Teori, taktik ve günlük mücadele

Kendi teorisini, “Gözler önünde’ cereyan eden tarihsel bir hareketten doğan ilişkilerin genel ifadeleri” olarak, bilimsel bir temel üzerine oturtan Marksizm; aynı zamanda, işçi sınıfının; “tarihsel görev ve sorumluluklarının bilincine varma”sı ve “kurtuluşunu kendi eline” alması için doğrudan sınıflar mücadelesine bağlanan ideolojik bir tutum ortaya koydu. Böylece, sadece “dünyayı yorumlamakla yetinen klasik felsefenin, süre-giden “tarihsel hareketten” kopuk ve sözde “sınıflar üstü ve tarafsız”, ama gerçekte, egemen sınıflara hizmet eden özelliğine karşılık; “dünyayı değiştirme”yi esas alan bir bakış açısı ve işçi sınıfını esas alan bir ideolojik tutum, Marksist teorinin ayırt edici özelliği oldu ve onun politik mücadelede bir silah, bir “eylem kılavuzu” olarak anlam kazanmasını sağladı. Feodalizme karşı toplumsal gelişme ve ilerlemeyi savunan burjuvazi; gelişmesinin son sınırına dayandığı emperyalizm çağında, sadece sınıf çıkarları ölçüsünde ve sınıf çıkarları yararına kullanmak üzere “bilimsel” olabilirken; nihai amacı; her türlü sömürüyü ortadan kaldırarak, kendi sınıfsal varlığına da son vermek olan işçi sınıfının ideolojisi olma özelliği, Marksist teorinin bilimsel karakterini zayıflatmak bir yana; onu gerekli kılan, yani ancak, işçi sınıfı temeline oturduğu, onun mücadelesiyle birleştiği ölçüde gelişip güçlenmesini ve zenginleşmesini sağlayan bir koşul durumuna getirir ve işçi hareketinin ve Marksizm’in 150 yılı bulan tarihi de bunu kanıtlar. Marksizm’in ayırt edici yanını, sadece sınıfların varlığının kabul edilmesiyle yetinmeyip, bunu; proletarya diktatörlüğünün zorunluluğu ve bu uğurdaki mücadeleyle birleştirilmesi olarak ortaya konması, bu gerçeğin bir başka biçimde ifade edilmesi ve pratik sonuçlarına götürülmesidir.
19. yüzyılın ikinci yarısı boyunca Marksizm’in, işçi sınıfı hareketi içinde teorinin en genel sorunlarından pratik hareketin günlük sorunlarına doğru gelişen, zenginleşen; dünyada ve özel olarak Avrupa’daki işçi mücadelelerinin deneyleriyle kanıtlanan genel bir etkinlik ve zafer kazanmasıyla birlikte, artık, sapmalar; Marksizm’e karşı cepheden bir mücadele olarak ortaya çıkmadı, tersine; gerek teorik sorunlara yaklaşımda ve gerekse pratik hareketin sorunları karşısında alınan tutumlarda ortaya çıkan farklılıklar ve bunlara yön veren ideolojik-sınıfsal özelliklerle anlaşılır hale geldiler. Genel olarak Marksizm’in teorisini kabul eden Kautsky’nin “ultra emperyalizm” teorisiyle, emperyalist savaşta aldığı ve proleter enternasyonalizmine ve Alman işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarlarına ihanet eden tutumu, aynı küçük burjuva sınıfsal yaklaşımın teori ve pratikte birbirine bağlanan sonuçlarıdır. Hangisinin bir diğerinin sonucu olduğunun burada bir önemi yoktur. Ama daha sonraki işçi hareketinin deneylerinin de kanıtladığı gibi; -içtenlikle düzeltilmediği sürece- Marksizm’in teorisine yaklaşımdaki küçük burjuva özellik, pratik harekette de aynı sınıfsal karakterde tutumlara kaynaklık edebileceği gibi; pratik harekete yaklaşımdaki sınıf dışı tutum da, er ya da geç, kendi teorik temellerine yönelecektir. Burada kesin olan, Marksist bilincin doğruluğunu kanıtlayan biricik ölçünün sınıf mücadelesinde alman tutumda ifadesini bulacağı gerçeğidir.
En gelişmiş temsilciliğini Kautsky’nin yaptığı II. Enternasyonal oportünizmine karşı uluslararası planda verilen mücadelenin yanı sıra; ülke içinde sağ ve sol sapmalara karşı Marksist teorinin temelleri üzerinde sürdürülen mücadeleler içinde şekillenen ve emperyalizm ve proletarya devrimleri çağının Marksizm’i olarak da adlandırılan Leninizm; kapitalizmin emperyalizm çağına geçişini ve bunun karakteristik özelliklerini ortaya koyan teorik tahlillerin yanı sıra; demokratik devrimde proletaryanın önderliği, köylülükle ittifak ve kesintisiz olarak sosyalizme geçiş, emperyalistler arası çatışmalardan yararlanma, kapitalizmin eşitsiz gelişimi ve tek ülkede devrimin gerçekleşebilirliği, proletarya devrimi ve ulusal kurtuluş hareketleri arasında ittifak gibi, günümüzde de güncelliğini koruyan ve Ekim Devrimi ve sonrasının yaşanan olaylarıyla kanıtlanmış olan tarihi tecrübelerle de Marksizm’in ve proletarya hareketin gelişiminde daha ileri bir aşamayı temsil etti.
Özel olarak; Marksist teorinin bilimsel temelleri üzerinde, devrimci sınıf partisinin karakteristik özelliklerinin şekillenmesinde, politik strateji ve taktiklerde genel ilke ve sonuçlara kavuşmasında, Ekim Devrimi ve 1950’lere kadar uzanan proletarya diktatörlüğü döneminde ve İkinci Dünya Savaşı boyunca kazanılan başarılarla ve dünya ölçeğinde askeri ve diplomatik alanı da kapsayan tecrübelerle proletarya hareketinin cephaneliğine vazgeçilmez nitelikte devrimci silahlar kazandırdı. Ama aynı şekilde Marksizm’in ulaştığı genel sonuç ve formülasyonlardan belli somut durum ve koşullardan nasıl yararlanılacağı sorunu daha da büyük önem kazandı.
Marksizm; ideolojik bir sağlamlığı gerektiren genel teorik ilkeleri ve bunların yön verdiği programıyla; stratejik hedeflerine ulaşmak üzere, “somut koşulların tahlili”nden çıkarılan ve mücadelenin gelişip ilerlemesine hizmet eden taktikleriyle, özel olarak “sınıfın bağrında” ve onun günlük mücadelesi içinde ve onun kadar “canlı bir organizma” olan partisi ve mücadele çizgisiyle, bunu hayata geçirmede kararlı ve disiplinli kadrolarıyla, onların şahsında ve eyleminde temsil edilen ve günlük iniş çıkışları gözeten, ama sınıfın eylemini, belirlenmiş ortak hedeflere yöneltmede gösterilen yetenek ve irade sağlamlığıyla; mücadelenin objektif ve sübjektif yönlerinin kendine özgü, canlı bir bileşkesi olan partinin kesintisiz faaliyetinde somut bir anlam kazanır ve gelişir. Yerinde atılan bir sloganda, alınan somut bir tutumda, yapılan eylem çağrısında, bir fabrikada alınan bir grev kararında, sokak gösterisinde, yani sınıfın eyleminde somut ve maddi bir güce dönüşür. Marksizm, bütün bunların bilincinde olmanın, bütün bunların bilinci olmanın yolunu açar.
Devrimci bir sınıf partisi hedeflenen özellikleri, sadece teorik bir bilgiyle, sadece “sonuçların” bilgisiyle ve bir çırpıda kazanamaz, tersine; ancak, sınıfın günlük yaşamı ve mücadelesi içinde bizzat kendi deneyleriyle edinilen, yenilgi ve başarılarla, ilerleme ve gerilemelerle, bunların sağladığı deneylerle kendi faaliyetinin, aldığı tutumların daha çok bilincine vararak, saflarını arındırıp sağlamlaştırarak, sınıfın daha geniş kesimleriyle birleşerek ulaşır ve yeniden ve yeniden daha gelişmiş bir öngörüyle ve daha ileri hedeflere yönelir ve bütün bunlar, partinin teorik düzeyini geliştirir, teoriyi mücadelede bir silah olarak kullanmada ustalaşmasını sağlar.
Ülkemiz devrimci sınıf hareketi, proletarya hareketinin amaçlarını ifade eden devrimci bir program için verdiği ideolojik-teorik mücadelenin yanı sıra, taktik tutumları ve günlük mücadele çizgisiyle de başından itibaren revizyonist-küçük burjuva akımlara karşı giderek belirginleşen ve sınıf hareketinde kazandığı yer ve meşruiyetle somut bir anlam kazanan bir mücadele sürdürdü. Bugün, Emeğin Partisi olarak örgütlenmekte olan sınıfın ileri kesimleri ve giderek artan sayıda partiye yönelen genç işçilerin en önemli dayanaklarından biri; Marksizm’in bizzat kendi kaynakları, uluslararası işçi hareketinin devrimci birikimini temsil eden önderlerinin bizzat kendi eserleri ise; bir diğeri de; bugünkü koşullarda daha ileri derecede sonuçlar çıkarabileceğimiz devrimci sınıf hareketinin tecrübe ve birikimidir.
“Kendi hareketinin tarihine karşı belli bir inançsızlıkla davranan işçi, sınıf bilincine ulaşmış sayılamaz.” (Lenin, Tasfiyecilik Üzerine) ise; emperyalist burjuvazinin ve onun yardakçısı durumundaki burjuva “sol”un her türlü çarpıtama ve saldırılarına rağmen ortak sınıf duygu ve bilincinde yeni bir canlanmayı körükleyen bir mücadele sürecine girmiş bulunan uluslararası işçi sınıfı hareketinin bir parçası olan Türkiye işçi sınıfı da, işçi sınıfı tarihinin uluslararası deneylerini inanç ve güvenle sahiplenmek, revizyonizmin ve reformizmin kendi tarihinde yol açtığı tahribatların daha çok bilincine varmak, kendi sınıf tecrübelerini daha ileri düzeyde kavrayarak bilincini yenilemek zorundadır. Bu yazının amacı da konuyla ilgili bağı oranında program ve strateji sorununa değinip geçerken, tümü de birbirine bağlı bir bütün oluşturan; taktik tutum, günlük mücadele çizgisi, somut parti faaliyeti ve sloganlar sorununda, Leninist yaklaşımın hatırlanması temelinde ve mücadelenin yaşanmış somut örneklerini irdeleyerek, bizzat kendi faaliyetimizin daha çok bilincine varmamıza yardımcı olmaktır.

PARTİNİN ROLÜ VE ÖNEMİ
İşçi sınıfı; burjuvaziye ve kapitalizme karşı sosyalizm ve sınıfsız toplum için mücadelede bağımsız çıkarları olan bir sınıf olarak ortaya çıkarken; her şeyden önce Marksist teorinin bilimsel temelleri üzerinde gelişen, toplumsal gelişmenin nesnel yasaları ışığında modern toplumdaki sınıf ilişkilerinin ve kendi sınıfsal konumunun genel bir kavranışına ve bunun yön verdiği, amaçlarını ilan eden bir programa ihtiyacı vardır. Bunlar, bir sınıf partisi olmanın önkoşullarını ve “hareketin nesnel yönünü” oluştururlar. Marksizm’in genel teorisi gibi; program da, günlük hareketin dışında ve genellikle kendilerini işçi sınıfı davasına adamış aydınlar tarafından oluşturulur. Ama aynı zamanda, mücadelenin ilerleyen aşamalarında giderek daha somut bir anlam kazanarak göz önünde bulundurulması gereken ve mücadelenin bütün süreci boyunca, bir anlamda sınanıp deneyden geçerek, mücadeleye bağlandığı ve ona yön verdiği oranda maddi güce dönüşecek olan zorunlu başlangıç adımlarıdır.
