Antonio Gramsci*
Antonio Gramsci 1891 yılında Sardinya’da (İtalya) fakir bir köylü ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Henüz çok gençken endüstri şehri olan Torino’ya gitti. Büyük maddi sıkıntılarla bu şehirdeki üniversitede okudu.
Torino’da işçi hareketine katıldı ve savaştan önce İtalya Sosyalist Partisi’ne üye oldu. Savaş sırasında Sosyalist Parti organı “Grido del Popolo”nun (“Halkın Sesi”) Torino redaktörü oldu. Bu dönemde İtalya Sosyalist Partisi’nin devrimci fraksiyonunun eylemlerinde aktif şekilde yer aldı. 1917 yılında savaşa karşı Torino’da genel grev ve ayaklanmanın örgütlenmesine katıldı ve bu şehrin devrimci unsurları tarafından Sosyalist Parti sol kanadının aynı sene Floransa’da düzenlediği illegal konferansa delege olarak seçildi.
Savaştan sonra, 1919 yılında burjuva egemenliğinin yıkılması ve Ekim Devrimi örneğinde olduğu gibi iktidarı ele geçirmek doğrultusunda mücadeleyi örgütlemek için, savaş sonrası İtalya işçi sınıfının en istikrarlı girişimi olan ve çevresinde fabrika komitelerinin kurulduğu ve yayıldığı yarım aylık “Ordine nuovo” (“Yeni Düzen”) dergisini kurdu.
Lenin’in eserlerini çalışma ve Ekim Devrimi deneyimleri temelinde yoldaş Gramsci, Lenin’in II. Komünist Enternasyonal Kongresi’nde ‘Bolşevizm mevzilerine en yakın olan’ şeklinde tarif ettiği İtalya Komünist Partisi’nin kurulması için oluşturulan bir platformda görev aldı. “Ordine Nuovo” grubunun merkezinde, Gramsci, reformizm ve merkezciliğe (Serrati) karşı ve İtalya’da komünist bir partinin kurulmasında olağanüstü bir rol oynadı.
1921 yılında Parti kurulduktan sonra, Gramsci merkezi komite üyesi olarak, Bordiga’da temsilini bulan -ki Bordiga bugün karşı devrimci Troçkizm zemininde durmakta ve mutlu mesut anlaştığı faşist polisin koruması altında İtalya’da sükûnet içinde yaşamaktadır- ultra solcuların oportünist yönelimine karşı mücadele vermeye başladı. Ultra solcuların oportünizmine karşı yürüttüğü mücadelede, Gramsci, İtalya’da proleter devrimin stratejik ve taktik sorunlarını itinayla çalışıyordu. Sosyalist Matteoti’nin faşistler tarafından katledilmesi sonucu patlayan kriz esnasında, ana mevziyi faşizme karşı kurarak ve bununla eş zamanlı olarak kitle hareketinin gelişiminden duyduğu endişe sonucu faşizme teslim olan demokratik küçük burjuvazinin yalpalayan unsurlarına karşı verdiği mücadeleyle Parti siyasetine ustalıkla önderlik etti. Bu dönemde, İtalya Komünist Partisi, Gramsci önderliğinde kitleleri yönlendirme ve Bolşevikleştirme konusunda ciddi adımlar attı. İtalyan Partisi’nin en iyi kadroları Gramsci sayesinde bu mücadele esnasında yetişti.
Gramsci, Kasım 1926’da Roma’da, milletvekili dokunulmazlığı olmasına rağmen, faşist istisna yasalarına karşı kurulan komisyonda komünistlerin meclis grubu bildirisini hazırladığı esnada tutuklandı.
1928 yılında yirmi sene zindana mahkum edildi; aftan dolayı, bu, on seneye düşürüldü. Hapishanede sağlığının kötüleşmesi nedeniyle defalarca ölüm tehlikesi geçirdi. Uluslararası proletaryanın mücadelesi sonucu faşist cellatlar 1934 yılında hapishane koşullarını yumuşatmak zorunda kaldılar, ama yine de hapishane rejiminin esiri olarak kaldı. Proletaryanın davasına, faşizme karşı mücadele davasına ve devrime adanmış olan yaşamına son veren faşist katillerin elinde öldü, Gramsci.
Kitlelerle iç içe, onlardan öğrenebilen, toplumsal yaşamın tüm görünümlerini anlayabilen, sarsılmaz bir devrimci, Komünist Enternasyonal’e ve Parti’sine son nefesine kadar sadık kalan yoldaş Gramsci, Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in büyük öğretileriyle, Bolşevizm ruhuyla yetişen Komünist Enternasyonal neferlerinden, Bolşevik kuşağın en iyi temsilcilerinden birinin anısını ardında bırakıyor.
İtalyan halkını boğazlayanlar, sonrasında İtalya proletaryasına onun sadece cesedini teslim etme amacıyla on yıl boyunca bu insanı zayıf sağlığına rağmen zindanda tutan cellatlar, bu cinayetin hesabını dünya proletaryasına vermek zorundadırlar.
Gramsci’nin adı, İtalya’da, İspanya’da ve tüm dünyada iğrenç faşist rejimi defetmek ve yeryüzünden silmek için mücadele veren işçi sınıfının ve emekçilerin bayrağına altın harflerle yazılacaktır.
Gramsci’nin adı, özgürlük ve barışsever insanlığın anısında yaşayacaktır. Mücadeleci yaşam örneği, işçi sınıfı ve sosyalizmin yenilmez davası uğruna mücadele veren milyonlarca insana güç verecektir.
Dimitrov, Ercoli, Manuilskiy, Pieck, Kuusinen, Marty, Gottwald, Moskvin, Florin, Van Min, Kolarov, Okano, Bronkowski, Kon Sin, Losowski, Raymond, Guyot, Tuominen
(İtalyan parlamentosunda vekil olan Antonio Gramsci hiçbir zaman gerçekleştirmediği eylemlerden dolayı suçlandığı ve milletvekili dokunulmazlığına rağmen Roma’daki özel mahkemeye çıkarıldığı zaman faşist devlet savcıları suçlamayı gerçek kanıtlarla desteklemek için parmaklarını dahi kımıldatmadılar. İddianame -ceza aldığı sırada İtalya’da legal olmasına rağmen- Gramsci’nin Komünist Parti’nin tanınan önderi olması iddiasına dayanıyordu yalnızca.
Ama devlet savcısı çok daha büyük bir sinizm sergiledi. Savcı şu açıklamada bulundu: “Bu beynin 20 sene boyunca çalışmasını yasaklamamız gerekiyor.” Yargıç cüppeli faşist cellat faşist kurumlardan ve bizzat Mussolini’den aldığı emri yüksek sesle okumuştu.
İtalyan gerici burjuvazisi ve Mussolini’nin emri üzerine Gramsci tek kişilik bir hücreye kondu. Düşünce ve duygularını ta köklerine kadar bildiği ve onu seven, sürekli ve birçok şekilde temas ettiği insanlarla, işçilerle beraber yaşayan Gramsci’nin tüm dünyayla ilişkisi birden kesiliverdi.
Gerici burjuvazi ve Mussolini’nin emriyle kelepçelere ve zincirlere vurulmuş bir halde karanlık hapishane vagonlarında devamlı bir hapishaneden diğerine sürüklendi.
Mussolini’nin emri üzerine gardiyanlar uzun senelerce her gece Gramsci’nin hücresine gürültülü bir şekilde dalıp onu fiziksel olarak tüketmek ve sinirsel çöküntü yaratmak için iki-üç kez uyandırıyordu. Düzenli beslenme imkanı olmayan ve haftalar boyunca yatakta yatan hasta Gramsci’ye Mussolini’nin emri üzerine tıbbi yardımda bulunulması engellendi. Onu ziyaret etmekle görevlendirilen “doktor” kendisine şöyle demişti: “Sizi öldürmediklerine şükredin”; ona yardım etmeyi önemsemediğini, sadece ölümün onu kurtarabileceğini söylemişti.
