Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği konusunda yürütülen propagandanın başını çeken tekelci burjuvazinin sözcüleri, Türkiye’nin AB üyeliği doğrultusunda müzakerelere başlamasının, yaklaşık iki yüzyıldır devam eden “çağdaşlaşma süreci”nde bir dönüm noktası ve demokratik bir dönemin başlangıcı olduğunu savunuyor. Bu söylem, 1980’li yıllardan bu yana solda giderek güç kazanan liberalizmin etkisiyle, sol aydınlar ve liberal solcu siyasi akımlar nezdinde AB projesini cazip hale getiriyor. Bu propagandanın etkisi, ekonomik bir birlik olarak gündeme gelen Avrupa Birliği projesinin, 1990’lı yıllardan itibaren, üye ülkeler arasında siyasi bir birlik sağlamaya dönük bir rota değişikliğine girmesiyle artışa geçti. Başta “Kopenhag Kriterleri” olmak üzere, AB’nin temel metinlerinin içerdiği biçimsel demokratikleşme söylemi, liberal solun, olası AB üyeliğini, AB ülkelerinin sahip olduğu kabul edilen demokratik kültürel ve sosyal standartları da Türkiye’ye taşıyacağı beklentisi ile sahiplenmesine yol açtı.
Liberal solun temel hareket noktasını, Türkiye’nin, AB’nin “sağlayacağı” dönüşümleri kendi içinde gerçekleştirecek iç dinamiklere sahip olmadığı inancı oluşturuyor. Örneğin sol liberalizmin duayenlerinden ve AB’nin ateşli savunucularından Murat Belge, bir vesileyle, “biz adam olmayız” kabilinden şunları yazıyor:
“Üyelik hedeftir, değildir, bana göre ikincil konu; asıl sorun, bu toplumun çağdaş demokratik düzeye ulaşmasıdır. Ama işte, buyurun: bu düzeye ulaşmak için gerekli dinamikleri, bugün hâlâ, kendi içinden üretemiyor.” (Radikal, 8 Kasım 2005)
Türkiye’nin AB’ne üye olmasını siyasi projesinin temel dayanağı olarak gören ÖDP çevresi ise, giderek çekingenliğini atıyor ve açıktan AB destekçiliği yapıyor. Bir dönem, bu çevrenin liberalizm yönündeki ideolojik dönüşümünün öncülüğünü yapmış olan Melih Pekdemir şunları söylüyor:
“Bizde dış dinamiklerle gelişen kapitalizmin burjuva devrimi de yine dış dinamiklerle, yani dışarıdan olabilirdi; ve bir de tepeden… 6 Ekim, gecikmiş bir devrimdir; ve bir tesellidir. …Türkiye’de olup bitenlerin en kestirme ve isabetli değerlendirmesi ‘tepeden ve dışarıdan devrim’ olarak ifade edilebilir. …AB üyeliğine hayır demek solculuğun kıstası değildir. … şurası kesin; AB’ye üye olmak, elbette olmamaktan yeğdir.” (Birgün, 11 Ekim 2004)
Türkiye’nin AB üyeliğini oldukça iyimser bir biçimde ele alan eski TİP milletvekili ve Kürt aydını Tarık Ziya Ekinci de, ne yazık ki aynı fikirde:
“Bugünkü nesnel koşullarda Türkiye’nin iç dinamiklerle demokratikleşmesi, kalkınıp modernleşmesi mümkün değildir. Bunun, göreli de olsa, gerçekleşmesi ancak dış dinamiklerin (AB) itici gücüyle mümkündür.” (Radikal İki, 18.12.2005)
Türkiye’de “demokratikleşme” ve “kalkınma” için gerekli iç dinamikler gerçekten yok mu? Bu sorunu, iç dinamiklerin bulunup bulunmadığı sorusu çerçevesinde tartışmanın pratik bakımdan yararı bulunmuyor. Çünkü sorun, temelde, genel olarak toplumların tarihsel gelişiminin ve bu çerçevede mevcut dünya ve ülke gerçekliğinin nasıl ele alındığı ile ilgili. Yani ideolojik bir içeriği olan, yöntemsel ve teorik bir sorun. Dolayısıyla bu yazıda, iç ve dış dinamikler sorununu açıklığa kavuşturmaya çalışırken, Türkiye’nin AB üyeliğine “sol”dan destek veren çevrelerin, mevcut gerçekliği teorik açıdan nasıl kavradıklarını ve bu kavrayış biçiminin, üzerinde durdukları ideolojik platformla ilişkisini berraklaştırmaya çalışacağız.
-I-
İlk olarak, Tarık Ziya Ekinci’nin Türkiye’de demokratikleşme ve kalkınma için gerekli iç dinamiklerin bulunmadığı iddiasını dayandırdığı “Marksist açıdan” yapılmış şu gözlemine kulak verelim:
“Marksist açıdan Türkiye’nin AB üyeliğini sorgularken, hem sosyal sınıfların konumunu, hem de emperyalist sistemin bir parçası olan AB’nin nasıl bir güç odağı olduğunu doğru değerlendirmek gerekir. …Türkiye orta derecede sanayileşmiş, gelişmekte olan bir ülkedir. Nüfusunun yüzde 40’ı kırsal alanda yaşıyor. Son yıllardaki kitlesel iç göç nedeniyle şehir varoşlarında yaşayan yığınlar da şehirleşemedikleri için, köylülük ideolojisine bağlı nüfus oranı yüzde 60’ın üstündedir. İşçi sınıfı nicel bakımdan yetersiz, büyük ölçüde dinsel dogmatizmin güdüsündeki vasıfsız öğelerden oluşur. Henüz kendisi için sınıf olma sürecine giremedi. Memur ve hizmetli konumundaki emekçiler ise, çoğunlukla milliyetçilik dozu yüksek küçük burjuva ideolojisine bağlıdır. Bu gerçekler, Türkiye’de sosyalist iktidar perspektifine bağlı Marksist bir partinin nesnel koşullarının olmadığını ve marjinal kalmaya mahkum bu tip partilerin devrim yaparak toplum sorunlarını çözecekleri iddiasının da bir aydın fantezisi olmaktan öteye geçmediğini kanıtlamaya yeterlidir. …“Büyük sanayi burjuvazisinin öncülüğündeki sermaye sınıfı ise, AB’den yana olmakla birlikte, ekonomik ve siyasal liberalizmi bir bütün olarak algılamakta yetersizdir. Sınıfsal çıkarlarının gereği olarak asker-sivil bürokrasinin yörüngesinde kalmayı yeğliyor ve demokrasiye AB’nin değil, militarizmin ölçütleri içinde yaklaşıyorlar.”
Bu uzunca alıntının nedeni, Ekinci’nin orijinal şeyler söylemesi değil; Türkiye’de, üzerine siyasi stratejiler inşa edilen ve “Marksist açıdan” yapıldığı iddia edilen tespitlerin Marksizme uzaklığını gösteren iyi bir örnek olması. Burada Ekinci’nin, Türkiye’de toplumsal sınıfların analizini yaparken kullandığı ifadelere dikkat edelim: “Köylülük ideolojisine bağlı nüfus”, “büyük ölçüde dinsel dogmatizmin güdüsündeki vasıfsız öğelerden oluşan işçi sınıfı”, “çoğunlukla milliyetçilik dozu yüksek küçük burjuva ideolojisine bağlı memur ve hizmetli konumundaki emekçiler”, “ekonomik ve siyasal liberalizmi bir bütün olarak algılamakta yetersiz burjuvazi”… Görüldüğü gibi, Ekinci, toplumsal sınıfların sosyoekonomik konumlanışlarını içeren objektif bir sınıf analizi değil, bir tür ideoloji analizi yapıyor ve analizinde, sınıfları, objektif konumları bakımından değil, sözde ideolojik tutumları ile ele alıyor. Ve buna dayanarak, Türkiye’de bırakın devrim yapmayı (ki bu, “aydın fantezisi”dir!), asgari bir burjuva demokrasisi için bile, gerekli iç dinamiklerin bulunmadığı sonucunu çıkarıyor.