Marksist teorinin kendi özüne ve ruhuna uygun olarak bir eylem kılavuzu haline gelebilmesinin veya böyle ele alınmasının temel koşulu; her dönemde sınıfın ileri kesimlerine dayanmayı esas alan sınıf partisi ve onun belli bir stratejik plan ve buna hizmet eden taktikler temelinde sürdürdüğü kesintisiz faaliyetidir ve bunlar da hareketin objektif yanına sıkı sıkıya bağlı, onu göz önüne alan, onu hızlandıran veya yavaşlatan, ama hiçbir zaman onu yaratmayan bilinçsiz sürecin bilinçli ifadesi olan sübjektif yanını oluştururlar. Programın hayata geçirilmesinde tayin edici olan da, mücadelenin koşulları tarafından belirlenen ortak bir disiplin ve sorumluluk temelinde örgütlenmiş kadrolar ve onların partinin kesintisiz faaliyetinde sınıfın günlük yaşamı ve mücadelesi içinde bizzat kendi deneyleriyle kazanılan ve tutumlarında somutlaşan nitelik ve özellikleridir. Leninizm’in gelişmesinde parti sorununun Marksizm’i ele alıştaki ayırt edici yanlarından ilkini oluşturması, mücadeledeki bu, tayin edici öneminden ileri gelir. Hareketin sübjektif yanlan, yani; bilinçleri, duyguları, sevinçleri, özlemleri ve toplum içindeki varlıklarıyla işçi sınıfı ve emekçi halk söz konusu olduğunda, onu anlamak; sadece iktidar için mücadelede değil, iktidar dönemi boyunca da olağanüstü bir öneme sahiptir. Çünkü parti; sınıfsız topluma kadar, bilinç farkları nedeniyle, değişen oranda da olsa, sınıfın sadece belli bir bölümünü kapsayacaktır. “Halk kitleleri içinde bizler hâlâ denizde bir damla gibiyiz ve ancak halkın ne hissettiğini doğru olarak ifade edebilirsek iktidarı yürütebiliriz. Yoksa Komünist Partisi proletaryaya, proletarya da kitlelere önderlik edemeyecektir ve bütün makina parçalanacaktır.” (Lenin, 11. Kongre Konuşması)
Varlığını ve geleceğini, işçi ve emekçi yığınların her türlü sömürü ve zulümden kurtuluşu davasıyla birleştirmiş gerçek bir sınıf partisi, ancak ve ancak böylesine içten bir sorumluluk bilinciyle, işçi ve emekçi yığınların güvenini kazanabilir. Burjuva egemenliğin hiçbir biçimi bu temeller üzerinde oluşmuş güvenin yerini dolduramaz. Bunun içindir ki; devrimci bir sınıf partisinin inşası, her ülkenin kendine özgü koşullan içinde gerçekleşen, sınıfın ve partinin, karşılıklı olarak ilişkilerini geliştiren ve birbirlerini güçlendiren, bizzat kendi öz deneylerini gerektiren belli bir süreci kapsar. Lenin gibi, kendi hasımlarının bile, bir deha olarak hakkını teslim ettikleri bir öndere sahip olan Bolşevik Partisi’nin, RSDİP içindeki Bolşevik Grup’tan devrimci bir sınıf partisi haline gelmesi, 1900’lerden, 1912’lere uzanan ayaklanma, yenilgi, ilerleme ve gerilemeleri, bunların deneylerini kapsayan çok yönlü bir mücadele döneminin ürünü olması; sorunun önemini gösterir.
Bu, aynı zamanda sınıfla politik ve örgütsel bağların teşekkül etmesi ve sağlamlaşması, sınıfın ileri kesimlerinin mücadele içinde bir parti olarak ortaya çıkmaları sürecidir ve her ülkenin kendi koşullarına özgü biçimlerde, uluslararası koşulların da şu veya bu yönde etkisi altında gerçekleşir. Partinin strateji ve taktiği, günlük mücadele çizgisi böyle bir süreç içinde giderek daha somut bir anlam ve önem kazanır. Mücadeledeki tutumu; kadrolarının faaliyetinde ve eyleminde, sınıfın daha geniş kesimleri nezdinde ayırt edilir hale gelir.
Ülkemizde devrimci sınıf hareketinin gelişimi de, uluslararası planda işçi hareketinde modern revizyonizmin egemenliğine, küçük burjuva ‘sol’ akımların etkilerine karşı çok yönlü bir mücadeleyi, yenilginin yol açtığı etkilere, tasfiyeci saldırılara karşı mücadelelerle birleştiren ve azımsanmayacak bedellere mal olan bir süreci kapsar. Bu dönem boyunca gerek parti ve örgüt mefhumunun kavranmasında gerekse sınıf hareketi ve sınıfın ileri kesimleriyle bağlar açısından ilan edilmiş amaçlarına bağlılıktaki içtenlik ve sorumluluk bilinci sınıfın ileri kesimleriyle giderek sağlamlaşan bağların gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Bugün Emeğin Partisi olarak örgütlenmekte olan sınıfın ileri kesimleri ve genç işçilerin giderek kendilerine daha da güven kazanan politik gelişimi; devrimci sınıf hareketindeki ayırt edilir hale gelmenin de göstergesidir. Ama gene günlük mücadelede ortaya çıkan zayıflıklar ve yetersizlikler de; ülkemizin kendine özgür koşullarında, diğer etkenlerin yanı sıra, uzunca bir süreci kapsayan ve ağırlıklı olarak sınıf dışında örgütlenmiş bir örgütle sınıfa yönelik faaliyet sürdürmenin yol açtığı alışkanlıkları, yarattığı zayıflıkları hızla aşabilmek için; sınıfın kendi tecrübelerini anlama, onlardan daha ileri sonuçlar çıkarma, bizzat kendi rolümüzün bilincine varma, sınıfın daha geniş yığınlarının örgütlenme ve mücadele yeteneğini geliştirmeye önem veren daha bilinçli bir faaliyet sürdürme ve bilincimizi her günkü hareketin deneyiyle tazeleyip geliştirme konusunda giderek artan sorumluluklar yüklemektedir.

PARTİ FAALİYETİNDE STRATEJİNİN ROLÜ VE ÖNEMİ
“Programın direktifleri tarafından yönlendirilen ve iç (ulusal) ve uluslararası planda mücadele eden güçlerin değerlendirilmesine dayanan strateji, doğan ve gelişen güçler ilişkisinden en iyi sonuçların elde edilebilmesi için proletaryanın devrimci hareketinin yöneltilmesi gereken genel yolu, genel yönü saptar. Buna uygun olarak, proletaryanın ve müttefiklerinin güçlerinin toplumsal cephedeki mevzilenme planını ortaya koyar (genel mevzilenme planı)… Bu, stratejinin, kendini yolun saptanmasıyla ve proletaryanın kampındaki savaş güçlerinin mevzilenmesi planının ortaya konmasıyla sınırlayacağı anlamına gelmez; tersine, strateji savaşı yönetir ve emri altındaki yedeklerden akıllıca yararlanıp, taktiği desteklemek üzere onlarca manevralar yaparak tüm dönüşüm dönemi boyunca mevcut taktikte düzeltmeler yapar.” (Stalin Strateji ve Taktik)
Ülkemiz koşullarında işçi sınıfı partisinin asgari programı; emperyalizme ve işbirlikçi egemen sınıflara karşı, işçi sınıfı öncülüğünde, başta köylülük olmak üzere, kırın ve şehrin emekçi sınıflarıyla ittifak temeline dayanan halkın demokratik egemenliğini hedefler. Dolayısıyla mücadelenin bu aşamadaki hedefleri sadece işçi sınıfının değil, halkın büyük çoğunluğunun çıkar ve özlemlerini kapsar. İşçi sınıfının ancak mücadele içindeki tutumu ve yeriyle elde edebileceği öncülük rolü, ona, koşullarını olgunlaştırarak, emekçi halkın çoğunluğunu ikna edebildiği ölçüde, kesintisiz bir şekilde sosyalizme geçiş olanağı sağlar.
Stratejik plan, işçi sınıfının öncülüğünü güvence altına alacak şekilde, köylülük temel olmak üzere, diğer emekçi sınıflarla ittifakı, orta burjuvaziyi tarafsızlaştırmayı esas alır. Emperyalistler arasında, egemen sınıf klikleri arasında ortaya çıkması muhtemel olan çelişki ve çatışmalar devrimin dolaylı yedeğini oluşturur. Ama sadece, bunun böyle belirlenmiş olması kendi başına bir anlam ifade etmez, stratejik bakış açımız her günkü mücadelede göz önünde bulundurulduğu ve mücadeleye bilinçli katılımın temel koşullarından biri haline getirildiği ölçüde, hedeflenen sınıflar mevzilenmesinin gerçekleşmesini kolaylaştırır ve güvenceye alır. Bu da, işçi sınıfının dostlarını bilmesi, onlarla birlikte mücadelenin yollarını bulması, onlara kendini bağımsız bir sınıf, ama ortak çıkarlarının en tutarlı savunucusu bir müttefik olarak kabul ettirmesini öğrenmesi demektir.
Bir örnek vermek gerekirse; Antep’te dokuma işçilerinin sendika, sigorta, sekiz saatlik işgünü için sürdürdükleri kitlesel grevin ardından, Antep orta ve küçük sanayicileri de dâhil olmak üzere, küçük esnaf, sanatkâr vb. halk kesimlerinin, Irak ambargosu ve Pazar üzerindeki baskıları ve sıkıntıları dile getiren miting çağrıları oldu. Bu konuda alınacak taktik bir tutumun işçi sınıfı açısından stratejik önemi nedir? Günlük çıkarlar açısından bakıldığında; işçilerin, dün kendilerine karşı en acil talepleri için mücadele ettikleri küçük ve orta sanayicilerin de katıldığı bir mitingi desteklemek anlaşılamaz. Ama sınıfın ve emekçi sınıfların uzun vadeli çıkarları, partinin stratejik bakış açısı göz önüne alındığında; sınıf bilinçli işçilerin, orta burjuvazinin de dâhil olduğu halk kesimlerinin kısmi de olsa; anti-emperyalist, anti-tekel taleplerini desteklemesi, program hedefleri açısından; orta burjuvazinin tarafsızlaştırması, bağımsızlık talebini tutarlılıkla savunma, ulusal ve halkçı ekonominin propagandasını yapma konusunda, işçi sınıfına olanak sağlar. En önemlisi, emekçi halk kitleleri göz önünde, işçileri, sadece kendi dar çıkarlarını savunmakla yetinen bir sınıf olmaktan çıkarıp, toplumun ve ülkenin çıkarlarını gözeten, toplumsal mücadelede dikkate alınması gereken bir güç olarak algılanmasını sağlar. Sınıfın öncü rolünün güçlenmesine şu veya bu ölçüde katkıda bulunur. Bu, sendika, sigorta ve sekiz saatlik işgünü mücadelesini zayıflatmaz, tersine, işçilerin taleplerini daha güvenle savunmalarına destek olur. İşçi şunu diyecektir; “Sen ekonomik durumunu benim sırtımdan değil, emperyalizme, işbirlikçi tekellere karşı mücadeleyle düzeltebilirsin ve ben, bunun için de mücadele ediyorum ve bu mücadelenin de en tutarlı savunucusuyum.” Burada, sorunun esas yanını, orta boy sanayicilerin ikna edilmesinden çok; sınıfın, halkın çoğunluğunun çıkarlarını temsil etmekte olduğunun anlaşılması, ülkenin geleceğinde söz sahibi, bağımsız bir sınıf, ama halkın çoğunluğunun çıkarlarını bilinçle temsil eden bir müttefik, giderek öncü sınıf olarak ortaya çıkması ve bunun stratejik önemi oluşturur. Son dönemlerde Eskişehir, Çorum, Akyazı vb. yerlerde düzenlenen köylü eylemleri gerek sınıf özellikleri, gerekse; taleplerinin içeriği açısından işçi sınıfı partisinin aynı stratejik bakış açısıyla ve önemle ele alması gereken eylemlerdir. Dolayısıyla, stratejik bakış açısı günlük mücadelede her zaman bize yön veren bir doğrultu olmalıdır. Bu, sınıfın politik güç ve etkinliğini artırdığı gibi; mücadelenin daha ileri mevziler elde ederek, daha ileri hedeflere yönelmesini kolaylaştırır. Sınıfın daha ileri derecede kendi çıkarlarının bilincine varması, ortak bir sınıf duygusuyla hareket etmesini sağlar. Aksi takdirde, mücadele; günlük hedefler içinde, dar sınırlar içinde boğulur ve bu da, işçi sınıfının zararına olan sonuçlara yol açar.