Uluslararası proletarya ve insanlığın en ileri gelenlerinin öfkesinin Mussolini’yi Gramsci’yi çürümeye terk edilen hücresinden çıkartmak ve ona tıbbi yardım sağlamak zorunda bırakması sonucu, Gramsci, 18 Carabini’ye (jandarma) ve özel bir komiser denetimindeki iki polise teslim edildi. Bu bölük, günlerce bilinçsiz bir şekilde kalın demir parmaklıklar ardında yatan ve birinin yardımı olmadan yataktan doğrulacak gücü olmayan bir insanı gözetlemekle mükellefti.
Son aylarda apaçık ortadaydı ki, Gramsci’nin on yıllık tutsaklığı ve geçirdiği hastalıklar sonucu tükenmiş bünyesinin hayatta kalabilmesi için özel bir muayeneden geçirilmesi gerekiyordu. Hafızalarımızdan silinmeyecek yoldaşımızın cellatları onun can çekişmesini zevkle izlediler. Tüm tutsaklık süresi boyunca tıpkı her devrimcinin mücadele etmesi gerektiği gibi (çünkü Gramsci işçi sınıfının ve partisinin ona ihtiyaç duyduğunu biliyordu) bütün gücüyle hayatı için mücadele eden Gramsci’nin ölümü bizim açımızdan muğlak bırakılmıştır. Uzun işkence zincirlerine son bir öldürücü darbe mi vurulmuştur? Mussolini’yi ve faşizmi tanıyan herkes böyle bir tahminin tamamıyla yerinde olacağını bilir. Gramsci’nin ölümü özellikle bunun gerçekleştiği zaman dikkate alındığında her tür izahata noktayı koymuştur. Genel ve özel bir kısmi af sonucu kısaltılmış olan tutsaklığının sona ermesinden üç gün sonra, özgürlüğüne kavuşmak üzere olduğu, tedaviyi başlatmak ve yardım almak için güvenini kazanmış arkadaşlarını ve doktorları çağırma hakkını elde ettiği sırada, bu gerçekleşti.
Matteoti’nin parlamentodaki etkin mücadelesi halk kitlelerinin adalet duygusunu ve özgürlük özlemini körüklediği ve faşist rejim açısından ciddi bir tehlike oluşturduğu için, Mussolini, 1924 yılında kiralık haydutlarına Matteoti’nin öldürülmesi emrini verdi. Aynı şekilde Amendola ve Gobetti’nin de katledilmesini emretmiş, aynı siniklikle İtalyan halkının en iyi evlatlarını öldürtmüştü. Faşist diktatörlüğün egemenliğinde katliam sıradan bir yöntem haline gelmişti.
Gramsci’yi en insanlık dışı ve sivrilmiş gaddarlıkla katleden Mussolini ve faşizmi kimi niçin öldürdüğünü gayet iyi biliyordu. İtalyan halkı, Antonio Gramsci’de sadece halkın tarihini ve varoluş koşullarını temelden bilen birisini değil, halk kitlelerinin umutlarını ifade eden ve baskı altına alınanların özgürlüğe, adalete ve toplumsal özgürleşmeye duydukları özlemi dile getiren birisini bulmuştu. Antonio Gramsci, bugünün İtalya’sının tüm toplumu her tür baskı ve sömürüden kurtarma görevinin hangi sınıf güçlerine düştüğünü görmüştü. Antonio Gramsci, günümüz İtalyanları arasında sadece ruhunun gücü, siyasî-toplumsal düşüncesinin netliği ve derinliğiyle öne çıkmamıştı; o, aynı zamanda en devrimci toplumsal-siyasî öğretiye –Marksizm Leninizme- köklerine kadar hakim bir devrimciydi de. İşçi sınıfına yakından bağlı, proletaryanın devrimci sınıf partisinin kuruluşu için yorgunluk bilmez bir mücahit olan o, bir Marksist Leninist ve Bolşevikti.
Bundan dolayıdır ki, gerici burjuvazi ve Mussolini ona sadece düşman değil, en tehlikeli ve azılı düşman muamelesi uyguladılar. Gramsci yaşadıkça, “beyni çalıştıkça”, düşüncesi ve istenci kurumadıkça, kalbinin atışı durmadıkça kendilerini huzurda hissetmediler. Onun katledilişi belirli bir amaç doğrultusunda -Komünist Parti’den, proletaryadan, ülkemiz halkından eğitimli, enerjik ve güvenilir bir önderini koparmak amacıyla- gerçekleştirildi.
İtalyan işçi hareketi tarihinde, İtalyan kültür ve düşünce tarihinde Antonio Gramsci ilk etkili ve sebatlı Marksisttir. Bilimsel sosyalizmin kurucularının devrimci öğretilerini başından sonuna kadar ilk o kavramıştır. Lenin ve Stalin aracılığıyla Marksizmin geliştirilmesinin devamını ilk o getirmiştir. İtalyan proletaryasının tarihi görevini bu öğreti temelinde tayin eden ilk o olmuştur. Gramsci İtalya’daki ilk Marksisttir, çünkü onda teori, devrimci pratikten koparılamazdı; toplumsal olayların çalışılması ve ortaya konması kitlelerle ve günlük politik ve örgütsel çalışmayla sıkı sıkıya bağlıydı. Komünist Parti’yi kurdu ve ona önderlik etti. Bir enternasyonalistti, çünkü o, partimizin ve Komünist Enternasyonal’in sancağını dimdik elinde tutarken şehit düştü.
Şimdi, onun ölümünden sonra birçokları onunla ilgili yazılar yazıyor, o hayattayken ona karşı vahşice mücadele vermiş ve onun amansızca mücadele ettiği birçokları ona övgüler diziyor. Yoldaşımızın ruhunun ve kalbinin yüceliğini dile getiren övgüyü reddetmek için hiçbir nedenimiz yok. Ama onun ölümünden sonra bazı methiyecilerinin iddia ettiği anlamda Gramsci bir “entelektüel”, bir “bilim insanı”, bir “yazar” değildi. Gramsci her şeyden önce bir parti üyesiydi ve parti üyesi olarak kaldı. Parti sorunu; tüm proletaryanın ve çalışan kitlelerin kurtuluşunu tayin edebilecek bir işçi sınıfı devrimci örgütünün kuruluşu sorunu -bu sorun Antonio Gramsci’nin tüm eylemliliğinin, tüm yaşamının, tüm düşününün tam kalbinde yatıyor.
Gramsci, henüz çok genç yaşlarda, yaklaşık 1910 senesinde, ülkemizde derin siyasî kriz unsurlarının olgunlaşmakta olduğu bir zamanda işçi hareketine katıldı. 1900 senesinden itibaren İtalya’nın endüstriyel gelişimi artan bir tempoyla yükselişe geçmiş ve Padua Vadisi ovalarında kapitalist makineli tarım tüm bölgelerin görünüşünü değiştirmişti. Kuzel İtalya’nın büyük endüstri merkezlerinde ezilen küçük burjuvaziden, esnaf ve tüccarlardan gelen, birbiriyle kaynamış, siyasî sınıf ve sendika örgütlerinde yoğun bir ağ oluşturan ve burjuvaziye karşı grev silahını kullanmayı öğrenen kalabalık bir proletarya oluşmuştu.
Aynı zamanda Padua Vadisi’nde önemli ölçüde tarım proletaryası kitlelerinin oluşması geleneksel sosyo-politik yapının temellerini sarsıntıya uğratmıştı. Kapitalist tipte büyük tarım işletmelerinin gelişimiyle Kuzey İtalya’nın “köylü kitlesi” bir işçi ordusuna dönüşmüş ve sınıf örgütlerinden oluşan yoğun bir ağ yeni devrimci ruhu en geri vilayetlere kadar yaymıştı. Tarım işçilerinden oluşan kitle bir dizi büyük grevin en önemli etkin aktörü haline gelmişti.