Bu yaklaşımın, her şeyden önce, Marksist yönteme tümüyle yabancı idealist bir yaklaşım olduğunu vurgulayalım. “Marksist açıdan” yapılan bir tahlil, emekçilerin, egemen sınıfların gerici dünya görüşünün arkasına takılmasını, maddi yaşamdaki ilişkilerin bir sonucu olarak yorumlar. Marksist tarih anlayışına göre, “fikirlerin, anlayışların ve bilincin üretimi, doğrudan doğruya insanların maddi faaliyetine, karşılıklı maddi ilişkilerine ve gerçek yaşamın diline” bağlıdır. Her çağın egemen düşünceleri, egemen sınıfın kendi iktidarının sürekliliğini sağlamak için ihtiyaç duyduğu düşüncelerdir. Bunun temel nedeni, sınıf iktidarını yalnızca baskı ve zora dayalı olarak sürdürmenin olanaksızlığıdır. Eğer egemen sınıf, kendi düşüncelerini toplumdaki egemen düşünce haline getiremezse, hakimiyetini sürdüremez. İdeoloji bu noktada devreye girer. Egemen sınıfın ideolojisi, gerçek dünyanın ilişkilerini çarpıtarak, emekçilerin, mevcut düzenin değiştirilemeyeceğine inanmasını sağlar. İdeolojinin yeterli olmadığı hallerde ise, devreye, baskı ve zor araçları (mahkemeler, hapishaneler, işkence, terör vb.) girer.
Marksizm, burjuvazinin sınıf iktidarının karşısına, işçi sınıfı iktidarı hedefiyle çıkar. Bunun için, burjuva egemenliğinin işçi sınıfı devrimi yoluyla yıkılması gerektiğini söyler. İşçi sınıfının devrimci potansiyelini ise, onun kapitalist üretim ilişkileri içindeki nesnel konumuna dayandırır. Bu nedenle, Marksistler, devrim için, işçi sınıfının en geniş kesimlerinin, kapitalizme karşı başta ekonomik talepler olmak üzere çeşitli biçimler altında yürüttüğü mücadelenin içinde yer alarak, burjuva ideolojisinin ve diğer gerici ideolojilerin etkisini kırmaya ve bu mücadeleyi kapitalizmin yıkılması hedefine bağlanan politik bir mücadeleye dönüştürmeye çalışır.
İşçi sınıfı, Ekinci’nin beklediği gibi, politik bir müdahale olmadan sınıf bilincine sahip olabilseydi, ne politikaya ne de partiye ihtiyaç olurdu. Ne var ki işçi sınıfı, kapitalizme karşı günlük mücadelesi içerisinde, ancak ekonomik ve sendikal bir bilince ulaşabilir. İşçi sınıfının egemen sınıf haline gelebilmesi için, karşısında tepeden tırnağa örgütlü bulunan burjuvaziye karşı, kendi mücadelesini tek bir hedef doğrultusunda birleştirecek, mücadelenin ihtiyaç duyduğu program, strateji ve taktiği oluşturacak bir parti içerisinde birleşmeye ihtiyacı vardır.
İşçi sınıfı partisi, en geniş işçi ve emekçi kesimleri içerisinde politik bir amaçla, işçi sınıfı iktidarı için mücadele eder. Ekinci, ülkenin azgelişmiş olması, işçi sınıfının nicel olarak toplumda zayıf bir azınlığı teşkil etmesi, burjuva demokratik hakların kazanılmamış olması gibi tespitlerden hareketle, devrim ve iktidar hedefinin, sosyalizm için gerekli koşulların burjuvazi tarafından olgunlaştırılacağı (!) bir vadeye ertelenmesini önermektedir. Marksizmin toplumsal gelişmeye dair analizinin çarpık ve şematik bir biçimde kavranmasından kaynaklanan bu yaklaşımın mantıksal sonucu, günümüzde her türden gericiliğin kaynağı olan tekelci burjuvazinin açıktan destekçiliğini yapmaktır.[1]
Türkiye gibi geri ve bağımlı bir kapitalizmin hüküm sürdüğü, gerici bir siyasal rejimin hakim olduğu bir ülkede işçi sınıfı partisinin görevi, sayılan sorunları gözeterek oluşturulan bir programdan hareketle gerekli strateji ve taktikleri hayata geçirmektir. Kaldı ki, günümüz Türkiyesi bağlamında konuşacaksak, işçi sınıfı hareketinin kendiliğinden yükselişinin dahi ne denli muazzam bir politik bir güç oluşturduğu yakın geçmişin deneyimleriyle birçok kez görülmüştür.
-II-
Ekinci yazısında şöyle diyor: “Türkiye’de ancak ab’nin öngördüğü reformlar yapılarak demokratik bir düzen kurulduktan sonradır ki, işçilerin, emekçilerin ve sosyalist aydınların özgürce örgütlenmeleri ve sosyalist bir düzen için mücadele etmelerinin yolu açılır.”
Türkiye’de, AB’nin öngördüğü reformlar yapılarak, “demokratik bir düzen” kurulması mümkün müdür? Bu sorunun yanıtını uzun uzun tartışmak yerine, AB demokrasisi hakkında bir iki temel noktaya değinmekle yetinelim. AB çerçevesinde gündeme gelen herhangi bir metinde Susurluk ya da Kontrgerilla’dan tek kelimeyle olsun söz edilmemektedir. Ortaya koyduğu metinlerde akla hayale sığmayan ayrıntılara yer veren AB’nin, Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından elzem olan bir meseleyi es geçmesinin temel nedeni, Avrupalı emperyalistlerin, Türk Kontgerillasına, Ortadoğu ve Kafkaslar’daki “güvenlik stratejisi” çerçevesinde ihtiyaç duymasıdır. Bu iddiamız, AB içerisinde Türkiye’nin üyeliğini savunan kesimlerin argümanları dikkate alındığında, daha anlaşılır olmaktadır. Çünkü Türkiye’nin AB’ye üye olmasını savunan AB çevreleri, her fırsatta, Türkiye’nin, AB’nin “güvenlik stratejisi” için vazgeçilmez bir öneme sahip olduğunu ifade etmektedir.
AB demokrasisinin gerçek içeriğini ele veren bir diğer nokta, liberal solcuların “demokrasi manifestosu” ilan ettiği “Kopenhag Kriterleri” ile ilgilidir. Bu kriterlerin, “Ekonomi” başlığı altında düzenlenen maddelerinden nedense hiç sözedilmemektedir. Çünkü bu kriterler, emekçileri korkunç bir sefalete mahkum eden IMF politikalarının farklı cümlelerle ifade edilmesinden ibarettir. Kopenhag Kriterleri’nin “Ekonomik Kriterler” başlığı altında şöyle bir ifade var: “ekonomik politikaların gerekleri hakkında geniş bir fikir birliğinin olması”. Yani vahşi piyasa ekonomisinin uygulanması konusunda bütün partilerin konsensüs halinde olması zorunlu. İşte Türkiye’ye “demokratik devrim” diye sunulan AB demokrasisinin faşizan yüzü!
Burada asıl tartışmak istediğimiz nokta, AB demokrasisi değil. Liberal solcuların “Marksist” bir teorik çerçeveden hareket ettikleri iddiasıyla, demokrasi sorununu burjuvaziye havale etmesi. Başka bir deyişle, burjuvazi eliyle, “işçilerin, emekçilerin ve sosyalist aydınların özgürce örgütlenmeleri ve sosyalist bir düzen için mücadele etmelerinin yolu”nu açacak bir demokrasinin kurulacağı beklentisi. Marksist bir söylemle gerekçelendirilen bu beklenti, aslında kapitalizmin tarihsel evriminin şematik bir şekilde kavranmasından kaynaklanıyor. Ancak burada liberal solcular ciddi bir paradoks içindeler. Türkiye’deki liberal solcular, Marksizmin tarihsel gelişmeye ilişkin yaklaşımını şematik olmakla eleştirirler. Marx ve Engels’in Batı Avrupa toplumlarının tarihsel evrimini kavramlaştırmak üzere belli tarihsel aşamalardan (ilkel, köleci, feodal, kapitalist) söz etmelerini ve kapitalizmin hareket yasalarının çözümlemesine dayanarak, sosyalizmin tarihsel bir zorunluluk olduğunu ortaya koymalarını, evrimci, determinist ve ekonomist olmakla suçlarlar. Buna karşılık, yukarıdaki örnekte gördüğümüz gibi, Türkiye’de “sosyalist bir düzen”in kurulması için gerekli şartların bulunmadığını, önce kapitalizmin ve burjuva demokrasisinin gelişmesi gerektiğini savunurlar. Basit el kitaplarından öğrenilmiş bir Marksizm anlayışından ve tarih bilgisi noksanlığından güç alan bu görüş, esas itibariyle, demokrasi ve devlet sorununun liberal perspektiften kavranmasından kaynaklanmaktadır. Marx’ı şematik ve ekonomist olmakla suçlayan bu akım, Marksistleri eleştirirken, kaba bir şematizmden ve ekonomist bir yaklaşımdan hareket etmektedir.
