığında değerlendirildiğinde çok açık biçimde görülebilmektedir ki, içinde bulunulan süreçte Kürt sorununda burjuvazi açısından yeni açılımlar kaçınılmazdır. 
Yaşanan bütün olgular tek bir noktaya işaret etmektedir: Kürt sorununda gelinen noktadan artık geriye dönüş yoktur. Taşlar bir kez yerinden oynamıştır. Artık burjuvazinin mevcut durumla, statükoculukla durumu idare edemeyeceği, Kürt  yoksullarının da mevcut durumu kabul ederek yaşamayacakları ortadadır. Bu, aynı zamanda, Türkiye’de demokrasi mücadelesinin ve demokrasi bilincinin de bir sıçraması olarak değerlendirilmelidir. Çünkü, Kürt yoksullarının, Kürt emekçilerinin ileri sürdükleri, uğrunda uzun ve çetin mücadele verdikleri talepler, demokrasi talepleri, demokratik hak ve özgürlük istemleridir. Nitekim, gelinen noktada, geçmişe göre, bu alanda önemli duvarların aşıldığı, kalıpların kırıldığı ortadadır.

YAŞANAN MÜCADELE AYDINLANMA SÜRECİ OLMUŞTUR.
1980’lerden sonra yükselme eğilimi gösteren Kürtlerin demokrasi ve özgürlük istemleri, özel olarak son 10-15 yıllık süreçte, hem halkın katılımı hem de mecrasına oturması bakımından gerçek bir demokrasi mücadelesine dayanaklık etmiş, bu süreç, aynı zamanda aydınlanma sürecine dönüşmüştür.
Böyle olması da kaçınılmazdı. Çünkü bölgede süren mücadele kendi doğallığı içinde eski tip üretim biçimlerinin şekillendirdiği maddi ve manevi yaşam tarzına, alışkanlıklara darbeler indiriyor, politik faaliyetin yarattığı etki ve aydınlanma, aşiretçi yapıyla da karşı karşıya gelmeyi kaçınılmaz kılıyordu. Bu karşı karşıya gelişin, ille de politik faaliyetle, aşiretlerle silahlı karşı karşıya geliş biçiminde olması gerekmiyordu. Zaten genel olarak da böyle değil, uyanış halinde olan bölge halkının, gençliğinin, bölgede geçerli olan ilişki biçimlerini, alışkanlık, ve gelenekleri bir taraf bırakarak, bir anlamda yaşam biçimine baş kaldırarak, aşiretçi kuralları terk edip politik faaliyete katılması biçiminde olmuştur. Bu dalga genişledikçe ve etki gücü büyüdükçe ilişkilerde çözülme de büyümüştür. Bunun bilince yansıması da aydınlanma, uyanış olarak kendini göstermiştir.
Hiç şüphesiz bu çözülmede, bölgede çok güdük olsa da kapitalist işletmelerin varlığıyla birlikte, özellikle sanayileşmiş kentlere göçler sonucu kapitalist üretim ilişkilerinin birey ve birey bilincini ileri çıkartmasının da payı ret edilemez.
Bir yandan ulusal mücadelenin etkileşimlerinin, mücadelenin yarattığı bilinç şekillenmesi, bir yandan göçlerin ve üretim ilişkilerinin şekillendirdiği farklı insan tipi, eski yaşam biçimine, kültürüne, alışkanlıklara indirilen büyük bir darbe olmuştur.
Nitekim günümüzde Doğu ve Güneydoğu’da 30-40 yıl önceki aşiretçi, feodal toprak ağalığı sisteminin zayıfladığı çıplak gözle görülen bir olgudur.
Hiç şüphesiz, burada bölgede üretim ilişkilerinin tamamen değiştiği, feodal sistemin çöküp yerini bütünüyle kapitalist üretim ilişkilerinin aldığını, bölgede insanların bu yeni ve modern üretim ilişkilerinin içinde kendilerini birey olarak öne sürdükleri sonucu çıkartılmamalıdır. Burada anlatılmak istenen, bölgede feodal yapının, aşiretçi toprak ağalığı siteminin belli oranlarda çözülmeye uğradığı, söz konusu yapının eskisi gibi güçlü ve bütün olarak varlığını sürdüremediğidir.
Mücadeleye katılan kitlelerin bu mücadele içinde doğal bir demokrasi eğitiminden geçmemeleri düşünülemezdi. Yüz binlerce Kürdün içinde yer aldığı bu hareket, yığınlarda bilinç sıçramasını yaratırken, demokrasi talepleriyle ileriye atılmış kitlelerin aydınlanmasını sağladı; bunu yaparken de demokrasi bilinci ve mücadelesi gelişti. Yani karşılıklı ve diyalektik bir etkileşim söz konusu oldu.
Bu, aynı zamanda, kaçınılmaz olarak yaşam biçiminde değişimlere de yol açtı. Düne kadar feodal hapsedilmişliğin ardında silikleşmiş kitleler öne atılmaya, kendilerini sarmalayan kasta darbeler indirmeye başladı. Yığınları kuşatan çember kırılırken, kitleler kendilerini ifade etmeye yöneldi. Düne kadar ev dışında varlığı ile yokluğu belli olmayan Kürt kadını, belki de dışlanmışlığa, yok sayılmaya içinde biriktirdiği yılların öfkesiyle ön saflara fırladı. Politik yaşamla tanıştı, kısa süre içersinde ön saflara geçti, Kürt demokratik hareketinin öncü ve baş öznelerinden biri haline geldi.
Sadece Kürt kadınındaki bu değişim ve gelişim bile, politik mücadelenin bölge halkı üzerinde yarattığı aydınlanma sürecinin ve bölgede eski yaşam tarzının çözülmesinin önemli göstergelerinden biridir.
Bu süreç, geride kalan zaman diliminde tabiri caizse evinin dışına kafasını uzatamayan, gündelik ev hizmetkarlığı dışında varlığı söz konusu olmayan Kürt kadınını demokrasi mücadelesinin ön saflarına fırlatabilecek kadar güçlü bir etki yaratmıştır. O kadın ve Kürt genci yıllar süren ezikliğine karşı büyük bir sıçramayla ileri atılmış, demokrasi ve özgürlük mücadelesinde, bu mücadelenin aydınlanmış güçlü unsurları olarak yerini almış, demokrasi mücadelesinin asli unsurları haline gelmiştir.
Türkiye egemenlerinin yıllar süren barbarca baskı ve saldırıları, zora dayalı susturma ve sindirme çabaları, Kürt yoksul ve emekçilerinin daha fazla genişleyen ve direngen tutumlarıyla karşılaşmıştır.
Artık meydanda feodal üretim ilişkilerinin çevrelediği, sadece aşiretçi ve ağalık sisteminin belirlediği, yönlendirdiği kitleler yok; demokrasi mücadelesini içine sindirmiş, onca baskı ve kan dökmeye karşı demokrasi taleplerini ileri süren Kürt emekçileri ve yoksulları vardır. Şimdi artık, özgürlük, demokrasi, eşitlik ve adalet isteyen, ayrımcılığa, halklar arasındaki ayrıcalıklara, imtiyazlara karşı çıkan, buna karşı talepler ileri sürüp bu talepler için mücadele eden kitlelerdir söz konusu olan. Dolayısıyla buradan geri dönüş söz konusu değildir. Çünkü artık sorun iradi bir sorun olmaktan öteye geçmiştir. Nesnelliğe dayanmayan, salt isteğe bağlı olarak ileri sürülen tutumlar, duvara çarpmaya mahkumdur.
Hak ve özgürlükleri, demokrasi talepleri için ayağa kalkan Kürtlerin talepleri, bugün açısından insana özgü, insan olmanın gereği talep ve özlemlerden başka bir şey değildir. Ve bu talepler, aynı zamanda, halkların gerçek anlamda kardeşleşmesinin ön koşulu ve olmazsa olmaz talepleridir. Eğer bir yerde, bir ulusa dil, kültürel hak vb. konularda ayrıcalıklar, üstünlükler tanınmış, diğeri bu haklardan mahrum edilmiş ve başka ulusun dilini konuşmaya, onun gibi yaşamaya, kültürel haklarından, gelenek, görenek ve yaşam biçimlerinden vazgeçmeye zorlanıyorsa, böyle bir ortamda kardeşlikten bahsedilemeyeceği ortadadır. Buna dense dense zorbalık denir. Ve yasakların, engellerin, ulusal ayrıcalık ve baskıların olduğu yerde de barış ve kardeşlik değil, milliyetçilik, önyargılar, halklar arasındaki rekabet ve güvensizlikler gelişir.
Oysa tüm yaşananlara, tüm kışkırtmalara rağmen, kabul etmek gerekir ki, Türk ve Kürt ezilenleri son noktaya kadar birlikte yaşama arzularını çok açık biçimde göstermişler; askeri alanda süren çatışmalar, asla ezilenler arasında dalaşmaya dönüşmemiştir.Batı’da onca provokasyon ve kışkırtmaya, onca rezil propagandaya karşın, Türk ve Kürt yoksulları, sabırla kışkırtmalara karşı içten ve samimi bir direnme göstermişlerdir.
Eğer ezen ulus ayrıcalıklarının kaldırılması, eşit haklar talebi Türk işçi ve emekçileri tarafından ne kadar benimsenir, bu talepler ne kadar kararlılıkla ileri sürülürse, kardeşlik o kadar daha gelişecektir. Bu ise, hem ulusal sorunun daha hızlı ve doğru bir tarzda çözülmesini kolaylaştıracak, hem de ezilenlerin ortak mücadelesini güçlendirecektir.
Günümüzde hemen hayatın her alanında, gerek politik gerekse sosyal yaşamsal alanlarda Kürt yoksul ve emekçileri ısrarla birlik ve kardeşlik isteğini öne sürmekte, bu duygularını her fırsatta göstermektedirler. Bugün kardeşlik talebinin ısrarla savunulmaya devam edilmesinin başlıca nedeni, Kürt hareketine asıl damgayı Kürt emekçi ve yoksullarının vurmasıdır. Bir başka neden de, henüz Türk burjuvazisine rakip ve ayak bağı olabilecek güçlü bir Kürt  burjuvazisinin olmamasıdır. Kürt burjuvazisinin esas olarak kendi başına güçlü bir varlığa ve yeterli sermaye birikimine sahip olmaması, varlığını Türk burjuvazisine eklemlenerek, onun uzantısı durumda sürdürmek zorunda olması sonucunu doğurmuştur. Bu da, Türkiye’deki Kürt hareketinin ayrılıkçı eğilim taşımamasını, hareketin karakterinin dil, kültürel haklar, demokrasi vb. taleplerle sınırlı olmasını getirmiştir. Barış ve kardeşlik taleplerinim maddi temeli burada, yani harekete damgayı Kürt emekçi ve yoksullarının vurmasında yatmaktadır.
Bu durum ise, Türk işçi ve emekçisinin önüne daha acil görevler koymaktadır. Türk işçi ve emekçilerinin, Kürt yoksul ve emekçilerinin bu talep ve isteklerinin baş savunucusu olması gerekmektedir. Türk işçi ve emekçileri bu talepleri gerçekten içten ve kararlılıkla savundukları oranda, Kürt emekçi ve yoksullarıyla birleşmelerinin, ortak ve birleşik mücadelenin önündeki bütün engelleri yıkmış olacaklardır. Dolayısıyla bu durum, Türkiye işçi ve emekçi hareketi bakımından büyük bir olanak ve aynı zamanda şanstır. Bu ise, Türkiye’deki demokrasi ve özgürlük mücadelesinin yerleşik bir hal alması, demokrasi bilincinin ezilen sınıf ve katmanlar arasında gelişmesi, demokrasi mücadelesinin ilerlemesi ve nihayetinde demokratik hak ve özgürlüklerin ezilen sınıflar lehine genişlemesi demektir.
Yine geride kalan sürecin ışığında değerlendirildiğinde, gelişmeler, Kürt ezilenlerinin de demokrasi, özgürlük, eşit haklar için Türk ezilenleriyle ortak mücadeleyi, Türkiye demokrasi güçleriyle ortak hareketi zorlaması gerektiğini göstermiştir. Yoksa burjuvazi tarafından yalnızlaştırılan ve köşeye sıkıştırılan Kürt yoksul ve emekçilerinin mücadelesi kan ve şiddet yoluyla da olsa nispeten sindirebilmekte, halkın katılımı ve desteği şu veya bu oranda püskürtülebilmektedir.

KUZEY IRAK VE ÖNÜMÜZDEKİ SÜREÇ
Yıllar süren zor ve meşakatlı mücadele, en azından egemenlere daha önce inkar ettikleri, sözünü etmeye bile yanaşmadıkları Kürt varlığını kabul ettirmiştir. Hiç şüphesiz Kürt gerçeğinin kabul edilmesi ve bu yönde demokratik adımların atılması, güçler dengesine, yaşanılan koşullara göre değişmektedir.
Ancak, son Irak savaşı ile birlikte, Kürtler bu kez genel olarak bölge açısından önemli bir yere oturmuşlar, güç dengeleri içinde önemli bir yer tutmuşlardır.
Kuşkusuz içinde bulunulan coğrafyanın en eski halklarından olmasına rağmen en çok ezilen, yok sayılan, varlığı bir türlü kabule yanaşılmayan Kürtlerin arayışlar içinde olmalarında, önlerine çıkan fırsatlardan faydalanma yoluna gitmeleri ve özgürlük mücadelesinde bir adım daha ilerleme hesapları yapmalarında bir anormallik yoktur. Aynı biçimde bölgesel hesaplar peşinde koşan emperyalizmin ve ABD’nin de egemenlik mücadelesinde halklardan kendi çıkarlarına faydalanma hesapları yapması da yaşamın gerçeğidir.
Bu durumda Kürtlerin önemli bir pozisyon tutmaları ve bölgede önemli bir konuma sıçramaları kaçınılmazdı. Çünkü sonuçta ABD’nin bu anki pozisyonu ve ardında yatan çıkarları itibariyle Kürtlere ihtiyacı vardı. Ve yine ABD, bölgede ezilen ulusların varlığını, karşısında tam hizaya geçmeyen veya ayak sürten devletlere karşı koz ve şantaj aracı olarak kullanıyordu.
Dolayısıyla Türkiye için Kürt meselesinin yine öncelikli toplumsal sorunlardan biri haline gelmesi beklenilen bir durumdu.
Birincisi, egemenlerin kafasında Kürt meselesini kaşımak, dikkatleri dağıtarak ve Türk milliyetçiliğini gıdıklayarak ABD’nin yanında işgale katılmaya kılıf yaratma hesapları vardı. Diğer yandan da böyle bir işgalde bölgedeki Kürtlerin ön plana çıkacağı, bunun da kendi Kürtleri arasında ciddi bir etki gücü yaratacağı korkusunu taşıyordu.
Nitekim burjuvazi önce KADEK’i bahane ederek Kürtleri yeniden hedefe koymaya çalıştı. Ancak bu genel olarak toplumda itibar görmedi. Diğer yandan egemenler açısından daha ciddi bir durum, Talabani ve Barzani önderliğindeki Kuzey Irak Kürtlerinin yeni oluşumlara girmesi oldu.
Türk egemenleri bu oluşuma karşı güçleri yettiğince müdahalede bulunmaya kalktılar. Ama güçleri yettiğince… Bu kez karşılarında bölgesel hesaplarında bölge Kürtlerine ihtiyaç duyan ABD vardı. Üstelik ABD, Kürt sorununu Türkiye’yi teslim almak, dediklerini yaptırmak için bir tehdit ve şantaj aracı olarak Türkiye’ye karşı kullanıyordu. Yıllarca Türk burjuvazisinin iç politikada yığınları korkutma, baskı altında tutma aracı olarak kullandığı silah bu kez kendisine karşı kullanılıyordu! Bu bazen Talabani ve Barzani ağzıyla, bazen söylenmemiş sözlerin söylenmiş gibi ortalığa yayılmasıyla, bazen provokatif bir şekilde oluyordu.
Türk egemenlerinin “kırmız hat”, Kerkük, Musul vb. tehditleri para etmedi. Bölgede işler ABD’nin belirlediği tarzda ilerledi.
Şimdi üzerinde tartışılan konu şudur. Kuzey Irak Kürtleri, Amerika ile nereye kadar yürüyebilir? ABD ile işbirliği içinde olmak Kuzey Irak Kürtlerine ne kazandırmakta, ne kaybettirmektedir? Hiç şüphesiz, özgürlük peşinde koşan bir halkın fırsatlardan yararlanmak istemesi, koşullardan kendi lehine sonuçlar çıkartmak için çeşitli manevralara girmesi anlaşılırdır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, fırsatlardan yaralanma adına, ipleri hokkabazın eline teslim etmemektir. Anlık başarı gibi gözükenlerin, gelecekteki kayıpların temelini oluşturup oluşturmayacağıdır. Ya da bir başka deyişle, özgürlük ve demokrasinin ABD gibi kanlı işgalci, dünya halkalarının bir numaralı belalısı tarafından ya da onunla yan yana sağlanıp sağlanamayacağıdır? Dünyada emperyalizm tarafından özgürlük sağlanan bir halk örneği daha yoktur. Ama halkaların tarihi, özgürlükleri emperyalizm tarafından gasp edilmiş sayısız örnekle doludur. Amerika’nın bundan sonra neler yapabileceğini anlamak için, bundan önce dünyanın dört bir tarafında, hadi o kadar geniş tutmayalım, Latin Amerika’da yaptıklarına bakmak yeterlidir.
Burada gözden kaçırılmaması gereken bir başka önemli yan da şudur: Aslında bugüne kadar Kürt deyince tüyleri diken diken olan, Kürtlerin mücadelesine hiçbir zaman en küçük bir destek vermemiş bazı çevrelerin, Kuzey Irak Kürtlerinin ABD ile işbirliği yapmasına, sanki Kürtleri çok düşünüyorlarmış pozlarında ABD karşıtlığı adına karşı çıkmalarıdır! Bunun hiçbir inandırıcılığı ve geçerliliği yoktur. Bu çevrelerin derdinin Kürtler değil, Türk egemen politikası olduğu; Kürtlerin tarafından değil, kendi milliyetçi düşüncelerinin ruhuyla konuştukları bilinmelidir.
Sonuçta şu ya da bu biçimde, şu ya da bu nedenle, Kürt meselesi bir kez daha varlığını güçlü bir biçimde hissettirmiştir. Son derece açık biçimde ortaya çıkmıştır ki, egemenler bakımından artık işler eski tarzda yürümeyecektir. Türkiye egemenleri eski tarzda, eski yöntemlerle Kürt sorununa yaklaşmayı sürdüremeyeceklerdir. Kürt sorunu ülke açısından dönüm noktalarından birine gelmiştir. Ne egemenlerin eski tarzda davranma şansı vardır ne de milyonlarca Kürt yoksulu ve emekçisi var olan duruma daha fazla ve uzun süreli boyun bükme eğilimindedir. Kürt sorununda egemenlerin adım atmaları, Kürt yoksul ve emekçilerinin taleplerine yanıt vermeleri kaçınılmazdır. Şimdi yapılması gereken tek şey, Kürt sorununun çözümü yolunda ip üstünde cambazlık yapmaya kalkmadan, dil ve kültürel hakların kullanımının önündeki tüm engellerin kalkması, koruculuk, yayla yasağı vb. uygulanmaların son bulması, köylere dönüşün serbest bırakılması ve gelir dağılımındaki bölgeler arasındaki adaletsizliğin giderilmesi vb. taleplerin hızla yerine getirilmesidir.
Kürt sorunu önemli eşiklerden birindedir. Koşullar ve yaşanılan süreç, devrimcilere, ulusal sorunun çözümü doğrultusunda içten ve kararlı bir çaba harcama görev ve sorumluluğunu yüklemektedir. Kim ki hala bu sorunu anlamamakta direnir, sorumluluk ve görevlerinden yan çizer, meseleyi kulak ardı yapmaya kalkarsa, o, sınıf mücadelesinin gereklerinden zerre kadar anlamamış demektir. Ve bu kişinin veya grubun kendisini sınıf mücadelesinin asli bir unsuru olarak nitelemeye hakkı yoktur. Böyle bir kimsenin veya grubun da günde beş vakit ezilenler üstüne nutuk atma ve boş böbürlenmelerde bulunma hakkı da yoktur.
Lafa geldi mi sosyalizm üstüne mangalda kül bırakmayarak her lafın başı, ortası ve sonuna “sosyalizm”, “özgürlük” vb. sözcüklerini koyup, iş Kürtlere geldi mi, meydandan  sıvışanların, sosyalizmden, ezilenlerden yana olduklarını söylemeleri büyük bir yalandır.
Burjuvazinin rotasına göre yön değiştirip, burjuvazi Kürt realitesinden bahsedince Kürtçü, burjuvazi Kürde saldırınca Türkçü olanlar, Kürtler hak ve özgürlük talep edince Kürt milliyetçiliğinden bahsedenler, aslında Türk milliyetçiliğinin basit ve pespaye savunucuları olduklarını gizleyemezler.
Çünkü sosyalizm, ezilen uluslar da dahil, tüm ezilenlerin hak ve özgürlüklerini savunur. Çünkü, yalnızca ve yalnızca tüm ezilenlere, ezilen halk, sınıf ve katmanlara  gerçek bir demokrasi ve özgürlük sosyalizmde vardır. Çünkü sosyalizmin asli sahibi işçi sınıfı, ancak kendisinden başka tüm haksızlığa uğrayan ve ezilenlerin kurtuluşu için çaba harcayarak ve onların kurtuluşu gerçekleştikçe kendisini kurtarabilir.

Toplu sözleşmelerden grevlere doğru

İşçi sınıfı mücadelesi, oldukça hareketli geçeceğinin işaretlerini veren bir döneme giriyor. Hükümet, on binlerce işçiyi doğrudan ilgilendiren toplusözleşme görüşmelerinde, IMF emirleri doğrultusunda davranmayı ilke edinmiş durumda. Bu dayatma sonucunda ilk grevler gündeme geldi. Brisa, Türk Pirelli, Goodyear lastik fabrikalarında 2000 işçiyi kapsayan toplusözleşme görüşmelerinin anlaşmazlıkla sonuçlanması ile başlayan grev, hükümet tarafından “milli güvenlik” gerekçesiyle engellenirken, Sasa’da 1850 işçi greve çıktı. Yine Mersin Soda fabrikasında 580 işçiyi ilgilendiren toplusözleşme görüşmeleri grev kararı alınmasına karşın son anda anlaşma imzalandı.
Belediye işkolunda Belediye-İş Sendikasında örgütlü 90 bin, Genel-İş sendikasında örgütlü 25 bin işçi ile ilgili belediyeler arasında toplusözleşme görüşmeleri sürerken, bazılarında -Antep gibi- grevler başladı; diğerlerinde de, adım adım anlaşmazlığa gidiliyor.
Ayrıca gıda işkolunda Marsa, Danone-Sa’da toplusözleşme görüşmeleri sürüyor.
Öte yandan, sanayinin can damarı metal işkolunda da Türk Metal Sendikası’nda örgütlü 100 binin üstünde, Birleşik Metal Sendikasında örgütlü 25 bin civarında işçiyi kapsayan toplusözleşme görüşmeleri devreye girmiş durumda. Önümüzdeki günlerde buralardaki toplusözleşme görüşmeleri daha sıcak hale gelecek.
Ve bunların ardından kamu sektörü alanında 500 bin işçiyi kapsayan toplusözleşme dönemine girilecek. Bunun için start Eylül ayında verilirken 2001 yılı başlarında bu alan yeni bir hareketliliğe sahne olacak.

IMF KARARLARI DAYATILIYOR
Sermayenin dünya çapında başlattığı esnek çalışma, sosyal hakların kısıtlanması, üretim sürecinin yoğunlaştırılması, emek üretkenliğinin arttırılması, buna karşın işçilerin daha ucuza çalıştırılması hedefleri ile birlikte, emekçi düşmanlığına soyunan ve IMF’nin yeminli müşaviri durumuna gelmiş hükümetin, IMF ile imzaladığı stand-by anlaşması doğrultusunda işçilere ve emekçilere dayattığı % 25’lik ücret artışı toplusözleşme görüşmelerini daha baştan çıkmaza sokuyor.
Oysa her fırsatta serbest piyasa ekonomisinden dem vuran, sermayenin daha fazla kâr için mallara keyfince, kimseye sormadan zam yapmasına ses çıkarmayan, patronların istediği malı istediği fiyata satmasını serbest piyasa koşullarının gereği sayan siyasal iktidar, konu işçi sınıfının en temel hakkı olan toplusözleşme pazarlığı olunca, o çok sevdiği serbest piyasa ekonomisi sözlerini rafa kaldırıp müdahalede bulunuyor. İşçilerin, emekçilerin pazarlık hakkı fütursuzca çiğneniyor. Böylece serbest piyasa ekonomisi denilen şeyin, sermayeye azgınca sömürü serbestliği olduğu, siyasi iktidara da bu sömürü koşullarını güvenceye almak görevi düştüğü bir kez daha ama çok daha açık ve çarpıcı biçimde ortaya seriliyor.
Ancak eğer sendikalar, sendika olmanın en temel şartlarından olan pazarlık yapma hakkını kullanamaz, ücret ve çalışma koşullan ile ilgili talepte bulunamazlarsa, ücret ve çalışma koşullan sermaye ve hükümet tarafından belirlenecekse sendikaların, işçi sınıfı açısından ne anlamı kalacaktır? Ya da, toplusözleşme görüşmelerinin, buna bağlı olarak işçilerin taleplerinin sının, ne kadar ücret zammı isteyip isteyemeyecekleri, daha görüşme masasına oturmadan IMF, sermaye ve hükümet tarafından çizilmişse, hangi ve nasıl bir toplusözleşmeden bahsedebilecek, bu nasıl bir pazarlık olacaktır?
Bu yüzden, bu toplusözleşmelerin, ücretlerin, çalışma koşullarının belirlenmesinden öte, IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist tefeci kuruluşların ve sermayenin kararlarının hayata geçirilip geçirilemeyeceğine ilişkin bir anlam taşıdığı görülmektedir.
Çünkü bu toplusözleşmelerin sermaye tarafı açısından çerçevesi, herhangi bir işletmedeki o işletmenin patronu tarafından değil, bundan önceki hükümetle IMF arasında 1 Temmuz 1998’de ve son olarak 18 Nisan seçimlerinden sonra hükümeti oluşturan DSP, MHP, ANAP hükümeti tarafından IMF ile imzalanan anlaşmalar gereği belirlenmiştir.
“Şok kararlar” olarak adlandırılan ve “istikrar” programı adı altında yürürlüğe konan bu anlaşmalarla IMF, sadece işçi ücretlerini belirlemekle kalmıyor, ülkenin bütün ekonomik politikasını yönetme hakkını devralıyor. Öyle ki, bu stand-by anlaşmalarına göre IMF, işçi ücretlerinden emeklilik yaşının yükseltilmesine, özelleştirmelerden sosyal hakların kısıtlanmasına, tarım politikalarından tarımsal ürünlerin taban fiyatlarına vb. kadar her konuda tek yetkili durumuna geliyor. Hükümetin görevi ise bu kararların hayata geçirilmesinden ibaret kalıyor.
1998 ve 1999’da imzalanarak yürürlüğe konan anlaşmalarda şu maddeler yer alıyor:
— Kamu sektöründe maaşlarının sınırlandırılması.
— Ücretlere geçmiş değil, beklenen enflasyon oranında zam yapılması.
— Emeklilik yaşının yükseltilmesi.
— Kamu personelinin azaltılması.
— Tarımsal alımlarda fiyat artışlarının hedeflenen enflasyonla sınırlandırılması.
— Tarımsal destekleme kredilerinin kaldırılması.
— Hızlı bir özelleştirme programının uygulanması.
— Petrolde otomatik fiyatlamaya geçilmesi.
— Kurların sabitlenmesi, vb.
Tüm bunlar karşılığında, IMF, Türkiye’ye, 1,5 milyarı 2000 yılında, 1,5 milyarı 2001 yılında, 1 milyarı da 2002 yılında olmak üzere üç taksit halinde toplam 4 milyar dolarlık, Dünya Bankası da, üç yıl sonra geri ödenmek üzere 3 milyar dolarlık bir kredi açacak.
İşte Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin emperyalistlerin çıkarları için kurban edilmesinin karşılığı IMF ve Dünya Bankası’nın taksitler halinde sağladığı bu toplam 7 milyar dolarlık krediydi. Ve arkasından emperyalistler yeni tavizler karşılığı yeni borçlar verebilecekti.
Oysa bu para, bir süre önce batan İnterbank, Egebank, Yaşarbank, Esbank, Yurtbank, Sümerbank’ın içinde bulunduğu altı bankanın devlet tarafından yüklenilen borçları kadardı. Yani bir başka deyişle, IMF ve Dünya Bankası önünde el pençe divan durularak alınan bu para, altı bankada batan paradan azdı. (Altı bankada batan paranın 7–10 milyar dolar arasında olduğu tahmin ediliyor.) Ve böylece, milliyetçi, sosyal demokrat, muhafazakâr hükümetin ana felsefesi de bir kez daha yakından görülüyordu: IMF’den al, zenginlere ver; işçilere, emekçilere ödet.

ENFLASYON VE ÜCRETLER
Ekonomiyi, IMF kararlan çerçevesinde, borç ödeme planına ve sermayenin ve emperyalist tekellerin isteklerine göre düzenleyen hükümet, diğer şeylerin yanı sıra ücret zamlarının % 25 ile sınırlandırılmasını birinci koşul olarak ileri sürüyor. Bu koşulun hem kamu işyerlerinde hem de özel sektörde uygulanması için çaba gösteriyor. Bunu yaparken de, bu belirlemenin enflasyon hedefine uygun olduğunu söylüyor.
Oysa enflasyon, (TEFE baz alındığında) 1998–1999 yılı Nisan ayları arasında, yani son bir yıl içinde % 61,5’tir. Hal böyleyken % 25 enflasyon varsayımına göre yapılan zam, işçinin zammı almadan yitirmesinden, gerçek ücretlerin gerilemesinden başka bir şey değildir. Zaten son yıllarda ücretler sürekli gerilemiştir. Örneğin ücretler bugün, “1993 yılına göre % 29,4 oranında düşmüştür. TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu) verilerine göre gerçek işçi ücretleri 1979 yılının bile altındadır. Geliştiği, sanayileştiği, refah düzeyinin arttığı, modernleştiği söylenen bir ülkede tüm bu “gelişmeler” 20 yılda işçi ücretlerine yansımamış, tersine, toplam gelirlerden işçinin aldığı pay azalmıştır. Örneğin, 1991 yılında ücretlerin GSMH içindeki payı, % 31,9 iken, 1995 yılında bu oran % 22,2’ye düşmüştür. Buna karşılık, faiz, rant ve kârın GSMH içindeki payı ise % 53,3’ten % 61,4’e yükselmiştir. Yani bu süre içinde üreten kesimin aldığı pay artması gerekirken azalmış (üstelik bu süre içinde nüfus da çoğalmış), buna karşın, rantiyenin, patronların payı artmıştır.
Devlet kurumlarının raporlarında açıklanan rakamlar bile, enflasyonun kaynağının yüksek ücretler olduğu iddialarını çürütmektedir. Çünkü rakamların da ortaya koyduğu gibi, reel ücretlerin gerilemiş, ücretlilerin gayri safi milli hâsıladan aldığı pay azalmış, ama buna rağmen enflasyon artmıştır.
Öte yandan, ücretlere % 25’lik bir sınırlama getiren hükümet, iç borçlanma adına rantiye tabaka için piyasaya sürdüğü 2001 vadeli kamu kağıtlarına % 111 faiz ödeyecektir. Görüldüğü gibi ücretlere gelince hükümet fazlasıyla eli sıkıdır, ama bir avuç rantiyeye, bankacıya ise hazinenin kapıları sonuna kadar açıktır.
Ücretlerin yüksek olduğu yolundaki burjuva propagandası, rakamlar ortaya konduğunda tersyüz olmakta, ücretlerin yüksekliği bir yana, gerçek ücretlerin sürekli düştüğü, işçi sınıfının daha çok çalıştırılmasına karşın, yaşam standartlarının gerilediği ortaya çıkmaktadır. Üstelik reel ücretlerin düşmesine karşın emek üretkenliği artmaktadır. Örneğin, reel ücretler 1993 yılına göre % 29,4 oranında gerilerken, emek üretkenliği 1980 yılına göre 2,5 kat artmıştır. Bu ise sermayenin işçi başına elde ettiği kârın iki buçuk misli artması demektir. Bir başka ifadeyle işçinin daha yoğun çalıştırılması, iki kişilik işi bir işçinin yapması demektir. Bu açıdan bakıldığında da ücretlerin yüksek olduğu propagandasının dayanaksız, ucuz bir demagoji olduğu kolaylıkla görülebilmektedir.
Nitekim istatistikler, işçinin nasıl ölesiye çalıştırıldığını açık bir biçimde göstermektedir. Son 16 yılın rakamları incelendiğinde, istihdamın % 50 artmasına karşın, sermayenin geliri % 300 oranında artmıştır. Ama işçiliğin, ürünün toplam bedeli içindeki payı % 8’lerin altına düşmüştür. Salt bu rakamlar bile işçilerin çalışma koşullarını ortaya sermekte, son yıllarda üretim sürecindeki yoğunluğun artmasıyla, işçi sınıfını sömürü boyutlarının hangi oranlara ulaştığını göstermeye yetmektedir.
Bu rakamlar bir başka gerçeğe de işaret etmektedir. Yine sermaye tarafından yaygarası yapılan ve kapitalizmin başarısı olarak gösterilmeye çalışılan teknolojik gelişmelerin, gerçekte kapitalistlerin elinde, işçi sınıfı ve emekçi yığınların refah seviyesini artırmadığı, yaşam şartlarını kolaylaştırmadığı görülmektedir. Teknolojik gelişmelerin sağlayacağı olanaklarla işçilerin aynı miktarda üretimi daha az zamanda yapmaları normalde çalışma süresinin kısaltılması sonucunu doğurması, işçinin kendisine daha fazla dinlenme, eğlenme, ailesiyle, sevdikleriyle birlikte olma fırsatı sağlaması gerekir. Ama gerçekte bu gelişme, işçinin makineden kafasını kaldıramamasına, sinir sisteminin harap olmasına, meslek hastalıklarının ileri boyutlara ulaşmasına neden olmaktadır. Hiç şüphesiz burada suç teknolojide değildir. Bu durumdan sorumlu olan teknolojiyi insanlık yararına kullanmak yerine, insanlığın sömürülmesi, baskı altında tutulması için kullanan kapitalizmdir.
Sermayenin sözcülerinin laf kalabalığıyla gözlerden saklamak istedikleri bir başka gerçek de şudur: Ülkemizde çalışan kesimin sadece çok küçük bir bölümü sendikalıdır. Üstelik sendikasız işçilerin ezici bir çoğunluğu asgari ücret almaktadır. Ama daha da ilginci, özellikle gıda, tekstil gibi işkollarında özel sektördeki sendikalı işçilerin de büyük çoğunluğunun asgari ücrete yakın bir ücret almalarıdır. Bu bakımdan asgari ücretler temel alınarak bir karşılaştırma yapıldığında, Türkiye, saat ücretinin en düşük olduğu birkaç ülkeden biridir ve sömürünün boyutlarım göstermek bakımından çarpıcıdır. Lüksemburg’da saat ücreti 7,23 dolar, Belçika da 6,77 dolar, Hollanda 6,42 dolardır. Buna karşın, sermaye tarafından ücretlerin çok yüksek olduğu propaganda edilen Türkiye’de ise saat ücreti 0,72 dolardır.
Ortalama ücret karşılaştırılmasına gidildiğinde ise Türkiye’deki işçi ücretlerinin düşüklüğü daha çarpıcı hale gelmektedir. Ortalama ücrete göre Avustralya’da saat ücreti 12,53 dolar, Danimarka 16,75 dolar, Finlandiya 11,51 dolar, İsviçre 19,52 dolarken, Türkiye’de saat ücreti 1,66 dolardır. İşte sermayenin Türkiye’de yüksek olarak niteleyerek % 25 zam yeter dediği ücretlerinin durumu budur. Yani bir başka ifadeyle, Türkiye’deki bir sendikalı işçi, İsviçreli bir işçinin bir saatte kazandığını kazanabilmek için yaklaşık iki gün çalışmak zorundadır.

SENDİKASIZLAŞTIRMA, İŞ GÜVENCESİ, ESNEK ÇALIŞMA
Sendikalaşma oranının son derece düşük olduğu ülkemizde, sendikalı işçi sayısı sürekli azalmakta, sendikalar sürekli kan kaybetmektedir. 5 milyon 850 bin SSK’lı işçinin bulunduğu ülkemizde sendikalı işçi sayısı 950 binin altına inmiştir. (Bazı kaynaklara göre bu sayı 828 bin 458’dir.)
Ama ülkemizde sigortalı işçi sayısının sigortasız işçilere göre azınlıkta olduğu göz önüne alındığında, sendikalaşma oranının ne derece düşük olduğu ortaya çıkacaktır. Hatta uygulanırlık oranı bakımından sendikalı olmanın pek az işçiye kısmet olan, bir başka ifadeyle, sendikal hakkın yaygınlık durumu göz önüne alındığında göstermelik bir hak olduğu kolaylıkla iddia edilebilir. Çünkü toplam ücretli sayısı ile karşılaştırıldığında ücretlilerin % 90’ı sendikasızdır. Öte yandan zaten son derece düşük olan sendikalaşma oranı sürekli düşmektedir. Örneğin SSK’lı işçilerin sendikalaşma oranı 1971’de % 61,1 ve 1984’de % 54,3 iken, 1999’da sadece % 16,3’tür. Bu rakamlar yoruma yer bırakmayacak ölçüde durumun vahametini göstermektedir. O kadar açıktır ki, sendikalar giderek tükenmekte, sürekli güç kaybetmekte, burjuvazinin baskısı, yasaların engellemesi ve sendikal bürokrasinin vurdumduymazlığı sendikaların sonunu getirmekte, işçi sınıfının temel örgütleri olan sendikalar tasfiye edilmekte, işçi sınıfının örgütlenme silahı elinden alınmaktadır.
Üstelik şu anda mevcut sendikal örgütlülüğün ağırlıkta olduğu işletmeler kamu işletmeleridir. Sendikalaşma oranı kamu işyerlerinde % 67, özel sektörde ise % 33’lerdedir. Özelleştirmelerin hızlandığı, özelleştirilen işletmelerde sermayenin ilk önce sendikanın varlığını bitirmeye yöneldiği hatırlandığında gelecek dönemde sendikal örgütlenmeyi nasıl tehlikeli bir sürecin beklediği ortadadır.
Diğer yandan işçi açısından iş güvenliğinin esamisinin okunmadığı, orman kanunlarının hüküm sürdüğü bir ülkedir Türkiye. Yasalar ve fiili uygulamalar bakımından işten atılmanın çok kolay olduğu Türkiye’de patronlar en basit yasal engelleri bile ortadan kaldırmak için girişim başlatmışlardır.
Çalışma Bakanlığının rakamlarına göre 1999 yılında, işten atılan veya kendiliğinden işten ayrılanların sayısı 1 milyon 417 bindir.
Krizin yaşandığı 1988 yılında işten atılan SSK’lı işçi sayısı 224 bin 559’dır. Ve bunların 123 bin 136’sı sendikalıdır. Bu rakamlar çalışma Bakanlığının rakamlarıdır. İşveren örgütlerinin yayın organlarında yayınlanan rakamlara göre ise bu sayı 307 bindir.
Bu rakamlar Türkiye’de iş güvencesi diye bir şeyin olmadığını, sermayenin istediği an işçileri kapı dışarı edebildiğini göstermektedir. Buna sendikalı işçiler de dâhildir. Bu büyük kıyımın gerçekleşebilmesi, yasal mevzuatın yanı sıra sendika bürokrasisinin durumu kabullenişinin de rolü büyüktür.
Özellikle özelleştirmelerin yoğunlaşarak gündeme geldiği şu dönemde işten atılmalar ve sendikasızlaştırma daha da hızlanacaktır. Çünkü özelleştirilen işletmelerde yaşananlar, bundan sonra yaşanacakların göstergesidir. Bugüne kadar özelleştirilen işletmelerdeki her 100 işçiden 68’i işten atılmıştır. Yine özelleştirilen bu işletmelerde sendikasızlaştırma oranı da % 72’lere varmıştır. Yani, bugüne kadar özelleştirilen işletmelerdeki sendikalı her 100 işçiden 68’i işini kaybetmiş, 72’si artık sendikalı değildir.
Sendikalılaşmanın önündeki temel engellerden birinin taşeronluk uygulaması olduğu artık herkesin malumudur. Pek çok işyerinde uygulamaya sokulan taşeronluk, işten atılmaların önünü açmakta, işçiler arasında haksız rekabet yaratarak işgücünün ucuzlamasına yol açmakta ve dahası sendikaların kendi sonlarını hazırlamaktadır. Durum artık öyle vahim noktaya gelmiştir ki, pek çok işletmede, taşeron idaresindeki işçi sayısı, işletmenin kendi işçi sayısını ikiye-üçe katlamıştır.
Bunlarla birlikte, birkaç dönemdir toplusözleşmelerde sermaye uluslararası uygulamalara bağlı olarak esnek çalışmayı içeren maddeleri onaylatmak için özel bir çaba harcamaktadır. Aslında pratikte pek çok işletmede yürürlüğe giren esnek çalışma işçi sınıfının bugüne kadar kazandığı son derece sınırlı hakkı da yok etmeyi hedeflemektedir. Zaten taşeronlaştırma uygulaması da esnek çalışmanın bir parçasından başka bir şey değildir.
Esnek çalışmayla birlikte, 8 saatlik işgününden başlamak üzere bütün haklar adım adım geri alınacak, şu an pratikte uygulanmaya çalışılan zorunlu ücretsiz izinler yasallık kazanacak, sendikal hak ve özgürlüklerin kökü kazınacak, bireysel sözleşmeler, işe göre çalışma vb. yürürlüğe girecektir.
Öyleyse bu toplusözleşme dönemi sadece ücret pazarlığından öte ciddi köşe noktaların belirlenmesi anlamını da taşımaktadır. Toplusözleşmelerde işçi sınıfı, kendisine IMF ve sermaye tarafından dayatılan ve bir anlamda sendikaları devreden çıkaran, toplusözleşme pazarlıklarını fiili olarak ortadan kaldıran % 25’lik zam dayatmasıyla birlikte taşeronlaştırma, esnek çalışma ve iş sürelerinin esnekleştirilmesi, çalışma sürelerinin uzatılması, işyerinin bölünmesi, nakil, tayin, iş değişikliği kolaylıkları, kısa süreli çalışma, kısmi çalışma, geçici mevsimlik çalışma, değişken zamanlı çalışma, yoğun çalışma temposu, iş yasalarının esnekleştirilmesi, kapsam dışı personel uygulamasının daha da yaygınlaştırılması, performansa bağlı ücret sistemi, toplam kalite yönetimi ve kalite çemberleri, özelleştirmeler, sendikaların bitirilmesi gibi saldırılarla karşı karşıyadır.

SERMAYENİN YENİ SALDIRI HAZIRLIKLARI KAPIDA
Aşırı kar hırsından gözü dönmüş sermayenin bu toplusözleşme dönemini kendine en uygun sıçrama tahtası olarak gördüğü ortadadır ve bir anlamda bu, sermayenin işçi sınıfı ve emekçi kitlelere topyekûn saldırı hazırlıklarının göstergesidir. Sermaye bu düşüncelerini en azından belirli oranlarda gerçekleştirdiğinde, bununla yetinmeyecek, yeni saldırı hazırlıklarına girişecektir. Çünkü sermaye iş yaşamının kuralsızlaştırması, çalışma yasalarının sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesi, kıdem tazminatlarının ortadan kaldırılması, yukarıda belirtildiği gibi esnek çalışma kapsamında, part-time çalışma, çalışılan süreyle orantılı ödeme, telafi edici çalışma, zorunlu ücretsiz izinler veya iş yoğunluğu olduğunda sıkıştırılmış iş haftası, toplu iş sözleşmelerinde ücret maddesinin tadili, yani çalışma süresi karşılığı veya performansa göre ödeme, vb. pek çok şeyi hayata geçirmek için hazırlık içindedir. Buna sigorta yasalarının değiştirilmesi gibi pek çok hazırlık eklenebilir. Tüm bu hazırlıklar sermayenin elinin akındadır ve önümüzdeki dönem yürürlüğe girmesi için gerekli yasal düzenlemelerin son rötuşları yapılmaktadır.

