Özgürlük Dünyası, bu sayısından itibaren, çeşitli konu başlıkları altında işçi sınıfının dünya görüşüyle burjuva ideolojisi arasındaki mücadelenin zirvesine ulaştığı bir tarihsel dönemin belgelerinden çeviriler yayınlamaya başlamaktadır. “Bilim ve Felsefe” konu başlığını taşıyan bu sayımızda, modern fizikteki felsefi tartışmaları özetleyen bir makalenin çevirisiyle başlıyoruz.
Esas olarak İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden 50’li yılların ortalarına kadarki döneme ait olan bu belgelerin, günümüz sınıf mücadelesi açısından taşıdığı anlamı kavrayabilmek için, belgelerin yazılış tarihinde dünya proletaryası ile emperyalist tekelci burjuvazi arasındaki mücadelenin uluslararası planda ulaşmış olduğu aşamayı göz önüne getirmek gerekiyor. Bilindiği gibi, 1917 Ekim Devrimi ile birlikte, uluslararası proletarya ile emperyalist tekelci burjuvazi arasındaki mücadele yeni bir dönemine girdi. Emperyalizmin dünya egemenliğine ağır bir darbe vurulan bu dönemde, uluslararası devrimci işçi hareketi ve komünist hareket hızlı bir gelişme kaydetti, peş peşe yeni mevziler kazandı. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasında kaydedilen önemli başarılar, ileri kapitalist ülkelerde devrimci işçi hareketinin hızla güçlenmesi, işçi sınıfının partilerinin milyonlarca işçiyi bağrında toplayan ve burjuva iktidarlarını zorlayan kitlesel partilere dönüşmeleri, aydınlar arasında güçlü bir sosyalizmle birleşme eğiliminin ortaya çıkması vb. gelişmelere, emperyalist burjuvazinin yanıtı faşizm ve savaş kışkırtıcılığı oldu.
’29 Ekonomik Bunalımının yol açtığı politik gelişmelerin ardından, Almanya’da faşizmin işbaşına gelişiyle, mücadele yeni bir boyut kazandı. İspanya İç Savaşı ve buna bağlı gelişmeler; bütün burjuva hükümetlerin faşizmi ve savaşı kışkırtan tutumlarını bütünüyle netleştirdi. Yani; SSCB, sosyalizm ve belli başlı gelişmiş ülkelerdeki işçi hareketiyle, koçbaşı faşizm olmak üzere, emperyalist burjuvazi giderek bütün cephelerde, belki de dünya tarihinde olmadık ölçüde karşı karşıya geliyordu.
Bu gelişmelere, ideolojik planda, başını faşizmin ideologlarının çektiği, fizik ve biyoloji başta olmak üzere belli başlı bilimlerde, demagojik yöntemlerle kendine dayanak edinmeye çalışan felsefi idealizmin uluslararası ölçekte yeni bir saldırısı eşlik ediyordu. Sosyal demokrasi, emperyalist savaşı destekleyerek başlattığı ihanetine, faşizmin “koltuk değneği” olarak devam ederken; bunun SSCB’deki yansıması ise, Troçkistlerin cinayet ve sabotajlara varan ihanetleriydi.
Bu yanıt, pek çok ülkede devrimci işçi hareketinin ve komünist partilerinin ağır darbeler yemesine yol açmakla birlikte; işçi sınıfı, gençlik ve aydınlar arasındaki sosyalizm özlemini zayıflatamadı. Aksine bu özlem verilen mücadele içersinde daha da güçlendiği gibi, uluslararası planda devrim ile karşıdevrim arasında yeni bir saflaşmaya yol açtı.
Sovyetler Birliği’nin başını çektiği anti-faşist cephenin İkinci Dünya Savaşı’nda kazandığı zaferin ardından, dünyanın üçte birini kapsayan sosyalist kampın oluşması; batıdaki komünist partilerin ve devrimci işçi hareketinin güçlenmesi; eski sömürge sisteminin dağılması vb. bilinen tarihsel olay ve olgular, bu bölünme ve saflaşmayı emperyalizm açısından çok daha tehlikeli bir noktada daha da keskinleştirdi.
Dünya o yıllarda kelimenin tam anlamıyla iki kampa bölünmüştü. Bu bölünme; politik, ekonomik, toplumsal yönlerinin yanı sıra, başta doğa bilimlerinin hemen hemen tüm kollarını kapsamak üzere, toplum bilimlerinden tarih bilimine, kültür ve sanattan dilbilimine, kısacası insanlık tarihinde kapsam ve derinlik bakımından insanlığın bilim ve düşünce dünyasının, entelektüel ve kültürel etkinliğinin de en ileri düzeydeki bir saflaşması olarak şekillenmişti. Başka verileri bir yana, tek başına makalelerini çevirdiğimiz ve hemen hemen aynı yıllarda yayınlanan (30’lu yılların sonları) dergilerin nitelikleri bunu ortaya koymaktadır. Fransa’da La Pensee ve Etüdes Sovyetiques, İngiltere’de The Modern Quarterly, ABD’de Science and Society ve Main Stream, Almanya’da Neue Welt ve Neue Zeit.
Bu dergilerin sayfalarında, en ileri temsilcilerinin sürdürdüğü ve bu dönemde bilim ve düşünce hayatının belli başlı alanlarında cereyan eden tartışmaların temel belgeleri bulunmaktadır. Adı geçen dergiler, bilimsel-teorik ve felsefi temellere dayanarak saldırıların ideolojik karakterini ortaya koyuyor ve sadece Marksistlerin değil; birçok ilerici ve demokrat bilim, sanat ve düşünce insanının saygı ve desteğini kazanıyor, Marksizm hakkındaki önyargıları yıkarak etkinliğini güçlendiriyordu. Bunların da ötesinde, bilimle felsefe arasında, bilimsel çalışmayla toplumsal mücadele arasında, belki de tarihte görülmedik karakterde bir ilişkinin görülüp anlaşılmasına ve bunun en ileri ülkelerde en seçkin bilim, sanat ve edebiyat çevrelerinde güçlü bir akım haline gelmesine yol açıyordu. Böylece, sürdürülen mücadele, 50’li yıllara gelindiğinde, sadece, ekonomik, politik ve askeri alanda değil; bilimsel ve felsefi alanda da, uluslararası ölçekte, en geniş anlamıyla sosyalizmin ideolojik temellerini geliştirip güçlendiren bir yenilenme ve atılıma dönüşüyordu. Bu nedenle bu süreci, bilim ve düşünce dünyasının, bu düzeyde ve bu genişlikte katıldığı en ileri açık mücadele ve saflaşma olarak adlandırmak, sanırız ki, bir abartı değildir.
“McCarthy”cilik adıyla anılan ünlü saldırı dalgası, bu gelişmeler üzerine yoğunlaştı ve sadece ABD’de değil, bütün burjuva ülkelerde bilim ve sanat çevrelerine yöneldi. Bu, aynı zamanda burjuvazinin bilimsel ve felsefi alanda iflasının da bir ifadesiydi. O, artık bütünüyle, paranın, zorbalığın ve bunların beslediği siyasal iktidarının zoruyla ve pervasızca hareket etti.
Tartışmalar ve sürdürülen mücadele önemliydi, çünkü her birisi kendi alanında bilim ve düşünce hayatının en can alıcı sorunları üzerine yoğunlaşmaktaydı. Örneğin doğa bilimleri alanındaki tartışmalar şöyle özetlenebilir: Modern fizikte, en küçük madde parçacığının doğası ve hareketinin yasalarına ilişkin metafizik ve idealist kavrayışın mahkûm edilmesi (burada başka şeylerin yanı sıra, özellikle Heisenberg’in parçacıkların pozisyon ve hızıyla ilgili “belirsizlik ilişkisinden, doğadaki determinizmi reddetmek üzere “belirlenmezlik” düşüncesine ve buradan da bilinemezci sonuçlara varılmaktaydı); astronomide, evrenin başlangıcı ve sonu üzerine ve evrende kaçınılmaz olarak varılacağı söylenen hareketsizlikle ilgili yaratılışçılıktan esinlenme teorilerinin çürütülmesi; biyolojide Weismann-Morgan öğretisiyle Virchow’un hücre ve onun gelişme yasalarıyla ilgili düşüncelerine karşı mücadele edilmesini vb. kapsamaktaydı.
Kuşkusuz, uluslararası planda gerçekleşen bu mücadele ve saflaşma Sovyetler Birliği’nde de yankısını buldu.
