Elimde şu anda “Hürriyet Bildirgeleri” denilen bir kitap var, kitabı açıyorum ve içinde Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen ve onaylanan ‘İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRİSİ’ni okuyorum. Türkiye’de bu bildirgeyi 10 Mart 1954 tarih ve 6366 sayılı yasanın 1. Maddesi onaylamıştır.
Bildirgeyi okumaya başlıyorum:
Madde 1- “Tüm insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik anlayışı içinde hareket etmelidirler.” Çok güzel, okumaya devam ediyorum.
Madde 2- “Herkes ırk, renk, cins, dil, din, siyasal ya da diğer herhangi bir inanç, ulusal ya da toplumsal köken, servet, doğuş ya da herhangi başka bir durumdan dolayı ayırım yapılmaksızın işbu bildiride ilân olunan haklardan ve özgürlüklerden yararlanabilir.”
Şimdi bunları neden yazdığımı soracaksınız, ya da bunların tersini savunanı mı var? diyeceksiniz. Ne yazık ki tersini söyleyen yok ama pratikte bunun böyle olmadığını gösterecek o kadar çok örnek ve olay var ki, insanın kendine hayvanların yanında bende insanım demeye yüzü tutmuyor. Adamın biri diyor ki “İnsanları tanıdıkça hayvanları daha çok sevmeye başladım” aslında bunu söylemekle pek de haksız sayılmıyor.
Tam bundan bir yıl önce 16 Mart 1988’de HALABJA’da (Halepçe) neler olduğunu ve yaşandığını hepimiz biliyoruz değil mi? İşte orada olup bitenler ve yaşanılanlar tam da İnsan Haklarının resmen ve cebren ihlali idi. Hem de tüm dünyanın gözleri önünde hiç çekinilmeden ve utanmadan insanlar katledildi. Ayrı bir milliyetten olduklarından dolayı, ayrı bir dili konuştuklarından dolayı, kendilerinden ayrı olduklarından dolayı bombalandılar, kurşuna dizildiler. Evlerinden yurtlarından edildiler. Talan edildiler, sürgün edildiler, yok edilmek istendiler. Yaş ayırımı gösterilmeksizin, cins ayrımı gösterilmeksizin suçlu suçsuz aranmaksızın vahşice, acımasızca, zalimce, topluca bir halk katledildi, yok edilmek istendi.
Bu vahşi katliamda binlerce insan öldü, bir o kadarı sakat kaldı, binlercesi kayıp oldu. Kalanlar ise bunca acıya, bunca vahşete rağmen canlarını kurtarmak için yollara düştüler. Kendilerine yeni bir yurt, yeni bir sığınak yeni bir barınak arama telaşına düştüler. Ölülerine gömmeden, gözyaşlarını arkalarından bırakarak uzaklaştılar. Nereyi yakın buldularsa oraya kendilerini attılar. Kimileri İran’a, kimileri de Türkiye sınırına gelip dayandılar. Sayıları onları, yüzleri, binleri aşan insanlar. Çoluk-çocuk, yaşlı-genç, kadın, kız binlerce sefil insan, binlerce yaralı, yüreği ağzında insan İmdat! diyorlardı, ölümden, kurtarın bizi diyorlardı. ‘Çocuklarımız hasta, onları kurtarın’ diyorlardı. Kimileri açlıkta hastalanmış çocuklar, kimileri yorgunlukta dökülmüş çocuklar. Kimileri ise ölümde ve korkuda titreyen çocuklar… Hepside yaşamak için hayata koşuyorlardı. Gece yürüyerek, gündüz gizlenerek. Kimi an, kimi on beş hatta kırk gündür yürüyen insanlar. Ölümden kaçarken, ölümle pençeleşen insanlar. Bu kaçış ve bu göçüş sırasında Geyman Dağları, Sümbül Dağı, Arif Dağları, Moğalyan Dağları özellikle 25 Ağustos ile 28 Ağustos 1988 tarihleri arasında oldukça ilginç ve korkunç görüntülere sahne oldu.
Türk ve Dünya basının verdiği rakamlara göre üç beş gün içerisinde Türkiye’ye sığman insan sayısı 100.000’e yaklaşmış durumdaydı. Aynı acılar aynı dertler ve aynı gözyaşlarını paylaşan YÜZ BİN İNSAN, biryanda kurtulmanın sevinci, diğer yanda geçmişin acısı ve geleceğin endişesiyle baş başa olan yüz bin insan.
Türk hükümeti, ilk etapta girişleri engellemek istediyse de son anda bunları kabul etmek zorunda kaldı. Bu insanlar için özel toplama kampları oluşturdu, etrafı tellerle çevrili, giriş ve çıkışları kontrol altına alınmış Polis ve Jandarma gözetiminde, yerli ve yabancı basma gerektiğinde kapalı özel kamplar.
O dönemde yerli basın konuyu birkaç gün manşet başlıklarla verdi. Bazı haftalık magazin yayınlar ilginç resimlerle dolayları ve insanları görüntülemeye çalıştılar.
Türkiye’ye gelir gelmez, çadırlara yerleştirilmeden önce, bu insanlar açık havada meydanlarda toplu halde bekletildiler. Bu işlem günlerce sürdü. Gecenin ayazında, gündüzün sıcağında ortalıkta sere serpe perişan bir halde. Saddam’ın bombalarında, kurtardıkları çocuklarım bu insanlar ortalıkta, gözlerinin önünde açlıkta, soğukta kayıp ettiler. Kontrol altındaki bekleme alanlarının birinde (Işıklı Köyünde) 40 çocuk ölüyor. Çevre halkı bu insanların çocuklarım evlerine alıp barındırmak istediklerinde, onlara dahi izin verilmiyordu. Yabancı basma durumu izah etmeye çalışan bir sığınmacı olayı şöyle anlatıyor. “Biz bunları kurtarmak için, kadınlarımızı yaşlılarımızı kurtarmak için kaçtık, oysa onlar burada ölüyorlar. Allah rızası için izin versinler, biz alışkınız ama çocuklar ve yaşlılar gecenin ayazına dayanamıyorlar. “Ama adamın yalvarması ve yakarması boşunaydı.