Liberal solun ekonomist yaklaşımının kökeni, Rus devrimcilerinin 19. yüzyıl sonundaki tartışmalarına kadar uzanmaktadır. Bu yıllarda, Rusya’da Lenin’in önderliğinde devrimci bir işçi partisinin inşası; feodal Çarlığın yıkılması ve demokrasi sorununu burjuvaziye havale eden ekonomistlere karşı verilen ciddi ideolojik ve politik mücadele sonucunda gerçekleşmiştir. Bu dönemde Rus ekonomistleri, sosyalist mücadele için önce kapitalizmin gelişmesi gerektiğini, bu süreçte işçi sınıfının sadece ekonomik mücadele ile yetinmesini, demokrasi mücadelesinin liberal burjuvaziye bırakılmasını savunuyordu. Kuşkusuz, 1900’lerin Rusya’sında bu görüşün maddi temelleri bulunuyordu. İktidarda burjuvazi değil, gerici feodal Çarlık rejimi vardı. Buna karşın, Lenin ve yoldaşları, ekonomistlere karşı yürüttükleri mücadelede, yaklaşan demokratik devrimde (1905 Devrimi) işçi sınıfının rolünün altını çizerek, demokrasi sorununun burjuvaziye bırakılmayacağını savundular.
Tarih, Lenin ve yoldaşlarını haklı çıkardı. 1917 Şubat Devrimi, Rus burjuvazisinin gericilikten başka bir seçeneği olmadığını ortaya koydu. Türkiye’deki ekonomistler ise, 80 yıllık bir burjuva iktidarının ardından, hâlâ, burjuvazinin demokrasi getireceği iddiasını savunuyorlar. Kullandıkları gerekçeler ise, Rus ekonomistlerinin gerekçeleri ile aynı. Ve yüzyıllık görüşleri savunanlar, Marksistleri geçmişte kalmakla suçluyorlar.
Eğer, bu konuda Rus devrim tarihi yeterince ikna edici ve çekici gelmiyorsa, bizzat Marx ve Engels’in mücadele pratiğine başvuralım. Rusya’da Marksistlerin ekonomistlere karşı mücadelesinden yarım asır önce, Marx ve Engels, 1848 Devrimlerinin hemen arefesinde kaleme aldıkları Komünist Manifesto’da, henüz olgun bir kapitalist ekonominin, bugünün ölçütleriyle bakıldığında, sınırlı bir biçimde yalnızca İngiltere’de bulunduğu ve Avrupa’da birçok ülkede burjuvazinin henüz iktidara gelmediği bir dönemde, komünist devrim çağrısı yapıyorlardı. Bu çağrı, Marx ve Engels’in gençlik heyecanından değil, demokrasinin sınıfsal içeriğinin farkında olmalarından kaynaklanıyordu. Üstelik Marx ve Engels, 1848’de, tarihsel değişme ile ilgili temel görüşlerini ana hatlarıyla formüle etmiş bulunuyorlardı. Daha sonraki hiçbir yazılarında Manifesto’nun çağrısının erken olduğunu söylemediler. 1882 yılında, Manifesto’nun Rusça baskısına yazdıkları önsözde, Rusya’daki ortak mülkiyete dayalı köy topluluğunun, Rus Devrimi’nin Batı’daki bir proleter devrimle birleşmesi halinde, kapitalizm yönünde bir dönüşüme uğramadan, komünist bir gelişmenin başlangıcını oluşturabileceğini söylüyorlardı. O dönemde Rusya, 1861 yılında serfliğin ilga edilmiş olmasına karşın, hâlâ feodal üretim ilişkilerinin yaygın olduğu, sanayinin henüz emekleme aşamasında bile olmadığı bir köylü toplumuydu. Marx ve Engels, böyle bir toplum için komünizme geçiş sorununu büyük bir dikkatle tartışıyorlardı. Marx, ölmeden önce, Rusya’daki devrimci gelişmeleri birinci elden izlemek için Rusça öğrenmeye başlamıştı. Elbette Marx ve Engels, bilimsel sosyalizmin kurucuları olarak, devrimci mücadelenin sorunlarını ele alırken, kapitalizmin gelişme düzeyini, mevcut sınıfların karşılıklı konumlarını analiz ediyor, örneğin 1848 devrimlerinde, komünistlerin Kıta Avrupasındaki feodal rejimlere karşı radikal burjuvaziyle ittifak yapabileceğini söylüyorlardı. Bu dönemde sosyalizme geçişin şartları henüz olgunlaşmamıştı. Ancak Marksizmin kurucuları buna dayanarak, sosyalizm mücadelesini, tarihin kendiliğinden evrimine bırakmamış, işçi sınıfının bağımsız bir sınıf olarak politik örgütlenmesini geliştirmek üzere büyük bir çaba sarfetmişlerdir.
Marksizmin kurucuları, sosyalizmi hiçbir zaman kendiliğinden gelişecek bir düzen olarak görmemiş, insanlığı, başta ücretli emek sömürüsü olmak üzere her türlü baskıdan kurtaracak bir siyasi proje ortaya koymuşlardır. Ancak bu projeyi, kapitalist toplumun bilimsel bir çözümlemesine dayandırmışlardır.
Kapitalizm bir kez ortaya çıkınca, doğası gereği, tüm dünyayı adım adım kapitalist üretim ilişkileri içerisine çeker. Bu olgunun temelinde, kapitalizmin, kendisinden önceki üretim tarzlarından farklı olarak tüm dünyaya yayılmak zorunda olması yatar. Sermaye birikiminin içsel mantığının zorunlu bir sonucudur bu. Marx ve Engels, Komünist Manifesto’dan daha önce kaleme aldıkları Alman İdeolojisi adlı yapıtlarında, bu gelişmeyi şöyle açıklıyorlar:
“Tarihi gelişmenin seyri içerisinde birbirleri üzerinde etki yapan ayrı ayrı alanlar genişledikçe gelişmiş üretim tarzıyla, karşılıklı ilişkiyle ve bunların doğal sonucu olarak uluslararasındaki işbölümüyle çeşitli ulusların başlangıçtaki içe kapalılıkları yıkıldıkça tarih de giderek dünya tarihine dönüşür.”
Marx ve Engels, ömürleri vefa etmediği için, kapitalizmin gelişmesinin eşitsiz bir tempoda gerçekleşmesinin ve emperyalizmin yarattığı azgelişmişlik gibi sorunları yeterli düzeyde ele alamamışlardır. Bu sorun, 20. yüzyılın en yaratıcı Marksistleri olan, başta Lenin ve Stalin olmak üzere, Rus devrimcileri tarafından açıklığa kavuşturulmuştur. Bolşevikler, emperyalizm çağında geri bir ülkede bir işçi devriminin mümkün olduğunu ortaya koymuş ve bu programı Ekim Devrimi ile yaşama geçirmiştir.
Kapitalizmin dünya çapında bir sistem haline geldiği emperyalizm çağında, ulusararası kapitalizmin dünya çapında yayılması, bir yandan çağdaş azgelişmişlik dediğimiz olguyu yaratırken, diğer yandan kapitalist üretim ilişkilerini geliştirerek, sosyalizmin bir önadımı olarak ulusal kurtuluşun ve demokratik devrimin işçi sınıfı öncülüğünde gerçekleşmesi olanaklı hale gelmiştir.
Bu çerçevede sosyoekonomik şartların ancak anti-emperyalist ve anti-feodal bir köylü devrimine izin verdiği 1920’li yılların Türkiyesinde bile (bugünden bakıldığında teorik bir olasılık olarak) burjuva devrimin sonuna kadar götürülmesi için bağımsız bir sınıf olarak örgütlenmeyi başarmış bir işçi sınıfının varlığı zorunluydu.[2] Farklı toplumsal koşulların hükmünü sürdürdüğü 1970’li yıllarda, devrimde işçi sınıfı öncülüğünün objektif koşulları daha da olgunlaşmıştı. 2000’li yıllarda, bu olanak fazlasıyla vardır. Sorun, böyle bir iç dinamik bulunup bulunmaması değil, kapitalist bir dünyada nesnel olarak zaten olanaklı, hatta kaçınılmaz olan böyle bir dönüşümü mümkün kılacak objektif koşulların bir araya gelip gelmemesiyle ve olanağı gerçekliğe çevirecek bilinç ve örgüt düzeyiyle (devrimin subjektif koşulları), ama öncelikle bu dönüşümü gerçekten arzu edip etmemekle ilgilidir.