Devlet aygıtı örgütlü geniş kitlelerin baskısı altında sarsıntıya uğramıştı.
Gramsci geri sosyo-ekonomik ilişkilerin hakim olduğu tipik bir bölgede, Sardinya adasında doğdu. Yoksul köylülerin evladı olarak adanın yarı proleter tarım işçileri ve çobanlarının korkunç sefaletini gözlemleme olanağına sahip olmuştu. Sardinya ve güneydeki köylülerin yoksulluğu kuzeydeki endüstriyel gelişimin koşullarından biriydi. Adanın rezervleri ve doğal zenginlikleri ana karanın kapitalistleri tarafından sömürülüyor ve aç köylülerin zaman zaman alevlenen kendiliğinden ayaklanmaları silah zoruyla bastırılıyordu.
Gücünü pekiştirmek için kapitalist burjuvazi, büyük toprak sahipleri ve büyük toprak sahiplerinin kanadı altında feodal şekilde büyümüş olan parazit tarım burjuvazisiyle bir ittifak oluşturdu. Kuzey İtalya endüstri burjuvazisi ve Güney’in gerici kastları arasındaki sınıf ittifakının bu özel biçimi İtalyan politik yaşamına özgün bir gerici damga vurmuştu; dahası bu, tam da hakim sınıfların kitlelerin baskısı altında emekçilerin örgütlenme özgürlüğünü, emek ve grev hürriyetini tanımak ve Dünya Savaşı’nın arifesinde genel seçim hakkını yürürlüğe koymak zorunda kaldığı dönemde gerçekleşmişti.
İtalya’da sosyalist hareket, gericilik, keyfiyet ve hukuksuzluk rejimine karşı emekçi kitlelerin kuvvetli protestosu şeklinde oluştu ve gelişti. Bundan dolayı da geniş bir halk karakterine sahip oldu ve küçük burjuva kökenli entelektüeller ve hatta ülkenin ekonomik ve politik yaşamının geri kalmışlığından rahatsız olan burjuvazinin radikal unsurları dahi ona bağlandı. Sosyalist önderlerin görevi, işçi sınıfına, bu geniş halk hareketine önderlik yapmayı temin etmek, gericiliğe karşı ve demokratik özgürlükler için verdiği sebatlı mücadele sürecinde ona ezilen ve sömürülen kitlelerin politik hegemonu olma imkanını sağlamak olmalıydı. Sosyalist önderler bu görevi yerine getirmediler – içlerinden en iyileri, cefa ve ihtimamlarını hissettikleri kitlelerle kenetlenmiş olanlar bile… Onlar burjuvaziden nefret etmiyorlardı. Turrati tipi, Marksizmle ilişkisini kesmiş ve küçük burjuva revizyonizminin bataklığına saplanıp kalmış önderler, bir yandan işçi sınıfını, ders alsınlar diye işçi hareketini kapitalist devletin arabalarına koşmak isteyen liberallere ve demokratlara yollarken, diğer yandan Marksist öğretinin özünü kavramadıkları için hiçbir zaman güçsüz ve hamasi devrimci lafazanlığı aşamadılar.
Turrati’ye, Trevesa’ya ve sosyal reformizmin diğer dayanaklarına karşı yürüttüğü polemikte, Gramsci, kitlelerin bu önderler tarafından ideolojik demoralizasyona sürüklenmesine karşı duyduğu derin öfkeyi defalarca dile getirmişti.
Gramsci, öncelikle işçi sınıfıyla arasında oluşmuş olan yakın ve kopmaz bağ sayesinde, 1911 yılında Sardinya’dan Torino’ya geldiği sırada Marksizmi ülkemize kazandırma görevini başlatıp ve onu ülkeye uygulayabilmişti. Burada, genç Sardinyalı devrimci, henüz savaştan önce büyük metal işçi grevleri sırasında dikkate değer örgütlülük, mücadele kabiliyeti ve disiplin örnekleri sergilemiş olan, genç, gelişkin, birbirine kenetlenmiş ve ülke işçi sınıfının en ileri gelen ve en bilinçli kesimi olan Torino proletaryasının hareketinden öğrenme imkanı buldu.
“İtalya’nın üç başkenti olduğu söylenebilir: burjuva devletinin idarî merkezi olan Roma; ülkenin ticarî ve finans yaşamının merkezî düğüm noktası olan Milano (tüm bankalar, tüm finans kurumları ve organları Milano’da toplanmıştı) ve son olarak endüstriyel üretimin en yüksek aşamasına ulaştığı, endüstri merkezi Torino. Torino proletaryası … birbirinden çok farklı köken, aile, gelenek, tarih ve manevi gruplardan gelen ve şehre sıkı sıkıya bağlı olan İtalyan işçi kitlelerinin fikrî yaşamını tayin ediyordu (her İtalyan işçi şiddetle Torino’da çalışmayı arzuluyordu).”
Antonio Gramsci’nin Torino işçileriyle bağı sadece politik değil, aynı zamanda kişisel, fiziksel, dolayımsız ve çok yönlü bir bağdı. Gramsci, 1915 yılında, İtalya’nın savaşa girmesinden birkaç ay sonra, sosyalist hareketin sol kanadına katıldı. Sosyalist Parti yayın organının Torino seksiyonu baş redaktörlüğüne getirildi ve kısa süre sonra Gramsci Torino devrim hareketinde özel bir konuma sahibi oldu.
Torino’da da proleter örgütlerin idarî mevkîlerinin önemli bir kısmını ellerinde bulunduran reformistler için, işçi kitleleri, burjuvayla -savaş sırasında da devam ettirdikleri- işbirliği politikası için sadece bir dayanak teşkil ediyordu. Torino’da çoğunluğa sahip olan devrimciler şüphesiz reformistlere karşı mücadele ettiler. Parti yönetiminin politikası merkezciydi ve şu formülde ifade bulmuştu: “Savaşa katılma ve onu sabote etme!”. Bu formül, aynı zamanda, reformistlere, kitleleri dış güçlere karşı koruma adı altında her tür itilafçı ve ulusalcı alçaklığı yapma olanağını veriyordu.
Gramsci kitlelerden öğrenmeye çalışıyordu. O, modern ve yoğun büyük endüstrinin işçisini İtalyan toplumunun sorunlarını çözme kabiliyetine sahip bir güç, “modern İtalya tarihinin bir kahramanı” olarak görüyordu.
İşçi sınıfı hangi yoldan tarihsel misyonunu gerçekleştirmeyi başaracaktır? Savaş öncesi ve sırasında Gramsci’nin düşünceleri bu soru üzerine yoğunlaşmıştır. O, savaşın uyandırdığı geniş işçi kitlelerinin siyasî hayatın arenasına heyecanla adım atacağını, kaçınılmaz olarak ihtiyaçlarının karşılanmasını talep edeceğini ve burjuva hakimiyetinin geleneksel aygıtının bu atılıma karşı direnç gösteremeyeceğini kavramıştı. Proletarya toplumsal iktidarın yeni aygıtını yaratması gerektiğini ve bu aygıtı ne sendikaların ne de diğer halihazırda mevcut işçi örgütlerinin yönlendirebileceğini anlamak zorundadır. İktidarı ele geçirmek, yeni devleti, yeni toplumu örgütlemek için proletaryanın irade ve yeteneğini cisimleştiren yeni bir organizasyon zorunludur. Buradan hareketle, Gramsci, “proletaryanın hegemonyası, yani proletarya ve işçi devleti diktatörlüğünün toplumsal temeli somut sorununa” ulaşır.