Bir başka örnek; sendika yönetimlerinin işbirlikçi tutumlarına karşı sınıfın sendikal mücadelesinde giderek önem kazanan sendikal platformlara karşılık, burjuva “sol” parti ve akımların desteğinde, işbirlikçi sendika merkezleri ve memur sendikalarını da yedekleyerek geliştirilmeye çalışıla-an sözde “demokrasi platformları” karşısında sınıf bilinçli işçilerin, başlangıçtaki zayıflıkları aşarak giderek netleşen tutumudur. Yerel sendikal platformlar bir yandan, kendi bağımsız karar alma ve hayata geçirme tutumlarını korurken; aynı zamanda “demokrasi platformlarında somut hedefler için, birlikte hareket edilebilecek güçlerle eylem birlikleri yapmaktan kaçınmadılar. Böylece işçi sınıfı için stratejik önemi olan sendikalarda, sınıfın bilincini köreltecek ittifaklardan kaçınılıp sınıfın bağımsızlığı korunurken, birleştirilebilecek güçlerle birlikte olmaktan kaçınılmamış oldu. Bu tutum, hayata geçirildiği ölçüde, günlük mücadelenin gelişimini güçlendirdiği gibi; sınıfı yedeklemeye çalışan manevraların etkisini kırmaya da hizmet etti. Yani stratejik hedeflerin gözetilmesi, günlük mücadelenin anlamının ve sorunlarını daha ileri derecede kavranmasına ve sınıf dışı akımlara karşı daha doğru bir tutum alınmasına ve sınıfın her günkü mücadelede diğer sınıflarla ilişkilerinin daha çok bilincine varmasına hizmet eder.

PARTİ FAALİYETİNDE TAKTİĞİN ROLÜ VE ÖNEMİ
“Taktik, stratejinin direktifleri ve devrimci hareketin hem kendi ülkesindeki hem de komşu ülkelerdeki deneyleri tarafından yönlendirilir; hem proletaryanın ve müttefiklerinin güçlerinin durumunu (yüksek ya da düşük kültür düzeyi, yüksek ya da düşük örgütlenme ve bilinç derecesi, çeşitli geleneklerin varlığı, hareketin ve örgütlenmenin çeşitli biçimlerinin varlığı, temel ve yardımcı biçimler), hem de düşman kampındaki güçler durumunu her an göz önünde bulundurur ve düşman kampında-. Ki her uyumsuzluktan ve her karışıklıktan yararlanır. Taktik, (stratejik planda ortaya konan güçlerin mevzilenmesini gerçekleştirmek amacıyla) geniş kitleleri devrimci proletaryanın safına kazanmak ve onları toplumsal cephede mücadele mevzilerine çekmek için stratejinin başarılarım en güvenli bir biçimde hazırlamada izlenmesi gereken somut yolları gösterir. Buna uygun olarak partinin sloganları ve direktifleri bunlar tarafından belirlenir ya da değiştirilir.”
Doğru bir taktik çizgi, mücadelenin gelişme seyrinin canlı bilgisini, mücadele eden güçlerin karşılıklı ilişkilerinin, mücadelenin her anında izlenmesini, kendi güçlerini ve olanaklarını bilmeyi ve bunları her somut durumda, stratejik hedeflerle ilişkisi içinde, en iyi şekilde değerlendirmeyi amaç edinir. Sadece durumun ne olduğunu değil; her somut durumda neyi nasıl yapacağını bilmek demektir. Her parti organı hem doğru bir taktik çizginin izlenmesine olanak sağlayacak canlı parti bilgisinin oluşmasının, hem de hayata geçirilmesinin bir unsuru olarak onun sorumluluğunu taşır.
Sorunu somutlaştırmak açısından, devrimci sınıf hareketinin son on yılda izlediği taktik çizginin somut koşullara göre kazandığı özellikleri kısaca özetleyerek irdelemek; içinde bulunduğumuz sürecin daha somut olarak kavranmasına ve özel olarak da, Emeğin Partisi’nin günlük faaliyetinde, sloganların ele alınışında ve taktik tutumlarında yer yer ortaya çıkan ve somut koşulların sağladığı olanaklardan ve araçlardan en iyi şekilde yararlanma konusunda zayıflıklar yaratan gecikme ve belirsizliklerin daha hızlı bir şekilde giderilmesine yardımcı olacaktır. Bugünden geriye baktığımızda; politik koşullarda, sınıf ve güç ilişkilerinde, örgütlenme ve mücadele biçimlerinde, kesin dönemeçler yerine, bazı yönleriyle farklılaşan özellikleriyle iniş ve çıkışlar veya dalgalanmalar gösteren üç dönemden söz edebiliriz.
Birincisi; 12 Eylül sonrası dönemde, ’84’lerden itibaren, bir yandan, işçi hareketinde ilk canlanma belirtilerinin uç vermesi (Derby-Dora, Netaş grevi, en ileri örnekleri olarak gösterilebilir.), yarı yarıya varan ücret kayıpları başta olmak üzere sendikal haklara vurulan darbelerin sonuçlarının daha açık biçimde ortaya çıkması, işçi sınıfının yaşam koşullarındaki ağırlaşma ve mücadele öğelerinde birikim, öte yandan; burjuva cephede, burjuva partilerin kendi varlıklarını savunmakla sınırlı olmak kaydıyla, anayasanın bazı maddelerini gündeme getiren tartışmaların körüklediği, halk kesimlerinde ortaya çıkan politik canlanma eğilimleri. “Sol” partiler ve aydınlar arasında parti kurma tartışmaları; uluslararası planda Gorbaçovculuk ve sahte liberalizm rüzgarlarının etkisi; ülke içinde yenilginin yol açtığı yılgınlık, inanç sarsıntısı ve güvensizliğin etkisi altında, TKP de dahil olmak üzere revizyonist ve küçük burjuva “sol”un belli başlı akımlarını saran ideolojik ve örgütsel tasfiye dalgası. Bütünüyle sınıf hareketinden kopuk bir platformda cereyan eden, sözde “sosyalistler” arası birlik tartışmaları.
Kabaca özetlemeye çalıştığımız bu koşullarda, devrimci sınıf hareketi tasfiyeci saldırılara karşı ideolojik ve örgütsel temellerini sağlam bir mevziden savunmayı, sorunlarını; meşru, örgütsel platformlarında ve sınıf hareketinin pratik sorunlarına bağlayarak tartışma ve çözmeyi esas alan bir çizgi izledi. Güçlerini fabrika ve işletmelerde yoğunlaştırarak, günlük faaliyetini; sınıfın ileri kesimleriyle bağlar kurma, sınıf hareketine ve sorunlarına nüfuz etme gibi, somut görevler üzerinde yoğunlaştırırken, bir yandan merkezi yayınlarıyla, öte yandan; mümkün olan bütün araçlarla günlük ajitasyonu yoğunlaştırmaya yöneldi. ‘Harekette canlanma ve güçlerini toparlama’ diye özetleyebileceğimiz bu süreçte ’89 ‘Baharı’na doğru geldiğimizde, belli başlı merkezlerde günlük faaliyetin organik bir yapıya kavuşturulması, sınıfın ileri kesimleriyle kurulan bağlar, dağınık parti çevrelerinin genel olarak partiyi sahiplenme tutumuna girmesi ve hareketin sorunlarına nüfuz etme açısından asgari adımların atılmış olması gibi gelişmeleri göz önüne aldığımızda, belli bir yolun alınmış olduğunu söyleyebiliriz. Bunu, işçi hareketinde patlak veren ve birçok özellikleriyle, sınıf hareketindeki dinamiklerin önemli boyutlarda ortaya çıkmasına olanak sağlayan “Bahar Eylemleri” izledi.
Bugünden bakıldığında, bazı sorunlarda, daha sonra aşırı bulabileceğimiz vurgulara rağmen; ‘sorunlarını, meşru, örgütsel platformlarında ve sınıf hareketinin pratik sorunlarına bağlayarak çözme’yi, ‘kavranacak esas halka’ olarak almasının devrimci sınıf hareketinin taktik çizgisinde, daha sonraki gelişme süreçlerini de etkileyen belirleyici bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Bu tutum, ‘sol’ hareketin içinde bulunduğu, uluslararası gelişmelerle birlikte yenilginin yol açtığı etkiler altında ve işçi sınıfına, Marksizm’in teorik temellerine ve tarihsel kazanımlarına karşı güvensizliği ve inançsızlığı körükleyen; sınıf hareketinden kopuk oluşu nedeniyle de, bütünüyle spekülatif bir karakter kazanan, ideolojik ve örgütsel tasfiye platformundan kesin bir kopuşu ifade eder. Böylece, devrimci sınıf hareketi, sınıf mücadelesinin ve onun somut sorunlarının nesnel zemini üzerinde, kendi ideolojik tutumunu sağlamlaştırdığı gibi, teorik mücadele alanında da; bunun yeterince ve gerektiği kadar değerlendirilip değerlendirilememesinden bağımsız olarak, daha güçlü mevzilere sahip oldu.
İkincisi; ‘89 ‘Baharı’yla başlayıp, ‘92 başlarına kadar devam eden süreci kapsar. Geri ve dolaylı biçimlerden başlayıp giderek açık kitle eylemlerine doğru gelişen ve bütün emekçi sınıfların sempatiyle karşıladığı, büyük çoğunluğu sendika yönetimlerine rağmen gelişen ve yer yer sendika yönetimlerini de hedef alan eylem dalgası, sınıfın ileri kesimlerindeki mücadele birikim ve inisiyatifinin gelişmesine olanak sağladığı gibi; gelişim seyri içinde, kısmi siyasal özellikler kazanarak eylemlerin açık talebi olarak ilan edilmemiş de olsa, kısmi siyasal sonuçlara yol açtı. Burjuva cephedeki politik çelişkileri daha da açığa çıkardı ve işçi sınıfının politik gelişimine somut olanaklar sağladığı gibi; Kürt emekçi halkının kitlesel mücadelelere yönelişinde de, teşvik edici bir rol oynadı. Bu dönemin egemen sınıflar cephesindeki en belirgin siyasal gelişmesi, daha sonraki süreçte giderek artacak olan generallerin burjuva partilere, hükümetlere ve günlük politikaya açıktan müdahale eğilimini (Sansür Sürgün Kararnamesi) ortaya koymasıdır.
Gerek işçi sınıfı, gerekse devrimci sınıf hareketi açısından önemli bir atılımı temsil eden ’90 1 Mayısı gelişmelere yeni bir ivme kazandırdı. Zonguldak direnişi ve metal grevleriyle hareket daha ileri özellikler kazanmaya başladı.
İşçi hareketinin bu dönemdeki doruk noktasını oluşturan Zonguldak Direnişi’nin yenilgiyle sonuçlanmasının ardından ve uluslararası gelişmelerin seyrinde yeni bir dönemeci temsil eden, Irak saldırısı, emperyalist demagoji kampanyası eşliğinde revizyonizmin çöküşü ve seçimlerle birlikte egemen sınıflar; generaller desteğinde, burjuva reformizmini ve Kürt hareketindeki reformist eğilimleri de yedekleyerek, stratejik bir saldırı kampanyasının temellerini attılar ve yeni bir dönemece yol açan manevralar yaptılar. Kürt ulusal hareketinin ortaya çıkış biçimi tarafından koşullandırılan sınırlılık ve zayıflıkları, ağır taktik hata ve yalpalamaları değerlendirerek başlatılan demagojik saldın kampanyasının ön cephede görünmeyen hedefi sınıf hareketini zayıflatmak ve diğer halk kesimleriyle ve özel olarak Kürt halk hareketiyle birleşme olanaklarına darbe vurmak olarak anlam kazandı.