İşçi sınıfı devrimcileri, siyaset yaparken, nesnel koşulların analizini yaparak, gerekli program, strateji ve taktikleri oluştururlar. Sözgelimi, gelişmiş bir kapitalizmin hakim olduğu bir toplumdaki sınıf yapısı ile geri bir kapitalizmin hakim olduğu toplumdaki sınıf yapısı farklı olduğu için, geri bir ülkede, işçi sınıfı öncülüğünde gerçekleşecek demokratik devrim, sosyalizme kesintisiz geçişi sağlamak için, siyasal demokrasi, ulusal sorun, köylülük sorunu gibi bir dizi burjuva demokratik sorunu da çözmek zorundadır. Ancak bu sorunlar, burjuvazinin anlayışı çerçevesinde değil, işçi sınıfının önderliği ve yaklaşımı altında sosyalizme bağlanarak ele alınır. Bu nedenle, Marksistler, 20. yüzyıl boyunca, hele 21. yüzyılda, “nesnel koşullara” bakarak devrimin gerekli ya da zorunlu olup olmadığını tartışmamıştır.
Liberal solun Türkiye’de Marksist bir partinin nesnel koşullarının bulunmadığı yolundaki görüşleri, Türkiye’deki geleneksel solun bir diğer akımı olan Kemalist solun da teorik öncüllerini oluşturmaktadır. 1960’lı yıllarda Doğan Avcıoğlu’nun Yön dergisi ve ardından Doğu Perinçek’in Aydınlık çevresi de, “işçi sınıfı öncülüğünün objektif koşullarının bulunmadığı” tespitinden hareketle, ülkenin kurtuluşunu yine bir “dış dinamik”te arıyor, “ilerici” bir askeri darbeye bel bağlıyordu. Bugün farklı koşullarda yeniden gündemde olan milliyetçi ve militarist “sol” görüşlerin, liberal solcularla aynı teorik platformu paylaşması şaşırtıcı değildir. Çünkü her iki akım da doğuşundan itibaren işçi sınıfı ve emekçilere güvenmemek ve mücadelesini halka dayandırmamak paydasında birleşmektedir. Sonuçta, liberal solcular emperyalizmden demokrasi beklemeye başlarken, “Kemalist sol” militarist ve faşizan bir milliyetçiliğe sürüklenmiştir. Lenin, sosyalizmin temel ilkelerini görmezden gelen bu tür sözde sol akımlara şöyle sesleniyordu:
“Soru yalnızca şu şekilde ortaya konulabilir. Burjuva ideolojisi mi sosyalist ideoloji mi? İkisinin ortası yoktur…Bu nedenle sosyalist ideolojiyi her türlü küçümseme, ona her sırt çeviriş, aynı zamanda burjuva ideolojisini güçlendirmektir.” (Lenin, Ne Yapmalı?)
-III-
Bu tartışmanın ardından, Türkiye’de demokratik ve sosyalist bir dönüşüm için iç dinamiklerin bulunmadığını savunan bir diğer liberal solcunun, Melih Pekdemir’in söylediklerine geçebiliriz. Önce Pekdemir’in tezlerini anımsayalım:
1) Türkiye’de kapitalizm dış dinamiklerle gelişmiştir.
2) Bu nedenle burjuva devrimi de dış dinamiklerle olabilir. 6 Ekim 2004’te Türkiye’de bir burjuva devrimi yaşanmıştır.
3) Türkiye’de kapitalizm dış dinamiklerle geliştiği için burjuva devrimi ancak tepeden gerçekleşebilir.
4) 6 Ekim, gecikmiş bir devrimdir; ve bir tesellidir.
Pekdemir’in söylediklerinin özeti böyle. Bu tezler, liberal solcuların toplumsal sorunları ele alışlarındaki yaklaşımın ne denli sorumsuzca ve bilgisizlikle malül olduğunu gösteriyor.
Sırayla gidelim.
Pekdemir’in ilk tezi, genellikle çok fazla tartışılmadan kabul gören bir tez. Ama gerçeği yansıtmıyor. Türkiye’de kapitalizmin dış dinamiklerle geliştiği tezi, kapitalist gelişmenin temel özelliklerini yanlış anlamaktan kaynaklanıyor.
Kapitalizm, 15. yüzyılda İngiliz tarımında doğdu. Ancak 18. yüzyıla kadar tarımsal bir karakterde gelişti. Bu dönem, kapitalist üretim ilişkilerinin adım adım yaygınlaşıp hakim üretim ilişkisi haline geldiği, feodal üstyapının tasfiye edildiği bir geçiş dönemiydi. Kapitalizmin dünya çapında bir sistem haline gelmesi ise, 18. yüzyılın sonlarındaki gelişmelerin ürünüdür.
18. yüzyılın son çeyreğinde, dünya tarihine damgasını vuran iki büyük devrim yaşandı. İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm’ın “çifte devrim” adını verdiği bu devrimler, İngiliz Sanayi Devrimi ile Fransız Devrimi’ydi. Sanayi devrimi, tüm dünyayı dönüştüren kapitalist iktisadi dinamiği harekete geçirirken, Fransız Devrimi, yaydığı düşüncelerle, Sanayi Devrimi’nin politik ve ideolojik üstyapısını oluşturdu. Bu devrimler, tıpkı Ekim Devrimi gibi, tarihsel rolleri ve etkileri bakımından, ortaya çıktıkları coğrafya ile sınırlı olmayan, kelimenin gerçek anlamıyla birer dünya devrimi idiler. 1917’deki Ekim Devrimi’ne kadar, dünya siyasetinin dili, Fransız Devrimi’nin yaydığı, ilerleme, rasyonalizm, milliyetçilik ve liberalizm düşünceleri tarafından oluşturuldu. Dünyanın İngiliz Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi tarafından biçimlendirilmekte olduğu bir dönemde, Osmanlı İmparatorluğu, içten içe bir dönüşüm yaşamaktaydı. 1808 yılında Sened-i İttifak’ın imzalanması, Osmanlı toplum yapısındaki değişmenin somutlaştığı önemli bir uğraktı. Sened-i İttifak, pratik sonuçlarından ziyade, toplumdaki değişimin ve bunun kapitalizm-öncesi iktidar yapısında yansımasının somutlaştığı bir belge olması bakımından önem taşımaktadır.
19. yüzyıl başlarından itibaren gündeme gelen reform girişimleri, bir bakıma Sanayi Devrimi ile Fransız Devrimi’nin yaratığı yeni dünyaya uyum sağlama çabasını yansıtmakla birlikte, Osmanlı toplum yapısındaki içsel dönüşümün, bu gelişmelerle çakışmasının ürünüdür. Söz konusu “dış dinamikler”, Osmanlı toplumu içerisinde süregelen iç değişim olmadan somut bir nitelik kazanamazdı. İskoçyalı filozof Adam Ferguson’un dediği gibi, “milletler ancak icat etmek üzere oldukları şeyleri dışarıdan alırlar”. Sözgelimi, Tanzimat Fermanı ile başta gayrimüslim teba olmak üzere, tüm Osmanlı uyruklarına müsadere konusunda güvence verilerek, özel mülkiyet haklarının kısmen de olsa tanınması ve 1858 yılında yayınlanan Arazi Kanunnamesi ile topraktaki fiili tasarruf haklarının özel mülk olarak tescil edilmesi, kapitalizm öncesi bir toplumsal yapının bağrında, kapitalizmin ağır aksak da olsa gelişmekte olduğunun göstergesiydi.[3]
Osmanlı toplumunda kapitalist gelişme, kapitalizmin emperyalist aşamaya geçişiyle hız kazandı. Kapitalizmin emperyalizme dönüşmeye başladığı 1870’li yıllardan itibaren, Avrupa sermayesi, Osmanlı devletini denetim altına alarak, bir yarı-sömürgeye dönüştürdü. Liberal solcular, kapitalizmden, yalnızca sermayenin dolaşım sürecini anladıkları için, Avrupa mali sermayesinin ticaret ve finans alanındaki artan nüfuzunu, kapitalizmi geliştiren bir dış dinamik olarak algılarlar. Ancak, kapitalizm, sermayenin dolaşım sürecinde değil, üretim sürecinde ortaya çıkar. Eğer Osmanlı toplumunda, burjuva mülkiyet ilişkilerinin gelişimi yönünde içsel bir evrim bulunmasaydı, tarihsel evrimin yönü daha farklı olacaktı. Osmanlı toplumsal kuruluşunun burjuva mülkiyet ilişkileri yönündeki içsel evrimi nedeniyle, Avrupa sermayesinin Osmanlı devleti üzerinde artan nüfuzu, Osmanlı toplumunda kapitalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşmasında hızlandırıcı bir rol oynadı. Osmanlı toplumunda kapitalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşması, egemen sınıfın ve onun bir parçası olan bürokrasinin de bir dönüşüme uğramasına yol açtı. Jön Türk hareketi, 1908 Devrimi, İttihat ve Terakki iktidarı, bu değişimin yarattığı gelişmelerdi. Ne var ki, bu hareketler, kapitalist üretim ilişkilerinin özgürce gelişmesinin önünde büyük bir engel oluşturan kapitalizm-öncesi üstyapıyı dönüştürmekte başarısız oldu. Ülkenin emperyalist işgalden kurtulmasına dönük bir kurtuluş savaşının toplumsal temeli üzerinde gerçekleşen ve yukarıda sayılan hareketlerin mirasçısı olan Cumhuriyet Devrimi, bu çelişkinin çözümü için gerekli son adımı atarak kapitalizm-öncesi üstyapıyı az-çok tasfiye etti. Saltanatın kaldırılıp Cumhuriyet’in ilan edilmesi, hilafetin kaldırılması, burjuva sözleşme hukukunun hayata geçirilmesi, kapitalist üretim ilişkilerinin özgürce serpilip gelişmesini sağlamaya dönük girişimlerdi.