O zamanlar, fabrikalara ve işletmelere, sınıf mücadelesi biçimlerine ve işçilerin henüz savaştan önce işletmelerde yarattığı, daha geniş bir mücadele yürütebilme yeteneğiyle sendikalardan ayrılan yeni örgütlenmelere dikkatini yoğunlaştırmıştı. Gramsci Torino’daki sosyalist önderlerin en popüleri ve en sevileni olmuştu. Çevresinde gençler gruplaşmış, sadece sosyalistler arasından değil, anarşistlerin ve Katolikler’in merkezinden de en ileri ve etkin işçiler onun çevresinde toplanmışlardı. Kent işçi örgütlerinin bulunduğu binada çalıştığı oda, yaşadığı çatı katı kısa sürede adeta bir ziyaretgâh haline gelmişti. İşletmelerde söz konusu olduğunda sanki yeni bir önderden bahsedilir gibi konuşuluyordu. Ve gerçekten de İtalyan işçi sınıfının içinde yeni tipte, kitlelerden öğrenmeyi bilen, kitlelerle doğrudan temas halinde işçi sınıfının devrimci siyaseti üzerine çalışan bir önder ortaya çıkmıştı.
Düşüncesinin şekillenmesi ve devrimci eylemliliğindeki belirleyici itkiyi Gramsci Rus Devrimi, Bolşevizm ve Lenin’den almıştı. “Mart (Şubat) Devrimi haberi Torino’da tarif edilemez bir sevinçle karşılanmıştı” diye yazıyordu Gramsci. “İşçiler Çarlık rejiminin Petersburg işçileri tarafından devrildiğini öğrendiklerinde heyecandan ağlıyordu. Ama Kerenskiy ve Menşevikler’in demagojik laflarının kendilerini uyuşturmasına izin vermiyorlardı. O zamanlar Menşevikler ve Sosyal Devrimciler’in yönettiği, savaş yanlısı propaganda yapmak için Petersburg Sovyeti tarafından Batı’ya yollanmış olan bir delegasyon 1917 yılında Torino’ya vardığında bu delegasyonun üyeleri olan Smirnov ve Goldenberg 25.000 kişilik bir kalabalık karşısına çıktığında sesleri şu sloganlarla bastırılmıştı: ‘Yaşasın yoldaş Lenin! Yaşasın Bolşevikler!…’”
Bu gösterinin Petersburg’daki Temmuz ayaklanmasının bastırılmasından sonra, burjuva basınının Lenin ve Bolşevikler’e karşı olabilecek en iğrenç iftiraları atan makalelerle dolup taştığı sırada gerçekleştiğini unutmamak gerek.
“… İtalya’nın savaşa girdiği zamandan (24 Mayıs 1915) yukarıda bahsedilen gösteriye kadar Torino proletaryası hiçbir kitlesel miting düzenlemedi… Henüz bir ay geçmemişti ki, Torinolu işçiler ellerinde silahla İtalyan emperyalizmi ve militarizmine karşı ayaklanmışlardı. Ayaklanma 23 Ağustos 1917’de patlak vermişti. İşçiler beş gün boyunca şehrin sokakları ve alanlarında mücadele ettiler. Tabanca, el bombası ve makineli tüfeklere sahip direnişçiler şehrin bazı bölgelerini ele geçirmeyi başarmışlardı. Sivil makamların ve askeri karargâhın bulunduğu şehir merkezini üç-dört kez ele geçirmeye çalışmışlardı… Askerlerin desteğine boşuna ümit bağlamışlardı: Askerler ayaklanmayı Almanların başlattığı asılsız iddiasına kanmışlardı.
Kitle büyük barikatlar inşa etti, kurt kapanları kurdu, ele geçirdikleri semtleri elektrikli tellerle çevirdi ve askeriye ve polisin saldırılarını beş gün boyunca geri püskürttü. 500’ün üzerinde işçi çatışmada şehit düştü. 2000’den fazla kişi yaralandı. Yenilgiden sonra en iyi proleter unsurlar tutuklandı ve Torino’dan uzaklaştırıldı. Ayaklanmanın sona ermesiyle hareketin devrimci kuvveti zayıfladı, ama kitlelerin sempatisi önceden olduğu gibi yine komünizmden yanaydı.”
Ağustos ayaklanmasından hemen sonra Gramsci Sosyalist Parti Torino seksiyonu sekreterliğine seçildi. Gayet açık bir şekilde İtalya’nın en kızıl şehrinin proleter önderi olarak tanınmıştı. Bu, onun Torinolu işçilerin devrimci eğitiminde oynadığı olağanüstü rolün tasvibiydi.
Zimmerwald ve Kiental Konferanslarından itibaren Gramsci uluslararası işçi hareketinin devrimci unsurlarıyla ve ilk etapta Rus Bolşevikleri’yle tanışmak ve temasta bulunmak için girişimde bulunuyordu. Sınırların neredeyse aşılamaz engellere dönüştüğü savaş zamanı Avrupa’sında bu görevi yerine getirmek hiç de kolay değildi. Tüm ülkelerden ve dünyanın tüm dillerinden illegal yayınlar ve devrimci yazılar Gramsci’nin masasının üzerinde yığılı duruyordu. Lenin’in eserleri, Bolşevik Parti belgeleri tedarik ediliyor, bunlar müthiş bir sabırsızlıkla bekleniyor, tercüme ediliyor, ortaklaşa okunuyor ve konuşuluyor, fabrikalarda anlatılıyor ve yaygınlaştırılıyordu. Bu davanın ruhu Gramsci’ydi. Lenin’in eserlerinde yeni bir söz dolup taşıyordu; İtalyan işçilerinin beklediği ve onları savaş sonrasında büyük mücadeleler için yüreklendiren bir söz.
Marksist öğreti oportünist çarpıtmalardan kurtarılarak, proleter devrimin ve proletarya diktatörlüğünün öğretisi olarak gerçek ışığıyla geri gelmişti. Lenin’in çalışmaları ve faaliyeti, Bolşevizmin ve Rusya’daki Büyük Sosyalist Devrim’in tecrübeleri İtalyan işçilerine savaş sonrası karşılarında duran sorunların çözümü için somut bir perspektif sunmaktaydı.
İtalya’da Bolşevizm’in ve Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin uluslararası önemini ilk kavrayan Gramsci’ydi.
“Bolşevikler -diye yazıyordu 1919 yılında- uluslararası … işçi sınıfının tecrübesi olan, Rus proletaryasının tarihsel ve toplumsal deneyimine resmî biçimini armağan etmişlerdi… Sovyet devleti tüm Rus halkının devleti olmuş ve bu, Komünist Parti’nin kararlılığı ve direngenliği, işçilerin ateşli güveni ve sadakati sayesinde, öğretmenleri Lenin’in açık ve yetkin iradesinin yolgöstericiliğinde Rus komünistlerinin gerçekleştirdiği hararetli ve kesintisiz propaganda ve bilinçlendirme çalışması sayesinde hayata geçmişti.”
Antonio Gramsci, Ekim Devrimi’nin muazzam tecrübesinden yararlanarak, İtalyan işçi sınıfının saflarında tüm kapsamıyla Marksizmin temel içeriği olarak proletarya diktatörlüğü fikrini yükseltti.
