“Sovyetler Birliği” ve Yugoslavya’da kapitalizmden kaynaklanan ulusal çelişkilerin kanlı çatışmalara dönüşmesi, “SB”de cumhuriyetlerin tek tek “birlik”ten ayrılması ve Yugoslavya’da bombardıman uçakları ve tankların da katıldığı Hırvat-Sırp çatışmalarının büyümesi, burjuva-emperyalist propaganda merkezlerince Marksizm ve sosyalizme karşı sürdürülen saldırı ve karalamaların yeniden bir kampanyaya dönüşmesine neden oldu. Uluslararası gericilik, söz konusu ülkelerdeki çatışmaları, “sosyalizm kaynaklı” ilan ederek, “sosyalizmin ulusal çatışmalara son vermediği ve veremeyeceği” propagandasına hız verdi. Bu propaganda yalnızca burjuva-emperyalist güçler tarafından yürütülmüyor. Marksizm ve sosyalizm karşıtı kampanyaya Türkiye’de kendilerine “devrimci”, “sosyalist” ve “ulusal devrimci” adını veren oportünist bir çevre de katılıyor. “Komün”, “Newroz” ve “Özgür Halk” dergileri ve bu dergilerin yazarları bunlardan bazıları.
Türkiye egemen sınıflarının da aralarında yer aldığı uluslararası gericilik tarafından, Marksizm’e, Marksist önderlere, geçmiş sosyalizm pratiğine karşı sürdürülen propagandanın amaçları, neden ve hedefleri biliniyor. Bunlar üzerinde uzunca durmaya gerek bile yok. Ancak, “devrimci” ya da “sosyalist” oldukları iddiasıyla bu aynı gerici kampanyaya güç verenlerin uluslararası alanda devam eden burjuvazi-proletarya mücadelesinde, iddia ve önermeleriyle burjuvazinin rotasında yürüdükleri, burjuva propagandası ve ideolojisinden etkilendiklerini de belirlemek gerekiyor. Bu çevrelerin “SB” ve Yugoslavya’daki gelişmeler üzerine ortaya koydukları tulum ve izledikleri çizgi, onların sosyalizm karşısında gerici bir konumda bulunduklarını bir kez daha açığa vuruyor.
Bu yazıda, “sosyalist” olma iddiasındaki bu ‘sol’ çevrelerden bazılarının iddiaları üzerinde duracağız.
İşçi sınıfına ve onun devrimci ideolojisi Marksizm-Leninizm’e yönelik emperyalist merkezlerce organize edilmiş çok boyutlu ve kapsamlı saldırıların, başka şeylerin yanı sıra, ulusal soruna ilişkin devrimci tutumu da tahrip edici bir etki yarattığı, devrimci ve solcu bir dizi akım ve grubun burjuvaziyle uzlaşma konumuna savrulduğu bir dönemde bulunuyoruz. Birçok devrimci grup ve kişi soruna proletarya ve ezilen yığınların sınıf çıkarı ve devrimci kurtuluşu açısından yaklaşmamakla, dahası bu tutumu “ulusun çıkarına aykırı” saymakta ve burjuvazinin ideolojik-politik etki alanından devrimci sallara “ateş” açmaktadır. Marksizm adına, burjuva milliyetçiliğinin ideolojik “cephaneliği”, proletaryanın devrimci ideolojisine ve bu ideolojinin büyük öğretmenleri Marks, Engels, Lenin ve Stalin’e karşı kullanılmaya çalışılmaktadır. Marksizm’in ulusal soruna ilişkin belirlemeleri, Lenin ve Stalin’in konuyla ilgili düşünceleri vc sosyalizmin uluslara kazandırdığı ve sağladığı özgürlük reddedilmektedir.
Burjuva-emperyalist cepheden Marksizm’e ve sosyalizm pratiğine yönelik olarak sürdürülen bu saldırı kampanyası, bugüne dek olmadık ölçüde ‘sol’dan destek görüyor. Oportünist sol, açıktan ve toptan bir reddedişe yönelerek, gericiliğin iddialarını Marksizm’e ve Marksist önderlere karşı kullanıyor. Günümüzde Marksizm’e karşı sallanan bayraklardan biri de burjuva ulusçuluğu bayrağıdır ve anlaşılan bu bayrağı taşımaya hevesli epeyce “sosyalist” var. Marksizm-Leninizm’e saldırı için fırsat kollayan kimi çevreler (Komün, Newroz, Özgür Halk vb), burjuvazi yararına oluşan bugünkü geçici durumdan güç alarak bulundukları yerlerden başlarını kaldırıyor ve “SB” ve Yugoslavya’da ortaya çıkan ulusal boğazlaşmalarla Kürt ulusal özgürlük sorunu arasında paralellikler kurmakta, Marksizm’in ulusal soruna ilişkin öngörü ve belirlemelerinin “sorgulanması gerektiği”ni vazetmektedirler. Tarihsel gerçeklerin çarpıtılması ve burjuva ideolojisinin benimsenmesi temelinde yapılmak istenen bu “sorgulama”nın savunucuları, düne göre “cesur olduklarını” da ilan ediyorlar. Marksist olma iddiasındaki bu grup, dergi ve çevreler, burjuva ideolojisinin çeşitli varyantlarını savunurken, “Marksizm’in ulusal sorun konusunda çözümsüz kaldığı” ve ulusal çatışmaları “önleyemediği”ni söylemektedirler. Yine onlar, tarihsel gelişmeyi inkâr temelinde emperyalist hegemonya mücadelesine bağlanan “SSCB” ve Balkanlar’daki gerici milliyetçiliği savunmakta, bu ülkelerde ortaya çıkan ulusal boğazlaşmaları, nasıl geliştikleri ve neye hizmet ettiklerini dikkate almadan desteklemeyi görev edinmekte ve “dünyada esen ulusal dalga”yı hararetle alkışlamaktan geri durmamaktadırlar. Bu çevreler, Lenin’in “Proletarya eşitliği ve ulusal devlet kurma eşitliğini tanırken, bütün ulusların proleterlerinin birliğine pek büyük değer verir ve her ulusal istemi, her ulusun ayrılma hakkını işçilerin sınıf savaşımı açısından değerlendirir,” biçimindeki sözlerinin UKKTH’nin “tanınmaması” anlamına geldiğini iddia etmekledirler. “Özgür Halk” dergisindeki yazısında R. Küçükertan ve “Newroz” dergisinde K. Bilget (!) bu iddiayı çok açık olarak ifade etmekte, bununla da yetinmeyerek, Marksist “kuram”ın ulusal soruna ilişkin değerlendirmelerinin “pratiğin duvarlarına çarpıp çöktüğü”nü ileri sürmektedir.
Burjuva-emperyalist propaganda ve onunla bütünleşen revizyonizmin, Lenin’in yukarıdaki sözlerindeki işçi unsurundan duyduğu huzursuzluk biliniyor. Bu huzursuzluk, yukarıda adı geçen dergi, çevre ve yazarları da sarmış bulunuyor. İşçi sınıfının burjuvazi ve emperyalizme karşı birliği ve uluslar sorunun işçi sınıfının çıkarları ve sınıf olarak kurtuluşu sorununa bağlı ele alınması, burjuvaziyle birlikte, oportünizmin de hassas bir noktasını oluşturuyor ve Marksizm’e saldırı için gerekçe oluyor.
Eski sosyalist ülkelerde kapitalizmin restorasyonu sonrasında, revizyonizmin maske kullanma ihtiyacı duymadan, dünya gericiliğiyle birlikle, Marksizm-Leninizm’e saldırıya geçtiği koşullarda, “Marksizm’in öldüğü”, “sosyalizmin ulusal çelişkileri çözemediği” propagandası devrimci küçük-burjuva çevreleri de sarıyor ve küçük-burjuva düşünce tarzı ve sınıf tulumunu güçlendirici bir rol oynuyor. Geçmiş sosyalizm deneylerinin “hatalarını tespit” adına, sosyalizme ve proletaryanın devrimci ideolojisine, saldırı oldukça yaygın bir tulum. Devrimci inançların “alabora olduğu” bir dönemde (bu yalnızca ulusal zeminde değil, uluslararası açıdan da geçerlidir) burjuva teorilerinin yinelenip piyasaya sürülmesi “prim yapıyor”. İnançsızlık ve devrimci mevzilerden geri basmanın adı “hatalardan öğrenme” ve “Marksizm’in yetersizliklerini ortaya çıkarma” oluyor. Dünya proletaryasının devrimci mücadelesinin geçici ve nispi bir gerileme gösterdiği koşullar fırsat bilinerek -ki bizde olduğu gibi, bazı ülkelerde nesnel durum bunun tersi olgulara da işaret etmektedir- emperyalist burjuvazinin “SB” ve Yugoslavya başta olmak üzere Balkanlar’da körükleyip kullandığı burjuva ulusalcılığı (Kürt özgürlük mücadelesi farklı bir içerik ve çizgiye sahiptir ve farklı değerlendirilmek zorundadır) önünde secdeye eğiliniyor. Proletaryaya karşı burjuvazinin sınıf çıkarları öne alınıyor ve bu çıkarların savunuculuğu üstleniliyor. “Komün” dergisi gibileri “güçsüz ulusların” emperyalistlerle işbirliği yapmasının “kaçınılmaz olduğunu”, söylemekle yetinmiyor, bu işbirliğinin haklı olduğunu iddia edebiliyor. “Özgür Halk” dergisi ve yazarları, Leninizm’in, proletaryanın tek örgütünü savunmasına ateş püskürüyor ve bunun ulusların iradesine aykırı olduğunu iddia ediyorlar. R. Küçükertan, daha da ileri giderek, ulusal sorunun, proletarya için “sınıf sorunundan daha fazla potansiyele sahip olduğu” ve “pratik”in (hangi pratik?) bunu “kanıtladığı”nı söylüyor. Newroz yazan K. Bilget, kapitalizmin, sosyalizme göre ulusların gelişmesine daha açık olduğunu ve uluslar sorununu “daha iyi çözdüğü”nü iddia ediyor. Bütün bu saçma düşüncelerin günümüzde moda olan burjuva-revizyonist düşüncenin türevleri olduğu açıktır.