Bilim ve düşünce hayatının bütün alanlarını kapsayan bu mücadelenin başını çeken Sovyetler Birliği’nde o yıllarda, bilim ve düşünce hayatının tarihte hiçbir toplumda yaşanmayan bir zenginlik, çok yönlülük ve açıklıkla örgütlenmesi gerçekleşmişti. Sovyet bilimi bu yıllarda pek çok alanda önemli buluşlara imza atıyordu. Ve sadece bilimde değil, ülkenin entelektüel ve kültürel yaşamında çok yoğun bir hareketlilik görülüyor ve aynı zamanda çok geniş bir alanda açık eleştiri ve tartışma sürecinden geçiliyordu. Bizzat SBKP MK’nın inisiyatifiyle; felsefe ve başta müzik olmak üzere kültür-sanat (1947), biyoloji (1948), burjuva ideolojisi karşısında secdeye kapanma ve kozmopolitizm (1949), fizyoloji (1950), dilbilim (1950) ve ekonomi politik (1951) alanlarında yoğun, zengin ve her biri kendi yayın organlarında açıkça yürütüldüğünden geniş kitlelerin aktif olarak izleyip katıldığı ideolojik tartışma ve mücadeleler gerçekleşiyordu.
Fakat insanlığın bugüne dek yaşadığı en büyük savaştan ağır bedeller ödeyerek çıkagelen bir toplumda bütün bunlar sancısız gerçekleşmiyordu. Bir taraftan sosyalizmin verili tarihsel koşullarının kaynaklık ettiği sorunlarla, diğer taraftan ise emperyalist kuşatmanın dışarıdan empoze ettiği ya da içerden kışkırttığı eğilimlerle mücadele edilerek yaşanıyordu bu süreç.
Bilindiği gibi, aynı zamanda bu mücadelelerle karakterize olan bu süreç, uluslararası planda da doruk noktasına ulaştığı koşullarda, Stalin’in ölümünün ardından parti ve devlet yönetiminde yaşanan iktidar mücadelesinde Kruşçev kliğinin üstün gelmesiyle, bugüne kadar uzanan ve karşıdevrimi geliştirerek ilerleyen devrimin peş peşe mevziler kaybettiği sürece girilmesiyle sonuçlandı. Bu sürecin, bilim ve düşünce hayatındaki saflaşma ve mücadeleyi o yıllardan başlayarak saptırdığı, içini boşalttığı görülmektedir. Nitekim bilim-felsefe alanındaki tartışmalarda, ’40-’50’li yılların militan materyalizminin yerini, ’50’li yılların sonları ve ’60’lı yılların başlarından itibaren orta yolcu tutum ve felsefi akımların aldığı dikkat çekmektedir. Denilebilir ki, süreç içerisinde bu dönemin bütün tartışmaları giderek bütün ülkelerde sistematik bir şekilde küllendirildi.
Modern revizyonizmln bu birikim karşısında aldığı tutum çarpıcı ve uyarıcıdır. Başlangıçta genel olarak bu birikimin gerçek temelleri ve taşıdığı potansiyelle ilgili tahrif edici ve saptırıcı bir tutum gözlenirken, sonraki süreçte inkarcı, yok sayıcı ve bugün de görmezden gelici bir tutum ortaya koymaktadır.
Bugün bu belgelere bakıldığında; ’60’lı yıllardan sonra Marksizm’e yönelen kuşakların bu yakın tarihin mirasından büyük ölçüde mahrum bırakılarak, emperyalist demagoji kampanyasının beslediği, bilerek veya bilmeyerek bundan esinlenmiş ve giderek daha da bulandırılan sözde bir Marksist ideoloji ve kültüre mahkum edildikleri daha da açıklık kazanmaktadır. Ülkemiz aydınları da bu mücadeleden faydalanamadan yetiştiler. Bu sadece bizim ülkemiz açısından değil, en ileri ülkelerde de böyle oldu.
Şu soru akla gelebilir: 50 yıl öncesinin -üstelik hızlı gelişmelerin yaşandığı bilimsel konularla ilgili- makalelerin çevrilmesinin ve yeniden gündeme getirilmesinin ne gibi güncel yararı olabilir?
Kuşkusuz bilimin şu veya bu kolunda elde edilen bulgularda devasa değişiklikler, ilerlemeler kaydedilmiş bulunuyor. Ancak, bulgularla ve onlardan çıkartılan sonuçlarla ilgili yapılan felsefi tartışmalar veya bugün felsefi bakımdan hâlâ kesin yanıtlanmamış olarak bakılan sorunlar esas olarak değişmemiştir. (Bir örnek olması bakımından: Ünlü bilim dergilerinden “Scientific American”ın Almanya baskısının (Spektrum der Wissenschaft) Şubat 2000 tarihli özel sayısının konusu “Kozmoloji”ye ayrılmış. Bu sayının içindekilerinden bazı başlıklar okuyoruz:
—Uzay sonlu mu?- Gerçi her şey evrenin sonsuz olduğuna işaret ediyor. Yoksa biz yalnızca bir illüzyona mı kapılıyoruz?”;
—Büyük patlama öncesinde olanlar”;
—Evrende yasamın kaderi. Bir gün evren o kadar soğuk ve boş olacak ki, her türlü yaşam ortadan kalkacak.”)
Denilebilir ki, bizzat en güncel bilimsel bulgularla ilgili yapılan tartışmalar, o yıllarda yapılan tartışmalara ve verilen mücadelelere, o dönemde kalmış şeyler olarak bakılamayacağını göstermektedir. Kuşkusuz, bir taraftan diyalektik materyalizmi vülgerleştirme eğilimleriyle de mücadele ederken (modern revizyonizmin dolaylı göndermelerinin aksine, buna o yıllarda da büyük bir önem verilmiştir), diğer taraftan bugünkü mücadeleye; Marksist felsefenin tarihsel evrimi içinde ulaştığı belirli bir düzeyi herkesçe görülebilir şekilde göz önüne getirerek ve aynı zamanda onu temel alarak girişmek, burjuvazinin kendince proletarya ideolojisini düşürdüğünü sandığı konum ve platformu reddederek, tarihsel bakımdan da gerçekten “kaldığımız yerden” yeniden “işe girişmek” gerekiyor. Bunun, ülkemizde Marksizm ve sosyalizm adına oluşmuş bulunan bütün külliyatın yenilenmesini sağlayacak bir sürecin başlangıcını teşkil ettiği açıktır.
“Kaldığımız yerden” diyebiliriz, çünkü burjuva ideolojisinin son 50 yılda bu açıdan kat ettiği fazla bir mesafe yoktur. Aksine, özellikle de son 30 yılı bu açıdan karakterize eden; bilimin magazinleştirilmesi, bilimsel-felsefi tartışmaların vülgerleştirilmesi, sanat ve edebiyat alanında giderek çoraklaşmaya varan yoksullaşma ve dejenerasyondur.
Emperyalizmin; ideolojik, felsefi ve kültürel alanda, toplumun bütün ilerici güçlerinde umutsuzluk, kuşkuculuk, kendine güvensizlik ve karamsarlık yaratma amacını güttüğü ve en bariz belirtisini tarih bilincindeki erozyonda bulan bilimsel-eleştirel düşünmedeki tahribatın derinleştiği koşullarda; yakın tarihin bu en ileri mevzisinden bugüne bakmak yeni bir anlam ve önem kazanmaktadır.
Bir taraftan Marksizm-Leninizm’e yönelen yeni kuşakların bugünkü ideolojik eğitimini ve donanımını, işçi sınıfının tarihindeki en büyük zaferlerinin üzerinde yükselmiş birikimi derinlemesine özümseyeceği bir temelde gerçekleştirmek; diğer taraftan son 40–50 yılın beslediği ideolojik ve politik demagoji alanından sıyrılıp, birçok namuslu bilim ve düşünce insanının katkısını sağlayacak, bilimsel temellere dayanan bir felsefi ve ideolojik tartışma alanı açmak ve aydın hareketiyle sosyalist hareketin militan materyalizm üzerinde yükselen yeni bir kitlesel birliğini ve saflaşmasını gerçekleştirmek; işte bu materyallerin en büyük rolü belki de bu noktalarda olacaktır.
Modern fizikte materyalizm ve idealizm
M. OMELJANOWSKIJ
Çeviren: Ahmet Cengiz
Modern fiziğin gelişimi, sadece onun ampirik içeriğini kapsamıyor, aksine, en derin teorik temellerini de içine alıyor. Bu yüzyılın başında fizikte gerçekleşen temelli dönüşümler bugün de devam etmektedir.
20. yüzyılın fiziği, maddenin yapısı ve özellikleri hakkında 19. yüzyılda atomdan öteye gitmeyen bilgiyi, büyük oranda derinleştirdi ve mekân, zaman ve hareket hakkındaki önceki fiziksel düşünceleri geçersiz kılan yeni bir öğreti ortaya koydu. 20. yüzyılın fiziği, atomdan daha küçük olan ve varlığından eski ya da yaygın söyleyişle klasik fiziğin henüz habersiz olduğu parçacıkların mekaniğini yarattı.