BOZUK EKONOMİ KOŞULLARININ SORUMLUSU İŞÇİLER DEĞİLDİR
Kapitalistler, kapitalist ekonomideki olumsuz göstergelerin sorumluluğunu bu işte hiçbir payı olmayan işçi ve emekçi kitlelere yüklemek isterken, kendileri bu kriz ve ekonomik bozukluk döneminden bile kârlarını artırmak için yararlanmak istiyorlar. Nitekim ekonomik krizin yaşandığı 1989–1993 döneminde, ekonomik kriz bahanesiyle on binlerce işçinin işten atıldığı, ücretlerin aylarca ödenmediği, işçilerin aylarca bedava çalıştırıldığı dönemde sermayenin kârlılığı % 39,6’dan % 47’ye fırlamıştır. Yani kriz döneminde işçiler işsiz kalır, reel ücretler geriler, GSMH’den aldıkları pay düşerken, sermaye bu kriz döneminden kârlılık oranlarını artırarak çıkmışlardır.
Ama kapitalistlerin cepleri dolar, bir avuç zengin aile ülke gelirlerinin büyük kısmına el koyarken, ülke emperyalizmin tam bir uydusu haline gelmiştir. 1981 yılında bütçenin % 1’i kadar olan dış borçların faiz ödemeleri, sadece 20 yıl gibi kısa sayılabilecek bir zaman dilimi içinde bütçenin neredeyse yarısını kapsar hale gelmiştir. Gelinen noktada ülkenin dış borçları 110 milyar doları, iç borçları da 40 milyar doları geçmiştir. Ve hükümetler eski borçların faizlerini ödemek için yeni borçlanmaya gitmekte, borç miktarı her gün, her saat daha da kabarmaktadır.
Geçtiğimiz yıl ekonomi % 6,6 oranında geriledi. Binlerce işçi işsiz kaldı. İşçi ve emekçilerin ekmeği küçüldü. Buna karşın bir avuç zengin, işletmeler kapasitelerinin altında çalışır -ülke sanayinin kapasite kullanma oranı % 70’ler civarına düştü-, üretim düşerken servetlerini artırdılar. Kârlarına kâr kattılar. Devletin dışardan aldığı kredileri çeşitli yollarla ucuza kapattılar ve bu kredileri tekrar devlete, tahvil, kamu kâğıdı, repo vb. adlar altında yüksek faizle geri vererek, trilyonları ceplerine indirdiler. Yılsonu bilânçoları açıklanınca görüldü ki, holdinglerin artan servetlerinin kaynağı üretim dışı alanlardı.
Öyleyse işçi sınıfının ve emekçilerin “istikrar”, yani sermayenin kârlarının artışı için yapacakları fedakârlık olamaz. Çünkü bunca yıldır yaşananlar açıkça gösterdi ki, kapitalistlerin çok sevdiği istikrar sözcüğünden anlaşılması gereken, işçi, emekçi ücretlerinin sürekli, “istikrarlı” bir biçimde gerilemesi, üretim sürecinde işçinin daha fazla çalıştırılarak emek gücünün neredeyse bedavaya getirilmesi, bantların “istikrarlı” bir biçimde hızlandırılması, sosyal hakların “istikrarlı” biçimde tırpanlanması, eğitime, sağlığa bütçeden ayrılan payın “istikrarlı” biçimde azaltılması vb. buna karşın bir avuç büyük kapitalist ailenin kârlarını arttırıp, ülke gelirlerine “istikrarlı” biçimde el koymasıdır. İşçiler içinde bulunduğumuz toplusözleşme döneminde, kendilerine “Vatan, Millet, Sakarya” edebiyatı, “istikrar” edebiyatı yapanlara vereceği yanıt açıktır: İşçilerin, emekçilerin; ülkeyi yağmalayanlar, dolandırıcılar, sömürücüler için yapacakları hiçbir fedakârlık yoktur.

YASALARIN DEĞİŞTİRİLMESİ İÇİN DE MÜCADELE
Lastik işkolundaki grevin “milli güvenlik” gerekçesiyle ertelenmesi (fiilen yasaklanması) sendikalar, toplusözleşme ve grev yasalarındaki maddeler göstermiştir ki, işçi sınıfının mücadelesi aynı zamanda bu yasaların değiştirilmesi için de bir mücadele olmak zorundadır. İşçi sınıfı davası için mücadele eden devrimci, sınıftan yana dürüst sendikacı, bu toplusözleşme döneminde işçilerin dikitlerinin bu alana daha fazla toplanmasından yararlanarak işçilere gerçekleri anlatma ve onları aynı zamanda mevcut yasaların değiştirmesi için mücadeleye çağırmalıdır.
Mevcut yasaların, sendikal örgütlenmenin önünde nasıl bir engel olduğu, sendikaların güç kaybetmesinde kendini zaten açık bir biçimde göstermektedir. Üyelik, işyerinde sendikal örgütlülüğü sağlama, işyeri barajı, ülke barajı, yetki belirlenmesi vb. engeller, sendikal örgütlenmenin önüne geçmek için yeterli yasal engelleri oluşturmaktadır. Zaten işten çıkartılmanın önünde hiçbir engelin olmadığı, iş güvencesinin gölgesinin bile sözünün edilemeyeceği koşullarla sendikal örgütlenmenin garantisi de olmayacaktır.
Öte yandan, sendika, toplusözleşme ve grev yasalarında 12 Eylül yönetimince yapılar, değişiklikler, getirilen maddeler, grevi grevlikten çıkartmak için gerekli her şeyi yasallaştırmıştır. Yasalara göre, grev süresince üretim sürebilmekte, işletme içine veya dışarıya mal sevkıyatı yapılabilmekte, kapsam dışı personel, sendika dışı personel çalışabilmektedir. Yasalara göre, sendika dâhil, hiç kimse buna engel olamaz. Bu durumda grevin etkisinin sınırlı olacağı, işçilerin en önemli silahı olan grev hakkının bile nasıl etkisizleştirildiği ortada değil midir? Ancak gerçek durum, meşruiyet daima yasaları aşmıştır, aşmaktadır. İşçi sınıfı bir yandan özgür pazarlık ve kısıtlamasız grev hakkını fiilen uygularken öte yandan da bu haliyle yasalaşması için mücadele etmelidir.
Yine yasalarda yer alan, grev yerlerinde grev çadırı kurulamayacağı, grev yerinde grev gözcüsü dışında kimsenin bulunamayacağı, işçilerin toplu halde bir arada bulunmayacağı, işletmede çalışan personeli, işletmeye mal sevkıyatı yapan taşıma araçlarını engelleyemeyeceği gibi hükümler kabul edilebilir şeyler midir? Öyleyse, toplusözleşmelerin gündemde olduğu şu dönemde ele alınması gereken ve işçi sınıfını en az ücret zamları kadar ilgilendiren bir konu da budur.
Görüldüğü gibi işçi sınıfı mücadelesi açısından önemli ve ciddi gelişmelere gebe bir döneme girilmiştir. Yapılması gereken, verili durumu en iyi şekilde tahlil ederek işçi sınıfı mücadelesinin ileriye taşınmasıdır.
Saldırı tek tek işyerlerindeki işçilere değil, işçi sınıfına, kamu emekçilerine, emekçi halkın tümünedir. Dolayısıyla emek platformlarının en aktif biçimde devreye girmesi, birleşik halk hareketinin oluşturulması bakımından son derece önemlidir. Sermayenin topyekûn saldırısına yanıt, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçilerin birleşik hareketiyle sağlanabilir. Önümüzdeki dönemin özelliklerini belirleyecek olan budur.

MÜCADELENİN YÜKLEDİĞİ GÖREVLER
Koşullar, sınıf çelişkilerinin giderek keskinleşeceği bir sürece işaret etmektedir. Bu keskinleşen süreçle birlikte şimdiden yükselme eğilimini belli eden işçi ve emekçi hareketinin, sermayenin saldırılarını püskürtüp yeni mevziler elde edebilmesinde sınıf bilinçli öncü işçilere, işçi sınıfının çıkarlarının savunucusu dürüst sendikacılara, yüreği işçi sınıfı ve ezilenlerle atan devrimcilere büyük görevler düşmektedir. Mücadelenin her yeni aşamasının yakından gözlenmesi, buna bağlı olarak yeni hedeflerin, hareketin duyduğu ihtiyaçların ve görevlerin saptanması, bunlara uygun slogan ve taleplerin tespit edilmesi mücadelenin başarısı, işçi ve emekçi kitlelerin birliği için şarttır. İhtiyaçların ve sloganların tespit edilmesiyle birlikte, anlık gelişmelerin esiri olmadan, belirlenen görev ve sloganlar etrafında kilitlenilmesi, dağınık hedefsiz çalışma yerine, ne yaptığını ve ne yapacağını bilen, sonuç alıcı, kesintisiz, günlük bir çalışma esas kılınmalıdır.
Bu çalışma tek bir hedefe bağlı, ama birkaç alanı kapsamak zorundadır. Bir yandan işçilerin, sendikalarına ve toplusözleşmelerine sahip çıkmalarının, -örneğin toplu olarak bulunulan yerlerde gelişmelerin tartışılması, sendikacıların buralarda işçilerin huzurunda bilgi vermeye zorlanması, ya da işçilerin vardiya çıkışlarında toplu halde sendikalarına gitmesi vb. gibi. Örnekler çoğaltılabilir- toplusözleşme görüşmelerinden günlük bilgilenmelerinin kanalları açılmalıdır. Unutulmamalıdır ki, sendika bürokrasisinin meseleyi laf kalabalığına boğup, görüşmeleri kapalı kapılar ardında yürüterek, işçiler adına, ama işçilerden habersiz ve işçilere rağmen imza atmalarının engellenmesi, ancak işçilerin hak ve taleplerine sahip çıkmalarıyla mümkündür. Bunun için işçilerin, talepleri konusunda tam bir fikir birliği içinde olmaları sağlanırken, sistemin ve sendika bürokrasisinin onları çaresizliğe itmelerine, birtakım alışılagelmiş ayak oyunlarıyla, örneğin işinde kalmak mı, yoksa ücret artışı mı gibi sahte ikilemlere sokmalarına izin verilmemelidir.
Mücadelenin bir başka ve önemli bir tarafının da burjuvazinin yalanlarını açığa çıkarmak için olacağı açıktır. Sermaye cephesi, yazılı ve görsel medyasıyla şimdiden yalan kusmaya, emekçiler arasında bölünmeler yaratmaya yönelik klasik propagandaya başlamıştır. Sürekli olarak işçi ücretlerinin yüksekliği, eğer daha fazla zam verirlerse toplumsal eşitsizliğin bozulacağı, işçilerin mühendislerden bile fazla ücret aldıkları, daha fazla ücretin enflasyon hedefini bozacağı vb. türden demagojik propagandalara hız verilmiştir. Önümüzdeki dönemde, muhtemelen geçmişte yaptıkları gibi, işçi ile memuru, memur ile köylüyü karşı karşıya getirmeye çalışacaklardır. Ya da belediye işçilerinin grevleri sırasında geçmişte yaptıkları gibi, halkı işçilere karşı kışkırtacaklardır.
Öyleyse emek platformlarının harekete geçmesi, herhangi bir şehirde, kasabada, herhangi bir işyerinde başlayan grevi, sadece oradaki işçilerin sorunu değil tüm işçilerin sorunu olarak kabul etmeleri ve buna uygun davranmaları, emekçi yığınların birliğinin sağlanıp bunun topluma anlatılması, karşı saldırıların püskürtülmesinde önemli bir yer tutacaktır.
Küçük de olsa bir grevin başarısı, tüm sınıfın başarısı anlamına gelecek, sınıfın güçlerini derleyip toparlamasına vesile olacak, kazanma umudunu pekiştirecektir. Bu bakımdan her bir grevin kaderi, sınıfın gelecekteki kazanım ve kayıpları açısından da bir gösterge olacaktır.
İşçi sınıfına bağlı namuslu, dürüst sendikacılar, sınıf bilinçli işçiler ve yüreği işçi sınıfı ve emekçi halk için atan devrimciler, bunu bir an olsun akıldan çıkarmamalı, bir yandan emek platformlarının harekete geçmesi için çaba sarf ederken, diğer yandan da olabileceklere karşı şimdiden hazırlık içine girmeli, işçilere, emekçilere ve halka gerçekleri anlatmak, burjuva yalanlan açığa sermek için hem işçiler, hem de emekçi yığınlar içinde yoğun bir aydınlatma faaliyeti yürütmelidirler.
Mücadelenin başarısı bunlara bağlıdır.

Haziran 2000

Küreselleşme ve borç kıskacı

Emperyalist kapitalizmin ideologları, görevleri kapitalizmi allayıp pullamak olan burjuva ekonomistler, “Yeni Dünya Düzeni”, “globalleşme”, “küreselleşme” sloganları ile dile getirilen düzenin tüm insanlığın ortak çıkarlarına olduğuna dair yoğun bir propaganda sürdürüyorlar. Yanı sıra, küçük burjuva reformistleri de küreselleşmenin kaçınılamaz bir olgu olduğuna, küreselleşmenin önünde hiçbir gücün duramayacağına ikna edildiler. Elbette bunu ‘tanrı yazgısı” gibi kabul etmeye çağırmanın, bıktırıncaya dek tekrarlamanın özel bir amacı vardı. Çünkü bu bir kere kabul edildi mi, arkasından pek çek şeye de evet denmek zorunda kalınacaktı. Kapitalist sistemin dışında ve ondan bağımsız bir dünyanın olamayacağı, kapitalizmin asla yenilemeyeceği, kapitalizmin sürekli kendini geliştirdiği, hatalarından dersler çıkartarak, sadece üst sınıfların değil, tüm halkın ihtiyaçlarını düşündüğü ve buna uygun programlar geliştirdiği, gelişen kapitalizmin tüm insanlığın sistemi haline geldiği iddia ediliyor. Ve sonuçta, kaçınılmaz bir şeyin önünde çaresiz ve aptalca durmaya, tarihin gelişimini tersine çevirmeye çalışmaktansa, -ona karşı mücadele edilecekse bile(!)-, içinde yer alarak olumlu yönde ilerletmenin çok daha akılcı olduğu dile getiriliyor.
Burjuva kuramcıların, yalan üreten propaganda merkezlerinin başlattığı ve küçük burjuva reformizminin de içinde yer aldığı koro tarafından yürütülen propagandalara göre, Yeni Dünya Düzeni ve küreselleşme; barış, demokrasi ve hukuk düzeni demekti. Geçmişin den dersler çıkartan kapitalizm, savaşların kendisine de zarar verdiğini, toplumların içinde demokrasi isteklerinin geliştiğini, dahası, demokrasinin kapitalist gelişme, bireyin yeteneklerinin ve yaratıcılığının ortaya çıkması için şart olduğunu kavramıştı. Demokrasinin olmadığı, diktatörlerin başında bulunduğu rejimlerin insanlığa ve aslında kapitalist gelişmeye zarar verdiği, diktatörlerin kendilerini bile dinlemediği anlaşılmış, tüm insanlığın çıkarlarını savunmaya karar veren kapitalizm de, dört elle demokrasiye sarılmıştı.
Bunların yanı sıra, küreselleşme, dünyadaki kaynakların daha etkin dağılımını sağlayacak, refah, istikrar ekonomisi geri veya gelişmekte olan ülkelere taşınacaktı.
“Teknolojik devrim” ve “bilgi çağı” insanlığın tümünün hizmetine girecek, insanlık için yepyeni bir dönem, bir altın çağ başlayacaktı. Küreselleşme, “teknolojik devrim”, “bilgi çağı” öyle ileri bir düzeye ulaşmıştı ki, artık sınırlar yıkılmış, dünya “global” bir köye dönmüştü. Ulaşılan devasa gelişmenin sonucu olarak, ülkeler arasındaki gelir dağılımı, gelişim düzeyindeki uçurumlar kapanacak, büyük sanayi devletleri en gelişmiş teknolojiyi dünyanın en ücra köşesine kadar taşıyıp oraları da kalkındıracaktı. En geri kalmış köşeler bile teknoloji ile tanışacak, kapitalizmin ve dolayısıyla gelişimin nimetlerinden faydalanacaklardı. Kapitalizm en olgun dönemine giriyor, bilgi birikimini, gelişmişliğini tüm insanlığın hizmetine sunuyordu.
Artık tüm ilişkiler değişiyordu. Toplumsal sınıflar erimişti, sınıf mücadeleleri yerini ortak küresel çıkarlara bırakıyordu. Gelinen noktada, sınıfların ayrı hedef ve idealleri yerine, tüm insanlığın ortak hedef ve idealleri vardı. Toplumsal mücadele, davranış ve güdüler sona ermiş, bireysel yetenekler ön plana çıkmıştı. Artık birey vardı. Birey özgürleşmişti ve daha da özgürleşecekti, vs. vs.
Ancak geride kalan süreçte görüldü ki, ne barış geldi, ne demokrasi, ne refah toplumu. Ne ülkeler arasındaki uçurumlar kapandı, ne toplumsal tabakalar arasında gelir dağılımındaki çelişkiler giderildi. Propaganda edilen ne varsa tam tersi oldu. Birkaç büyük emperyalist devlet tam bir haydutluğa soyunur, dünya kaynaklarına, üretim ve gelirlerine el koyar, sayıları gittikçe azalan küçük bir mutlu azınlık tüm değerleri sahiplenirken, milyarlarca insan daha fazla yoksullaştı, açlık ve sefaletin korkunç yüzüyle daha fazla insan tanıştı.
Dünyanın en yüksek gelirine sahip % 20’lik kesim, dünyada üretilen tüm mal ve hizmetlerin % 86’sını tüketiyor. Dünyada en zengin 225 kişinin serveti 2,5 milyar yoksul insanın tüm gelirine eşit. Dünyanın en zengin üç kişisinin serveti, en yoksul 48 ülkenin milli gelirinden fazla. Dünyanın faal nüfusunun yaklaşık üçte biri, 1 milyarın üstünde sayıda insan işsiz veya eksik istihdam durumunda. Dünyadaki tüm çocuklara temel eğitim verebilmenin maliyeti olan 6 milyar dolar olmadığı için milyonlarca çocuk temel eğitim alamıyor. Buna karşılık Microsoft’un patronu Bili Gates’in kişisel serveti 100 milyar dolar.
Bütün dünyada çocuklara temel gıda maddesi verebilmek için gerekli 13 milyar dolar bulunamadığı için dünyanın -Türkiye de dâhil- pek çok yerinde çocuklar açlıktan, yetersiz beslenmeden ölüyor, sağlıksız ve sakat büyüyor. Oysa ABD ve Avrupa’da kedi-köpek maması için bir yılda harcanan para 12 milyar dolar.
Burjuva propagandaya göre, küreselleşme, dünyadaki eşitsizlikleri giderecek, ülkeler arasındaki uçurumları ortadan kaldıracaktı. Oysa Dünya Bankası raporlarına göre, nüfusu 780 milyon olan G7 ülkeleri, dünya tüketiminden % 78,2’lik bir pay alıyordu. Buna karşılık 4 milyar civarında insanın yaşadığı diğer ülkeler % 21,8’lik bir pay alabiliyordu. Ancak son 12 yılda G7 ülkelerinin aldığı pay % 78,2’den % 87’e çıkarken, 4 milyar insanın yaşadığı ülkelerin payı % 13’e düştü.
Zengin ve yoksul ülkeler arasındaki gelir farkı 1990’da 30 kat iken, son on yılda bu fark 82 kata çıktı.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Çünkü yaşanan süreç, “Yeni Dünya Düzeni” veya “küreselleşme”, tüm insanlığın refahını sağlamamış, daha adil ve adaletli bir dünya yaratmamıştır, ama giderek küçülen ve zenginliği elinde toplayan çok küçük bir azınlığın, milyarlarca insan üzerindeki korkunç sömürü, baskı, terör ve haydutça soygununu çok daha üst boyutlara çıkarmıştır.

EMPERYALİST TALAN VE MALİ SERMAYE EGEMENLİĞİ
Son yirmi yıl üretimde yoğunlaşma, sermayenin giderek daha kişinin ellerinde toplanmasında ve sermaye fazlasında artış yaşandı. Emperyalistler-arası pazar kavgalarına, etkinlik alanlarını arttırma, birbirlerinin nüfuz alanlarına müdahale çabalarına daha sık rastlanmaya başlandı. Özellikle Rusya’nın kapitalist yola girdiğini açıkça ilan etmesinden sonra, nispeten rahatlayan Avrupa, henüz tam karşı çıkma, açıkça başkaldırma aşamasına gelmese de ABD karşısında eskisinden daha ileri düzeyde manevralara girişiyor, koşullan zorlamaya çalışıyor, nüfuz ve etki alanlarını geliştirmede nispeten daha atak davranmaya başlıyor. Özellikle Almanya, Doğu Avrupa ülkeleri ve balkanlara büyük bir atak yapıyor, Rusya ile ilişkilerini geliştiriyor, Uzakdoğu pazarına el atıyor. Fransa daha yüksek sesli konuşuyor.
ABD, arka bahçesi olarak gördüğü Latin Amerika ülkeleri üzerinde tam hegemonyasını ilan ederken, Rusya Federasyonu’nu parçalamak, bağlı cumhuriyetleri kopartıp kendi egemenliği altına almak, bölgede karışıklıklar çıkartmak, diğer yandan geniş bölgesel konumu ve nüfusuyla bakir bir pazar olan Rusya üzerinde sermaye ve meta hareketleri bakımından ve enerji alanları üzerinde tam bir hâkimiyet kurmak dâhil pek çok hedefle hareket ediyor. Yine ABD uzun süredir gönlünde yatan Balkanlara girmek ve buraya kalıcı olarak yerleşme planları dâhilinde her türlü oyuna başvuruyor. Güneydoğu Asya’da var olan etkinliğini daha da artırmak, bölgede Japonların etkinliğini azaltmak, kendileri açısından muhtemel tehdit oluşturabilecek dünyanın en kalabalık nüfusuna sahip Çin’in önünü şimdiden kesmek, olası belayı önlemek için yeni manevralara girişiyor.
Japonya bir yandan bölgesinde bulunan ülkelerde hâkimiyetini yitirmemek, pazar alanlarını geliştirmek, ABD ve Avrupa pazarında sağlam yer tutmak, Rusya ile ilişkilerini geliştirmek için mücadele veriyor.
Petrol bölgesi uzun süreden beri iğneli fıçıydı. ABD petrol bölgesinde sahip olduğu avantajları kaptırmamak, rakiplerini bölgeden püskürtmek için savaş dâhil her türlü yol ve yöntemi kullanıyor, ama başta Alman ve Fransız emperyalistleri olmak üzere boş durmuyorlardı.
Emperyalistler, sahip oldukları pazarları sağlamlaştırmak, yeni pazar alanları yaratabilmek, daha fazla kâra ulaşabilmek için bağımlı ülkeleri tam olarak talan etmek, sömürgeleştirmek dâhil her türlü aracı uygulasa, kendi aralarında gümrük duvarları, mevzuatlara başvursa, tekeller-arası birleşmeler en yoğun dönemini yaşasa da tüm bunlar biçimsel değişiklikler olmaktan öteye geçemiyor. Üretim yoğunlaşıyor, sermaye daha az elde birikiyor, tekeller-arası rekabet en hareketli dönemini yaşıyor, ama kapitalizmin temel özellikleri değişmiyor.
Kapitalizm artık öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, meta üretimi ve sermaye ihracı ekonomik işleyişin temeli sayılmakla birlikte aslında bir yandan da ciddi biçimde sarsılıyor, mali sermaye egemenliği kendini daha güçlü bir şekilde hissettiriyor.
Bununla birlikte anarşik, plansız, aşırı üretim kapitalizmin tipik özelliği olmaya devam ediyor. Krizler kendini daha sıkı gösterirken, tekeller-arası rekabet büyüyor. Rekabeti ortadan kaldırarak, bir düşmanı piyasadan silmek, pazar üzerinde daha güçlü bir hegemonya kurabilmek için şirket evlilikleri, yani şirketlerin birbirini yutması en yoğun dönemini yaşıyor.
Ancak burjuva kuramcıların ve küçük burjuva reformcularının söylediği gibi, bu birleşmelerin çelişkileri azaltacağı, dolayısıyla barış sağlayacağı iddiası tam bir aldatmacadır. Şirketler, mali olanaklarını birleştirip insanlığa deha iyi ve yararlı hizmet için değil, rakiplerinin her türlü rekabet olanaklarını yok etmek, insanlığın tepesine daha büyük bir güçle çökmek için birleşiyor. Birleşmeler, rekabet ortamını yok ederken birleşmiş işletmelere daha güvenli bir kâr ortamı sağlıyor. Birleşmiş şirketler, pazar payını arttırıyor, pazarlar için daha avantajlı hale geliyor. Hammadde kaynakları üzerindeki hâkimiyetlerini genişletirken, kriz dönemlerinde daha kuvvetli kalarak birleşmemiş veya basit işletmeler karşısında durumlarını pekiştiriyorlar. Kriz sonrası güç kaybeden işletmeleri ucuza kapatma olanağı elde ediyorlar.
Yeni küresel mali ortam, şirket evliliklerini, bankaların kurumsal yatırım araçları olarak sahnede daha fazla görünmesini, ağırlığını en üst boyutlara taşımasını, borsa aracı şirketlerinin daha fazla rol kapmasını beraberinde getirirken, bunların çevresinde yeni bir finansçılar kuşağı ortaya çıkarttı. Ve bu para yöneticileri, işçi sınıfı ve emekçilerin sırtından kazanılan ve halktan borç karşılığı toplanan paralarla dünyanın dört bir yanında cirit atıyor. Bunlar, spekülatif oyunlarla para piyasaları ve ekonomik gidişat üzerinde belirleyici konuma sahip oldular.
Asalaklık, rantiyecilik muazzam boyutlara ulaşırken, üretmeden kazanmak, başkalarının yarattığı değerlerin tepesinde keyif çatmak övünülecek bir şey haline geldi. Öyle bir anlayış yaratıldı ki, çalışmak aptallık; rantiyecilik, asalaklık ise akıllılık sayılıyor. Para sermaye birikimi, küpünü doldurup da yeniden üretim sürecinden elini çeken kimselerin sayısını da etkiliyor. Çünkü bu alanda elde edilen kârlar öyle yükseldi ki, bunların sayısı da durmadan arttı. Spekülatif sermayenin bu muazzam artışının bir nedeni de budur.

MALİ SERMAYE EGEMENLİĞİ
Her yere refahı, sanayi ve teknolojiyi taşıyacağı ve bunu insanlığın hizmetine sunacağı propagandası ile ortaya atılan küreselleşmede mali sermayenin rolü çok fazla artmıştır. Artık emperyalistlerin dış ülkelere yaptığı yatırımlar esas olarak mali alandadır.
Örneğin, IMF’nin kontrolünde bağımlı ülkelere verilen 1,2 trilyon dolar kredinin % 70’i spekülasyonda kullanılan, üretken olmayan kredidir.
Dünya döviz işlemlerinin günlük hacmi 1 trilyon doları aşarken, bu miktarın yalnızca % 15’i gerçek mal ticaretine ve sermaye hareketlerine tekabül ediyor; % 10’u sermaye, % 5’i mal. Buna karşılık % 85’i kredi, hisse senedi, tahvil ve bonodur.
Para, tahvil ve hisse senedi piyasalarının büyüklüğü 1990 yılında, yirmi yıl öncesine göre 80 misli arttı. Son on yılda bu farkın kat kat daha fazlalaştığından kimsenin kuşkusu yok.
Ancak bu durumun kapitalizmin krizlerinin sıklaşmasında payının olduğu ve olacağı da açık bir gerçektir. Aşırı üretim ile birlikte, servetin çok küçük bir azınlık elinde toplanması, buna karşılık yoksul nüfusun durmadan kabarması, azınlığın artan servetiyle, büyük halk tabakalarının yoksullaşması arasındaki büyüyen çelişki, sermayenin yeniden üretim sürecine girmeyerek, üretim dışı alanlara yönelmesi ve bunun dünya tarihinde eşine benzerine rastlanmayan bir büyüklüğe erişmesi, kendini daha çok hissettiriyor. En son Güneydoğu Asya’da yaşananlar, “Asya Kaplanları mucizesi” balonunun patlaması, patlayan krizin kısa zamanda dünyaya yayılması, burjuva ekonomistlerin paniği, daha öncesinde 1997’de New York, 1990’da Tokyo borsalarının çöküşü vb. Yine son dönemde Japon mali piyasalarında yaşananlar, diğer piyasalardaki istikrarsızlık yakın zamanda olabileceklerin işaretini teşkil ediyor.
Sadece şu karşılaştırma bile gidişatın ne yönde olduğunu gösterebilir: 1930 büyük krizi patladığında para, tahvil ve hisse senedi piyasalarında yapılan işlem değeri meta ticaretinin iki katıydı. 1990 yılında bu oran 50 misline ulaştı. Yani 1930’da üretim sürecindeki her 1 dolara karşılık, rantiyede 2 dolar dolaşırken, 1990’da üretim sürecindeki her 1 dolara karşılık rantiye alanında 50 dolar dolaşıyor.
Bu durum Türkiye açısından da böyledir. Geçen yıl ve önceki yıllar, holding bilânçoları açıklandığında görüldü ki, üretimdeki gerilemeye, % 70’lere düşen kapasite kullanımına karşın holdinglerin kârı artmıştı. Ve bu kârın kaynağı üretim dışı alanlardı. Holdingler, hükümetle arası iyi olan şirketler, arkalarında banka desteği bulunanlar, ceplerinden bir kuruş çıkartmadan, devletten ucuza aldıkları kredileri, yine devlete daha pahalıya vererek muazzam kârlar elde etmişlerdi.
Dünyada spekülatif alana yönelen sermaye öyle boyutlara ulaşmıştı ki, finans yatırım şirketlerinin, uluslararası tekellerin finans yatırımlarının günlük işlem hacmi 1,3 katrilyon dolardı. Bu rakam, günlük dünya ticaret toplamının 100 katına eşitti.

BORÇ KISKACI
Aşırı üretimin kaçınılmaz ve aynı zamanda muazzam boyutlara ulaşan sermaye birikimi ve fazlalığının sonucu olarak emperyalist tekeller kendi kârlarını arttırmanın, rakiplerine üstünlük sağlamanın yolu olarak geri ülkelere sermaye ihraç ederler. Geri kalmış ülkelerde kâr daima yüksektir. Çünkü buralarda sermaye az, toprak fiyatları nispeten düşük, ücretler ve hammadde ucuzdur.
Mali sermaye açısından bakıldığında, emperyalist devletler ve tekeller mali sermaye aracılığıyla etki ve baskı altına aldıkları ülkelere karşı tam bir üstünlük elde etmişler, ayrıcalıklı konuma kavuşmuşlardır. Bağımlı ülkelerin hükümetlerine istediklerini yaptırır durumdadırlar. Ücretlerin belirlenmesinden tarıma müdahaleye ve ulusal sanayinin tahribine kadar ülke yönetiminde asıl söz sahibi durumuna gelmişlerdir.
Mali sermayenin bütün öbür sermaye çeşitlerinden üstünlüğü, rantiyenin ve mali oligarşinin egemenliği anlamını da taşıması, mali yönden güçlü birkaç devletin, bütün öbür devletler karşısındaki üstünlüğünün açıklaması da buradadır.
Artık emperyalistlerin dış ülkelere yaptığı yatırımlarda ilk sırayı mali sermaye almaktadır. Borçlanma yoluyla siyasal olarak bağlanan ülkeler, emperyalistlerin, ülkede ve bölgede jandarması, koruma memuru rolünü üstlenirler. Bunun en yakın örneği Türkiye’dir.
Mali sermayenin kıskacına giren bir devletin artık kendi adına hareket etme, karar alma şansı kalmamış demektir. Kredi faiz ilişkisi öyle işler, yaptırımlar birbiri ardına öyle gelir ki, ülke yönetiminin anahtarı fiili anlamda emperyalist tefeci kuruluşların eline geçer. Ekonomik ve siyasi ilişkileri belirleyen onlardır. Bağımlı devlete düşen ise, emperyalistleri isteklerini yerine getirmekten başka bir şey değildir.
Küreselleşme ile birlikte mali sermayedeki muazzam artış, birkaç büyük tefeci devletin dünyanın geri kalanı üzerinde söz sahibi olması, bağımlı ülkelerin son yıllarda müthiş bir şekilde patlama yapan borçlarıyla açıklanabilir. Borç/alacak ilişkisi bir kez kuruldu mu, emperyalist tefeci kredi kuruluşları aracılığıyla mali sermaye ekonomik, politik her anlamda yaşamın bütün alanlarına sızar.
Kredi sisteminin özünde yatan şey, kapitalist üretimin temeli olan başkalarının emeğini sömürerek zenginleşmeyi, en ileri boyutlara kadar geliştirmek, toplumsal serveti elinde tutan azınlığı gitgide küçültmektedir.
Mali sermayenin egemenliği altına girmiş bağımlı ülkenin hammadde kaynaklarını yitirmesi, sanayi ve tarımın tahribatı, ulusal sanayinin emperyalist ve işbirlikçi sermaye tarafından baskı altına alınması, iç piyasayla ilişkisinin koparılması, en kârlı ve temel işletmelerin emperyalist tekeller tarafından yutulması veya onun için üretim yapma kıskacıyla rekabet sahnesinden silinmesi, gelirlerine emperyalist tefeci devletler tarafından el konulmasıyla ülkelerin borçlarını ödeyemez duruma gelmesi, bilinen klasik bir sonuçtur:
Borçlu ülke, biriken borçların vadesi geldiğinde borçların ertelenmesi ve yeni krediler için masaya oturur. Bunun faturası bir öncekinden ağır olur. Borçlu ülkenin, uluslararası tefeci kuruluşların koyduğu şartları kabul etmekten başka çaresi yoktur. Her yeni anlaşmada şartlar bir öncekine göre daha ağıdır. Örneğin, yeni kredilerin vadesi bir öncekine göre kısalır, faiz oranı ise yükselir. Bu koşulları yeni maddeler izler; mali sermayeye ayrıcalıklar tanınması, vergi indirimi sağlanması veya vergilerin tamamen kaldırılması. Yeni sermaye yatırımları için teşvikler, bedava toprak… Özelleştirmelerin başlaması, en kârlı işletmelerin, yerli ortakla yabancı sermayeye tahsisi. Enerji alanının devri…
Çoğunlukla krediler, borçlu ülkenin bir cebine girmeden öbür cebinden çıkar. Kredi anlaşması yapılırken, kredinin nerelere harcanacağı koşula bağlanmıştır. Buna göre genellikle krediler üretken olmayan alanlara yatırılır ve tabii ki, eski borçların faizlerinin ödenmesine. Bu durum bağımlı ülkeyi daha da zora sokar. Bağımlı ülke, ihtiyaç duyduğu şeyleri piyasa değerinin çok üstünde satın almak, satacaklarını ise piyasa değerinin çok altında satmak zorunda kalır. Elbette karşılığında, söz konusu ülkelerdeki bir avuç zengin, üst düzey bürokratlar, hükümet çevrelerine yakın kaynaklar bu işlerden paylarını alır, servetlerine servet katar, emperyalistlerin güvenilir işbirlikçileri ve ortakları olarak siyasi güce ulaşırlar.
Borç ödeme koşulları giderek artar. Bağımlı hale gelen ülke eskiden 100 lira borç alıyorsa, artık 150 lira almak zorundadır. Eskiden % 6 faiz ödüyorsa, artık % 7–8, % 10 ödemek zorundadır. Fiktif krediye dönüşen sistem sonucu, kredi karşılığı almak zorunda kaldığı mallar ve elinden neredeyse dünya fiyatlarının yarısına elinden çıkartmak zorunda kaldığı hesaplandığında, yeni borcun gerçek maliyeti yüzde birkaç yüzü bulur.
Emperyalist devletler ve onların uluslararası tefeci kuruluşları, kredi değerlendirme merkezleri, borç talebine karşılık güvence ister. Ve bir süre sonra bağımlı ülkenin en köklü işletmeleri, ekonomisinin can damarları emperyalistlerin ipoteği altına girer. Sonuç olarak milyarlarca doları çekip çeviren mali sermaye, siyasi gücü elinde toplar. Ülkenin yönetimini üstlenir. Şimdi dünyanın 100 ülkesinde ve Türkiye’de olduğu gibi, maliye bakanı IMF’nin bir büro elemanı gibi çalışır, raporları ona verir. IMF onayı olmadan hiçbir adım atamaz, yatırıma girişemez. IMF’nin bir görevlisi üç-dört ayda bir ekonomiyi denetler. Tarım, hayvancılık, eğitim, sağlık, enerji gibi bakanlıkların denetimi ise işbölümü gereği Dünya Bankasının denetimine girer. Bu bakanlıklarda Dünya Bankasının görevlileri bulunur. Her şey onlara açıktır ve onların denetiminde yürür. Tarım politikalarından hayvancılığa, eğitimden sağlığa her şeyin gerçek söz sahibi Dünya Bankası’dır.
Hükümetlerin bağımsızlığı, önemli konularda karar yetkisi çoktan bitmiştir. Hükümetlerin ve bakanların görevi emperyalist tefeci devletlerin önlerine koyduğu işleri yürütmek, bu kararların emniyetli bir biçimde sürdürülmesi için işçi sınıfı hareketini kontrol altında tutmak, muhalif hareketleri ezmektir. Tabii ki, onlara da hizmetlerinin karşılığı kırıntılar verilir; ihale takip edebilir, rüşvet alabilir, ihale ve kredi komisyonculuğu yapabilirler.
Üst düzey bürokratların hizmetleri de karşılıksız bırakılmaz. Onlar işin büyüklüğüne göre komisyon alırlar. Örneğin yabancı bir silah tekeli, silah fiyatı verirken bunun içine rüşvet ve komisyonları dâhil eder. Başarılı bürokratlar, bir süre sonra özel şirketlere transfer edilerek, holding yönetim kurullarında ödüllendirilir.
Bağımlı ülkelerde mali sermaye öyle boyutlara ulaşmış, öz kaynaklar öylesine emperyalistlerin eline geçmiştir ki, emperyalist tefeci kuruluşların önlerine koyduğu, “ekonomik istikrar paketi”, “yapısal uyum projeleri”, “şok kararlar”, “kamu açıklarını kapatma programı” vb.yi uygulamakta tereddüt eden, yeterli kararlılığı göstermeyen hükümetlerin tepesine binilir. Uluslararası kredi değerlendirme kuruluşları tarafından, bu ülkenin borç ödemelerini düzenli yapmadığı, ekonomisinin iyiye gitmediği vb. gerekçelerle kredi notu düşürülür. Bunun uluslararası mali piyasalar için anlamı şudur; adı geçen ülkeye yeni krediler verilmeyecektir.
Bağımlı ülkede emperyalizm öyle nüfuz etmiş, mali sermaye öyle bir egemenlik kurmuştur ki, böyle bir durumda uluslararası iki-üç banka, finans kuruluşu aralarında anlaşıp o ülkeye verdikleri kredi karşılığı aldıkları yüksek faizli garantili bonoları, fonlar, hisse senedi ve tahvillerin bir kısmını elden çıkartıp piyasadan para çekerek bir gecede bunalım yaratabilirler. Para piyasasını çökertebilirler. (Bu sadece bağımlı devletler açısından değil, özellikle bunalım dönemlerinde en gelişmiş ülkeler için de böyledir. Örneğin dünyanın en büyük spekülatörü Macar asıllı Amerikan vatandaşı Soroz’un Avrupa para sisteminin yaşadığı sarsıntı sırasında bir gecede 1 milyar dolar kazandığı söylenir.)
Yine Türkiye açısından bakıldığında, İstanbul Borsasında dönen paranın % 50’sinin, bazılarına göre % 60’ının yabancı spekülatif sermaye olduğu söylenmektedir. Bu şu demektir: Yabancı spekülatif sermaye, uluslararası kuruluşlar karar verdiğinde, ellerindeki kağıtlardan bir kısmını satıp dolaşımdaki parayı çekmeye kalktıklarında, Türkiye’nin para piyasaları bir gecede çöker, ekonomi iflas eder. Nitekim Uzakdoğu’da patlayan 1997 krizinden sonra yabancı sermaye parasının 6–7 milyar dolarlık kısmını çektiğinde Türkiye para piyasaları çökmüş, bankalar sarsılmış, birkaçı batmış, batmak üzere olan birkaçı da hükümet desteğiyle ayakta kalmış, borsa iflasın eşiğinden dönmüştü.
Spekülatif sermaye, bunu sadece spekülasyon amaçlı yapmışsa, tekrar geri gelir, dibe vuran hisse senetlerini, tahvilleri, bonoları en düşük fiyattan geri toplar ve milyon dolarları cebe indirir. Bunu hükümete şantaj, hizaya getirmek amaçlı yapmışsa, hükümetlerin önünde diz çöküp salya sümük yalvarmasını bekler, yeni imtiyazlar, ayrıcalıklar elde eder. Ve asıl efendinin kendisi olduğunu bir kez daha hatırlatırken, ağır bir faturayı hükümetlerin önüne koyar. Spekülatif sermayenin hükümetleri hizaya getirmesi, şantaj ve tehdit yoluyla isteklerini elde etmesi sadece yabancı sermaye ile sınırlı değildir. Yerli tekeller ve mali sermayenin de sık sık aynı yolu izlediği, bu yolla hükümetleri istediklerini yapmaya mecbur ettikleri, hükümetleri görevden düşürüp, yenilerini işbaşına getirdikleri malumdur.
Öte yandan, kısmen poliçe dalavereleri, kısmen de sırf poliçe icat etmek için yapılan meta alışverişleri, kredi alışverişleri ile bütün bir süreç öyle karmaşık hale getirilmiştir ki, geriye ödemelerin düzenli olduğu, çok kârlı bir iş yapıldığı ve her şeyin büyük bir istikrar ve uyum içinde yürüdüğü görüntüsü uzun süre devam eder. Böylece çöküşün tam arifesinde, tıpkı “Asya Kaplanları” krizinde yaşandığı gibi, neredeyse fazla sağlıklı bir görünüştedir. Ancak bunalım bir kez patladı mı, zincirin halkaları gibi birbirine geçmiş ve bağlanmış emperyalist ekonominin tümünü kapsar. Bir yerde patlayan kriz, diğer bir tarafı içine çeker. Bir yerde başlayan borçların geri ödenmemesi, mali piyasaları sıkıntıya sokar, ihracata darbe vurur, tüketim yavaşlar, stoklar büyür. Paraya olan talep artar, faizler yükselir, krediler durdurulur veya vadeleri çok kısaltılır, kredilerin geri ödenmesi istenir. Ve yaylım ateşi gibi bütün emperyalist kapitalist sistemi sarar. İşte o zaman bütün ülkelerin aşırı üretimde bulundukları, aşırı ihracat ve ithalat yaptıkları, hepsinde fiyatların şiştiği, kredilerin gereğinden fazla ve muazzam bir biçimde yayıldığı meydana çıkar.