Marksizm’in, ulusal sorunu proletaryanın sınıfsal kurtuluşu sorununa bağlı ve bu bakımdan ikincil bir sorun” olarak ele alması “hata” mıdır?
Marksizm, kapitalist toplumun derinlemesine tahlili temelinde ve kapitalist sistemin çelişkilerinden hareketle, devrimci bir ideoloji olarak ortaya çıktığı andan itibaren, ulusların özgürlüğü-sorununu, ulusal hak eşitliği sorunu olarak ele aldı ve baskı ve zordan arınmış ulusal bütünlüğe doğru tarihsel evrimi destekledi, bu biliniyor. Marksizm, birden fazla sınıfın değil, bir tek sınıfın, işçi sınıfının dünya görüşü, devrimci ideolojisidir. Marksizm nihai amaç olarak sınıfların ortadan kaldırılmasını hedefler, Sömürü ve baskının olmadığı, ama aynı zamanda üzerinde baskı uygulanacak ve baskıyı uygulayacak sınıfların da olmadığı, dolayısıyla ezen-ezilen ulus ilişkisinin de bulunmadığı bir toplumsal düzeninin kurulmasını öngörür. Marksizm, burjuva kapitalist toplumun maddi gerçeklerin, temel alarak, öngörülen bu toplumsal düzenin toplumsal-tarihsel evrim sonucu, zorunlu olarak gerçekleşeceğini söylerken, işçi sınıfı esas hedef olan sınıfsız toplumu gerçekleştirmek için, sınıflı toplumların sonuncusu olan kapitalizmin neden olduğu tüm baskı ve eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı tarihsel görevi sayar. Kuşkusuz işçi sınıfı, nihai hedeflerine varmayı tüm sorunlarda ve çelişkilerin çözümünde temel ve birincil bir sorun olarak ele alır ve diğer sorunları buna bağlamaya çalışır.
Proletaryanın ve onun devrimci öncüsünün ulusal baskı politikasına karşı oluşu, ulusların siyasal özgürlüğü ve tam hak eşitliğini savunması ve bunun gerçekleşmesi için savaşmayı bir program maddesi olarak benimsemesi, onun, ulusal sorunu kendi başına ve tecrit edilmiş bir sorun olarak ele alması anlamına gelmez. Marksizm gerek kapitalizmin yükseliş dönemi (serbest rekabetçi evresi) gerekse tekelci dönemde, ulusal sorunu, işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarlarına bağlı olarak ele almıştır. Bu tutum, özellikle emperyalist zincirin 1917’de büyük Ekim Devrimi’yle yarılması sonrasında daha da netleşmiştir. Onlarca yıl sonra bugün, kapitalist emperyalizmin, proletarya ve ezilen emekçi yığınların gerekli direnci ve devrimci uyanıklığı gösterememesi sonucu, sosyalizm karşısında -tarihsel açıdan geçici olmaya mahkum- bir “üstünlük” sağlamasından hareketle, burjuva-liberal ‘sol’culuk ve her renkten oportünizm, Marksizm’i bütün öteki konularda olduğu gibi bir de ulusal soruna ilişkin olarak “sorgulamaya” yeltenmektedir. Esas desteği burjuva-emperyalist ideolojiden alan oportünizm, Marksizm’in ulusal sorunun esas ve gerçek anlamda çözümleneceği belirlemesinin “doğru olmadığı” iddialarını “SSCB” ve Yugoslavya’da ortaya çıkan çatışmalara dayanarak ispatlamaya çalışmaktadır. Uluslararası oportünizmin Türkiye güruhu da aynı telden çalmaktadır. Türkiye’nin bu “ilerici kalem güruhu” bütün tarihi kan, şiddet ve talan olan sermayeyi aklamaya yellenirken, günümüzde revaçta olan ve emperyalistler tarafından alkışlanan gerici milliyetçiliği desteklemekten geri durmamaktadır. Son günlerde bu konuda daha “cesaretli” adımlar atmaya başlayan bu çevreler, Lenin ve Stalin’in ulusların kaderlerini tayin hakkını “savunmadıklarını” iddia edebiliyorlar. Bu kampanyanın bir parçası olarak bir süre önce, Özgür Halk Dergisi’nde R. Küçükertan ve ‘aile efradı’nın kaleme aldığı bir yazı yayınlandı. Bu yazıda Küçükertan, Marksizm’in, “daha Marksist kuramın kuruluşu döneminden başlayarak” ulusal sorun konusunda “yanlış konumda bulunduğunu” iddia ediyor, özgür Halk Dergisi, Marksizm’e saldırıyı içeren bu yazıyı yayınlamakla benzer düşünceleri paylaştığını, ya da en azından buna açık olduğunu ortaya koydu. Söz konusu yazıda Marksizm’in yüz elli yıllık deneylerinin “çöktüğü” iddia edilerek şunlar söyleniyordu:
“Öncelikle ulusal çelişki ve sınıfsal çelişki arasındaki oranlamada, kuramın kuruluşundan başlayarak, birincinin geçiciliğini, kısa vadeli bir sorun olarak görme hatasına düştüğümüzü, ulusal çelişkinin, işçi sınıfı da dahil, geniş yığınları sürükleme gücünü yelerince görmediğimizi teslim etmek durumundayız.”
Benzer bir iddia “Komün”, “Newroz” dergileri yazarları tarafından da ileri sürülüyor. Newroz yazarı K. Bilget, “Ulusal sorunun çözümü yönünde 1917 ‘den bu yana belirlenmiş politikalar birbiri ardına yıkılıyor.” buyuruyor. Bu konudaki teorik belirlemelerin de “yıkılmakta olduğunu” ekliyor ve “Sovyet Federasyonu çatısı altındaki uluslar, ulusal sorunun çözümünün uygulanmasını reddediyorlar” diyor. Bu sözler, yayınladıkları dergilerin adlan ve kişilerin kendilerine “devrimci” ya da “sosyalist” sıfatı yakıştırmalarından soyutlanarak, ele alındığında, Özal gibi burjuva politikacılarının günlük propaganda sözcüklerinden farklı olmadıkları görülür. Sosyalist olma iddiasındaki bu dergiler için hangi uygulamayı, kimin nasıl ve ne tür bir gelişme sonucu “reddettiği” önem taşımıyor. Onlar, uluslararası burjuvazinin başını çektiği, Marksizm ve sosyalizm karşıtı propagandaya bir kenarından katılmayı, “marifet”, Yugoslavya ve “SB”de on yıllardır burjuvazi yararına yapılanları görmezden gelerek, faturayı “Marksist kurama” çıkarmayı da ihmal etmiyorlar.
Örnek gösterilen ülkelerde, on yıllardır burjuvazi iş başındadır. Kapitalizmin restorasyonu ve emperyalizme entegre olma yolunda “büyük” ilerlemeler kaydedilerek, sosyalizmden imar miras kalan tüm engellerle biçime ilişkin unsurlar ortadan kaldırıldı. Yugoslavya’da sosyalizmin inşası hiç bir zaman gerçekleşmedi, sömürü ve ulusal ayrımcılık politikası devam etti. Titocu “özyönetim sosyalizmi”, kapitalizmin Yugoslavya’ya uyarlanmış ve sosyal-haklarla bezenmiş biçimi olarak yaşadı. “SB”de otuz yılı aşkın bir süredir, sosyalizmin tasfiyesini görev edinen bürokrat burjuvazi, kapitalist girişimciliği ve özel mülkiyeti egemen kılma ve sosyalist dönemin tüm uygulama ve etkilerini kaldırma kavgası veriyor. “Tarihsel gerçek” ise, bugünkü ulusal boğazlaşmaların sosyalizmin değil, kapitalizmin ürünü olarak ortaya çıktığını gösteriyor. On yıllardır sosyalizm karşıtı bir pratik içinde bürokrat burjuvazinin, ezilen yığınları aldatma başarısını gösterip, ulusal çatışmaları körüklemesi ve proletaryanın devrimci davasına darbe vurması nasıl oluyor da Marksist kuram ve sosyalist pratiğin yanlışlığını gösteriyor? “SB” ve Balkanlar’da ortaya çıkan ulusal çatışmalardan hareketle “ulusların kaderini tayin hakkının uygulana-gelen çözüm yönteminin çöküşü”nü ilan etmek, tarihsel gerçekleri bilinçli olarak inkâr anlamına geldiği gibi, bu aynı zamanda burjuvaziden yana ve “ulusalcılık” adına alınmış bir tutumu ifade etmekledir. Bu çevrelerin “çöken” çözüm yöntemi olarak Marksizm’in öngördüğü çözümü lanetlemeleri, hangi somut gerçeklere dayanıyor? Bu ülkelerde, Marksist ilkeleri uygulayan komünistler yönetimde olduğu ve sosyalizm uygulandığı sürece, herhangi bir kopuşma amaçlı çatışma olmuş mudur? Kapitalist burjuvazi bu “çözülmenin Stalin’in zorbalığıyla engellendiği” iddiasındadır. Komün, Newroz ve Özgür Halk aynı iddiaları üstü örtülü olarak ve cesaretsizce tekrarlamaktadırlar. Bu dergilerin yazarlarına göre, “proletarya bugüne kadar ulusal sorunda kendi adına savunulan ve uygulanan politikaları reddediyor.” (Newroz.) “Sovyetler Birliği” ve Balkanlar’da meydana gelen çatışmalar içinde işçilerin de yer aldığı bir gerçektir. Devrimci önderliğe sahip olmadığı koşullarda proletaryanın bu tür çalışmalara sürüklenmesinin olanaklı olduğu açıktır. Ancak söz konusu ülkelerde, proletaryayı bu noktaya getiren koşullar nasıl oluştu? Bu ülkelerdeki ulusal hareketlerle, örneğin zulüm allında tutulan tüm ulusal hakları gasp edilen ve silah gücüyle köleci bir boyunduruk altında tutulmak istenen Kürt halkının ulusal hareketi aynı kapsamda ele alınabilinir mi? Tarihsel açıdan, Kürdistan’daki ulusal hareketle, söz konusu ülkelerde ortaya çıkan ulusal çatışmalar aynı özellikte hareketler olarak değerlendirilip, tümüne karşı aynı tutum alınabilir mi? Bütün bu sorulara verilecek cevap, “proletaryanın sınıf tutumu ve çıkarlarının dikkate alınmasını” vazeden bu sözde ulusal hareket savunucularının gerçek yüzlerini de açığa çıkaracaktır.