Karl Marx’ın eserlerinin ilk İtalyanca baskısında bile “proletarya diktatörlüğü” sözcükleri kayıplara karışmıştı. “Gotha Programının Eleştirisi”nde, reformist çevirmenler, bu sözcükler yerine “proletaryanın sınıf mücadelesi” masum ifadesini koymaya çalışmışlardı. Marx’ın öğretisinin popülerleştiricisi Antonio Labriola, proletarya diktatörlüğünden, işçi sınıfının iktidarı ele geçirdikten sonra uygulanacak “toplumu terbiye eden rejim” olarak bahsediyordu. Ama Antonio Labriola, bu ifadenin gerçekten hem genel itibariyle hem de İtalyan toplumu ve İtalyan işçilerine uyarlanmasında ne anlama geldiğini kavramaya ve açıklamaya muktedir değildi. “Proletarya diktatörlüğü”, onda, “siyaset felsefesinin” karanlık bir kavramı olarak kalakalmıştı. Daha sonraları sendikalizm “teorisyenleri” sendika örgütlerine hazırlıksız ve perspektifsiz “grev jimnastiği” yaptırmak amacıyla reformist sendika lokallerine yaptıkları baskınlara “proletarya diktatörlüğü” ismini takmışlardı. Ekim Devrimi sonrası, Sosyalist Parti, programına proletarya diktatörlüğü tezini eklemişti. Turrati, Sovyetler’in parlamenter cumhuriyetle kıyasının, bir topluluğun bir şehirle kıyaslanmasıyla aynı şey olduğunu dile getiriyordu. Ve Sosyalist Parti’den kendisine devrimci diyen insanlar, proletarya diktatörlüğünün kurulması için somut mücadele görevinin nerede dile gelmesi gerektiğini kavramak konusunda yetersizdiler. O zamanlar Gramsci şöyle yazıyordu:
“Hem Turrati gibi oportünistlere hem de Seratti tipi merkezcilerin tumturaklılığına ve Bombacci tipi uluyan maymunlara karşı yöneltilen ‘proletarya diktatörlüğü’ formülü salt bir formül olmaktan, devrimci lafların tefsirine saf bir vesile olmaktan çıkmak zorundadır. Her kim amacı doğru buluyorsa araçları da tasvip etmek zorundadır. Proletarya diktatörlüğü, yeni bir devletin, proletarya devletinin kurulması demektir… Böyle bir devlet doğaçlama yollardan ortaya çıkmaz: Rus komünistleri, Bolşevikler 8 ay boyunca ‘Tüm iktidar Sovyetlere’ sloganının yayılması için çalıştılar ve Sovyetler 1905’ten beri Rus işçileri tarafından biliniyordu. İtalyan komünistleri Rus tecrübesinden yararlanmalı ve zaman ve enerjiden tasarruf etmelidirler.”
İşletmelerdeki işçi sınıfı örgüt ve sınıf mücadelesi biçimlerini çok önceleri çalışmış olan Gramsci, proletarya diktatörlüğüyle ilgili mücadele sorununu, doğrudan içinde işçilerin iktidar mücadelesini vücut bulduğu ve proleter devletin temeli olabilecek yeni tipte bir örgütün kurulması sorununa bağlıyordu.
Savaş sırasında, fabrika ve işletmelerdeki sendikaların inisiyatif almasıyla, işçilerin işverenlere karşı korunması için komiteler kurulmuştu. Bunlar sendikaların doğrudan kontrolünden koparak, işçiler tarafından seçilen ve tüm işçi kitlesini temsil eden bağımsız örgütler haline geldi. Savaş sonrası krizin işçi kitlesini içine soktuğu genel ilişkilerle bağlantılı olarak ve bir iktidar mücadelesi zorunluluğu bilincini ilerlettiği için bu dönüşüm ivme kazandı.
Gramsci, bu fabrika ve işletme temsilcilikleri hareketinin lideriydi. Onun tarafından 1 Mayıs 1919’da kurulan “Ordine Nuovo” (Yeni Düzen) gazetesi bu hareketin organıydı.
Eski sosyalist önderlerden fabrika ve işletme temsilcilikleri hareketini anlayabilen neredeyse hiç kimse yoktu. Gramsci, fabrika ve işletme temsilciliklerini iktidar mücadelesi eksenine oturtarak parti ve onun tayin edici rolü sorununu yanlış ele almakla suçlanmıştı. Ama gerçekte Gramsci, içinde reformcuların, merkezcilerin ve demagogların iş çevirdiği İtalyan Sosyalist Partisi’nin İtalyan proletaryasının iktidar mücadelesini tayin edemeyeceğini 1917 yılından beri biliyordu. Aynı zamanda savaş sonrası İtalya’sında iktidar mücadelesinin ertelenemeyeceğini, yoksa en koyu gericiliğe yol verilmiş olacağını da kavramıştı.
“İtalya’da sınıf mücadelesinin bugün geldiği aşama -diye yazıyordu- ya devrimci proletaryanın politik iktidarı ele geçirdiği, yeni üretim ve dağılım yöntemlerine geçildiği ya da tam tersine mülk sahibi sınıflar ve hakim kastlar safında korkunç bir gericiliğin başa geçeceği bir aşamayı temsil etmektedir.”
İvedilikle harekete geçilmesi gerekiyordu. Sürat sorunu Gramsci için esas sorundu. Ama hızlı harekete geçmek için iktidar mücadelesi bir sonraki safhaya “ertelenemez” ve geçici olarak yeni bir devrimci partinin örgütlenmesi gündeme alınamazdı. Parti sorunu, yani proletaryanın öncüsü safında tüm hareketin siyasetinin belirlenmesi sorunuyla daha geniş işçi ve emekçi kitlelerinin iktidar mücadelesi doğrultusunda örgütlenmesi sorununun zorunlu biçimde birlikte ve aynı zamanda çözülmesi gerekiyordu.
Savaş sonrası kriz esnasında kitleleri kasıp kavuran devrimci enerji o kadar büyüktü ki, Gramsci’nin kanaatine göre, bu, her iki sorunun da aynı anda çözülebilmesine izin veriyordu. Daha sonraları Gramsci, 1919-1920 yıllarında ifade ettiği düşüncelerin yeterince kesin olmadığını teslim edecekti. Gramsci’de fabrika ve işletme temsilciliklerinin kurulması ve geliştirilmesi, bir politik örgütler sorunu olarak, hem fabrika ve işletme temsilcilikleri hareketini yönlendirme, hem de yapısını, çalışma yöntemlerini, günlük çalışmasını ve politik yönelimini devrimcileştirerek Sosyalist Parti’yi baştan aşağı yenileme yeteneğine sahip “komünist gruplar” ağının kurulması ve geliştirilmesiyle bağlantılıydı. Yani fabrika ve işletme temsilcilikleri, aynı zamanda, ülkede işçi sınıfının hegemonyasına ve proleter ve devrimci unsurların Sosyalist Parti içinde önderliğine yol açmalıydı. Bu, sadece Torino’da gerçekleşti.
Torino’da ve Gramsci’nin etkili olduğu diğer yerlerde fabrika ve işletme temsilciliği hareketi genel ve atılgan bir karakter kazandı. Reformistler sendika yönetiminden, merkezciler parti seksiyonlarından defedildiler. Proletarya ve burjuvazi arasında bir ölüm kalım savaşı başladı ve bu savaşta işçiler ayaklanmanın eşiğine kadar geldiler. 1920 Nisan’ında işverenin fabrika ve işletme temsilcilikleri hareketini bozguna uğratma girişimlerine karşı yürütülen mücadele temelinde, doğrudan Gramsci yönetiminde, savaş sonrası İtalya’sının en büyük hareketi, şehir proletaryasının 11 gün süren siyasî genel grevi gerçekleşti. Bu grev kısa sürede komşu vilayetlerdeki tarım işçilerinin greviyle ve giderek yayılan ve daha tehditkâr bir hal alan dayanışma greviyle birleşti. Bu hareket, (hükümetle yapılan ittifak sonucu) Genel Emek Konfederasyonu’nun reformist önderleri tarafından, kendisine devrimci diyen Sosyalist Parti yönetiminin desteğiyle bozguna uğratıldı.