MALİ SERMAYENİN ARACI KURUMLARI OLARAK IMF VE DÜNYA BANKASI
Dünyanın her yerine refahı getireceği söylenen küreselleşme, refahı getirmedi ama üç-beş emperyalist dışında gelişmekte veya gelişmemekte olan ülkelerin borçlarını 1970 yılından 1995 yılma kadar 32 kat artış göstererek 62,5 milyon dolardan 2 trilyon dolara ulaştı. Şimdi bu rakamın çok daha yükseklere tırmandığı ortadadır. 1970 yılında dış borçlar GSMH’nin (gayri safi milli hâsıla) % 14,4’ü iken, 1992 yılında % 38’ine yaklaşmıştı. Şimdi bu oran % 50’leri bulmuş durumda. Yani bağımlı ülkeler, bütçelerinin % 50’sine yakın bir kısmını borç ödemeye ayırmak zorunda.
Emperyalist tefeci devletler ve uluslararası mali sermaye, gelişmekte olan veya geri kalmış ülkelerle kredi ilişkilerini IMF, Dünya Bankası, Bretton Wodds, Moddy’s ve Standart and Poor gibi kredi ve kredi derecelendirme kuruluşları aracılığıyla yürütüyor. IMF’nin şu anda dünyada 100 civarında ülke ile alacak-borç ilişkisi bulunuyor. Ve bu güne kadar IMF ve Dünya Bankası ile ilişkiye giren, ekonomisini IMF ve Dünya Bankası’na teslim eden veya müdahalesine izin veren ülkelerde ekonomisi iyiye giden olmazken, bunlardan 40 civarındakilerin durumu son derece kötüye gitti. Diğerleri de adım adım aynı yolu izliyor.
Uluslararası mali sermayeye kolunu kaptıran ülkelerin yeni anlaşmalar yapabilmeleri, yeni kredi bulmaları her seferinde bir öncekinden ağırlaşan şartlara bağlı. IMF kredileri bu ülkelere “yapısal uyum” sağlamak için veriliyordu! Kredi peşinde dolaşan ve buna mahkûm hükümetlerin en önce “yapısal uyum reformlarını” kabul etmeleri şarttı. Elbette sadece kabul etmek yeterli değildi. Krediler, kabul edilen koşulların belli bir zaman dilimi içerisinde yerine getirilmesi şartıyla veriliyordu. Aksi takdirde ödemeler durduruluyor, söz konusu ülke, IMF, Dünya Bankası ve kredi derecelendirme kuruluşları tarafından kara listeye alınıyordu.
IMF kredi anlaşmaları esas olarak şu şartlara bağlıydı:
— Para ve meta hareketinin ve yabancı sermayenin önündeki tüm engeller kaldırılacak. Yabancı sermayeye her türlü güvence verilecek.
— Vergi reformu gerçekleştirilerek, uluslararası sermayeye ayrıcalıklar sağlanacak. Vergi indirimleri uygulanacak, hatta yabancı sermaye giderek vergi dışı bırakılacak. Bağımlı ülkelerde çoğalan serbest bölgeler ülkenin her tarafına yayılacak, sonuçta bu ülkelerin tamamı serbest bölgeler haline gelecek.
— Özelleştirmeler yoluyla kârlı kamu işletmeleri özel sermayeye devredilecek. Kârlı olmayanlar kapatılacak.
— Eğitim ve sağlıkta devlet desteği kaldırılacak. Her hizmetin bir bedeli olacak.
— Kamu açıklarını kapatmak için, kamuda çalışanların sayısı azaltılarak, tenkisata gidilecek.
— İşçi ücretleri düşürülecek.
— Tarım alanında “yapısal uyum programlarına” uygun davranılacak. Destekleme alımları, sübvansiyonlar kaldırılacak. Tarım ilaçlarına, mazota, gübreye zam yapılacak, bunların fiyatları dünya fiyatları ile uyumlu hale getirilecek.
— Sabit kur politikası izlenecek.
— Hükümetler işçi hareketlerini ve muhalifleri sıkı kontrol altında tutup gelişmelerine izin vermeyecekler.
IMF ve Dünya Bankası’nın koşulları hemen hemen her yerde aynıydı. Daha önce belirttiğimiz gibi, aralarındaki işbölümü gereği IMF işin maliye tarafıyla, Dünya Bankası ise, sağlık, milli eğitim, tarım-hayvancılık, bayındırlık, sanayi, çevre vb. bakanlılarla ilgileniyordu. IMF anlaşma gereği her dört ayda bir ekonomiyi denetliyordu. Bu arada maliye bakanları raporlarını doğrudan IMF’ye veriyorlardı.
Böylece IMF, Dünya Bankası ve kredi kuruluşları devletin her türlü ekonomik ve sosyal faaliyetlerini incelemeye yetkili olarak, ülkenin ekonomik durumunu a’sından z’sine kadar öğreniyorlardı. Ülkenin gelirleri, bu gelirlerin hangi alanlardan olduğu, giderler ve bunların ne şekilde nereye olacağı, yatırım planları, ihale zamanları ve koşulları, krediler, teşvikler, ihracatın durumu ve hangi ülkelere yapıldığı, ithalatın hangi ülkelerden yapıldığı, diğer devletlerle ilişkiler, işçi ücretleri, tarımın durumu, ürün rekolteleri, bankaların durumu, mevduat hacmi, döviz rezervlerinin miktarı vb. her şeyi ama her şeyi öğreniyorlardı. -Hal böyleyken İçişleri Bakanının ‘nüfuz casusu’ aramasının ne kadar yanıltıcı ve komik bir şey olduğu daha iyi anlaşılıyor.- Bu durumda her şeyi bilen ve kontrol altında tutan bir tefeci kuruluş olarak IMF, kredi gelişini azaltıp çoğaltabilir, kredi ertelemelerinde her türlü baskı ve şantajı yaparak daha ağır koşullar ileri sürebilir. Yeni borçlardan mahrum bırakabilir veya borçların hemen ödenmesini isteyebilir. Kısaca ülkeyi emperyalist haydutlar adına haraca kesebilir. Ve bu güne kadar IMF ve Dünya Bankasının uygulamaları aynen böyle olmuştur.
Emperyalist tefeci kuruluşlar isteklerini artık yalnızca kredi anlaşmaları söz konusu olduğunda dayatmıyorlar. “Yapısal uyum programları” ile yerine getirilmesini istediği şartlar yerleşik bir düzen ve süreklilik kazandı. Örneğin, ticaretin liberalizasyonu, yabancı yatırımın önündeki engellerin kaldırılması, WTO anlaşmasının maddeleri günlük bir kural haline geldi. MAI, MIGA gibi anlaşmalarla iç hukuklar devreden çıkartılarak, yabancı sermayeye, bağımlı ülkenin aleyhine, tefeci devletlerin lehine ayrıcalıklar ve güvence sağlandı.
Denetimi eline geçiren IMF ve Dünya Bankası, her türlü harcamalar için üst sınır getirir ve hedef açıklar. Bu hedefe ulaşıldığında hedef daha da küçültülür. Yeni altyapı, hastane vb. izin vermez. Yeni yatırımları engeller. Çünkü bu tefeci kuruluşlara göre devlet bu alanlardan çekilmeli, bu işi özel sektöre bırakmalıdır. Her şeyin bir parasal karşılığı olmalı, herkes aldığı hizmetin karşılığını ödemelidir, illa da sağlık alanına yatırım gerekiyorsa, devlet teşvikleri hazırlar, parayı verir, bunu özel sektör yapar. Sonuçta bu alana yönelik yatırımlar giderek küçülür, bu tip yatırımlara izin verilmez. Hangi türden yatırımlara kaynak sağlanacağı, bu tefeci kuruluşlar tarafından belirlenir.
Anlaşmalarla, kamu yatırım programları çerçevesinde tüm proje kredileri, kamu projelerinin yürütülmesini uluslararası tekellere açar. Yeni altyapı projeleri için açılan şartlı krediler sayesinde, alınan kredilerin büyük bölümü yine dışarıya gider. Üstelik üretken alanlara ve sosyal harcamalara yönelik kamu projeleri “istikrar”, “tasarruf”, “bütçe açıklarını kapamak” adına kesilirken, üretken olmayan alanlara dönük müteahhitlik hizmetleri şartlı kredilerin sonucu en yüksek fiyata yaptırılır. Böylece dış borçlar sürekli artar.
Tarımda destek alımları, sübvansiyonlar kaldırılır. Üretim girdileri, ilaç, gübre, mazot, benzin fiyatları yüksek tutulur. Tarıma yönelik düşük faizli krediler kaldırılır, normal piyasa koşullarında faiz uygulamasına geçilir. Belli ürünler için kota uygulaması başlatılır. Böylece, tarım ürünleri fiyatlarının dünya fiyatları ile eşitlenerek rekabet şansı ortadan kaldırılır. İleri ülkeler bu yolla düşük fiyatlı tarım ürünlerinin rekabete yol açmasının önünü keserler.
Bağımlı ülkelere tarım destekleme alımlarını kaldırtan, sübvansiyonları engelleyen tefeci devletler, özellikle son yıllarda kendi ülkelerindeki tarıma büyük sübvansiyonlar ve destekleme alımları uygulamaktadırlar. Bu yüzden, düne kadar tarım ürünü ithal eden bu gelişmiş emperyalist ülkeler, son yıllarda bağımlı ülkelere tarım ve et ithalatına başlamışlardı.
Bağımlı ülkelerin gümrük duvarları yıkılarak, tahrip edilen ulusal sanayinin rekabet şansı ortadan kaldırılır. Önemli sanayi sektörleri, uluslararası sermayenin bir parçası haline getirilerek onun için üretime zorlandığında, yabancı tüketim malları iç pazarı doldurur. Daha çok lüks tüketim malları özendirilir. Böylece bir yandan gümrük gelirleri azalırken, aşırı ithalat nedeniyle dış ticaret açığı aleyhte olarak büyür.
Özelleştirme, kredi görüşmelerinde her zaman önemli bir yer tutar. En kârlı ve ulusal sanayi açısından en önemli ve stratejik sektörler yağma edilir. Özelleştirme gelirleri ile kamu açıklarının kapatılacağı iddia edilse de, uygulama daima bunun tersi olur. Özelleştirmeler sonrası, devletin kasasına para girmez, ama çıkar. Daha da önemlisi devlete kâr sağlayan, en çok vergiyi ödeyen kurumlar elden çıkartılmış, süreklilik arz fiden gelirler düşmüştür.
Eğitim, sağlık gibi sosyal alanlardan devlet desteğinin sona ermesini telkin eden Dünya Bankası, bu alana dönük yardımların sivil kuruluşlar eliyle yürütülmesini savunur. Bütçelerdeki sosyal harcamaların kısıtlanmasını şart koşan Dünya Bankası’nın bir kişiye yeterli olacağını varsaydığı paranın yıllık miktarı sadece 8 dolardır (Türk parası karşılığı beş milyon lira civarı). Oysa ülkemizde doktor muayene bedeli 20–30 milyon civarında. Demek ki Dünya Bankası’nın kişi başına bir yıl boyunca yeter dediği devletin ayırması gereken para ile bırakın bir yıl boyunca sağlık hizmetlerinden yararlanmak, ilaç, tetkik, hastane masraflarının karşılanması, bir tek kez bile doktora gidilemez.
Peki, tefeci devletler ve onların bir kuruluşu olarak IMF, Dünya Bankası ve diğer kredi kuruluşları niçin böyle davranmaktadır? Bağımlı ülkelere karşı duydukları kişisel nefretten, onların kötü duruma düşmesinden, milyarlarca insanın daha fazla yoksullaşmasından duydukları büyük hazdan, içlerindeki sadist duygulardan ötürü mü? Elbette ki hayır! Emperyalist kapitalizm bunu içindeki hain duygularından ötürü değil, kapitalizmin ulaştığı tekelci aşamanın bir sonucu, aşırı kâr hedefine ulaşmak için yapmaktadır. Bağımlı ülkeler daha fazla bağımlı hale getirilmeli, ulusal sanayi ve tarım çökertilerek iç pazarla ilişkisi kesilmeli, emperyalistlerle rekabet şansı ortadan kaldırılmalı, yabancı sermayeye daha geniş ve engelsiz pazarlar yaratılmalıdır.

IMF VE DÜNYA BANKASI’NIN UYGULAMALARINDAN ÖRNEKLER
Tekellerin ve sermaye fazlasının ulaştığı boyut, pazar kavgası, rekabet, emperyalistleri, maliyetlerin ve emek gücü fiyatının ucuz olduğu ülkelere yöneltiyor. IMF, Dünya Bankası, Bretton Woods gibi kuruluşlar, MAI-MIGA anlaşmaları, WTO, AB, NAFTA, OECD vb. örgütlenmeler sermaye hareketlerinin önündeki engelleri süpürüyor.
ABD, arka bahçesi olarak gördüğü Latin Amerika’yı kelimenin tam anlamıyla haraca bağlıyor. NAFTA çerçevesinde ABD ve Kanada pek çok üretim birimini kapatıp Meksika’ya taşıyor veya üretimlerini fason olarak oralara yaptırıyor. Çünkü Meksika’da emek gücü maliyeti ABD’ye göre % 80 daha ucuz. NAFTA bölgede tam olarak ABD hegemonyasını sağlarken, Meksika’nın denetimi ABD’nin eline geçmiş bulunuyor. Pek çok önemli Meksika şirketi ABD’li tekellerin yönetimine geçti veya onlar adına ve onların oyuncağı durumunda üretime mahkûm edildi. Küçük ve orta ölçekli işletmeler rekabete dayanamayarak iflas ediyor. Üretim belli merkezlerde yoğunlaşıyor, ama Meksika ekonomisinde bir iyileşme görülmüyor. Meksika halkı her geçen gün yoksulluğun batağına daha fazla itiliyor. Artan borçlarını ödeyemez duruma geliyor ve ekonomik bunalımlar altında kıvranıyor.

PERU
1970’li yıllardan başlayarak IMF ile anlaşmalar imzalayan ve bu anlaşmaları yürürlüğe sokmak için CIA destekli askeri darbelerle kendine yol arayan Peru’da 1990 yılında imzalanan yeni anlaşmalar başkan Alberto Fujimori eliyle yürürlüğe kondu. “Şok önlemler” adıyla yürürlüğe konan bu anlaşma çerçevesinde ülkedeki tüketim maddeleri iğneden ipliğe zamlanırken, reel ücretler büyük ölçüde geriliyordu. Halkın alım gücü inanılmaz seviyelere inmişti. Bir ayda gıda maddeleri % 446 oranında zamlandı. Halk beslenemiyor, en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamıyordu. Sonunda kolera salgını patlak verdi. Resmi rakamlar iki bin insanın yaşamını yitirdiğini belirtiyordu. Ki resmi rakamların gerçeğin yalnızca çok küçük bir bölümünü dile getirdiğinden, ölümlerin bu sayının kat be kat üstünde olduğundan az çok tarafsız herkes emindi. Yapılan küçük çaplı bir araştırma sonucu görüldü ki, salgının nedeni, kötü ve yetersiz beslenme, tüp-gaz fiyatlarına yapılan 30 kat artış karşısında halkın sularını kaynatamaz, yemek pişiremez, temizlik yapamaz duruma gelmeseydi. Koleranın yanı sıra tüberküloz, sıtma, humma ve şark çıbanı yeniden canlanmıştı.
Temel tüketim maddelerine bu büyüklükte zamlar yapılırken, aylık ücretler 45–70 dolar arasındaydı ve reel anlamda sürekli geriliyordu.
Peru’da halk açlıktan, hastalıktan kırılır her dört çocuktan biri beş yaşına gelmeden ölürken, uluslararası tefeci kuruluşlar, Başkan Fujimori’yi başarılı ve kararlı ekonomik politikaları için kutluyorlar, övüyorlardı.
Uygulanan ekonomik politikalar karşılığı uluslararası kredi kuruluşları Peru ile yeni krediler için görüşmeye razı oldular. Öncelikli şartları eski borçların ödenmeye başlamasıydı. Böylece yeni krediler açıldı. Ancak bu paranın bir kuruşu bile Peru kasasına girmeden eski borçlar karşılığı geri alındı. Ama olsun, Peru kararlılığını göstermiş, iyi niyetini sergilemiş, emperyalist haydutların gözünde güvenilir olmaya başlamıştı! Böylece Peru’nun dış borcu 60 milyon dolardan, 1991 yılında 150 milyon dolara çıktı. Başkan Fujimori ve bir avuç işbirlikçi ise küplerini dolduruyorlardı.
Bu arada ülkede halkın hoşnutsuzluğu büyüyor, yönetime karşı büyük bir muhalefet gelişiyordu. ABD, “halkın sesine kulak vererek” Peru’da demokratikleşme istediğini ilan etti! Fujimori, orduyla görüştü. IMF programlarının eksiksiz uygulanması için tüm ülkede sıkıyönetim ilan edildi. Aynı zamanda parlamenter demokrasi güldürüsü de sahneye konuldu. Ve yine aynı anda infaz mangaları oluşturuldu. CIA tarafından organize edilen “Comondo Rodrigo Franco” adlı ölüm timleri ölüm kusuyor, halk, işçiler, gençlik, öğrenci önderleri, sendika liderleri, Türkiye insanının yakından tanıdığı yöntemlerle, sokak ortasında, ev baskınlarında veya kaçırılarak katlediliyorlardı. ABD’nin demokrasi isteği yerine getiriliyordu!
IMF programı ve Dünya Bankası’nın “yapısal uyum” programları çerçevesinde küçük üretici tamamen yıkıma uğratıldı. Tarım girdilerine, ilaç, tohum, gübre, mazot, benzine yüksek oranlı zamlar yapıldı. Toprak yasası çıkartılarak 10 hektardan küçük üreticilere tarım kredileri kesildi. Bunlar tarlalarını yok pahasına satmak zorunda kaldılar. Ürün fiyatları maliyetlerin altında tespit edildi. Böylece küçük üreticilerden sonra, orta köylülük de yıkıma uğratıldı.
1990 kararları ile birlikte uyuşturucu ticareti büyük bir artış gösterdi. Tarımsal çöküntünün ardından hububat, mısır vb. tarımsal ürünlerin yerini kokain hammaddesi olan koka yaprağı aldı.
Tüm bunlar yaşanırken, dünyanın gözü önünde büyük bir komedi sahneleniyordu.
Oyunun baş aktörleri ABD ve Peru yönetimleri idi; ABD yönetimi, Peru yönetimine uyuşturucu ticaretini engellemesi için baskı yapıyordu! 1991 yılında ABD ile Peru arasında uyuşturucu ticareti ile mücadele anlaşması imzalandı ve ABD yardımı bu şarta bağlandı.
Ancak tesadüfe bakın ki (!) bu anlaşmadan sonra Peru’da uyuşturucu imali ve ticareti büyük ölçüde büyüdü! Çünkü kâğıt üzerindeki anlaşmaların tersine köylülüğe koka yaprağından başka bir şey ekme şansı tanınmıyordu. 1974’de 16 bin dönüm olan koka yaprağı üretim alanı 1991’de 90 bin dönüme, 1974’de 12 bin ton olan koka üretimi 1991’de 85 bin tona çıktı. Ve Peru, sonradan belgelerle ortaya konulduğu gibi CIA’nın eroin ticaretini örgütlediği merkezlerden biri haline gelmişti.
Durumdan IMF ve Dünya Bankası memnundu, uyuşturucudan gelen paralarla Peru, borç faizlerini ödüyordu. Halk işsizmiş, köylülük yıkıma uğramış, sanayi tahrip edilmiş, çocuklar beş yaşına gelmeden ölüyormuş, salgın hastalıklar kol geziyormuş, bunlar tefeci haydutları ilgilendirmezdi. Önemli olan kendi programlarının yürümesi, bir ülkenin gelirlerine el konulması, borçların geri dönüşünün sağlanması idi. Bunlar oluyorsa işler iyiydi. Sonuçta Peru ekonomisi tam bir çöküşün içine yuvarlandı.
Aynı olaylar, Bolivya’da da yaşanıyordu.

AŞAĞI SAHRA AFRİKASI
Bir aşağı Sahra Afrika ülkesi olan Somali, 1970’lere kadar geri bir tarım ve hayvancılık ülkesiydi. Ama yine de ürettikleri kendine yetiyordu. Bu tarihten sonra IMF ile kredi anlaşmalarına girişti. 1980’lerde IMF müdahalesi Somali’nin çöküşünü hızlandırdı. IMF ile yapılan anlaşma gereği “yapısal uyum” programı yürürlüğe konuldu. Ve kendine yeter durumda olan Somali tarımı, ihtiyacı karşılamaz oldu. Tarım tahrip edildi. IMF dayatmaları sonucu gerçekleştirilen devalüasyonlar, yakıt, gübre, zirai ilaçlara yapılan sürekli zamlar tarımda girdileri arttırdı. IMF reçeteleri doğrultusunda kuyular ve otlaklar özelleştirildi. En verimli ve geniş topraklar zengin tüccarlar ve subaylar tarafından ele geçirildi.
Hayvancılık, Dünya Bankası’nın baskıları ile köreltildi. Yine yapısal uyum programları gereği ve Dünya Bankası’nın dayatmasıyla veterinerlik hizmetleri paralı hale getirildi. Veteriner ilaçları için özel bir pazar oluşması teşvik edildi. Su ticarileştirildi. Ülkenin temel gelirini oluşturan hayvan ihracatı, salgın hastalık gerekçesiyle Avrupa Birliği ve ABD tarafından engellendi. Böylelikle 10 yıl içersinde Somali’de tarıma ve hayvancılığa yapılan yatırımlar % 85 oranında düşürüldü.
“Yapısal uyum programları” gereği, kamu harcamalarını kısma adı altında sağlık ve eğitimde devlet yatırımları kaldırıldı. 1989’a gelindiğinde sağlık harcamaları 1975 yılına göre % 78 oranında azaltılmıştı. Eğitimde bir ilkokul çocuğu başına yıllık harcama 1982’de 82 dolar iken, bundan sadece 7 yıl sonra 1989’da 4 dolara düşmüştü. Sonuçta Somali’de eğitim ve sağlık sistemi harap oldu, okul ve hastanelerin bir kısmı kapanırken, var olanların büyük bölümü hizmet veremez duruma geldi.
Dünya Bankası tahminlerine göre gerçek ücretler 1989’da 1970’e göre % 90 oranında azalmıştı. Kamu sektöründe ortalama ücret ayda 3 (üç) dolara düşmüştü.
Dünyanın IMF ile iş yapan pek çok ülkesinde olduğu gibi Afrika’nın da pek çok ülkesi Somali ile aynı kaderi paylaşıyor.
Geçimini esas olarak hayvancılıkla sağlayan Zimbabve, Afrika’nın ekmek sepeti olarak görülürdü. 1992’deki büyük kuraklık üretimi etkiledi. Fakat asıl ilginci, kuraklık doruk noktasındayken uluslararası sigara tekellerinin isteğiyle ve modern su kanalları, kredi, ulaştırma ile desteklenen tütün üretimi arttı. Yani halk kıtlık içinde kıvanır, bebekler gıdasızlıktan can verirken, tütün üretimi artırıldı.
Yine bir başka Afrika ülkesi ve bir zamanlar gıda ihracatçısı olan Malawi’de Dünya Bankası programları gereğince mısır üretimi 1992’de % 40 oranında azalırken, sigara tekellerinin isteği doğrulusunda, Bretton Woods kuruluşları nezaretinde yürütülen tarıma yönelik “sektörel uyum” modeli çerçevesinde tütün üretimi ikiye katlandı. En verimli araziler tütün ekimine ayrıldı.
1980’li yıllar boyunca tarıma müdahale edilerek tarım çökertildi. Su paralı hale getirildi. Küçük üretici yok edildi. Tütünden gelen para ise, sürekli artan borç ödemelerine verildi. Ancak emperyalist propagandaya göre Afrika’daki açlığın nedeni bunlar değil, kötü iklim koşullarıydı!
Bir başka Afrika ülkesi Ruanda, dünya kahve üretiminin merkezlerinden biriydi. Buradaki etnik ayrılıklar, böl-yönet politikalarının gereği olarak emperyalistler tarafından sürekli gündemde tutuluyordu.
Kahve satışları Ruanda’nın döviz gelirlerinin % 80’ini oluşturuyordu. 1980’lerde Ruanda ekonomisi Aşağı Sahra Afrika’sının en iyi ekonomilerinden biriydi ve o yıla kadar GSMH’si % 4,9 oranında artıyordu. Yıllık enflasyon % 4 civarındaydı ve bölgenin en düşük enflasyonuydu. Köylülerin % 70’i kahve ekiyordu, ama diğer tarımsal ürünler de yetiştiriliyordu.
Dünya kahve kartelinin dayatması, kahve tekellerinin oyunları sonucu gelirler birden düştü. GSMH eksiye geçti. Borç ödemelerinde sıkıntılar baş gösterdi.
1988 Kasımında IMF heyeti “ekonomiyi ve kamu harcamalarını incelemek” üzere Ruanda’ya gitti! İnceleme sonucu devlet işletmelerinin özelleştirilmesi, kamuda çalışan işçilerin ve emekçilerin işten atılması kararı çıktı. Ruanda parası % 50 oranında devalüe edildi. Temel tüketim maddelerine, benzine, mazota zamlar yapıldı.
Dış borçlar sadece 1989–1992 arasındaki üç yıllık sürede % 34 arttı.
Eğitimde, sağlıkta özelleştirmeler başladı, sosyal harcamalarda kısıtlamalara gidildi. Ve sonucunda bulaşıcı hastalıklarda ve sıtmada büyük patlamalar yaşandı.
Yine IMF ve Dünya Bankası’nın dayatması sonucu 300 bin kahve ağacı kökünden söküldü. Dünya kahve fiyatları yükseldi. Ama Ruanda bundan nasibini alamadı, çünkü Bretton Wodds isimli kredi kuruluşuyla yeni kredi alabilmek için yaptığı anlaşma sonucu kahve fiyatını 1988’deki fiyat düzeyinde dondurmuştu.
Ruanda ekonomisi çökertilmişti. Halk öfkesi kabarıyordu. İşte tam bu sırada emperyalizmin böl-yönet taktiği devreye girdi. IMF yeni kredi için yeşil ışık yaktı. Ama verilecek kredi şartlı krediydi ve silah alımında kullanılacaktı. Halk açlık içindeyken Ruanda ordusunun asker sayısı bir gecede 5 binden 40 bine çıkartıldı! Açılan şartlı kredi karşılığı yeni makineli tüfekler, roketler, toplar alındı. Ruanda’nın dış borcu arttı.
Bundan hemen sonra savaş, etnik çatışmalar, katliamlar başladı. Bunlar halen sürüyor.
Aynı olaylar değişik biçimde Afrika’nın birçok yerinde hüküm sürüyor. Bir zamanlar tarımı kendine yeten, dışarıya hayvan ihraç eden Afrika’da, bugün kıtlık kol geziyor. Avrupa’dan ithal edilen gümrüksüz et ve süt ürünleri hayvancılığı öldürüyor. Avrupa’nın Batı Afrika’ya yaptığı et ihracatı 1984’den bu yana yedi kat arttı. Tüm bunlar bir yanda IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla tarım ve hayvancılığı öldürürken, her geçen gün büyüyen dış borçlar ödenemez duruma gelmekte, Afrika’nın büyük bölümü, küreselleşmenin nimetlerinden açlık biçiminde nasiplenmektedir.

HİNDİSTAN
1991 yılında yürürlüğe konulan IMF programı sonucu Hindistan’da kronik açlık baş gösterdi. Hükümet uluslararası mali piyasaların isteğini yerine getirebilmek için 47 ton altını güvenlik teminatı olarak uçakla Bank of England kasalarına emanet etmek zorunda kaldı.
IMF ve Dünya Bankası ile olan anlaşmalar çerçevesinde Hindistan’da hükümet sosyal programları ve altyapı harcamalarını kesti. Tarımda destekleme fiyat uygulaması kaldırıldı. En kârlı kamu işletmeleri özelleştirilerek yabancılara satıldı. Vergi sistemi değişti. Yabancı sermayenin önündeki tüm engeller kaldırıldı. Birçok kamu işletmesi kârlı olmadığı gerekçesiyle kapatıldı. 4 ila 8 milyon arasında kamu işçisi işten atıldı. İş yasaları değiştirilerek kuralsızlaştırıldı. Yabancı bir ayakkabı imalatçısı olan Bota, sendikalı fabrika işçisine günlük 3 dolar ödüyor. Ancak bu para çok geliyor. İş yasalarında yapılacak yeni değişikliklerle bunun 1 dolara düşürülmesi hedefleniyor.
Hindistan’da 900 milyonluk nüfusun 400 milyonu tarım alanında. IMF anlaşmalarının temel koşullarından biri olan tarıma desteğin çekilmesi, tarım ürünlerine ve gübreye sübvansiyonun kaldırılması, tarımsal ilaç, mazot, benzin vb. sürekli artması sonucu küçük ve orta ölçekli çiftçi iflasa sürüklendi. Milyonlarca tarım işçisi açlığın kollarına itildi. Büyük bir işsizlik baş gösterdi. İnsanlar açlık karşılığı çalıştırılmaya başlandı. 1992’de hükümetin Tamil Nadu’da tarım işçileri için belirlediği asgari ücret günlük 15 rupeydi (0,57 dolar. Yaklaşık 370 bin Türk Lirası civarı). Ancak bu bile uygulanmıyordu. Gerçekte günlük işçi yevmiyesi 3 ile 5 rupe civarındaydı. Ağır işkolu olan inşaat sektöründe günlük ücretler 10–15 rupe, kadınlara 8–10 rupeydi.
IMF programının ardından halkın temel besin kaynaklarından pirincin fiyatı % 50 oranında yükselirken, 17 milyon insanın geçimini sağlayan el tezgâhlarında dokumacıların geliri % 60 düştü. Açlıktan ölümler başladı.
IMF ve Dünya Bankası, işçileri açlık karşılığı çalışmaya zorlar, küçük ve orta ölçekli tarım üreticisini yıkıma sürüklerken, kamu arazilerinin ellerine geçmesi için kastlarla ve toprak ağalarıyla işbirliğine girdi. Köy tefecileri muazzam ölçüde güçlendi.
Uluslararası emperyalist tefeci sermayenin isteği doğrultusunda tarımsal üretim düşerken, fiyatı % 50 yükselen pirinç üretimi arttı ve ihraç ediliyordu. Ve 1940’lardan bu yana ilk kez, Hindistan tarihinde görülmemiş bir açlık yaşandı. Halkın öfkesi hissediliyordu, işte burada bir kez daha emperyalizmin artık klasikleşen oyunu sahneye kondu. Üstelik İngiltere dünyada etnik, mezhepsel, dinsel çatışmalar ile oynamanın, bu yöntemle halkı birbirine kırdırırken sömürüsünü devam ettirmenin en deneyimli usta devletiydi ve Hindistan’ı sömürgesi altında bulundurmuş, buraların özelliklerini avucunun içi gibi biliyordu. Böylece yıllardan beri canlı tutulan iç çatışmalar şiddetlendi. Halen Kaşmir, Pencap ve Assam sorunları bitmiyor, Hindu-Müslüman çatışmaları sürüyor, Pakistan ile ilişkiler her zaman gergin tutuluyor.
Ülke ekonomisinin altı oyulur, tarım çökertilir, açlık ve kıtlık yaşamı çekilmez hale getirir, insanlar birbirine düşürülürken, yolsuzluk ve rüşvet kol geziyor, yağma ve talan artarak devam ediyor, bir avuç rantiye, sömürücü ve yönetici servetlerine servet katıyor.

BANGLADEŞ
1975 yılında Başkan Mujibur Rahman’ın CIA tarafından düzenlenen bir askeri darbe ile devrilmesinin ardından Bangladeş’te yeni ekonomik programlar devreye sokuldu.
ABD yardımları, IMF programlarının tam olarak uygulanması şartına bağlandı.
IMF anlaşmaları sonucu Bangladeş tam anlamıyla IMF ve Dünya Bankası denetimine girerken, IMF ve Dünya Bankası’nın bilinen politikaları yürürlüğe kondu. Tarımda destekleme alımları, sübvansiyon kaldırıldı, tarım girdilerine ve temel tüketim maddelerine büyük oranlı zamlar yapıldı. Küçük ve orta çiftçilik yerle bir oldu.
Bangladeş’in en önemli gelir kaynağı Hint keneviriydi. IMF bu sanayinin üçte birinin kapatılmasını, 35 bin işçinin işten atılmasını istedi. Aksi takdirde kredi muslukları kapanacaktı.
Tarımda yıkım sonucu büyük bir işgücü fazlası oluştu. IMF’ye göre Bangladeş’in en büyük avantajı buydu! Elbette zenginler bu işgücü fazlasını kendileri için büyük bir avantaj olarak kullanıyorlardı. Bir tekstil işçisinin ortalama aylık ücreti 20 dolar civarındaydı.
Dünya Bankası’nın “bütçe ve kamu açıklarını kapatma” adı altında klasik uygulamaları sonucu Bangladeş’te sağlık ve eğitim harcamaları büyük oranda kısıldı. Dünya Bankası’nın dayatması sonucu sağlık için bütçeden kişi başına ayrılan para yıllık 1,5 dolara düşürüldü (900 bin TL). Buna karşılık Dünya Bankası; Bangladeş’te sosyal harcamaların hâlâ çok yüksek olduğunu söylüyordu!
Sonuçta hastalıklar arttı. Yalnız tahıl ile beslenme nedeniyle A vitamini eksikliği yüzünden on binlerce çocuk kör oldu.

RUSYA
Soğuk savaştan sonra, ABD ve diğer emperyalistlerin öncelikli hedefi Rusya idi. Sosyalizm yıkılmış, ancak geriye güçlü bir altyapı, sanayi, teknoloji, bilimsel birikim, eğitimli insan malzemesi kalmıştı. Bu durum Rusya’nın ileride yeniden toparlanıp bir süper güç olarak dünya pazarlarına el atması, güçlü ve büyük bir devlet olarak pazar savaşımında boy göstermesi tehlikesini ortaya koyuyordu. Üstelik yıllar boyunca bir bloğun başı olarak Doğu Avrupa ülkeleriyle ciddi bağlara, dünyanın pek çok ülke ve bölgesinde etkiye sahipti. Öyleyse hedef, bu tehlikeyi bertaraf etmek, Rusya’yı toparlanmaya fırsat vermeden güçsüz düşürmekti. Bunun birkaç yolu vardı; Rusya Federasyonu’nu dağıtmak. Bağlı ülkeleri Rusya’dan kopartmak, sözüm ona bağımsızlıklarını ilan ettirmek, yani ABD’nin nüfuz alanına girmelerini sağlamak gibi.
Bu amaç doğrultusunda iç karışıklıklar çıkartmak, bölgeyi sürekli gergin, karışık ve savaş halinde tutmak, etnik, ırkçı kavgaları kışkırtmak faaliyetlerinden bazıları idi. Bu konuda en büyük görev Türkiye’ye verilmişti.
Diğer yandan da sanayinin altını oymak, enerji kaynaklarını ele geçirmek, tarımı çökertmek ve sonuç olarak ekonomiyi tahrip ederek dışa açık ve mahkûm hale getirmek hedeflerin diğer ucuydu.
Rusya, nükleer yatırım ve gelişmişliği, yeraltı kaynakları ve enerji alanındaki zengin kaynakları ile iştah kabartıyordu. Gerçi enerji alanına ABD’li ve İngiliz petrol şirketleri daha önceden girmiş, petrol alanları üzerinde etkinlik kazanmışlardı, ama enerji kaynaklarının ele geçirilmesi, üzerlerinde tam bir hakimiyet kurulması, önümüzdeki dönem bölgeye kimin hâkim olacağını belirleyecek önemli bir etmendi.
Biz konumuz açısından, emperyalist hegemonya planlarını, emperyalistler-arası işbirliği ve dalaşmaları bir kenara bırakarak, Rusya’nın ekonomik yaşamına, emperyalist tefeci devlet ve kuruluşlarla ilişkilerine, IMF, Dünya Bankası ile anlaşmalarına dönelim.
Emperyalistler açısından hedef saptanmıştı; ulusal ekonomi çökertilecek, bilim, teknoloji alanları ve yatırımları ele geçirilecek, sanayi dinamitlenecek, tarım tahrip edilecekti. Öyle bir darbe indirilmeliydi ki, hasta bir daha normal hayata dönememeli, bitkisel hayatta, başkalarına mecbur halde kalmalıydı.
Rusya’da IMF ve Dünya Bankası’nın telkinleriyle “ekonomik reform” programı uygulamaya konuldu. Ve daha reformların ilk ayında sanayi üretimi % 27 azaldı. 1992 yılına gelindiğinde bu rakam % 50’ye düşmüştü.
IMF, Yeltsin’in başında bulunduğu Rusya’ya Sahra Afrika’sı muamelesi yapıyordu. Burada uygulamaya koyduğu programların aynısını Rusya’da uygulamaya koydu. ” Demokrasi”, “küreselleşmeye ayak uydurma”, “Yeni Dünya Düzeninin dışında kalmama” vb. propagandalarla uygulamaya konulan “ekonomik istikrar paketi” sonucu tüketici fiyatları bir yıl içersinde yüz kattan fazla arttı.
Ekmeğin fiyatı bir yıl içinde 18 köpekten 2 rubleye çıktı. Ülke içinde üretilen televizyonun fiyatı 800 rubleden 85 bin rubleye yükseldi.
Halk bir avuç zengin, işbirlikçi, yönetici ve mafya dışında açlık ve yoksulluğun pençesine itiliyordu. Geçmişi sosyalizmin başarıları ile dolu, eğitimden sağlığa, sosyal hizmetlerin ücretsiz olduğu, dünyanın en gelişmiş altyapısına sahip, halkın yarınlardan hiçbir endişe duymadığı, sosyalizm bayrağı altında barış ve kardeşlik içinde yaşayan koca bir ülke, kapitalizmin restorasyonu ile başlayan sürecin sonucunda bir köpeğe muhtaç hale düşürülmüştü. “Demokrasi geliyor” yalanları altında açlık, yoksulluk çekiliyor, enerji kaynakları bakımından dünyanın en zengin ülkesinde doğalgaz dışarıya aktarılırken konutlarda ısınma sorunu ile karşı karşıya kalınıyor, yıllardan sonra ilk kez soğuktan donarak ölme olayları yaşanıyordu.
Ancak IMF, ekonomik istikrar programının sertleştirilerek sürdürülmesini istiyordu. Çünkü IMF’ye göre, “halkta likidite fazlası” vardı ve bunun emilmesi gerekiyordu! Oysa bütün dünya, basın kanalıyla halkın nasıl yoksulluk içinde kıvrandığını görüyordu. IMF’nin demek istediği şuydu; ücretler daha fazla düşürülmeli, tüketim maddelerine daha fazla zam yapılmalı.
Yoksulluk ve açlık öyle noktaya ulaşmıştı ki, yaşlı Ruslar durumu şu çarpıcı sözlerle özetliyordu; “2. Dünya Savaşı yıllarında bile daha çok yiyecek bulabiliyorduk!”
Ortalama maaşlar 10 dolara karşılık geliyordu. Oysa bir palto 60 dolardı!
IMF ve Dünya Bankası bilinen nakaratları tekrarlamaya başladı; okullar, hastaneler, anaokullarından devlet desteği çekilmeli, buraları kendi kendini finanse eder duruma gelmeliydi. Yani özelleştirilmeliydi. Aynı şeyler sanat kurumları için de geçerliydi. Uygulama sonucu eğitim, sağlık ve sanat iflasa sürüklendi. Tüm bunlar küreselleşmeliydi. Küreselleşme ise uygarlıktı! Ve o uygarlık eğitimi engelliyor, hastane kapatıyor, en köklü sanat kurumlarının kapısına kilit vuruyor, sanatçıyı sokağa, çöplüğe atıyordu. İşte küreselleşme buydu; insanlığın en büyük zaferi ve son mucizesiydi!
“Yapısal uyum programları” gereği özelleştirmeler yürürlüğe girdi. En büyük devlet işletmeleri, en gelişmiş devlet çiftlikleri yağmalandı. Enerjide korkunç bir soygun başladı. Yabancı petrol tekellerince 17 dolar karşılığı alınan petrol, uluslararası piyasada 150 dolara satılıyordu. 1993 yılında Rusya’daki bankaların yarısı artık mafyanın elindeydi.
Ayda 1 milyar civarında olduğu tahmin edilen para yurt dışına kaçırılıyordu.
Buna karşın iç pazarı ithal lüks malları kaplamıştı. Yağmadan elde edilen ganimet ithal lüks tüketim mallarına harcanıyordu. Mercedes, BMW araçlarına ilgi büyüktü. ABD’den ithal edilen özel ambalajlı bir şişe kaliteli içki 345 dolara, yani bir Rus işçisinin 4 yıllık gelirine alıcı bulabiliyordu.
IMF, Dünya Bankası ve uluslararası tefeci kredi kuruluşları ile imzalanan anlaşmalar doğrultusunda özelleştirmelere hız verildi, inanılmaz bir yağma yaşanıyordu. En büyük sanayi tesisleri satışa çıkartıldı. Satış rakamları öylesine komikti ki; örneğin komple bir füze tesisi 1 milyon dolara satılmıştı. (GS’li Hakan Şükür’ün satış bedelinin 17 milyon dolar olduğunu hatırlayınız!)
Satışlar yalnızca fabrikalarla sınırlı değildi. Topluma ait ne varsa satılıyordu. Moskova Belediyesi, şehir merkezindeki apartman dairelerini satışa çıkartmıştı.
Kısa zaman içersinde pek çok alan emperyalist tekellerin denetimine girdi. Ancak yabancı sermaye yine de temkinliydi. Kontrollü girişi tercih ediyorlardı. Çünkü kendileri açısından Rusya hâlâ geleceği belirsiz ve riskliydi.
1992’nin sonlarına gelindiğinde IMF, ekonomik istikrar için sanayi işletmelerinin % 40’ının kapatılması gerektiğini söyledi. Ancak bu karar Rus parlamentosunda muhalefetle karşılaştı. Öneri tam olarak uygulanmadı.
Bunun üzerine IMF, Rusya parlamentosunun engellemesi yüzünden ekonomik istikrar programının tam olarak uygulanamadığını söyleyip 3 milyar dolarlık ikinci dilim kredinin verilmeyeceğini açıkladı. Yüreği demokrasi aşkıyla dolu olan Clinton da, yardımın “demokratik reformların başarılmasına bağlı” olduğunu ilan etti!
İşte bu açıklamaların hemen ardından o meşhur saldırı; Beyaz Eve topçu saldırısı gerçekleştirildi. Saldırının amacı açıktı; IMF programının tam olarak işlemesini engelleyen, ulusal sanayinin gelişmesinden yana olan muhaliflerin korkutulup kaçırtılması…
Saldırının ardından Yeltsin, meclisi feshettiğini açıkladı. Sonradan belgelerle açığa çıktı ki, Yeltsin bu kararı ABD ve G7 ülkeleriyle birlikte almıştı. Daha topçu saldırısından bir gün önce ABD ve G7 ülkeleri ertesi gün parlamentoya saldırı olacağını Moskova’daki elçiliklerine bildirmişlerdi.
Saldırıyı IMF kararlarının tam olarak uygulanacağını bildiren Yeltsin imzalı bir dizi kararname izledi. Faiz oranları yükseltildi, özelleştirmeler hızlandı. İç piyasaya yönelik krediler azaltıldı.
Kararlar etkisini çok kısa bir zaman içinde gösterdi. Ekmek fiyatları bir gece içinde dört misli arttı. Tarımda sübvansiyonlar kaldırıldı. Tarım desteklemesine ayrılan para dış borç ödemelerine aktarıldı.
Özelleştirmelerin sanayi üzerinde yıkıcı bir etkisi oldu. Sanayi işletmelerinin % 50’sinden fazlası 1993’de iflasa sürüklendi. İşçiler ücretlerini düzenli alamıyor, açlık, yoksulluk ve sefalet sınır tanımıyordu. Halk yoksulluk içinde kıvranır, en değerli sanayi işletmeleri kapatılır, tarıma büyük darbeler indirilir, halklar arasında düşmanlık tohumları serpilirken, emperyalist tekeller ülkeyi yağmalıyor, bir avuç işbirlikçi zengin, yönetici, mafya, milyar dolarları istifliyor, yurt dışına kaçırıyordu.