Bu ülkelerde, uluslararası burjuvazinin ekonomik, askeri, siyasi olduğu kadar, ideolojik ve ahlaki saldırılarıyla birlikte dönek Marksistlerin ve eski “işçi sınıfı partileri”nin kapitalizm ve burjuva demokrasisi önünde eğilip, burjuva ideolojisini benimsemeleri ve bunu proletarya saflarında yaymaları sonucu, proletarya kendi sınıf konumu ve tarihsel görevlerine aykırı bir platforma savrulmuş, bulunmaktadır. Proletarya ve diğer tüm ezilen emekçiler, bugün yaşanan bunalım ve çatışmaların sosyalizmden değil, bu ülkelerde tümüyle yeniden egemen kılınmış kapitalizmden kaynaklandığını kavramak ve bu gidişi, yeni bir devrimle tersine çevirmekle karşı karşıya bulunduklarını bilmek zorundadırlar. “Sovyetler Birliği” proletaryası ve halklarının bugün savrulmuş bulundukları platformu, birbirleriyle kavgaya tutuşmalarını “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınması ” adına destekleyenler ve bu durumu “olması gereken durum” sayanlar, proletaryaya, proletaryanın devrimci davasına, halklara ve halkların kardeşliği ideallerine ihanet etmektedirler. Proletaryayı uyarma ve sınıf konumu ve sınıfsal çıkarlarına uygun bir tutum almasında ona yardımcı olma yerine, burjuvazi yararına oluşan durumu olumlayarak, bundan “ulusların yararına” sonuç çıkaranlar, dünyaya burjuvazinin, burjuva milliyetçiliğinin penceresinden bakmaktadırlar.
“Yanlışlık yöntemin kendisinde” diyor bay Bilget (!) ve Marksizm’in “insanlığın ve ulusların tarihsel gelişimini yanlış anladığı”nı iddia ederek, ulusların “sosyalizmde birliği”nin savunulmasının doğru olmayacağını, tersine AT örneğinde olduğu gibi, kapitalizmin ulusların birliği için daha elverişli koşullara sahip olduğunu ekliyor.
Marksizm, “insanlığın ve ulusların tarihsel gelişimini” nasıl ve neden “yanlış” anlıyor? Bunu kanıtlamanın mümkün olmadığını, böyle bir girişimde bulunduğu zaman, idealizmin, metafiziğin batağında kaybolacağını bu bayımız da biliyor. “İnsanlığın gelişimi”ni bir yana bırakalım. Bu tarihsel evrimi anlatmak için ciltler dolusu kitap gerekiyor ve Marksizm’in ustaları bunu yeterince yapmış bulunuyorlar. Bilget gibileri bu hazineden bir şeyler öğrenmedilerse veya öğrenmek istemedilerse o ayrı bir sorun. Ulusların gelişimi sorununa gelince, Marksizm, ulusların kapitalizmin şafağında ortaya çıktığını, kapitalizmin gelişim sürecinde başlıca iki evre (serbest rekabetçi ve tekelci) bulunduğunu, bu iki evrede ulusal hareketin değişik kapsam ve içerikle kapitalizmin gelişimine uygun bir çizgi izlediğini, “her ulusal hareketin” eğiliminin “modern kapitalizmin gereksinmelerinin en iyi karşılanabileceği ulusal devletlerin oluşumuna doğru bir eğilim” olduğunu, “en derin iktisadi etkenlerin” insanları buna doğru sürüklediğini ve bundan ötürü, “kapitalist dönemin tipik normal devletinin ulusal devlet olduğunu vb. vb. söyler. Yine Marksizm ve onun emperyalizm ve proleter devrimler döneminin biçimi olarak Leninizm, -her ulusun “yabancı ulusal bütünden ayrılma hakkı bulunduğunu”, bu hakkın tanınması gerektiğini söyler. Ulusların tarihsel gelişimiyle ilgili olarak Lenin şunları ekler: “Birinci dönemin tipik özellikleri genel olarak siyasal özgürlük ve özel olarak ulusal haklar uğruna savaşım için, ulusal hareketlerin uyanması ve nüfusun en kalabalık, en ‘uyuşuk’ bölümünü oluşturan köylülerin harekete çekilmesidir. İkinci dönemin tipik özellikleri yığınsal burjuva demokratik hareketlerin bulunmayışı, gelişmiş kapitalizmin ticari ilişkilere lam olarak sürüklenmiş olan ulusları bir araya getirirken, bunları her gün artan ölçüde birbirlerine karışmalarını sağlarken, uluslararası ölçüde birleşmiş olan sermaye ile uluslararası işçi hareketi arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi ön plana çıkarmasıdır.”
Marksizm, kapitalizmin emperyalist evrede, uluslar arasında iktisadi bağlar temelinde oluşturduğu “birlik” bağlarının daha da ileri düzeyde ve tamamen özgür bir ortamda sosyalizm tarafından geliştirileceğini, ulusların ve dillerin lam hak eşitliğinin sağlanmasıyla ulusların özgürce gelişme ortamına kavuşacaklarını ve bu özgürlük ortamında doğal bir kaynaşma ve özümleme sonucu ulusların birliğinin sağlanacağını, bu birliğin, giderek bir “dünya ulusu-halkı” birliğine doğru gelişeceğini, sınıfların ve sınırların kalkması sonucu özgür bir dünya toplumunun oluşacağını öngörür. Marksizm bu öngörüsünün şu ya da bu sürede gerçekleşeceği biçiminde mutlak bir zaman sınırının belirlenemeyeceği açıktır ve Marksistler bu gelişmenin çatışmasız, engelsiz, geri dönüşsüz olacağını hiç bir zaman ileri sürmediler. Ne ki tarihsel evrimin yönü ileriye doğrudur ve gelişme iradi engellerle ve asla tümüyle engellenemez.
Marksizm-Leninizm her tür ulusal ayrıcalığa karşı durur ve tüm ulusların hak eşitliğini savunur. Bu savunu, proletaryanın sınıf çıkarları ve nihai kurtuluşunun gerçekleştirilmesi yolu üzerindeki engellerin ortadan kaldırılmasına hizmet eder. Marksizm, kapitalizmin özellikle ikinci aşamada, sağladığı uluslararası sermaye birliğine karşı, işçilerin uluslararası birliğini savunurken, oportünistlerimizin iddialarının aksine, bunu ulusların köleliğinin ve hak yoksunluğunun üzerinde değil, ulusların özgür ve gönüllü birliği üzerinden gerçekleştirmeye çalışır.
Oportünizm, ulusal sorunda “an-ti-emperyalist” olma gibi bir ilkenin öne çıkarılamayacağını” (Küçükertan), emperyalizmle işbirliği ve ona bağlanma çizgisinde gelişen hareketlerin desteklenmesi gerektiğini (Komün), “her halükarda ulusların eşitliği ve bağımsızlığına yönelen her hareketi, öncülüğünün sınıfsal niteliğinden ve anti-emperyalist oluşundan ayrı” olarak desteklemek gerektiğini (Newroz) savunmaktadır. Oportünizm, ulusal sorunun emperyalizm ve proleter devrimleri döneminde proletarya ve emekçilerin, emperyalizmden kurtuluşu sorunu olarak ele alınması düşüncesine karşıdır. Bu karşı duruş özünde proletarya-burjuvazi karşıtlığının inkârı ve ulusal baskı kaynağının kapitalizm dışında aranması anlamına gelmektedir. Marksizm’in ulusal çelişkilerin Çözümü ve ulusal hareketlerin gelişim süreciyle ilgili tahlillerinin “geçersizliği”nin ilanı bunun içindir. Ulusal hareketin evrimi nasıl olmuştur? Kısaca değinmekle yarar var.
Marksizm, ulusal hareketi yükselen kapitalizmin bir ürünü olarak ele alır ve bu ele alış, emperyalizm döneminde ulusal hareketlerin görülemeyeceği anlamına gelmez. Tarihsel olarak uluslaşma sürecini daha geç yaşayan toplumlarda, ulusal sorunun emperyalist evreye naklolduğu, ulusal kurtuluşun, siyasal olarak bağımsız devlet kurma sorununun, emperyalizmden kurtuluş sorununa dönüştüğü bir gerçektir ve bu durum tam da tarihsel gelişmeye, sınıflar ilişkisine, emperyalizmin bir dünya ekonomi sistemi olarak tüm ulusların yaşamasına sızması ve her bir ülke ekonomisini emperyalist ekonomi zincirine bağlanması gerçeğine uygun düşer.