Bu yeni düşünce ve teoriler yalnızca diyalektik materyalizmin yol göstericiliğinde, Lenin ve Stalin’in dâhiyane felsefi çalışmaları ışığında kavranabilir ve yorumlanabilir.
Lenin’in Materyalizm ve Ampriokritizm adlı eserinin, başta fizik olmak üzere doğa bilimleri alanındaki araştırma sonuçlarının felsefi açıdan özetlenmesinde ne devasa bir rol oynadığı bilinmektedir.
“Engels’ten Lenin’e kadarki dönemde, bilimin en önemli buluşlarının materyalist felsefede genelleştirilmesi ve Marksistler arasındaki anti-materyalist akımların eleştirilmesi gibi çok ciddi görevi yüklenen Lenin’den başkası değildi” diyordu Stalin, “Leninizm’in İlkeleri Üzerine” verdiği konferanslarda.
Ve Stalin, Lenin’in Materyalizm ve Ampriokritisizm adlı seçkin kitabında bu görevi yerine getirdiğini ardından ekliyordu.
Lenin bu kitabı 1908 yılında yazdı, yani modern fiziğin çekinerek ilk adımlarını yeni yeni atmaya cesaret ettiği bir dönemde. O dönemde artık, elektronlar ve radyoaktivite biliniyordu, elektron teorisi de geliştirilmişti. Fakat görelilik teorisi (Rölativite teorisi -ç.n.) ve kuantum öğretisi -zamanımızın temel fiziksel teorileri- henüz oluşma aşamasındaydı. Atom fiziğinin ancak genel hatları yeni yeni beliriyordu; 1930’dan sonra gelişen atom çekirdeği fiziği ise yoktu daha ortalıkta.
Yeni fiziğin özüne hiç kimse Lenin kadar derinlemesine inmemişti. Lenin, 1895–1908 yıllarının fiziğinden, geçerliliğini en son gelişme aşamalarına kadar koruyan felsefi tezleri geliştirdi. Lenin; yüzyılımızın fiziğinde gerçekleşen devrimin esas özünü sundu bize, bu devrimin diyalektik materyalist açıklamasını yaptı, aynı zamanda bu devrimden çıkarılan idealist sonuçların yanlışlığını gösterdi ve idealizmin ve metafizik materyalizmin bilimsel fiziğin gelişmesini engelleyen etkisini açığa çıkardı. Yeni bilimin felsefi yolları, Lenin tarafından, bütün bir çağı kapsayacak şekilde ortaya koyuldu.
Belirtildiği gibi, yeni fizikteki keşifler, klasik fiziğin; fiziksel ilkeleri, yasaları ve kavramlarıyla tam bir kopuşa yol açtı.
Esaslı bir değişikliğe uğrayan ilk yasa, maddenin yapısı hakkındaki öğretiydi. Newton’un döneminden itibaren madde; ağır, özü bakımdan değişmez ve ancak dış güçler tarafından harekete geçirilen bir kütle olarak gösterildi fizikte. 19. yüzyılın bilimi tarafından dünyanın temeli olarak değerlendirilen atomlar, maddenin değişmez ve bölünmez en küçük parçaları olarak görülüyordu ve esas özellikleri bakımından insanın günlük yaşantısında tanıdığı büyük cisimlere benzetiliyordu.
Radyoaktivitenin ve negatif yüklü en küçük atom olarak her maddenin öğesi olan elektronun keşfi ve atomun karmaşık yapısının keşfi; atomun parçalanmazlığı, bölünmezliği ve değişmezliğine dair eski dogmayı yerle bir etti, kütle hakkındaki eski düşüncelerin gözden geçirilmesini zorunlu kıldı ve kütle ve hızın birbirine bağlı oluşunun kanıtlarını sundu.
Eski öğretinin madde hakkındaki düşüncesinde gerçekleşen devrimci dönüşüme, radyoaktivitenin keşfi önayak oldu. Radyoaktif elementler (uranyum, radyum vd.) kendiliğinden dışarıya sürekli enerji ışınlarlar. Radyoaktif cisimlerin bu karakteristik özelliği, fizikçileri, başlangıçta şaşkınlığa düşürdü. Bunlardan bazıları (örneğin Poincaré), radyumun (radyoaktivitesi olağanüstü güçlü olan bir element bu), enerji sakinimi öğretisini sarstığını iddia ettiler. Ancak buna karşın, İngiliz bilim adamları Rutherford ve Soddy, enerji ışınımının, atomun değişmesi anlamına geldiği, bir kimyasal elementin atomunun diğerinin atomuna dönüştüğü tahmininde bulundular. Ve gerçekten de bugün, radyoaktif etkinlikler sonucu daha az enerji içeren yeni kimyasal elementlerin ortaya çıktığı kanıtlanabilir.
Radyoaktif değişimlerin daha ayrıntılı incelenmesi, izotopların, başka bir deyişle kimyasal elementlerin yan biçimlerinin -bunlar Mendelejew’in periyodik sisteminde aynı yerde gösterilmekte- bulunmasına yol açtı. Kimyasal elementlerin belirleyici özelliği olarak artık, atomun ağırlığı değil, atom çekirdeğinin yükü sayıldı.
Atomun yapısı aydınlığa kavuşturulmasaydı, bütün bu sorunların çözümü olanaklı olmazdı. Modern fizik, parçalanmaz atomun yerine, elektronlar ve atom çekirdeğinden oluşan atom sistemini koydu. Rutherford’a göre, pozitif yüklü nispeten yoğun atom çekirdeğinin etrafında, gezegenlerin güneşin etrafında dönmeleri gibi, negatif yüklü görece hafif elektronlar dolanıyor.
Rutherford’un atom modeli, 20. yüzyılın ilk on yılının ampirik bilgisini doğru özetliyordu; ne var ki, elektromanyetik olgular hakkındaki klasik öğretiyle çelişiyordu.
Nitekim bu öğretiye göre, elektronlar, atom çekirdeğini dolaşırken kesintisiz enerji yaymalı ve giderek çekirdeğe yaklaşmalıydılar. Böylelikle, atom, optik özelliklerini kesintisiz değiştirmeliydi. Fakat deneyimin öğretti gibi, atom olağanüstü bir sağlamlığa sahip ve optik özelliklerini değiştirmemektedir. Bu çelişkiyi, ileride de sözünü edeceğimiz Danimarkalı fizikçi Niels Bohr çözdü.
Fizikteki yukarıda ele alınan esaslı değişikliklerin -ki bunlar büyük oranda Lenin’in Materyalizm ve Ampriokritisizm adlı kitabını yazdığı döneme denk düşüyordu- felsefi düşünceler üzerinde etkileri oldu. İdealizm, maddenin mekanik kavranışının yerini elektromanyetik kavramsın almasını, materyalizmin sözüm ona bir yenilgisi olarak göstermeye çalıştı.
Ancak gerçekte ise, klasik fiziğin kavramlarının elektromanyetik teori tarafından arka plana itilmesi ve maddenin yapısı üzerine olan fiziksel bilgilerin dönüşüme uğraması, Lenin’in sözü edilen kitabında da kanıtladığı gibi, materyalizmi doğruladı; kuşkusuz, “değişmez elementler”! ve “cisimlerin değişmez özü” tezleriyle metafizik materyalizmi değil, aksine diyalektik materyalizmi tanıtladı. Metafizikçilerin yaptığı gibi, maddenin sadece bazı biçimlerine (ağırlık, kütle, geçirgen olmama, atom yapısı vb.) özgü göreceli özellikleri; mutlak, değişmez, ilk ve son şekil olarak açıklamamak gerekir. “Engelsin görüşü açısından” diye yazıyordu Lenin, “değişmez olan tek şey şudur: kendisinden bağımsız olarak var olan ve gelişmekte olan dış dünyanın, insanın bilincinde (eğer insan bilinci oluşmuşsa) yansıması. Marx ve Engels için, aylak bilgiç felsefenin bu kavramlara yüklediği anlamda bir ‘değişmezlik’, bir ‘özsellik’, bir ‘mutlak töz’ yoktur.” (Lenin, Cilt XIII, sf. 264) “Madde kavramının” diye yazıyordu Lenin, “bilgi teorisi açısından taşıdığı anlam şundan ibarettir: İnsanın bilincinden bağımsız olarak var olan ve onun tarafından yansıtılan objektif gerçeklik.” (agy, sf. 262)
Bu nedenle, maddenin yeni biçimleri ve yeni özelliklerine ilişkin sorunu, Machçıların ve diğer idealistlerin yaptığı gibi, objektif dünyanın gerçekliği sorunuyla karıştırmak doğru değildir. Madde; yalnızca değişmez kütle, değişmez atomların çokluğu değildir. Madde hakkındaki fiziksel öğreti, sonsuz ve sınırsız maddi dünyayı, az çok bütünlüklü ve doyurucu bir tarzda açıklamaktadır. Ne elektronlar teorisi, ne de en yeni, daha ayrıntılı elektromanyetik dalga teorisi bilginin sonal aşamasıdır. Diyalektik materyalizmin ısrarla üzerinde durduğu da budur zaten.