MALİ SERMAYE EGEMENLİĞİ KAÇINILMAZ DEĞİLDİR
Küreselleşmenin yeni bir umut, insanlığın tümü için paha biçilmez bir fırsat, uygarlığın dünyanın en ücra köşesine taşınmasının yegâne yolu vb. olduğu biçimindeki sözler, üstü cilalı sloganların kapitalizmin tükenmişliğini, asalaklığını, gözlerden saklayıp, yeni bir umut yaratma, kitleleri beklentiye sokma peşinde olanların adice propagandasından başka bir şey olmadığı meydandadır. Yaşanan gerçekler hiçbir biçimde üstü örtülemeyecek kadar korkunçtur. Ve mali sermaye egemenliğinin eriştiği düzeyi, tefeci devletlerin ağına düşenlerin ne hale geldiklerini acı deneylerle de olsa göstermektedir.
Son süreçte bağımlı ülkelerin borçları artmış, 561 milyar dolardan 2 trilyon dolara ulaşmış, ancak yatırımlar 1980–1995 yılları arasında 4 milyar dolardan sadece 5,5 milyar dolara çıkabilmiş. Bir başka ifadeyle, borçlar % 400 artarken, aynı zaman dilimi içerisinde yatırımlar sadece % 40 artmış. Demek ki alınan krediler, borç faiz ödemelerinde, şartlı krediler sonucu ithalatta, silah alımında vs. kullanılmış. Yeni yatırımlar yapılmadığına, krediler üretken alanlarda kullanılmadığına göre, ülkenin gelirlerine el koyan emperyalistlerin ve yerli ortaklarının kefaretleri işçi sınıfının, emekçi halkın, küçük ve orta ölçekli köylünün sırtına yüklenmiş. Ücretler düşürülmüş, tüketim maddelerine sürekli zamlar yapılmış, taban fiyatları düşük tutulmuş, toplu işten atılmalar yaşanmış, zenginler ve yoksullar arasındaki uçurum kat be kat büyümüş.
Vaziyet öyle ürkütücü noktalara varmış ki, dünyanın en büyük spekülatörlerinden Soroz ve kapitalizmin akıl hocaları Amerika’daki “düşünce üretme merkezleri” think-tang kuruluşları bile, işin aşırı boyutlara ulaştığını, sermayenin fazla düşüncesiz hareket ettiğini, zenginlikle yoksulluk arasındaki uçurumların çok büyüdüğünü, bu gidişin sistem açısından tehlikeler arz ettiğini, yakında toplumsal patlamaların olabileceğini söylemeye başlamışlardır.
Ancak tesadüfe bakın ki (!) küçük burjuva reformistlerinin de ağızlarından aynı yakınmalar duyulmaktadır. Onlar da, küreselleşmenin aslında iyi bir şey olduğunu, teknolojiyi ve bilimi her tarafa taşıyacağını, demokrasi getireceğini, bu açıdan bakıldığında Avrupa Birliği’ne girmenin Türkiye halkı açısından iyi olacağını, Avrupa’nın Türkiye’ye demokrasi ve refah getireceğini, üstü kapalı ve utangaçça da olsa söylemektedirler. Kendi işçi sınıfı ve emekçi halkından umut kesenlerin, kapitalizme içten içe hayranlık duyanların böyle düşünmesinden doğal bir şey yoktur. Onlar da, Amerika’daki kapitalist ideologların ve Saroz’un kaygılarını paylaşmakta, kapitalizmin sömürüyü fazla aşırıya kaçtığını düşünmektedirler; bilim ve teknolojiyi, uygarlığı dünyanın dört bir yanına taşıyan kapitalizm (!) biraz daha adil davranıp gelirlerinden bir kısmını halklarla paylaşabilir, daha adil ve yaşanabilir bir dünya kurabilir.
Oysa tatlı su solcuları şu gerçeği asla hatırlamak istemiyorlar. -Ya da hatırlıyorlar da, gerçeklerle yüz yüze gelmek istemiyorlar.- Kapitalizm kapitalizm olarak kaldıkça insanların refah seviyesini yükseltmeyi, yaşam kalitesini arttırmayı değil, daha fazla kâr elde etmeyi, büyük boyutlara ulaşan sermaye fazlasını geri ülkelere aktarmayı, bu ülkeleri kendi egemenliği altına almayı sürdürecektir. Kapitalistlerin, dünya pazarlarında daha fazla pay sahibi olmak, daha fazla kâr elde etmek varken, bunu bırakıp, kitlelerin refah düzeyini yükseltmekle uğraşacağını ancak, kapitalizmin pisliklerini örtmek, onu şu veya bu biçimde övmek, beğendirmek isteyenler düşleyebilir.
Oysa yapılması gereken, sermayenin sanal âleminde hayallere dalmak değil, en acı ve yalın gerçeklerle yüz yüze gelmek ve buna karşı mücadele etmektir.
Kapitalizm tam kapitalizm gibi davranmaktadır. Varlığını insanların sömürüsü ve asalaklık üzerine kurmuş bir sistemin başka türlü davranması zaten beklenemez. Aksi takdirde kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkar.
Öyleyse nasıl ki kapitalizm kapitalizm olarak davranıyorsa, kapitalizme hayranlık duyanların, onun “tanrısal gücüne” inananların da ıkınıp sıkılmadan öyle davranmaları, yok eğer öyle değilseler, o zaman yine ıkınıp sıkınmadan işçi sınıfı davasının açıkça yanında olmaları ve kapitalizmin vicdanı olma hayallerini bırakıp, mali sermaye egemenliğinin son bulması, işçi sınıfının ve emekçi halkın gerçek kurtuluşu için işçi sınıfı partisiyle birlikte mücadele etmeleri gerekir. Ara yol yoktur.

Temmuz 2000

Emperyalist tarım politikaları ve Türkiye tarımı

Sanayinin tarım aleyhine plansız ve anarşik gelişimi, kapitalist sistemin temel özelliklerinden biridir. Özellikle de emperyalist devletlerin son büyük saldırısı insanlığın en temel gereksinimi olan tarım ve gıda üretimini büyük bir açmazla karşı karşıya bırakıyor. Dünyanın bütün nimetlerine her ne pahasına olursa olsun el koymak isteyen emperyalizm, diğer alanlarda olduğu gibi tarımda da milyarlarca insanı birkaç büyük efendi emperyalist devlete bağımlı kılmak için hiçbir şeyden kaçınmıyor. Rekabet içindeki emperyalistler bir yandan birbirlerini saf dışı bırakmak için çeşitli entrikalar çeviriyorlar, diğer yandan da, birkaç büyük emperyalist devlet çeşitli ittifaklarla, bağımlı ülkelerin sanayi ve tarımsal üretimlerine mali sermayenin kendilerine getirdiği üstünlüğü acımasızca kullanarak, onları rekabet alanının dışına itiyorlar. Başta ABD olmak üzere emperyalist devletler, onların haciz memurları IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar, WTO, GATT, AB, NAFTA vb. örgüt ve anlaşmalar aracılığıyla ülkeleri kendi açık pazarları haline getirmek için artık daha acımasız ve açıktan soyguna girişiyorlar.
Küreselleşme denen vahşi soygun, başka şeylerin yanı sıra tarım alanında da küçük bir azınlığın milyarlarca insanı sınırsız bir açgözlülükle sömürmesi anlamına geliyor.
Özellikle 1990’dan itibaren dünya ölçeğinde tahıl üretiminde ciddi gerilemeler yaşanıyor. 1984’de kişi başına 346 kg olan yıllık tahıl üretimi, 1990’da 336 kiloya kadar düşmüş durumda. Emperyalist politikalar gereği, borç kıskacına girmiş ülkelerin yağmaya açılması, ulusal tarım üretimlerinin alttan dinamitlenmesi, dünya tarımsal üretiminin gelişimini büyük bir sekteye uğratıyor. Dünyada tarımsal üretim yıllık % 0,5 büyürken, nüfus artışı % 1,6 olarak gerçekleşiyor. Yani her yıl 27 milyon ton olarak gerçekleşmesi gereken tarımsal üretim artışı sadece 12 milyon tonda kalıyor.
Böylece her yıl tarımsal üretim açığı büyüyor. Buna karşın, başta ABD olmak üzere birkaç güçlü emperyalistin depolarında binlerce ton fazla tarımsal ürün stoku bulunuyor. Emperyalistler, üç beş büyük tekelci kuruluş, sadece ve sadece kendi çıkarları, aşırı kâr için dünya tarımını mahvediyor, milyarlarca insanın kaderiyle oynuyor.
Borçlandırma ilmiğini bağımlı ülkelerin boynuna geçiren emperyalizm; IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlar eliyle yürürlüğe soktuğu “yapısal uyum programlan”, “tarımda reform” vb. uygulamalarla daha düne kadar kendine yeter tarımsal üretimi olan ülkeleri, artık tarımsal ürün ithalatçısı ülkeler durumuna getirmiş durumda. Kapitalist ideolog ve ekonomistlerce “gelişmekte olan ülkeler” olarak adlandırılan, ancak “sömürgeleşmekte olan ülkeler” olarak anlaşılması gereken ülkelerde söz konusu bu anlaşmalar ve programlar yoluyla emperyalistlerin önündeki, koruma, gümrük vergileri, ithalat sınırlamaları, teşvik ve destekler vb. tüm engeller kaldırılıyor.
Uruguay Round, dünyanın büyük bir bölümünü teşkil eden halkların tepesine tam anlamıyla bir balyoz gibi indi. Bu anlaşma, büyük bir güce erişen ABD ve AB’li birkaç güçlü emperyalistin, bağımlı ülkeler üzerindeki egemenliğini pekiştirirken, onları soymanın, iliklerine kadar sömürmenin önündeki tüm engelleri yıktı.
İkinci Dünya Savaşı öncesi yıllık 5 milyon ton besin ihraç eden ABD, 1980 yılına gelindiğinde bu rakamı 120 milyon tona çıkarmış durumda.
Bu alanda ABD’nin en büyük rakibi olan AB, ortak tarım politikalarının yürürlüğe girmesi, tarımda modernizasyon, yüksek devlet destekleri ile büyük bir sıçrama sağladı. Uluslararası anlaşmalar, IMF, Dünya Bankası’nın yapısal uyum programları ile bağımlı ülkelerde estirilen terörün sağladığı olanaklarla, 1970’li yılların başında net tarım ithalatçısı olan AB, bundan sadece 20 yıl gibi kısa bir zaman içinde net tarım ihracatçısı konuma ulaştı. Ve bu alanda ABD’nin karşısına güçlü bir rakip olarak çıktı. Dolayısıyla tarımda da ciddi bir pazar sıkıntısı ve pazarlar üzerinde egemenlik mücadelesi yaşanmaya başladı. Özellikle 1980’lerin başlarında dünyada yaşanan tarım ticaretindeki daralma, söz konusu ülkelerde, ama özellikle ABD’nin elinde aşırı üretim sonucu biriken stoklar, tarımsal üretimdeki kriz, kredi geri ödemelerindeki bozulma, ABD’nin tarım üretimine ciddi bir sekte vururken, dünya pazarları üzerinde yeni arayışlara, bağımlı ülkelere yönelik yeni saldırılara, yeni dayatmalara yol açtı.

EMPERYALİSTLERİN YENİ ARAYIŞLARI VE GATT
1930’lu yıllarda tarımsal verimlilik açısından Hindistan, Arjantin vb. ile aynı düzeyde olan ABD’de 1950’li yıllardan itibaren düzenli bir biçimde desteklenen tarım, 1960’lı yıllardan itibaren sürekli güçlendi. Bu yıllarda Sovyetler Birliği’nde yönetimi ele geçiren revizyonist kliğin uygulamaya koyduğu kapitalizmin restorasyonu ile birlikte tarımsal üretim hızındaki yavaşlama, tarımsal üretimin sürekli güç kaybetmesi, diğer ülkeler karşısında ABD’ye büyük bir avantaj sağladı. Bu avantajla ABD, 1970’li yıllardan başlayarak tarım ürünleri ihracatında büyük atak yaptı. 1970’te 3,5 milyar dolar olan tarım ürünleri ihracatını, 1981 yılına kadar 43,3 milyar dolara çıkarttı. Bu artışta en büyük faktör şüphesiz güçlü bir emperyalist devlet olarak ABD’nin diğer ülkelerden sömürdüklerinin bir kısmını bu alana destek olarak sunması, aşırı girdi, teknolojik yatırımlarla verimliliğin sürekli arttırılmasıydı. Nitekim 1978 yılında tarıma sağlanan teşvikler 3,5 milyar dolar iken, bu rakam sadece 8 yıl içersinde, yani 1986 yılına gelindiğinde 42,5 milyar dolara ulaşmıştı.
Ancak ABD’de bunlar olurken AB de boş durmuyor, tarımda büyük yatırımlara girişerek, yükselen bir üretim artışı gerçekleştiriyordu. Hatta üretkenlik bakımından ABD’nin önüne geçmiş ve büyük bir rakip haline gelmişti. Ortak tarım politikası ile sağlanan hızlı verim ve üretim artışı sonucu, 1970’li yılların başlarında tarım ürünleri ithal eden AB, 1990’lı yıllarda artık tarım ihracatçısı konumuna ulaşmıştı. 1972-‘74 döneminde 22,1 milyon ton hububat ithalatı yapan AB, 1992–1994 döneminde 29,3 milyon ton hububat ihraç etti. Böylelikle AB’nin ihracatında % 300’lük bir artış olurken, aynı dönemde ABD’nin ihracatı 68,6 milyon tondan 86,1 milyon tona çıkabilmişti. Yani AB’nin ihracatı % 300 büyürken, ABD’nin tarım ihracatı onun çok gerilerinde kalarak % 30 civarında artabildi.
Bu arada ’80’li yıllarda yaşanan kriz tarımı da vurmuş, pazarlarda daralma yaşanmış, ihracat yavaşlamış, yeni pazar arayışları başlamıştı.
Ekonomideki durgunluk ABD tarımını ciddi biçimde silkelerken, ihracatı düşme trendine girdi. 1980’de 43,3 milyar dolara ulaşan tarım ihracatı büyük gerilemeyle 1986’da 26 milyar dolar seviyelerine indi. Buna karşın ithalat arttı. İç pazarda ise talep artışı % 1 olarak gerçekleşirken, üretimdeki artış % 2’ydi.
Stoklar büyümüş, ABD’li küçük çiftçi yıkıma doğu sürüklenmişti. Çiftçi bankalardan aldığı kredileri geri ödemekte zorlanınca, geri ödenmeyen krediler yüzünden finans piyasaları da zorlandı.
ABD tarımının içinde bulunduğu durumu tartışmak ve çözüm yolları aramak için 10 Kasım 1982’de Şikago’da yapılan Ulusal Tarımsal Bankacılık konferansında Blok sekreterinin yaptığı konuşma daha sonraları gerçekleşecek olan GATT görüşmelerinde ABD’nin tarımı neden bu kadar ısrarla masaya yatırdığı ve kabağın hangi koşullar sonucu bağımlı ülkelerin kafasında patladığını göstermesi bakımından ilginçtir.
Şöyle diyor konuşmacı: “Bugün konuşacağınız neredeyse herkes, tarımın bir felaket içinde olduğunu söyleyecektir size. Ben 400 milyon paund’luk tereyağı, 800 milyon paund’luk peynir, 1,2 milyar paund’luk yağsız süt tozu stoklarımızın kâbusunu yaşıyorum. Devreden pamuk stoğumuz geçen yılki miktarın iki-üç katından fazladır. Buğdayın devreden stoku 2 yıl öncesinden % 43 fazladır. Devreden soya stoku gelecek yıl bu yıldan % 60 fazla olacaktır. Avrupa Ortak Pazarı ticari duvarların arkasına 20 yıl önce 10 üye ülkesiyle tarımda kendi kendine yeterli olmak için inşa edilmiştir. Fakat bu nokta geçilmiştir. Ortak Pazar 1960’lardaki yıllık 20 milyon tonluk net hububat ithalatçılığı konumundan, 1980’lerde net hububat ihracatçısı konumuna gelmiştir. Bu amaçlanan kendi kendine yeterliliğin çok ötesindedir. Para yardımları ihracata yönelik çok artmış ve Amerikan üreticisiyle rekabet durumu yaratmıştır. Bizim üreticilerimiz, Avrupalı kapitalistlerin hazinelerine karşı mücadele vermek zorundadır. Bunun neresi adalettir?”
Temsilcinin konuşması böyledir. Ve o emperyalist tarım politikasının sözcülerinden biri olarak, kendi kendine yetme amaçlı kurulan AB’nin tarım ihracatına yönelmesini ve kendilerine dış pazarlarda rakip olmasını hazmedememekte, AB’nin yaptığını adaletsizlik olarak nitelemektedir. Temsilciye göre adalet, tüm dünyayı ABD’nin tek başına yağmalamasıdır. Gerçekten de ABD’nin tarımsal alandaki yetkililerinden olan bu bayın söyledikleri, varlığını, küçük bir azınlığın çoğunluğu ezmesi ve sömürmesi üzerine kurmuş olan kapitalizmin adalet anlayışının anlaşılması açısından yalın bir örnektir.
Bu konuşmada özet ifadesini bulan ABD’nin tarımının sıkıntılarını gidermek için yeni yollar aranmaya başlandı. Elbette bu yollar tek bir yere çıkıyordu; yoksulların tepesine… ABD’ye göre, tarımın gerilemesinin ve stokların sebebi belliydi; bağımlı ülkeler ve bunların ezilen halkları! Biraz da AB ülkeleri. Öyleyse yapılması gereken açıktı; mali sermaye kıskacına girmiş ve borçları her geçen gün muazzam boyutlara ulaşan, tefeci devletler ve onların çek senet tahsilâtçısı IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların oyuncağı haline gelmiş ülkelerin tarımsal üretimlerine müdahale etmek… Üretimi dinamitlemek… Rekabet güçlerini yok edip o pazarlara emperyalist tekellerin girmesinin önündeki tüm engelleri kaldırmak… Buraları kelimenin tam anlamıyla serbest ticaret bölgeleri ve yağma üssü haline getirerek kapitalist adaleti sağlamak!
Aynı dönemde benzer gelişmeler AB’de yaşanıyordu. Aşırı üretim sonucu stoklar büyümüştü. Yemlik tahıl stokları 200 milyon tona, ekmeklik tahıl stokları 150 milyon tona ulaşmıştı. Et ve süt ürünlerinde ise kısa sürede tüketilemeyecek stoklar oluşmuştu.
Emperyalist devletler ellerindeki stokları eritmek için birbirleriyle büyük bir pazar kavgasına tutuşur, ihracata büyük teşvikler, sübvansiyonlar uygular, pazar için büyük dampinglere başvururken, bağımlı ülkeler üzerinde büyük baskılar uygulamaya, bu ülkelerin sanayi ve ticaretini olduğu gibi tarım alanını da tahribe giriştiler.
ABD, GATT bünyesinde Cenevre görüşmelerinde tarım sorununu masaya getirdi ve bir dizi öneri paketi sundu. Tarım politikalarının yeniden gözden geçirilmesi ile ilgili ABD önerileri sert geçen tartışmalar sonunda kabul görmedi. AB ülkeleri, ABD’nin tüm baskılarına karşın önerileri kabul etmediler.
Elbette ABD, buna sessiz kalmazdı ve önerilerini reddedenlerin burnunu sürtmeliydi. ABD’nin, önerilerini reddeden AB ülkelerine yanıtı; daha önce o güne kadar tonu hiç 155 doların altına inmemiş olan buğday fiyatlarını 70 dolara indirmek oldu. Ve genel olarak o güne kadar AB ve özel olarak da Fransa’nın pazarları olan Afrika ülkelerine tarım ürünleri ihracı için büyük bir hamle yaptı. Dünya fiyatları 150 doların üzerindeyken Mısır’a tonu 25 dolara 1 milyon ton buğday unu sattı. Fas’a 2 milyon ton hububat ihraç etti. Yine Mısır’a çok düşük fiyatlarla tereyağı ve peynir sattı.
Ve bunun için uzun vadeli krediler sağladı. Böylece AB’ye karşı güç gösterisinde bulunurken aba altından sopa gösteriyordu.
Buna karşın AB de eli kolu bağlı beklemedi, Rusya’ya o güne kadar dünya piyasalarında görülmemiş bir fiyata, tonu 450 dolara tereyağı ihraç etti. Bu fiyat AB’nin çiftçilere ödediği destekleme fiyatının bile yalnızca % 14’ünü karşılayabiliyordu. Ama böylece AB de karşı tutum sergilemiş oluyordu. Rekabet kızışmıştı. 1986’da buğdayın ton başına dünya piyasası fiyatı 100 dolara düşmüştü.
Buraya şimdilik bir nokta koyup dampinglerin bağımlı ülkeler ve yoksul halklar için neler ifade ettiğine kısa bir göz atmak gerekiyor. Çünkü görevleri kapitalist sistemin pisliklerini örtmek, onu şirin göstermek olan burjuva demagoglar ve burjuva iktisatçılar kapitalist sistemin rekabet ve fırsatlar sistemi olduğunu, bu özelliğinin kapitalizme bir ayrıcalık kattığını söylerler. Onlara göre kapitalist rekabet, piyasalarda insanlığın yararına işlev görür. Gelişmeyi hızlandırır, insan yaratıcılığını geliştirir.
Şimdi yukarıdaki tabloya bakan bir burjuva iktisatçısı, işte kapitalist rekabet ucuzluk getirdi, tüm insanlar bundan yararlanabilir, diye kapitalizme övgüler düzebilir.
Ancak gerçek hiç de öyle değil. Dampingler sonucu bir dönem için bile olsa fiyatları düşen ürünler, bu ülkelerdeki işbirlikçiler vasıtasıyla ithal edilir ve üzerlerine iyi kârlar konarak iç piyasalara satışa sunulur. Fiyatlar genel olarak yerli ürünün fiyatından düşüktür. Emperyalizmin kölesi durumuna gelmiş hükümetler bu durumu büyük bir ikiyüzlülükle, halka ucuz gıda ürünleri sundukları şeklinde propaganda ederler. Dampingli ürün karşısında yerli ürün pahalı kalmıştır ve rekabet şansını yitirmiştir. Küçük ve orta ölçekli üretici elindeki malı zararına satmak veya çürütmek seçeneklerinden birini tercih etmek zorundadır.
Büyük toprak sahibine gelince; her ülkedeki az sayıdaki büyük toprak sahibi bir yolunu bulup vaziyeti kurtarır. El altından devletten teşvikler alıp o da ithalata girişir ve kâra geçer. Bir yandan da küçük ve orta ölçekli üreticinin zor durumundan faydalanıp onları tam anlamıyla köşeye sıkıştırır, ellerindeki malı ve toprağı yok pahasına kapatır. Küçük ve orta ölçekli üreticinin direnme şansı yoktur. Çünkü bankalardan aldığı kredilerin veya tefeciden aldığı borcun ödeme günü gelmektedir. Böylece zarar eder. Daha kötüsü ve sık sık yaşandığı gibi borçları ödeyemediğinden toprağına ve üretim araçlarına el konulur.
Dampingler sonucu rekabet şansını yitiren yerli üretim, emperyalistlerin tarım ürünlerine yenik düşer. Ekim alanları azalır. Bir süre sonra emperyalizm açısından işler yoluna girdiğinde, yani yerli üretim teslim alınıp ulusal üretim tasfiye edildiğinde -veya yeteri kadar tasfiye edildiğinde-, iç pazar üzerinde hâkimiyet kurulduğunda, fiyatlar yükselir. Emperyalistler istedikleri gibi at oynatmaya başlar. Ve geçmiş dampinglerde kaybettiklerinin acısını fazlasıyla halka ödetirler.
Ama bu arada olan yerli üretime olmuştur. Dünyanın pek çok ülkesinde ve çok çarpıcı olarak ülkemizde yaşandığı gibi, zamanında tarımı kendi kendine yeten ve fazlasını ihraç eder durumda olan pek çok ülke şimdilerde tarımsal üretimde de emperyalizme bağımlı, ithalatçı durumuna gelmişlerdir. Bu işten üç beş büyük holding, para babası ithalatçı büyük vurgunlar vurmakta, milyonlarca doları cebe indirmekte, ama teknolojik bakımdan geri, verimliliği düşük, üretim maliyetleri yüksek olan ülkelerin tarımları bu rekabete göğüs geremeyerek çökmekte, işsizlik, yoksulluk artmakta, dış borçlar her geçen gün katlanmakta, dışa bağımlılık büyümektedir.
Diğer yandan da paranın gücünü ve üretim araçlarını elinde bulunduran emperyalist kapitalizm, üretici güçlerin ve üretimin gelişiminin önünde engel olmaktadır. Dünyanın pek çok yerinde işletilebilir durumda toprak, aşırı kâr hırsı, rekabet yüzünden bağımlı duruma getirme, fiyatların düşmemesi vb. için üretim dışına itilmektedir. Nitekim şu anda dünyanın hemen her bölgesinde milyonlarca dönüm tarıma elverişli arazi sırf emperyalist politikalar ve üretim araçlarının özel mülkiyeti, gelişmiş ve teknolojik araçların parayı elinde bulunduranların mülkiyetinde olması nedeniyle işletilememektedir. Hem de, milyonlarca insan açken, milyonlarca çocuk açlıktan ölüp yetersiz beslenme nedeniyle sakat kalırken… İşte kapitalist propagandacıların büyük bir yaygarayla durmadan propagandasını yaptıkları kapitalist rekabet! İşte kapitalist rekabetin üretici güçleri, üretim araçlarını geliştirip geliştirmediğinin acı ve vahşi örnekleri!
ABD’nin sert tavrı etkisini göstermekte gecikmedi. AB ülkeleri ABD ile tarımsal politikaları görüşmek üzere yeniden masaya oturdular. Esas olarak o güne kadar sanayi ve ticaret konularını içeren GATT görüşmelerinde, emperyalistlerin ihtiyaçları doğrultusunda tarım konuları gündeme getirildi. Uzun yıllara yayılan Uruguay Raundları sonunda tarım alanına ilişkin GATT anlaşmaları tam da ABD ve AB emperyalistlerinin istekleri ve çıkarlarına uygun olarak kabul edildi.
GATT Uruguay Raund’unda aralarında Türkiye’nin de yer aldığı ülkelerin hükümetleri tarafından imzalanan anlaşmaya göre;
1. Tarımsal üretime sağlanan destekler belli süre içerisinde kaldırılacak.
2. Üreticiye yapılan doğrudan destekler, araştırma, hastalıklarla mücadele, altyapı, çevre koruma programlarına yapılan harcamalar devam edecek.
3. Tarım üreticilerine yönelik ihracat sübvansiyonları kaldırılacak.
4. Tarım ürünleri ithalatında uygulanan tarife dışı engeller kaldırılacak, gümrük tarifeleri düşürülecek, giderek kaldırılacak.
Böylece birkaç emperyalistin, bağımlı ülkelere yönelik planlarının önü açılmış oluyordu. Gırtlağına kadar borca batmış, bütçelerinin yarısını dış borç faizlerine ayırmak zoruna kalan, teknoloji, girdi, tohumluk vb. her şeyiyle dışa bağımlı, altyapıları söz konusu ülkelerle asla baş edemeyecek durumda olan geri kalmış ülkelerin tarımı böylece efendilere feda ediliyordu.
Emperyalistler ve işbirlikçi hükümetler bu anlaşmayı, herkes için fırsat eşitliğiymiş gibi gösteriyorlar. Ve diyorlar ki, herkes bu anlaşmaya imza attı. Şartlar herkes için aynı. Türkiye, ABD, Almanya, Fransa… Bu anlaşma herkes için eşit koşullar içermektedir…
Ama bu yalancılar, söz konusu eşitliğin, gerçekte eşitsizliğin eşitliği olduğunu saklamaya çalışırlarken ABD ile Türkiye’nin sanayi ve tarımda asla eşit koşullarda yanşamayacağını herkesten çok daha iyi biliyorlar.
Oysa GATT görüşmeleri öncesi ABD ve AB ülkelerinde yaşananlar, büyüyen stoklar, pazar kavgaları, GATT görüşmelerinde tarımın hangi ihtiyacın ürünü olarak masaya getirildiğini açıkça göstermektedir.
ABD ve AB, bağımlı ülkelerin tüm hücrelerine kadar nüfuz etmek, karşı tarafın üretimini çökertmek ve kendi ürünlerine yer açmak için GATT görüşmelerinde tarımı gündeme sokmuşlar ve kendi ihtiyaçlarına uygun koşulları dayatmışlardır. Yoksa bazı aklıevvellerin yutturmaya çalıştıkları gibi, ABD ve AB, gümrük duvarları, teşvikler, sübvansiyonlar vb. geri ülkelerin gelişmesi için yapmıyorlar.
GATT ve diğer uluslararası anlaşmalarda tüm kuralların herkese eşit olarak uygulanabileceği varsayımına gelince; hiç şüphesiz bu da burjuvazinin öteki yalanlarından farklı değildir. Paranın belirleyici güç olduğu bir sistemde, zenginle fakiri, işçi ile patronu yasaların eşit koruduğu ve yasalar karşısında herkesin eşit olduğu nasıl büyük bir yalansa bu da o kadar büyük bir yalandır. Bağımlı ülkeler, altını imzaladıkları şartları uygulamadıklarında ya da ayak sürüdüklerinde onları cezalandıracak, hizaya getirecek güç vardır. Krediler kesilir, vadesi gelen ve gelmeyen borçlar istenir, ambargo uygulanır, nihayetinde savaş ilan edebilir vs. Peki ABD bu anlaşmalara uymadığında ona yaptırımı kim uygulayacaktır ve bu nasıl bir yaptırım olacaktır? ABD, Birleşmiş Milletler kararını bile beklemeden Yugoslavya’ya dalmıştır. Kimden ses çıkmıştır? Ya da yine ABD, nükleer silah bulundurduğu gerekçesiyle Irak’ı bombalamıştır. Eğer nükleer silah bulundurmak bombalamayı gerektiriyorsa, bu silahlardan en fazlasını bulunduran ABD’ye ne yapmak gerekir? Peki, ABD’yi kim cezalandırmıştır?
Türkiye açısından ele alırsak, ABD’ye karşı yaptırımı, kendisini iktidara getiren efendisine karşı, örneğin MHP-DSP-ANAP hükümeti mi uygulayacaktır? Ama bu partilerin liderleri bizzat ABD desteğiyle oralara gelmiş, başbakan olmadan ya da hükümete girmeden önce ABD’ye gidip itaat yemini etmemişler midir?
Büyük güçlerin arasında yaptırımlar ancak birbirlerine karşı olabilir. Örneğin, bir dönem önce Almanya ve Fransa’nın başını çektiği ve ‘deli dana hastalığı’ gerekçesiyle İngiltere’nin hayvansal ürün ihracatına getirilen engelleme gibi. Ya da yine Almanya’nın, İsviçre’den ithal edilen ve ülke içinde ciddi bir pazar edinen İsviçre şaraplarının ithalatını, “şarap şişelerinde tepe boşluğunun az bırakıldığı” gerekçesiyle yasaklaması gibi.
Ama gerçek anlamda ve sadece milyonların çıkan için emperyalizm önünde secdeye varmayacak, emperyalizmin oyununu bozacak tek güç, partisi önderliğinde işçi sınıfı ve emekçi halkın iktidarıdır.
Eli kırbaçlı emperyalist efendiler GATT anlaşmaları ile de yetinmemektedirler. Onlar, Dünya Ticaret Örgütü aracılığıyla işlerine gelen koşulları diğerlerine dayatmakta, IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla hangi ülkede sanayinin ne kadarının kurulacağına, tarımda hangi programların uygulanacağına, neyin ne kadar ekileceğine, hangi ürünün kaç para edeceğine karar vermektedirler.
Bütün bu yaptırımlara, emperyalistlerin baskı ve tahakkümlerine, işçi sınıfı ve emekçi halkı soyup soğana çevirmesine elbette karşı durulabilir ve emperyalizmin oyunları bozulabilir. Buysa, düzen sınırları içinde değil ancak sosyalizm için mücadele ile gerçekleşebilir. Nitekim işte tam da bu yüzden kapitalizm, sosyalizme böylesi saldırmakta, olur olmaz her yerde ve her fırsatta Marksizm-Leninizm’e küfürler savurmaktadır.
Örümcek ağı gibi, bağımlı ülkelerin çevresini duvarla ören ve onlara, koydukları kuralların dışına çıkma şansı tanımayan emperyalist politikalar aracılığıyla pek çok ülkenin sanayisi ile birlikte tarımı da felakete uğradı. Yukarıda belirtildiği gibi bir zamanlar tarım ambarı olarak bilinen pek çok ülke bugün gelinen noktada bu özelliğini yitirdi, tarımsal üretimleri çöktü., ve emperyalizme bağımlı hale geldi.
Örneğin, ABD’nin arka bahçesi saydığı Latin Amerika ülkelerinden Meksika, bir zamanlar tarımsal üretimi kendine yeten bir ülkeydi. NAFTA ile ABD’nin bu ülke üzerinde tam egemenlik kurmasıyla birlikte borç batağına yuvarlandı. Tefecinin eline düşen Meksika, IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmaları ile “Yapısal Uyum Programlarını yürürlüğe soktu. Bu programlar çerçevesinde özelleştirmeler ile en temel ve kârlı kamu işletmeleri ABD’li tekeller ve onların yerli işbirlikçilerine peşkeş çekilirken, yüz binlerce işçi işsiz kaldı. Yoksulluk inanılmaz boyutlara ulaştı. Meksika halkı açlık ve yoksullukla acı içinde kıvranırken milyonlarca dolar Meksika’dan ABD’ye aktı. Aynı biçimde tarım alanında da müthiş ve bir o kadar acımasız bir oyun oynanıyordu. Büyüyen borçlar, kredi ertelemeleri ve yeni krediler için masaya oturulduğunda, IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmasıyla Meksika’nın en temel ve dış satım yoluyla ülkeye gelir sağlayan tarımsal ürünlerinden mısır, fasulye ve şeker pancarının ithalatı serbest bırakıldı. IMF ve Dünya Bankası’nın hazır reçete olarak tüm borçlu ülkelerin burnuna dayadığı “kamu açıklarını kapatma” gerekçesiyle tarım destekleme fonları, sübvansiyonlar kısıtlanır ya da tamamen kaldırılırken, gübre, zirai ilaçlar ve diğer tarımsal girdilere yüksek oranlı zamlar yapıldı. Tarım kredilerinin faizleri artırıldı. Meksika köylülüğü ve tarımsal üretimi çöktü. Ve böylece kısa bir zaman öncesine kadar söz konusu ürünleri ihraç eden Meksika, tüketilen fasulyenin % 40’ını, mısırın % 25’ini, şekerin % 30’unu ithal eder duruma geldi.
Hayvansal üretim de aynı karanlık oyunlara kurban edilmişti. Uygulanan politikalar sonucu, taze süt tüketimi % 41, et tüketimi % 30 azaldı. Çocuklar ve yetişkinler artık yeterince beslenemiyorlardı. Tarım işçilerinin % 30’u topraktan kopmuş, işsiz kalarak göçe zorlanmışlardı. Bu topraklar yok pahasına veya ödenemeyen borçlar karşılığı Meksikalı büyük toprak sahiplerinin, zenginlerin, üst düzey bürokratların ve yüksek rütbeli subayların eline geçti.
Aynı olaylar dünyanın bugün sayıları giderek artan pek çok ülkesinde yaşanıyor. Peru, Bangladeş, El Salvador, Brezilya, Aşağı Sahra Afrikası, Hindistan, Pakistan, Bolivya, Ruanda, Zimbabwe, Rusya, Polonya, Macaristan, Türkiye ve daha onlarca ülke hemen hemen aynı sonla karşı karşıya; yoksulluk ve açlıkla biten filmde, halkası efendisinin elinde köle rolü oynamak.

EMPERYALİZMİN YENİ KELEPÇESİ: PATENT YASASI
Emperyalistlerin WTO ile yürürlüğe koydukları diğer bir şart ‘Patent Yasası’ olarak kendini dayatıyor. Bu yasa ile emperyalistler avantajlarına bir yenisini daha ekleyerek bağımlı ülkeler üzerinde bir kez daha ve uzun vadeli ayrıcalıklar elde ediyorlar.
Patent Yasası ile esas olarak ABD ve yanı sıra AB (ki siz bundan Almanya, Fransa ve İngiltere’yi anlayın) bugünün ve geleceğin biyo-teknolojisi dahil, tarım, sağlık, kısaca tüm yaşam ürünleri üzerinde kontrolü ve denetimi sağlamayı ve bağımlı ülkeleri çok daha ileri düzeylerde ve uzun süreli kendilerine bağlamayı hedeflemiştir. Böylelikle dünya üzerindeki her türlü üretime, gelişime hükmetmeye çalışmaktadırlar. Örneğin bu yasayla ABD veya AB, ya da Japonya, patentini aldığı bir tarım veya sağlık ürününün dünyanın neresinde olursa olsun, üretim hakkı kendi iznine tabi olacak, anlaşma yapılıp patent hakkı karşılığı istediği ücreti almadan bu ürün üretilemeyecektir. Bu, bağımlı ülkeleri her şeyiyle daha fazla bağımlı hale getirmenin aracından başka nedir? Ve böylelikle emperyalist-kapitalist sistemin üretimin gelişiminin önünde nasıl engel teşkil ettiği bir kez daha ortaya çıkmaktadır.
Üstelik Patent Yasası’nca, patentin uluslararası kuruluşlardan alınması gerekmektedir. Bu ise son derece pahalı bir iştir. Zaten pahalı olması basit bir tesadüf değil, ama Patent Yasası’nın esas olarak zenginler lehine işlemesi ve patentlerin zenginlerin elinde toplanması amacıyla uygulanan bir politikadır. Konuyla ilgili olarak Hindistan Bilim Enstitüsü’nden bir biyolog şöyle demektedir: “Uluslararası patentlerin fahiş maliyeti, patent işine girmek isteyebilecek bireyleri, araştırma kuruluşlarını bile caydıracaktır.”
Emperyalizm, bir yandan dünyanın büyük bir bölümünü her şeyiyle kendine bağımlı kılarken, diğer yandan da bilimin, endüstrinin, araştırmacılığın ve yaratıcılığın gelişiminin önüne kara bir duvar alarak dikiliyor. Gıdada, ilaç sanayisinde sanayi ve teknolojinin gelişimine, her şeye müdahale eder duruma geliyor. Böylece Amerikan tekelleri yanlarına diğer büyük emperyalistlerden birkaçını da alarak, tohumları, bitkileri, ilaçları, üretim araçlarını, kısaca yaşam için gerekli en temel ve zorunlu şeyleri ve alanları denetimleri altına almayı, dünya halklarını haraca bağlamayı hedefliyor.

BİR YANDA DEPOLARDA STOKLAR, BİR YANDA AÇLIKTAN ÖLEN ÇOCUKLAR
Yukarıda anlatıldığı ve Amerikalı tarım blok sözcüsünün konuşmalarında belirtildiği üzere depolarda milyonlarca ton tahıl ve gıda maddesi bulunmaktadır. Aynı şeyler AB’nin güçlü birkaç ülkesi için de geçerlidir. Ama aynı zamanda ABD’de 30 milyon insan açlık tehlikesiyle karşı karşıya, yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Meksika’da, Peru’da, Hindistan’da, Türkiye’de, Bangladeş’te ve daha onlarca ülkede insanlar açlıktan kırılmaktadır.
AB’nin başı Almanya, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerde de depolar dolu, stoklar büyüktür. Ama buralarda da milyonlarca işsiz, sokakta yatan, dilenen insanlar vardır. Polonya, Macaristan ve diğerlerinde nüfusun yarısından fazlası yoksulluk sınırı altında veya sınırındadır. Ve unutulmamalıdır ki, sınırın ne olduğu göreceli bir kavramdır ve bu sınırın nerede başlayıp nerede bittiği, yine uluslararası kapitalizmin hizmetindeki kuruluşlar tarafından saptanmaktadır.
Büyük emperyalist devletler tarıma milyarlarca dolarlık destekler, sübvansiyonlar sağlamaktadırlar, ama bunlardan yine büyük toprak sahipleri ve büyük kapitalistler yararlanmakta, küçük üreticiler giderek daha zor durumlara düşmektedirler. GATT ve WTO kararından da olumsuz etkilenecekler bu küçük üreticilerdir ve durumun farkında olan üreticiler Fransa’da olduğu gibi sık sık yollara dökülmekte, yüz binlerce üreticinin katıldığı eylemler düzenlemektedirler. WTO’nun gerçek yüzü daha fazla açığa çıkmakta, kapitalistler işlerinin hiç de kolay olmadığının farkına varmaktadırlar.
ABD’de ve AB’nin birkaç öncü ülkesinde depolar doludur, milyonlarca tonluk tahıl ve gıda maddesi stokları dağ gibi büyümüştür. Antrepolar, en modern şok tesisleri, soğuk hava depoları hayvansal ürünlerle doludur. Yüksek teşvikler, sübvansiyon, teknolojik yenilikler, makineler ve aşırı girdilerle üretim ve verimlilik sürekli artmaktadır. Ancak bunların hiçbiri tarımsal üretim ve dağıtımın insanlık için güvencesi değildir. Tüm insanlık için gıda güvencesinin elde edilebilmesi yararına, bir ülkenin gereksinim duyduğu gıdayı üretmesi, depolaması, ihraç etmesi veya ithal etmesi yeterli değildir. Ama aynı zamanda bunların insanlara adil olarak dağıtılması, insanların bunlardan faydalanması gerekir. Yoksa yaşamın gerçeklerinden kopuk üretim rakamları, kapitalizmin iğrençliğini gözlerden gizlemeye çalışmaktan öte bir anlam taşımayacaktır. Örneğin, depolar dolu, stoklar dağ gibi iken ABD’de 30 milyon aç insanın yaşam savaşı vermesinin gizlenmeye çalışılması gibi.
Dünyada her yıl 5 yaşın altında 15 milyon çocuk gıdasızlıktan ölmektedir. 1 milyar civarında insan ve 5 yaş altı 200 milyon çocuk kronik beslenme yetersizliği çekmektedir. 82 ülke, düşük gelirli, gıda açığı olan ülkeler sınırındadır. Her yıl on binlerce çocuk A vitamini eksikliği yüzünden kör olmaktadır. Herhalde ABD’li tarım sözcüsünün kastettiği adalet budur!
Tarımda GATT anlaşmaları ve tarımın liberalizasyonu yeni başlamaktadır ve bundan sonrası çok daha kötü olacaktır. Bunu durdurabilecek, emperyalist kapitalizmin dünyayı ve milyarlarca insanı mahvetmesini önleyecek tek güç işçi sınıfı, emekçiler ve yoksul köylülerdir. Dünya emekçileri her biri kendi ülkelerinden cepheyi örerek ve enternasyonalizmi bayrak edinerek bunu başaracaktır. Başarmak zorundadır.