Sosyalist Parti’nin sol unsurları, Gramsci’nin tüm ülkede devrimci hareketin kolektif çalışma ve yönetimine dair parti önderliğinin yalpalayan ve devamlı reformistlere teslim olmaya hazır başlarından bağımsız bir uzlaşıya gitme önerisini reddettiler. Bu öneri, reformcular ve merkezcilerle hesaplaşmak için buna yetkin parti kongresinin beklenmesi gerektiği bahanesiyle, Bordiga tarafından da reddedildi. “Çekimser” fraksiyonu (yani parlamentoyu boykot eden fraksiyonu) yöneten Bordiga “ultra devrimci” telden çalıyor, ama gerçekte oportünizmini sol bir doktrincilik maskesi arkasına gizleyen bir ukalanın gözlüğünden devrim sorunlarını ele alıyordu. Bu “ulta devrimci”, boşuna faşizmin yardakçısı Troçki’nin arkadaşı değildi ve faşist Mussolini’ye açıktan teslim olmamıştı.
Fabrika ve işletme temsilcilikleri hareketi, İtalyan işçi hareketi tarihine, halk kitlelerinin burjuva iktidarına karşı ve proletarya diktatörlüğünün inşası için hegemonyasını oluşturmada proletaryanın en şiddetli denemesi olarak geçti.
“Proletarya işçi diktatörlüğünü kurduktan, endüstri işletmelerini ve bankaları ele geçirdikten sonra, devlet örgütünün muazzam gücünü mülk sahiplerine karşı, yoksulluğa karşı mücadelelerinde desteklemek için kullanacaktır. Köylülere kredi sağlayacak, kooperatifler kuracak, onların şahsını ve mülkünü hırsızlara karşı koruyacak, iyileştirme ve kurutma giderleri devlet tarafından ödenecektir. Tüm bunların hepsini yapacaktır, çünkü ziraî üretimin büyümesiyle ilgilenmektedir; çünkü köylü kitlelerinin dayanışmasını sağlamak ve korumakla ilgilenmektedir; çünkü endüstrinin kent ve köy, Kuzey ve Güney arasındaki barıştan ve kardeşlikten yana işlemesiyle ilgilenmektedir.”
İtalya ekonomisinin bu devasa yeniden örgütlenme planında, işçi sınıfı her tür sömürü, yoksulluk ve baskı biçimini sönümlendirerek burjuvazi ve burjuva devrimi tarafından çözülmemiş bütün sorunları çözebilecek ilk ve tek sınıf olarak karşımıza çıkıyor.
Bundan ötürü Lenin Komintern II. Kongresi’nde Komünist Enternasyonal’e kabul şartlarıyle ilgili yaptığı konuşmada şöyle diyordu:
“İtalyan yoldaşlara düpedüz söylememiz gerekir ki, Sosyalist Parti ve parlamento fraksiyonu önderlerinin şimdiki çoğunluğu değil, ama ‘Ordine Nuovo’nun eğilimi Komünist Enternasyonal’e uymaktadır.” (Cilt XXV. safya 445, Almanca).
Kongre tezlerinde “Sosyalist Parti’nin Yenilenmesi İçin” başlıklı, Gramsci tarafından kaleme alınmış ve Torino sosyalist seksiyonu tarafından onaylanan siyasî platform, İtalya Komünist Partisi’nin bir sonraki parti kongresine dayanakyık etmesi gereken bir belge olarak takdir toplamıştı.
Ama kongrede “Ordine Nuovo” hareketi temsil bulmadı ve sadece bu olay bile yeni bir parti yaratmak için kullanılan mücadele yöntemlerinde bir eksiklik bulunduğunu gösteriyordu.
Hatanın özü, “Ordine Nuovo”nun ülke çapında Sosyalist Parti içinde devrimci bir fraksiyon yaratılmasını kendisine açıkça görev edinmemesinde yatıyordu. “Grup”, Torino’da büyük bir kitle hareketine dayanıyordu; ülkenin diğer merkezlerinde ise şahsi bağlantılarla sınırlıydı. Emek Konfederasyonu ve Sendikalar Konfederasyonları merkezi aygıtı, kooperatifler, cemaat ve parlamento gruplarının büyük bir kısmı reformistlerin elindeydi; merkezciler parti aygıtına ve büyük bir günlük gazete olan “Avanti”ye sahiplerdi; “çekimserler” neredeyse tüm İtalya’ya yayılan bir fraksiyon grupları ağı kurmuşlar ve Gençlik Federasyonu yönetiminde güçlü bir destek bulmuşlardı. Gramsci ise, bölünmeden henüz birkaç ay önce gazete sorumlusu olmuştu.
Lenin, “devrimci” laflarla mest olan ve aynı zamanda reformistleri koruması altına almış ve partiyi fiilen burjuvaziyle ittifak politikasının hizmetine koşarak kitlelerin hareketini felç etmiş olan merkezcilere açılan ateşin arttırılması gerektiğine işaret etmişti. 1921 yılında Livorno’da Komünist Parti’nin oluşumuna yol açmış olan bölünme, merkezcilere karşı yürütülen amansız mücadelenin sonucuydu. Bu mücadele tüm sol kanat grupların birleşmesi amacını güdüyordu ve Gramsci bu birliğin oluşturulmasını destekleyerek doğru davrandı. Bununla beraber, Lenin, yeni partiyi kitlelerden kopmuş bir tarikata dönüştürme tehlikesi bulunan Bordiga’yı Komintern II. Kongresi’nde sert bir eleştirinin hedefi haline henüz getirmişti. Bordiga III. Enternasyonal’e girmiş olmasına rağmen, daha 1920 yılında Komintern içinde Hollandalı, Alman ve diğer “solcularla” Lenin ve Bolşevik Parti’ye karşı mücadele etmek için bir fraksiyon kurma emeli taşıyordu.
Gramsci ve Bordiga arasında daha başından itibaren derin bir fikir ayrılığı mevcuttu. Ama sağ unsurlarla karışma çekincesinden ötürü reformculara ve merkezcilere karşı onunla ortak hatta bulunmasına rağmen, Bordiga’yla arasına açıkça sınır çekme önlemini almama hatasına düştü. Bu anda, Komünist Parti’nin varlığının ilk zamanlarında iki cephede birden mücadele yürütülmesi gerektiğini anlamamıştı.
Bu hata partimize pahalıya patladı: Bu, Bordiga’ya Eylül 1920’de reformistlerin ihaneti sonucu fabrikaların işgalinin başarısızlığa uğrayarak sonlanmasından sonra, proletarya öncülerinin bir kısmını etkisi altına alan hayal kırıklığı ve karamsarlıktan faydalanarak Komünist Parti’nin siyasi eylem yeteneğini azaltacak ve faşizmin içeri sızmasını kolaylaştıracak sekter anti-Leninist siyaseti sokmaya olanak tanımıştı.
Sovyetler Birliği’ndeki bir senelik ikametgâhı (1922-1923 yıllarında) Gramsci’ye Bolşevizm’le ilgili bilgilerini derinleştirme fırsatı vermişti. O zamanlar etraflıca Rus Devrimi tarihini çalışıyor, Lenin’i kavramayı öğreniyor ve partinin önderi olarak birikimini sağlamlaştırıyordu.
İtalya işçi sınıfı, partisinin, Komünist Parti’nin küçük burjuva doktrincilerden oluşan bir tarikat olarak değil, işçi sınıfının örgütlü öncüleri olarak, sınıfıyla yakından bağlı ve ona en zor siyasi durumlarda dahi önderlik edebilecek kitle partisi olarak kurulmasını ona borçludur.