20. yüzyıl fiziği, zaman ve mekâna ilişkin fiziksel kavramlar alanında da bir dönüşüme yol açtı. Bu dönüşüme neden olan görelilik teorisi, ancak, Lenin’in Materyalizm ve Ampriokritisizm kitabının yayınlanmasından sonra gelişmesini ilerletti ve fiziksel sorunların çözümünde kullanılmaya başlandı. Denilebilir ki, Lenin’in zaman ve mekân hakkında bu kitabında geliştirdiği düşünceler esas olarak, görelilik teorisinden materyalist sonuçlara varmanın sağlam temellerini oluşturdu.
Klasik mekanik, zaman ve mekânın birbirlerinden ve hareket eden maddeden bağımsız olduğunu var sayıyordu.
Einstein’ın görelilik teorisi, klasik fiziğin zaman, mekân ve madde hakkındaki kavramlarını yeniden ele aldı.
Düz çizgili ve tekdüze hareketin incelenmesini konu edinen özel görelilik teorisi, uzunluğun ve zamanın göreceliğini ortaya koydu. Klasik mekaniğin iddia ettiği gibi, kendinde (an sich) bir uzunluk ve zaman yoktur. Her uzunluk ve her zaman, mutlaka, içinde ölçüldükleri (ölçü sistemi) ve hareketi tarafından şekillendikleri belirli bir maddi sisteme bağıdırlar. Zaman ve mekân hakkındaki yeni görüşlerin oluşturulması açısından özel bir önemi bulunan şey, Einstein’ın fizikteki eş zamanlılık kavramı hakkındaki analizidir. Klasik fiziğe göre, farklı yerlerdeki eş zamanlılık, ölçü sisteminden bağımsızdır ve bu anlamda mutlaktır. Görelilik teorisi bu tezi reddetmekte ve zaman belirlemesinin, ancak temel alınan sistemin bu belirleme sırasında göz önünde bulundurulduğunda bir anlamı olacağını, yani eş zamanlılığın göreceli bir kavram olduğu düşüncesini savunmaktadır. Bu demektir ki, eğer bir örnekle göstermek gerekirse; tren rayına göre eş zamanlı olan olaylar, yol almakta olan trene göre göreceli bir karaktere sahiptirler ve tersi.
Görelilik teorisi, zaman ve mekânın birbirlerinden bağımsız kavramlar olarak var olduklarını reddetmekte ve zamansal ve mekânsal elementlerin birbirlerinden ayrılmaz sürekliliği ilkesini savunmaktadır.
Görelilik teorisi sayesinde Öklid-dışı geometrinin objektif önemi de kendi fiziksel altyapısını buldu. Öklid-dışı geometri, 1826 yılında Rus bilim adamı N.I. Lobatschewskij tarafından geliştirildi. Öklid geometrisi, geleneksel ölçümlere dayanarak; bir üçgenin açılarının toplamının iki dik açı olduğunu, dairenin çapıyla ilişkisinin eşittir (pi sayısı) olduğunu vs. öğretirken, Öklid-dışı geometri, Öklid geometrisi kadar kesin doğru olan bambaşka teoremler ortaya koymaktadır.
Lobatschewskij bu buluşunda, kozmik boyutlarda Öklid geometrisinden sapmaların mümkün olduğu doğrultusundaki düşüncesini açıkladı. Genel görelilik teorisi, dâhî matematikçinin bu muazzam fikrini doğruladı.
Peki, zaman ve mekânın göreceliği teorisinden şimdi hangi felsefi sonuçlar çıkmaktadır?
Şüphesiz ki, bilimin gelişmesi ve ilerlemesiyle birlikte, zaman ve mekâna ilişkin fiziksel kavramlar değişmekte, derinlik ve genişlik kazanmaktadır. Lenin, “zaman ve mekân hakkında gelişen kavramlarımızın objektif gerçek zaman ve mekânı yansıttıkları ve genelde olduğu gibi burada da objektif gerçekliğe yaklaştıkları kesin ve sağlam bir şekilde benimsenmediği durumda” (Lenin, Cilt XIII, sf. 199), materyalist görüşün fizikte tutarlıca savunulamayacağına dikkat çekti.
Görelilik teorisinin etkisi sonucu zaman ve mekâna ilişkin fiziksel düşünceler alanında gerçekleşen değişiklikler, diyalektik materyalizmin doğruluğunu tanıtlamıştır. Görelilik teorisi, zaman ve mekânı gerek birbirleriyle, gerekse maddeyle olan ilişkileri temelinde ele alıyor ve objektif mekânı ve objektif zamanı klasik fiziğin yaptığından çok daha ayrıntılı ve kapsamlı açıklıyor.
Görelilik teorisinin birçok idealist taraftarı, Einstein’ın bazı hatalı felsefî iddialarına sarıldı ve bunları kendi amaçları doğrultusunda yorumlamaya çalıştı. Bu bakımdan, örneğin Einstein’ın hareketin görüngülerinin fiziksel göreceliği hakkındaki teorisi, felsefi materyalizminin objektif zaman ve objektif mekânın varlığı hakkındaki ilkelerinin yanlışlığının modern bilim tarafından sözüm ona kanıtlanması olarak yorumlandı. Newtoncu mutlak zaman ve mutlak mekân öğretisinin reddi, zaman ve mekân kavramlarının hiçbir mutlak maddeyi (mutlak gerçeklik anlamında) içermediği iddiasının sözüm ona bir kanıtı olarak değerlendirilmektedir.
Fakat gerçekte ise, görelilik teorisi diyalektik materyalizmin zaman ve mekân öğretisini doğrulamaktadır.
Lenin, zaman ve mekâna ilişkin fiziksel kavramların göreceliğinden, değişkenliğinden hareketle, genel olarak objektif reel bir zaman ve mekânın olmadığı şeklinde tümüyle hatalı bir sonucu çıkartan idealizmin bütün yanlışlığını açığa çıkardı.
“İnsanların zaman ve mekân hakkındaki düşünceleri görelidir, ama mutlak gerçek bütün bu göreli fikirlerin toplamından meydana gelir: bu göreli düşünceler, gelişmeleri içinde, mutlak gerçeğe doğru yönelirler, ona yaklaşırlar. Maddenin yapısı ve onun hareketinin biçimleri hakkındaki bilimsel bilgilerimizin değişebilirliği, dış dünyanın objektif gerçekliğini nasıl çürütmezse, insanların zaman ve mekân hakkındaki düşüncelerinin değişkenliği de, ne birinin, ne de diğerinin objektif gerçekliğini daha fazla çürütmez.” (Lenin, Cilt XIII, sf. 167)
Bilindiği gibi, diyalektik materyalizm, zaman ve mekânı maddenin varlık biçimi olarak tanımlamakta ve böylece zaman ve mekânın, hareket ettirilen maddeyle özdeş olmadıklarını saptamış olmaktadır. Ama zaman ve mekân maddenin varlık biçimleridir ve dolayısıyla gerek kendi aralarında, gerekse hareket ettirilen maddeyle içten bağlıdırlar. Engels, zaman ve mekân üzerine şöyle yazıyor: “… Maddenin bu iki varlık biçimi, madde olmaksızın, yalnızca beynimizde var olan boş tasarımlar, soyutlamalardır.” (Doğanın Diyalektiği)
Modern fizik, ışınım teorisi alanında da bir devrim yaşadı. Bu devrimin en önemli sonuçlarından biri, madde hakkındaki fiziksel kavramların değişimidir. Ama bu devrim aynı zamanda -felsefe üzerindeki etkileri bakımından-, 20. yüzyıl fiziği tarafından ortaya atılan nedensellik sorununu, en önemli mesele haline getirdi. Gerek ışınım teorisi, gerekse görelilik teorisi, Lenin’in Materyalizm ve Ampriokritisizm kitabının yayınlanmasından sonra geliştirildi. Ama Lenin’in ölümsüz eserindeki dâhiyane düşünceler, modern fiziğin gerek zengin teorik içeriği, gerekse pratik sonuçlan bakımından en önemli alanındaki karmaşık sorunları için çözüm yolları göstermektedir.
14 Aralık 1900’de fizikçi Planck kuantum öğretisiyle kamuoyunun önüne çıktı. Planck, ışınım enerjisinin, atomlar tarafından, klasik fiziğin varsaydığı gibi kesiksiz olarak değil, aksine sıçramak; sabit, ayrılmış kuantumlar şeklinde yayıldığı ve soğurulduğunu ileri sürdü. Bu enerji kütlesine, “enerji kuantumları” adı verildi.