Hareketteki gelişmeler, burjuva ‘sol’ akımların üzerinde bulunduğu ideolojik platformu fiilen sona erdirdi. Onlar, demokrasi bayrağını egemen sınıflara bırakan, liberal bir muhalefet çizgisinde platformlarını yenileme ve işçi sınıfının rolünü zayıflatmak üzere diğer emekçi sınıflar hareketine tutunma çabası içine girdiler.
Devrimci sınıf hareketinin pratik mücadelenin ihtiyaçlarına ve görevlerine bağlanan taktik çizgisi, sınıf hareketinin sorunlarına nüfuz etmesine, sınıfın belli başlı eylemlerinde fiilen yer almasına, onların gelişimine yardım etmesine ve sınıfın ileri kesimleriyle daha ileri bağlar kurmasına olanak sağladı. ’90 1 Mayısı’nda sınıfın ileri kesimlerince açıkça benimsenen taktik tutumu, devrimci sınıf hareketinin politik ve taktik olarak bütün burjuva ‘sol’ akımlarla arasındaki farklılığın somut olarak anlaşılmasını sağlayan bir gösterge oldu ve daha sonraki gelişimini güçlendirdi. Gene, Irak saldırısı karşısında alman tutum sınıfın politik gelişimini sağlam temellere oturtma amacına hizmet etti. Bu dönem boyunca öne sürülen ve yaygınlaşan ‘iş, ekmek, özgürlük’ sloganı, sınıfın taleplerini özlü olarak ifade ettiği gibi, günlük mücadele hedeflerini de güçlendirdi.
Öte yandan, sınıf hareketinin merkezinde yer alması, onun bütün sorunlarıyla yüz-yüze gelmesi, ağırlıklı olarak sınıf dışında bir örgüt olarak şekillenmenin yarattığı ve ağır tasfiyecilik yıllarının daha da güçlendirdiği sınıfa yabancı yaklaşımların, sınıfın günlük yaşamıyla birleşmede gösterilen zayıflıkların ve bunların beslediği alışkanlık ve eğilimlerin devrimci sınıf hareketi saflarında açıkça su yüzüne çıkmasını sağladı. Bunlar, bir yandan, sınıfın ileri kesimleriyle güçlerini yenilemeyi sekteye uğratırken; öte yandan; mevcut olanakları değerlendiren ve mücadeleyi geliştiren sloganlar öne sürme, her tür örgüt ve mücadele biçiminden yararlanma ve karşı devrimin saldırılarını boşa çıkaracak manevralar yapabilme, taktik çizgiyi somutlaştırma ve güçlendirme gibi, kapsamı genişleyen görevler karşısında yeteneksizlik ve yer yer direnme eğilimlerine yol açtı. Ama aynı zamanda, devrimci sınıf hareketinin kendi sorunlarını da, somut olarak anlamasını ve önüne koymasını sağladı. Sınıf hareketinin içinde bir örgüt olarak, ona karşı sorumluluk ve görevlerini yerine getirebilme temelinde, faaliyetin ve mücadelenin belli başlı alanlarında yenilenme ve daha sonraki dönemin belli başlı gelişmeleri bu sorunun önemini bütün boyutlarıyla ortaya çıkardı.
Üçüncüsü; ’92’lerden itibaren Kürt ulusal hareketinin izlediği çizginin zayıflıklarının ve küçük burjuva grupların anarşizan eylemlerinin malzeme yapıldığı her fırsatta şovenizmin körüklendiği demagoji kampanyaları eşliğinde politik ortamın terörize edilmesi, faşist terör kurumlarının yenilenmesi, işkence ve yargısız infaz diye adlandırılan cinayetlerin yoğunlaştırılması, işten atmalar, özelleştirme ve gerçek ücretlerde düşüşün sürmesi ve ’94 Nisanında olduğu gibi ekonomik açıdan bütün emekçi kesimleri etkileyen saldırı ‘paketleri’nin gündeme getirilmesi. Terör yöntemlerinin ağırlık kazanmasına bağlı olarak burjuva partilerin, parlamentonun ve ‘seçilmiş’ hükümetlerin; generaller, polis şefleri ve diğer terör kurumları karşısındaki yerinin daha zayıflaması, adeta generallerin günlük yönetimi altına girme doğrultusundaki açık eğilim.
Bugüne geldiğimizde, egemen sınıflar cephesinde, burjuva partiler ve diktatörlüğün belli kurumlarını da içine çeken ve özellikle “Susurluk Kazası” olarak bilinen olayın ardından daha da hızlanan çatışma ve yer yer çözülme belirtilerinin ortaya çıkışıyla birlikte; ağırlıklı olarak ABD politikalarına bağlanmış bulunan generaller, burjuva partiler alanı çerçevesinde, RP’yi hedef alıp, diğer büyük çoğunluğunu da yedekleyerek, politik strateji ve taktik dayatma ve hareketin günlük temposunu hızlandırma ve elde tutma yoluna girdi. Böylece, burjuva partiler ve belli başlı devlet kurumları, koalisyon veya muhalefet olarak, generaller tarafından çizilen çerçevede, egemen sınıfların büyük bir bölümünün çıkarlarını da güvenceye alacak şekilde, generaller tarafından belirlenen işbölümüne uygun olarak rollerini üstlenmeye mahkûm edilmiş bulunuyor. Yani, burjuva politik partiler cephesi, ABD ve generaller tarafından belirlenen ve dayatılan politik strateji ve taktikler doğrultusunda ve askeri bir kesinlik ve üslupla yönlendirilen günlük politikanın basit bir eklentisi ve ‘memur’u durumuna düştüler.
Karşı devrimin politik manevralarının alabildiğine yoğunlaştığı, bizzat bu çerçevede yapılan yaygaralarla, işçi ve emekçi hareketinin geriye atılmasının hedeflendiği bu dönemde ortaya çıkan eylemlerin ve mücadelelerin genel karakterine daha yakından bakıldığında; yer yer kısmi siyasal özellikler kazansa da; kimi durumlarda sendika ağalarının ihanetine karşı açık tepkilere dönüşse de; sınıfın kendi sorunları için mücadele, yani dar anlamıyla sendikal mücadele sınırları içinde kaldı. Bir örnek vermek gerekirse; özelleştirmenin sınıfın ortak sorunlarının bir parçası olarak sahiplenilmesi yerine; Yatağan, Soma, Petkim işçilerinin bir sorunu olarak kalması daha ileri mücadelelere doğru gelişmenin önündeki temel engel olarak ve daha somut biçimde ortaya çıktı. Ama aynı zamanda, ortak bir sınıf olarak hareket etme ihtiyacını daha anlaşılır hale getirdi. Bu mücadeleler içinde farklı partilere oy veren, farklı ideolojik etkiler altındaki işçiler, ortak çıkarları için birlikte mücadele etme konusunda, AŞTİ ve Antep örneklerinde olduğu gibi; sınıfın diğer kesimlerini etkileyen örnek tutumlar geliştirdiler. Sınıfın ileri kesimleri, sorunlarını, sadece kendi dar sınırları içinde değil; diğer sınıflarla ilişki alanında, sadece ortak bir sınıf bilinciyle hareket etmek ihtiyacı değil; aynı zamanda bunu yerine getirme bilinç ve sorumluluğu daha da büyük önem kazandı. Çıkar ve özlemleri için mücadeleye atılan diğer emekçi sınıfları ve ülkenin geleceğini, egemen sınıfların ve generallerin manevralarına terk etmenin, kendi somut sınıf çıkarları için taşıdığı tehlikeleri de, yaşanan olaylar içinde daha yakından ortaya çıktı. Sadece sınıf bilinçli işçilerin belli bir kesimini değil, sınıfın mücadeleye atılan daha geniş kesimlerinin güç, enerji ve yeteneklerini birleştirecek, sınıfa kendine olan güvenini daha da geliştirip güçlendirecek siyasal bir parti sorunu, bu koşullarda somut bir gerçek haline geldi. Bunun pratik anlamı; sınıf partisi sorununun, giderek devrimcileşen işçileri kapsamış da olsa; esas itibariyle kendini devrim ve sosyalizm davasına adamış devrimcilerin sorunu olmakla kalmayıp; devrimcilerle birlikte, sınıfın ileri kesimlerine, yani, gerçek sahiplerine mal olmasıdır. Dolayısıyla, bu davaya canı da dâhil olmak üzere her şevini feda eden, mücadelenin sıra neferlerine karşı bir sorumluluğun da yerine getirilmesidir. Sorumluluğunun bilincinde olan devrimci sınıf hareketi; bu dönem boyunca, güçlerinin yetersizliklerine ve zayıflıklarına rağmen; faaliyet ve mücadele koşullarındaki kendine özgü zorluklara ve zorunluluklara rağmen; politik taktiklerini hayata geçirmedeki yetenek eksikliklerine rağmen; egemen sınıflar karşısında işçi ve emekçi halkın çıkarlarının en tutarlı savunucusu, en tutarlı politik çizgi ve tutumun temsilcisi oldu ve bu sürecin başlarında önüne koyduğu “sınıf hareketinin içinde bir örgüt olarak, ona karşı sorumluluk ve görevlerini yerine getirebilme temelinde, faaliyetin ve mücadelenin belli başlı alanlarında yenilenme” görevini yerine getirmede daha ileri bir noktaya geldi, işçi sınıfı, kendi saflarından, giderek daha geniş kesimlerinin güvenini kazanan ve sayılan kadar, kendilerine güveni de artan; kendi hareketinin kararlı temsilcilerini ortaya çıkarmaya başladı. Bu dönemin en önemli kazanımlarından biri budur. Bu kazanımın somut ifadesi ve ürünü olan Emeğin Partisi’nin ve onunla birlikte işçi ve emekçi halk hareketinin en önemli destek ve dayanağı durumundaki günlük gazetenin, kendi platformlarında gelişip güçlenmesinin işçi sınıfının ve emekçi halkın, daha ileri mücadelelere hazırlanması açısından taşıdığı önem; sınıf bilinçli işçilerin giderek daha açık bir şekilde farkına vardığı ve sahiplendiği bir görev olarak önemini korumaktadır. Kendi yolunda ilerlemenin koşulu ise, sınıfın ve emekçi sınıfların mücadelesini ortak hedeflere yöneltmeyi amaç edinen stratejik bir perspektif ve bağımsız sınıf taktikleri ışığında, sınıfın günlük yaşamı ve mücadelesi içinde, sınıfının bilinçli bir neferi olarak sürdürülen günlük parti faaliyetinde somutlaşmaktadır.

GÜNLÜK PARTİ FAALİYETİ
Günlük parti faaliyeti; bilincin, hareket halindeki kendi somut temeli üzerine oturması, sınıfa hizmet eden bir özellik kazanması, aynı zamanda sınıfın ve partinin kendi öz deneyleriyle sınanması, özümsenmesi ve benimsenmesidir. Bu nedenle de, sadece kendi genel amaçlarının ve bunları nasıl gerçekleştireceği konusunda çeşitli ülkelerin deneylerinin bilgisi, partinin genel planda izlediği çizginin bilinmesi; günlük parti faaliyeti sürdürmede gerekli, ama yeterli değildir. Faaliyet alanında veya birimde işçilerin durumu, mücadele, örgütlenme deneyleri, bunlardan çıkardığı sonuçlar ve genel bilinç düzeyi gibi somut durumun canlı bilgisi olmadan, bunları gözetmeden, kabaca kendi kafasındakilerin aktarılması ‘havada kalan’ bir faaliyet olarak anılmaya mahkûm olur. Bunun içindir ki, günlük parti faaliyetinin, ‘sınıfın içinde’, ‘sınıfın bir parçası’, sınıfın bir mensubu olarak veya sınıfın mensuplarına ve onların, kapitalizmin sömürüsüyle her gün yüz yüze geldikleri fabrika ve işletmelere, sosyal yaşamlarının cereyan ettiği işçi semtlerine dayanarak sürdürülmesi, Emeğin Partisi’ni diğer herhangi bir akımdan ayıran en önemli özellik olarak geliştirildiği ölçüde sınıfın daha geniş kesimlerini etkileme, onların partisi olarak benimsenme olanağı artar.