Gramsci’nin gözünde Bordiga’nın sözde-radikal diliyle üzerini örttüğü oportünizmin her özel türünü parti kollarından temizlemek kolay bir iş değildi. Sekterliğe saplanmış parti üyelerinin bireysel eğitimine yeniden başlamak gibi sabırlı bir işle yola koyulmak, yeni Bolşevik kadrolar yaratmak, inanç kazandırmak, direnci, tereddüdü ve güvensizliği yenmek gerekiyordu. En kirli entrika ve demagoji araçlarından irkilmeyen ve en adi hain ve Troçkist rolünde olan, Mussolini’nin uşaklığına kadar alçalmış Bordiga gibi bir kişiye karşı mücadele verilmesi gerektiği için, bu görev bir o kadar daha zordu.
Bordigacılığın partiden tasfiyesi için yürütülen mücadelede Gramsci olağanüstü bir gayret sarfetti. Parti kadrolarını teker teker geri kazandığı söylenebilir. Faşizmin iktidara gelmesinin ardından tehlikeli bir uyuşukluk durumuna düşen tüm parti sistematik bir Bolşevikleştirme çalışmasıyla canlandırıldı ve yeniden eğitildi.
Bu döneme, Gramsci’nin, Stalin’in eserlerinin onun üzerinde bıraktığı derin etkinin en güçlü şekilde hissedildiği, esas itibariyle partinin doğası, stratejisi, taktiği, örgütlenmesine ilişkin teorik sorularının açıklanmasına adanmış olan çalışmaları denk geliyor. Özellikle de Komünist Parti gibi “merkezileşmiş” bir partide sözde sadece yukarıdan gelen emirlere gösterilen itaat önemsendiği için parti üyelerinin her ideolojik-politik eğitim çalışmasını işe yaramaz bulan karşı devrimci Bordigacı “teoriyi” paramparça etmişti Gramsci ve hiç vakit kaybetmeden kadroların yenilenmesi üzerine çalışmaya başladı.
“Partinin yaşaması ve kitlelerle bağını muhafaza etmesi için -diye yazıyordu- her parti üyesinin aktif bir politik unsur, bir önder olması gerekmektedir. Tam da parti merkezileşmiş olduğundan dolayı parti kollarında geniş bir ajitasyon-propaganda çalışması yürütülmek zorundadır. Parti, üyelerini örgütlü şekilde eğitmek ve onların ideolojik çıtasını yükseltmek zorundadır. Merkezileşme özellikle her muhtemel durumda, ağır işgal koşullarında, hatta yönetici komite belli bir dönemde işlevini yerine getiremediğinde veya tüm dış çevreyle irtibatta bulunamadığı ilişkiler içinde bulunduğunda bile, işçi sınıfının cesaretinin kırılmaması için, aksine ona önderlik edildiğini ve halen mücadele edebileceğini hissetmesi için tüm parti üyelerinin her birinin kendi kendisini merkez alarak yönünü tayin etmesi anlamına gelir. Kitlelerin ideolojik olarak bilinçlendirilmesi bundan dolayı devrimci mücadelenin zorunlu bir ihtiyacıdır. Bu, zafer için zorunlu şartlardan biridir.”
İtalyan Komünist Partisi’nin en iyi kadroları, binlercesini faşizmin hapishanelere attığı kahraman savaşçılar, ne tehditlere ne de takiplere, işkencelere ve ölüme boyun eğmiş demirden insanlar, Bolşevik anlamda, Antonio Gramsci tarafından yetiştirilmişlerdir.
Ama Matteoti krizi sırasında, İtalya’ya döndükten sonra, karşı devrimci Bordigacılar’a ölümcül darbeyi indirerek Gramsci’nin ortaya koyduğu siyasî faaliyet, tüm partiyi ikna etmek, heyecanlandırmak ve peşinden sürüklemekten ibaret değildi.
Mücadelenin koşulları çok ağırdı: Bordiga’nın, faşizmin zaferinin imkansız bir şey olduğu ve faşizmin “burjuva demokrasisinden hiçbir şekilde ayrılmadığı” iddialarıyla laf yağmuruna tuttuğu parti, demoralize olmuş ve gerçekliğin ağır darbeleri karşısında yorgun düşmüştü. Diğer yandan, faşizm büyük zorluklara yol açmıştı; devlet aygıtını henüz tam olarak ele geçirmeyi başaramamıştı ve çıkarları zarar görmüş ve Mussolini’nin büyük sanayi burjuvazisi lehine güttüğü politikalar nedeniyle hayal kırıklığı yaşayan küçük burjuva kitleleri hoşnutsuzdu, serzenişte bulunuyorlar ve giderek ona daha açıktan karşı çıkıyorlardı.
Matteoti’nin öldürülmesinden sonra, Komünist Parti’nin ileri görüşlü ve direngen taktiği Gramsci tarafından tüm ayrıntılarına kadar hesaplanmıştı: Bu cinayetin işlenmesinden hemen sonra demokratik muhalefet gruplarıyla birlikte parlamentonu derhal terk etmek; muhalefetin genel kurul toplantısına genel grev ilanı önerisiyle katılmak (ki bu öneri, bunun karşısında dehşete kapılan, faşizmi parlamento çalışmalarına katılmayı reddederek ve bir basın kampanyası başlatarak devirmeyi öngören demokrat önderler tarafından reddedildi); daha sonra yapılan bir öneriyle – muhalif gruplara ait bir “anti-parlamento” ve “köylülerin vergi grevini” örgütlemek; son olarak, faşizmin suçlarının parlamento mahkemesi tarafından gün yüzüne çıkarılması ve demokrat ve liberal anti-faşistlerin acizliğinin gözler önüne serilmesi için komünistlerin parlamento salonuna geri dönmesi.
Leninist-Stalinci ilke üzerine kurulu olan, kitlelerin kendi tecrübesine dayanarak yönetmesi gerektiği taktiği, demokrat partiyi ve sosyal demokrasiyi izleyen geniş emekçi katmanlarının kazanılmasını kolaylaştırarak, komünistleri faşist diktatörlüğün yıkılması için mücadelenin ön saflarına yerleştirdi. Bu taktik, proletarya ve köylülük arasındaki ittifakın temelini atıyor, partiyi yalıtılmışlık halinden çıkarıyor ve bir kitle partisine dönüşme yolunda ileriye götürüyordu.
Bu politik atak tüm partiyi ve işçi sınıfını baştan aşağı salladı. Gramsci’nin faaliyetinin yeni bir dönemi başlamıştı – sosyal demokratların onlara karşı yürüttüğü amansız mücadeleye ve faşistler tarafından yapılan ciddi takiplere rağmen komünistlerin etkisinin arttığı kısa, ama son derece önemli bir dönem.
Partimizin İtalyan emekçi kitleler üzerindeki otoritesinin kaynağını bu dönemde aramak gerekir. 1917-1920 tecrübelerinden öğrenildi ki, Torinolu komünistler safında proleter devrimin sorunlarının politik olarak doğru bir şekilde ortaya konması onlara devrimci hareketin önderliğini teslim etmek için yeterli değildi. Bunun üzerine Gramsci, partinin nüfuzunu, sadece daha doğru, kitlenin ihtiyaçlarını daha iyi yansıtan sloganları formüle ederek değil, aynı zamanda emekçiler arasında (özellikle köylerde) bir tabana sahip farklı politik gruplaşmalar bağlamında tutarlı bir siyaset aracılığıyla, merkezî yönünü işçi sınıfıyla ittifak doğrultusunda tayin eden muhalif akımların gelişiminin teşviki aracılığıyla örgütlemeye başlamıştı.
Bu dönemde Katolik sendikaların CGT’ye bağlı sendikalara yakınlaşması ve Katolik köylü örgütlerindeki sol unsurların devrimci işçi ve köylü birliği safına çekilmesine yönelik yürütülen çalışma başarıya ulaştı. Böylelikle Vatikan’ın gerici nüfuzuna ilk ciddi darbe vurulmuş oldu.