Dış dinamikler meselesini açıklığa kavuşturduktan sonra, Pekdemir’in ikinci tezine gelelim. Dış dinamiklerle gelişen kapitalizm tezinin dayanaksızlığı, burjuva devriminin dış dinamiklerle gerçekleşebileceği tezini de anlamsızlaştırıyor. Pekdemir, 1923 Cumhuriyet Devrimi’ni, siyasal demokrasiyi gerçekleştirmeye yönelmemesi nedeniyle gerçek bir burjuva devrimi saymadığı için, sorunu savuşturmuş oluyor. Onun tezi, Türkiye’de burjuva devriminin 6 Ekim 2004’te yaşandığı yolunda. AB sürecini bir burjuva devrimi diye yorumluyor Pekdemir. Devrimin ruhundan uzaklaşınca, içeriğini çarpıtmak da kaçınılmaz oluyor.
Devrim, en basit anlamıyla, yeni bir sınıfı iktidara getiren süreçtir. 1923 Cumhuriyet Devrimi, kapitalizm öncesi toplumsal ilişkilerin temsilcisi olan eski rejimi değiştirerek, burjuvaziyi siyasi iktidara taşıdığı için, kelimenin gerçek anlamında bir burjuva devrimiydi. Bu devrimin sonucunda iktidara gelen burjuvazi, kapitalist gelişmeye paralel bir dönüşüm geçirmiş olmakla birlikte, 1923’ten bu yana iktidarın sınıf karakteri değişmedi.[4] Anlaşılan, Pekdemir’le, aynı kavramlardan aynı şeyleri anlamıyoruz. Ama sorun bizden değil, Pekdemir’in liberal görüşlerini Marksist kavramlarla açıklama alışkanlığından kaynaklanıyor. “Devrim”, “burjuva devrimi”, “tepeden devrim” kavramları, siyasi literatüre ve toplumsal bilimlere Marksizmin kazandırdığı kavramlar. Ancak bu kavramları benimseyen burjuva tarihçi ve teorisyenler bile, onları, Pekdemir’in yaptığı gibi keyfi biçimde kullanmıyorlar.
Önce “burjuva devrimi” kavramını ele alalım. Bu kavramın içeriğini belirleyen tarihsel deneyimler, klasik burjuva devrimleridir. “Tepeden devrim” kavramı da, klasik burjuva devrimlerine referansla tanımlanır. Feodalizmden kapitalizme geçiş döneminde gündeme gelen burjuva devrimleri, kapitalist sermaye birikiminin işleyeceği toplumsal ortamı ve kurumsal yapıyı hazırlayan büyük tarihsel dönüşümlerdir. Bu devrimlerin perdesi İngiltere’de 1640 Devrimi ile açılmış, 1789 Fransız Devrimi ile tüm dünyayı dönüştürecek bir etki ve yaygınlık kazanmıştır. Burjuva devrimleri, siyasal planda burjuvazinin iktidara gelmesini ve sermaye birikiminin temel kaldıracı olan iç pazarın kurulması hedefine yönelik olarak ulusal birliğin sağlanmasını içerir. Klasik burjuva devrimleri olan İngiliz ve Fransız devrimleri, burjuva devrimi kavramının içeriğini tanımlayan iki temel unsur taşırlar. Birincisi, bu devrimlerin, kapitalizmin özgürce gelişebilmesi için, kapitalizm-öncesi (feodal) egemen sınıfları iktidardan uzaklaştırarak burjuvaziyi iktidara taşımalarıdır. İkincisi, bu devrimlerin demokratik karakteridir. Bu olgu, bir yandan bu devrimlerin kapitalizmin gelişmesini engelleyen feodal eşitsizlik ve ayrıcalıkları hedef almasından, öte yandan emekçi kitlelerin devrimin sürükleyici gücünü oluşturarak burjuvazinin devrimi yarı yolda bırakmasına engel olmalarından kaynaklanır.
Klasik burjuva devrimlerine, demokratik karakterleri nedeniyle, “burjuva demokratik devrim” de denilir. Klasik burjuva devrimlerinde, alt sınıflar, eylemleriyle, bu devrimlerin sürükleyici gücünü oluşturmuş, eski düzenin tüm sonuçlarıyla ortadan kaldırılması için gereken “pis işleri” üstlenmiştir. İngiliz Devrimi’nde Eşitleyiciler (Levellers) ve Kazıcılar (Diggers), Fransız Devrimi’nde Paris proletaryası ve yoksul köylülerden oluşan Baldırıçıplaklar, bu devrimleri, burjuvazinin tasarladığı toplumsal düzenin daha ötesine taşımak istemişler, ancak gerek tarihsel koşulların olgunlaşmamış olması, gerekse tarihsel koşulların uygun olmamasının koşullandırdığı iç tutarsızlıkları nedeniyle burjuvazi tarafından tasfiye edilmişlerdir.
Pekdemir, yukarıda ortaya koyduğumuz klasik burjuva devrimlerinin temel özelliklerini anlamadığı için, “tepeden devrim” kavramını da, aynı sorumsuzluk ve bilgisizlikle kullanıyor. Sözlerinden anlaşıldığına göre, Pekdemir, “tepeden devrim”i, liberal burjuvazinin kitlelerin inisiyatifine yaslanma ihtiyacı duymadan, yasal bürokratik aygıtta bir dizi düzenlemelerle, sistemi “demokratikleştirme”si diye anlıyor.
Tepeden devrimler, 19. yüzyıl ortalarında, kapitalizmin geliştiği, ancak siyasi bakımdan kapitalizm öncesi üst yapının egemenliğini sürdürdüğü Almanya, İtalya ve Japonya’da yaşama geçirilen ve klasik burjuva devrimlerinin görevlerini, kitleler olmadan gerçekleştiren devrimlerdir. Yukarıda vurguladığımız gibi, klasik burjuva devrimlerinin temel görevleri, siyasal planda burjuvaziyi iktidara getirmesi, sermaye birikiminin mekansal temelini oluşturan geniş ölçekli bir iç pazarın kurulması ve özgür bir emekgücü pazarının oluşturulması hedefi doğrultusunda kırdaki feodal ilişkileri tasfiye ederek, tarımda kapitalist gelişmenin sağlanacağı koşulları oluşturması ve ulusal birliği sağlamasıdır.
Bu devrimlerde burjuvaziyi feodal ayrıcalıklara karşı sonuna kadar mücadele etmeye yönelten ve siyasal demokrasi yönünde tavır almaya iten temel unsur, burjuvazinin eski rejimleri devirmek için inisiyatiflerine ihtiyaç duyduğu köylülük, kent küçük burjuvazisi ve kentli emekçilerin mücadelesidir. Bu mücadelenin basıncı burjuvazi içerisinde çatlak yaratarak, burjuvazinin radikal kesimlerinin inisiyatifi ele almasını sağlamıştır. Örneğin Fransız devriminin hemen arefesinde, burjuvazinin ufku asıl olarak anayasal bir monarşi ile sınırlıydı. Ancak bir kez devrim patlak verince, burjuvazinin alt kesimlerini temsil eden radikaller inisiyatifi ellerine geçirdi. Ancak Jakobenlerin temsil ettiği alt-kesim burjuvazinin (başlıca küçük burjuvazinin) aldığı önlemler, burjuva mülkiyet haklarını tehdit etmeye yönelince, bu eğilim, burjuvazinin üst kesimlerini temsil eden uzlaşıcılar (Jirondenler) tarafından tasfiye edildi. Ve sonuçta, emekçilerin baskısıyla birlikte radikal eğilimin de üstesinden gelerek, inisiyatifi ele geçiren burjuvazi, siyasal demokrasiyi rafa kaldırarak, Napolyon’un şahsında kendi diktatörünü İmparator adı altında iktidara getirdi. Almanya, İtalya ve Japonya’da gündeme gelen burjuva devrimleri sırasında bu ülkelerin burjuvazisi, Fransız devriminde “aşırılar”ın yarattığı sorunları biliyordu. Asıl önemlisi 1848 devrimlerinin yarattığı korku idi. 1848 Haziran ayaklanmasında işçi sınıfının burjuvaziye karşı kendi bağımsız çıkarlarını elde silah savunmaya kalkışması, burjuva devrimi arefesinde olan Almanya’da burjuvaziyi korkutmuştu.