Günlük parti faaliyetinin bir yanı; parti merkezinin somut koşullara ve mücadelenin ihtiyaçlarına göre, ülke çapında, programını esas alan, stratejik ve taktik açıdan mücadelenin çıkarlarını gözeten hedefler ortaya koyması ve bunların anlaşılmasında hayata geçirilmesinde; gelişimini izlemesi, koşullardaki değişmelere ve gelişmelere göre değişiklikler yapması ve somut eylemlere dönüşümünde, yaygınlaşmasında, eylemlerin örgütlenmesinde, amaçlarına ulaşmasında, parti güçlerinin gelişmesinde, görevlendirilmesinde yardımcı olmak ve yön vermek sorumluluğu olarak ortaya çıkar. Parti merkezinin bu görevleri yerine getirebilmesi doğaldır ki; partinin ve sınıf hareketinin bütün bilgisinin sözlü veya yazılı olarak, parti yayınları vb. araçlarla ama mutlaka parti merkezinde yoğunlaşmasını gerektirir. Yani Parti Merkezi; ‘yaprak kımıldasa’ haberi olmalıdır ki, doğru karar verebilsin, kararlarını somutlaştırabilsin, değiştirebilsin veya geliştirsin. Bu bilginin sürekli olarak yenilenmesinden, objektif olmasından (yani hiçbir kişisel duygu, abartı ve yorum katmadan) partinin bütün organları sorumludur ve bu görevin sürekli olarak ve yenilenerek yerine getirilmesi sınıf hareketinin bütününün çıkarlarıyla, mücadelenin geleceğiyle ilgilidir. Emperyalizmin karargâhlarından, uzmanlarından generallere, burjuva partilere, devlet kurumlarına, onların sınıf içindeki dayanağı durumunda olan işbirlikçi sendika yöneticilerine kadar bütün egemen sınıf örgütlerinin yönetim mekanizmaları karşısında, işçi ve emekçi sınıflar; kendi yönetim ve karar mekanizmalarına önem vermeden, onu, hareketin bilgisiyle donatmadan, onların manevralarını boşa çıkaramazlar, mücadelelerini geliştirip güçlendiremezler.
Parti faaliyetinin bunu tamamlayan diğer yanı; parti çizgisinin her mücadele merkezinde, her fabrika, bölge ve işçi semtinde, sendika ve kitle örgütlerinde; bulunduğu yerin özelliklerine göre somutlaştırılması, sınıfa mal edilmesi, bu doğrultuda gelişebilecek eylemlerin örgütlenmesi ve başarısı için mücadele; bütün bu faaliyetler içinde partiye yeni güçlerin kazanılması ve bütün bunların bilgisinin, özelliklerinin parti merkezine, parti yayınlarına ulaşmasının sağlanmasıdır. Bu da, parti çizgisinin yönlendiriciliğinde propaganda-ajitasyon diye adlandırılan kesintisiz bir aydınlatma, mücadeleye teşvik etme ve örgütlenme faaliyetinde ifadesini bulur. Parti çizgisinin hayata geçirilmesi; parti kadrolarının bunu anlama, bulundukları alanın koşullarını gözeterek Sınıfa mal etme konusundaki yetenek ve özellikleri tarafından belirlenir. Öyle durumlar vardır ki, herhangi bir anda, herhangi bir yerde parti çizgisini temsil eden net bir tutumun ortaya çıkması, mücadelenin yaygınlaşmasında, belirleyici önem kazanır. Parti çizgisinin sınıf içinde temsil edilmesini sağlar. Doğal olarak, sınıf partisi her alanda “en iyi”lerle temsil edilmeyi hedefler ve her partili, “en iyi”lerin partiye kazanılmasına önem verir.
Bir bütün olarak parti faaliyeti; sadece belirlenen bir çizgi ve kararlardan ibaret değildir. Aynı zamanda bunları hayata geçirmekle sorumlu olan insanların, sınıfla bağların sağlamlaşması sürecinde; yeteneklerinin, mücadele isteklerinin, partiye, yoldaşlarına ve sınıfa bağlılıklarının, kararlılıklarının, irade sağlamlıklarının, azim ve fedakârlıklarının, yani; belli başlı insani erdemlerinin bir bileşkesi olan ve parti ruhu ve parti tutumu olarak mücadelede somutlaşan belli karakteristik özelliklerin gelişmesidir. Bu özellikler, partinin mücadeledeki güç ve yeteneğini, kendine güven ve cesaretini kat be kat artıran bir rol oynar. Türkiye devrimci hareketinde birçok olumlu örneğini bulabileceğimiz bir revizyonist ve küçük burjuva akımlar tarafından, ya içtenlikten uzak soyut bir gevezeliğe, ya da; alay konusu haline getirilerek yozlaştırılan ve içi boşaltılan özelliklerden farklı olarak ve moral değerler olarak ifade edebileceğimiz bu özellikler ise, ancak ve ancak, sınıfın günlük yaşamı ve mücadeleleri içinde, bazen yıllan alan deneylerle edinilir. Parti ilkelerine bağlılık temeline dayanan; karşılıklı güven, sorumluluk ve disiplin; bütün bunların yaşamasının da, gelişmesinin de her zaman temel koşulunu oluşturur. Emeğin Partisi’nin en temel sorunlarından biri, bizzat kendi üyelerinin şahsında ve eyleminde, Türkiye ve dünya işçi hareketinin tecrübelerinden esinlenen ve onu özümseyen bir parti ruhu ve atmosferinin parti faaliyetinin içeriğinde yeşertilip sağlamlaştırılmasıdır.
Parti faaliyetinin konusu olan sloganlar, propaganda ve ajitasyon sorunu, halen güncelliğini koruyan, “Bağımsız ve Demokratik Türkiye İçin” kampanyasının ele alınışını irdeleyerek bitireceğiz.
Mevcut politik gelişmelerin “Susurluk Kazasıyla” birlikte, burjuva klikler arası mücadeleyi kızıştıran, diktatörlüğün faşist kurumlarını, tartışmaya açan bir özellik kazanması; Emeğin Partisi’nin programındaki temel hedeflerini formüle eden, “Bağımsız ve Demokratik Türkiye” sloganını öne çıkarmak; gerek, bütün emekçi halk kesimleriyle ilişkisini gözeten stratejik hedefler açısından, gerekse; günlük faaliyetin konusu olabilecek ve olması gereken somut sloganlar ve taktik tutumla ilişkisi ve onu güçlendirmesi ve daha ileri hedefe hazırlaması açısından doğru bir adım oldu. Ama temel bir sloganın kampanya hedefi gibi algılanması ise belirsizlik yarattı. Somut bir kampanyanın konusu olarak, bir anlamda temel sloganı açan, onu günlük mücadele hedefleriyle birleştiren, MGK kararlarının açıklanması, yargılamanın halka açık hale getirilmesi, soruşturma generallere dayandığında; tek tek generallerin soruşturmayla ilgilerinin açıklanması vb. somut bir özellik kazanması sağlanamadı. Bu ise; kampanyanın halka mal olmasını ve doğrudan işçi ve emekçilerin saflarında mücadele hedefi haline getirilmesini zayıflattı. Son dönemde, darbecilerin ve çetelerin halka açık yargılanması talebi, ajitasyon sloganı olarak hedefi somutlaştırdı.
Burada önem verilmesi gereken; mevcut sınıf ilişkilerinde köklü bir dönüşümü, yani bir devrimi gerektiren temel sloganlarla; bu sloganlara hizmet edecek, belli bir dönemde öne çıkan sorunlar üzerine oturan, yer yer mücadele hedefi olma özelliği kazanması amaçlanan günlük mücadele sloganlarının karıştırılmamasıdır. Temel sloganın böyle bir dönemde yürütülen ajitasyon sloganlarıyla bağı içinde ve onları da güçlendirecek ve destekleyecek bir şekilde, ama onlarla karıştırılmadan, propagandası yoğunlaştırılmalıdır. Hatta bu özellikle yapılmalı, olayların gelişim sürecinde, generallerin parlamentoyu ve mevcut yasaları da hiçe sayan pervasızlıklarına karşılık, halkın demokratik egemenliği temel talebiyle, İsrail’le yapılan askeri anlaşma gündeme geldiğinde, emperyalizmin teşhiriyle birleştirilerek, yargılama üzerine tespit ettiğimiz somut hedefi güçlendirecek şekilde desteklenmeli ve genişletilmelidir. Ve bunlar günlük faaliyetin konusu olarak ve kesintisiz bir şekilde yapıldığında işçi ve emekçilerin talepleri haline gelir.
İçinden geçtiğimiz dönemin olaylarına göz attığımızda, hemen hemen, parti asgari programının belli başlı talepleri, bazen art arda, bazen birlikte, bazen sık sık yer değiştirerek günlük, somut propagandanın konusu haline geldiler. Ama dikkat edilsin; eylem ve günlük mücadele sloganları olarak değil; tersine, günlük mücadele sloganlarını güçlendirip destekleyerek ve böylece kendilerinin de, daha somut olarak anlaşılmasına hizmet eden propaganda sloganları olarak günlük faaliyetin konusu oldular. Bu, parti faaliyetinin kapsamını genişlettiği gibi; işçi sınıfının diğer sınıflarla ilişkileri, onların taleplerini de kapsayan sloganların öne sürülmesi gibi; partinin stratejik hedeflerinin gözetilmesine daha da önem kazandırdı.
Bir diğer önemli sorun da, yer yer parti çevrelerinde ortaya çıkan ve küçük burjuva grup alışkanlıklarının kışkırttığı, slogan atmadaki başıbozukluktur. Örneğin; iş, ekmek, özgürlük sloganı; ekmek yoksa barış da yok diye; belki bir grevde atılabilir, ama Kürt ulusal hareketinin barış talebine eleştiri amacıyla atıldığında çarpıtılmış olur. Oysa slogan, yürütülen faaliyetin hedeflerine, atıldığı yerin özelliklerine göre ileri sürülür ve yerinde atıldığı zaman anlam kazanır. Yani, her aklına esenin keyfine göre değiştirdiği, rasgele söylenmiş sözler değildir. Bugün, bir sınıf partisinin taraftarı ve militanı slogan atarken hareketin önceki bir aşamasının ürünü olan alışkanlıklarla hareket edemez. O, başka grupları değil; o an, orada bulunan insanların durumunu, onlar için bir anlama sahip olup olmamasını ve her şeyden önce de partinin sürdürdüğü günlük mücadele çizgisini gözetmek zorundadır. Aksi takdirde kendi çevreleriyle düzenlenen bir gecede ‘faşizme ölüm halka hürriyet’ sloganını, aklında kaldığı için atmak gibi, M. Göktepe mahkemesinde, basın özgürlüğüyle ilgili sloganlar yerine başka sloganlar atmak gibi gariplikler kaçınılmaz olur. Ayrıca slogan, işyerinde, birimde sürdürülen aydınlatma ve propagandayla sınıfa mal edilmiyorsa, sadece bir araya gelindiğinde atılan bir özellik kazanıyorsa, bir amaca hizmet etmiyor demektir. Günlük, somut, sloganların, bunlar temelinde sürdürülen faaliyet ve mücadelelerin hedefi kitleleri partinin temel hedeflerine yaklaştıracak taktiklere ve günlük mücadeleye hizmet etmektir. Temel sloganlar, her somut duruma cevap teşkil eden günlük sloganlar olmadığı gibi; günlük, somut bir hedefle ilgili sloganlar da, her zaman kullanılabilir genel geçer sloganlar değildir. Elbette parti, bunların teorik ve siyasal eğitimini yapmakla kalmamalı; konunun önemine uygun bir politik disiplin de yerleştirmelidir. Bu, daha nitelikli faaliyet sürdürmenin temel koşuludur.