Proletarya ve burjuva sınıfların uzlaşmaz karşıt güçler olarak tarih sahnesinde yer almaları, o güne dek, burjuva ‘eşitlik’ ve ‘özgürlük’ sloganlarıyla emekçileri kendi peşinde sürüklemeye çalışan burjuvazinin, proletaryanın devrimci eylemi karşısında gericileşmesi ve esas olarak devrimci sürecin önünde engel işlevini görmesi, ulusal sorunun, işçi sınıfı ve emekçi yığınların devrimci kurtuluşu sorununa bağlanmasına yol açar. Ulusal baskı artık bir tek devletin iç sorunu olma kapsamını aşmış, uluslararası bir nitelik kazanarak, emperyalizme, emperyalizmin ulusları köleleştirme politikasına bağlanmışın-. Ulusal kurtuluş kapitalizm koşullarında olabildiği kadarıyla siyasal bakımdan bağımsız devlet kurma sorunudur, ama emperyalizmin ve tekelci sermayenin mali gücü, siyasal bakımdan bağımsız olan ulusların ekonomik olarak sömürülmesi olanağını yaratıyor ve siyasal bağımsızlığı görünürde bir bağımsızlığa dönüştürüyor. (Yeni sömürgecilik koşullarında ulusal baskının devamı.) Bunun için, ulusal baskı politikasının ortadan kalkması ve bu baskının esas hedefi olan geniş işçi ve köylü yığınlarının baskıdan kurtulması, emperyalizmden tam bir bağımsızlığı gerektiriyor. Bu ise, ulusal sorunun ve çözümünün sosyal devrime bağlanması, sömürü ve baskının tasfiyesi sorununa bağlı olarak ele alınmasını zorunlu kılıyor. Marksistlerin bütün yaptıkları, bu somut gerçeği tespit ve buna uygun bir tutumu benimsemiş olmalarıdır. Tarihsel gelişme, işçi-köylü devrimini ve proletarya sosyalizmini yakıcı bir görev olarak öne çıkardığında, kapitalizm kaynaklı herhangi bir sorunda olduğu gibi, ulusal sorunun çözümü konusunda da proletarya ve emekçilerin çıkarlarını ve gerçek kurtuluşlarını esas almak; pratik tutumun buna göre saptanmasını önermek ve bunda ısrar etmek zorunluydu ve zorunluluk bugün de değişmiş değildir. Burjuvazi-proletarya çelişkisi tüm “ulusal” motiflere ve burjuvazinin sınıf uzlaşması çığırtkanlığına rağmen, bugün daha da derinleşmiştir ve ulusal sorunun sınıf sorunundan bağımsız olarak çözümünü önerenler tarihsel ve” toplumsal gelişmenin yasalarını ve devrim için mücadelenin gerekliliğini inkâr etmektedirler.
Ulusal çelişkilerin “geçiciliği” sorununa gelince, Marksist “kuram” ve Marksistler, ulusların, kapitalizm yeryüzünden tümüyle silinmeden ve ulusların hak eşitliği ve kardeşliği temelinde doğal bir kaynaşma ve özümleme gerçekleşmeden, bu çelişkilerin tümüyle sona erebileceğini hiç bir zaman ve hiç bir yerde ileri sürmedi. Sosyalizmde ulusal çelişkilerin yok olacağı belirlemesi ise gerçeğin ifadesidir. Sosyalizm ulusal eşitsizliklerin yok edilmesi için maddi temel yaratır ve siyasal alanda tam hak eşitliği için tüm tedbirleri alır. Marksizm’in burjuva muhalifleri ve ikiyüzlü küçük-burjuva sosyalistleri, bir ya da birkaç ülkede sosyalizmin kurulmasıyla bir sürecin tamamlandığını kuşkusuz biliyorlardır. Bir ya da birkaç ülkede kurulan sosyalizmin karşı karşıya bulunduğu zorluklan, çözümlemeye çalıştığı çelişkilerin onu kuşatma altında tutan emperyalizm tarafından sürekli olarak, yeniden, ona dayatıldığı, bir dizi ileri ülkede proletarya iktidarı almadan, bu çelişkilerin tümüyle ortadan kalkmasının, en azından dış nesnel kaynaklarının ortadan kalkmayacağını ve bütün bunların bizzat Marksizm’in büyük ustaları -örneğin Lenin- tarafından dile getirildiğini de kuşkusuz bilmektedirler. Sosyalizmde ulusların eşitliğinin somut bir gerçek olarak yaşanması ve bu temelde sürecin kesintiye uğramaması koşullarında ulusal çelişkilerin bir daha dirilmemek üzere çözümlenmesi, proletaryanın iktidarı ve sosyalizmin kesintisiz devamına bağlı bir olaydır. Sosyalizmin tasfiye edilmesi koşullarında, eski sosyalist Ülkelerde kapitalizmden kaynaklanan diğer çelişkilerin uç vermesi gibi, ulusal çelişki ve çatışmalar da gündeme gelir ve bugün “SB” ve Yugoslavya’da yaşananlar böyle bir süreç sonucu gerçekleşmiştir.
Ulusların “yakınlaşması” olayı bir yanıyla kapitalizm koşullarında yaşanmaya başlar. Kapitalist üretim genişleyen yeniden üretim olarak sürmesi, kapitalist pazarın genişleyerek bir dünya pazarına dönüşmesi
tek tek ulusal pazarların giderek uluslararası bir pazar birliği tarafından içerilmesi, tüm rekabet ve engelleyici çabalara karşın, iktisadi gelişmenin ulusal devlet sınırlarını aşındırması, ulusal çilleri kırması vb. olgular, bu sürecin bir dünya devleti doğrultusunda gelişeceğini gösterir. Marksizm, tamamen kapitalist toplumun tahlili ve toplumsal gelişmenin yasalarına dayanarak bu gelişmeye dikkat çeker. Marksizm’in bu öngörüsünün son on yıllarda, kapitalizmin uluslararası ilişkilerinde görülen gelişmeler tarafından, sermayenin uluslararasılaşması olgusunun dev boyudan ve işçilerin “anavatan” yaygaralarını “kulak ardı eden” bir tutumla “yâd ellerde” ekmek parası bulmaya yüz binler ve milyonlar olarak koşmaları gerçeği tarafından güçlü bir biçimde desteklendiğini hiç bir inkârcı ve gerici burjuva milliyetçisi reddedemez. Ve yine bu yöndeki gelişmenin işçilerin burjuvaziye karşı, uluslararası dayanışması ve proleter enternasyonalizmini güçlendirici bir rol oynadığı da inkâr edilemez. Ulusal çelişkilerin “geçiciliğin”nden söz ettiği ya da bu çelişkilerin çözümünü proletaryanın sınıf sorunlarının çözümüne bağlı olarak ele aldığı için, Marksizm’e saldırıya geçenler, her şeyden önce, tarihsel materyalist dünya görüşünü ve toplumların gelişme yasalarını inkâr etmektedirler. Oportünist iddiaların aksine ve Marksistler, bu sürecin “kısa”, “gelip-geçici” ve engelsiz bir süreç olduğunu ne öngörmüş, ne de söylemişlerdir. Tarihsel-toplumsal gelişmenin ulusların asimilasyonu ve kaynaşmasına doğru geliştiğini tespit eden Marksistler, ulusal baskı ve eşitsizliklerin kaynağı olan kapitalizm koşullarında, ulusal çelişkinin varlığını sürdüreceğini, burjuvazinin, elindeki güç ve olanaklarla bu süreci, sınıf çıkartan doğrultusunda etkilemeye çalıştığını ve ulusal çelişkileri diri tutmak için her yolu denediğini de bilirler. Emperyalistler bir yandan daha güçsüz halkları köleleştirerek, öte yandan egemenliklerinin devamı için ulusları birbirine karşı kışkırtarak, ulusal çelişkileri diri tutmaya çalışırlar. Bunun bolca örneği var. Daha “Manifesto”da Marks ve Engels, “Halklar arası ulusal farklılıklar ve karşıtlıklar, burjuvazinin gelişmesiyle, ticaret özgürlüğü ile, üretim biçimindeki ve buna tekabül eden yaşam koşullarındaki tek düzelik ile her geçen gün biraz daha yok oluyor.” derken, işte bu sürece dikkat çekiyorlardı. Sürecin nesnel gelişmesini ifade eden bu tespit hiç bir zaman, bu gelişmenin tek yanlı ve engelsiz olacağı anlamına gelmez. Bu belirlemeye karşı çıkan Küçükertan gibi revizyonist-milliyetçi kırması görüş ise ne tarihsel evrimi, ne de Marksizm’i kavramışlardır.