İlk kargaşadan soma, bu insanlar 5 büyük merkezde kamplara yerleştirildiler. Resmi olarak sayıları 65.000 olarak açıklanan bu sığınmacı ailelerin 12 Bin’ini geçkinde Kızıltepe civarına yerleştirdiler.
Dışa karşı Türkiye Devleti görevini yerine getirmişti, öyle ya, ölümden kaçan binlerce insana kapılarını açmış, gerekli önlemi almış ve bu insanları ölümden kurtarmıştı, öylemi dersiniz? Belki de ölümden ölümü seçin demişti. Fazla değil, kısa bir süre içerisinde kamplarda bulaşıcı hastalıklar, açlıklar ve ölümler kol geziyordu. Bir Peşmerge ailesi durumlarım şöyle anlatıyordu: “Yeterli gıda maddesi alamıyoruz, gıda maddesini bir tarafa bırakalım, karnımızı doyuracak kadar bir şeyler bulduğumuz zaman bayram ediyoruz. Çadırlar ailelere yetmiyor. Battaniye yok, geceleri donma tehlikesiyle karşı karşıyayız. Temizlik ihtiyaçlarımızı gidermek mümkün değil, bu nedenle de bulaşıcı hastalıklar hızla artıyor. Dünyanın diğer ezilen halklara yaptığı yardım hiç bize yapılmamaktadır? Bunu anlamak da güçlük çekiyoruz.” Doğrusu bende anlamaktan güçlük çekiyorum dostum, hem de çok güçlük, hele de geçmişte bazı yapılanları hatırladıkça… Öyle ya, daha dün Bulgaristan’dan kaçıp gelenler köşklere yerleştiriliyordu, el üstünde dolaştırılıyordu, kimilerini evlatlık ediniyorlardı, devlet bütçesinde onun için tören ve merasimler düzenleniyordu. Afganistan’dan gelenlere köyler bağışlanıyordu, dayalı döşeli evler teslim ediliyordu. Kasım ve Aralık aylarına doğru, karın ve kışın bastırmaya başladığı an geldiğinde bu insanlar deprem evleri v.b. konutlara yerleştirildiler. Ama sorunlar bu insanları peşlerinden kovaladı. Açlık terk etmedi, ölüm terk etmedi, hastalık, zulüm terk etmedi peşlerini. O toplama kampları birer esir kamplarına dönüştü. Kamplarda bir araştırma yapan “KURDISTAN PRESS” muhabirine, kampta yaşayanlar için bulundukları durumu şöyle anlatıyorlardı: Diyarbakır’da; Emin (Afet evleri kampı)
“Geldiğimizde Türkiye’ye şükretmiştik, ama artık şükredecek bir şey kalmadı. Bizi hayvanlar gibi bu dairelere soktular, 17-20 kişiye 10 tane battaniye verdiler. Bir evde ise 45 kişi kalıyor. Gündüzleri dışarıdayız, geceleri ise kimsenin yatacak yeri yok, hastayız uzanacak yer bulamıyoruz. Yetkililer ‘biz onlara ev verdik’ diyorlar ama gelin halimizi görün.”
Mardin, Kızıltepe kampında Ali:
– “Bizler burada esiriz. Bugüne kadar yaklaşık 300 çocuğumuz öldü. Bu durum Türkiye’nin ümranda değil. Hiçbir şey yapamıyoruz, buranın halkı bizim dilimizi konuşuyor ama ilişki kurmamız engelleniyor. Hiçbir şey yeterli düzeyde verilmiyor. Çoğu yaşlı insanlar omuzlarında battaniyelerle dolaşıyorlar.”
Ayşe: (Aynı kampta)
– “Biz daha önce Yüksekova’daki kamptaydı. Oradaki soğuk dayanılabilecek gibi değildi. Bizi daha iyi bir yere götüreceklerini söylediler. Buraya geldik durum yine aynı. Battaniye yok, yeterli düzeyde yemek verilmiyor. Kışı nasıl geçirebiliriz, benim 3 çocuğum var, üçü de her gün aç kalıyor.”
Bu insanların resmi statüleri çoktan belirlenmesi gerekirken hâlâ belirlenmiş değil. Uluslararası resmi yasalara göre bu insanlara mültecilik statüsünün tanınması gerekiyor, ama Türk Hükümeti vermek istemiyor. Ama bazılarına bu hakkı çok iyi tanıyor. Bakın İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde şöyle diyor:
Madde 14: “Her insanın zulüm karşısında başka ülkelere iltica etme ve bu ülkelerde mülteci muamelesi görmeye hakkı vardır”
Bu mültecilik statüsü bunlara tanınmadığından dolayı, Birleşmiş Milletler Mülteci Komiserliği’nde bunlar için biriken 80 milyon dolarlık yardım kullanılmadan bekliyor.
Ve de o insanlar acılar, hastalıklar ve ölüm içerisinde kıvranıp duruyorlar. Ne diyeceksin… Bu dünya böyle bir dünya işte. Bazen düşüncen suç sayılır, bazen cinsin suç sayılır. Bazen de dilin, milletin, ırkın suç sayılır ve hatta seni öldürmek, yerinde yurdunda etmek, seni sürgün etmek yetmiyormuş gibi birde varlığını suç sayıyor…
Nisan 1989 /PARİS
Haziran 1989