1905 yılında Planckçı teori Einstein tarafından derinleştirildi. O, ışın enerjisinin (ışığın) kendine özgü parçacıklar halinde -ışık atomları veya fotonlar olarak (bunlar yalnızca enerji özelliğiyle değil, aynı zamanda hareket niceliğiyle de karakterize olmakta)- yayıldığı sonucuna vardı. Bu teori en iyi bir biçimde şu gelişmelerle doğrulandı: Compton Etkisi diye adlandırılan foto-elektronik etkide; Sovyet fizikçileri A.F. Joffe ile N.I. Dobronrawow’un röntgen ışınlarının dağılımı üzerine yaptıkları deneylerde ve S.I. Wawilow’un ışık akımının dalgalanması üzerine gerçekleştirdiği araştırmalarda.
Böylelikle, kuantumlar ilkesi fenomeninin tek başına maddeyle sınırlı kalmadığı kanıtlanmış oldu. Öte yandan bu, kinetiğe de aktarıldı ve burada devinimler üzerine olan eski görüşlerin -bunlar arı, soyut kesiksizlik kavramlarına dayanıyordu- esaslı bir biçimde yeniden gözden geçirilmesine neden oldu. Belirtmek gerekir ki, kuantum teorisinin ışığa uygulanması, hiçbir şekilde eski dalga teorisini devre dışı bırakmamıştır. Başlangıçta iki teori yan yana duruyordu, sonra iç içe geçmeye başladılar. (Bu süreç, bugün de esas olarak tamamlanmamıştır.)
Yukarda Rutherford’un atom modelini karakterize eden çelişkilere dikkat çekilmişti. Fizikçi Bohr, kesikli, kuantumlu ışık ışınımı ya da soğurulma hakkındaki düşünceyi atom yapısına ilişkin teoriye uyguladı. Bohr bu yolla, Rutherfordçu atom modelinin çelişkilerini ortadan kaldırmayı ve yeni bir atom teorisini oluşturmayı başardı.
Bohr’dan önceki fizik, atom ışınımını, elektronların, çekirdeğin etrafında dönmeleriyle açıklıyordu ve elektronların istenilen herhangi bir yörüngede hareket edebileceklerini kabul ediyordu. Ama Bohr yeni bir fikri savundu. O, elektronun, çekirdeği ancak bir tek, özel koşullara denk düşen bir yörüngede dolanabileceğini ve aynı zamanda tüm diğer yörüngelerin elektrona “yasak” olduğunu ileri sürdü. Bohr’un düşüncesine göre, elektron, “yasak olmayan” yörüngede döndüğü sürece enerji ışınlamamaktadır. Ancak, elektron, “yasak olmayan” yörüngeden başka bir yörüngeye, çekirdeğe daha yakın olan bir yörüngeye sıçradığı andan başlayarak, atomun yitirdiği enerjinin bir miktarı ışın enerjisine dönüşmekte ki bu da hemen boşalmaktadır.
Bu fikrin doğruluğu hidrojen atomuyla ilgili olarak kanıtlandı, helyum atomu ve özellikle daha ağır atomlarda ise kanıtlanamadı. Bohr’un teorisi, tayfsal çizgilerin karmaşık yapısına ve bir dizi başka olgulara da açıklık getiremedi. Olgular ile bunları açıklaması gereken teori arasında böylece oluşan çelişkiyi, 1924 yılında De Broglie’nin dalga mekaniği çözdü.
Fransız bilim adamı, madde hakkındaki öğretide, kuantum teorisinin dalga öğretisiyle birleştirilmesi gerektiği düşüncesini savundu.
Böylelikle De Broglie’nin dalga mekaniği, fizikçileri, elementer parçacıklarla ilgili var olan tasarımları gözden geçirme zorunluluğuyla karşı karşıya bıraktı ve onları bu kavramı, maddenin kesiksizliğini saptayan dalga teorisinin kavramıyla uyumlu hale getirmeye zorladı.
De Broglie’nin fikri, sonradan, Davisson ve Germer’in deneyleriyle doğrulandı. Bunlar, elektron ışınlarının kırınımını keşfettiler ve parçacık kuantumların dalga özelliğini kanıtladılar.
Kuantum mekaniğinin gelişmesi, bazı fizikçileri, nedensellik ilkesini idealist bir tarzda yeniden ele almaya itti. Bu tutum örneğin Heisenberg’de ve çok daha açık bir şekilde başka fizikçilerde görülebilir. Bu konudaki sorunların incelenmesinin büyük felsefi önemi bulunmaktadır.
Heisenberg 1927 yılında “belirsizlik ilişkisi” teziyle ortaya çıktı. Birçok araştırmacıya göre, bu tez, modern kuantum teorisinin çekirdeğini oluşturmaktadır.
En basit şekilde formüle etmek gerekirse, bu belirsizlik ilişkisinin özü şudur: Mikroskobik küçük cisimlerin pozisyonu ve hızı, aynı anda aynı kesinlikle ölçülemez. Örneğin bir mikro-parçacığın pozisyonu tam biliniyorsa, o zaman aynı zaman diliminde onun hızı tamamen belirsizdir ve tersi.
Belirsizlik ilişkisi fikri, ilk bakışta anlamsız görünmekte ve genellikle bilinemezci (agnostik) sonuçlara vesile olmaktadır. Oysa gerçekte sorun tamamen farklıdır.
Ve gerçekten de: Bir elektronun pozisyon ve hızını aynı anda saptamanın başarıldığını varsayalım. Bundan çıkan sonuç şu olurdu: Biz böylece, bir elektronun bir mikro-parçacığı gibi, yani belirli bir yörünge üzerinde tüm açılardan hareket ettiğini kanıtlamış olurduk. Peki, ama bu, elektronun -örneğin kırınım deneylerinde kanıtlanan- dalga özelliğiyle nasıl uyumlu kılınabilir? Elektron, hareketi; pozisyonu ve hızı tarafından belirlenen klasik partikül ile özdeş sayılamaz ki!
Belirsizlik ilişkisi tezi, nedensellik kavramının klasik mekanikte egemen olan şeklinin yeniden gözden geçirilmesini gerekli kılmaktadır. Ve gerçekten de, klasik mekanikte bu kavram, partikülün başlangıç hızının ve pozisyonun aynı anda tespit etme olanağının varlığına dayanıyordu; belirsizlik ilişkisi teziyse bu olanağı reddetmektedir.
Belirtildiği gibi, bazı çağdaş yazarlar bu durumdan hareketle, 20. yüzyıl fiziğinin nedenselliği ortadan kaldırdığı sonucunu çıkardılar. Örneğin Alman fizikçisi Jordan, kuantum mekaniğinin ilkelerinin, klasik fiziğin tüm teorilerinin; kesintisizlik, nedensellik, mekân, zaman, objektif gerçeklik gibi öncüllerinin gözden geçirilmesini gerekli kıldığını düşünmektedir. (P. Jordan, Somut Kuantum Teorisi, sf. 47, 1936) Ve Jordan bu gözden geçirmeyi, sübjektif idealizmin bakış açısıyla gerçekleştirmektedir.
Jordan’ın görüşleri, İngiliz Nature dergisinin sütunlarında beğeni topladı. 1944 yılında aynı dergide Jordan’ın XX. Yüzyıl Fiziği adlı kitapçığının olumlu bir tanıtımı yapıldı. Burada başka şeylerin yanı sıra şunlar belirtiliyordu: “Fizikteki ‘mekanikçi’ okulunun, tüm koordinatları ve hızları tanıyan yetkin bir matematikçinin tarihin bütün geçmişini ve geleceğini hesaplayabileceğini tasarladığı (şimdi kanıtlandığı gibi, bu tamamen yanlıştı) her türlü şüpheden uzaktır.” (Nature, cilt 154, Sayı 3920, sf. 751, 1944) Kitap tanıtımının yazarına (adı belirtilmemiş) göre, buradan çıkan sonuç, diyalektik materyalizmin kuantum mekaniği tarafından çürütülmüş olmasıdır.
Peki, klasik mekanikte uygulandığı şekliyle nedensellik kavramının, kuantum mekaniği tarafından yeniden gözden geçirilmesinin gerçek anlamı nedir?