Oportünizm, proleter devrimin ulusal sorunu çözümleyeceği ve ulusal eşitlik temelinde ulusların kaynaşma koşullarını olgunlaştıracağı gerçeğini, kapitalizmin restorasyonu sonucu ortaya çıkan ulusal çatışmaları kanıt göstererek “çürütmeye” çalışıyor:
Yukarıda andığımız dergilerde imzalı ve imzasız yayınlanan, söz konusu soruna ilişkin yazıların ortak ana-fikri, Marksizm’in ulusal sorunun çözümü konusunda “çözümsüz olduğudur. Remzi Küçükertan, Özgür Halk Dergisi’ndeki yazısında şunları söylüyor: “Yakın geçmişte en azından Sovyetler Birliği’nde ulusal sorunun çözümlendiği inancı en sağdan en ‘sol’a tüm kendilerine Marksist diyenlerin anlaşabildikleri istisna konulardan birini oluşturuyordu. Oysa tüm devrim sonrası toplumlarda ulusal taleplerin, başta işçi sınıfı olmak üzere, on milyonları peşinden sürükleyerek bu rejimlerin çözülmesinde (diğer demokrasi sorunlarıyla birlikle), (Burada çözülen rejimin sosyalist değil kapitalist olduğu gizlenerek, çözümsüzlük ve çürüme sosyalizme mal edilmeye çalışılıyor, Ö.D.) temel iç dinamiklerden birini oluşturduğu, dolayısıyla bu inancımızda yanıldığımızı gördük. Söz konusu çöküntünün sonrasında tarihe daha nesnel bakabilme olanaklarına kavuştuğumuzda gerçek çözümlerin hiç bir dönemde ve hiç bir ülkede zaten sağlanamamış olduğunu anladık. “
“İnançlarında yanılan”lar sadece Küçükertan gibileri değil. Kruşçevciler, Gorbaçovcular, onların Türkiye’deki “yol arkadaşları” Kutlu’lar, daha önce yanılgılarını ilan ettiler ve Marksizm’in tümüyle reddi temelinde burjuvazi ve emperyalistlerle anlaştılar. Küçükertan gibileri, bu öncellerinin izinde yürüyorlar. Kruşçevcilerin, Euro-komünistlerin ve Gorbaçovcuların batılı emperyalistlerle el ele “ortaya serdikleri” “belgeler” temelinde onların sundukları “olanaklara kavuşarak”, “sosyalizmin çöküntüsü”nü tespit ediyorlar. Ne büyük ilerleme! Ne büyük nesnelcilik!?
Perestroykacıların açtıkları yolda yürüyerek, “sorgulamalarını derinleştiren Küçükertan’ın da aralarında bulunduğu küçük-burjuva oportünistleri, “Marksizm’in ulusal sorun konusunda çözümsüz olduğu” iddialarını, açık bir Lenin ve Stalin saldırısıyla birleştirmekten ve Lenin’i eleştirmekte “cesur olduklarını” ilan etmekten de geri durmuyorlar. Newroz yazarı K. Bilget, başta Lenin ve Stalin olmak üzere, Marksistlerin, UKKTH’yi “savunmadıklarını” iddia etmekte ve “SB”de ulusal çatışmaların ortaya çıkmasını buna kanıt olarak göstermektedirler. Şu pervasız sözler ona ait: “KTH, proletaryanın birliği, çıkarları vb. hiç bir gerekçe öne sürmeksizin ezilen ve sömürge ulusların ayrılıp, bağımsız devletlerini kurabilmeleridir… Açın ‘Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı’nı, açın ‘Ulusal Sorun Sömürgeler Sorunu’nu yeniden okuyun! Ezilen ve sömürge ulusların ayrılıp bağımsız devletlerini kurmalarının savunulmadığını göreceksiniz. Lenin de Stalin de ulusların ayrılıp bağımsız devlet kurma hakkını ‘Ulusların ayrılıp bağımsız devlet kurma hakkı’ sözcüklerinin gerçek anlamında savunmamışlardır.” (Newroz)
Gözünü, beynini ve yüreğini burjuva çıkarların bürüdüğü bu türden adamları “ikna etmek” için, Lenin’i Lenin’e başvurarak savunmanın fazlaca bir anlamı olmayacağı açıktır. Garip olan bu kişilerin, Marksizm-Leninizm’i reddettikleri halde hala kendilerine “Marksist”, “komünist” demeleridir. Nereden bakarsak bakalım, bu sözde “eleştirici” bayların sosyalizme ve M-L ideolojiye karşı uluslararası gericiliğin açtığı savaşın etkisinde kaldıkları açıktır. Esas sorgulamayı kendi inançlarındaki “depresyon”a yöneltme yerine, moda inkârcı akımın türevleri arasında yer almayı daha uygun bulmaktadırlar. Burjuva cephaneliğinden alınma paslı silahlarla ve geçmiş sosyalist pratiğe saldırıya geçmekte, “sosyalizm-ulusal sorun bağlantısına ilişkin kuram”ın yanlışlığını “SB”de ortaya çıkan çatışmalara dayanarak ispatlamaya çalışmakta ve tarihsel gerçekleri tersyüz etmektedirler. 1917 Ekim Devrimi’nin ezilen ulusların yaşamında sağladığı yenilik ve değişiklikleri
SSCB içinde birleşen çok sayıda ulus ve ulusal topluluklar işçi ve emekçilerinin ulusal çelişki ve çalışmadan kurtularak sağlanan kardeşlik ortamında ileri doğru attıkları adımları inkar etmektedirler. Çarlık Rusya’sı köle halklarının Lenin ve Stalin döneminde elde ettikleri ve kardeşlik ilişkileri içinde kullandıkları hakları görmezden gelmekte, ezilen uluslar yararına kaydedilen gelişmeleri, dil ve kültür alanında kazanılan hakları, 40 yıl gibi kısa sayılacak bir zaman diliminde değişik uluslara mensup işçi ve emekçiler arasında sağlanan, güvene dayalı ilişkileri, kaynaşmayı görmezden gelmektedirler.
Bu kişi ve grupların, “nesnel gerçeklerden söz edip, nesnel gerçekler adına, gözlerini yalnızca bugünkü ulusal çatışmalara ve özellikle de karşı-devrim kampına dikmeleri, Marksist ideoloji ve sosyalist pratiğe karşı seferber olmuş dünya gericiliğinin elde ettiği “başarı” karşısında başlarının dönmesinden kaynaklanıyor. 1917’lerden 1950’lerin ortalarına kadar proletarya ve ezilen ulusların yaşamında ilerici-devrimci anlamda meydana gelen değişiklikleri görmezden geldikleri gibi, Stalin sonrasında, emperyalist burjuvaziyle işbirliği içinde, “SB”ni emperyalist-kapitalist sisteme yeniden dahil etmek için, modern revizyonistlerin yaptıklarını da gizliyorlar. Yine onlar, nesnel gerçekler edebiyatı yaparken, emperyalist zincirin devrimle yarıklığı ilk sosyalist ülke ya da ülkelerde, nesnel olarak yaşanması kaçınılmaz olan zorlukları “ilk” olmanın kaçınılmaz eksikliklerini, uluslararası sermaye ve dünya gericiliğinin bu ilk deneylerin başarısızlıkla sonuçlanması için uyguladıkları çok yönlü saldırıları hesaba katmıyorlar. Tüm anti-sosyalist, anti-Stalin güçlerin yaptıkları gibi, onlar için de, bugünkü sonuçları üne çıkarmak, bu sonuçları sosyalizme mal ederek, saldırıya geçmek daha “ticari” oluyor. Tümü birden şu nakaratı tekrarlıyorlar. “Marksist kuram, sınıf sorunu ile ulusal sorun arasındaki bağı doğru kurmadı. Proletaryanın birliğini öne çıkarmak yanlıştı. Sosyalizm, ulusal sorunu çözme gücüne sahip değil. SB’de bugün yaşanan ulusal çatışmalar bunun kanıtıdır.” vb.
Bu propagandanın “devrimci”, “ulusal devrimci1” ve “sosyalistlerimizden önce, hem de daha güçlü bir biçimde emperyalist burjuvazi tarafından yürütüldüğü biliniyor. Türkiyeli oportünistlerin yaptıkları, bu kervana daha gerilerden katılmaktan başka bir şey değildir. Onların esas rahatsızlıkları, Marksizm-Leninizm’in, ulusal sorunla sınıf arasında bir bağ kurması, proletaryayı, ulusal sorunu, kendi sınıf çıkarlarına bağlı bir sorun olarak ele almasını salık vermesidir. Bunun için, onlar, bir yandan, SB’de kırk yıllık sosyalizm pratiğini, proletaryaya ve ezilen uluslara sağladığı gelişme olanaklarını ve kazandırdığı hakları atlarken, öte yandan Lenin ve Stalin’in, ulusların hak eşitliği ve özgürlükleri için verdikleri mücadeleleri inkar etmektedirler. Proletaryanın devrimci kurtuluş davası yerine, ulusu oluşturan tüm sınıfların “ortak çıkarları” (!)nın savunusunu üstlenen bu çevreler, proletarya-burjuvazi çelişkisinin üstünü örtmeye çalışmakta, “ulusal haklar” adına, proletaryanın birliğine ve kendi sınıfsal kurtuluşu için mücadelesine karşı çıkmaktadırlar. Lenin’in aşağıdaki sözleri, onları son derece rahatsız etmektedir. “… birincisi, her tür milliyetçiliğe karşı ve özellikle Büyük Rus milliyetçiliğine karşı savaşım vermek, yalnızca genel olarak bütün ulusların tam hak eşitliğini tanımakla yetinmemek, ama aynı zamanda bağımsız devlet kurmada da hak eşitliğini tanımak. Ve ikincisi, özellikle bütün ulusların herhangi bir biçimdeki milliyetçiliğine karşı başarıyla savaşım verebilmek için bugünkü durum karşımıza proleter savaşımın ve proleter örgütlerinin birliğini koruma görevini, ulusal tecrit doğrultusunda burjuva çabalarına karşı, bu örgütleri uluslararası birlik içinde toplama görevini koymaktadır.” Onlar ne “her tür milliyetçiliğe karşı çıkılmasını doğru görüyorlar, ne de proleter savaşımı ve proleter örgütlerinin birliğinin sağlanması için çaba gösterilmesini. Onların tek sloganları var. “Proletaryanın birliği, hakları, önderliği vb. gerekçelerinden söz edilmeksizin” ulusal haklar savunusu”! Tarihsel açıdan her devirde burjuva renkleri de içeren ulusal bayrağın sallanmasını, proletarya ve emekçilerin devrimci bayraklarının karşısına bir alternatif olarak dikenler, proletarya ve ezilen halk yığınlarının ulusal kurtuluş mücadelesinin esas sürükleyici gücü olduğunu ve fakat ulusal baskıya karşı mücadeleyi burjuvazi ve sermayeye karşı mücadeleden kopuk, tecrit edilmiş, bir başına bir mücadele ve tek amaç olarak algılamadığı, algılayamayacağı ve algılamaması gerektiği gerçeğini de reddediyorlar, Ulusal hareketlerin “tarihsel haklılığı”, baskıyla bir arada tutmaya karşı oluştan kaynaklanır ve Marksistler, bu hareketlerde “ilerici ve devrimci ne varsa ancak onu desteklemekle yetinir”ler. Ezilen ulusun burjuva demokratik harekeli baskıya karşı oluştan kaynaklanan demokratik bir içeriğe sahip olduğu için desteklenir.