Belli bir kampanya döneminde, bazı temel taleplerin öne çıkarılması, onların günlük mücadele hedefi haline geldiğini göstermez ve kampanyadan sonra da değişmez. Temel taleplerin; eylem sloganları, somut eylem hedefleri haline gelmesi; bütün bir mücadelenin konusudur. Oysa kampanyalar, belli bir dönemi kapsar ve o dönemin koşullarının stratejik ve perspektifle ve taktik çizgiye uygun olarak belirlenmiş hedefler üzerinde ve somut sloganlarla, günlük faaliyetin ve enerjinin yoğunlaştırılmasıdır. Kampanya, belirlenen hedefler doğrultusunda bir eylemin veya eylemlerin ortaya çıkabileceğini göz önüne aldığı gibi; bunu da teşvik eder, ama eylemi şart koşmaz veya mutlaka bir eylemle noktalanmalıdır anlayışlar; salt parti çevrelerinin katıldığı, miting, toplantı ve basın açıklaması gibi eylemleri -ki, bunlar kampanyayı güçlendiren, propaganda ve ajitasyonun bir biçimi olarak, kimi durumlarda, kitlelerin eylemini teşvik eden bir adım olarak önem kazanabilirler- alışılagelmiş ve biçimsel bir amaç haline getirmekten kaçınmalıdır. Bir eyleme yol açmaması; kampanyanın başarısızlığı veya tavsatılması gerektiği anlamına gelmemelidir. Tersine, sorunlar canlılığını ve güncelliğini koruduğu sürece; belirlenen hedeflerin kitlelere mal edilmesi olarak, koşullara göre başka hedeflerle de birleşerek, faaliyetin konusu olmaya devam eder ve etmelidir.
3S kampanyası şeklinde ifade edilen kampanya örneğinde olduğu gibi; milyonlarca işçinin somut güncel mücadele hedefi olarak; sınıfın, iş, ekmek, özgürlük temel talebinde dile gelen örgütlenme özgürlüğü temel talebine bağlanan ve partinin uzunca bir döneme yayılan günlük faaliyet alanlarından biridir. Ama konunun, tabiatı gereği; doğrudan sahiplerine mal edilen ve onlarla birlikte yürütülen, her aşamada sorumlulukları ve kararları onlarla paylaşılan bir özellik kazanmadığında, günlük mücadelede somut sonuçlar elde etme olanağını zayıflatır. Bu konuda, TÜMTİS işçilerinin yürüttüğü; her adımı mücadelelerle kazanılan ve savunulan örgütlenme faaliyeti, Antep işçilerinin uzunca bir süreci kapsayan sabırlı ve kararlı çabaları, sadece sonuçlarıyla değil, işçilere mal edilmiş olması -ki, işin aslı da budur- işçilerin kendi talepleri ve kararları olarak ortaya çıkmaları açısından örnek alınmalıdır. Ayrıca, partinin farklı amaçlarla, farklı sloganlarla yürütülen kampanyalarının birbirini güçlendirecek tarzda ele alınmasına önem verilmelidir. Günlük propaganda ve ajitasyon faaliyetinin iskeletini; belirlenmiş çizgiye hizmet edecek şekilde, sloganlarının ve günlük mücadele hedeflerinin somut olarak işlenmesi ve kitlelere mal edilmesi oluşturur. Yani belirlenmiş somut bir çizgiden yoksun olarak sürdürülen propaganda ve ajitasyon faaliyeti, rasgele söylenmiş, belli bir amaca hizmet etmeyen boş sözler yığını olarak kalır.
Propaganda ve ajitasyon; amaçları ve içerikleri açısından, genellikle birlikte yürütülen ve birbirine bağlı ve karşılıklı birbirini güçlendiren faaliyetler olmakla birlikte, birbirinden farklı özelliklere de sahiptir. Aynı amaca hizmet etmeleri açısından ortak veya birbirine bağlı somut sorunlardan hareket ederler. Öz olarak söylemek gerekirse; propaganda aynı sorunu, program hedefleriyle birlikte ve stratejik perspektifi de gözeterek ve yazılı araçlarla veya yazılı araçları da kullanarak, gerektiğinde, diğer parti veya akımlarla polemikler, tartışmalar yaparak işlerken; ajitasyon, mümkün olduğunca yazılı araçları kullansa da, sözlü olarak yapılan ve aynı sorunu, günlük mücadele hedefleriyle bağı içinde sınırlayarak işler ve hitap ettiği kitleye mal etmeyi, onları, partinin yerel veya merkezi düzeyde belirlediği somut bir hedefe yöneltmeyi amaçlar. Bir örnek vermek gerekirse; çeteler, darbeciler konusunda ajitasyon; sorunun, yakın bir dönem için sınıf hareketi taşıdığı tehlikeyi vurgulayarak, bu konuda mümkün olan somut bir tepkinin gösterilmesini hedeflerken veya bununla sınırlarken, propaganda; konunun bağımsızlık ve demokrasi talebiyle, halkın egemenliği talebiyle ilişkisini, diğer partilerin bu konuda saptırmaya çalışmalarını sergilemeyi hedef edinir. Propagandayla faaliyetin sınırlandırılması, günlük mücadeleden kopma ve sadece ileri kesimler arasına kapanma eğilimine yol açacağı gibi; sadece ajitasyonla yetinmek, mücadelenin günlük hedefler içinde boğulması tehlikesine yol açar. Bunun içindir ki, birbirini destekleyen, güçlendiren ve tamamlayan bir ilişki içinde ele alınmaları gerekir.
Merkezi yayınlar, belirlenmiş politik çizgi ve taktikleriyle birlikte, propaganda ajitasyon faaliyetinin de yönlendiricisidir. Her parti organı ve partili faaliyetinde parti yayınlarının yönlendiriciliğini esas almakla birlikte, onların sadece aktarıcısı değildir, tersine, bulunduğu alanın ve birimin özelliklerine göre özgülleştirerek, kendi somut koşullarında geliştirir ve mal eder. Onların parti yayınlarını kendi yayınlan, mücadelelerinin araçları olarak benimsemelerini sağlar, onlar aracılığıyla politik ilişki geliştirip, partiye kazanmayı hedefler. Çünkü orada partiyi, o temsil etmekte, o savunmaktadır. Kendileri için bir ihtiyaç olduğuna inandıklarında, partiyle ilişkisi olmayan işçi ve emekçilerin, bildirileri, parti yayınlarını kendilerinin de dağıtması mümkündür ve bu hedeflenmelidir. Bunu hedeflemeyen bir parti faaliyeti, kendi içine kapanmış demektir. Bu açıdan ele alındığında; partinin gazeteyle ilişkisi mutlaka gözden geçirilmek zorundadır. Parti, gazeteyi ve diğer etkili yayınları ne ölçüde bir propaganda-ajitasyon aracı olarak ele alıyor? Partisiz işçilere mal etmede, onlarla paylaşmada, ne gibi bir çaba gösteriyor? İşçileri haber yazmaya ne ölçüde teşvik ediyor? Onların yaşamını ve sorunlarını ne ölçüde yansıtıyor? Bütün bunlar partinin eğitiminin, sorumluluk ve disiplinin unsurları olduğu ölçüde, sınıfın aklı başında kesimlerinin güven ve desteğini alabiliriz.
Propaganda ajitasyonun dayanağı fabrika ve işletmeler ve işçi semtleri; yani işçi yaşamının cereyan ettiği alanlardır. Bugün sınıfın günlük yaşamına nüfuz etmeyen bir propaganda ve ajitasyon faaliyetinin ikna etme ve benimsenme şansı az olduğu gibi; somut ve kalıcı bir sonuca yol açması, karşılıklı bir sorumluluk ilişkisi geliştirmesi mümkün değildir. Çünkü, propaganda ajitasyon yapan bir partili, sınıf karşısında belli bir politik çizgiyi temsil etme sorumluluğu altına girer. Kendisini, temsil ettiği çizgiye karşı sorumlu davranma konusunda kitlelerin denetimine açar. Bir işçinin güven duyması açısından, kendi fabrikasında, semtinde, kendisiyle aynı yaşam koşullarını paylaşan kendinden biriyle, bir daha ne zaman karşılaşacağı belli olmayan dışarıdan biri farklıdır.
Bütün bu özellikleri göz önüne aldığımızda; bugün artık sınıfa ve halka tümüyle yabancılaşmış “dışarıdan” bilinçli bir devrimci üslubunun yerini, mensup olduğu sınıfın sorunlarını onlarla paylaşan, onlardan biri olan partili işçinin ve devrimcinin; sade, özlü ve net üslubu almalıdır. Propaganda-ajitasyon sadece dışarıdan ‘bildiri dağıtma’ veya akıl verme işi değil; sınıfıyla sorunlarını paylaşmanın günlük ve doğal bir biçimi ve aracı; onlar tarafından kabul edilmiş ve günlük yaşamın ihtiyaç duyulan bir parçası haline geldiğinde; günlük parti faaliyetimiz kendi sağlam temellerine dayanıyor demektir. O zaman, doğru bir mücadele çizgisi izlememiz de, çizgimizin hayata geçirilmesi de, partimizin denetlenmesi de, “her koşul altında faaliyetimizin sürdürülebilmesi” de, sınıfın güvencesi altına girmiş demektir.

Ağustos 1997

Günlük basın ve sınıf mücadelesi

Günlük bir basınla ortaya çıkışımızdan bu yana iki yılı aşkın bir süre geçti. Birçok zorluğu ve saldırıyı göğüsleyerek yolumuza devam ediyoruz. Kendine güvensizliğin yerini, giderek artan bir şekilde kendine güven ve kararlılık alıyor. Henüz işin başında sorumsuz bir ukalalıkla, işçi sınıfı davasına karşı özgürlük talep eden burjuva liberallerin hevesleri ve beklentileri kursaklarında kaldı. Davasına inanmış ve kendisini bilen hiçbir aydın ve sınıf bilinçli işçi, onların yaygaralarına kulak asmadı. İşçi sınıfı hareketi kendi günlük basınını sahipleneceği daha ileri bir örgütlenme düzeyine ulaştı. Moral dayanaklarımız daha da güçlendi.
Ama açıkça kabul etmeliyiz ki, Marksizm’in ve işçi hareketinin tarihsel birikimine yaraşır günlük bir basın düzeyine ulaşabilmek için; bütün bir parti olarak, hem burjuva basının hem de burjuva liberalizminin her fırsatta davaya inançsızlığı ve kendine güvensizliği körükleyen saldırılarına karşı kesintisiz bir mücadele sürdürmek zorundayız. Çünkü burjuvazinin ve onun her türden temsilcisinin hayâsız saldırıları karşısında, kendi basınını “partizanca” bir kararlılıkla savunmak ve geliştirmek, irade ve eylem birliğine sahip bir parti olmanın temel koşullarından biri olduğu gibi; sınıfın her gün mücadeleye atılan yeni kesimlerini, ortak bir sınıf bilincine kazanmanın da temel araçlarından biridir. Ve bir emekçi gazetesi de temel dayanağını; sınıf partisinin ideolojik, politik ve örgütsel varlığı ve mücadelesinin vazgeçilmez bir unsuru olmasında bulur.
Bu mücadelenin diğer yanı ise; bizzat kendi tecrübe ve birikimimizin daha çok farkına varmak ve işçi hareketinin ve Marksizm’in tarihsel tecrübeleri ışığında bilincimizi yenileyip kökleştirmektir. Bu konuda kendimize ve amaçlarımıza güvenmek için yeterince dayanağa sahip bulunuyoruz. Ve biliyoruz ki; günlük basın için mücadele burjuvaziyle proletarya arasındaki uzlaşmaz mücadelenin, diğer mücadele alanlarıyla da ilişki içinde ve onları da etkileyen en önemli alanlarından biri oldu ve olmaya devam ediyor. Bugün, bu mücadelenin neresinde olduğumuzun daha somut olarak kavranmasına yardımcı olmak açısından, yazımıza, bu süreci bazı temel noktalardan özetleyerek devam edeceğiz.