Pek çok yazar, görüşlerini açıklarken, bir yanılgı sonucu, nedenselliğin varlığı sorununu nedensellik ilkesinin formülasyonu sorunuyla karıştırmaktadırlar. Lenin şunları yazmıştı: “Felsefi akımları ayıran ve bilgi teorisi bakımından gerçekten de önemli olan sorun, nedensellik ilişkilerini tasvir etmemizdeki belirginlik derecesinin ne olduğu ve bu tasvirlerin tam matematik formüller halinde ifade edilip edilemeyecekleri değil, aksine, bizim bu ilişkiler hakkındaki bilgimizin kaynağının, doğanın objektif yasalarında ya, da zihnimizin belirli önsel gerçekleri tanıma yetisi vb. özelliklerinde olup olmadığı sorunudur.” (Lenin, Cilt XIII, sf. 150)
Bu nedenle, nedensellik hakkındaki fiziksel bir görüşün yerine başka bir görüşün geçmesi, insandan bağımsız, objektif bir nedenselliğin varlığından şüphelenmeyi doğru kılmaz kesinlikle. Bunun mevcut durumda taşıdığı anlam ise, nedensellik ilişkileri hakkındaki görüşlerin yalnızca daha da derinleştiği ve bu görüşleri daha da belirginleştirdiğidir.
Kuantum mekaniği, idealistlerin buradan belirlenmezcilik (indeterminismus) üzerine “çıkarttıkları” felsefi sonuçlar için herhangi bir gerekçe oluşturmamaktadır. Kuantum mekaniği, objektif nedensellik ilişkilerinin, klasik mekanikte olduğundan çok daha kapsamlı ve doğru kavranılmasını sağlamaktadır.
Nitekim diyalektik materyalizmin; ‘insanların nedensellik hakkındaki tasarımlarının değişkenliği, bu nedenselliğin objektif gerçekliğini hiçbir şekilde ortadan kaldırmaz’ doğrultusundaki görüşünün, fizikçiler arasında son zamanlarda az taraftar bulmadığını burada vurgulayalım.
Örneğin Fransız fizikçi Langevin, kuantum mekaniğinin nedensellik sorunuyla ilgili zorluklarının gerisinde, fizikçilerin, klasik fizik teorilerine ait kavramları -bunlar gerçi mikroskobi alanına denk düşüyorlardı, ama mikro-görüngülerin bilgisine varılması ve açıklanması bakımdan işe yaramıyorlar- atomlar dünyasındaki gelişmeleri irdeleyen alana aktarmaları sorununun durduğunu düşünmektedir. Langevin, belirsizlik prensibinden çıkartılan belirlenmezci sonuçlan reddetmektedir. Şöyle yazmaktadır: “Eğer doğa, klasik mekaniğin parçacığıyla özdeşleştirilen elektron hakkında kendisine yönelttiğimiz soruya kesin bir yanıt vermiyorsa, o zaman bizim buradan hareketle, ‘doğada determinizm yoktur’ şeklinde bir sonuç çıkartmamız kuşkusuz bir abartı olacaktır. Bunun yerine şunu söylemek daha doğru olacaktır: ‘Soru yanlış sorulmuştur. Elektron, klasik fiziğin parçacığıyla özdeş değildir.'” (Langevin, Modern Fizik ve Determinizm)
Belirsizlik prensibinin ortaya çıkmasını izleyen yıllarda, bazı fizikçiler, atom hakkındaki bilgi derecemizin, artık fizik alanındaki yeni bulgularla aşılamayacak bir düzeye ulaştığı iddiasını ileri sürdüler. Fakat aradan geçen sürede, yeni fiziğin devasa gelişme olanaklarını doğru değerlendirerek, elektronun ve atomun tükenmezliğine dair düşüncesini 1908 yılında açıklayan Lenin’in haklı çıktığı görüldü.
Ve gerçekten de, yüzyılımızın ’30’lu yıllarında fizikte bir dizi olağanüstü keşifler gerçekleşmeye başladı.
1932 yılında; elektrik yüklü olmayan, kütlesi hidrojen atomuna yaklaşan elementer parçacığı nötron bulundu. Bunu pozitronun keşfi izledi; yükü ve kütlesi bildiğimiz negatif nötronla aynı olan pozitif yüklü bir parçacık.
Ardından, 1933’te, “maddenin imhası” ve “enerjinin cisimlenmesi” diye adlandırılan bir görüngünün bulunması gerçekleşti.
Bu keşfin içeriği şöyle açıklanabilir: Bir elektronun ve bir pozitronun karşılıklı imhası olanağı bulunmakta ve bu olurken gamma fotonları ortaya çıkmakta ve tersi, yani fotonların imhasında elektron ve pozitronlar ortaya çıkmakta. Verilen örnekte, “maddenin imhası” ve “enerjinin cisimlenmesi” kavramlarıyla, oldukça belirsiz ve bilgi teorisi bakımından çaresizce dile getirilmek istenen olgu; elektron, pozitron ve foton gibi parçacıkların sürekliliğinin, göreceli bir özellik taşımasıdır. Görülmektedir ki, madde ışığa dönüşmekte ve ışık da maddeye dönüşmektedir.
1934 yılındaysa, yapay radyoaktivite bulundu. Bu, bazı elementlerin nötron, proton ve başka parçacıklarla çarpıştırılması sonucu ortaya çıkan bir radyoaktivitedir.
Kozmik ışınlarda 1936’da mezon ya da mezotron adı verilen yeni bir parçacık keşfedildi; bunun kütlesi, nötronun kütlesinden yaklaşık iki yüz kat büyüktür. Bugün ise (1946’da), fizikçiler; pozitif, negatif ve nötr mezonlardan ya da nötretonlardan söz ediyorlar (belirtelim ki, 1945 yılında bulunan nötretonların daha ayrıntılı irdelenmesi gerekmektedir).
Demek ki, fizikçiler bugün sekiz elementer parçacıkla çalışmak durumundadırlar: Fotonlar, elektronlar, pozitronlar, mezonlar (pozitif, negatif ve nötr olanı), protonlar (bunlar hidrojen bombasının çekirdeğini oluşturuyorlar) ve nötronlar. Bunun dışında, (deneylerle henüz kanıtlanmamış olmakla birlikte) bir başka nötr parçacığın daha var olduğu tahmin edilmekte, nötrino diye adlandırılan bu parçacığın kütlesinin nötrona göre daha az olduğu tahmin edilmektedir.
Nötronun bulunmasından sonra Rutherfordçu nükleer fizik yeni bir yükseliş kaydetti. Atom çekirdeğinin oluşumu hakkındaki önceki tasarım yenilendi. Sovyet fizikçisi D.D. İwanenko’nun bir önerisi doğrultusunda, çekirdeğin proton ve nötronlardan oluştuğu varsayılmakta şimdi. Tabii bu, proton ve nötronun, çekirdeğin sürekli müstakil bir parçacığını oluşturduğu anlamına gelmemektedir. Bununla birlikte, karmaşık atomlarda, nötronların ve protonların karşılıklı olarak aynı zamanda sürekli iç içe geçtikleri ve ancak çekirdekten dışarıya çıktıklarında ya bir protonu ya da bir nötronu oluşturdukları varsayılabilir.
1939 yılında uranyum çekirdeğinin, nötronlarla ışınlanması esnasında parçalandığı saptandı. Nükleer reaksiyonun keşfedilmesiyle atom enerjisini kullanma düşü (modern fiziğin tüm teori ve pratiği bu enerjinin devasa büyüklüğünden söz ediyor), teknik bir soruna dönüştü. Ağır atom çekirdeklerinin parçalanmasının ayırt edici yanı; çekirdek parçalanırken, bir nötronun yerine çok sayıda yeni nötronların ortaya çıkması ve böylece reaksiyonun bir zincirleme reaksiyona dönüşmesidir; çığ gibi artan enerji kütlesini kendi başına ortaya çıkaran bir süreç özelliğini taşımasıdır.
SSCB Bilimler Akademisi Fizik, Matematik ve Kimya Bölümleri’nin Mayıs 1940’daki konferansında, Sovyet bilim adamlarından G.N. Flerow ve K.A. Petrshak’ın uranyumun parçalanmasıyla ilgili yaptıkları keşif hakkında bilgi verildi. SSCB Bilimler Akademisi’nin Temmuz 1946’daki toplantısında ise A.P. Shdanow, atom çekirdeğinin kozmik ışınların etkisi altında tamamen parçalanmasına ilişkin kendisinin yaptığı keşfi tanıttı.
Ve en son olarak da, atom bombasının İkinci Dünya Savaşı esnasındaki keşfini belirtmemiz gerekir.
Fizikteki yeni gelişmelerle birlikte şimdi felsefe açısından önemli sorunlar ortaya çıkmaktadır.