TÜRKİYE TARIMI
Türkiye nüfusunun % 40’tan fazlası kırsal alanda yaşamaktadır. Toprağın dağılımı daha çok küçük araziler biçimindedir. 2 dekara kadar olan küçük işletmeler toplam tarım işletmelerinin neredeyse yarısına yakını durumundadır. Kapitalist sistem, ekonomik güçsüzlükler, üretim için gerekli paraya sahip olamama, miras sistemi, toprağın sürekli küçük parçalara bölünmesine yol açmaktadır. Ancak bu durum, toprağın üreticiler arasında adil paylaşıldığı anlamına gelmemektedir. Tam tersine toprağın paylaşımı tam bir adaletsizlik örneğidir.
4 milyon 100 bin tarımsal işletmeye sahip ülkemizde üreticilerin % 85’ini oluşturan yoksul, küçük ve orta köylülük işlenebilir toprağın % 42’sine sahipken, % 15’lik azınlık, işlenebilir toprakların % 58’ine sahiptir. Bu rakam biraz daha incelendiğinde, tarım arazileri sahiplerinin % 5’lik bölümünün tüm işlenebilir toprakların % 37’sine sahip olduğu gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Üstelik tarım üreticisinin durumunun giderek kötüleşmesi, IMF ve Dünya Bankası’nın “yapısal uyum programları”, emperyalistlere verilen sürekli tavizler sonucu yıkıma uğrayan küçük köylü toprağını yitirmekte, toprak giderek ve artan oranda büyük toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin elinde toplanmaktadır. Zaten birilerinin daha fazla zenginleşirken, birilerinin yoksullaşması kaçınılmazdır. Birilerinin daha fazla paraya ve mülke sahip olabilmesi, başkalarının mülksüzleşmesi, yoksullaşması ile mümkündür. Çünkü varlığını eşitsizlik, azınlığın çoğunluğu sömürmesi ve sermayenin daha az kişinin elinde toplanması üzerine inşa etmiş kapitalist sistemde başka türlüsü mümkün değildir.
Esas olarak verimli ve sulanabilir arazilerin ağırlıklı bölümü büyük toprak sahiplerinin, kapitalistlerin ellerindeki arazilerdir.
Sulanabilir arazilerin ancak yarısı sulanabilmektedir. Sulama kaynaklarına devlet bütçesinden ayrılan para son derece yetersizdir. Bu hızla gittiği takdirde sulanabilir arazilerin tamamına suyun ulaşması ancak 48 yıl sonra mümkün olacaktır. Ama bu son derece iyimser bir tahmindir. Çünkü GATT ve WTO kararlarına, IMF, Dünya Bankası programlarına esir olmuş ve onların dediklerini ikiletmeyen Türkiye’de, bu programlar doğrultusunda tarıma ayrılan desteklerin, yatırımların giderek daha fazla kısılacağı göz önüne alındığında, suyun tüm alanlara ulaşması için daha çok 48 yıllar geçmesi gerekecektir!
Gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında tarımsal verim son derece düşüktür. Verimlilik artışı için gerekli altyapı yatırımlarının düşüklüğü, sulama, zirai ilaçlar, gübre vb. kullanımı, modern makine araç ve gereçlerinin yetersizliği ve bunların tarımsal ürün fiyatlarına göre birkaç misli oranda artışlar kaydetmesi, verimliliği etkilemekte, maliyetleri artırmakta, gelişmiş ülkelerle rekabet şansının baştan yitirilmesine neden olmaktadır.
Öte yandan Doğu ve Güneydoğu’da toprak ağalığı, çeşitli düzeyde varlığını sürdürmektedir. Emperyalizmin haciz memurları IMF ve Dünya Bankası ise, küçük üreticiyi piyasadan silme amaçlı programları ve doğrudan alım gibi dayatmalarla büyük kapitalist ve toprak ağalan ile işbirliği içine girmektedir.
Ülkenin bir bölümünde yaşananlar, köylerin boşaltılması, on binlerce dönüm arazinin kaderine terk edilmesi, siyasi iktidarın, Kürt yoksullarına karşı toprak ağalarıyla işbirliğine girmesi, onları el altından veya açıktan desteklemesi, para ile satın alması, boşaltılan köy arazilerine toprak ağalarının, korucu başlarının el koymaları, bölgede hem feodal üretim biçimlerinin sürmesine güç vermiş, hem de köy yoksullarını tamamen açlık tehlikesiyle karşı karşıya bırakmıştır.
Öte yandan, GAP, toprakların ABD, İsrail vb. yabancı tekellerin ve Koç, Sabancı gibi holdinglerin elinde toplanmasını sağlarken, küçük üretici tam bir çaresizliğe ve köleliğe mahkûm edilmiştir.

TÜRKİYE TARIMININ GELİŞİM SEYRİ
Bir zamanlar tarımsal üretim bakımından bölgesinin en güçlü ülkelerinden birisi olan Türkiye, artık diğer şeylerin yanı sıra tarımsal ürünler bakımından da dışarıya bağımlı hale gelmiştir. Bir zamanlar ürettiği kendine yeter, ihtiyaç fazlasını satan ülke durumundayken, artık gıda ihtiyacını karşılamak için ithalat yapmak zorundadır.
Sanayi üretiminin tarımsal üretimi aşması, planlı bir biçimde, ülkenin ihtiyaçları gözetilerek değil, ama kapitalistlerin işine geldiği biçimde, anarşik bir biçimde gerçekleşmektedir. GSMH içinde tarımın payı 1980’de % 26 iken, 1991’e gelindiğinde % 15’e gerilemiş ve halen bu gerileme sürmektedir.
Tarımsal üretimde gerileme sürer, pek çok tarım alanı tarımsal üretim dışı kalırken, fabrikalar, kapitalizmin aşırı kâr hırsı yüzünden ulaşım, hammadde kaynaklarına yakınlık, merkezi olma vb. gerekçelerle en verimli topraklar üzerine kuruluyor. Bir tarafta sanayi işletmeleri için elverişli, tarım için elverişsiz araziler boş dururken, kapitalizm sadece kendi kârı için verimli arazileri gasp etmekten çekinmiyor. En verimli araziler böylece tarım dışı kalırken, hiçbir önlem alınmadan, doğaya vereceği zarar gözetilmeden kurulan sanayi işletmeleri bir süre sonra çevredeki tarım arazilerine, doğaya, ormanlara zarar vermeye başlıyor. Asit yağmurları tarım ürünlerini mahvediyor, ormanları kurutuyor, insanları zehirliyor. Sonuçta kanser vb. hastalıklarda olağanüstü ve ürkütücü artışlar yaşanıyor.
Bir yandan kapitalizmin ülke ve milyonlarca insanın bugünü ve geleceğini düşünmeyen plansız, anarşik üretimi, diğer yanda emperyalizmin pazar alanlarını genişletmek, dünyayı kendine bağımlı hale getirmek için dayattığı yaptırımlar ve hükümetlerin bu kararlara uymadaki coşkuları, ülkemizin geleceği açısından büyük tehlike işaretleri veriyor. 1980–92 yılları arasında tarımda büyüme hızı % 0,6, 1992–95 döneminde % 0,5’dir. Buna karşılık nüfus artışı % 2’dir. Devletin açıkladığı rakamlarda bile Türkiye’nin tarımsal ürün açığının nasıl büyük bir hızla büyüdüğü, ülke halkını ve çocuklarını nasıl sıkıntılı günler beklediği ve emperyalizme nasıl bağımlı hale gelindiği ortadadır.
Türkiye tarımının bu hale gelmesi Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak emperyalistlerle girişilen ilişkiler ve verilen tavizlerle başlamıştır. Emperyalistlerle giderek sıklaşan ilişkiler, borç karşılığı yapılan anlaşmalar, ülke ekonomisini tam bir ipotek altına sokmuştur. Bugün IMF ve Dünya Bankası gibi tefeci kuruluşlarla yapılan kölelik anlaşmalarının temeli çok eskilere dayanmaktadır. Örneğin 1956 yılında ABI ile yapılan 43,6 milyon dolarlık kredi anlaşmasında, ABD, Türkiye’ye vereceği kredinin yine ABD’den alınacak ürünlerde kullanılacağını şarta bağlıyor, bununla da kalmayıp Türkiye’nin, sınırlarını ABD ürünlerine açmasını zorunlu tutuyor. Türkiye’nin dışarıya ihraç edebileceği ürünleri ve ürün miktarlarını ABD saptıyor, buna uymaması halinde bir dizi ceza ve yaptırımlar getiriyor. 1956 yılında ABD ile Türkiye arasında imzalanan 43,6 milyon dolarlık borç verme anlaşmasındaki maddelere şöyle bir göz atmak, emperyalistlerle aynı masaya oturmanın sonuçlarını göstermek bakımdan önemlidir. Anlaşmaya göre:
1. Türkiye’ye satılan Amerikan tarım ürünleri fazlası, Amerika’nın aynı malların alıcısı bilinen pazarlara ve Amerika’nın düşman tanıdığı ülkelere satılmayacak ve yalnız Türkiye’nin iç tüketimi için kullanılacaktır.
2. Bu anlaşma ile Türkiye’ye satılacak malların dünya ürün piyasa fiyatları üzerinde tesir yapmaması için dünya piyasası üzerinden fiyat tespit edilecektir.
3. Türkiye’nin yetiştirdiği ve anlaşmada adı geçen veya benzeri mahsullerin Türkiye’den yapılacak ihracatı Amerika tarafından kontrol edilecektir.
Anlaşmaya göre, verilen kredinin bir bölümü ile buğday, arpa, mısır, dondurulmuş et, konserve ve sığır eti, don yağı ve soya yağı gibi maddeler alınacak, kredinin geri kalan bölümü şöyle kullanılacaktır:
– 21.900 dolar karşılığı Türk Lirası, ABD hükümetinin Türkiye’deki masraflarıyla, ABD tarım ürünleri için yeni piyasa imkanları temini, uluslararası eğitim mübadelesi, kitap ve gazetelerin tercüme, yayın ve dağıtımı çalışmalarının finansmanında kullanılmak üzere ABD hükümeti emrine;
– 250.000 dolar karşılığı Türk Lirası, Türkiye’de Amerikan vatandaşları tarafından kurulup işletilen okul, kütüphane ve cemaat merkezlerine yardım için ABD hükümeti emrine;
Geri kalan 23.150.000 dolar karşılığı Türk Lirası iktisadi kalkınması için Türkiye’ye, faizle aşağıdaki ön şartlarla borç verilecektir;
a) Türkiye’ye borç verilecek bu miktarın 6.000.000 dolar karşılığı Türk Lirası kısmı Türkiye’deki özel teşebbüse borç verilmek üzere ayrılacaktır. Bu ikrazın şartları ve süresi, ayrıca ek bir anlaşma ile kararlaştırılacaktır. (Yani paranın kimlere ve nasıl verileceğine yine Amerika karar verecektir.)
b) Türk ve Amerikan hükümetleri, Amerikan tarım ürünlerine ait Türkiye’deki piyasa taleplerini arttırmak ve geliştirmek için devamlı gayret sarf edeceklerdir.
ABD, kendi çalışanlarının, ajanlarının masraflarını bile Türkiye’ye karşılatıyor. İhracata ambargo koyuyor. Gümrük vergilerini kaldırtıyor. Ve Türkiye hükümetini, Türkiye’de Amerikan mallarının tanıtımını yapmak ve satışları arttırmak için görevlendiriyor!
Bu ve bunun gibi anlaşmalar ABD uşaklığının derecesini göstermek bakımından ilginçtir. Ve ülkenin emperyalizme nasıl köle yapıldığını hiçbir yorum gerektirmeyecek biçimde açıkça ortaya sermektedir.
Söz konusu anlaşmayla ithal edilen ürünler gümrük vergilerine de tâbi değildir.
Bununla da bitmemektedir.
Anlaşmaya göre, Türkiye, Ağustos 1958 tarihine kadar buğday ihraç edemeyecek, eğer ederse, ettiği kadar buğdayı, Amerika’dan kendi finanse ederek alma cezasına çarptırılacaktır.
Yine ek anlaşmalarla, Türkiye’nin zeytinyağı ihracatı 1962 ve 63 yılları arsında 10.000 tonla sınırlandırılıyor. Eğer Türkiye bu miktarı aşarsa, aştığı kadar zeytinyağını ABD’den alacaktır.
İleriki yıllarda zeytinyağı ihracatına ABD’nin koyduğu sınırlama daha da daralacak, yağlı tohumlarla birlikte 6.500.000 ton ile sınırlandırılacaktır.
Yukarıdaki şu tek bir örnek bile, Türkiye’yi yönetenlerin ülkeyi nasıl satılığa çıkardıklarını, en ağır anlaşmaların altına bile nasıl imza attıklarını, ülkede hangi ürünün ekilip ekilmeyeceğini, ekim sınırlarını, ülkenin neyi satıp satamayacağını ABD’nin belirlediğini göstermektedir. Elbette dışsatım sınırları konulunca ve içerde üretimi varken ithalat yapılması sonucunda yağlı tohum veren ayçiçeği, pamuk gibi bitkilerin ekiminin azalması da kaçınılmazdır.
Emperyalizmle olan ilişkiler ilerleyen süreçte daha da sıklaşmış, yukarıdaki anlaşmaların çok daha ağırları birbiri ardına imzalanmıştır. Her yeni anlaşma, her yeni kredi, her yeni borç erteleme görüşmesi ülkenin sanayi ve tarımı üzerine yeni ipotekler getirirken, ülkenin yönetimi fiili olarak emperyalistlerin eline geçmiştir. Gelinen noktada artık, Türkiye’nin bütçesinden, hangi alana ne kadar yatırım ve bunun kimler tarafından yapılacağına, işçiye, memura ne kadar ücret verileceğine, tarım ürünlerinin fiyatlarına, hangi ürünün ne kadarının satın alınacağına vs. IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar karar vermekte, programlar bunlar tarafından yapılmakta, ilgili bakanlar raporlarını bunlara vermekte, Maliye, Tarım, vb. bakanları IMF ve Dünya Bankası’nın memuru gibi çalışmaktadırlar.
Tarım alanının çöküntüye uğratılması 12 Eylül askeri cuntası dönemiyle birlikte hız kazandı. O güne kadar IMF ve Dünya Bankası’nın kararlarını, emperyalist tefeci devletlerin bu yöndeki isteklerini karşısındaki kitle muhalefeti yüzünden tam olarak yerine getiremeyen, saldırı girişimleri kitlelerin yoğun karşı çıkışıyla pratikte tam anlamıyla yürürlüğe koyamayan emperyalizm bizzat ABD tarafından organize edilen bir askeri darbeyle örgütlenmelere, işçi sınıfı ve emekçi muhalefetine karşı gözü dönmüş bir saldırıya girişti. On binlerce insan tutuklandı, işkencelerden geçirildi, işçi sınıfının temel örgütleri sendikalar kapatıldı veya işlevsiz duruma getirildi. Bununla birlikte IMF ve Dünya Bankası’nın uzun süreden beri bir an önce yürürlüğe konması için bastırdığı ekonomik kararlar yürürlüğe kondu. İşçi ücretleri donduruldu, para devalüe edildi, böylece bütün ücretler, tarım ürünü fiyatları bir anda gerçek değerlerini yitirdi. Enflasyon büyüdü. Bütün temel tüketim maddelerine yüksek oranlı zamlar yapıldı. Petrol ürünlerinin fiyatları birkaç misli arttı ve zamlar otomatiğe bağlandı. Tarım ürünleri fiyatları maliyetlerin altında tespit edildi. Gübre, zirai ilaçlar büyük oranda pahalandı. Bütün tarım girdileri aynı biçimde zamlandı. Ülkede emperyalizmin ve onların yerli işbirlikçisi tekellerin yararına, ama milyonlarca işçinin emekçinin, köylünün mahvına yol açacak olan büyük bir saldırı kampanyası başlatıldı.
Özal hükümeti bu saldırıları artırarak devam ettirdi. Üstelik saldırılar için daha uygun zemin vardı. 12 Eylül’ün üstünden birkaç yıl geçmiş, muhalefet bastırılmış, ortalık temizlenmiş, burjuvazinin hayallerini süsleyen ‘dikensiz gül bahçesi’ bir süre için de olsa yaratılabilmişti.
ABD’nin tam desteğini arkasına alan Özal hükümeti, IMF ve Dünya Bankası ile yeni anlaşmalara oturdu. Yeni borç anlaşmaları karşılığı yeni tavizler verildi. Özelleştirmeler gündeme getirildi.
Türkiye tarımında önemli bir yeri olan, sulama hizmetleri yapan, göletler kuran, kanallar açan Toprak Su, bu hükümet tarafından kapatıldı. Böylece Türkiye tarımına bir darbe daha indirildi.
Tarıma karşı saldırı politikası hızlanarak sürdürülüyordu. Üç kuruşluk kredi karşılığı ülkenin bütün değerlerini dış borç faizlerine aktarmaktan çekinmeyen, hazinenin kapılarını büyük holdinglere sonuna kadar açan, hayali ihracatçılara havadan milyonlarca doları ikram eden Özal hükümeti, köylülüğün devletin sırtında yük olduğunu ileri sürüyordu. Ve “Fiyatları suni olarak yükselten ‘hain köylüyü’ hizaya getirmek” için tarım ve süt ürünleri ithalatını serbest bıraktı! Türkiye piyasaları Amerikan pirinci, şekeri, Hollanda peyniri ile doldu. Binlerce ton et ithal edildi. Özal’a göre bunlar şımaran üreticiyi terbiye etmek, rekabet ortamı sağlayarak halka ucuz besin maddeleri yedirmek içindi!
Oysa Özal’ın gümrük duvarlarını indirip tarım ve hayvansal ürünlerin ithalini serbest bıraktığı dönem, yazının başında anlatılan, ABD ve Avrupa’da stokların dev boyutlara ulaştığı, ABD ve Avrupa’nın pazarlar için kavgaya tutuştuğu, ABD’li büyük kapitalistlerin “adalet” istediği döneme denk gelmektedir
Kapitalist adalet bir kez daha tecelli etti. İthal tarım ve hayvansal ürünleri Mısır’ı, Fas’ı ve diğer bağımlı ülkeler pazarlarını olduğu gibi Türkiye’yi de doldurdu. Bir işçinin birkaç aylığına bedel fiyatlara satılan lüks peynirler, içkiler vb, zenginlerin ilgisine sunuldu. Çikita muz tartışmaları başladı vb.
Türkiye tarımı bu rekabete elbette dayanamazdı. Hayvancılık çöktü. Ve bugüne kadar sürdürülen politikalar sonucu belini doğrultamadı.
Sonraki hükümetler de aynı politikaları sürdürdüler. Artık birbirlerini IMF ve Dünya Bankası’nın belirlediği programları iyi uygulamamakla eleştirir duruma geldiler.
Türkiye GATT anlaşmalarını imzaladı. Bir WTO üyesi olarak Dünya Ticaret Örgütü’nün aldığı bütün kararlara uymak zorunda. Ayrıca AB giriş süreciyle ilgili pek çok anlaşmanın altına imza attı. Daha doğrusu bu imzalarla Türkiye’nin yoksul, küçük ve orta köylüsünü emperyalistlerin ayaklarının altına attı. Bu anlaşmalarla Türkiye tarım ve hayvancılığı tam bir talana ve yağmaya açılırken yoksul köylü açlığa itildi. On binlerce yoksul köylü göçe zorlandı, kent merkezlerine akın etti.
Kasım 1997’de Türkiye’ye gelen Dünya Bankası heyeti, “Tarımsal Destek Politikasına Öneriler; Reform Esasları” başlıklı bir rapor hazırladı.
Bu rapora göre, Türk destekleme sistemi mali açıdan pahalı, ekonomik bakımdan verimsizdi. Ayrıca AB ile entegrasyonu engelliyordu. Dünya ticaret örgütü normlarına da uymamaktaydı. Bu itibarla girişilecek reformun temel ilkeleri şöyle olmak zorundaydı:
– Kısa vadede istisnai ürünler için açıklanan taban fiyatı dışında devlet destekleme alımı yapmayacaktır.
– Yurtiçi fiyatlar, dünya piyasası düzeyine çekilecektir.
– Kredi, gübre sübvansiyonları sona erdirilecektir.
– KİT’ler özelleştirilecektir.
– Böylece, DTÖ ve OTP reformlarına uygunluk gerçekleşecek, bütçe harcamaları kısıtlanacaktır.
Dünya Bankası’nın bu denetlemesinin ve uygulanması için Türkiye hükümetinin önüne koyduğu programın ardından Kasım 1997’de toplanan 1. Tarım Şûrasında tam da Dünya Bankası’nın belirlediği hedefler doğrultusunda kararlara varıldı. Kurultay kararlarına göre, destekleme politikalarının Dünya Ticaret Örgütü ve Avrupa Birliği istekleri doğrultusunda düzenlenmesi kararlaştırılırken, esas olarak büyük toprak sahiplerinin desteklenmesi lehine kararlar benimsendi. Buna göre ürün fiyatları serbest piyasa koşulları tarafından belirlenecek, ürün borsacılığı geliştirilecek, uluslararası anlaşmalar ve verilen sözler dikkate alınacaktır.
18 Nisan seçimlerinden sonra işbaşına elen DSP-MHP-ANAP hükümeti, IMF ve Dünya Bankası ile bir kez daha anlaşma masasına oturdu. Koalisyon hükümetini oluşturan partiler burjuva propagandasına göre “vatandaşların değişik eğilimlerini temsil eden” partilerdi; sosyal demokrat, milliyetçi, muhafazakâr… Ancak süreç içinde görüldü ki, ülkeyi emperyalistlere peşkeş çekme, ülkeyi yağmalatma ve yağmalama konusunda hiçbir düşünce ve pratik ayrılıkları yoktu. Bundan önceki hükümetlerden farkları şuydu: Özal dâhil bugüne kadar işbaşına gelmiş hiçbir hükümet halka saldırı konusunda bu kadar azgın davranamamış, ülkeyi emperyalistlerin talanına açma konusunda bu kadar iştahlı ve coşkuyla hareket edememişti. Ve bu özellikleri ile milliyetçi, muhafazakâr, sosyal demokrat Ecevit hükümeti, “ben zengini severim” diyen ve yoksullardan hoşlanmadığını söyleyen Özal’ı bile fersah fersah geçti.
55. Hükümetin IMF’ye sunduğu iyi niyet mektubunda tarım ile ilgili tam da uluslararası tekellerin isteklerine uygun taahhütlerin yer aldığı görüldü. IMF ve Dünya Bankası’nın “yapısal uyum programı”, “tarımda reform” adı altında dayattığı tüm koşulların, bu hükümet tarafından da benimsendiği ve vakit geçirmeden kararlılıkla uygulamaya konulacağı bildiriliyordu
IMF ve Dünya Bankası’yla imzalanan koşullara üstünkörü göz atıldığında, anlaşmadaki koşulların Osmanlı’nın Duyunu Umumiye’sinden bile ağır olduğu, hiç abartısız Türkiye’nin tam bir sömürge muamelesi gördüğü ve bunu kabullendiği, her şeyini emperyalistlerin hizmeti ve emrine tahsis ettiği görülüyor. Ve böylece bir kez daha, ama bu kez daha ileri bir noktadan Türkiye tarımının ipi çekiliyor.

DESTEKLEME ALIMLARI, SÜBVANSİYONLAR KALDIRILIYOR
Dünya Ticaret Örgütü kararları, GATT anlaşmaları gereği, IMF ve Dünya Bankası’nın “yapısal uyum programları”, “istikrar programları” veya “tarımsal reform programları” çerçevesinde uygulamaya konulan, destekleme alımlarının kaldırılması, sübvansiyonların kısıtlanması ve giderek tamamen yasaklanması kararı Türkiye tarımı için tam bir çöküntü anlamına geliyor. Böylelikle sahip oldukları mali sermaye gücü sayesinde dünya patronluğuna soyunan ve bunun yarattığı güçle kendilerine her alanda ayrıcalıklar sağlayan güçlü emperyalist devletlere tarımda da egemenliklerini pekiştirme fırsatı doğuyor. Söz konusu emperyalist devletlerle kıyaslandığında zaten son derece güdük kalan Türkiye gibi ülkelerin sağladığı desteklerin, sübvansiyonların, gümrük duvarlarının kaldırılmasıyla tarım, emperyalistler karşısında hiçbir rekabet şansı bulamayacaktır. Verdiği desteklerin büyüklüğü, altyapılarının gelişmişliği, tarımsal girdilerdeki aşırı kullanım, modern tarım makineleri, alet ve gereçleri sayesinde tarımsal verimlilik ve üretim artışı bakımından geri kalmış ülkelerden kat kat ileride olan emperyalist devletlerin tarımsal ürünleriyle, geri üretim yapan, makineleri, araç gereçleri son derece yetersiz olan, tarımsal girdileri yeterince kullanamayan ve dolayısıyla verimlilik bakımından gelişmiş ülkelerin çok gerisinde bulunan, bu yüzden de hem fiyat hem de kalite bakımından bu ülkelerle asla rekabet edemeyecek olan Türkiye tarımını önümüzdeki süreçte çok daha kötü günler beklemektedir.
Türkiye’de tarımsal alana devlet desteği her zaman yetersiz olmuştur. Zaten yetersiz olan bu destek tamamen kaldırılmak istenmektedir. Yatırım teşviklerinde 1991’de % 1,5 olan teşvikler 1995’e gelindiğinde % 0,4 düşürüldü. Buna karşın ABD ve AB hem tarımsal yatırım teşviklerini, hem de tarımsal ürün desteklerini sürekli artırdılar. Üstelik Türkiye bütçesinden tarım için ayrılan paraların büyük bölümü sonradan borç faizi ödemelerine kaydırılmaktadır. O yüzden sadece bütçedeki rakamlara bakarak devletin tarımsal desteğini ölçmek son derece yanıltıcıdır. Örneğin 1999 yılında tarım için ayrılan 12 milyar dolarlık kredinin sadece 3 milyar doları bu alana harcanmış, geri kalan 9 milyar dolarlık kısmı dış borç faiz ödemelerinde kullanılmıştır. Yine 1986–96 yılları arasındaki on yıllık dönemde tarıma ayrılan 600 trilyonluk desteğin ancak 60 trilyonu, yani sadece % 10’u üreticinin eline geçmiş, % 90’ı ise tarım dışı alanlarda kullanılmıştır. Bunun nerelerde kullanıldığına ilişkin herhangi bir açıklama yoktur. Ancak büyük holding patronlarının hükümetlere yönelik tezahüratlarına, destek mesajlarına bakınca bu paraların nerelere kullanıldığı daha kolay anlaşılmaktadır.
Tarımsal krediler konusunda yetkili Ziraat Bankası’dır. Asıl görevi tarımı desteklemek olan ve bu amaçla kurulan bankanın özellikle son yirmi yıllık süreçte bu amacından uzaklaştırıldığı, üreticiye desteklerini kıstığı, asıl olarak desteğini büyük toprak sahiplerine, tarım dışında faaliyet sürdürmelerine karşın büyük kapitalistlere, holdinglere aktardığı bilinmektedir. Üstelik Ziraat Bankası’nın kredilerini hangi alanlara, kimlere, nasıl sunduğu tam bir gizdir. Çünkü Ziraat Bankası bu bilgileri, bankalar kanununu gerekçe göstererek açıklamamaktadır.
Türkiye ve onun gibi ülkelere tarımsal destekleri kaldırmaları için baskı yapan ABD ve AB’nin öncü ülkelerinde ise destekler sürekli artmaktadır. ABD tarımını desteklemek için 13,5 milyar dolar, AB ise 45 milyar ECU ayırdı. ABD ve AB’de tarımsal ürünlere destekler % 40’lar civarına ulaştı.
Öte yandan Türkiye’de zaten yetersiz olan desteklerden tüm üreticiler eşit biçimde yararlanamamaktadır. Teşvik ve desteklerin büyük bölümü yine büyük toprak sahiplerinin cebine akmaktadır. Destekleme alım sistemi verilerine göre, buğday üreticilerine sağlanan desteğin aslan payını büyük toprak sahipleri almakta, çoğunluğu oluşturan küçük üreticilere bir şey kalmamaktadır. Resmi verilere göre, toplam üreticilerin % 58’ini oluşturan küçük üreticiler, devlet desteğinin sadece % 7,2’sini alabilirken, üreticilerin % 7’sini oluşturan büyük toprak sahipleri ise devlet desteğinin % 45’ini almaktadırlar. İşte devletin tarım politikası tıpkı diğer alanlarda olduğu gibidir. Emperyalistlerden yüksek faizli borç al, düşük faizlerle, teşvik, prim, yatırım indirimi adı altında holdinglere, büyük tekellere, büyük toprak sahiplerine, toprak ağalarına ver, bunun faturasını ise işçiye, emekçiye, köylüye ödet!
Devlet, desteklerini dağıtmaya geldi mi payı büyük kapitalistlere aktarmakta, ama vergi almaya geldi mi yoksulların yakasına yapışmaktadır. % 58’lik kesime destek için verilen para % 7 -ki işletme başına bölündüğünde dilenciye verilen sadaka gibi kalır-, ama % 7’lik kesimin temsilcileri olan toprak sahiplerine % 45… IMF ve Dünya Bankası’nın emir eri milliyetçi, muhafazakar, sosyal demokrat hükümetlerin hizmetlerini kime sunduğu ve kimin hükümeti olduklarının resmi buradadır.
Desteklemenin amacı, sürekli gelişen, teknolojik yeniliklerle donanmış, düşük maliyetli, yüksek verimli ve kaliteli ürün elde eden tarımsal üretim yaratmak, bunları ülke insanının refah ve mutluluğu için faydalanmasına ve hizmetine sunmak, ülkenin ihtiyaçları doğrultusunda tarım programları uygulamaktır. Ancak bu genel amaçlarla karşılaştırıldığında, devletin tam da tersine, destekleri kıstığı, var olan destekleri ise tarımsal üretimin, teknolojinin, altyapının geliştirilmesi, ucuz, verimli ve kaliteli ürün sağlayıp bunları halkın hizmetine sunmak için değil, IMF ve Dünya Bankası’nın, emperyalistlerin çıkarlarını gözeten programları dâhilinde küçücük bir azınlığın kesesine akıttığı, sonucunda da tarımsal üretimin gerilediği ve dışa muhtaç hale geldiği görülmektedir.
Desteklerin kullanım dağılımına göz atıldığında tam da Dünya Bankası’nın yapısal uyum programlarının amaçladığı biçimde, tarımın çökertilmesine uygun bir tablo çıkmaktadır karşımıza. Teknolojik gelişmelere yönelik yatırımlara hemen hiç yer verilmemektedir. Tam tersine tarımın liberalizasyonu süreci ile birlikte zaten son derece güdük, derme çatma bırakılan ve asla geliştirilmesine izin verilmeyen tarımsal makine imalat sanayisi tamamen çökecektir.
Diğer yandan tarımsal makine, alet ve gereçler piyasası en çok zam gören alanlardan biridir. Bu alandaki fiyat artışları ürün fiyat artışlarından kat be kat önde gitmiştir. Küçük üreticinin bu araçlara sahip olmasının bütün olanakları tıkanmıştır. 1977’de 239 bin lira olan traktörün satış fiyatı 1999’da 5 milyar 602 milyon liraya ulaşmıştır. İthal traktörler bu fiyatların çok üstündedir.
Girdi desteğinden en çok payı gübre almaktadır. Girdi desteğinin % 90’ı gübreye ayrılmaktadır. Gübreye ayrılan destek ile karşılaştırıldığında sulama, zirai ilaçlar, makine vb. desteklerin oran olarak düşük kaldığı görülmektedir. Buna rağmen gübre kullanılması konusunda Türkiye hâlâ gelişmiş ülkelerin çok gerisindedir. Örneğin Fransa’da hektar başına gübre tüketimi 295 kg iken, Türkiye’de 85 kg.dır
Gübrede tam bir dışa bağımlılık vardır. Fosforlu gübrenin ana kaynağı olan fosfat kayası, sülfatlı gübrenin kaynağı olan kükürt yataklarının ülkemizde bulunmasına rağmen, üretim güçlüğü, ekonomik olmama gibi gerekçelerle üretimi yapılmamakta, gübrenin temeli olan bu hammaddeler ithal edilmektedir. Bu yüzden yerli gübre üretiminin de kullanılan maddelerin % 80’i dışarıdan gelmektedir. Bu yüzden yerli üretim diye de sunulan gübrede de neredeyse yüzde yüzlük bir dışa bağımlılık söz konusudur. Buna rağmen tüketilen gübrenin çoğu dışarıdan gelmektedir. GATT kararlarının yürürlüğe girmesi, AB anlaşmalarıyla birlikte gümrük vergilerinin kalkacağı, ithalatın serbest bırakılacağı düşünüldüğünde, yerli gübre üretiminin piyasayı dolduracak yabancı ürünlerle asla rekabet edemeyeceği ortadadır.
IMF ve Dünya Bankası’nı yapısal uyum programları, kamu açıklarını azaltma vb. gerekçelerle desteklerin azalması, gübrede de kendini göstermiş, 1979’da % 85,5 olan destek 1994’de % 28,7’ye düşmüştür. Bu azalmaya rağmen gübrenin girdi desteği içindeki payı diğerlerine oranla büyüktür. Herhalde bunda gübrenin dışa bağımlı olmasının payı çoktur!
Bu arada desteklerin azalması, sürekli ve büyük oranlarda gelen zamlar gübre fiyatlarını muazzam biçimde yükseltmiştir. 1986’da 100 kg buğday karşılığı 63,2 kg gübre alınabilirken, 1994’de 100 kg buğday karşılığı 40 kg buğday alınabiliyordu. 1994’den bu yana geçen 6 yıllık sürede bu miktarın çok daha azaldığından kuşku duyulmamalıdır.
Yine yapısal uyum programları gereği gübrenin dağıtımında devlet denetimi kaldırılarak serbest fiyat uygulamasına gidilmiştir. Böylece fiyatlar serbest piyasa gereği zamlanırken, bunun kadar önemli bir şey olan, gübrede standartlara uygunluk devreden çıkmış, denetim kalmamıştır. Hatta tıpkı ilaç tekellerinin yeni ilaçları yoksul insanların üzerinde denemesi gibi, birçok yeni ürün gübre ve zirai ilaç Türkiye ve onun gibi ülkelerin toprakları üzerinde denenmektedir.
Türkiye ve onun gibi bağımlı ülkelerin topraklarının deneme tahtasına çevrilmesi, çiftçinin kobay haline getirilmesi gübrenin yanı sıra zirai ilaçlar açısından da geçerlidir. Örneğin Amerika’da üretimi serbest, ama ülke sınırları içinde kullanımı kesinlikle yasak olan, içersinde dinosop, naloxtor vb. zararlı maddeler bulunan tarım ilaçları vardır. Bu ilaçların ülke içinde kullanımını kesinlikle yasaklayan ABD, Türkiye ve onun gibi ülkelere satışını serbest bırakmıştır. Ve işin en dikkat çekici tarafı, bu ilaçlar Türkiye’de bakanlığın resmi ilaçları olarak satılmakta, hem doğaya, hem ürüne, hem çevreye, hem suya ve hem de insana büyük zararlar vermektedir.

ÖZELLEŞTİRMELER TARIMI NASIL VURDU?
IMF ve Dünya Bankası tarafından borçlu ülkelere dayatılan “yapısal uyum programlan” ve “tarımsal reform” programları çerçevesinde hızlı biçimde uygulanması istenilen koşullardan biri de özelleştirmeler ve kamusal tarım destekleme kuruluşlarının ve üretici birliklerinin özelleştirilmesi veya tasfiye edilmesidir. Bu doğrultuda harekete geçen hükümetler tarımsal üretim yapan KİT’lerin özelleştirilmesinde ciddi bir yol almış durumdalar. Tarımsal üretim açısından ülke ekonomisinde ciddi yerlere sahip olan bu işletmeler son derece düşük rakamlarla, hibe eder gibi satıldılar. Hem öyle bir satış yöntemi uygulandı ki, söz konusu işletmelerin borçlarını devlet üstlenirken alacakları, bankadaki paraları işletmeyi satın alan kuruluşun oldu. Aslında kamuoyunu satışlarına ikna etmek, zararlı, devletin sırtında kambur olarak lanse edebilmek ve ucuza peşkeş çekmek için bilinçli şekilde zarar ettirilen bu kuruluşların çoğu kâr da ediyordu. Kaldı ki, tarımsal ekonominin bütünü içersinde, gerekliliği kâr-zarar ilişkisi üzerinden değil, kamusal çıkarlar gözetilerek değerlendirilmesi gereken bu kuruluşların özelleştirilmesi tam da IMF ve Dünya Bankası gibi, görevleri ABD, AB’nin öncü ülkelerinin bağımlı ülkeleri yağmalamasını sağlamak olan kuruluşların istediği biçimde olmuştur. Özelleştirme sonrası, buraları bedavaya, hatta üstüne para alarak kapatan kapitalistler, bu işletmelerin büyük bölümünde işçileri kapı dışarı etmiş, işletmelerin faaliyetine son vererek kapılarına kilit vurmuşlardır. Bu işletmeleri eşe dosta peşkeş çekenlerin ve satın alanların amaçlarının buraları işletmek, geliştirmek değil, bedavaya arsalara, alacaklara, bankalardaki hesaplara el koymak olduğu açığa çıkmıştır. Borçları devlete, alacakları satın alan kişilere ait olarak, yine devletin verdiği kredi ve teşviklere yağmalatılan KİT’lerin özelleştirilmesinde inanılması güç bir ihanet zinciri oluşmuştur.
Özelleştirme öncesi yıllık 33.560 ton üretimde bulunan EBK’nın (Et Balık Kurumu) yıllık üretimi özelleştirme sonrası 1.339 tona düştü. Rakamdan da anlaşılacağı gibi hemen hemen tamamının kapısına kilit vurulan işletmelerde çalışan 867 işçiden 691’i işten atıldı. İşletmelerde çalışan işçi sayısı 176’ya indi. İşletmeleri satın alanlar zaten buraları işletme amaçlı değil, bedavaya güzel arsaları, mal varlıkları için satın almışlardı. Böylece Türkiye hayvancılığının en temel işletmesi yok edildi.
SEK (Süt Endüstrisi Kurumu) Özeleştirme öncesi Türkiye’nin süt mamulleri üretimi ve pazarlamasında en büyük ve en önemli işletmesiydi. Kendini sadece üreticiden süt almak ve bu sütleri işleyip satma ticaretiyle sınırlandırmış olmasına karşın üretici için nispeten iyi bir kuruluştu. Özel sektörün uzak bularak, maliyeti artırdığını düşünerek gitmeyeceği bölgelere SEK gitmiş, işletmeler kurmuş, bölge tarım ve hayvancılığının gelişimine katkı sunmuştu. Ancak o da EBK gibi yağmalatıldı. Ağırlıklı olarak Koç Holding’e ikram edilen SEK’in Özelleştirme öncesi üretimi yıllık 62.776 tondu. Özelleştirme sonrası bu rakam 25.650 tona düştü. Özelleştirme öncesi 442 işçi çalışırken, bu sayı özelleştirme sonrası 144’e düştü. Yani işçilerin %67’si işten atıldı. SEK’in özelleştirilen 32 işletmesinden 19’u artık kapalı durumdadır.
Yine orman ve ağaç ürünleri için hayati bir öneme sahip olan ORÜS’ün (Orman Sanayisi Ürünleri) özelleştirilen 19 işletmesinden 18’inde üretim tamamen durmuş, bu işletmelerin kapısına kilit vurulmuştur. Buralarda çalışan 1987 işçiden 1854’ü işten atılmıştır. Özelleştirilen işletmelerden bir tek Vezirköprü işletmesinde üretim % 30 kapasite ile sürmektedir.
Yine özelleştirilen pamuklu sanayisindeki 13 işletmenin tamamında üretim durmuş, 4377 işçinin tamamı işten atılmıştır.
Yem sanayisine ait 30 işletme, Sümerbank’a ait işletmeler, özelleştirilenler arasındadır.
Tarım alanında en büyük ve önemli kamusal kuruluşlardan olan TZDK’nın tesisleri, mal varlıkları yağmalanmaya başlanmıştır.
Önümüzdeki dönem TEKEL, Şeker Fabrikaları, ÇAYKUR, TMO, TÜGSAŞ gibi ülke tarımsal sanayisinin can damarları ve ülkenin en büyük sanayi işletmeleri özelleştirilecektir. Her biri ülke ekonomisinin temel ve köklü sektörlerinden olan bu işletmelerin özelleştirilmesinden sonra bundan önceki oyun yeniden sahneye konacak, bu işletmelerin pek çoğunun kapısına kilit vurulacak, on binlerce işçi ve çalışan kapı dışarı edilecek. Tütün, şeker, gübre, çay gibi yüz binlerce köylünün üretim yaptığı ürünlerin ekim alanları daraltılacak, fiyatlarla istenildiği gibi oynanabilecektir. Tütünde ABD tekellerinin sigaraları ortalığı kaplayacak, yerli sigara üretimi en alt düzeye inecek, Sabancı milyonlarca doları cebe indirirken on binlerce köylü aç kalacak, yerli üretim mahvedilecektir.
Şeker de aynı akıbete uğrayacak, yerli üretim ithal şekere yenik düşecek, yüz binlerce üretici aile üretim dışı edilecektir.
Sanırız özelleştirmelerin sadece kamudan özel sektöre basitçe bir el değiştirme olmadığı, ulusal ekonomiyi, üretimi tahrip etme, ülkeyi tam bağımlı hale getirme planlarının bir parçası olduğu bu kadar uygulamadan sonra daha açık görülebilmiştir.
Toprağın ıslahı, erozyona karşı mücadele, sulama faaliyetleri, göletler vb. konularda çalışma yürüten ve bu yönüyle ülke tarımına büyük katkılar sağlayan Toprak Su, Özal tarafından kapatılmıştı.
Özelleştirme öncesi hükümetler, onların çanak yalayıcısı medya ve burjuva propagandacılar, özelleştirmelerin ülke ekonomisini geliştireceğini, rekabeti arttıracağını, teknolojik yenilenmeler sağlayacağını ve buna benzer bir sürü palavrayla halk kitlelerini kandırmak için çalışmışlardı. Ancak özelleştirme sonrası yaşanan gerçekler, söylenenlerin nasıl palavra olduğunu gösterdi. Şu yukarıda anlatılan ve özelleştirmelerin ancak çok küçük bir bölümünü teşkil eden işletmelerin durumu, özelleştirmelerde nasıl bir ekonomik katliam yaşandığını, ülke değerlerinin nasıl yağmalandığını, ekonominin nasıl tahrip edildiğini, üreticinin nasıl çaresizliğe, tekellerin insafına terk edildiğini kanıtlamaktadır. Örneğin SEK özelleştirilmeden birkaç gün önce üreticiden 19–20 bin lira civarlarında satın alınan süt, özelleştirmenin hemen arkasından 15–16 bin lira seviyelerine düşmüştür. Böylece süt üreticisi bir anda % 20-25’lik bir kayba uğramıştır. Buna karşılık sütün tüketiciye satış fiyatında herhangi bir düşüş olmadığı gibi, tersine kartel oluşturan holdingler aralarında anlaşarak fiyatları sürekli yükseltmişlerdir. Tarımsal ekonominin en önemli bu işletmelerinin özelleştirilmesi ile IMF ve Dünya Bankası’nın, ulusal ekonomileri yıkmak ve böylece pazarları emperyalistlerin tam anlamıyla ele geçirmesini sağlamak görevinde ne denli başarılı olduğunu göstermektedir.