BURJUVA SINIF EGEMENLİĞİ VE İŞÇİ SINIFI MÜCADELESİNİN GELİŞİMİ SÜRECİNDE GÜNLÜK BASININ YERİ
Feodal aristokrasiye karşı, “ulusal egemenlik” şiarı altında, “parlamenter demokrasiye dayanarak sınıf egemenliğini gerçekleştirme sürecinde, burjuvazi, diğer halk kesimlerinin desteğini almaya özel önem verdi. Buna hizmet etmek üzere günlük basın da, burjuvazi için politik bir mücadele aracı olarak önem kazandı. Bu sınırlar içinde, halkın politik bilincinin gelişiminde önemli bir rol oynamaya başladı. Bu süreç aynı zamanda yeni toplumun temel çelişkisi olan proletarya ve burjuvazi arasındaki mücadelenin açık bir karakter kazanması ve Marksizm’in bilimsel bir sınıf ideolojisi olarak ortaya çıkması sürecidir.
Marx ve Engels, politik mücadeleye yönelir yönelmez, günlük basını proletaryanın bağımsız politik bilincinin ve eyleminin gelişimine yardım etmede bir kürsü olarak ele aldı. Onlar, en başta, burjuvaziye karşı, cepheden ve kesin bir ideolojik mücadele içinde oldular. Özel olarak sınıfların açıktan karşı karşıya geldiği dönemlerde bağımsız bir basınla mücadeleye katılarak, proletarya hareketinin her ileri atılımında, yenilgiyle sonuçlansa bile; kapitalizme karşı meydan okuyan en devrimci sınıfın politik gelişimini, mücadele ve örgütlenme yeteneğini, eşsiz sınıf sezgilerini görüp, bunun coşku ve heyecanını hissettiler ve ifade ettiler. Bu dönemin ürünleri, bugün de işçi sınıfının politik cephaneliğinin canlı ve tarihsel önemde belgeleridir. Marx ve Engels’in günlük basında, sınıfın amaçlarına güvenle bağlanmış, açık ve net bir ideolojik tutumla birlikte, temel aldıkları diğer temel özellik ise; sınıfın günlük pratik eylemiyle, bunun bir ifadesi olarak sınıfın ileri temsilcileriyle birleşmek oldu. Onlar, sınıfın ileri temsilcilerinde, işçi sınıfının geleceğini, sınıfsal niteliklerini ve devrimci özelliklerini fark ettiler ve bunları geliştirmeye özel önem verdiler.
Başından itibaren Marksizm’in, günlük basın konusunda temel aldığı ve geliştirdiği ilkeler; bugün de, günlük işçi basınının karakteristik özellikleri olarak, sınıfın bağımsız politik ve örgütsel gelişiminin temel koşulları olarak önemini korumaktadır.
“Gelişen her devrimin, güçlü bir karşı-devrimi de doğurarak ilerlediği” gerçeği, basın alanında da, en çarpıcı biçimde ifadesini buldu. Gazetelere, gazetelerde yayınlanan yazılara açılan davalara, burjuva basının Marx ve Engels’e sayfalarını kapatmasıyla sınırlı kalmadı. Günümüzde belli başlı ülkelerde ekonomi, tarih, politika, felsefe ve sosyal bilimlerde, resmi üniversitelerin çığır açıcı derecede bilimsel değer verdikleri Marksizm’in temel klasikleri; yıllarca burjuva basının “suskunluk” sansürüyle karşı karşıya kaldı.
Giderek devrimci işçi basını, birçok ülkede, amaçlarını eksiksiz bir şekilde ifade edebilme özgürlüğünü, illegal olanaklar yardımıyla ve-veya “Ezop” diliyle kamufle ederek korumak zorunda kaldı.
İşçi sınıfı da, parlamenter mücadele alanında hızla önemli başarılar elde ederek, burjuva parlamentosunun gerçek yüzünü ortaya çıkarmayı başardığı gibi; kendi basınının önemini anlayarak, her koşul altında kendi basınını yaşatma konusunda yetenekli olduğunu gösterdi. Lenin’in övgüyle söz ettiği Alman işçilerinin yasaklama dönemlerinde kendi basınlarını yasadışı yollarla devam ettirmeyi başarmaları, bunun tipik bir örneğidir.
II. Enternasyonal oportünizmi, işçi hareketinin ideolojik, politik ve örgütsel gelişiminde yeni bir ayrışma ve dönemeci ifade eder. İşçi sınıfı, 50 yılı aşan ve ‘Paris Komünü’yle doruğuna ulaşan mücadelelerin ve Marksizm’in işçi hareketinde kazandığı başarıların birikimi üzerinde daha ileri bir aşamaya doğru mu yol alacak, yoksa burjuvazinin, sınıfı yedeklemek için açtığı alanda, burjuva egemenliğin “muhalif” bir eklentisi mi olacak?
Ayrışmanın konumuz açısından da önem taşıyan en önemli yönü; burjuva parlamentarizminin batağına gömülerek yozlaşan, II. Enternasyonal partileri yanında ve onlara karşı, onlarla ve onların Rusya’daki uzantılarıyla mücadele içinde, esas olarak Lenin’in temsil ettiği ve mücadelenin ve örgütlenmenin her biçiminden yararlanma yeteneğine sahip, yeni tipte sınıf partilerinin gelişimini başlatmış olmasıdır. Giderek “Leninist” sıfatıyla anılmaya başlayacak olan, devrimci sınıf partilerinin ayırt edici özelliğini oluşturan merkezi disiplin ve örgütsel sorumluluk sınırının, tam bir irade ve eylem birliği temeline oturması, yeni icat edilmiş bir şey değil; tersine Marksizm ve proletarya hareketindeki gelişimin doğal ve mantıki bir sonucu olduğu gibi; aynı zamanda Marksizm’in ideolojik ilkelerinin de, en ileri derecede savunulması ve geliştirilmesi anlamını taşımaktadır. Yani, Leninist parti; Marksizm’in, ideolojik ilkelere, sınıfın tarihsel görev ve sorumluluklarına ve bunları yerine getirme yeteneklerine sahip devrimci sınıf partisine verdiği önemin, mevcut koşullarda kazandığı somut ve pratik bir ifadesi olarak ortaya çıktı.
İşçi sınıfının bağımsız sınıf olarak örgütlenmesi ve buna hizmet eden işçi basını, burjuvazinin proletarya hareketine yönelen saldırılarının iki temel hedefini oluşturdu. İkinci Enternasyonal partileri, giderek reformcu burjuva partilerine dönüşürken, onların denetiminde bulunan basın da, ideolojik ve politik olarak proletaryanın bağımsız çıkarlarını savunma görevini terk etti. Böylece, devrimci sınıf partisinin inşası için mücadeleyle, bağımsız işçi basını için mücadele birleşik bir karakter kazandı ve sadece burjuvaziye karşı mücadeleyi değil; aynı zamanda, burjuvazinin işçi sınıfı içindeki dayanağını oluşturan, küçük burjuva sınıfsal eğilimlere karşı mücadeleyi de kapsadı. “Kolektif bir propagandacı ve ajitatör” olduğu kadar, “kolektif bir örgütleyici” olarak da, devrimci sınıf partisinin şekillenmesine hizmet eden temel bir araç oldu.
“Bir adım ileri, iki adım geri… Bireylerin yaşamında, ulusların tarihinde ve partilerin gelişmesinde böyle şeyler olur. Ama bir an için bile olsun, devrimci sosyal-demokrasinin ilkelerinin, proletarya örgütünün ve parti disiplininin kaçınılmaz ve tam zaferinden kuşkulanmak en canice korkaklık olacaktır. Daha şimdiden çok şey kazanmış bulunuyoruz ve tersliklerden umutsuzluğa kapılmayarak savaşı sürdürmeliyiz, sebatla ve yaygaracı çevrenin dar kafalı yöntemlerini görerek; bütün Rus sosyal demokratlarını birbirine bağlayan, güçlükle elde edilmiş tek parti bayrağını korumak için elimizden gelen her şeyi yaparak; bütün parti üyelerinin ve özellikle işçilerin, parti üyelerinin görevlerini, ikinci parti kongresindeki mücadeleyi, ayrılığımızın bütün nedenlerini ve bütün aşamalarını, program ve taktik alanlarda olduğu gibi, örgütlenme alanında da, burjuva psikolojisine çaresizce teslim olan, burjuva demokrasisinin görüşlerini eleştirisiz kabullenen ve proletaryanın sınıf mücadelesi silahını körelten oportünizmin kesinlikle felaket getireceğini, tam ve bilinçli bir biçimde anlamalarını ısrarlı ve sistemli bir çalışma ile sağlamaya çalışarak savaşı sürdürmeliyiz.
“İktidar mücadelesinde proletaryanın örgütten başka bir silahı yoktur. Burjuva dünyasındaki anarşik rekabet kuralı ile birbirinden ayrı düşmüş, sermaye için gerekli emekle beli bükülmüş, sürekli olarak yoksulluğun, vahşetin ve bozulmuşluğun ‘derin çukurlarına’, gerilere itilmiş olan proletarya, ancak çalışan milyonlarca insanı bir işçi sınıfı ordusu halinde kaynaştıran maddi örgüt birliğinden kuvvet alan Marksizm ilkeleri üzerindeki ideolojik birliği ile kaçınılmaz biçimde yenilmez bir güç haline gelebilir ve gelecektir.” (Lenin, Bir Adım İleri İki Adım Geri.)
Ve işçi sının basını, proletaryanın maddi örgüt birliğinin bir unsuru ve güçlü bir mücadele olma özelliği kazandığında, kendisine yönelen açık saldırıların da hedefi oldu. Proletarya partisinde, örgütsel disipline karşı eleştiri özgürlüğü isteyenler, işçi basınında da “özgürlük” savunucusu oldular. Bunun anlamı; proletarya hareketinin sadece genel bir amaç birliği düzeyinde kalarak, günlük mücadele birliğinin baltalanması, günlük mücadelede burjuvaziyle araya bir sınır koymayarak, bağımsız sınıf çıkarlarından vazgeçilmesidir. Dolayısıyla da genel amaçların bir süs olarak kalmasıdır. Lenin bu eğilimlere karşı da mücadele ederek işçi basınının devrimci özelliklerini geliştirdi.
“Bizler hür, sadece polis karşısında değil; sermaye karşısında da hür, fırsatçılar ve ar tvistler karşısında hür ve daha önemlisi, anarşik, düzen bilmez burjuva bireyciliği karşısında hür bir basın yaratmak istiyoruz, yaratacağız da.
… Herkes istediğini yazmakta ve söylemekte, hiçbir kısıntıya uğramaksızın yazıp söylemekte hürdür. Ama her türlü dernek, bu arada parti de, Parti’ye aykırı fikirleri yaymak için Parti’nin adını ve araçlarını kullananları kovmak hürriyetine sahiptir. Söz ve basın hürriyeti tam olacaktır, kabul Ama dernek hürriyeti de tam olacaktır. Sana, söz hürriyeti adına, hoşuna giden her şeyi yazmak, uydurmak, haykırmak hakkını tanıyorum. Ama sen de bana, dernek hürriyeti adına, şunu ya da bunu yazıp söyleyen insanlarla birlik olma ya da olmama hakkını tanıyacaksın. Parti hür iradeyle kurulmuş bir dernektir ve prensiplerine aykırı görüşler yayan üyelerinden arınmazsa, önce ideolojik bakımdan, sonra da maddi bakımdan soysuzlaşır ve kaçınılmaz bir şekilde çöker. Parti’nin görüşlerine uygun olanla aykırı olanın sınırı da Parti’nin programında, statülerinde ve taktik kararlarında, uluslararası sosyal-demokrasinin ve uluslararası hür proletarya derneklerinin geçmiş deneylerinde çizilidir. Proletarya partilerine de durmadan çeşitli kimseler girer. Pek de tutarlı, pek de doğru olmayan akımlar bu partilerde de görülmüş ama proletarya da zamanı gelince partisini “temizlemekken kaçınmamıştır. Bizde de Parti içinde aynı şey olacaktır, eleştiri “hürriyetinin sayın burjuva partizanları: Partimiz işte bir hamlede bir kitle partisi haline gelmektedir, gizli kapaklısı olmayan bir şekilde ve hızla örgütlenmekteyiz, tutarsız birçok kimse, hatta belki Hıristiyanlar, mistikler, kaçınılmaz biçimde gelecekler bize. Biz feleğin çarkından geçmiş kimseleriz, midemiz sağlamdır. O tutarsız elemanları da benimseyeceğiz. Parti içinde eleştiri ve düşünce hürriyeti, insanların parti adı verilen hür derneklerde toplanma ve birleşme hürriyetini bize hiçbir zaman unutturmayacaktır.