Nükleer fizik, bir fiziksel nesnenin başka bir nesneye geçişi ve dönüşümü sorununu, tam ve kesin olarak çözdü. Eğer metafizik, 20. yüzyılın ’30’lu yıllarına kadar, bir yönüyle yanlış da olmayarak, modern fizikte sabit atomun (önceki yüzyılın bilginlerinin tasarımlarına göre) yerine elektron ve protonun geçtiğini iddia edebiliyorduysa, bugün artık bu tür iddialar yanlış olarak değerlendirilmelidir. Parçacıkların (modern bilimin bilgisine sahip olduğu tüm hallerde madde bunlardan oluşmakta) fiziksel değerlendirilmesinin karakteristik özelliği, bu parçacıkların, iç içe geçme, karşılıklı dönüşebilme yeteneğinin saptanmasıdır. Nükleer fiziğin ortaya koyduğu gibi, parçacıklar; birbirleriyle kaynaşabilir, bu kaynaşma esnasında bir tür parçacık olarak tamamıyla çözülebilir ve yeni parçacıklar oluşturabilirler. Doğada metafizik sabiteler yoktur. Parçacıklar; yitip gitmekte ve yeniden oluşmaktalar, yeniden kaybolmakta ve sonsuz maddenin sonsuz dönüşümünde yeniden doğmaktadırlar.
Maddenin yeni fizik tarafından araştırılan fiziksel dönüşümünde ana rolü, orantılar yasası, ya da daha yaygın söylemiyle, görelilik teorisi tarafından en tutarlı geliştirilen kütle ve enerjinin eşdeğerliliği oynamaktadır. Bu yasaya göre, her enerjideki özellik, kütleye sahip olmasıdır ve tersinden, her kütle belirli bir nicelikte enerjiye karşılık gelmektedir. Bu enerjinin niceliği devasadır.
Kütle ve enerjinin eşdeğerliliği formülü, günümüz fiziğinin en önemli verilerindendir. Çoğu kez ve pek çok yazılarda (örneğin Smith’in Savaş Amaçları İçin Atom Enerjisi adlı kitapçığında) bu formül, kütlenin enerjiye dönüşümü olarak yansıtılmaktadır. Söz konusu yasanın bu şekilde açıklanışı fiziksel açıdan yanlıştır, çünkü bir kere bu yasa aynı zamanda her enerjinin de kütleye sahip olduğu olgusunu içermektedir. Diğer yandan bu formül, maddesiz hareketi kabul eden ve Lenin tarafından Materyalizm ve Ampriokritisizm kitabında eleştirilmiş olan Ostwaldçı “energetik” felsefesinin yeniden dirilmesine yol açmaktadır. Lenin, Ostwald’ın, “atomların yalnızca kütüphanelerin tozlarında var olacağı” bir zamanı hayal ettiğini ve enerjinin maddiliği sorununu her türlü sofizmle bulanıklaştırdığını yazmıştı. Bilindiği üzere, “energetik dünya görüşü” bilimsel gelişmeler sonucunda mezara gömüldü. Ostwald’ın kendisi bizzat atomun varlığını kabul etmek zorunda kaldı. Kütle ve enerjinin eşdeğerliliği yasası da aynı biçimde diyalektik materyalizminin şu tezini doğrulamaktadır: Maddesiz hareket yoktur, hareketsiz madde yoktur.
Hem nükleer fiziği ve hem de bütün modern fiziği karakterize eden şu özelliği de belirtmemiz gerekir:
20. yüzyıl fiziğinin gelişimi, hayret verici bir açıklıkla göreli ve mutlak gerçeğin diyalektiğini kanıtlamaktadır. Gelişen bilim ve pratik; bir taraftan eskiyen her şeyi geminin bordasından aşağıya atarak ve yeni fiziksel kavramlar, yasalar ve teoriler yaratarak fiziksel bilginin sınırlılığının altını çizmekte, ama aynı zamanda diğer taraftan da; göreli kavramların, yasaların ve teorilerin tümünde her zaman mevcut olan kesintisizlik, sınırsızlık ve mutlaklık unsurunu koruyarak, mutlak gerçek hakkındaki insan bilgisini artırmaktadır.
Örneğin radyoaktivitenin, elektronlar teorisinin ve Bohrçu atom teorisinin keşfi, Dalton’cu teorinin (atomların parçalanmazlığı, dönüşmezliği vb.) yalnızca meta-fiziksel abartılarını geçersiz kıldı; ancak, bu teorinin mutlak içeriği -atomun, kimyasal görüngülerin taşıyıcısı olarak tanınması- ise, değerli bir kazanım olarak ebediyen modern bilimin hanesine yazıldı. Aynı şekilde, görelilik teorisi ve kuantum mekaniği klasik mekaniği ortadan kaldırmadılar, aksine onu özel sınırlılığıyla korudular. Bu anlamda klasik mekanik mutlak bir gerçektir ve büyük değerini hiçbir zaman kaybetmeyecektir.
Modern fizik Marksist felsefenin şu bilinen tezlerini doğruladı: doğada değişmez, her zaman için sabit şeylerin ve görüngülerin olmadığı; tüm görüngü biçimlerinde doğanın sonsuz ve tükenmez olduğu ve insanın giderek daha fazla ve tam, maddenin sonsuz hareketini ve gelişimini kavradığı; fiziğin tezlerinin yeni olgularla birlikte değiştiği, daha da geliştirildiği, yenilendiği ve yeni keşiflerle zenginleştiği.
Modern fizik aynı zamanda, diyalektik materyalizm açısından değerlendirmeyi gerekli kılan yeni malzemeler sunmaktadır. Elektronlar teorisi, görelilik teorisi ve kuantum teorisi diyalektik materyalizm sayesinde, felsefi bakımdan doğru bir yoruma dayandırılabildiler. Bu teoriler diğer taraftan, madde ve hareket, zaman ve mekân, yasa ve nedensellik hakkındaki Marksist felsefi öğretiyi doğruladılar.
Fizikteki yeni gelişmeler, diyalektik materyalizmi daha da zenginleştiren ve fizikçiler arasındaki mevcut konumunu daha da pekiştiren yeni fikirlerle doludur.
Diyalektik materyalizmin Sovyet fizikçileri arasında sarsılmaz bir yeri vardır. Ve kuşkusuz bu, bir tesadüf değildir!
SSCB’de; Lomonossow, Mendelejew, Popow, Shukowskij, Lebedew vb. büyük Rus bilginlerinin en olumlu geleneklerini sürdüren ilerici bir bilim gelişmektedir. Sovyet fizikçileri, bilimi, özellikle maddenin yapısı alanında olmak üzere, bir dizi buluşlarla zenginleşirdiler. S.I. Wawilow ve P.A. Tscherenkow’un deneysel araştırmaları, “Tscherenkow Etkisi” diye tanımlanan bir görüngünün keşfine yol açtı. Bu etki, madde ve ışınım arasındaki karşılıklı ilişkinin bazı özgünlüklerinin aydınlatılmasını sağladı. L.l. Mandelstamm ve G.S. Landsberg birleşik ışık dağılımını keşfettiler. Bu keşif, katı cisimlerin moleküllerini ve yapısını araştırmak açısından fizikçilerin eline olağanüstü öneme sahip bir olanak sundu. L.D. Landau’un helyum ll’nin hidrodinamiği üzerine yaptığı teorik araştırmalar, ilk defa, tepkileri kuantum yasası tarafından belirlenen sıvılardaki süreçlerin mekanizmasını anlama imkânını sağladı.
SSCB’de Lenin’in partisinin dünya görüşü, diyalektik materyalizm, hâkimdir. Sovyet bilginleri, bilimsel çalışmalarında bu yegâne bilimsel dünya görüşünden esinlenmektedir. Ve bu, onlara; fizikteki gelişmelerden doğru sonuçlar çıkarabilecek bir mevziiyi tutmalarını sağlıyor ve en yeni fiziksel teorileri, içeriğini karartan idealist görüş ve sonuçlardan uzak tutmada yardımcı oluyor.
Materyalist dünya görüşü giderek yabancı bilim adamlarının arasında da yaygınlaşıyor ve bunların içinden yeni taraftarlar kazanıyor. Lenin’in, fizikteki idealizme zamanında ağır darbeler indiren Materyalizm ve Ampriokritisizm kitabı, birçok fizikçiyi; fiziğin gelişmesi açısından idealizmin ve bilinemezciliğin ayak bağı oluşturduğu, diyalektik materyalizmin ise kendilerine ve kazanımlarına olan inancı pekiştirdiği ve bilim adamlarını cesur bilimsel çalışmalara yönelttiği konusunda ikna etti. Materyalizmin bilimin ilerici temsilcileri arasında daha da yaygınlaşmasına, doğruluğu, insanlığın gelişmesinin gerçek dostları için giderek daha çok açıklık kazanan Sovyet ideolojisinin başarıları da az katkı sunmadı. Hitler’ciler üzerinde kazanılan zafer ve Sovyetler Birliği’nin artan uluslararası otoritesi, dünyanın ilerici insanlarının Marksizm-Leninizm’e olan ilgisini artırdı. İngiltere’de,
Amerika Birleşik Devletleri’nde, Fransa’da, Hollanda ve başka ülkelerde, azımsanamayacak sayıda bilgin, bilimdeki idealizme karşı mücadele ediyor, titizlikle diyalektik materyalizmi inceliyor ve bilimsel araştırmalarında ondan esinleniyor. Bu bakımdan burada; Fransız fizikçisi P. Langevin’in, İngiliz fizikçisi Blackett ve Bernal’ın ve matematikçi Lewy’nin, ABD’li matematikçi Strike’nin çalışmaları ve aynı şekilde Londra Kraliyet Topluluğu üyesi D. Haldane’nin; Eddington, Jeans ve Dirac’ın idealist görüşlerini eleştiren ve parlak makaleleriyle Marksist felsefeyi popüler kılan felsefi çalışmaları anılmalıdır.