TABAN FİYATLARI
IMF ve Dünya Bankası’na verilen taahhütler doğrultusunda taban fiyatları düşük tutuluyor. Önümüzdeki süreçte Dünya Ticaret Örgütü ve GATT sözleşmeleri gereği devlet bu alandan tamamen çekilecek, fiyatlar serbest piyasa koşulları, yani tekeller tarafından belirlenecek.
Ürün taban fiyatlarının düşük tutulması çiftçiyi tam bir yıkıntıya uğratıyor. Maliyetlerini karşılayamayan köylü, tefecilerin eline düşüyor, banka borçlarını ödeyemiyor. Ödeyemediği borçlarından dolayı icra takibine uğrayan çiftçi sayısında büyük bir patlama yaşanıyor.
Anlaşmalar çerçevesinde tamamen IMF ve Dünya Bankası’nın yönetimine giren Türkiye’de artık ürün taban fiyatları da bu tefeci kuruluşlar tarafından belirleniyor. Bu kuruluşlar tarafından bu yılki buğday fiyatları 102 bin lira olarak belirlendi ve doğal olarak üreticinin büyük tepkisiyle karşılaştı. Çünkü yıllık enflasyon oranının % 67-68’lerde olduğu koşullarda buğdaya verilen zam % 30’larda kaldı. Ve böylece üreticinin reel geliri düşerken, zarar etti.
Ancak üreticinin yaşadığı bir gerçek daha vardır ve karşımıza daha vahim ve korkunç bir tablo çıkarmaktadır. Açıklanan 102 bin liralık taban fiyatına karşın tüccar buğdayı 75 bin ile 78 bin lira arası fiyatla satın almaktadır. Bu fiyatlar çiftçi için kelimenin tam anlamıyla idam fermanıdır. Devletin alımlarda son derece isteksiz ve ağırdan davranması, borçlarını ödemek zorunda olan köylünün paraya acil ihtiyacı, bankalara, tefecilere olan borçları, toprağı yeni ekime hazırlamak için gerekli para, üreticiyi tüccarın kucağına sürüklemektedir.
Öbür tarafta ise bir başka karanlık oyun sergilenmektedir. Dış borç ödemelerinin faizlerini ödemek için Türkiye, 225 dolara aldığı buğdayı 80 dolara ihraç etti. Altına attığı imzalar sonucu almak zorunda kaldığı buğdayı 165 dolara gümrüksüz aldı.
Kamu açıklarını kapama gerekçesiyle ürün desteklerinin, düşük faizli tarım kredilerinin vb. kesilmesini emreden IMF ve Dünya Bankası, Türkiye’nin 80 dolara sattığı buğdayı 165 dolara almasına hiç ses çıkarmıyor (Demek ki, bunlar kamu açıklarını artırmıyor!). Çünkü bu yolla dış borçlar büyüyor ve ülke daha fazla emir-komuta altına giriyor. Zaten IMF ve Dünya Bankası da bunun için çalışmıyor mu?
Tütünde de aynı oyun oynanmaktadır.
Geçtiğimiz yıl 1 milyon 450 bin lira olan tütün başfiyatı bu yıl 1 milyon 812 bin lira olarak açıklandı. Enflasyon % 67, tütünde artış % 25. Bu durumda üreticinin yıkıma sürüklenmesinden başka bir yol var mıdır? Bu fiyatları belirlemekle aslında devlet açıkça, bu işi bırakın gidin, başınızın çaresine bakın demektedir. Gitmeyenleri de işte böyle yol ve yöntemlerle süründüreceğini ilan etmektedir. Üstelik tütünde kota uygulaması vardır. Belirlenenden fazla üretim yapan köylüye, belirlenen fiyattan % 70 eksik ödeme yapılmaktadır.
Tüm bunların anlamı açıktır; batsın yerli tütün, gelsin ABD’den Virginia tipi ithal tütün! Tekellerin özelleştirilmesinin ardından piyasaya hâkim olacak ve alternatifsiz kalacak olan yabancı sigara tekelleri için şimdiden yapılan hazırlıkların bir parçası da işte budur.
1982–1992 yılları arasında ürün bedelleri, 12 kat artarken, girdi bedelleri 25 kat artmıştır. Demek ki çiftçinin geliri yarı yarıya azalmıştır. Bir başka ifadeyle, tarım girdilerinin büyük bir bölümü ithal olduğuna göre, çiftçinin cebinden dışa giden para neredeyse iki kat fazlalaşmıştır.
Şimdi IMF ve Dünya Bankası’nın bir yandan ürün bedellerinin düşük tutulmasını istemesiyle, diğer yandan fiyatların dünya piyasaları seviyesine çıkartılmasını istemesi arasında bir çelişki varmış gibi görülebilir. Ama hayır, bunda hiçbir çelişki yoktur.
IMF ve Dünya Bankası, ürün bedellerinin düşük belirlenmesiyle küçük ve orta ölçekli üreticinin çanına ot tıkamayı, üretim sürecinden kopartmayı, üretimi düşürmeyi, ekim alanlarının azalmasını hedeflemektedir. Ürün fiyatlarının dünya fiyatları seviyesine çıkartılmasını ise, aradaki mazot, gübre, zirai ilaçlar ve tohumlar vb. girdilere sürekli zam yaparak, bunlardan devlet desteklerini, sübvansiyonları kaldırarak sağlamaktadır. Böylece maliyetler yükselmekte, düşük ürün bedeli ile dünya fiyatları arasındaki fark bu yöntemle kapanmaktadır. Sonuçta bağımlı ülkelerin ürünlerinin dünya pazarlarında rekabet tehlikesi ortadan kaldırılmaktadır. Böylece, hem üretici ürünü karşılığı düşük bedel almakta, gerçek geliri sürekli gerilemekte, çoğu zaman zarara uğramaktadır. Hem de ithale dayalı mazot, gübre, vb. girdilere giden paralarla Türkiye’nin dış borçları çoğalmakta, emperyalizme daha bağımlı hale gelmektedir.
Eğer bir ürün emperyalistler tarafından üretilmiyor ve gerekli bir ürünse o zaman şartlı kredi, borç baskısı ve diğer oyunlar devreye sokularak ürün düşük fiyatla emperyalistlere aktarılıyor.
IMF ve Dünya Bankası’nın şart koştuğu şeylerden birisi de tarıma verilen düşük faizli kredilerin kaldırılması, faizlerin normal piyasa koşullarına uygun hale getirilmesidir. Oysa üretici düşük faizli kredileri bile ödemekte zorlanırken normal piyasa koşullarında belirlenen faizleri nasıl ödeyecektir? Her şeyden önce tarımsal alandaki kârlılık sanayi ve ticari işletmelerdeki kârlılığın gerisindedir. Üretim piyasa koşullarının dışında doğa, iklim, yağış, kuraklık vb. ile doğrudan bağlıdır. Diğer yandan sanayici aldığı krediyi yılda en az dört beş kez çevirebilmektedir. Bu bazı işkollarında çok daha fazladır. Oysa tarımda alman kredi ancak yılda bir kez döndürülebilmektedir. Bu durumda tarım alanına normal piyasa faizlerini uygulamaya kalkmak bu alanı defterden silmekle eş anlamlıdır.
Tarım ürünlerine yıllık % 20–25 zam veren devlet, üreticiye % 50-60’larla kredi vermeye kalkışmaktadır.
GATT ve Dünya Ticaret Örgütü sözleşmeleri, IMF ve Dünya Bankası’nın yapısal uyum programları çerçevesinde Türkiye tarımını bekleyen en büyük tehlikelerden biri de gümrüklerin indirilmesi, ithalatın tamamen serbest hale getirilmesi, böylelikle ülke tarımının kaplanların önüne yem olarak atılmasıdır.
Artık emperyalistlerin IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla uzun soluklu olarak sürdürdükleri ülke tarımını tahrip etme, güçsüzleştirme, üreticiyi çökertme planı başarılı olmuş, Türkiye tarımı rekabet şansını yitirmiştir. Ne teknolojik yeterlilik ve buna bağlı olarak kaliteli ve yüksek verimlilik, ne fiyatlar bakımından rekabet şansı yoktur.
ABD ve AB ülkeleri kendi tarımlarına % 40-50’lere varan destekler, sübvansiyonlar sağlarken, bizim gibi ülkelere desteklerin, sübvansiyonların, teşviklerin kaldırılmasını şart koşmaktadır. Nitekim emirler doğrultusunda destekler kaldırılmaktadır. Üstelik efendilere öyle bağımlı hale gelinmiş, öyle kölelik anlaşmalarına imza atılmıştır ki, Türkiye öyle canının istediği yere emperyalistlerin izni olmadan ihracat yapamayacaktır.
Uygulanan politikalar sonucu rekabet gücünü kaybeden tarım iç pazarda da yerini ithal ürünlere terk etmek zorunda kalıyor.
Şeker pancarına konulan kota bunun en bariz örneklerinden biridir. Üretim fazlası olduğu gerekçesiyle üretim alanları sınırlanan şeker pancarına konulan kota, aslında üretim fazlalığından değil, çok miktarda şeker ithal edilmesinden konmuş bir uygulamadır. ABD ve AB ile yapılan ikili anlaşmalar Türkiye’ye her yıl belli miktarda şeker ve başka ürünleri alma zorunluluğu getirmiştir. Şimdi ticaretin liberalizasyonu sonucu ithalatın tamamen serbest bırakılmasıyla pek çok tarım ürünü gibi şekerde de iç pazar ithal ürünlerin eline geçecektir. Çünkü Türkiye’nin rekabet şansı kalmamıştır.
Bu konuda birkaç örnek vermek durumun vahametini göstermek için yetecektir.
Şeker kamışından şeker üreten ülkelerde -ki dünya şeker üretiminin % 65’i şeker kamışındandır- şekerin tonu 250–280 dolar arasındadır. Bizim ülkemizde ise şekerin maliyeti 575 dolar seviyesindedir. İthalatın tamamen serbest bırakıldığını bir düşünün. Elbette yerli üretimin ithal şeker karşısında hiçbir şansı yoktur ve bir süre sonra birkaç ithalatçı büyük holding ve kapitalist ithalat yoluyla milyonlarca doları cebe indirecek, ama ortada yerli şeker üretimi diye bir şey kalmayacaktır. İlk önceleri piyasada biraz daha ucuza satılacak ithal şeker, yerli üretimin devreden çıkmasından sonra, eski fiyatlarının da üstünde satılacaktır.
Yine Türkiye’de özellikle Karadeniz bölgesinin en önemli geçim kaynağı olan çayın fiyatı 5–6 dolar düzeyindedir. Oysa bileşim, koku, tat, renk bakımından aynı vasıflara sahip Arjantin çayının dünya piyasalarındaki fiyatı 1 dolar düzeyindedir. İthalat tamamen serbest bırakıldığında Karadeniz çayı asla rekabet edemeyeceğinden ithal çaya yenik düşecek, Karadeniz’in en önemli gelir kaynağı yok olacak, on binlerce üretici, yüz binlerce üretici ailesi ferdi işsizliğin, yoksulluğun, açlığın kollarına atılacaktır.

AVRUPA BİRLİĞİ TÜRKİYE TARIMINDAN NELER GÖTÜRECEK
Uzun zamandan beri sözü edilen ve Türkiye hükümetlerinin girmek için her türlü tavizi verdiği Avrupa Birliği’ne giriş hiç de hükümetlerin söyledikleri gibi, ülke için yeni bir umut değil, ama emekçiler açısından daha zor günlerin başlangıcıdır. Ancak gerek hükümetler, gerek burjuva ideologlar, medyanın kiralık kalemleri kendilerine söylenenler doğrultusunda öyle yaygaralar yapmakta, öyle süslü şeyler yazmaktadırlar ki, sanki AB’ye girince Türkiye ekonomisi bir anda düzlüğe çıkacak, refah ve gelir seviyesi bir anda yükselecek, üretimde patlama olacak, bütün Avrupa, işi gücü bırakıp Türk sanayi ve tarım ürünlerini almaya koşacak, Avrupa’nın dört bir yanı Türk ürünlerinin istilasına uğrayacaktır. Zaten Avrupa’da Türkiye’nin giriş sürecini bu yüzden uzatmakta, çünkü tarihlerinde Osmanlı’dan çok çeken Avrupa, tam ondan kurtulmuşken, şimdi Türk ürünlerinin istilasına uğramaktan büyük korku ve endişe duymakta, Avrupalıların uykuları kaçmakta, gece rüyalarından Türk ürünlerinin pazarları esir aldığı kabuslarıyla uyanmaktadırlar!!!
Burjuva ideologlar, yoksulları ve emekçileri bu yalanlarla kandırmak için didinirken, küçük burjuva aydına da hoşlanacağı başka masallar anlatmaktadırlar. Onlara AB’nin demokrasi getireceği masallarını, Kürt burjuvalarına da başka şarkılar söylemektedirler. Eh, yıllardır milyarlarca insanı sömürerek yöneten kapitalizmin heybesinde herkese, her keseye uygun yalan bulunur. Hele bu masallara inanmaya hazır zavallı küçük burjuva aklıevveller varsa, işleri daha kolay olmaktadır.
Dünya Ticaret Örgütü, GATT sözleşmeleri, IMF ve Dünya Bankası’nın icraatları ile önü düzlenen AB’nin öncü ülkeleri açısından Türkiye gibi ülkeler tam anlamıyla yağmalanmaya hazır pazarlardır. Zaten AB’nin uyum süreci olarak ortaya sürdüğü ve tamamlanmasını istediği süreç, bu yağma ve talanı daha da kolaylaştırmaktan başka bir şey değildir.
AB ile birlikte gümrük duvarlarının kaldırılması, gümrük vergilerinin sıfırlanmasıyla birlikte Türkiye tarımının AB tarımı ile hiçbir rekabet şansı bulunmamaktadır. Özellikle son otuz yıl içinde ortak tarım politikalarıyla tarımda büyük bir atak yapan ve net ithalatçı konumundan net ihracatçı konumuna geçen ve bu alanda ABD’ye ciddi rakip olan, kafa tutan AB karşısında, Türkiye bir açık pazardır. AB’nin, uygulaması için Türkiye’ye dayattığı şartlar, tam bir sömürgecilik uygulamasıdır.
Erbakan ve Çiller başkanlığındaki RP ve DYP’nin oluşturduğu hükümetin imzaladığı anlaşmaya göre, Türkiye, AB tarafından sübvanse edilen, başta et olmak üzere tarım ürünlerinin sıfır gümrükle Türkiye’ye girişini kabul etti.
AB ile yapılan anlaşmaya göre, Türkiye AB’den yapılacak tarım ürünleri ithalatına izin veriyor. Bu anlaşmaya göre, et, süt, yumurta, yağlar, nebati yağlar, şeker, 15 bin kasaplık sığır, 19 bin ton sığır eti Türkiye’ye gümrüksüz girecektir. Eğer Türkiye bu ürünleri ithal etmezse anlaşma gereği cezalar ve yaptırımlar gündeme gelecektir. Buna göre, AB Avrupa’ya satılan Türk ürünlerine % 25–20 düzeyinde ek vergiler koyarak satışını engelleyecektir.
Avrupa’nın Türk malı ithal etme mecburiyeti ve etmezse ceza uygulaması yok, ama Türkiye’ye var. Ne eşit bir anlaşma!
Oysa AB ülkelerinin Türkiye’den yaptıkları ithalat son derece düşüktür; toplam gıda ithalatı içinde % 0,83 gibi düşük bir paya sahiptir. Buna karşın Türkiye’nin AB ülkelerinden yaptığı ithalat, toplam gıda ürünlerinin % 35’ini teşkil etmektedir. Yani Türkiye toplam gıda ithalatının üçte birini AB ülkelerinden yapmaktadır. AB süreci ile birlikte imzalanan yeni anlaşmalarla bu rakamlar çok daha yukarılara tırmanacak, Türkiye almak zorunda bırakılacağı ürünler ve artan miktarlar için pek çok yeni anlaşmaya imza atacaktır. Yani yerli üretimden “kamu açıklarına neden oluyor”, “tasarruf” gerekçesiyle kesilen destekler ithal mallara sağlanacaktır.
Peki, Türkiye tarımsal üretiminin AB ile rekabet şansı var mıdır?
Avrupa’da tarım ürünlerinin gizli ve açık yolla % 90’ı sübvanse edilmektedir. Avrupa topluluğunda 1988 yılı itibariyle çiftçi aile başına düşen sübvansiyon tutan 5628 dolarken, Türkiye’de bu rakam 106 dolardır. Üstelik son iki yıl içersinde bu rakam daha da düşmüştür. 1999 yılında AB’de hektar başına verilen üretici desteği 597 dolarken, Türkiye’de 114 dolardır. Türkiye ile ilgili rakamların ne kadarının gerçekleri yansıttığı son derece şüphelidir. Çünkü daha önceki bölümlerde sözü edildiği gibi, kâğıt üzerinde tarıma ayrılmış gözüken desteklerin, kredilerin büyük bir bölümünün tarım dışı alanlarda kullanıldığı ortaya çıkmıştır.
Ocak 1999’da Ankara’da Ziraat Mühendisleri Odası tarafından düzenlenen “Dünyada ve Türkiye’de Tarımsal Desteklemelere Yeni Yaklaşımlar” konulu sempozyumda Türkiye Ziraat Odaları Birliği adına konuşan Saim Dağ, Almanya’nın tarıma verdiği destekle ilgili şunları söylüyor: “1996 yılında Almanya’da bir kooperatif işletmesini ziyaret ettik, bu kooperatif işletmesi Doğu Almanya’dan intikal etmiştir, tabii geçiş dönemi olduğu için de denilebilir, ama bir ihtiyaç olduğu için uygulandığını söylemek için açıklamak istiyorum. Yüzde 7,8 oranında zirai kredi faizi, bunun sadece 1,8’ini işletme ödüyor, 6’sı sübvanse ediliyor. Tabii ki, bu ortak tarım bütçesinden değil, oranın kendi ulusal bütçesinden ödenmek üzere. Arkasından 96 fenik dolayındaki mazotun tarımda kullanılan 40 küsur feniğini yine yılsonunda, tarımda kullanıldığını belgelemek suretiyle ödendiğini gördük…”
Konuşmacının belirttiği gibi, bu bir geçiş dönemi politikası olabilir. Ancak bir bölümünü geçiş politikası olarak kabul etsek bile, geri kalanı, teknoloji ve verimlilik bakımından ileride olan bir ülkeye başlı başına büyük bir avantaj sağlamaz mı? Bu avantajlara karşı, mazotu, gübresi ve diğer girdiler sürekli pahalanan, destekleri yok olan bir tarımın, karşısındaki güçle rekabet şansı olabilir mi?
Bir başka karşılaştırma yaparsak: Türkiye’de kullanılması gereken gübre yıllık 3,5 milyon tondur. Ama bunun ancak yarısı, yani 1,8 milyon tonu kullanılmaktadır. Devletin gübreye sağladığı destek % 80’lerden başlayıp % 30’lara kadar düşmüştür. Bu önümüzdeki yıllarda halen kullanılmakta olan gübre miktarının da düşeceğinin göstergesidir. Oysa Fransa’da hektar başına gübre tüketimi 295 kg, Türkiye’de ise 85 kg.dır.
Öte yanan IMF ve Dünya Bankası’nın programlan gereği gübre üretiminde bulunan devlete ait işletmeler özelleştirilecektir. Nasıl ki SEK’in, EBK’nın özelleştirilmesinden üretici büyük zarar görmüş, özel şirketlerin oluşturduğu kartellerin oyuncağı haline gelmişse, bu alandaki özelleştirmelerden de üreticinin büyük zarar göreceği unutulmamalıdır.
1996’da yürürlüğe giren Gümrük Birliği anlaşması gereği AB’den ithal edilen gübrede gümrük vergileri kaldırılmıştır. Özelleştirme öncesi emperyalistlere gerekli alt yapılar hazırlanmıştır. Özelleştirme ile birlikte zaten esas olarak dışa bağımlı bulunan gübrede piyasanın tamamen emperyalistlerin kontrolü altına girmesi ve fiyatları gönüllerince belirlemeleri kaçınılmazdır. Bu durumda önümüzdeki yıllarda gübre kullanımında düşüşler yaşanması, küçük ve orta ölçekli çiftçinin bu zorunlu veda dolayısıyla ürünlerdeki verimliliğin daha da düşmesi beklenmelidir.
Buna karşın gübre ve diğer girdileri giderek daha aşırı şekilde kullanan ve bunların imalatını elinde bulunduran, makine, teknolojiye sahip olan AB’nin tarımsal üstünlüğünün büyümesi kaçınılmazdır.
AB ile Türkiye’nin rekabet şansını engelleyen bir başka faktör de modernizasyon ve makine gücündedir. Türkiye bu bakımdan da AB’den çok geri düzeydedir.
Modernizasyonun ve makineleşmenin göstergelerinden biri olan traktör kullanımında, Türkiye’de her bin hektara 33 traktör düşerken, Avrupa’da her bin hektara 102 traktör düşmektedir. Arada üç katlık bir fark vardır. Biçerdöverde ise bu fark çok daha büyüktür. Türkiye’de aynı miktar tarımsal alana 0,6 biçerdöver düşerken Avrupa’da 14 biçerdöver düşmektedir.
Öte yandan patent yasasından ayrı olarak Avrupa Birliği’nce uygulanan makine standardı, AB’yi oluşturan güçlü ülkelere, geri kalmış ülkeler karşısında büyük yıkıcı bir güç sağlamaktadır.
Bu düzenlemeye göre, belirtilen normlara uygun makineler, tüm Avrupa Birliği ülkelerinde serbestçe ve hiçbir engelle karşılaşmadan satılabilmektedir. Bunun dışındakilere ise yaşama şansı yoktur. Elbette bu standartlar AB’nin ileri ülkelerindeki teknolojiye göre düzenlenmiştir. Bu durumda belirtilen standartlara uymayan, üzerlerinde CE damgası taşımayan makineler, diğerleri karşısında yok olacaklardır. Böylece, zaten Türkiye’de emekleme devresinde olan, ağırlıklı olarak daha çok atölye düzeyinde imal edilen, teknolojiden yoksun tarımsal sanayinin gırtlağı gelişemeden sıkılacaktır.
Yine TZDK’nın ve diğer tarımsal sanayi alanına giren KİT’lerin özelleştirildiği veya özelleştirilmek üzere oldukları anımsandığında vaziyetin dramatikliği daha belirgin bir biçimde ortaya seriliyor.
AB sürecinin Türkiye tarımını nasıl tahrip edeceği, emperyalistler ve Türkiye sermayesinin el ele ülke tarımını nasıl bitirecekleri başlı başına ele alınacak bir konudur ve bu genel yazının sınırları içine sığmayacak kadar geniş kapsamlıdır. Ancak şu kısa bölümdeki birkaç örnek ve birkaç rakamsal karşılaştırma bile AB’nin diğer alanların yanı sıra Türkiye tarımı için nasıl büyük bir tehlike arz ettiğini, AB’nin öne sürdüğü ve Türkiye egemenlerinin yerine getirmek için gayretle çalıştıkları koşulların nasıl ağır ve tarımı darmadağın edici olduklarını görebilmek için yeterlidir.
Aslında sadece şu soruya açık ve içten bir yanıt vermek bile meseleyi çözer. Emperyalizm ve onun bir parçası olarak AB’nin öncü ülkeleri Türkiye gibi geri kalmış ve boyunlarına borç kemendi geçirilmiş bağımlı ülkeleri kendi yanlarına niçin almaktadırlar? Onları hallerine acıdıkları, içlerindeki yardımseverlik duyguları çok geliştiğinden, yürekleri Türkiye’nin geri kalmışlığına dayanamadığından mı? Bunlara yardım edelim, gelişsinler, güçlensinler, karşımıza rakip çıksınlar diye mi? Yoksa hep biz onları sömürdük, eh biraz da onlar bizi sömürsünler diye mi?
Ancak, emperyalistlerin dünyayı daha fazla sömürme, daha fazla pazar üzerinde hegemonya kurma, rakipleri ile boğuşma, onları alt etme, pazar alanları dışına atma, güçsüzleştirme plan ve hedeflerini bırakıp dünyanın yoksullarını güçlendirmek için kafa yoracaklarını, kendilerine rakip çıkarmak için çabalayacaklarını düşünmek, ahmaklıktan başka nedir?
Bunca yıllık yaşanmışlık göstermiştir ki, kapitalizm para dağıtmak değil ama düş dağıtmak konusunda cömerttir. Ama AB’nin öncü ülkelerinin el attığı ülkelerin durumu hiçbir düşe yer bırakmayacak kadar da acıdır.
Polonya, AB’ye girme sürecinde olan ülkelerden biridir. Burada özellikle Almanya’nın etkisi giderek güçlenmektedir. Polonya’da 1988’den bu yana süreçte nüfusun % 30’unu oluşturan çiftçilerin gelirleri tamı tamına yarıya düştü. Çiftçi yokluk içinde kıvranırken, açlık ve yoksulluk her geçen gün daha büyük ve ciddi bir tehdit oluşturuyor. Aynı biçimde et üretimi de büyük ölçüde düştü. Yıllar sonra AB damgalı ithal etler Polonya’ya girdi. IMF ve Dünya Bankası’nın programları, AB’nin yağmacı planlan Polonya halkını her gün biraz daha yoksulluk batağına sürüklerken, dış borçlan artıyor, AB tarafından düzleniyor.
Aynı süreç Macaristan’da da yaşanıyor. Üç beş zengin aile, milyon dolarlara sahip olurken, devlet yöneticilerinin ve üst düzey bürokratların ülkenin peşkeş çekilmesi karşılığı yurtdışı bankalardaki hesapları kabarırken, halk görülmemiş bir yoksulluğun içine sürükleniyor.

HAYVANCILIK
Üretimi en fazla gerileyen alanlardan biri dendiğinde Türkiye’de ilk akla gelenlerden biri hayvancılıktır.
Özellikle 12 Eylül darbesi ve Özal hükümetinin emperyalizme kölece bağlı politikaları hayvancılığa büyük darbeler indirmiştir.
Hayvancılığın asıl merkezi olan ülkenin doğu ve güneydoğu bölgelerinde olağanüstü halin sürekli hale gelmesi, bölgedeki olaylar bahane edilerek yayla yasağının getirilmesi, köylerin boşaltılması, tarım ve hayvancılığı kökünden geriletmiş, bir yandan bölge insanının tek geçim kaynakları ellerinden alınıp köyünden toprağından kopartılmış, öte yandan tarım ve hayvancılığa büyük darbe indirilmiştir.
1980’li yıllarda ABD ve AB’de büyüyen et ve süt stokları, bunları pazarlama ihtiyacı, emperyalistleri bağımlı ülkelere baskı yapmaya, daha fazla tarımsal ve hayvansal ürün almaya zorlamış, bunun sonucunda emperyalizme bağlılık yemini etmiş 12 Eylül cuntası ve Özal hükümeti kapılarını hayvansal ürünlere açmış, sıfır gümrükle ithal edilen et ve süt ürünleri piyasayı kaplamıştı. Bu işten hayvancılık büyük bir yara aldı. Rekabete dayanamayan hayvancılıkta bir anda büyük bir gerileme yaşadı.
1992 yılında hükümet hayvancılıkta teşviki kaldırdı. Tüm bunların sonucunda binlerce aile hayvancılığı bıraktı.
Yine AB ile yapılan anlaşmalar sonucu her yıl belirlenen binlerce tonluk et ve süt ürünleri ithalatı, hayvancılığın çöküşünü hızlandıran bir başka etken oldu.
1988’de yürürlüğe giren Avrupa Birliği ile yapılan anlaşmaya göre tarım ürünleri ithalatı serbest bırakılırken, et, süt, yumurta ve yağlarla birlikte, 15 bin baş kasaplık sığır, 19 bin ton sığır etinin Türkiye’ye gümrüksüz girişine izin verildi.
1980–1993 arası dönemde Türkiye’de et üretimi % 40 azaldı.
SEK ve EBK’nın özelleştirilmeleri, üreticinin büyük kapitalistlerin ellerine terk edilmesi, sürekli artan yem fiyatlarına karşın ürünlerdeki fiyat artışlarının onun çok gerisinde kalması, bir kilo sütün bir kilo yemi karşılayamaması, yağmalanan meralar, aslında emperyalizmin uzun soluklu faaliyetlerinin sonuçlarıydı.
Bugün ülkede sağmal inek sayısı 3 milyon civarına düşmüş durumda. Günlük 2 milyon ton civarında süt üretimi var.
Yabancı ülkelerden ithal edilen süt ürünleri ise büyük bir artış göstererek günlük 700 tona ulaştı.
41 milyon hektar olan meralar 20 milyon hektara inmiş durumda.
Yem fiyatları, dünya fiyatlarının iki misli.
Hayvancılıkta gerileme sürüyor. Gümrük duvarlarının inmesi, AB ve diğer koşullar Türkiye hayvancılığını kepenk kapatmaya zorluyor.

KÖYLÜLÜĞÜN TEK SEÇENEĞİ ÖRGÜTLÜ MÜCADELEDİR.
Emperyalist, kapitalist talanın en vahşi dönemi yaşanıyor. Tekelci sermaye aşırı kâr hırsı yüzünden insanlığın bugünü ve geleceğine ipotek koyuyor. Kendi sömürüsü sürsün, birkaç ülke dışında tüm dünya kendi egemenliğine girsin, var olan egemenliği daha da güçlensin diye dünya tarım alanlarına el koyuyor, üretimin önüne set çekiyor, en verimli alanları üretim dışına itiyor. Dünyadaki pek çok ülke gibi Türkiye tarımı da bu planların bir parçası olarak çökertiliyor. Bir zamanlar bölgenin tahıl deposu olan, kendine yeterinden fazlasını üreten ve ihraç eden ülke, bugün tarım ithalatçısı konumunda. Küçük ve orta köylülük yıkıma sürükleniyor. Yüz binlerce çiftçi ailesi toprağını büyük kapitalistlere, büyük toprak sahiplerine, tefecilere kaptırıyor. Gümrük duvarları kaldırılıyor, tarım aslanların önüne yem olarak atılıyor.
Siyasal iktidarlar bu soygun ve talanda, haydutların soygunlarını daha rahat sürdürebilmeleri için gözcülük ve korumalık yapıyor.
Küçük ve orta ölçekli üretici açısından sadece toprağa sahip olmak yetmiyor. Toprağı işleyebilmek için para gerekli. Para olmayınca üretici açısından toprağın bir anlamı yok. Artan maliyetler, girdilere gelen sürekli zamlar, ürün fiyatlarının reel anlamda değer kaybetmesi, kredilerin ve desteklerin büyük toprak sahiplerine gitmesi ve rekabet gücünün olmaması, üreticiyi vuruyor. Oysa para büyük toprak sahibinde, büyük kapitalistlerde ve bankalarda. Kapitalist sistemde ise güç para sahibinde.
Türkiye köylüsünün büyük bölümü yoksulluk sınırının altında veya sınırda. Yıllık gelir 1000 dolar civarında. Ancak bu rakam eşit dağılımı ifade etmiyor. Büyüklerin payı çıkıldığında büyük kesimin aylık geliri asgari ücretin çok altında kalıyor.
Türkiye köylüsü dilenci seviyesine indirildi. Son derece sağlıksız barınma koşullarında, ahırdan bozma yerlerde hayvanlarla, gübre ile iç içe yaşıyor. Yılın 350 günü aynı yemeğe, aynı çorbaya kaşık sallıyor. Giderek daha fazla kronik açlık çekiyor. Sağlık ve eğitim olanaklarından faydalanamıyor.
Kanalizasyonu olan köy sayısı sadece 678’dir. Bu sayı Türkiye’deki köylerin ancak % 2’sini teşkil etmektedir.
Köylerin % 82’sinde içme suyu şebekesi yoktur. Olanlarınsa % 88’i dezenfekte edilmemektedir. Su ihtiyacı ilkel koşullarda, her türlü dış etkiye, salgın hastalıklara açık kuyu vb. den karşılanmaktadır. Köylerin bir bölümünde ise hiç su yoktur.
Köylerde kanalizasyon sistemi yoktur. Büyük bölümü fosseptik kuyu kullanmaktadır. Bu ise her türlü sağlıksız koşulların kaynağıdır. Hangi köyde fosseptik kuyusu sızıntılarının su kuyularına karıştığı belli değildir. Evlerin yarısından çoğunda helâlar evin dışındadır. % 11’inde ise hiç hela yoktur.
Köy yollarının uzunluğu 326.521 km.dir. Bunların sadece % 7,8’i asfalttır.
DİE’nin 1990 yılı verilerine göre tüm ülkede okuryazarlık oranı % 80,45 iken, bu oran tarım kesiminde % 68,36’dır.
İlkokulda % 50,2 olan kız öğrenci oranı, ilkokuldan sonraki eğitim kuruluşlarında % 15,4’e düşmektedir.
1992 yılında denek olarak seçilen 241 aile üzerinde yapılan araştırmada, 19 yıl olarak saptanan ortalama evlilik süresinde doğan çocukların % 27,6’sı ölmüştür. Ölümlerin % 62,8’i bir yaşına gelmeden, % 17,9’u 1–2 yaş arasında, % 18,4’ü 3–7 yaş arasında, diğerleri de 7 yaş sonrası ölmüştür. Bir genelleme yapmak gerekirse, kırsal kesimde dünyaya gelen her bin çocuktan 174’ü bir yaşına gelmeden ölmüştür.
Ama köylerdeki karakol sayıları sağlık oranlarına oranla birkaç kat fazladır.
Rakamlar devletin rakamlarıdır ve Türkiye köylüsünün acıklı durumunu gözler önüne sermektedir.
Her geçen yıl bir öncekini aratmaktadır. Bu yıl tarım girdileri % 60 oranında zamlanırken ürün fiyatları % 25–30 oranında artmıştır. Yani üretici gerçek anlamda kaybetmiştir. Gelirleri azalmıştır. Ancak bu yıl köylü için bundan sonraki yıllar düşünüldüğünde en iyi yıldır. Tarımın liberalizasyonu, desteklerin, sübvansiyonların kalkması, kredilerin kısılması ve piyasa faizlerinin uygulanmaya başlaması ile bundan sonraki yıllar çok daha kötü olacaktır.
Artık Türkiye’nin tarım politikalarını IMF ve Dünya Bankası belirlemektedir. Hangi ürünün kaç para edeceğine, hangi ürünün ne kadar ekileceğine, ne kadarının satın alınıp ne kadarının çürümeye terk edileceğine, faizlere, ithalata hep onlar karar vermektedir. IMF ve Dünya Bankası ise, birkaç büyük emperyalistin, uluslararası mali piyasaları elinde bulunduran finans kapitalin temsilcisi, onların çek senet tahsilâtçısıdır. Görevi emrinde bulunduğu başta ABD, AB’nin öncü ülkelerinin içinde yer aldığı emperyalistlerin çıkarlarını korumaktır. Onları daha güçlü hale getirmektir. Onların daha güçlü hale gelmesi demek, bizim gibi ülkelerin daha da güçsüzleşmesidir. Birinin cebine para girmesi için birinden çıkması gerekir.
Diğer yanda toprak ağalığı sistemi azalmakla birlikte doğuda ve güneydoğuda sürmektedir.
GAP ile en gelişmiş altyapıya sahip olacak bereketli araziler ABD, İsrail, Alman, Fransız tekellerine, Koç, Sabancı gibi holdinglere sunulmuştur. Küçük ve orta köylüden esirgenen teşvikler, destekler, kıyaklar buralara akıtılacaktır.
Şimdi sorun çarenin nerede ve nasıl olduğudur.
Sorun sadece yıkıma uğratılan köylünün sorunu olmaktan çoktan çıkmıştır. Yıkıma uğratılan tarımdır. Dolayısıyla sorun başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçilerin, gençliğin, ülkesini seven herkesin sorunudur.
Bugün Türkiye’de yıkıma uğratılan küçük köylülüğün önünde tek bir seçenek vardır; işçi sınıfı ile birleşmek, mücadeleyi birleştirip kendisini ezen ve açlığa sürükleyen yerli tekelci sermayeye, onların ağa babası IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlara, emperyalizme ve onların programlarına karşı bayrağı açmaktır. Emperyalist tahakkümün kırılması için mücadeleye atılmaktır.
Bu mücadelenin öncüsü, yol göstericisi olarak da işi sınıfının devrimci partisinin görevi, hareket merkezinin büyük sanayi kentleri olduğunu unutmadan, görevlerini ve gücünü hesaplayarak işçi sınıfı ile küçük köylülüğün ve emekçilerin birleşik mücadelesinin yaratılması için mücadele hattını örmektir.
Küçük köylülüğün mücadeleden başka şansı yoktur. Ve bu mücadele Ziraat Odaları’nın başına çöreklenmiş, başında bulundukları kurumları köylüyü soyan burjuva partilerinin yaması durumuna getirmiş ve o kurumları kendilerine çıkar sağlamak, destek, ucuz ve bol kredi, teşvik vb. türden avantalar sağlamak için kullanan asalakların önderliğinde olamaz. Küçük ve yoksul köylülük örgütlü bir güç haline gelebilmek için, bu asalakları başından defetmelidir. Köylünün dostu, kendisi gibi ezilen işçi sınıfı ve emekçilerdir.
Dünya ve Türkiye işçisi, emekçisi, köylüsü, genci için hiçbir şey bitmiş değildir, ama her şey yeniden başlamaktadır. WTO, G8 ve diğer toplantılar öncesi Amerika’da, Japonya’da ve başka yerlerde büyük gösteriler oluyor. Dünya emekçileri kendilerini ezen emperyalizme ve soygun düzenine karşı daha kararlı hale geliyor. Ve emperyalizm, dünya halklarını pimi çekilmeye hazır bomba gibi gererken, sınıf çelişkileri her zamankinden daha fazla keskinleşiyor, saflar netleşiyor. Kapitalizm, kendi mezarını kazmaya her zamankinden daha hızlı devam ediyor.

Ağustos 2000

Petrol bölgesinde savaş ve barış

Dünya petrol üretiminin bazı kaynaklara göre % 40’ını, bazı kaynaklara göre % 50-60’ını karşılayan petrol bölgesi, emperyalizmin egemenlik mücadelesinin en yoğun biçimde sürdüğü ve savaşların eksik olmadığı bir bölge olarak gündemden düşmüyor. Bir zamanlar İngiltere’nin nüfuz ve etki alanında bulunan bölge, ikinci Dünya Savaşı’nın ertesinde Amerikan egemenliği altına girdi. ABD, dünyanın bu en çok ihtiyaç duyduğu hammadde kaynağını barındıran bölgeye yerleşmesiyle birlikte bir yandan bölgedeki konumunu sağlamlaştırmak ve bir daha bölgeden koparılmayacak biçimde yerleşmek, diğer yandan da bölgede faaliyet gösteren rakiplerini zayıflatmak, en azından etki alanlarını daraltmak ve bölgede tek güç haline gelebilmek için sürekli planlar geliştirdi. Ve bu planlar doğrultusunda her türlü yönteme başvurdu. Bölge dünyanın en karışık, en gergin, sürekli savaşların ve çatışmaların yaşandığı bölgesi olurken, tam anlamıyla bir silah deposuna döndü. Silah tekellerinin en çok satış yaptığı, en çok kâr elde ettikleri bir yer haline geldi. Birçok yeni kimyasal, biyolojik, nükleer silahın, füzenin denemesi bu bölgede yapıldı. Hatta o düzeye gelindi ki, dünya tarihinde ilk kez bir savaşın televizyonlardan naklen yayını bu bölgeden oldu.
Geçen ay Camp David görüşmeleriyle ve geçtiğimiz hafta içinde ABD Başkanı Clinton’un, “Irak’ı yine bombalayabiliriz” açıklamasıyla bir kez daha gündeme gelen dünyanın bu en çok ihtiyaç duyduğu hammaddesine sahip bölgesinin her gün yeni bir gelişmeyle dünya gündemine girmesi elbette tesadüfî değil. Çünkü bugünkü kapitalizmi belirleyen temel özellik en büyük tekellerin, mali sermayenin egemenliğidir. Tekeller, hammadde kaynaklarını ele geçirdikleri zaman daha güçlü hale gelirken, kendilerini iyice sağlama alırlar ve rakiplerine karşı daha büyük bir güvence elde etmiş olurlar. Yalnızca sömürgelere, yarı sömürgelere, dolayısıyla hammadde kaynaklarına sahip olmak, tekellere rakipleriyle giriştikleri savaşta çıkabilecek her türlü rastlantıya karşı tam bir başarı güvencesi verir. Kapitalizm geliştikçe, sanayi ve teknoloji ilerledikçe ve yaygınlaştıkça hammadde eksikliği kendini o denli hissettirmekte, hammaddeye olan ihtiyaç o denli artmaktadır. Dolayısıyla rekabetin koşulları sertleşmekte, hammadde kaynakları üzerindeki egemenlik mücadelesi kızışmakta, amansız ve sınır tanımaz bir gaddarlığa sahne olmaktadır.
Bu nedenlerden ötürü Basra Körfezi’nin ve buna bağlı olarak Kızıldeniz ve Akdeniz’in önemi emperyalist devletler açısından her geçen gün daha da büyümektedir. Bölgeye en yakın durumda bulunan, petrol sevkıyatında stratejik öneme sahip olan Akdeniz’de kıyıları bulunan Türkiye’nin de, emperyalizm açısından önemi, diğer şeylerin yanı sıra -Kafkas, Balkanlar vb.- artmaktadır. Ve işte bu yüzden de küçük bir ada olmasına rağmen Kıbrıs üzerinde bu denli fırtınalar kopmaktadır.

PETROL BÖLGESİ VE ABD
Resmi rakamlara göre, 1996 yılı itibariyle ABD tükettiği petrolün % 32’sini, İngiltere % 45’ini, Japonya % 76’sını, Fransa % 89’unu bölgeden karşılıyordu. Bu rakamlar bile bölgenin emperyalistler için nasıl bir önem taşıdığını ve bölgedeki savaşların, hegemonya mücadelesinin nedenlerini anlayabilmek için yeterlidir aslında. Rakamlardan da anlaşılabileceği gibi, bölgeyi denetimi altında tutmak, petrol üretim ve dağıtımında söz sahibi olmak demek, ekonomik ve endüstriyel gelişme bakımından kendini garantiye almak, rakipler karşısında otomatikman bir üstünlük ve güç elde etmek demektir.
ABD, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu politika doğrultusunda hareket etti. Eisenhower’in on yıllar önce söylediği gibi ABD’nin hedefi, “stratejik bakımdan dünyadaki bu en önemli bölge üzerinde” denetimi ele geçirmekti.
CIA’nın 1945 tarihli bölgeye ilişkin bir değerlendirmesinde, “ABD’nin stratejik çıkarlarının, Suudi Arabistan petrol sahalarının Yakındoğu çıkışlarıyla, Akdeniz yoluyla kurulan iletişim hattı üzerinde kontrolün elde tutulmasını gerekli kıldığı” söyleniyordu.
Nitekim ABD’nin, Ortadoğu politikaları tam da bu yönde gelişti. Hedef, bölgeyi tam bir denetim altına almak, rakipleri bölge dışına atmaktı. İkinci Dünya Savaşı’ndan güçlü olarak çıkan ABD’nin, savaşta güç kaybeden rakiplerine karşı büyük avantajları vardı. Ve emperyalist paylaşımın genel kuralı gereği emperyalistler dünyayı, hammadde kaynaklarını, ekonomik güçleri oranında paylaşırlardı. Böylece ABD, emperyalist politikaları doğrultusunda bölgeye çıkarma yaptı. O zamana kadar bölgede hâkim güç olan İngiltere’nin yerini aldı. Diğer etkin güç Fransa’ya kapı gösterildi.
ABD, bir yandan güçlenirken bir yandan da rakiplerinin gücüne önemli darbeler indiriyor, karşısında güçlenmelerinin önünü kesiyordu.
Bu politikalarla hareket eden ABD, dünya petrol rezervleri üzerinde tam ve tartışmasız bir egemenlik kurmak için her yola başvurdu. Ekonomik gücünü kullanarak bölgeye çeşitli yaptırımlar uyguladı, baskı yaptı. Bölgesel çatışma ve savaşları kışkırttı. Bölgeye askeri bakımdan yerleşmek için provokasyonlara girişti. Amaçları doğrultusunda İsrail’i tam bir fedai gibi kullandı. Bölgede kendi hâkimiyetini sürdürecek ve kendi çıkarlarını koruyacak ittifaklar oluşturdu. Kendi çıkarlarının sürebilmesi için bölge ülkelerinin yönetimlerinde bulunan krallık ailelerine, Şah gibi kanlı diktatörlere çeşitli ayrıcalıklar, rüşvetler sağlandı. Mali sermayenin kendine sağladığı üstünlükten faydalanarak, aralarındaki alacak borç ilişkisini bir baskı ve şantaj aracı olarak kullanarak bölgede kendine bağımlı kıldığı ülke yönetimlerinin önüne ekonomik programlar koydu. Bu programların her biri bu ülkelerin ekonomisini ABD’ye bağımlı kılarken, ülkelerin petrol satımı karşılığı elde ettikleri gelirleri, silah, yüksek finansman gerektiren müteahhitlik hizmetleri, lüks tüketim malları, her çeşit ithal ürünleri vb. sayesinde fazlasıyla geri aldı, dahası borçlandırma yoluna gitti.
Lafa geldi mi insan hakları, demokrasi konusunda mangalda kül bırakmayan, insan hakları, demokrasi sözcüğünü kendine sadece daha fazla ayrıcalık ve çıkar sağlamak için bir silah olarak kullanan, söz konusu İran olduğunda “insan hakları”, “demokrasi” diye yeri göğü inleten ABD, kendi hizmetindeki krallıklara, kanlı diktatörlere her türlü desteği verdi. Sadece vermekle de kalmadı, bizzat bu ülkelerin yönetimlerinin baskı rejimi olarak sürmesini, kendi egemenliğinin devamı açısından gerekli gördü. Elbette bunda şaşılacak hiçbir yan yoktu. Çünkü ABD ve genel olarak emperyalizmin hegemonyacı politikalarının temeli buydu ve demokrasi sözcüğünün kitleleri uyutmaya yaradığı, emperyalist soygun ve talana bir engel teşkil etmediği sürece burjuvazi açısından hoş ve eğlenceli bir işlevi vardı. Yine ABD ve tüm emperyalistlerin şu anda Latin Amerika’dan Afrika’ya, Ortadoğu’dan Güneydoğu Asya’ya kadar üzerinde anlaştıkları bir genel mutabakata göre, “Gelişmekte (siz sömürgeleşmekte anlayın) olan ülkelerin ihtiyacı demokrasi değil, ekonomik ilerlemedir. Eğer demokrasi ekonomik gelişmenin önünde engelse (ekonomik gelişmeden kastedilenin tekellerin aşırı kârları olduğu ortadadır.), -ki demokratik hak ve özgürlükler, sendikal örgütlenme vb. buna engeldir-, o zaman demokrasi gereksiz ve lükstür.”
ABD’nin emperyalist politikalarında ifadesini bulan bu görüş hiç şüphesiz petrol bölgesi açısından da geçerliydi. Daha 1948’lerde George Kannan, şöyle diyordu: “İnsan hakları, yaşam standartlarının yükseltilmesi ve demokratikleşme gibi belirsiz ve gerçek dışı amaçlar hakkında konuşmayı bırakmalıyız; eğer olağanüstü zenginliğimizi diğerlerinin sefaletinden ayıran farklı konumumuzu sürdürmek istiyorsak, özgecilik ve bütün dünyanın yararı türü idealistçe sloganların aramızda dolaşmasına izin vermeden açık açık güç konseptine başvurmalıyız.”
Bölgedeki ve dünyanın diğer bölgelerindeki ABD politikaları tam da bu anlayışa uygun sürdü. Bölgede savaşlar, ABD’nin güç gösterileri hiç eksik olmadı.
Soğuk savaş diye adlandırılan dönem boyunca ABD, bölge üzerindeki egemenlik savaşını, bölgeye askeri bakımdan yerleşmesini, bölgeyi tam anlamıyla silah deposuna çevirmesini hep “Sovyet komünizmi gelir” korkuluğuyla sürdürdü. Avrupa emperyalistlerini, Japonya’yı bu tehdit ve şantaj ile hizaya getirdi; politikalarını desteklemeye zorladı. Ancak, Sovyetler Birliği’nin kapitalist yola girdiğini açıkça ilan etmesinden sonra da ABD, politikalarında herhangi bir değişiklik olmadı. Bölgede gerginlik ve çatışmalar sürdü, silahlanma yarışı artarak devam etti. Hatta bölge ülkelerinin silah alımları en rekor düzeye 1990’larda, yani ABD’nin bıktırıcı biçimde tekrarladığı “kızıl tehlike” ortadan kalktıktan sonra oldu.