Almanya, İtalya gibi ülkelerdeki burjuva devrimlerinin “tepeden devrim”ler olmasının temel nedeni, bu devrimlerin ortaya çıktığı tarihsel süreçte (1870’lerde), kapitalizm-öncesi siyasi yapıları, kapitalist gelişmenin ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürmek için kitlelerin inisiyatifine dayanmanın çok daha büyük riskler taşımasıdır. 1848 Devrimleri, bu riski büyük bir açıklıkla ortaya koymuştur. 1848 Devrimlerinde, 1789-93 Fransız Devrimi sırasında henüz gelişmemiş olan işçi sınıfı, 19. yüzyılın ilk yarısındaki kapitalist gelişme ile birlikte tarih sahnesine çıkmıştı. İşçi sınıfı, henüz tutarlı bir programa ve birleşik bir örgüte sahip olmamakla birlikte, burjuvaziye korku salacak kadar örgütlü ve bilinçliydi. Bu koşullarda, eski rejimleri devirmek için işçi ve emekçilere siyasi inisiyatif tanımak, burjuvazinin, iktidarı proletaryaya kaptırmasına ya da en azından uzun vadede burjuva sınıf egemenliğinin temellerini sarsacak ciddi tavizler vermesine neden olabilirdi. Bu nedenle, Alman, İtalyan ve Japon burjuvazisi, toplumsal devrim riskinden kaçınmak için, üstyapıda kaçınılmaz hale gelen kapitalist dönüşümü, eski rejimin kalıntıları ile ittifak halinde, mevcut devlet yapısını dönüştürerek gerçekleştirdi. Böylece bu ülkelerdeki eski rejim kalıntıları burjuvalara dönüştüler. Almanya ve İtalya gibi ülkelerde burjuvaziyi iktidara getiren sürecin, tepeden devrimlerle, yani “kitlesiz” ve ezilen yığınların demokratik inisiyatifini dışlayan “burjuva devrimleri” ile gerçekleşmesi, bu ülkelerin burjuvazisini, her türlü gerici ittifaka açık hale getirdi. Bu iki ülkenin (bir bakıma Japonya’nın da) faşizmin anavatanı olmasının nedenlerinden birisi de budur. Marx, Alman burjuvazisini dünyanın en aşağılık, en habis ruhlu burjuvazisi olmakla itham ederken, tam da sözünü ettiğimiz olguya vurgu yapıyordu.
Özetle, “burjuva devrimi”, ancak, iktidar perspektifine sahip modern bir sınıf olan proletaryanın henüz kendisini bağımsız tarihsel eylemiyle ortaya koymadığı koşullarda belirgin bir demokratik öze sahip olabilir. Modern proletaryanın henüz bağımsız tarihsel eylemiyle tarih sahnesine çıkmadığı 19. yüzyıl ortalarına kadar burjuvazi, feodalizme karşı bütün halkı demokratik talepler etrafında kendi arkasında toplamayı başarmış, ve feodalizm karşıtı mücadeleye öncülük etmiştir. Ancak proletarya bağımsız sınıf eylemiyle tarih sahnesine çıkınca, burjuvazi, feodal biçimiyle bile olsa özel mülkiyetin hedefe konulmasının oluşturacağı tehdidin yanında, (1848 Devrimlerinde açıkça görüldüğü) gibi, ayağa kalkan emekçi kitlelerin kendisine karşı yönelme ihtimalinden duyduğu korkuyla gericiliğe ve feodal gericilikle uzlaşmaya eğilimli hale gelmiştir. Burjuva mülkiyet ilişkilerinin henüz üretici güçlerin önünde açık bir engel haline gelmediği, bu çerçevede burjuvazinin tarihsel olarak ilerici bir sınıf olmaktan bütünüyle çıkmadığı bir dönemde bile, burjuvazi, bu korkuyla, siyasal demokrasiye sırt çevirmistir. Tekellerin ve mali sermaye egemenliğinin ifadesi olan emperyalizm döneminde ise, burjuvazi, artık, gericiliğe eğilim göstermenin ve siyasal demokrasiden uzak durmanın da ötesine geçerek, (bu dönemde kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişmesinin engeli haline gelmesinin de ifadesi olarak), gericiliğin başlıca kaynağı ve demokrasi mücadelesinin asıl hedefi haline gelmiştir.
Tepeden devrimler ise, burjuvazinin işçi hareketi ve sosyal devrim tehlikesinden duyduğu korkuyla kendisini feodallerin kollarına atarak gericilikle uzlaştığı bir dönemde, emekçilerin feodal rejimlere karşı mücadelesinin burjuva mülkiyetine yönelmesi olasılığına karşı, eski rejimlerin şiddet yoluyla yıkılması yerine tepeden burjuvalaştırılması seçeneği olarak gündeme geldi.
Öte yandan 20. yüzyılda emperyalizme karşı verilen ulusal kurtuluş savaşları ile bağımsızlığa kavuşan ülkelerde, “burjuva devrim”leri ulusal kurtuluş savaşları ile içiçe girmiştir. Başta Türkiye olmak üzere, bu tür ülkelerde, ulusal kurtuluş savaşlarının ezilen kitleleri seferber etmesi, “burjuva devrimi”nin, burjuvazinin ufkunu aşan bir demokratik nitelik kazanması olasılığını gündeme getirmiştir. Ancak, bu ülkelerde burjuvazi, geri ve bağımlı karakteri nedeniyle eski rejimin kalıntısı olan sınıflarla ittifak kurduğu için burjuva devriminde tarım ve köylülük sorunu ve siyasal demokrasi konusunda adım atma kabiliyetine sahip değildi.[5] Cumhuriyet devriminin, siyasal demokrasiyi dışlayan ve “tepeden” karakteri, yalnızca devrime önderlik eden sınıf koalisyonunun bir işçi-emekçi devrimi ya da “bir toprak devrimi ihtimali karşısındaki” gerici karakterinden değil, aynı zamanda, bu tür bir gerici koalisyonu zorunlu hale getiren başka bir olgudan, yani yukarıda tartıştığımız, bir işçi-emekçi devriminin nesnel imkanlarının bulunması olgusundan kaynaklanıyordu. 1920’lerde, burjuva Cumhuriyetin yanı başında bir işçi devletinin kurulmuş ve sosyalist inşaya girişmekte oluşu, burjuvazi açısından demokratik bir devrimi çok tehlikeli bir girişim haline getiriyordu. Çünkü, emperyalizm çağında, niceliği ve niteliği ne olursa olsun, proletaryanın tarih sahnesine çıkması, burjuvazi için “demokrasi”nin aşılmaz sınırlarına işaret etmektedir. Emperyalizm çağında geri ve bağımlı bir ülkede burjuvazinin öncülüğünde ve inisiyatifinde gerçekleşen tepeden bir burjuva devriminin bırakalım kararlı bir şekilde feodal üretim ilişkilerinin üzerine gitmeyi, biçimsel bir burjuva demokrasisi konusunda bile ayak sürümesi kaçınılmazdı.[6] Çünkü Lenin’in işaret ettiği gibi, emperyalizm çağı, aynı zamanda proleter devrimleri çağıdır. Lenin’in tespiti siyasi bir slogan değil, tarihsel pratiğin kanıtladığı bir olgudur.
“Tepeden devrim” kavramına tekrar dönecek olursak, bu kavram, “devrim” kavramının içeriğini kesin bir şekilde tanımlamaktadır. Bu kavram, devrimin, salt kitleleri seferber etme özelliğine değil, sınıfsal içeriğine ya da başka bir deyişle yeni bir sınıfı iktidara getirme ölçütüne vurgu yapmaktadır. Eğer bir toplumsal seferberlik ya da tepeden büyük bir dönüşüm yeni bir sınıfı iktidara getiriyor ya da onun iktidar mücadelesini güçlendiriyorsa, bu hareket “devrim” diye adlandırılır. Şayet, zaten iktidarda olan bir sınıfın iktidarını, yeni sınıfa karşı güçlendiriyor ya da eski sınıfı yeniden iktidara getirmeye yöneliyorsa, buna “karşı-devrim” denir.