Burjuva hak yüceltisiyle sorunlara yaklaşan bu çevrelerin, ulusal hakkın varlığı, tanınması ve kullanım biçiminin birebir aynı şey olmadığı, Marksizm’in, burjuva ideolojisinden tamamen farklı ve ona karşı bir sınıf ideolojisi olarak sınıf kıstasım, sınıf farklılıklarını esas aldığını, her sorunu, proletaryanın sınıf konumu ve çıkarları sorununa bağlı olarak ele aldığı, bu bakımdan gerçek anlamda bir taraf tuttuğu, karşıt sınıflardan birinin, işçi sınıfının ve onunla birlikte ezilip sömürülen emekçi kesimlerin kurtuluşlarını öngörüp hedeflediğini görmezden gelip reddettikleri açık bir gerçektir. “Devrimci” ve “komünist” nitelemelerini gelişigüzel kullanıp, bundan kendilerine de pay çıkarmaya çalışan bu çevrelerin Marksizm’in ulusal programına itirazları da aynı anlamı taşıyor. Onlar, “UKKTH savunusunun bugüne kadarki biçimi ile ezilen ve sömürge ulusların, proletaryasının öncülüğünde, ulusal mücadelelerini bağımsız devletlerle unlandırmalarının olanaklı olmadığı” iddiasındadırlar. Ya ne yapmalı? sorusuna verdikleri cevap ise, kuşku olmasın, “burjuva önderlikler kayıtsız-şartsız kabul edilmeli ve emperyalizme bağlanmak kabul edilip, bu bağımsızlığa aykırı bir tutum olarak yorumlanmamalı” biçiminde olacaktır. Tüm yorum ve önermelerinden çıkan sonuç budur.
Oportünizmin, “geçersiz” ilan ettiği, Marksizm’in ulusal programı nedir? Kısaca bu program, “bütün uluslar için tam hak eşitliği, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı, bütün ülkelerin işçilerinin birleşmesi, …” (Lenin) biçiminde formüle edilebilir. Lenin “bütün dünyanın deneyiminin işçilere öğrettiği işte budur” diye ekliyordu ve biz, bugün de, oportünistlerin karşı çıkmaları ve “geçersiz” ilan etmelerine rağmen, burjuvaziye ve emperyalizme karşı “bütün ülkelerin işçilerinin birleşmesinin zorunlu ve doğru olduğunu düşünüyor, bu birliğin, ulusal baskının ortadan kaldırılması ve ulusların tam hak eşitliğinin sağlanması için gerekli olduğunu söylüyoruz. Marksistlerin görevi, burjuvazinin sahte bir biçimde sürdürdüğü, “birey ve ulus özgürlüğü” propagandasının işçi ve emekçiler içinde ve uyanış içindeki genç devrimciler üzerinde etkili kılınması amacıyla “devrimci” maskeyle işe koyulanların bu amaçlarını ve gerçek yüzlerini açığa çıkarmaktır. “Bütün dünyanın deneyimi”ni, kapitalizmin restorasyonu temelinde “SB”de ortaya çıkan olaylarla sınırlayarak, Marksizm’in ulusal programını geçersiz ilan edenler, Marksizm’in “her tür milliyetçiliğe”, kuşkusuz öncelikle ezen ulus milliyetçiliğine karşı mücadele ilkesini de yarım olarak ele almakta; bu ilkeden “her tür milliyetçilik” sözcüklerini çıkararak, yalnızca ezen ulus milliyetçiliğine karşı mücadeleyi kabul etmekledirler. Ezilen ulusun her türlü eylemi, bu eylemlerin, ezilen ve sömürülen yığınlar açısından taşıdığı anlam dikkate alınmadan “desteklenmeye değer” görülmektedir. Ezilen ulusun ezilmesine ve baskı altında tutulmasına yol açan nedenin kapitalizm ve kapitalist sömürü olduğu dikkate alınmamakta, bunun sonucu olarak, her türlü baskı ve sömürünün esas ve en başta gelen kaynağı emperyalizm, ezilen ulusun mücadele hedefleri dışında tutulmaktadır. Ezilen ulusun kime karşı mücadele edeceği böylece kapitalizmin ilk evresi için “geçerli olabilecek” bir mantık çerçevesinde -o kapsamda bile değil- ele alınmaktadır.
Türkiye’nin oportünistleri, tarihsel gelişmenin, dünden de daha fazla olarak bugün proletaryaya dayattığı görevleri örtbas ederek, ulusal hareketleri, haklı-haksız, emperyalizmi zayıflatan-güçlendiren, emperyalizmden kopuşu, ya da ona bağlanmayı ifade eden hareketler olarak ayrıştırmayı da “yanlış” ilan etmektedirler. Marksistlerin, ulusal başkaldırıların “emperyalizmi hedeflemesi” önermesine ateş açan bu sınıf uzlaşmacılarının, “SB”deki çatışmalarda hangi tarafı “ezilen ulus” olarak gördükleri merak konusudur. Gerçi Komün Dergisi ve yazarları 116 milyonluk ve başında Yeltsin’in bulunduğu Rus Ulusunu da “ulusal haklarını kazanmaya çalışan” bir ulus olarak göstermeye çalışıyor ve Marksizm adına “cambazlık yapmayacaksak, bütün bu ulusal hareketleri desteklememiz gerekir” demektedirler. Bu çevrelerin “SB” ve Yugoslavya’da ama özellikle “SB”de gelişme koşulları ve güdülen amaçlardan bağımsız olarak, batılı emperyalistlerin emellerine bağlanan her türden “ulusal hareketin” desteklenmesini istemeleri ve buna aykırı düşen Marksist “kuram”ı geçersiz ilan etmeleri hangi konumda bulunduklarını açıkça ortaya koyuyor.
UKKTH’nın sözde savunucuları, bugüne bakıp dünü de toptan mahkûm etmeye kalkışıyorlar. Bugüne nasıl gelindiği onları ilgilendirmiyor. “SB”de değişik milliyet kökenli işçi ve emekçilerin, birbiriyle kanlı boğazlaşmaları hangi evrelerden geçerek gelişti? Burada ortaya çıkan “bağımsızlıkçı” hareketler gerçekten bağımsızlıkçı bir çizgide mi gelişiyor? Dünya emperyalizminin (özellikle ABD) bu hareketlerin doğup gelişmesi için, onlarca yıldır, “SB” bünyesinde dıştan ve içlen yürüttüğü faaliyetlerin rolü ve etkisi nedir?
“Devrimci”, “ulusalcı” ve “komünist”lerimizin bu konularda kafa yormaya, ne ihtiyaçları, ne de zamanları var. Onlar, Marksizm ve sosyalizm karşıtı cephenin gücü önünde, kollarını birleştirip, eğilmeyi ve burjuva propagandanın öne çıkardığı iddiaları yinelemeyi “kutsal görev” sayıyorlar.
1917 Ekim Sosyalist Devrimi’nin, dünya işçi sınıfı, ezilen, bağımlı ve sömürge halkların kurtuluşu için açtığı devrimci yolda ilerleyen Rusya uluslarının, özgür iradeleriyle oluşturdukları birliğin SSCB’nin, “zora dayalı bir birlik olduğu” ve bu birlik içinde yer alan ulusların “özgür olmadıkları” iddiası uluslararası gericiliğin iddiasıydı. Şimdi bu iddia “parti ve devlet eliyle gerçekleştirilen birliklerin sağlam olmayacağı” propagandasıyla yerli ve yabancı perestroykacılar tarafından destekleniyor. UKKTH’nin, sözde savunucuları tarihe de bakmıyorlar. Çarlık dönemi, devrim sonrası, 50’li yılların ortalarına kadarki sosyalist dönem, Kruşçevcilerin başlattıkları kapitalizmin restorasyonu süreci ve SB’nin sosyal-emperyalist bir ülke haline gelerek kapitalizmin diğer ürünleri gibi ulusal çelişkilerin ve uluslararası eşitsizliklerin yeniden ortaya çıkıp gelişmesi ve bugün “SB”nin “ulusal çatışmalar” temelinde bölünme süreçlerini ayrı ayrı değerlendirme zahmetinden kendilerini kurtararak, bir kalem darbesi ile sorunu çözmüş oluyorlar.
Kapitalist iktisadi ilişkilerin, ulusları, zorunlu olarak yakınlaştırması ve ulusal çilleri kırma eğilimini güçlendirmesi gerçeği bir yana, Çarlık Rusyası’nın, köle halkları çok sayıda ulusal toplulukların emekçileri devrimle, eşil ilişkiler temelinde merkezi bir devlet birliği oluşturdular. Bu birlik içinde, ezilen uluslar açısından, tarihten gelme eşitsizliklerin giderilmesi ve bu ulusların ulusal-kültürel gelişmelerinin tüm olanakları sağlandı. Küçük ve güçsüz uluslardan yana bir politika bu açıdan bilinçli olarak güdüldü. Bütün bu ulusal topluluklardan işçi ve ezilen diğer yığınların kardeşçe ve gönüllü birliği için üretim araçlarının kolektif mülkiyeti temelinde, maddi temel yaratılıp güçlendirildi. Ulusların dil serbestliği ve ulusal dilde eğitim gerçekleşti. Sağlanan eşitlik ve özgürlük ortamında küçük uluslar serpilip geliştiler.