ABD’NİN BÖLGE ÜLKELERİNE BİÇTİĞİ EKONOMİK ROL
Kendisini dünyanın büyük patronu ilan etmesiyle birlikte, dünyanın her yerine müdahale etme hakkını kendinde gören ABD, petrol bölgesinde üretilen petrolde de hakkı olduğunu varsayıyor. Bütün politikalarını buna göre düzenleyen ABD, bölge ülkelerinin iç, dış politikalarına karışma hakkını, bunların ABD politikalarına ve çıkarlarına uygun olup olmadığını denetleme hakkını kendinde görüyor. Bölge ülkeleri üzerinde tam bir denetimin sağlanmasının yolunun da onların ekonomik olarak kendisine bağlanmasıyla, mali sermayenin gücü, alacak/borç ilişkisi aracılığıyla olacağını bilerek buna uygun ekonomik politikalar geliştiriyor. Bir yandan petrol (doğalgaz) gibi önemli ve dünyanın en çok gereksinim duyduğu hammaddeyi elinde bulunduran ülkeler üzerinde petrolün üretimi, dağıtımı, fiyatların belirlenmesinde söz sahibi oluyor, öbür taraftan da bölge ülkelerinin ekonomik anlamda güçlenmesini, kendisine karşı rekabete girişmesini önlemek için çeşitli yollara başvuruyor.
ABD’nin bölge ülkeleri için geliştirdiği ve benimsenmesini istediği ekonomi politikalarının özeti şöyledir: Endüstri ve teknoloji ABD ve batı tekellerinde olacak, bölge ülkeleri ise hammadde üretiminde uzmanlaşacaklardır.
Nitekim bölge ülkelerinin ekonomik yapılanmaları tam da buna uygun oldu. Sanayi ve teknoloji bakımından tam anlamıyla dışa bağımlılık, petrol üretimi dışında üretime yönelmeme, iğneden ipliğe neredeyse her şeyi ABD’den ve batıdan satın alma, silaha büyük yatırım; böylece petrolden gelen paraların diğer elle geri alınması… Nitekim bunca büyük petrol satışlarına karşın bölge ülkelerinin tamamı borç içindedir. Dış ticaret açıkları sürekli olarak büyümekte, daha fazla krediye ihtiyaç duymakta, daha fazla borçlanmaktadırlar. Buna karşın Arap kraliyet ailelerinin, petrol prenslerinin şatafatlı yaşamları, çılgınca tüketim, gösteriş için akıttıkları dolarlar dünya magazin basınının hâlâ en çok ilgi gösterdiği konular arasındadır.
Bölgede ABD’nin en sadık müttefiklerinden biri ve dünya petrol rezervlerinin % 20 kadarına tek başına sahip olan Suudi Arabistan’ın bile ödemeler dengesi ve mali sisteminde bozulmalar olmuştur. Elbette onlar da tüm soyguncuların yaptığı gibi, emperyalistlere ödenen haraçları kısıtlamak, bağımlılık ilişkilerine son vermek, şatafatı azaltmak yerine sosyal harcamalarda kesintilere gitmişlerdir. 1994 yılında eğitim, sağlık vb. sosyal harcamalar % 20 oranında kısıtlanmıştır. Ancak paralar dışarıya akmaya, bağımlılık ilişkileri güçlenmeye devam etmiştir.
1996 yılı itibarıyla Suudi Arabistan, ithalatının dörtte birini ABD ile yapmaktadır. Ancak bu rakamlara silah alımları dâhil değildir. Son yıllarda hızla silahlanan bu ülkenin ABD’li silah tekellerine ödediği paralar hesaba katıldığında ortaya muazzam bir tablo çıkmakta ve ABD’nin bu ülkenin petrol gelirlerine nasıl el koyduğu daha iyi anlaşılmaktadır.
1983 yılına kadar Suudi Arabistan’ın yurtdışında 20 milyar doları bulunmaktaydı ve bu paranın her yıl 2 milyar dolar artacağı tahmin edilmekteydi. Bu paranın büyük bölümünün ABD’de olduğu tahmin ediliyordu.
1996 yılında Körfez ülkelerinin yurtdışında 1 trilyon doları olduğu tahmin edilmekteydi. Bunun en azından yarısının ABD’de olduğu varsayılmaktadır. Diğer yarısı ise Avrupa ülkelerindedir. Hiç şüphesiz bu paralar ülke yönetimlerini ellerinde bulunduran kraliyet ailelerine, petrol krallarına aittir ve bunlar, ABD’nin kendisine hizmetler sunan ailelere sağladığı ayrıcalıkların bir sonucu olarak devlet fonlarındadır, bir kısmı da finans piyasalarında, yatırımlarda, gayrimenkullerde, bankalardadır.

BÖLGESEL SAVAŞLAR VE YERLEŞİK GÜÇ HALİNE GELEN ABD
ABD’nin bölge planları şu ana unsurlar etrafında şekilleniyor: Petrol bölgesinin denetimini sağlamak. Petrol rezervlerinin kontrolünü elinde tutmak. Rakiplerinin bölgede güçlenmesini, bölgede mevzi tutmasını, ileride kendisine rakip olarak çıkmasını önlemek. Bunun için rakipleri bölge dışında tutmak. Bölge ülkelerinin bağımlılığını sağlamak. Petrol gelirlerini, silah ve diğer ürün ithalatı, yüksek maliyetli inşaat, müteahhitlik hizmetleri yoluyla geri almak. İsrail’in güvenliğini sağlamak.
Bu amaçlara ulaşmak için ABD, emperyalizmin bilinen ne kadar taktiği varsa hepsini sırası geldikçe devreye sokuyor. Bölge halklarının yakınlaşmasını, aralarında dostluk rüzgârlarının esmesini, ortak hareketlere girişmesini önlemek için bölgede sürekli gerilimi tırmandırıyor. Provokasyonlar düzenleyerek ülkeler arasında bölgesel çatışmaları ve savaşları körüklüyor. Böylece ekonomik olarak da güçlenmelerinin önünü kesmiş, bağımlılık ilişkilerini güçlendirmiş oluyor. Kendi uydusu olan kraliyet yönetimlerini tüm gücüyle destekler, İsrail’i kiralık katili olarak beslerken, kendi işine gelmeyen veya söz dinlemeyen ya da güven vermeyen yönetimleri devirmek, güçsüzleştirmek, köşeye sıkıştırmak için her türlü pis oyunu sahnelemekten çekinmiyor.
ABD, çıkarlarını garantiye almak için bölgeye askeri olarak da yerleşmiş durumda. Basra Körfezi, ABD’nin üssü durumunda. Her bölgesel savaş aslında ABD’nin bölgedeki ekonomik durumunu güçlendirirken, askeri bakımdan da bölgeye kalıcı biçimde yerleşmesini beraberinde getirdi.
ABD Savunma Bakanlığı’nın açıklamalarına göre, Güneybatı Asya’da askeri faaliyetler için ABD, 300 milyar dolar harcamıştır. Sadece petrol bölgesine indirgendiğinde “petrolü güvenceye almanın” ABD’ye maliyeti yıllık 70 milyar dolardır. Bu rakamlar bile ABD’nin bölgedeki askeri faaliyetlerinin büyüklüğünün anlaşılması açısından herhalde yeterlidir. Ve bölgenin nasıl bir kaynayan kazan olduğunu da göstermektedir. Elbette Pentagon’un savaş ağaları bölgedeki askeri giderlerini yine bölge ülkelerine ödetmek konusunda ustadırlar. Çünkü kendilerine uşaklık eden kraliyet ailelerine ve bölgeden petrol alan diğer emperyalistlere, aslında kendilerinin tüm emperyalistlerin ve kralların bölgesel çıkarlarını korudukları fikrini dayatmaktadırlar. Böyle olunca da masrafların paylaşılması doğal hale gelmektedir.
ABD’nin bölgedeki tetikçisi İsrail’le birlikte en büyük müttefiki Şah’ın başında bulunduğu İran’dı. Buna İsrail karşısında Filistin davasını satan ve en aşağılık düzeyde ABD işbirlikçiliğine soyunan Mısır eklenmişti. Türkiye öteden beri ABD’nin temel müttefiki olmakla birlikte, bölge açısından ABD tarafından öne sürülmesi esas olarak İran’da Şah’ın devrilmesinden sonra oldu.
İran devrimi ABD açısından son derece önemli bir kayıptı ve bölgede taşların yerinden oynaması anlamına geliyordu. Çünkü Şah’ın İran’ı, İsrail ile birlikte ABD’nin bölgedeki jandarma gücünü oluşturuyordu. Şah’ın devrilmesinden önce ABD’li silah tekellerinin en büyük müşterilerinden biri İran’dı. O dönemde İran ve Suudi Arabistan’da resmi rakamlara göre 150 bin Amerikalı “uzman” bulunuyordu. Bu “uzmanlar” İran ve Suudi Arabistan ordusunu eğitiyor, ordunun eksiklerini saptıyor, hangi silahların kimden satın alınacağına kadar her şeye karar veriyorlardı. Şah, devrildiği yıl ABD’li silah tekellerinden milyarlarca dolarlık silah almış ve 30 milyar dolarlık silah siparişi ise devrildiği için ortada kalmıştı.
ABD’li askeri “uzmanların” İran’da en ağırlık verdikleri işlerden biri, Rusya sınırında dinleme ve gözetleme istasyonları kurmak, casusluk faaliyetleri yürütmekti. Şah’ın devrilmesi ABD açısından büyük bir kayıptı. Hem bölgesel gücüne indirilmiş bir darbe, hem İsrail için tehlikeydi. En büyük endişelerinden biri de, bölge halkları arasında bağımsızlık fikrinin gelişmesi, son derece tehlikeli buldukları antiemperyalist, ABD karşıtı düşüncelerin etkin hale gelmesiydi.
Tam da bu dönemde Irak, İran’a karşı kışkırtıldı. ABD’nin bölgedeki propaganda merkezleri, CIA ve onun etkisi ve yönlendirmesindeki ülkelerin istihbarat örgütleri ve diplomatları aracılığıyla Irak yönetimini, İran’ın en güçsüz döneminde bulunduğuna, yeni yönetime karşı ülke halkının büyük bir hoşnutsuzluk duyduğuna, İran halkının en az yüzde ellisinin Humeyni yönetimine karşı ayaklanmaya hazır olduğuna, dolayısıyla İran’ın çok kolay pes edeceğine ikna ettiler.
Irak-İran savaşı tam sekiz yıl sürdü. Savaşın başında ABD’nin Irak’a büyük desteği oldu. Buna rağmen İran halkı büyük bir direnç gösterdi.
Savaşın sonunda her iki ülke de güçsüz düşmüş, petrol gelirleri silaha harcadıkları paraya yetmez olmuştu, dış borçlar azami seviyeye fırlamıştı.
Savaş sonu ABD kongresinde ortaya çıkan belgelerde, ABD’nin savaş sırasında İran’a da silah sattığı ortaya çıktı. Ama İran, savaşta kontrolü eline geçirmeye başladığı an, ABD, İran petrol platformlarını bombaladı. İran’a ait bir sivil yolcu uçağını düşürdü ve tam 290 sivil insanın ölümüne neden oldu. ABD’nin açıklaması bildik bir açıklamaydı; “yanlışlık olmuştu”. Tıpkı Bosna’da olduğu gibi! Ama bunun onda biri küçüklükte bir yanlışlığı Libya, İran vb. ABD’ye kukla olmayan ülkelerden biri yapmış olsaydı, bu “terörist devletler”, anında ABD, AB emperyalistleri tarafından elbirliği ile cezalandırılırlardı.
Böylece ABD’nin aslında bu savaşın galipsiz bitmesini istediği, ne İran’ın, ne de Irak’ın güçlenmesini istediği, hedefinin Humeyni rejimini devirmek olduğu, ya da en azından kendine muhtaç hale getirerek devreye girmek, ilişkilerini düzenlemek, İsrail’in bölgedeki varlığından rahatsızlık duyabilecek iki ülkeyi kafa kafaya vurdurarak güçsüz düşürmek, kendisine bağımlı hale getirmek istediği ortaya çıktı.
Savaşının sonucu, Irak’ın 80 milyar dolar dış borcu oldu. İran’ın zararı da Irak’tan az değildi.
Ve bir şey daha ortaya çıktı ki, aksi yönde ne kadar propaganda yapılırsa yapılsın, ne kadar umutsuzluk ve teslimiyet rüzgârları estirilmeye çalışılırsa çalışılsın halkların direngen gücü karşısında emperyalizm yenilgiye mahkûmdur. Emperyalizmle ezilenler arasındaki kavganın sonucunu belirleyen tek şey son tahlilde, ezilenlerin birliği ve zafere olan inancıdır.
İran Devrimi’nin ardından ABD, körfez ülkelerine karşı İran kozunu kullanmaya başladı. Ve körfez ülkelerinin koruyucusu pozlarında bölgeye daha fazla yerleşti. Elbette ülkelerini büyük bir keyfilik içinde yöneten, dillere destan bir şatafat içinde yaşayan, ülkelerinin petrol gelirlerine el koyan kralların, prenslerin, İran’daki Şah’a karşı olan halk ayaklanmasının kendi halklarını etkilemesinden ve kendilerine karşı da isyanların çıkmasından ve aynı şeylerin kendi başlarına gelmesinden yana korkuları büyüktü. ABD, bunu da kendine avantaj ve yeni ayrıcalıklar elde etmenin vesilesi olarak kullandı.
Bölgede bir savaş makinesi gibi hareket eden, kışkırtıcılık yapan ve provokasyonlar düzenleyen ABD, daha sonraki yıllarda yine bir provokasyona girişerek bu kez Irak’ın Kuveyt’e karşı hareketinde başrolü oynadı. Sonrasında ise Irak’ın geri çekilme önerileri ve bütün barış girişimleri bizzat devlet eliyle, ABD ve İngiltere’nin uzaktan kumandalı medyası tarafından son derece ısrarlı bir biçimde halktan gizlendi. Öyle ki, Irak’ın art arda sunduğu barış tekliflerinden, geri çekilme önerilerinden ABD halkının haberi bile olmadı. Tamamıyla CIA tarafından yönlendirilen ABD medyası tüm gerçekleri gizleyerek, çarpıtarak tam bir savaş kışkırtıcılığı yapıyordu.
Böylece ABD, her zaman ve her yerde barıştan değil savaştan yana olduğunu, kendi çıkarlarına denk düştüğünde en iğrenç oyunlarla savaşa başvurabileceğini bir kez daha göstermiş oluyordu.
ABD, Irak’ın bütün barış girişimlerini halktan saklamıştı. Bütün barış önerilerini geri çevirmişti. Çünkü ABD, bölgede sürekli bir gerginlik peşindeydi ve son zamanlarda İsrail’e karşı politikalar geliştirmeye, bölgesel bir ittifak kurulmasına öncülük etmeye çalışan ve bu yönde ciddi girişimlerde bulunan Irak’ın kafasının ezilmesi gerektiğini düşünüyordu.
Kendini dünyanın jandarması ilan eden ve çıkarlarına dokunan her şeye ve her yere müdahale etme hakkını kendi kendinde bulan ABD, Irak’a saldırdı.
ABD, bu hakkı kendisine BM yasasının 51. maddesinin tanıdığını söylüyordu. Aslında, emperyalistleri korumak için düzenlenmiş olsa da bu madde elbette ne ABD’ye ne bir başka ülkeye böyle bir hak vermiyordu. Bu madde, “Güvenlik konseyi harekete geçinceye kadar, saldırıya uğrayan ülkenin, silahlı saldırıya karşı kendini savunma amacıyla kuvvet kullanma iznini verir.” diyordu ve bunu bile çok özel ve olağanüstü koşullara bağlamıştı.
ABD’nin yorumuna göre ise 51. madde kendine bu hakkı veriyordu. Yani, Irak, bölgeden 7000 km uzaktaki ABD’ye saldırmış oluyor, ABD de kendini korumak için kuvvete başvuruyordu!
Nitekim aynı ABD, 1989 yılında hoşlanmadığı, bölge için tehlikeli bulduğu, daha ileri değil, sadece sosyal demokrat fikirleriyle tanınan hükümetin işbaşında bulunduğu yönetimi devirmek için Panama’yı işgal ettiğinde aynı 51. maddeyi gerekçe göstermişti! ABD Adalet Bakanı yaptığı açıklamada, “ABD’ye gizlice sokulan uyuşturucular için bir merkez olarak kullanılmasını engellemek üzere, 51. maddenin” ABD’ye Panama’yı işgal etme hakkını verdiğini açıklamıştı. (Sanki uyuşturucu trafiğini dünyada bizzat CIA örgütlemiyormuş, bu iş resmi belgelerle ortaya çıkmamış gibi!)
ABD’nin Irak’a karşı savaş açtığı dönemde BM Güvenlik Konseyi tam bir savaş örgütü gibi çalıştı. ABD’nin bütün istekleri takılmadan geçti. İsrail’in saldırıları, İsrail’in bizzat BM mülteci kampını basıp Filistinlileri katletmesinde, Bosna’da, ABD’nin Panama işgalinde, Endonezya’nın Doğu Timor’daki katliamlarında vb. susan, adeta uyuyan Güvenlik Konseyi tam bir savaş ağası kesildi.
ABD’nin Irak’a müdahalesi Gorbaçov’un başında bulunduğu Sovyetler tarafından da onaylanmıştır.
ABD tarafından başlatılan “Çöl harekâtı” bizzat ABD başkanı tarafından ilan edildi. ABD başkanı tarafından ilan edilen harekâtın amaçları şöyle sıralanıyordu:
1. Irak’ın, derhal ve koşulsuz olarak Kuveyt’ten çekilmesi.
2. Meşru Kuveyt hükümetinin yeniden işbaşına gelmesi.
3. Diğer ülkelerdeki Amerikan vatandaşlarının korunması.
4. Amerikan ulusal çıkarları için yaşamsal öneme sahip olan bölgedeki istikrarın sağlanması.
Özet olarak kolayca anlaşılabileceği gibi bütün amaç bir tek noktada somutlanıyordu: ABD’nin ulusal çıkarları!
ABD, bölgeden binlerce km uzaktaydı ama ulusal çıkarları onun bomba atmasını gerektiriyordu. ABD, çıkarları söz konusu olunca her yol mubahtı ve diğer ulus ve halkların çıkarlarının lafı bile olmazdı!
Böylece burjuvazinin ve ABD emperyalistlerinin günde elli kez tekrar ettiği “istikrar” sözcüğünün ne anlama geldiği de bir kez daha ortaya çıkıyordu; emperyalist hegemonyanın sürmesi… Sömürünün devam etmesi… Halkların kökleştirilmesi… Her kim ki bu gidişe karşı çıkar, işte o istikrar bozucu, barış düşmanı olur!
Savaşın sonucu Irak için acı oldu; 100 binden fazla ölü, 175 binden fazla esir. 4000 tank, 2000 personel taşıyıcısı, 3000’e yakın ağır silah, 2000 top, 100 Scud füzesi ve 600 savaş uçağı ya tamamen yok edilmiş, ya da kullanılmayacak hale gelmişti.
Emperyalist koro Irak’ı aşırı şekilde silahlanmakla suçluyor. Bunu savaş gerekçesi yapıyor. Peki, öyleyse sormak lazım; bu silahları Irak’a kim sattı?
Şimdi Irak, kaybettiği silahlara sahip olabilmek için yeni silah siparişleri verecek. Ve kimsenin en ufak bir şüphesi olmasın ki, Irak’ı aşırı şekilde silahlanmakla suçlayan emperyalistler ellerini ovuşturarak bu siparişleri karşılayacaklar.
Savaşın Irak’a maliyeti 200 milyar doları bulurken, Kuveyt’e maliyeti 100 milyar dolar oldu. Savaşın Pentagon’a maliyeti ise 75 milyar dolar olarak açıklandı. Ancak ABD, bölgede “kamu hizmeti”(!) yaptığını iddia edip masraflarına bölge ülkelerinin ve diğer emperyalistlerin ortak olmalarını dayattı. Sonuçta Pentagon, bunun 33 milyar dolarını Suudi Arabistan ve Kuveyt’ten, 10 milyarlık bölümünü Japonya’dan, 3 milyar dolarlık bölümünü Birleşik Arap Emirlikleri’nden aldı.
ABD’nin vurucu güçlerinden biri olarak Türkiye bu savaşta ABD’nin yanında açıktan yer aldı ve ABD’nin tüm isteklerini ikiletmeden yerine getirdi. Böylece en yakın komşularıyla salt Amerikan çıkarları için düşman olurken, savaştan milyarlarca dolarlık bir mali kayıpla çıktı. Ancak BM ambargosunun hâlâ sürdüğü anımsanırsa, hem bu ülkeye olan ticaretinden hem de petrol boru hattını kapalı tutmasından dolayı bu zararın daha yukarılara çıktığı kolaylıkla tahmin edilebilir.
BM kararıyla Irak’a, bugüne kadar dünyada görülmemiş bir ambargo uygulandı. Havadan, karadan, denizden uygulanan bu ambargo sonucu ithalat ve ihracat yasaklandı. Dünya petrol rezervlerinin % 5’ini elinde bulunduran Irak’ın petrol satışı BM kararı ile yasaklandı. Sadece savaş tazminatlarını ödeyebilecek kadar bir petrol satışına izin verildi. Bu paraya da savaş tazminatı adı altında el kondu. Irak halkı büyük bir kıtlıkla karşılaştı. Silah yapımında kullanılabilir gerekçesiyle cerrahi müdahale için gerekli en temel öneme sahip pediatrik yatak ve kimyasal maddelerin, en gerekli ilaçların, çocuk mamalarının bile bu ülkeye satışı ve gönderilmesi yasaklandı. Bunun sonucu UNICEF’in açıkladığı rakamlara göre, ambargo sırasında her bin çocuktan 142’si yetersiz beslenme, ilaç yokluğu nedeniyle öldü. UNESCO’ya göre, Irak’ta 10 yılda 500 bin çocuk bu nedenden ötürü öldü. Büyüklerle birlikte bu sayı 1,5 milyonu geçiyordu.
Vahşet öyle boyutlara varmıştı ki, 1991 yılında ABD’nin eski adalet bakanlarından Ramsey Clark, bir açıklama yaparak, ABD’yi “savaş sırasında gerçek bir soykırım yapmakla” suçladı. Eski bakan açıklamasında, “ABD yönetiminin, savaşı önceden tasarlayarak, kitle iletişim araçlarını denetim altına alarak, BM’yi yönlendirerek, insanlığa, uluslararası hukuka, BM kuruluş yasasına karşı savaş suçu işlediğini” belirtti. Clark, ayrıca, “ABD’nin 1989 yılından itibaren Irak’ı savaşa sürüklemek için provokasyonlar düzenlediğini” öne sürdü.
Savaş sonunda kazanan ABD ve silah tekelleri oldu. 1993 yılında yalnızca Suudi Arabistan, ABD’li silah tekellerine 30 milyar dolarlık silah siparişi verdi.
Yine 1993 yılında ABD, çoğu Ortadoğu ülkelerine olmak üzere 34 milyar dolarlık silah ihracatı yaptı. Bu rakam o güne kadar ABD’nin silah ihracatında ulaştığı en büyük rakamdı.
Savaş sırası ve sonrasında diğer emperyalistler de boş durmamışlar, ganimetten pay kapma fırsatını kaçırmamışlardı. Sovyetler Birliği, Fransa ve Almanya bölgeye silah satan başlıca ülkelerdi.
Savaşlar sonucu, o ana kadar halklarının tepkisinden çekindikleri için ABD’nin, kıyılarında kalıcı üsler kurmasında çekingen davranan, ABD ordusunun ülkelerine askeri anlamda yerleşmesine açıkça evet diyemeyen bölgedeki ABD uydusu yönetimler, savaşların ardından bölgesel güvenlik gerekçesiyle ABD’nin, ülkelerinde kara, hava ve deniz üsleri kurmasını onayladılar. Böylece ABD, bölgeye askeri olarak da yerleşti. Suudi Arabistan, Bahreyn, Umman, Katar ve Kuveyt’le yeni askeri antlaşmalar yaptı. Bahreyn’de deniz üssü kurdu.
Savaşların ardından ABD, bölgede Çekiç Güç kurulmasını kabul ettirdi. 200 bin kişilik hazır kuvvet, 100 bin ihtiyattan oluşan bu savaş gücüne Güneybatı Asya’da bulunan iki uçak gemisi ile onlara bağlı deniz gücü eklendiğinde ortaya muazzam bir güç çıkıyor. Çekiç Güç’ün görev sahasının, Güney Asya, Basra Körfezi, Kuzey Denizi olarak geniş bir bölgeyi kapsadığı açıklandı. Bu doğrultuda ABD Çevik Gücünün Kenya ve Somali’de de üsleri bulunmaktadır.
ABD Çevik Gücü’nün (RDF) amaçlan, ABD yönetimince şu şekilde sıralanıyordu:
1. İsrail’in güvenliğini sağlamak.
2. Radikal devletlerin saldırılarına karşı Suudi Arabistan, Umman, Ürdün ve Mısır gibi ılımlı Arap devletlerini desteklemek.
3. Ilımlı Arap ülkelerini iç ayaklanma veya yıkıcı faaliyetlere karşı desteklemek.
4. Bölgeye yönelik Sovyet etkisini sınırlamak.
5. Körfez’de söz konusu olabilecek bir Sovyet işgalini caydırmak.
Görüldüğü gibi, ABD, kendini bütün dünyanın bugünkü ve ahiretteki işlerinden sorumlu kılmış durumda! Bölgedeki ülkelerin dış ilişkilerinden içişlerine kadar müdahaleye kendine yetki vermiş.
Ilımlı ülkelerden anlaşılması gerekenin Suudi Arabistan, Kuveyt, BAE, Bahreyn, Mısır vb. gibi ABD’ye neredeyse uşaklık düzeyinde bağlı ülkeler olduğu, radikal ülkeler sınıfında da ABD ve İsrail’e kolayca boyun eğmeyen ülkeler olduğu kolaylıkla anlaşılabiliyor.
Bölge Çevik Gücü başka bir ülkenin halkına karşı savaş etmeye, katliamlar düzenlemeye yetkili kılınmış durumda. Ve o Çevik Güç’ün bir ayağı da Türkiye’de bulunuyor ve bölge halkının yanı sıra Türkiye halkının da başına çoraplar örmeye devam ediyor.
ABD’nin Irak’a saldırısının sürmesinin, bombalar yağdırmasının gerekçesi olarak, Irak’ın elinde olduğu iddia edilen kimyasal ve biyolojik silahlar gösterildi. ABD önderliğinde tüm dünya burjuva medyasında bu silahlar hakkında uzun uzun konuşuldu, TV ekranlarında boy gösteren “uzmanlar” bu silahların ne kadar insanın yaşamını mahvedebileceği üzerine hesaplamalar yaptılar.
Hiç şüphesiz bu silahların insanlık için ne kadar tehlikeli, nasıl vahşi silahlar olduğu tartışma götürmez. İnsanlıktan nasibini birazcık almış herkes bu silahların yasaklanmasından yanadır. Ancak şu da bir gerçektir ki, emperyalist politikalar dilek ve temennilerle değil, onun yeryüzünden silinmesiyle son bulabilir.
Emperyalistlerin yaygarasını yaptıkları bu silahlardan İsrail’de de fazlasıyla olduğunu bilmeyen yok. Ancak ne hikmetse İsrail’dekiler insanlık için herhangi bir tehlike arz etmiyor! Silahlar Irak’ın elinde olunca saldırgan amaçlı oluyor, İsrail’in elinde olunca ise sadece caydırıcı etkisinden bahsedilebiliyor!
Eğer bu silahların bulunması suçsa ve havadan, karadan, denizden, hem de on binlerce bebeğin ölümü pahasına ambargoyu, savaş suçlusu muamelesi görmeyi gerektiriyorsa, o zaman en başta yargılanması ve cezalandırılması gereken ülke ABD olmalıdır. Çünkü bizzat Amerikan kongresinde açıklanan belgelerde bu silahlardan, dünyadaki toplamından çok fazlasının ABD ordusunda olduğu ortaya çıktı. Açıklanan belgelere göre, ABD’nin elinde ikinci dünya savaşından 1968 yılına kadarki dönemde tam 30 bin ton sinir gazı, hardal gazı ve fosgen stoku bulunuyordu.
Belgelere göre, 1980’lerin sonundan itibaren ikili kimyasal silahlar geliştirilmişti.
Yani ikisi birleştirildiğinde ölümcül olan silahlar. Bunun nedeni ise şöyle açıklanıyordu: İnsanlığı korumak!
Körfez Savaşı sırasında bu ölüm silahları ilk kez denenmişti ve ABD Ordusu Çevre Politikaları Enstitüsü’nün verilerine göre, ABD’nin Irak’a saldırısı sırasında 940 binden fazla uranyum başlıklı 30 mm’lik mermi ve 14 binden fazla geniş kalibreli DU (seyreltilmiş uranyum) top mermisi harcanmıştı.
Bu uranyum saldırısıyla Kuveyt, Suudi Arabistan ve elbette fazlasıyla Irak topraklarına ve suyuna 300–800 ton arasında ‘DU’ taneciğinin yayıldığı tahmin ediliyor. Körfez Savaşı sırasında dünyada ilk kez ABD ordusu tarafından denenen bu “seyreltilmiş uranyum” saldırısı sonucu on binlerce insan çeşitli hastalıklara yakalandı, on binlerce insan sakat kaldı.
Bu silahlar yalnızca Iraklıları değil, savaşa katılan işgalci kuvvetlerin 100 bin askerini de etkiledi. Bu gün bu askerler çeşitli solunum yolu, karaciğer, böbrek hastalıkları, bellek yitirme, baş ağrıları, yüksek ateş ve tansiyon düşüklüğü gibi hastalık ve sorunlar yaşıyor.
Irak’ı elinde bulundurduğunu iddia ettikleri kimyasal ve biyolojik silahlar için suçlu ilan edenler, bu silahların çok daha gelişmişleri ve dünyayı birkaç kez yok edecek miktarını elinde bulunduruyor, ama bu suç olmuyor! Bu silahları yağmur gibi insanların üstüne yağdırıyor, yine suç olmuyor.
Daha 1919’da İngiltere Savaş Bakanı iken Churcill, Kahire’de bulunan İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri Komutanlığı, “asi Araplar” üzerinde denemek için kimyasal silahları kullanmak için izin istediğinde, “vicdani çekinceyi gereksiz bularak” denemeye izin vermişti. Ve öfkelenerek, “gaz kullanımı konusunda bu çekinceleri anlayamıyorum.” demişti. “İlkel kabilelere karşı zehirli gaz kullanılmasına şiddetle taraftarım. Sadece en öldürücü gazların kullanılması zorunlu değil; büyük acılar tattırıp ağır bir terör havası estirmekle birlikte gaza maruz kalanlar üzerinde ciddi kalıcı etkiler yaratmayacak gazlar da kullanılabilir.”
Churcill, “Kimyasal silahların yalnızca batı biliminin modern savaş biçimine uygulanması olduğunu” söylüyordu.
Aradan on yıllar geçti. Ama emperyalizmin bütün temel özellikleri, dünyanın bölüşülmesi ve “küçük” ulusların kökleştirilmesi için can çekişen burjuvazinin azgınca saldırıları ve gaddarlığı artarak sürüyor.
Sadece yaşanan somut olaylardan buraya yansıyan çok küçük bölümü bile, “Kapitalizmin küreselleşmeyi getirdiği, küreselleşmenin savaşları yok edeceği ve uygarlığı dünyanın her yerine taşıyacağı, kapitalizmin mutluluk ve refahı her yere götüreceği” biçimindeki sözlerin nasıl büyük yalanlar olduğunu görebilmek için sanırız yeterlidir.

ABD’NİN BÖLGEDEKİ TAŞERONU VE KİRALIK KATİLİ İSRAİL
1948 yılında kurulan İsrail devleti, daha başından her şeyiyle ABD’nin tam desteğini arkasına alarak varlığını sürdürdü. İsrail’in bölgede ve dünyada giriştiği eylemlerin tamamının arkasında ABD oldu. Ekonomik ve askeri bakımından tamamen ABD tarafından desteklenen, bölgedeki rolü ABD tarafından belirlenen ve yönlendirilen İsrail’in bütün politikalarını ABD politikaları olarak değerlendirmek gerekir. İsrail’in ABD’den bağımsız bir politikası olabileceğini varsaymak son derece aptalca bir düşüncedir. İsrail ile ABD arasında zaman zaman farklı politikalar benimseniyormuş, ABD, İsrail’in Filistinlilere karşı sert tavırlarını benimsemiyormuş, ABD, bölgede İsrail’in zaman zaman yaptığı insan hakları ihlallerini desteklemiyormuş vb. türden açıklamalar ve yayılmaya çalışılan söylentiler asla gerçek değildir.
Kaldı ki, dünya halklarını köleleştirmek, bölge petrolünü denetimi altına almak, rakiplerini bölgeye sokmamak, halkları birbirine kırdırtmak gibi emperyalist politikalarla uğraşmak varken, ABD’nin ve diğer emperyalistlerin bunları bir kenara bırakıp yoksulların dertleriyle, Filistin halkına yönelik insan hakları ihlalleriyle vs. vs. meşgul olacağını düşünmek, son derece çocukçadır ve emperyalizmi mazur gösterme çabalarından başka bir şey değildir.
Bölgeye kimyasal ve biyolojik ölüm silahları yağdıranların, ambargo adına en gerekli ilaçların, çocuk mamasının bile girişini yasaklayanların, milyonlarca Filistinliyi topraklarından kovanların, Latin Amerika’da, Asya’da kontrgerilla örgütleyip ölüm timleri kuranların, insan hakları diye bir dertlerinin olabileceğini ve bu yüzden İsrail’le ters düşeceklerini düşünmek aptallık değilse nedir?
ABD, bölgedeki bütün hesaplarını İsrail’i içine katarak planlıyor. Bölgesel savaşlar, çatışmalar, bölge halkları arasındaki düşmanlıkların körüklenmesi, birbirlerine düşürülmeleri ve birlik içine girememeleri, İsrail’in işini kolaylaştırıyor. Bölge ülkeleri birbirleriyle savaşırlarken İsrail hızla yol alıyor.
ABD yönetiminin ve Pentagon’un bütün harekât planlarının baş hedefleri arasında İsrail’in güçlendirilmesi yer alıyor. İsrail de efendisine bölgede ve bölge dışında, istenilen her yer ve zamanda tetikçilik yapıyor.
Bölgeye ilişkin bütün ABD planlarında, ABD çıkarları şu şekilde ifade ediliyor: İsrail’in güvenliğinin artması. Kalıcı bir bölge barışı. Bölgede istikrarın sürmesi.
Açıkça vurgulandığı gibi İsrail’in güvenliği ABD’nin güvenliği demektir. Bölge barışından da ABD’nin hegemonyasının sürmesi anlaşılmalıdır. ABD, bölgeyi iliklerine kadar sömürdüğü, petrol üretim ve dağıtımını denetimi altında tuttuğu, rakipleri bölgeye adım atmaya kalkmadığı sürece barış sağlanmış oluyor! Ama her kim ki, sömürülmeye, ulusal çıkarlarının ve onurunun ayaklar altına alınmasına, bölge ve Filistin halkının kan emicisi eli kanlı ABD ve İsrail’e karşı çıkıyor, saldırgan ve soykırımcı politikaları lanetliyor; işte o zaman bunlar barışa indirilmiş ağır bir darbe olarak niteleniyor! Ve bir anda bu ülke veya kurum ve kuruluşlar barış düşmanı oluveriyor! Bölgeye kimyasal bomba yağdıran ABD ve sivil, asker, yaşlı çocuk ayrımı yapmadan Filistinli öldüren, Amerika emredince ta dünyanın öbür ucuna gidip adam kaçıran, bomba atan, katliam yapan İsrail ise barışsever!
ABD, mali sermayenin gücünü ve alacak verecek ilişkisinin kendisine sağladığı avantajları kullanarak, kimi zaman tehdit, kimi zaman şantaj, kimi zaman kendisine bağlı yönetimler aracılığıyla İsrail’in bölge ve bölge dışı ilişkilerini genişletti. İsrail de, kelimenin tam anlamıyla ihtiyaç duyulan her yerde ABD’nin tetikçisi, kiralık katili rolünü üstlendi. Zaire’den Güney Afrika’nın ırkçı yönetimlerine kadar ilişkiler kurdu. Bir yandan Hitler’in ırkçılığına, soykırım girişimlerine, gaz odalarına lanetler yağdırıyor, aynı zamanda Güney Afrika’nın ırkçı diktatörlerinin en büyük dostluğunu üstleniyordu!
Bir yanda İran’ın Amerikan karşıtı yönetimine karşı düzenlenen darbe tezgahlarının başaktörüydü, diğer yanda CIA ile birlikte Zaire’de Mobutu’nun, Uganda’da da İdi Amin’in yönetime gelmesinde rol alıyordu.
Öbür tarafta Güneydoğu Asya’da ABD’nin isteği üzerine savaş uçaklarını gönderip Endonezya’nın kanlı diktatörü adına Doğu Timor’da halkın tepesine bomba yağdırıyor, Doğu Timor’un petrolüne el konuyordu.
İsrail’in ABD fedailiği bunlarla da sınırlı değildi. Aynı İsrail, Latin Amerika’da da ABD adına iş bitiriyor, CIA ile katliamlara ortak imza atıyordu. Somoza’nın 40 bin kişinin katili Ulusal Muhafızlarını eğiten ve yöneten CIA ile birlikte İsrail’di.
El Salvador’daki katliamlara doğrudan katılımı halk baskısıyla kongrede engellenince, ABD yönetimi, bu işi yine İsrail üzerinden sürdürdü ve tam bir katliamın yaşandığı ülkede İsrail, kiralık katil olarak görevini yaptı.
Aynı şekilde Nikaragua’da da İsrailli “uzmanlar”, Nikaragua halkına karşı görev basındaydılar.
Yine yakından tanık olunduğu biçimde PKK başkanı A. Öcalan’ı Kenya’da yakalayıp Türkiye’ye teslim edenler ABD ve İsrail’di.
Bu işleri yüzünden İsrail basınından bir yazar İsrail’i, “Her zaman büyük ve saygın bir işadamı olarak görünmeye çalışan ‘ babanın’ (yani ABD’nin) tetikçisi” olarak nitelendiriyor.
Bölgede tam bir karıştırıcı, ABD’nin ileri karakolu görevini üstlenen İsrail, bir yandan Mısır’a saldırıp, Mısır Hava Kuvvetlerini büyük ölçüde yok ediyor, öbür taraftan da Lübnan’a, Ürdün’e saldırılar gerçekleştiriyor, Filistin topraklarını işgal ediyor, milyonlarca Filistinliyi topraklarından kovuyor, kalanlara ise esir muamelesi yapıyordu.
İsrail politikaları gibi gözüken politikaların tümünün aslında Amerikan politikaları olduğunu daha önce belirtmiştik. Nitekim İsrail saldırısı Mısır’ı ABD’ye daha fazla yaklaştırmıştır. Bu anlamda ABD’nin, bölge ülkelerini yola getirmekte kullandığı fedai İsrail’di.
İsrailli mizah yazarı B. Michael kendi ülkesinin ABD ile ilişkisini şöyle ifade ediyor: “Efendim beni besler, ben de onun ısır dediklerini ısırırım!”
Herhalde ABD İsrail ilişkisi bu kadar açık ve çarpıcı biçimde başka türlü vurgulanamazdı!
İsrail, bölgede ABD açısından bir başka işlev daha görüyor; ABD’li silah tekelleri satışlarını arttırmanın yolu olarak bir yandan bölgeyi sürekli gergin ve savaş durumunda tutarken, diğer yandan yeni ürettikleri silahlardan bir miktarı önce İsrail’e hibe ediyor. Bu yolla bir taşla birkaç kuş birden vurulmuş oluyor. Bir yandan İsrail ordusu silah yönünden sürekli güçleniyor, yenileniyor, öbür yandan da İsrail’in aldığı silahlardan almak için Kraliyet aileleri, Mısır’ı, Türkiye’si ve diğerleri sıraya geçiyor.