Bu dönemde, Komünist Parti, Gramsci’nin insiyatifi üzerine güneyli halkın burjuva devletinin onlara vurduğu zincirleri kıracak olan özerklik mücadelesini haklı bularak, Güney’in köylü kitlelerinin en önemli taleplerinden birisini benimsemiş oldu. Ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı sorunu ve Sardinya sorunu, ajitasyonunda Komünist Parti tarafından ortaya kondu. Ülkemiz yaşamının tüm can alıcı soruları Gramsci’nin propagandası ve politik ajitasyonunda yanıt bulmuştu.
Faşizme karşı mücadele, sözlü protesto ve gösterilerin sınırlarını aşmıştı. Bu mücadele, burjuvazinin gerici gruplarına karşı emekçi halk katmanlarının somut olarak harekete geçirilmesi için yürütülen, burjuva liberallerinin ve demokratlarının etkisinde kalmasına veya yozlaşmasına izin vermeyen, sosyal demokrasinin gerici önderlerinin etkisinden çekip kurtaran gerçek bir mücadeleye dönüştü. Gramsci’nin temel eylem mottosu “birlik” mottosuydu: İşçi sınıfının birliği, köylü ve işçilerin birliği, Kuzey ve Güney’in birliği, tüm halkın faşizme karşı birliği.
Kitlelerin ve ülkenin tüm ilerici unsurlarının yüzünü döndüğü insandı, Gramsci. Eski liberal siyaset görevlileri şunları fısıldıyordu: “Gramsci’ye dikkat; o, İtalya’nın en büyük devrimcisi”. Keza Mussolini Komünist Parti’nin ve kitlelerin faaliyetine, terörü arttırarak ve demokratik özgürlüklerin son kırıntılarını da yok ederek cevap vermişti.
Tutuklanmasından birkaç ay önce ve hatta daha da evvel, Bordiga’nın siyasî olarak paramparça edildiği ve partinin ezici çoğunluğunun önder olarak Gramsci çevresinde toplandığı İtalya KP’nin Lyon parti kongresinden önce, Gramsci bize, kitlelerle teması korumak ve işçi ve köylü mücadelesini örgütlemek için legal çalışma ve mücadele olanakları kullanmak amacıyla faşist kitle örgütlerine sızmak gerektiğini göstermişti. Bizim hatamız, onun dikkat çektiği bu noktayı layıkıyla yerine getirmemiş olmamızdır. Bu, partinin tam olarak illegaliteye geçmesinden sonra çalışmamızın ve nüfuzumuzun gelişimine engel olmuştur.
Gramsci siyasî faaliyetinin doruk noktasında olduğu bir zamanda tutuklanmıştı. Parti, yeri doldurulamaz bir kayıp vermişti. Gramsci’nin ölümüyle İtalyan işçi hareketinin ilk Bolşeviğinin yaşamı sonlanmış oldu.
Fiziksel olarak zayıf düşmüş, bünyesi ağır hasar görmüş haliyle, kıyas kabul etmeyecek ölçüde çelikleşmiş bir mücadele insanıydı, Gramsci. Çevresine devrimci enerji, aydınlık ve iyimserlik saçıyordu.
Etkin devrimci çalışmasından koparılarak hapishaneye atıldığında mücadele etmeyi bırakamazdı. 10 sene boyunca hapishanede geçirdiği hayat bile, sadece kindar gardiyanlara karşı kendi varlığını savunmaktan ibaret kesintisiz bir mücadele değildi; aynı zamanda eğitim çalışması yürütmek, hapishaneden parti kadrolarının oluşturulması ve İtalya’daki nihaî durum sonucu düğümlenen yeni sorunların çözümüne yardımcı olabilmek için irtibata geçebildiği yoldaşlarını yönlendirebilme olanağını yaratmak için verilen bir mücadeleydi.
Tüm gücü tükendiğinde ve faşist cellatların onu sadece fiziksel değil, ruhsal olarak da zayıflatarak hırpaladıklarında dahi, o, bir devrimcinin ağırbaşlılığını ve haysiyetini asla kaybetmedi ve tüm yoldaşlarına örnek oldu. Fiziksel durumu çok ağırlaştığı bir anda, ona, Mussolini’ye bir dilekçeyle şahsen müracaat ederse özgürlüğüne kavuşabileceği söylendi. Gramsci şu cevabı verdi:
“Bana yapılan öneri intihardır. İntihar etmek için içimde en ufak bir istek bile yok.”
Komünist Parti’nin ölmekte olan önderinin onurlu sözleri hapishanelerde ağızdan ağıza dolaşıyor, faşist gardiyanlara karşı cesareti ve yeni bir nefreti körüklüyordu.
Gramsci “dışarıda” yoldaşlarla buluşma imkanı tanındığında, bu saatleri kolektif çalışmaya adıyordu ve hapishane bu şekilde komünistlerin Leninizmin ilkelerini çalıştıkları, İtalya’da proleter devrimin güçlerini ve koşullarını irdeledikleri ve partinin siyasî ve örgütsel sorunlarını çözdükleri bir okul haline gelmişti.
Çevresine örülen engeller giderek aşılamaz bir hale geldiğinde, kısa mesajlarla, acar ve berrak ifadelerden oluşan beyanlarla yoldaşları yönlendiriyordu. Bu mesajlar yoldaşların yönünü tayin ediyor ve tüm partinin kendi yönünü tayin etmesine yardımcı oluyordu.
1929 yılında bize şu sözü iletmişti: “Dikkatinizi faşist sendikalardaki fabrika ve işletme yetkililerinin hareketine yöneltin.” Bununla, dikkatimizi bir kere daha faşist kitle örgütleri içinde yürütülmesi gereken çalışmanın önemine çekmek istiyordu.
1930 yılında bazı mahkum yoldaşların Troçkizmin etkisi altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu öğrendiğinde ve uzun tartışmalar yürütemeyecek durumdayken, hapishanelere şu kısa manidar mottoyu yaymıştı: “Troçki faşizmin orospusudur”!
Son zamanlarda, Komintern’in Yedinci Kongresi’nden çıkan kararları duyduğunda, tüm gayretiyle düşüncelerini İtalya’da antifaşist halk cephesinin gerçekleştirilmesi için bir yol bulmaya yoğunlaştırdı ve bizi ülkeden ve kitlelerden kopmamak, tüm ülkedeki kitlelerle bağlantıya geçmeyi olanaklı kılacak çözümler bulmak ve bunları kullanmak için faşizmin politikalarının farklı toplumsal katmanlar ve farklı vilayetler için doğuracağı sonuçları çalışmamız gerektiği konusunda uyardı.
Muhtemelen yaşamının son haftalarında İspanyol halkının faşizme karşı verdiği kahramanca mücadele haberi ona ulaşmıştı. Belki de öğrenmişti ki, Guiseppe Garibaldi ismini taşıyan savaşçılar; İspanya’da İtalyan halkının en iyi evlatları -komünistler, sosyalistler, demokratlar ve anarşistler- Cumhuriyetçi İspanya’nın Halk Ordusu saflarında birleşmiş, İtalyan faşizmine ve Mussolini’ye Guadalajara’da ilk mağlubiyetini yaşatmıştı. Eğer bu haber ona ulaşmışsa, muhtemelen gülümsemiş ve umudun ışığı ızdırabını bastırmıştır.
Öngördüğü yolda, son anına kadar elinde tuttuğu bayrak altında -yenilmez Marx-Engels-Lenin-Stalin bayrağı altında- onun kurduğu ve mücadelesinde önderlik ettiği, İtalyan işçi sınıfının öncüsü Komünist Parti, boyun eğmeden özgürlük ve barış davasının, emekçilerin siyasî ve toplumsal olarak özgürleşmesi davasının, sosyalizm davasının nihaî zaferine dek onun öğütlerini hayata geçirerek yolunda ilerlemeye devam edecektir.