AB süreci ise, Türkiye’de iktidarda bulunan tekelci burjuvazinin iktidarını daha da perçinlemiştir. Öylesine perçinlemiştir ki, bir zamanlar, bu sınıfa karşı devrimci bir yolda mücadele edenler, şimdi onun gerici programını alkışlamaktadırlar. Eğer ille de devrim kavramını kullanmak gerekli ise, AB sürecini bir “karşı devrim” olarak nitelemek daha uygun olacaktır.
Pekdemir, liberal bakış açısı nedeniyle, demokrasinin ancak burjuvazi tarafından sağlanacağına inanmaktadır. Bu nedenle, tarihsel olarak sosyal devrim olasılığına karşı gündeme gelen “tepeden devrim” kavramını kullanarak, demokrasi düşmanı tekelci burjuvazi eliyle demokrasinin geleceğini, hatta geldiğini savunmaktadır. Oysa belirgin bir demokratik nitelik taşıyan klasik burjuva devrimlerinde bile, siyasal demokrasi, burjuvaziden çok emekçi sınıfların mücadelesi sonucunda elde edilmiş ve çoğu kez burjuvazi tarafından kısa sürede rafa kaldırılmıştır. Bu devrimlerde burjuvazinin radikal unsurlarını öne çıkmaya iten emekçi sınıfların mücadele azmi olmuştur. İngiliz burjuvazisi, 1640 Devrimi’ni izleyen süreçte, alt sınıfların eşitlikçi taleplerinin çığ gibi büyümesi karşısında, Krallığın yıkılmasının ardından kurulan Cumhuriyet’ten kısa sürede vazgeçerek, monarşiyi yeniden iktidara getirmiştir.[7] Benzer bir şekilde, burjuva demokratik devrimlerin klasik modeli olan Fransız Devrimi de, feodal monarşinin tümüyle tasfiyesinin ardından, burjuvazi ile emekçiler arasında, burjuvazinin tutucu ve ilerici güçleri (Jirondenler ve Jakobenler) arasındaki mücadele tarafından gölgelenen şiddetli sınıf mücadelelerine sahne olmuştur. Jakobenlerin tasfiyesi, Direktuar yönetimi ve en sonunda Napolyon’un imparatorluğuna giden süreç, burjuvazinin demokrasi ufkunun sınıf çıkarları ile sınırlı olduğunu ortaya koymuştur. Burjuvazinin demokrasi ufku, rekabet özgürlüğü ve özel mülkiyetin dokunulmazlığı ile sınırlıdır. Pekdemir’e göre, 6 Ekim 2004 bir burjuva devrimine işaret ettiğinden, “tepeden devrim”in mimarı, AKP ve onun arkasındaki tekelci burjuvazi olmaktadır. Daha vahimi, Pekdemir, demokrasinin ancak burjuvazi tarafından sağlanabileceğini inandığı için, tanımı gereği “demokrasi” olasılığına karşı gündeme gelen “tepeden devrim”i, burjuvazi eliyle demokrasi ihsanı olarak yorumlamaktadır.
-IV-
Pekdemir’in tarihsel materyalizmin temel kavramlarını gelişigüzel kullanmasının kaynağını, Türkiye’de egemen olan Marksizm anlayış(ları)nın sorunlu geçmişinde aramak gerekiyor. Toplumsal değişim talebinin büyük bir atılım gösterdiği 1960’lı yıllarda, ülkenin emperyalizm ve kapitalizmden kurtuluşunu hedefleyen farklı siyasi akımlar arasında yapılan yoğun tartışmalarda, farklı güncel siyasi projeleri meşrulaştırmaya yarayan tarihsel çözümlemeler önemli bir ağırlık oluşturuyordu. 1960 ve 1970’lerde, dünya ve Türkiye’deki güçlü toplumsal uyanış ve sosyalizme duyulan özlemin gücü ve yaygınlığı nedeniyle, bu tartışmalar, Marksist terminoloji ve teorik çerçeve içerisinde gerçekleşiyordu. Ne var ki, sosyalizme duyulan güçlü özlem bir yana, bu dönemde Marksist teori ve politika alanındaki birikimin zayıflığı ve modern revizyonizmin yarattığı teorik kargaşa nedeniyle, gündelik siyasetin gürültüsü içerisinde ortaya çıkan incelemeler, ciddi bir teorik temelden ve olgusal incelemeden yoksundu. İkincil kaynaklardan edinilen Marksizm bilgisi ile tarihsel materyalizmin temel ilkeleri şematik bir şekilde kavranıyor, Marx ve Engels’in yüksek bir soyutlama düzeyinde ele aldığı teorik kategoriler indirgemeci bir şekilde günlük siyasi polemiklerin konusu oluyordu. Bu dönemin sosyalizme özlem duyan devrimcilerinin önemli bir bölümü, Türkiye’nin tarihsel evrimi ile Marx ve Engels’in incelemelerinin odak noktası olan Batı Avrupa’nın tarihsel evrimi arasında paralellikler kurmaya çalışıyor, ancak modern revizyonizm tarafından çarpıtılmış sınırlı ve eksik Marksizm bilgisi nedeniyle, Türkiye’nin kapitalist bile olmadığı, olsa olsa “çarpık” bir kapitalizme sahip olduğu sonucuna ulaşıyorlardı. Şayet Türkiye’de gerçek bir kapitalizm olsaydı, “gerçek” bir burjuvazi ve “gerçek” bir işçi sınıfı bulunacak ve her şey kitaba uygun olacaktı. Türkiye’deki azgelişmişlik sorunu, kapitalizmin eşitsiz gelişmesi ve emperyalizm olgusuyla açıklanmaktan çok, milliyetçi bir retorikle ele alınan dış güçlerin oyunu teziyle ya da Türkiye’nin “dünyadaki hiçbir ülkeye benzemeyen” (!) tarihsel evrimiyle açıklanıyordu. Bugünden bakınca çocuksu gelen bu bakış açıları, ne yazık ki, bir dönemin algılayışını biçimlendirdi ve hâlâ güncel tartışmaların ana eksenini oluşturuyor.
Şüphesiz o dönemde bu bakış açısı, sadece bilgi eksikliğinden değil, teorik ve örgütsel zayıflığı koşullayan sosyo-ekonomik ve kültürel ve politik ortamdan kaynaklanıyordu.[8] 1960’lı yıllarda, bugünkü AB hayranı liberal solcuların teorik ataları, Marx’ın oldukça ihtiyatlı bir dille ve sınırlı bir bağlamda sözünü ettiği “Asya Tipi Üretim Tarzı” kavramından hareket ederek, Türkiye’deki azgelişmişlik sorununu, devletin geleneksel olarak güçlü olmasına ve bu “güçlü devlet”in, “sivil toplum”da kendi denetimi dışında bir gücün gelişmesine izin vermediği için, kapitalizmin gelişmesine öncülük edecek burjuvazinin oluşumuna sekte vurmasına bağlıyorlardı. Burjuvaziye özsel olarak ilerici bir rol atfeden bu bakış açısı, başta askeri darbeler olmak üzere, burjuvazinin sınıf egemenliğini tahkim eden gerici uygulamalardan burjuvaziyi aklıyordu. Tarihsel gelişmeyi devlet-sivil toplum ikiliği çerçevesinde kavrayan liberal ideolojiden beslenen bu yaklaşım, burjuvazinin Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana gerici siyasi ittifaklar içerisinde yer almasını ve askeri darbeler başta olmak üzere, her türden gericiliğe ve antidemokratik uygulamaya alkış tutmasını, devletin vesayetinde gelişmesine bağlamaktadır. 1960’lı yılların koşulları düşünüldüğünde anlaşılabilecek olan teorik tutarsızlıkların, bugün liberal sol akımın teorik öncüllerine dönüşmesi, ne yazık ki, solun önemli bir bölümünün 1980’li yıllardan itibaren dünya çapındaki liberal taarruzun etkisi altında kalmasından kaynaklanmaktadır.