FİLİSTİN’İN DURUMU VE CAMP DAVID GÖRÜŞMELERİ
Geçtiğimiz ay içersinde Camp David görüşmeleri nedeniyle bu antlaşma ve İsrail-Filistin meselesi bir kez daha dünyanın gündemine geldi. ABD Başkanı Clinton’un başkanlığında bir araya gelen İsrail ve Filistinli yetkililer antlaşma sağlayamadan dağıldılar.
Hiç şüphesiz antlaşma sağlanmış olduğu açıklamaydı bile, bu bölgede barışın sağlandığı anlamına asla gelmeyecekti. Çünkü nasıl ki, bundan önce bölgede yapılmış pek çok antlaşma barışı sağlamak bir yana, var olan çelişkileri daha da artırmış, yeni savaşların ön hazırlığı niteliği taşımışsa bu da diğerlerinden farklı olmayacaktı.
Gerçekten de gerek bölgede gerekse bölge dışında emperyalistlerin dayatması sonucu imzalanan bütün antlaşmalar, demokratik, halkların özgür iradesini yansıtan antlaşmalar değil, tersine, emperyalist tahakkümü pekiştiren, güçlüye “güçsüz” üzerinde daha zorbaca baskı kurma fırsatı sağlayan antlaşmalar olmuştur. Ve dolayısıyla gerçekten kalıcı bir barışın değil yeni çatışma ve savaşların habercisi olmaktan başka bir işlev görmemişlerdir.
Bölgede değişik zamanlarda, değişik ülkeler arasında imzalanan barışlar da tam da böyle olmuş, sorunları çözmek yerine var olan düşmanlıkları artırmıştır.
Filistin’e, ABD ve onun tetikçisi İsrail tarafından dayatılan ve çevredeki Arap devletleri tarafından gizlice onaylanan Camp David’in bundan önceki antlaşmasında olduğu gibi son görüşmeler de, aslında Filistin halkının İsrail’e kayıtsız şartsız boyun eğmesini dayatan bir şartnameden başka bir şey değildi.
Bundan önceki Camp David antlaşması, sonradan dünyadaki ABD’li yetkililerin bile kabul ettiği gibi, İsrail’i bölgede yeni saldırganlıklar için cesaretlendiren ve serbest bırakan bir antlaşmaydı. Mısır’ın İsrail’i onaylaması, ABD yalakalığına soyunması ile birlikte 1978–79 Camp David antlaşmaları, İsrail’e yeni saldırılar için cesaret vermiştir. Böylece İsrail, Lübnan’a karşı bir savaş başlatmakta serbest olduğunu hissetmiştir. Bu Camp David antlaşmalarından önce İsrail’in bu kadar rahat cesaret edemeyeceği bir şeydi. Görüşmeleri yakından takip etmiş bir İsrailli uzmanın dediği gibi; “Mısır’ın bu tavrının (yani siz ihanet anlayın) sonucu, İsrail’in Batı Şeria’da yerleşim faaliyetleri kadar, Lübnan’da FKÖ’ye karşı askeri operasyonları sürdürmekte serbest kalmış olması idi.”
Kısaca, “barış antlaşması” aslında açıkça savaşın yolunu açmıştır. Nitekim Camp David görüşmelerine katılan Harald Saunder, yıllar sonra bu durumu itiraf ederek şu sözleri söylüyordu: “Camp David antlaşmaları Filistinlilerin çıkarlarını gözetiyormuş gibi gözükmekle birlikte, aslında İsrail’deki Likud hükümetini Batı Şeria ve Gazze’deki mevzilerini güçlendirmesi için serbest bıraktı. Aynı şekilde Mısır-İsrail barışı, İsrail’i 1982’de (tıpkı 1978’de olduğu gibi) FKÖ’yü yok etmek ya da ülkeden söküp çıkarmak için Lübnan’ı işgal etmekte serbest bıraktı.”
İşte bu “barış antlaşmaları” ve Mısır ve diğer Arap devletlerinin ihanetleri sonucu İsrail saldırganlıkta yeni güç elde eder, cesaretlenirken, üç milyondan fazla Filistinli sürgüne gönderildi. Topraklarına el konan Filistinlilerden geride kalanlar ise tam bir İsrail terörü ve zulmü altında esir muamelesine tabi tutularak yaşamak zorunda bırakıldılar.
Öyle ki, verimli ve sulak arazilerin ve de suyun neredeyse tamamına İsrail tarafından el konulmuş durumda. Batı Şeria’da Filistinlilere su kuyusu açma izni bile yok. Filistin yerleşim birimlerinde halk susuzluktan kırılır, İsraillilerin çok pahalıya sattıkları suyu satın almak zorunda kalırken, birkaç kilometre ileride İsrail mahallelerinde İsrailliler evlerinin havuzlarında yüzüyor.
İsrail devletinin Filistin yerleşim birimlerine yerleştirdiği İsrailliler, çevrelerinde tam bir terör ve provokasyon havası estiriyorlar. Filistinli kurşunlamaktan dayağa, ağır küfürlerden ev kundaklamaya kadar pek çok iğrenç yola başvurarak bölgeyi Filistinlilerden temizlemek istiyorlar. Tüm bunlara İsrail ordusu destek veriyor. Bir İsrailli’yi bir Filistinli öldürürken görse, İsrail subayı Katil İsrailli’ye, ordunun gizli emri gereği ateş açamaz. Ama aynı İsrailli subay, “barış karşıtı” olduğunu varsaydığı bir çocuğu öldürebilir.
Geçtiğimiz ay gerçekleşen ve anlaşmazlıkla sonuçlanan Camp David antlaşmasına gitmeden önce İsrail Başbakanı Ehud Barak, şu beş şartı açıkladı:
1. 5 Haziran 1967 öncesindeki sınırlara geri dönüşe hayır.
2. Kudüs’ün bölünmesine hayır.
3. Yahudi yerleşim merkezlerinin kaldırılmasına hayır.
4. Filistinli mültecilerin yurtlarına dönmelerine hayır.
5. Filistin’de İsrail ordusu dışında bir ordu kurulmasına hayır.
Bu açıklamalardan sonra konuşacak konu kalmadığından bu görüşmelerin niçin yapılacağı sorusu akla geliyor! Soyguncu sizin cüzdanınızı, paranızı, evinizi, arsanızı gasp ediyor. Sonra size diyor ki, bunlar artık benim oldu, asla geri vermem. Ama bir görüşelim. Eğer bu görüşmede sen davadan vazgeçeceğini, cüzdanını, paralarını, ev ve arsanı bana verdiğini kabul edersen barış sağlanmış olur. Aksi takdirde aramızda barış olmaz ve sen de barış düşmanı ilan edilirsin.
İşte İsrail’in istediği barış tam da böyle bir barıştır.
Görüşmelerde Arafat’ın dile getirdiği Filistin devleti ilanı kabul görmedi. Aslında kabul görmüş olsaydı da, bunun Filistinliler açısından bir anlamı olamayacaktı. Sadece Arafat’ın göz boyama numaralarından biri olarak kendisine belki bir avantaj sağlayabilirdi. Çünkü bu devlet hiçbir hakkı, yetkisi olmayan kâğıt üzerinde bir devletten öteye geçemeyecekti. Üstelik bu devletin toprak bütünlüğü bile olmayacaktı. İsrail’in, Filistinlilere bıraktığı bölgeler birbirinden kopuk ve dağınık. Birinden diğerine gitmek isteyen bir Filistinli, İsrail işgali altındaki topraklardan geçmek ve izin almak zorunda. Ve dahası bu devletin ordusu bile olmayacak. Ordu sadece İsrail’in.
Arafat, eğer Filistin devleti kabul görürse bunu bir zafer gibi sunmak ve bugüne kadarki ihanetlerini unutturmak istiyor. Oysa bu olası devletin bugünkü özerk yönetimden hiçbir farkı yok.
İsrailli bir gazeteci olan Danny Rubinstein, “İsrail’in önerdiği özerklik, tutsakların müdahale olmadan yemeklerini pişirip kültürel etkinlikler düzenlemekte serbest oldukları bir esir kampı içindeki özerkliktir.” derken, durumu son derece açık bir biçimde tarif ediyor.
Yine gerek Camp David’de gerekse sonrasında yoğun biçimde tartışılan Kudüs’ün durumuna gelince; Batı Kudüs İsrail’indir. Doğu Kudüs’ün ise % 86’sı Araplar için kullanılmayacak hale getirilmiş durumdadır. Yani Filistinlilere ait olduğu söylenen bu bölgenin sadece % 14’ünde Filistinliler yaşayabiliyor. Ancak kuralları yine İsrail’in belirlediği bu bölgede Filistinliler tam bir esir statüsünde barınabiliyor. Örneğin burada Arapların ev yapmasını yasaklayan kanunlar nedeniyle, İsrail’in nüfusu Filistinlileri geçmiş durumda. İsrail hükümeti, Doğu Kudüs’e iskân imkânı sağlamış ve yapılacak konut sayılarını ve dağılımlarını belirlemiş; 60 bin konut İsraillilere, 555 konut Filistinlilere! Nasıl adaletli dağılım!
Clinton yönetimi döneminde de İsrail ordusu silah bakımından ABD tarafından sürekli desteklendi ve yenilendi. ABD tarafından İsrail’e verilen en son teknoloji ile donatılmış 25 adet savaş uçağı ile İsrail’in vurucu gücü en üst seviyeye çıkartıldı. Böylece İsrail elindeki uçaklarla İran, Irak, Cezayir ve Libya’yı bombalama gücüne erişti.
Clinton yönetimi, eğer Camp David antlaşmasını imzalarsa Filistin’e parasal destek sağlayacağını açıkladı. Yani, vatanlarını satmaları karşılığı rüşvet önerdi. Aynı ABD, antlaşma karşılığı İsrail’e 15 milyar dolarlık askeri yardım yapacağını, İsrail ordusunun silahlarının yenileceğini ve ordunun modernizasyonunun sağlanacağını açıkladı. Tam da ABD’ye yakışan bir barış ödülü! “Barış” antlaşması karşılığı daha çok insanı öldürebilecek, İsrailli daha saldırgan ve baş belası hale getirecek yeni silahlar!
ABD ve İsrail’in Filistin’den istediği şeylerden birisi de, Filistin’in terörizmi lanetlediğini ve bir zamanlar FKÖ’nün de terörist eylemler yaptığını itiraf etmesidir. (Burada Terörist eylemler yaptığı suçlamasına muhatap olan FKÖ, ABD ve İsrail işgaline karşı savaşan FKÖ’dür.)
Bir ülke halkının işgale karşı direnmesi, yurdunu, topraklarını savunması, emperyalist politika ve dayatmalara boyun eğmemesi, emperyalizme göre teröristliktir. Nitekim ABD ve İsrail’e karşı mücadeleyi bırakan ve teslim bayrağını çeken FKÖ, onlara göre artık terörist değildir.
Ancak İsrail’in bölge ve dünyadaki eylemlerinin sadece küçük bir bölümüne göz atmak gerçek teröristin kim olduğu konusunda açık bir fikir vermektedir:
1956’da Mısır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirmesi üzerine İngiltere, Fransa ve İsrail, kanalı ele geçirmek üzere harekete geçti. İsrail, Sina’yı işgal etti.
5 Haziran 1967’de İsrail, ani bir saldırıyla Mısır Hava Kuvvetleri’ni imha etti. Aynı anda Suriye ve Ürdün’e saldırdı.
Mart 1978’de İsrail, Güney Lübnan’ı işgal etti.
Haziran 1982’de İsrail, Lübnan topraklarını yeniden işgal etti.
16 Eylül 1982’de İsrail, Beyrut’ta bulunan Sabra ve Şatila mülteci kamplarını basarak, silahsız 2000 Filistinliyi katletti
1985’de Tunus’a saldırdı.
Aralık 1987’de İsrail işgali altındaki Batı Şeria ve Gazze’de karşı intifada ayaklanmaları başladı. Taş atanlara silahla yanıt veren İsrail, çocuklar da dâhil olmak üzere tam 20 bin Filistinliyi katletti.
Temmuz 1993’de İsrail, Güney Lübnan’a ağır silahlar, top ve tanklarla saldırdı. 300 bin Lübnanlı sivil göç ettirildi.
Nisan 1996’da BM üssünü basan İsrail, üsse sığınmış olan 800 sivilden 100’ünü öldürdü.
Bunlar İsrail’in bölgede yaptıklarının sadece küçük bir bölümüdür. Bunlara İsrail’in bölge dışında ABD adına, Güney Afrika, Uganda, Zaire, El Salvador ve Latin Amerika, Endonezya vb. yerlerde yaptıkları bombalamalar, adam kaçırmalar, ölüm timleri eğitmeler vs. vs. eklendiğinde gerçek teröristin kim olduğu, ezilen halkların düşmanının, ulusal kurtuluş ve bağımsızlık hareketlerinin düşmanlarından en azılılarından birisinin ABD’nin taşeronu İsrail’in olduğu meydandadır.

TÜRKİYE İSRAİL İLİŞKİLERİ
ABD, bölgede temel dayanak olarak kendine daha önceleri İran’ı seçmişti. Türk-Arap ilişkilerinin tarihsel kökenlerinin çatışmalarla dolu olduğunu ve her iki tarafın da aslında birbirlerine güvenmediklerini biliyordu. Üstelik Türkiye’deki halk muhalefetinin boyutları, anti-emperyalist mücadelenin etkisi, ilişkilerin şimdiki gibi açıkça yürütülmesine engel teşkil ediyordu. Hem bu gerekçeler yüzünden, ama elbette esas olarak kendisi de bizzat bölgede yer alması ve petrol üreticisi olması bakımından tercihini İran’dan yana kullanmıştı. Bu bakımdan faaliyetini esas olarak İsrail ve İran üzerinden sürdürüyordu. Daha sonraları Mısır’ın bu kafileye katılmasıyla bu ikiliye bir kardeş daha eklendi. Her ne kadar Suudi Arabistan ve Kuveyt her zaman ABD’nin temel dayanakları olmuşlarsa da, gerek bölgedeki konumları, gerekse halkların baskısı yüzünden hiçbir zaman İran kadar cüretkâr hareket edememişlerdi.
Şah’ın devrilmesi Amerikan’ın politikalarını yeniden gözden geçirmesine yol açtı. Ve İran’ın yerine hazır asker Türkiye devreye sokuldu.
Böylelikle İsrail-Türkiye ilişkilerinde büyük bir sıçrama yaşandı. 20 yıl öncesinde daha gizli ve alttan alta yürütülen ilişkiler giderek alenen yürütülmeye başlandı. İsrail ve Türkiye karşılıklı büyükelçilik açtılar. Artık karşılıklı ticaret ve askeri ilişkiler en üst seviyeye ulaşmış bulunuyor. ABD aracılığı ve yardımıyla İsrail, her bir yana sızmış durumda, İsrail’in kanlı istihbarat örgütü MOSSAD’ın Ankara’da irtibat büroları bulunuyor. Basındaki ilişkileri aracılığıyla İran, Irak, Suriye düşmanlığını körükleyen yalan yanlış haberler yayınlatıyor, sahte İran, Irak ajan operasyonları düzenletiyor. Bu arada özellikle son dönemlerde İsrail ile övgü dolu haberlerin, İsrail’e göç etmiş eski İstanbullu Yahudilerin, İstanbul’u ve Türkiye’yi öven, İsrail-Türkiye dostluğu üzerine nutuklar attığı röportajların neredeyse günaşırı Türkiye gazete ve televizyonlarında yer alması da durduk yerde olmuyor. Herhalde birden aynı zamanlarda bütün burjuva gazete ve televizyon genel yayın yönetmenlerinin aklına İsrail’de röportajlar yapmak gelmiyor!
1996 Martı’nda İsrail’i ziyaret eden Demirel’in imzaladığı askeri işbirliği antlaşması, Türkiye-İsrail ilişkilerinde önemli bir sıçramayı teşkil etmektedir.
Önceleri gizli tutulan bu antlaşmanın içeriği sonradan alıştıra alıştıra basına sızdırıldı. Bu antlaşmanın dışa sızdırılan belgelerine göre; Türk hava sahası ve askeri üsleri İsrail ordusunun kullanımına açılıyordu.
Yine bu antlaşmaya göre, İsrail subayları İran, Irak ve Suriye sınırındaki Türk askerlerine eğitim verecek. İki ordu (Türk ve İsrail orduları) ortak tatbikatlar yapacak. Türk Hava Kuvvetleri’nin 50 adet F–4 Fantom savaş uçağı İsrail tarafından 750 milyon dolar karşılığı yenilenecek. Ayrıca istihbarat işbirliğine gidilecek. İsrail, İran, Irak ve Suriye hakkında, Türkiye’nin bu ülkelerle olan sınırlarında istihbarat çalışması yapacak ve Türkiye’yi bilgilendirecektir.
Bu antlaşma, Türkiye’nin düştüğü durumu ve kimlere sırtını dayadığını göstermek bakımından uzun söze gerek bırakmayacak kadar açıktır. İran, Irak ve Suriye sınırlarındaki askerlerin eğitimlerini ve buralarda İsrail’in elini kolunu serbest bırakmakla, Türkiye dış politikası bu ülkeleri düşman olarak gördüğünü ilan etmektedir. Peki, Türkiye bu ülkelere niçin düşmandır? Çünkü ABD’nin düşmanları Türkiye’nin de düşmanlarıdır. Ve Türkiye, ABD ve İsrail için kendini ateşin ortasına atmaktadır. Tıpkı Bosna’da olduğu gibi, tıpkı Rusya’ya karşı olduğu gibi.
Doğal olarak bu antlaşma, İran, Irak ve Suriye tarafından tepkiyle karşılanarak, ABD, İsrail ve Türkiye’nin Kızıldeniz ve Akdeniz’e yönelik hegemonya peşinde koşması olarak değerlendirildi.
Bu antlaşma o zaman henüz muhalefette bulunan ve lafa geldi mi “Siyonist İsrail’e demediğini bırakmayan ve Filistin dostluğu üzerine günde beş vakit nutuklar atan Erbakan tarafından büyük bir tepkiyle karşılanmıştı. Erbakan, “hükümet oldukları gün bu antlaşmayı yırtıp atacaklarını” ilan etmiş ve “Türkiye topraklarında İsrail üslerinin varlığını büyük bir utanç olarak” nitelemişti. O günkü hükümeti de, “ABD ve İsrail’in güdümüne girmekle” suçlamıştı.
Ama Refah Partisi’nin, Çiller ile kurdukları hükümette başbakan olduğu sırada Erbakan, bırakın o antlaşmayı yırtıp atmayı, Türkiye tarihinde o güne kadar görülmemiş kapsamlı yeni bir Türkiye-İsrail antlaşmasının altına imza attı. Bu antlaşmayla Türkiye, Erbakan’ın o utanç verici dediği antlaşmadan çok daha ağırına ve İsrail’e tarihin en büyük ayrıcalıklarını tanıyan antlaşmaya imza atmak şerefine erişti!
İsrail’e tanınan ayrıcalıklar yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Bu ayrıcalıklardan biri de, Türkiye’nin en verimli ve sulu topraklarında, yani GAP’da binlerce dönümlük arazinin ABD ile birlikte İsrail’e tahsis edilmesidir.
Ayrıca uzun bir süredir Manavgat suyunun İsrail’e satılması gündemde. Eğer bu antlaşma gerçekleşirse, Türkiye halkı ve köylüsü susuzluk çekerken su İsrail’e peşkeş çekilmiş olacak. Öte yandan bu su Türkiye’nin başına yeni dertler açacak. Bir diğeri uluslararası tahkim gereği, Türkiye ileride bu işten vazgeçmeye kalkamayacak.
Ayrıca F–4 Fantom uçaklarının yenilenmesi antlaşmasından sonra tankların yenilenmesi işi de İsrail’e verildi. Bu antlaşma karşılığı Türkiye İsrail’e 400 milyon dolar ödeyecek.
Bunun dışında yeni askeri ve uydu ihalelerinin İsrail’e verilmesi söz konusu.
Türkiye’yi yönetenler rotalarını açıkça İsrail’den yana çizmişlerdir. Vatanlarından atılan, katledilen, soykırıma uğratılan Filistin halkından değil, işgalci, katil İsrail’den yanadırlar. Türkiye’nin Suriye, İran ve Irak sınırlarını İsrail’e açmışlar, İsrail’in casusluk faaliyetlerine ve provokasyonlarına izin vermişlerdir. Ayrıca Urfa ve bölge yoksul köylüsüne toprak yoktur, ama ABD’ye, İsrail’e on binlerce dönüm toprak vardır!

ATEŞE SÜRÜLEN TÜRKİYE
Ortadoğu’da ABD, İsrail ve Mısır ile birlikte ittifak oluşturan, petrol bölgesinde, Kızıldeniz’de ve Akdeniz’de bu ittifakla ABD’nin ileri karakolluğuna soyunan Türkiye, Irak savaşı sırasında ABD’nin yanında ilk yer olan ülkelerden biri olarak tarihe geçti. BM ambargo kararını hemen hiç vakit kaybetmeden ertesi gün devreye sokarak Yumurtalık boru hattını kapattı. Bu çabukluğuyla böyle bir şeye hazırlıklı olduğu, ABD’nin bölge planlarına kayıtsız şartsız uyacağını çok önceden taahhüt ettiği ortaya çıktı. Savaş sırasında İncirlik üssünden kalkan ABD uçakları Irak’a bomba yağdırdı. Böylece Türkiye de açıkça ABD’nin yanında savaşta yer almış oldu. Savaşın ardından ABD Çekiç Gücü Türkiye’nin bölge sınırlarına kalıcı olarak yerleşti. Bu savaş ordusuna ülke topraklarında üs verildi.
Dönemin Cumhurbaşkanı Özal, “bir koyup üç alacağız” diyerek savaşa katılmanın gerekçesini açıkladı. Bu durum, bir ülkenin para karşılığında bir başka ülke adına savaşa katıldığını itiraf etmesi bakımından herhalde yeryüzünün sayılı örneklerinden biridir. Gerçi sonuçta Türkiye, bir koyup üç alamadı, koyduklarıyla kaldı ve milyarlarca liralık bir yük Türkiye emekçilerinin sırtına yüklendi. Ama ülkeyi yönetenlerin nasıl bir zihniyette olduklarının, ülkenin her şeyini satılığa çıkardıklarının görülmesi bakımından çarpıcı bir örnektir.
ABD’nin bölgeye yönelik diğer planlarında da Türkiye aktif biçimde yer almaktadır. Bu yüzden güneydoğu ve kuzey komşularıyla ilişkileri bozuk ve gergindir.
ABD, bölge politikaları nedeniyle Suriye, İran ve Irak’ı kara listeye almıştır. Öyle olunca bu ülkeler Türkiye’nin de kara listesindedir. ABD, bu ülkelere boyun eğdirmek için çabalamakta, kuşatma ve teslim alma harekâtı sürdürmektedir.
Örneğin son zamanlarda İran’da reform beklentileri üzerine tüm dünyayı kaplayan yoğun bir ABD propagandası yürütülmektedir. Bu propagandaya göre, “İran’ın tek kurtuluşu bu reform planlarını uygulamasındadır.”
Oysa ille de reform gerekiyorsa, Afganistan’a reform İran’dan daha fazla gereklidir. Afganistan yönetimi İran yönetiminden çok daha tutucu ve bağnazdır. Ama nedense Afganistan’a reform gerekliliği medyada İran’ın onda biri kadar bile yer almamaktadır. Çünkü Afganistan yönetiminin ardında Amerika vardır ve o bağnaz ve zalim yönetimi oraya ABD getirmiştir! Aynı şeyler Suudi Arabistan, Kuveyt vb. için de geçerlidir.
Öyleyse İran’dan reform adına beklenen şey açıktır: Petrol sahalarını ABD’li tekellerin kullanımına açması. Petrol üretim ve dağıtımının Amerikan tekellerinin denetimine geçmesi.
Türkiye, ABD’nin bu sıkıştırma operasyonlarında yine başroldedir ve Türkiye’nin ikide birde İran aleyhine Mumcu, İpekçi, Aksoy vb. operasyonlar yapmasında bu ABD istekleri rol oynamaktadır.
Yine A. Öcalan vesile edilerek Türkiye’nin Suriye’ye neredeyse savaş ilan edecek duruma gelmesinde, ortalığın bir anda hareketlenmesinde o sıralar İsrail’le masaya oturan, ama antlaşmaya yanaşmayan Suriye’nin sıkıştırılmasının, ABD’ye teslim olmasının istenmesinin payını kimse yadsıyamaz.
Irak meselesi ise zaten herkesin malumudur.
Öte yandan Rusya ile ilişkilerde Türkiye yine tam da ABD politikaları çerçevesinde hareket etmektedir. Azerbaycan, Türkmenistan, Çeçenya, Tacikistan, Kırgızistan, Abazya vb. yerlerde CIA ve Türk istihbaratı beraber çalışıyor. Buraların içişlerine müdahale ediyor, bazılarında başarısız da olsa darbeler tezgâhlıyorlar. Ama sonuçta Türkiye çok sayıda düşman kazanıyor.
Türk istihbarat birimleri yine CIA’nın yönlendirmesinde bir kolunu Çin’in Sinkiang Uygur Özerk bölgesine uzatmış durumda. Burada Uygur Türklerini Çin’e karşı kışkırtıyor. Bu yüzden Türkiye, Çin tarafından sık sık protesto ediliyor.
Bunlar da kâfi gelmiyor Türkiye’ye ve bir kolunu da Bosna’ya uzatıyor.
Diğer yandan yeniden toparlanmaya başlayan Rusya’nın gelişimine engel olmak, önünü kesmek için ABD, Türkiye ve Yunanistan’ı bu bölge sınırlarına ve Rusya’nın Akdeniz’e açılan kapısına bekçi dikme hesapları yapıyor. Nitekim yıllardır kedi ile köpek gibi olan Türkiye ile Yunanistan devletlerinin birden sevgi gösterilerine başlamasının altında ABD’nin bu plan ve baskıları yatıyor.
Bu planlar çerçevesinde Rusya ile olası bir savaşta Türkiye en önde yer alacak ve Rusya’nın önüne dikilecek. Türkiye’nin son yıllarda olağanüstü artan silahlanması, milyarlarca doları silah için ayırmasında, IMF-Dünya Bankası gibi kuruluşların borçlanmayı artırarak ülkeyi daha fazla bağımlı hale getirme, ülke ekonomisini tam anlamıyla tahrip etme ve silah tekellerine olağanüstü kârlar sağlama isteklerinin yanı sıra, hem Ortadoğu’da, hem Rusya karşısında Türkiye’nin ABD’nin öncü müfrezesi olarak yer alması isteği bulunuyor.
Bu doğrultuda Türkiye’nin silah harcamalarında olağanüstü bir artış var. Türkiye, 1999’da savunmaya 8,9 milyar dolar ayırdı. Böylelikle milli gelir sıralamasında Afrika’nın en fakir ülkeleriyle aynı sıralarda, 103. olan Türkiye silahlanmaya kaynak ayıran ülkeler içinde 14. sırada yer alıyor.
Türkiye’nin askeri harcamalar için ayırdığı pay 1998’de 6 milyar dolardı. Sadece bir yıl içinde bu miktar % 50’Iik bir artış gösterdi.
Avrupa Birliği ülkeleri bütçelerinin % 5’ini silahlanmaya ayırırken, Türkiye % 10’dan fazlasını ayırıyor.
Bu oran giderek artıyor. Önümüzdeki 8 yıllık dönem içinde Türkiye, 30 milyar dolarlık yeni silah harcaması yapacak. Bunun için ihaleler açılmaya başlandı.
Böylece Türkiye silahlanmaya en çok harcama yapan ülkelerden biri olarak dünyanın sayılı ülkeleri arasındaki yerini koruyor ve daha üstlere çıkmak için mücadelesini sürdürüyor!
Ekonominin düzelmesi için kamu açıklarının kısıtlanması gerektiğini birinci şart olarak ileri süren, bunun için kamu emekçilerinin sayısının azaltılması, yani on binlerce memurun işine son verilmesi, özelleştirilmelerin hızlandırılması, işçi ücretlerinin kısıtlanması, tarım alanlarının daraltılması, taban fiyatlarının düşük tutulması, tarım-kredilerinin azaltılması ve piyasa şartlarına uygun faizler belirlenmesi, tarımda destekleme alımları ve sübvansiyonların kaldırılması, sağlık ve eğitim alanının özelleştirilmesi, devletin buralardan desteğini çekmesi, tüketim maddelerine sürekli zam yapılması ve çalışanların vergi yükünün arttırılmasını savunan ve şart koşan IMF ve Dünya Bankası, silah harcamalarının artmasını olumluyor. Bu harcamaların dış borçların artmasına yol açacağından tek kelime söz etmiyor. Tersine silahlanmayla birlikte dış borçların artması tam anlamıyla teşvik ediliyor. Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri yoksullaşırken, silah tekelleri ve onların aracı kurumları milyarlarca doları kapıp götürüyor. Hükümetler ise Türkiye halkına fedakârlık çağrıları yapıyor.

SAVAŞIN KAYNAĞI EMPERYALİZMDİR
Emperyalist kapitalizmin ideologları, kapitalizmin iğrenç yüzünü gizlemek, çirkinliklerini törpülemek isteyen burjuva demagoglar, kapitalizmin küreselleştiğini, küreselleşmenin ise kavgayı, savaşları sona erdireceğini, barışı sağlayacağını söylüyorlar. Onlara göre, küreselleşme, uygarlığı, bilgi ve teknolojiyi dünyanın en ücra köşelerine taşıyacak, bilinçlenen toplumlar da kavga yapmak yerine dostlukları geliştireceklerdi. Ayrıca gelişmek ve ilerlemek isteyen kapitalizm de savaşların kendisine bir yarar sağlamadığını, tersine zarar verdiğini, zaman kaybına yol açtığını görmüştü. Üstelik Sovyetlerde kapitalist yola girdiğini açıklamış, böylece dünya tek kutuplu olmuştu. Kapitalist birleşmeler kapitalizmi tek bir dünya şirketine doğru götürüyordu. Dolayısıyla kim kiminle kavga edecekti? vs.
Hiç şüphesiz konuyla ilgili olanlar, bu savların hiç de yeni olmadığını, Kautsky’nin bir asır önce zırvaladığı paçavralar olduğunu hatırlar. Bu “ultra emperyalizm” teorilerinin üzerinden çok yıllar ve bu yıllarla birlikte bir İkinci Dünya Savaşı ve çok sayıda bölgesel savaşlar geçti ve oportünizmin bu teorisi bizzat hayatın kendisi tarafından çöpe atıldı. Buna rağmen burjuvalar bu teoriyi çöplükten çıkarıp, ambalajlayarak sanki yeni bir şeymiş gibi piyasaya sürüyorlar.
Sovyetler Birliği’nin varlığında kapitalistler her türlü silahlanma yarışının ve savaşların nedenini ona bağlamayı adet edinmişlerdi. Şimdi artık o bahane yok. Onların mantığına göre silahlanmanın durması, silah fabrikalarının kapanması, buraya harcanan paraların sağlık, eğitim vb. yerlere harcanması gerekirdi. Ama hiç de böyle olmadı. Tersine ABD’nin silahlanma bütçesi arttı. Clinton döneminde ABD’nin silahlanmaya ayırdığı para, tarihindeki en üst seviyeye çıktı. ABD’nin 1999 bütçesinde askeri harcamalara ayırdığı para 281 milyar dolardır. Buna karşın sağlığa ayırdığı para ise sadece 8 milyar dolardır. (Rakamlar ortadadır ve hiç de denildiği gibi küreselleşmenin insanların refah ve mutluluğu için kafa patlatmadığını, ama hâlâ hegemonya, hammadde kaynaklarına el koyma ve var olanları koruma peşinde olduğunu kanıtlamaktadır.)
Üstelik ABD, silah harcamalarına ayıracağı payı 2005 yılına kadar 112 milyar dolar daha arttırmayı planlamıştır.
Silah sanayisi en kârlı dönemlerinden birini yaşamaktadır. ABD, bağımlı ülkelerin silah pazarının % 57’sini tek başına ele geçirmiş durumdadır.
ABD’li silah tekelleri tarihlerinin en büyük satışlarını gerçekleştirirken, dünyanın en büyük uçak üreticisi Boing firması, en büyük kârları, askeri işlerden kazandı.
Kapitalizmin tek kutuplu hale geldiği, artık savaş çıkmayacağı fikrine gelince. Bu savaşları, sadece iradi bir meseleye, emperyalizmin dışında, kötü niyetli kapitalistlere bağlamak, aslında emperyalizmi aklamaktan başka bir şey değildir Oysa kapitalistler dünyayı paylaşıyorlarsa, bunu içlerindeki hain duygulardan ötürü değil, ulaştıkları yoğunlaşma düzeyi, kâr sağlamak için kendilerini bu yola başvurmak zorunda bıraktığından yapıyorlar. Ve dünyayı mevcut sermayeleri oranında paylaşıyorlar. Çünkü mali sermaye ve büyük güçlerin dış politikası, dünyanın ekonomik ve siyasal yönden paylaşılmasıdır. Bu yüzden emperyalizmin ya da küreselleşmenin mevcut çelişkileri azalttığı, bu yüzden savaşların çıkmayacağı, insanlığa ve toplumlara barış geldiği düşüncesi tam bir oportünizm ve ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Bu kapitalizmin gelişme yasalarına gözlerini kapamak, kapitalizmin her yerde aynı ve eşit şekilde gelişeceği fikrine aptalca inanmaktır. Oysa mali sermaye ve tekeller, dünya ekonomisinin farklı unsurlarının gelişmesinin ritimleri arasındaki farklılıkları azaltmaz, çoğaltır. Kapitalist düzende dünyayı paylaşanların güçlerinin hiç değişmeden aynı kalacağı, sanayilerinin, tekellerin, ülkelerin aynı ve eşit biçimde gelişecekleri düşünülemez. Sanayileşme ve endüstriyel gelişmelere bağlı olarak, hammadde kaynaklarına olan ihtiyaç da artar. Emperyalizm bir yandan ihtiyacını duyduğu hammadde kaynakları üzerinde egemenlik mücadelesi verirken, diğer yandan da kendisi için olmasa bile, rakiplerini hammadde kaynaklarından mahrum bırakmak, onları hammadde kaynaklarının dışına atmak için çabalar. İşte bu durumda emperyalizm, sorunun çözümü için savaşı şart görür.
Bir zamanlar dünyanın efendisi rolü İngiltere’ye aitti. Sonra İngiltere güçten düştü. Amerika ileri fırladı. Almanya büyük bir atak içinde. Japonya etkin bir düzeyde. Fransa son dönemlerde, bir zamanların sömürgeci günlerini hatırlatır biçimde daha yüksek perdeden konuşuyor. Neredeyse ABD’ye karşı AB’nin sözcülüğüne soyunmuş durumda.
Rusya yeniden toparlanıyor. Çin ile ilişkilerini geliştiriyor. Hem askeri, hem ticari antlaşmalara ortak imzalar atıyorlar. Diğer yandan Japonya ile ilişkilerini düzenlemek için ciddi bir hareketlenme içinde olan Rusya, Güneydoğu Asya’daki pozisyonunu güçlendirmek için manevralarını hızlandırdı. Arka bahçesini düzenlemeye, kendini sağlama almaya çalışıyor.
Güneydoğu Asya’nın güçlenen ve atağa geçen ülkesi Çin, bölgede ağırlığını giderek daha fazla hissettiriyor. Dünyanın en kalabalık bu ülkesi, Amerikan’ın önünü kesmesine karşı ittifaklar politikası geliştiriyor. Bu çerçevede Rusya ile ilişkilerini güçlendiriyor.
Almanya ve Fransa, Güneydoğu Asya’da pay kapmak için ciddi bir atağa kalkmış durumdalar.
15–20 yıl sonra (belki daha önce) Çin’in ya da Rusya’nın veya Almanya’nın süper bir güç olarak ABD’nin karşısına dikilmeyeceğini, dünya jandarmalığına soyunmayacağını kim iddia edebilir?
Çin, Japonya ve diğerleri sanayi olarak geliştikçe enerjiye olan talepleri artıyor. Japonya petrolün büyük bölümünü petrol körfezinden karşılıyor. Çin, İran’a silah veriyor, karşılığında petrol alıyor.
Fransa, petrol tekeli Total’in, ABD’nin baskılarına karşın İran’dan çıkmayacağını açıkladı. Ve Fransa, çok sert bir açıklama yaparak, ABD’yi, “bugün ekonomik, parasal, askeri, teknolojik kültürel alanların hepsinde egemen olmak istiyor. Modern tarihte bunun hiçbir örneği yoktur.” diye suçladı.
Balkanlar tam bir kaynayan kazan. Yugoslavya’nın paylaşılması sürüyor. Almanya, Macaristan, Polonya ve Çekoslovakya’yı arka bahçesi haline getirmeye uğraşıyor. Ama ABD de Avrupa’da kalıcı bir yer tutabilmek için bastırıyor. Son Bosna savaşında askeri olarak bölgeye çıkartma yaptı.
ABD, NATO’nun, “belli bir toprağı savunan ittifaktan”, “ortak çıkarları savunan” bir ittifak dönüştürülmesini savunuyor. Yani yalnız Avrupa’da değil gereken her yerde müdahalede bulunacak statüye kavuşturulmasını, esnek hale getirilmesini ve BM’nin onayım almadan müdahale edebilme yasallığını kazanmasını istiyor.
Başını Almanya ve Fransa’nın çektiği AB ise, ortak bir Avrupa ordusunun kurulması için harekete geçti bile.
Şu yukarıdaki tabloda dünyadaki gelişmelerin çok küçük bir bölümünün yansımasına bakıldığında, acaba küreselleşme savunucularının söyledikleri masallara benzer bir tablo var mıdır? Dünya tek kutuplu bir dünya mıdır ve barış rüzgârları her tarafı sarmış mıdır? Öyleyse bu silahlanma yarışı, tekeller arasındaki rekabet, gırtlak gırtlağa pazar kavgaları, şirket evlilikleri adı altında rakip şirketi yutmalar, bölgesel savaşlar, enerji ve hammadde kaynakları üzerinde döndürülen numaralar, askeri paktlar ve yeni arayışlar, ittifak girişimleri, gümrük engellemeleri, vs. vs. neden? Eğer bunlar barışsa, o zaman sorulmalıdır ki; savaş ve savaş hazırlığı denen şey nasıl olmaktadır?
Hiç kimsenin kuşkusu olmamalıdır ki, enerjiye ihtiyaç duyan, yeni pazarlar arayan Çin, bölgesini kaptırmamak isteyen ve ABD’nin nefesini hep ensesinde hisseden Japonya, yeniden toparlanmaya çalışan ve bunu sağladığı anda dişlerini yeniden gösterecek olan ve Akdeniz’e inme hazırlığı yapan Rusya, her zamankinden daha aktif ve atak davranan Almanya, Fransa bir gün mutlaka gırtlak gırtlağa geleceklerdir. Bunların şimdilik aynı ittifaklar içinde yer alması, aynı tarafta gözükmesi hiçbir şey ifade etmemektedir. Bunların hepsi bir bütün olarak savaşlar arasındaki dönemlerin mütarekeleri olmaktan öte bir anlam ifade etmemektedirler. Emperyalizm çağında barışçı ittifaklar, savaşları hazırlarlar ve savaşlardan doğarlar. Çünkü savaş politikanın başka araçlarla devamıdır ve birkaç büyük devletin dünyanın diğer bütün uluslarını egemenlik altında tutması, bir avuç tekelin dünyanın tüm zenginliklerine el koyması demek olan kapitalizmde sonuçta çelişkilerin çözümünde savaştan başka yol yoktur.

GERÇEK BARIŞ İÇİN TEK YOL, EMPERYALİZMİN TARİH SAHNESİNDEN SİLİNMESİ İÇİN MÜCADELE
ABD, kurduğu haydutluk düzeniyle sanayi ve endüstriyel gelişmenin en çok ihtiyaç duyduğu enerjinin en önemli bölgesini şimdilik denetimi altında tutmaktadır. Bölgede bitmek bilmeyen çatışmalar, sürekli gerginlik ortamı, muazzam boyutlardaki silahlanma göstermektedir ki, ABD ve diğer emperyalist haydutların sözünü etmekten çok hoşlandığı “bölgesel sürekli barış” sözcüğü aslında “sürekli çatışma” anlamına gelmektedir. Her savaşın ardından imzalanan “barış” antlaşması yeni bir savaşın, yeni bir çatışmanın habercisidir. Savaş dönemini geçici “barış” dönemi, onu da yine savaş takip etmektedir. Savaşın biçimleri değişmektedir, ama özü, sınıfsal içeriği, sınıflar var oldukça değişmeyecektir. Bu bakımdan bölgeden emperyalizm kovulmadıkça ve emperyalizmin sadık hizmetkârları işbirlikçi asalak yönetimler yerle bir edilip işçi sınıfı önderliğinde ülkelerin yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin gerçek sahipleri iktidara gelmedikçe halklar arasında gerçek ve kalıcı dostluk, kardeşlik gerçekleşmeyecek, kalıcı ve demokratik bir barış hayal olmaktan öteye geçemeyecektir.
Bu bakımdan, barışsever olduğunu söylemek, günde beş vakit barış isteğini tekrarlamak yetmez. Bunu herkesten fazla bağırmak da, ezilenlerin tarafında olunduğu, geniş halk yığınlarının çıkarlarının savunulduğu anlamına gelmez.
Bir yandan barış diye bağırıp, diğer yandan, dünya halkalarını birbirine kırdırtan, herkesin gözünün önünde bölge halklarının tepesine bomba yağdıran, kimyasal silahlarla ölüm kusan, on binlerce insanı sadece ve sadece kendi çıkarı, egemenliği için katleden, gıdasızlık ve ilaçsızlık nedeniyle binlerce bebeğin ölümüne neden olan, bölgeyi silah deposuna dönüştüren, Balkanlar’da ve dünyanın dört bir yanında savaş tezgâhlayan, en kanlı diktatörlere yol veren, ulusal kurtuluş mücadelelerini kana boğan, Filistin ve ezilen halkların katili ABD’nin büyükelçisini Diyarbakır’a buyur etmek, barışı değil, ama yeni belaları davet etmekten başka bir şey değildir. Bu tavır, halkı kandırmaktan başka bir anlam taşımaz. Ve bu tavır, hegemonyacı emperyalistlerin, savaş ağalarının işini kolaylaştırmaktan başka bir şey sağlamaz.
Gerçekten sürekli ve demokratik bir bölge barışı isteyenler, emperyalizme ve onun içteki uzantılarına karşı açık bir mücadele içinde olmak, gerçekleri gizlemek yerine, halka emperyalizmin niyetlerini ve gerçek yüzünü anlatmak zorundadır.
Anlatılmalıdır ki, ABD büyükelçisinin bölgeye gelmesi, İsrail’in sınırda istihbarat toplaması, provokasyonlar düzenlemesi, ABD’nin yeni planlar ve emeller peşinde olduğunu göstermektedir.
Anlatılmalıdır ki, Kürt yoksul köylüsü köylerinden göç ettirilir, toprakları ellerinden alınırken, topraksız, aç ve işsizken, ABD’li tekellere ve İsrail’e GAP’da binlerce dönümlük toprak ikram edilmesi, bölge halkının daha da yoksullaşması, başına yeni belalı çorapların örülmesi demektir.
Artık, HADEP yöneticileri, yoksul Kürt köylüsünün toprak taleplerine neden sahip çıkmadıklarının, adaletli ve gerçek bir toprak reformu talebi için seslerini yükseltmediklerinin yanıtını vermelidirler.
Ve yine, İsrail ve ABD’li tekellere GAP’da binlerce dönüm arazi verilmesine sessiz kalmalarının nedenlerini halka açıklamalıdırlar.
Ve bütün herkes şu sorunun yanıtını vermelidir: ABD ve İsrail’in olduğu yerde ne zaman halklar arasında barış olmuş, halklar ulusal bağımsızlıklarını kazanmışlardır?
ABD ve İsrail, yıllardan beri bulundukları bölgede ve diğer yerlerde hangi ezilen sınıf ve tabakalara, yoksullara huzur ve refahı getirmiştir?
Kürt ve Türk yoksul köylüsü ABD’nin çek senet tahsilâtçısı IMF ve Dünya Bankası’nın elinde oyuncak hale getirilmişken, tütününe, şeker pancarına kota koyulur, ekim alanları sınırlandırılır, taban fiyatları en düşük düzeye çekilirken, GAP’ın en verimli arazilerinin ABD ve İsrail’e verilmesi, Kürt yoksullarına nasıl bir barış, mutluluk ve huzur getirecektir?
Diyarbakır halkı ve Kürt köylüsü susuzluktan kıvranırken, suyun İsrail’e akıtılması nasıl bir barış ve huzur getirecektir?
Suriye, İran, Irak gibi sınır boyu ülkelerle ABD çıkarları için çıkacak bir savaş, en önce oradaki halkı etkileyeceğine göre, ABD ve tüm emperyalistler bölgeden kovulmadan Kürt emekçileri kendilerini nasıl güvenli ve kalıcı bir barış içinde hissedebilir?
Ve Filistin halkını kana boğanlar, topraklarından kovan işgalciler ve efendileri, nasıl olur da ezilen ulus ve halklardan yana ve “barışçı” olabilirler? Bunlarla nasıl bir barış sağlanabilir?
Ve de yıllardan beri bölgede Musa Anter, Vedat Aydın gibi Kürt aydınlarını ve yüzlerce Kürt insanını faili meçhul cinayetlerde katleden ölüm timlerini örgütleyen ABD ve İsrail değil midir?
Gerçek ve kalıcı bir barışın yolu, ezilenlerin emperyalizme ve onun faili burjuvaziye karşı ortak ve inançlı mücadelesinden geçmektedir. Başka da bir yol yoktur.

Eylül 2000

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