Diğer yandan ama ilerici bilimin hasımları fiziğin en son başarılarından idealist sonuçlar çıkarmaya ve böylece gerici görüşleri güçlendirmeye çalışıyorlar. Bilim adamları arasındaki çeşitli “pozitivist” akımlar (Machçılık vb.), günümüzde gerçek idealist niteliklerini giderek daha fazla dışa vuruyorlar ve yüzlerini gittikçe gericiliğin yalanına doğru çeviriyorlar. Bu açıdan Alman fizikçisi Jordan örnek olarak gösterilebilir. O, objektif bir dünyanın varlığını reddetmekte ve fizikte mitler yaratmaktadır. Fiziğin hali hazırdaki kriz periyodunda idealizm özel bir etkinlik geliştirmiş bulunuyor. Bugün gerici filozoflar, yeniledikleri fideizm savunuculuğunu haklı çıkartmak amacıyla, ünlü doğa bilimcilerin en ufak hatasını, en küçük belirsizliği şimdiye dek görülmemiş bir biçimde yakalama derdine düşmüşler. İdealizmin doğa bilimine karşı saldırıları açık biçimler kazanmıştır.
Nitekim, yüzyılımızın ilk 10–12 yılında; A. Poincare, sözgelimi gerici fideizmi için utanmak durumunda iken; Mach, felsefesine bir bilimsellik görüntüsü verme çabasını harcarken; doğa bilimlerinin felsefesi üzerine o yıllarda çıkan burjuva yazınında lafla da olsa en azından “bilimsellik” iddiaları duyuluyorken; bugün giderek daha yüksek bir sesle şu görüş dile getiriliyor: Reel bilgiden uzaklaşılıp inanca yönelinmeli!
Bu eğilimi en keskin bir biçimde Edinburg Kraliyet Topluluğu Başkanı profesör Vittecker, 1943’te Science dergisinde yayınlanan Aristoteles, Newton, Einstein adlı raporunda dile getirdi. Profesör Vittecker’e göre, bugünkü fizik Aristoteles’e geri dönmekte, ancak antik olanına değil, skolastik olanına, Rus düşünürü Herzen’in bir çarpıcı tanımını kullanacak olursak, Papaz Aristoteles’e.
Profesör Vittecker’in düşüncesine göre, Einstein’ın yer çekimi teorisi “skolastikçileri neşeye boğabilir”. (Science, sayı 2543, sf. 267–68, 1943) Aynı şekilde Bohr’un atom teorisi de, sözüm ona, “zaman ve mekânı, Newtonizmde teşkil ettikleri hâkim pozisyonundan uzaklaştırıyor ve onlara skolastik felsefedeki pozisyonlarına yaklaşık olarak denk düşen bir konumu öngörüyor”. (agy, sf. 269) Raporunun sonunda Vittecker, “uygarlığın bilimsel bir temele oturtulması gerektiğini açıklıyor. Bunu söylerken de, uygarlığın bu “reform”dan geçirilmesi için, “bilimin felsefe ve din ile içten bir ittifakının gerekli olduğu”nu beraber “açıklıyor”, (agy, sf. 270)
Burada özel olarak bir grup fizikçiden daha söz edilmeli. Gerçi bunlar, idealizmin ve dinin hizmetine girmiş olan bilinçli düzenbazlardan sayılamazlar, ama buna kaşın idealist yaklaşımlara biat eden kişilerdir. Bu açıdan, seçkin İngiliz astrofizikçisi Eddington örnek gösterilebilir. Eddington Mekân, Zaman ve Ağırlık adlı kitabında görelilik teorisinden hareketle şu sonuçlara varıyor: “Akıl, aslında anlamsız özelliklerin keşmekeşinden maddeyi ayrıştırıyor, aynı prizmanın beyaz ışığın bulanık dalga hercümercinden gökkuşağı renklerini ayrıştırması gibi… O, duyu dünyasının kesintisiz bir tözü olarak özel bir özellik ayrıştırıyor ve bu sırada duyularla algılanabilen zaman ve mekânı öyle seçiyor ki, bu özellik onlarda süreklileşiyor.”
Ama dış dünyada, insanın aklından bağımsız olan yasalar yok mudur? Eddington bu soruyu bekliyor: “Kabul etmeliyiz ki,” diye itiraf ediyor, “kökeni dış doğada olan yasalar vardır (…) ama bunların tabiatının irrasyonel olması ve bizim bunları formüle edecek bir konumda olmamamız da olanaklıdır.” (Eddington, Mekân, Zaman ve Ağırlık, sf. 196–198, 1923)
Eddington en son çalışmalarında da (“Görelilik Teorisi, 1930 / Fiziksel Bilimin Felsefesi, 1939) aynı idealist görüşleri savunuyor ve bunları “modern bilimsel felsefe” olarak nitelendiriyor.
Eddington ve kuantum teorisinin yaratıcılarından biri olan Dirac, ve başka fizikçiler tarafından temsil edilen “Cambridge okulu”nun felsefi görüşlerinden biraz farklı felsefi düşünceleri ise “Kopenhag okulu” (Bohr, Heisenberg) temsil ediyor. Bu okulun temsilcileri (ve daha çok da bu okulun idealist yorumlayıcıları), kuantum mekaniğinin keşfinden, genellikle Mach ve Avenarius’un fikirlerine denk düşen felsefi sonuçlar çıkarttılar ve çıkartmaktadırlar.
Yabancı fizikçilerin çoğunluğu bilinçli olmasa da dün olduğu gibi bugün de materyalizmden yanadırlar.
Doğa bilimi materyalizme dayanmakta -başka türlü zaten yapamazdı-, zira insandan bağımsız olarak var olan doğayla ilgilenmektedir. Onu bizzat kendi çalışması, adeta doğal bir gücün zoruyla materyalist ve diyalektik görüşü benimsemeye itmekte. Doğa bilimcilerin ezici çoğunluğunun materyalizm yanlısı olmaları ancak böyle açıklanabilir. Bununla birlikte, materyalizm onlar için bilinçli olarak savundukları felsefi bir sistem olmaktan çok, beynimizde yansıyan bir dış dünyanın var olduğuna dair, felsefi bakımdan bilinçli olmayan esaslı bir inancı ifade ediyor. Lenin bu inancı, felsefi idealizminin tüm uğraş ve çabalarının çarpıp dağılacağı ve giderek güçlenip sağlamlaşacak olan bir temel direği olarak görmektedir.
Materyalizm ve Ampriokritisizm kitabında şöyle yazıyor Lenin:
“Modern fizik, (…) tek iyi yönteme doğru, doğa bilimlerinin tek doğru felsefesine doğru, düz bir çizgi halinde değil de, zikzaklar çizerek, bilerek değil de kendiliğinden, ‘son amacı’nı açık seçik kavrayarak değil de, el yordamı ile, duraksamalarla, ve zaman zaman arka arkaya yürüyerek yol almaktadır. Modern fizik sancı çekmekte, diyalektik materyalizmi doğurmaktadır.” (Lenin, Cilt Kili, sf. 318)
Materyalizm ve Ampriokritisizm’in yayınlanmasından bu yana geçen süre, Lenin’in bilimsel öngörüsü için bir tür genel prova idi.
Lenin’in ta 1908’de, fiziğin felsefi sonuçları ve koşulları ve bunların gelişme yönü hakkında dile getirdiği düşünceler, bugüne kadar devasa anlamını korudular ve günümüzün bilimsel bilgileri için esin kaynağı oluşturmaktadırlar. Fizik günümüzde nükleer araştırmayla karakterize olan yeni bir gelişme aşamasına girdi. Bu, fizikçilere yeni sorunlar ve görevler yükledi ve yüklemeye de devam etmektedir.
Sovyet fiziği, diyalektik materyalizmin doğrultusunda, Marx-Engels-Lenin-Stalin’in değerli öğretisinin felsefi temeli üzerinde ilerlemektedir. Sovyet vatanın, tüm ilerici insanlığın mutluluğu için gelecekte kaydedeceği zaferlerinin güvencesi de burada yatmaktadır.
Neue Welt (Yeni Dünya), Sayı 11, 1947
Haziran 2000