Pekdemir’in bir diğer iddiasını ele alalım. Pekdemir’in üçüncü iddiası, Türkiye’de kapitalizm dış dinamiklerle geliştiği için, burjuva devriminin de ancak tepeden gerçekleşebileceği yönünde. Pekdemir, burjuva devrimi kavramının gerçek içeriğini anlamadığı için, dış dinamiklerle gelişen kapitalizmin burjuva devriminin “tepeden” gerçekleşeceğini savunuyor. Burada, onun mantık yürütmesi açısından bir tutarsızlık yok. Ancak liberal bakış açısı nedeniyle, kapitalizmi geliştiren dış dinamiklerin, aynı zamanda, demokratik devrimi de sağlayacağına inanıyor. Türkiye’de kapitalizmi geliştiren “dış dinamik” Avrupa mali sermayesi “olduğuna göre”, demokrasiyi de o getirecektir! Bu bakış açısı, AB’nin, Kopenhag Kriterlerinde ifadesini bulan demokrasi anlayışını “demokratik devrim” olarak görmenin yanısıra, AB’nin iki yüzyıla uzanan süreçte yaşanan sınıf mücadelelerinin ürünü olan demokratik kazanımlarının, Türkiye’ye aktarılabileceğine inanmaktadır. Oysa en basitinden, AB’den gelen “demokratikleşme” yönündeki basınç, AB ülkelerindeki demokratik kazanımların mimarı olan başta işçi sınıfı olmak üzere ilerici güçlerden değil, gerici Avrupa tekelci burjuvazisi ve bürokrasisinden gelmektedir. Bu nedenle, AB demokrasisi, tekelci burjuvazinin sınıf çıkarları ile sınırlı, emekçilerin temel taleplerini yok sayan, ırkçı, kültürel önyargılardan beslenen ikiyüzlü bir demokrasi anlayışıdır. Üstelik, demokrasi odağı olarak gösterilen AB, kendi kurumsal yapısı ve işleyişiyle de, oldukça antidemokratik bir oluşumdur. Seçimle gelmeyen ve denetlenemeyen AB Komisyonu, bütün stratejik konularda tam yetkilidir. AB anayasası referandumlarında görüldüğü gibi, Avrupa burjuvazisi ve AB bürokrasisi, en temel burjuva demokratik hak olan seçim ilkesini bile ihlal etmekten çekinmemekte, “evet” oyu çıkana kadar seçimleri yenilemeyi tartışabilmektedir.
Son olarak, Pekdemir’in “6 Ekim, gecikmiş bir devrimdir; ve bir tesellidir” ifadesine karşı, sözü, “sol-duyu”sunu kaybetmemiş değerli sosyalist iktisatçı Korkut Boratav’a bırakalım:
“AB kurumlarıyla bütünleşme sürecinin stratejik işlevi, Türkiye toplumunu mümkün mertebe dönüşü olmayacak bir biçimde kapitalizme kenetlemektir. Ancak bu kapitalizm, önceki üç yüzyılın halk mücadelelerinin mirası olan toplumsal kazanımları tasfiye etmiş; sermayenin sınırsız tahakkümünü hedefleyen bir kapitalizm olacaktır. 21. yüzyılın bir dönemecinde Türkiye bugünkü sınıf dengelerinin değiştiği kritik bir yol ayrımı ile karşılaştığında, AB bağlantıları, toplumumuzun kökten, belki ‘sosyalizan’ bir doğrultuya yönelmesini önleyebilecek bir rol oynayacaktır.”
SONUÇ YERİNE
Bugün Avrupa Birliği’ne üyelik süreci, bir dış dinamik olarak, Türkiye’deki demokrasi mücadelesi üzerinde ciddi bir rol oynamaktadır. Ama liberal solcuların savunduğu gibi olumlu yönde değil, olumsuz yönde. Öylesine ki, bir dönemin “uslanmaz devrimcileri”, AB’nin gerici ve ikiyüzlü demokrasisinden teselli bulabilmekte, bir zamanlar mücadeleleri ile DGM’leri kaldıran “devrimci sendikacılar” patronlarla sosyal barış gezileri düzenleyebilmekte ve en acısı, son yirmi yılda yürüttüğü mücadele ile, sadece Türkiye’nin değil, Ortadoğu’nun ve dünyanın politik denklemini değiştirmeyi başaran ve ezilenlerin umudu olan bir halkın aydını “iç dinamiklerle hiçbir şey yapılamaz” diyebilmektedir. İç dinamik örneğin Diyarbakır’da değilse nerededir?
[1] Ne yazık ki ömrünü emekçilerin safında mücadeleye adamış dürüst bir Kürt aydını olan Ekinci’nin AB destekçiliğini, en azından burada alıntıladığımız yazısında dile getirilen düşüncelere dayanarak, başka türlü yorumlamak mümkün değil. Kuşkusuz Ekinci, AB destekçiliğini Marksizmin açık çarpıtmasına dayalı bir şekilde yapmasaydı, AB’yi şu ya da bu nedenle desteklemesine bu yazı çerçevesinde diyecek bir sözümüz olmazdı.
[2] Burada kastedilen 1920’li yıllarda işçi sınıfı devriminin olanaklı olup olmaması değil, ulusal kurtuluş savaşı ile birleşen burjuva devriminde varolduğu kadarıyla işçi sınıfının bağımsız bir parti olarak örgütlenmeyi başarmış olması halinde, burjuva devriminin tamamlanması yönünde önemli bir rol oynayabileceğidir. Tabii ki, bu, yukarıda da vurgulandığı gibi, teorik bir olasılıktır. Ama 1920lerin Türkiyesi’ni kuşatan koşullar (Sovyetler Birliği’nin kurulması ve Yeşil Ordu gibi Sovyetlerden etkilenen güçlerin varlığı ve Mustafa Suphi ve yoldaşlarının TKPsi gibi) dikkate alındığında, bu olguyu pratik bir olasılık olarak da tartışmak mümkündür.
[3] Osmanlı tarihçiliğinin esas itibariyle geleneksel ve liberal tarihçilerin tekelinde olması nedeniyle, Osmanlı topraklarında doğrudan üretim sürecinde yaşanan dönüşümü konu edinen Marksist perspektiften yazılmış çok fazla inceleme bulunmamaktadır. Bu tür çalışmaların azlığı, Osmanlı toplumundaki dönüşümlerin, dış güçlerin baskısı altındaki Osmanlı devletinin beka stratejisi olarak gündeme getirdiği reformlar süreci olarak görülmesine neden olmaktadır. Oysa bilim ya da tarih bilimi, yüzeydeki görünüşlerle değil, derinde yatan süreçlerle, değişimi koşullayan içsel nedenlerle ilgilenir.
[4] 1923’den bu yana iktidarın burjuva sınıf karakterinin değişmemiş olması yukarıda kısmen açıkladığımız gibi belirli bir niteliksel bir değişim yaşanmadığı anlamına gelmemektedir. 1920’li yılların feodalizm kalıntısı geri toplumsal koşullarının ürünü olan tefeci – tüccar gibi unsurlardan oluşan burjuvazi, gelişme süreci içinde emperyalist sermaye ile bütünleşerek adım adım tekelci bir karakter kazandı.
[5] Ancak oldukça özgül bir toplumsal ve uluslararası siyasi ortamda gündeme gelen Çin ve Küba devrimlerinde olduğu gibi, burjuvazinin alt katmanlarının yönlendirdiği antiemperyalist ve antifeodal devrimler aslında bu önermeyi doğrulamaktadır. Çünkü bu ülkelerdeki devrimler, burjuva demokratik içeriğe sahip olmalarına karşın, esas olarak yoksul köylülüğe dayanmaları ve sosyalizmin dünya çapındaki prestiji nedeniyle kendilerini sosyalist bir söylem içerisinde var etme çabası içinde olmuşlardır. Başka bir deyişle “emperyalizm ve proleter devrimleri çağı”nda, burjuva-demokratik devrimler, burjuvazinin öncülüğü ve inisiyatifinde gerçekleşen tepeden burjuva devrimlerinden farklı olarak, burjuva toplumun sınırlarını zorlayan bir içeriğe sahip olmuştur.
[6] Yukarıda değindiğimiz gibi burjuvazinin alt katmanlarının yönlendirdiği radikal ulusal demokratik devrimler bu önermeye bir istisna oluşturmaktadır.
[7] 1660 yılındaki Restorasyon ile monarşiyi yeniden işbaşına getiren İngiliz burjuvazisi, bu sefer Krallığın feodalizmi canlandırması olasılığını engellemek için, burjuva mülkiyet haklarını ve rekabet özgürlüğünü güvence altına alacak önlemler almıştır.
[8] Bu konunun ayrıntılı analizi için Bkz. İ.Akdere ve Z. Karadeniz, Türkiye Solunun Eleştirel Tarihi-1, Evrensel Basım Yayın. İstanbul, 1994.