Tüm Sovyet Cumhuriyetleri emekçileri, uluslararası işçi birliğini yaratıp güçlendirdiler. Uluslararası emperyalist sermayeye ve faşist saldırganlığa karşı ülkelerini, Sosyalist Anavatanlarını ve Sosyalizmi birlikle savundular, işçi ve emekçi birliği ve yaratıcılarının militan örneğini pratikle göstererek, harap olmuş bir alt yapı üzerinde engin bir fedakârlıkla ve tüm zorluklara göğüs gererek, sosyalizmi inşa etmeyi başardılar.
40 yıllık sosyalist pratik, dünyada ilk deney olmasına rağmen, ulusal çatışmaların son bulduğu ve tüm Sovyet ulusları emekçilerinin kardeşliğinin pekiştiği bir dönem oldu.
Bu gelişmeler dünya gericiliği için sarsıcı nitelikteydi. Ulusal özgürlük mücadelesi veren ve emperyalist kölelikten kurtulmak isteyen tüm halklar, yönünü başında Stalin’in bulunduğu Sosyalist Sovyetler Birliği’ne çevirmişlerdi. Sosyalizm, kapitalizmin iktisadi gelişiminin ya-kınlaştırıp doğal bir özümlemeye zorladığı ulusların, bu yakınlaşma ve kaynaşmasını, tam bir özgürlük ortamında, daha da hızlandırmıştı. Gelişmeler tümüyle emperyalist sisteme karşı ve onun zararınaydı. Dünya emperyalizmi, sosyalizm ve SB’ni yıkmak için her yolun denenmesini temel bir taktik olarak belirledi. Propaganda, şantaj, sızma, ekonomik sabotaj, satın alma, casusluk faaliyetleri ve devrilmiş gericiliği yeniden örgütleyip harekete geçirme faaliyetleri, İkinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, açık emperyalist-faşist saldırıyla birleştirildi ve savaş sonrası “soğuk savaş” denilen politikayla bir arada sürdürüldü. İşte tüm bu karşı-devrimci faaliyetler, ilk deney olmanın nesnel zorlukları ve modern revizyonist ihanetle birleşerek etkili oldu. Ve ellili yıllardan sonraki otuz küsur yıllık süreçte gelişerek, bugünkü sonuçları doğurdu. Tüm bu gelişme ve gerçekleri görmezden gelerek ve “sonuç”tan hareketle sosyalist pratiği ve M-L ideolojiyi suçlamak, bugünkü ulusal boğazlaşmaları bu gelişmelerden bağımsız ele alarak, desteklemek ve bunu “ulusların kaderlerini tayin hakkı” adına yapmak, sosyalizme, diyalektik materyalist dünya görüşüne, dünya işçi sınıfı ve ezilen halklara saldırmakla aynı şeydir.
Tarihsel- toplumsal evrimin belli bir noktasından sonra atılan geri adımı desteklemek ve bunu devrim ve devrimcilik adına yapmak saçma ve gericidir. Uluslar ve ulusal toplulukların işçi ve emekçi yığınları arasında oluşturulmuş örgüt birliğinin dağılması-dağıtılması ve yine özgür ulusların birliği temelinde gerçekleşen sosyalist birliğin dağılması, dağıtılmasını “ulusal haklar” adına desteklemek, yalnızca sınıf karşısında burjuva konumu değil, aynı zamanda tarihsel-toplumsal gelişme karşısında geriyi ve daha ilkeli tercih etmek ve gericiliktir.
Üstelik, desteklenen, “ulusal hareketler” emperyalizme darbe vuran, işçi ve emekçilerin bağımsız siyasal gelişme ve mücadelelerini güçlendiren ve işçi-köylü devrimine bağlanan hareketler değil, emperyalistler tarafından değişik düzeyde desteklenip finanse edilen hareketlerdir. Emperyalizm, “sosyalist” dediği bir topluluğu parçalamanın zevkini tadıyor. Ve sosyal-emperyalizm gerçeği, “SB”deki ulusal çatışmaların, “ulusların özgürlüğü” adına desteklenmesini haklı çıkarmıyor.
Tarihsel olarak ileri bir konuma kavuşmuş, büyük bir pazarı ve işçiler birliğini daha küçük parçalara bölerek sömürme ereği ve işçileri bu ereği alet etme girişiminin ifadesinden başka bir anlam taşımayan bu ülkedeki ulusal boğazlaşmaların ilerici bir niteliğe sahip olmadıkları açıktır. Proletarya ve emekçilerin SSCB’nin parçalara bölünmesinden, gerici-milliyetçi çatışmalardan ve bu çatışmaların doğuracağı “ulusal devletlerden herhangi bir çıkarı yoktur. “SB”de yaşanan “ulusal çatışmalar”ın, “ezen ulus zulmüne karşı” başkaldırıyla ilişkisini kurma çabaları Marksizm’in canlı özünü, ölü metinlere kurban etme girişimlerinden ibarettir. “Sovyetler Birliği”nin milliyetlere göre bölünmesinin, “birlik”in dağılmasının küçük ayrı “ulusal devletler” haline gelmesinin, proletarya ve halklara bir yararı olmadığı gibi, bu tür bir parçalanmanın tarihsel açıdan da herhangi bir haklılığı yoktur. (Burada somut bir ülkedeki çatışmalardan söz edildiği açıktır. Bu durumun genelleştirilemeyeceği kuşkusuzdur. Zora dayalı birliklerin, güçlü konumdaki bir ulusun, silah kullanarak ötekileri kendisine bağlı tutmasının haklı ve desteklenebilir bir yanı olmadığı gibi, bu durumun parçalanması için mücadele etmek bir görevdir. Örneğin Yeltsin’in Rusya’sı, öteki uluslun zorla kendine bağlı tutmaya çalıştığı zaman, bu zorbalığa karşı mücadele edilir. Ancak, bugün, ‘SB’ halklarının ayrılmak değil, birlikte mücadele edip, kendi merkezi iktidarlarını kurmak için güçlerini birleştirmeleri ve tüm ulusların burjuvalarını alaşağı etmeleri en doğru tulumdur.) Bu ülke özgülünde böylesi bir ‘ulusal bölünme’ ileriye değil, geriye doğru atılmış bir adım olacaktır.
“SB” işçi ve emekçilerinin yapmaları gereken, burjuvazinin, pazar kavgasına alet olmayı ve birbirlerini boğazlamayı reddederek sınıf tutumuyla hareket etmek ve tüm milliyetlerden “Sovyet” burjuvazisine karşı birlikte mücadeleye atılmaktır.
Kim bu ülkedeki çatışmalarda haklı bir yan buluyorsa, o tarihsel-toplumsal gerçeklerin kötü bir tahrifatçısıdır. Bir ulusun bir başka ulusal bütünden ayrılma ve kendi kaderini tayin sorunu, bu tür bir ilişkinin yaşandığı ülkeler için geçerlidir. S. Birliği’nde çok sayıda ulus ve ulusal topluluk, tümüyle eşit ilişkiler temelinde ve kendi cumhuriyetlerini kurarak SSCB içinde özgür iradeleriyle birleştiler. Ulusal sorun bu ülkede çözümlendi. Bugün kapitalizmin yeniden inşası (restorasyon) temelinde, burjuvazi tarafından ulusal farklılıklar yeniden öne çıkarılıyor ve emekçiler birbirine kırdırılıyorsa, bunda desteklenecek yan nedir? Komün yazarlarının yaptığı gibi, Yeltsin’in Rus Ulusunu da ulusal sorununu çözmeye çalışan “gadre uğramış” bir ulus saymak ise Komün Dergisi gibilerine yakışıyor. “Ezen-ezilen” ulus ilişkisi, bu ülkedeki hangi uluslar arasında yaşanıyor? Bu tespit edilmeden, UKKTH formülasyonunun düz bir mantıkla savunulması lafazanlıktan öte bir anlam taşımaz. Kuşkusuz, hiç bir ulus, bir başka ulusu kendisiyle birlikte yaşatma hakkına sahip değildir. “SB”de baskı ve zorlamalarla halkaların “birlik” içinde tutulması onaylanamaz, emperyalist bir ülke haline geldiği için, bu ülkede, ekonomik, siyasi, askeri açıdan güçlü ‘cumhuriyet’lerin zayıf olanlara baskı uygulanmasına karşı çıkılmalıdır. Ama bu UKKTH adına, bu ülkedeki işçi ve emekçilerin milliyetler temelinde ayrılmaları ve birbirlerini burjuvazileri yararına boğazlamaları onaylanamaz.
“SB” işçi ve halklarının önündeki görev, kendi burjuvazilerinin kavgasına alet olmaksızın, tarihlerinde ileri doğru atılmış ne tür adım varsa onu sahiplenerek pratikte burjuva-emperyalist ideolojiye bağlanmış bulunan “ulusal” çatışmaları reddetmek ve uluslararası proleter sınıf dayanışması ve birliğini yeniden sağlayarak, yeni bir Ekim Devrimi için ileri atılmak ve tarihsel deneyden devrim için yararlanma yeteneğini göstermektir
Ulusal sorun konusunda “eski” revizyonist, burjuva milliyetçi düşünceler, yeniden öne çıkarılıyor ve sosyalizme saldırılıyor:
Lenin şöyle diyordu: “İlkin ulusal görevler, ondan sonra proletaryanın görevleri diyorlar burjuva milliyetçileri ve onların da Yurkeviçler, Dontsovlar ve öteki yalancı Marksistler bunu yineliyorlar. Biz her şeyden önce proletaryanın görevleri diyoruz. Çünkü bu görevler, yalnızca emeğin ve insanlığın sürekli ve hayati çıkarlarını karşılamakla kalmıyor, ama zamanda zamanda bunlar, demokrasinin çıkarlarına da uygun düşmektedir. Ve demokrasi olmadan Ukrayna ne özerk olabilir, ne de bağımsız.”
Lenin’in düşünceleriyle birlikte, onun hatırası olan her şeyin “Sovyet” işçileri ve halklarının teslimiyetçi bekleyiş ve bakışları önünde, gericilik tarafından “silinip-süpürüldüğü”, bu ülkedeki gelişmelerden destek alanlar onun görüşlerinin geçersizliğini” bizde de ilan ediyorlar. Ama tarih yalnızca 1990’lardan ibaret değildir ve yanılanlar burjuvazi ve gericilik olacaktır. Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in takipçileri olmaktan “utanç duyduklarını” ilan eden ve Dontsovların, Yurkeviçlerin izinde yürüyenlerin esas yanılgılarını tarih kanıtlayacaktır.
Burjuva liberalizminin, kapitalizmin yaşatılması amacıyla sınıf uzlaşmasını “çıkar yol” olarak sunması ve proletaryaya kendi sınıf çıkarlarını öne çıkarmaktan vazgeçip, “ulusların çıkarları”nı sahiplenmesini önermesi, burjuva milliyetçiliğiyle proleter enternasyonalizmi arasındaki farkları karartma çabalarıyla birleşiyor. Onlar, proletaryaya “ulusun ortak çıkarları”nı her şeyin başına koymasını öneriyorlar. Proletaryaya, burjuvazi tarafından körüklenip alevlendirilen ve tümüyle emperyalistler tarafından hararetle desteklenen bugünkü çatışmalarda yer almasını, kendi önderliği için mücadele etmemesini, ulusal hareketin anti-emperyalist bir hareket olarak gelişmesi için çaba göstermemesini istiyorlar. Komün ve Newroz yazarları bunu çok açık olarak ifade etmektedirler. Komün şunları yazıyor: “Kendisinden güçlü olan işgalci emperyalist güce karşı mücadele veren küçük güçsüz uluslar için bir emperyalist gücün desteğinin alınması bulunmaz Hint kumaşı gibi bir şeydir. Küçük uluslar, denize düşenin yılana sarılması pozisyonundadırlar. Hiç bir yardımı reddetme lüksüne sahip değildirler.”
Bu düşman önünde, güçlü olanın önünde boyun eğiş felsefesidir. “Bükemediğin bileği öp” anlayışıdır. Devrimci Marksist tutumla alakası yoktur ve üç-dünyacı/Maocu bir zırvadır. Emperyalizme bağlanmanın savunuşudur ve bunun sözde “nesnel durum” demagojisiyle aklanmaya çalışılmasıdır. Komün, geçici bir durumdan da söz etmiyor, emperyalistlere yamanmayı genel-geçer bir “zorunluluk” olarak sunmaya çalışıyor. Komün, “küçük-güçsüz uluslar” diyerek, emperyalizmle işbirliği düşüncelerini haklı çıkarmaya çalışıyor ve köylü mantığıyla, “denize düşen yılana sarılır” diyor. Komün’e göre “güçsüz uluslar hiç bir yardımı reddetme lüksüne sahip değiller”. Komün güçlü emperyalistlerden birine karşı çıkarken, diğer güçlü emperyalistin uydusu olmayı, sakıncalı görmediği gibi, bunun “zorunlu olduğumu propaganda ediyor. Maocu Komün, emperyalizmin işbirliğini “küçük-güçsüz uluslar”a önerirken, “ulusal bağımsızlık taleplerinin olduğu yerlerde hemen hemen proleter güçler yok gibidir.” biçiminde saçma ve esasta burjuvaziye bağlanmanın gerekçesi yapılmak istenen bir “durum tespiti” yapıyor, böyle bir iddiada bulunuyor. Komün yazarları mantıklarını sonuca da götürüyor ve burjuvazi ve “korumacı” emperyalistleri savunma konumuna düşmekten kaçınamıyorlar. “Yolları açık olsun!” demiyoruz, Marksizm’e sarılın ve oportünizmi terk edin diyoruz.
Emperyalizm ulusal baskının esas kaynağıdır
Günümüzde ulusal sorun, devlet içi, tecrit edilmiş bir sorun değil, uluslararası bir sorundur. Emperyalizme bağlanan “Ulusal Kurtuluş Hareketi”nin ezilen ulusun iradesini -ki bu irade esas olarak geniş işçi ve köylü yığınlarının iradesi olmak zorundadır- temsil ettiği söylenemez. Marksistler, ezilen ulus hareketinin emperyalizme bağlanması karşısında sessiz ve tarafsız değildirler.
Komün ve Newroz dergilerinin yazarları, ulusal hareketlerde anti-emperyalistlik aramanın “UKKTH’nin tanınmaması anlamına geldiği” düşüncesindedirler. Bunu çok açık olarak ifade etmektedirler. Yazının önceki bölümlerinde bu saçma düşünceler üzerinde durmaya çalıştık. Burada Komün yazarının, emperyalizm işbirlikçiği (o “yardım” diyor)ni ulusal kurtuluş adına önermesi üzerinde kısaca durmak isliyoruz. Şöyle diyor:
“Emperyalistler, ezen ulusla ya da emperyalist karşı güçle ilişkilerine bağlı olarak, kendi çıkarları için ulusal kurtuluş hareketinden yana olabilirler. Bu noktada dikkat edilmesi gereken temel hatalardan biri, emperyalistlerle ilişkilerinden ötürü ezilen ulus burjuva ulusal hareketinin anti-emperyalistlik adı altında tamamen karşıya alınıp, ulusların kaderlerini tayin hakkının rafa kaldırılmasıdır. Bunun en son örneğini, Körfez Savaşı sürecinde Türkiye’deki sol akımların Kürt burjuva-feodal önderliğine karşı tavrında gördük. Oysa oluşan tarihsel koşullar burjuva-feodal önderlik açısından başka imkân bırakmamıştı.”
Komün bu anti-Marksist ve burjuva-liberal düşüncelerini “tarihsel koşullar”, “sürece müdahale edecek proleter güçlerin olmaması” gibi gerekçelere bağlıyor. Komün ne tarihsel koşulları kavrıyor, ne de Kürt milliyetinden işçi ve emekçilerin çıkarlarının savunuculuğuyla ilgileniyor. T. Kürdistan’ı koşullarını ise hiç görmek istemiyor. Tarihsel koşulları, burjuvazinin “güç” ve emperyalistlerin “dünya hâkimiyetinden ibaret sayıyor. O, Kürt burjuva-feodal gericiliğinin, emperyalistler ve Türkiye gericiliğiyle işbirliğini “haklı” kılacak “tarihi koşullar”ın ne olduğunu açıklamıyor. Marksistler, koşulları gerekçe göstererek, proletarya ve halklara, emperyalistlerle işbirliğini önermezler. Komün yazarlarının gözleri başka hiç bir şeyi görmüyorsa, T. Kürdistan’ı halkının yükselen özgürlük mücadelesini de mi görmüyor? Tüm baskı ve zulme karşın, emperyalizm ve Türkiye gericiliğinin işbirliği içinde ezmeye çalıştığı, Türkiye Kürt harekeli anti-emperyalist bir çizgide gelişme gücü gösterebiliyorsa, Talabani ve Barzani gibi burjuva-feodal gericilerin başında bulunduğu gerici önderliği ve bu önderliğin emperyalizme yamanarak, Irak Kürt halkını emperyalizmin kölesi yapma girişimlerinde haklı görülecek ne var ve bu tutum kime hizmet ediyor?
Tarihsel koşullar, emperyalizm işbirlikçiliğini, emperyalizme bağlanmayı haklı çıkarmıyor, tam tersine, emperyalizme karşı mücadele etmeksizin bağımsızlığın elde edilmez olduğunu gösteriyor. Anti-emperyalist olmadan hiç bir ulusal bağımsızlık hareketinin gerçekten başarıya ulaşamayacağını ve emperyalizm hedeflenmediği sürece, kurtuluştan söz edilemeyeceğini proletarya ve emekçilerin anlaması zorunluluğunu dayatıyor. Bu yalnızca ulusal kurtuluş hareketleri için değil, ileriye doğru atılmış her toplumsal hareket için temel bir zorunluluktur. “Komüncülerin, gözü, düşmanın gücünden başka bir şey görmüyor. “Boyun eğmeye mecburuz” demeye getiriyorlar. Ve ezilen halkları -bu arada Kürt halkına da- boyun eğmeyi öneriyorlar.
Irak Kürt hareketini emperyalizme ve Türkiye faşizmine bağlamak ve bağımsızlıkçı-devrimci bir çizgide gelişen Türkiye Kürt hareketini boğazlayıp ezmek için, Irak Kürdistan’ı, Türkiye ve ABD arasında mekik dokuyan ve CIA, MİT- Pentagon ve Türk Genel Kurmayı ile işbirliği içinde “Kürtleri kurtarma” (gerçekte köleliğin devamını sağlama) planları yapan Talabani ve Barzani’yi desteklemek, tam da Komün yazarlarının boyuna göre. Zaten onlar, komprador-tekelci burjuvazi ve emperyalizmi “ilerici” gösteren bir geleneğin temsilcileri olmakla övünmüyorlar mıydı? Yolunuz açık olsun baylar, tam gaz ileri!
Kasım 1991