… Paranın iktidarı üzerine oturtulmuş bir toplumda, gerçek, ama gerçek “hürriyet” diye bir şey olamaz. Siz sayın bay yazar, siz hür müsünüz burjuva editörünüze karşı? Hür müsünüz, tablolarınızda baldır-bacak, “kutsal” dram sanatınızda fuhuş gösterisi isteyen burjuva halkınıza karşı? Sizin o mutlak hürriyetiniz, gerçekte, burjuva ya da anarşist bir cümleden başka bir şey değildir (Dünya görüşü olarak anarşizm de, tersine dönmüş bir burjuva felsefesidir çünkü). Bir toplumda yaşamak ve o toplumdan bağımsız olmak, yok böyle şey. Burjuva yazarın, burjuva sanatçının, burjuva oyuncunun hürriyeti, aslında maskelenmiş, ya da kendini ikiyüzlüce maskeleyen bir bağımlılıktan başka bir şey değildir…” (Lenin, Seçme Yazılar.)
Lenin, günümüzde de, her soydan temsilcisi bulunan, bir dönemler Marksizm’e bulaşmış burjuva liberallerin, sınıflar mücadelesinden soyutlanmış bir basın ve düşünce özgürlüğü yaygarasının; burjuvazinin basın üzerindeki tekelini gizlemenin bir aracı olduğunu hiçbir tereddüde meydan vermeyecek biçimde ortaya koydu.
“Pür demokrasinin belli başlı parolalarından biri de ‘basın hürriyeti’dir. İşçiler bilirler ve bütün dünya sosyalistleri defalarca ortaya sermişlerdir ki, en iyi basımevleri ve en önemli kâğıt depoları kapitalistlerin elinde bulundukça ve sermayenin basın üzerindeki hâkimiyeti devam ettikçe, bu hürriyet bir yalandır. Demokrasi ve cumhuriyet rejimi ne kadar gelişmişse (bugün Amerika’da olduğu gibi), sermayenin basın üzerindeki hâkimiyeti de bir o kadar kaba ve ikiyüzlü biçimde artar. Emekçiler, köylüler ve işçiler için gerçek demokrasiyi ve gerçek eşitliği kurup sağlamak istiyorsak sermayenin yazarları, basımevlerini ve gazeteleri satın almasını önlemek gerekir. Kapitalistlerin hürriyet dedikleri, zenginlerin daha da zenginleşme hürriyetidir ve işçilerin de açlıktan ölme hürriyeti. Kapitalistlerin basın hürriyeti dedikleri de, basının zenginler tarafından satın alınması ve kamuoyunu işlerine geldiği gibi hazırlamak ve aldatıp uyutmak yolunda kullanma hürriyetidir. ‘Pür demokrasi’nin savunurları, aslında, kitlelerin haberleşme ve bilgilenme araçlarına zenginler tarafından el konması demek olan en aşağılık bir sistemin savunurlarıdır. Halkı aldatmaktadır bunlar ve baştanbaşa yalan dolu güzel cümlelerle halkın, basını sermayenin hâkimiyetinden kurtarmak olan gerçek, somut tarihsel görevini yerine getirmesini geciktirmektedirler…” (Lenin, Seçme Yazılar.)
Bu değerlendirmelerin yapıldığı, 1919 yılından bu yana. ne burjuva basının amaçlan değişti ne de “pür demokrasi”nin savunucularının rolü. Ama özellikle işçi hareketinin yarattığı tehlike, sosyalizm tehdidi ve emperyalistler arası amansız rekabetin gözünü döndürdüğü tekelci burjuvazi, Almanya ve İtalya gibi ülkelerde baştan sona zorbalık ve teröre dayanan faşist egemenlik biçimine yönelirken, basını en gelişmiş yöntemlerle emekçi halk kitleleri üzerinde estirilen faşist terörün ve saldırgan savaşın bir unsuru haline getirdi.
Elbette ki, basının böylesi bir kullanılışı sadece Göbbels’le sınırlı kalmadı. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra, ABD önderliğinde, sosyalizme ve proletarya hareketine yönelen ve “soğuk savaş” adı verilen karşı-devrimci saldırı sürecinde, burjuva basın, özel bir rol oynadı. Burjuva basının temel hedefi; işçi basını ve ilerici bütün kesimler üzerinde estirilen terör ve demagoji dalgasıyla birlikte, işçi hareketinde ideolojik bulanıklıklar, örgütsel güvensizlikler ve davaya inançsızlık yaratarak, kitlelerin örgüt fikrine yabancılaşmasına yol açarak, emekçi hareketinin bilinç ve örgütsel dayanaklarını tahrip etmekti. Bütün güçler bunun için seferber edildi. Politikadan tarihe, sosyal psikolojiden ekonomiye, sanat ve edebiyattan sosyal bilimlere kadar, her alandan uzmanların çalışmalarıyla, uluslararası düzeyde burjuva basının sürdürdüğü kampanyalarla bombardıman edilen politikalar oluşturdular. “Hür dünya” basını, ufak tefek farklılıklarla birkaç uluslararası basın ajansının verdiği “haberler”le yetinmeye zorlandı. Emperyalist basın; CIA başta olmak üzere istihbarat örgütleri, çeşitli kılıflar altında örgütlenmiş “kontrgerilla ve sabotaj” örgütleri ve askeri kurmayların yönlendiriciliğinde sürdürülen karşı devrimci saldırının vazgeçilmez bir unsuru oldu.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra burjuva basını karakterize eden, onun açıktan anti-komünist ve saldırgan niteliğidir. Sadece düşünce alanında bir mücadele değil; doğrudan kitlelerin günlük bilinç ve algılama yeteneğine yönelen çok yönlü bir saldın olmasıdır. Her türden insani ve toplumsal duygunun, kaygı ve endişenin, umut ve özlemin istismar edilmesi ve insan bilincine karşı kışkırtılmasıdır. Toplumsal güven ve gelecek kaygılarının istismar edilmesi ve basit bir meta haline getirilmesidir.
Hizmet ettiği uluslararası politik amaçları göz önüne aldığımızda, bütün bunları yapmakla, yaşanan reel dünyanın aslını, tamamını değil, gazetenin uygun gördüğü görünümü ile uygun gördüğü kadarıyla ve gazetenin meslek etiğine (eğer ortada bir meslek etiği kalmışsa) göre işlenmiş haliyle bize sunulan dünyayı yaşarız. Dünyanın kendisini yaşamamız artık çok sınırlıdır. (UPS grevi, her şeye rağmen işçi ve emekçi sınıfların dünyanın kendisini yaşamayı tercih ettiklerini gösterdi). Yaşadığımız, bu “ürüne dönüştürülmüş” dünyadır…
“Okuduğunuz her haber, onlarca kişinin belirli bir işbölümü içinde oluşturduğu bir üründür. Endüstriyel bir üründür. Bilinç endüstrisinin endüstriyel bir ürünüdür.” (Ünsal Özkay, İletişimin ABC’si.) şeklinde yapılan ‘akademik’ bir değerlendirme, sorunun, sadece teknik sayılabilecek bir yanını ifade etmekle sınırlanmış olduğu gibi, “etkinlik derecesi” açısından karamsar bir sonuca yol açan ve halkın günlük yaşam ve kendi öz tecrübesinin önemini dışta tutan bir abartıyı içermektedir. Kitabın, emperyalist basının belki de son ve en şaşaalı birleşik kampanyası olan Körfez krizi ve revizyonizmin çöküşü döneminde yazılmış olmasının bu değerlendirmede payı olsa gerek. Oysa ABD’de Körfez Savaşı sonrası yapılan kamuoyu anketleri, basına duyulan güvende önemli oranda bir düşüşün meydana geldiğini gösterdi. Yani insan iradesi, hangi araçlarla olursa olsun bilinci yaratmıyor, belki, uygun koşullarda, sınıf ve güç ilişkilerinde meydana gelen konjonktürel dezavantajlar, onun gelişimini geciktirebilir veya geçici yanılsamalara yol açabilecek bulanıklıklar yaratabilir. Eninde sonunda insan pratiği, bunun bir biçimi olarak sınıfların nesnel eylemi, tayin edici önemini korumaktadır. Sınıflar mücadelesinin açık biçimleriyle çıktığı koşullarda ise; yürütülen demagoji kampanyalarının ters tepen bir silaha dönüşmesi de kaçınılmaz bir sonuçtur.
Günümüz burjuva basınının da ilham kaynaklarından biri olan Göbbels’in vardığı sonuçlar, burjuva basının temel zayıflığını ortaya koymaktadır. “Bir süre sonra cephelerden peş peşe başarısızlık haberleri gelmeye başladığında, cephedeki oğullar, kocalar bir bacağı kesik olarak çıkıp geldiğinde, ya da kentlerdeki ulaşım şebekeleri bozulduğunda, yiyecek bulmak zorlaştığında” burjuva basının inandırıcılığı kalmaz. Yani, “… halkın yaşadığı realiteyi yanılsama içinde algılaması sonuna kadar sürmemektedir, mutlak bir yanılsama hiçbir zaman sağlanamamaktadır.” (Ünsal Özkay, İletişimin ABC’si.)  “Takke düşmekte” ve “kel görünmekte”dir. Sorun bu “realite”yi savunanların ve temsil edenlerin, kendi bağımsız basınlarına sahip olmasında, bu konuda
bilinçli ve inandırıcı bir mücadelenin veriliyor olmasındadır. Halkın yeniden ve yeniden “takkenin düşmesini” bekleyen seyirci olmaktan çıkıp, kendi “realite”sinin bilinçli bir unsuru olmasındadır.
Dolayısıyla da, burjuva basının son elli yıllık ‘başarısı’ da, kendisine vehmedilen ‘karşı konulamaz’ gücünden değil; tam tersine, kapitalizmin mezar kazıcısı proletaryanın, son elli yılda, tarihinin en ağır ihanetine uğramış olmasından ve kapitalizmin ana merkezlerinde işçi sınıfı hareketin tarihinin en durgun son 50 yılını yaşamış olmasından, II. Dünya Savaşı sonrası teşekkül eden konjonktürün buna izin vermesinden ileri geliyordu. Devrimci Marksizm’in proletarya hareketine kazandırdığı en değerli silahların, ideolojik ilkelerin, ideolojik ilkelere somut ve maddi bir temel sağlayan devrimci sınıf partilerinin; tarihinin en ağır tahribatına uğramış olmasından ileri geliyordu. Proletaryanın ana kitlesinin kendi devrimci partisinden ve basınından mahrum bırakılmasından ileri geliyordu. Devrimci sınıf basını yerine; devrimci sınıf bilincini ve sınıf egemenliği için mücadele bilincini körelterek, sadece burjuva egemenliğin eksik ve aksaklıklarını eleştirmekle yetinen burjuva liberal basının ikame edilmiş olmasından ileri geliyordu.
’90’lı yıllarda, modern revizyonizmin çöküşü, belli bir dönemde oluşan ideolojik yanılsamaların maddi dayanaklarını çökerttiği gibi, burjuva liberalizminin gerçek yüzünü de ortaya çıkardı. Bu durumda emperyalizmin bütün araçlarla sürdürdüğü demagoji ve yaygaraların ömrü fazla uzun sürmedi. “… Halkın yaşadığı realiteyi yanılsama içinde algılaması” sona erdi.
’93 ve ’94’lerden itibaren, eski sosyalist ülkelerde, yeniden örgütlenmeye yönelen eski revizyonist partilerin (onların ideolojik ve örgütsel temellerinin ve izledikleri çizginin bütünüyle sınıfa yabancı olmasına rağmen) oy oranlarındaki yükselme ve yer yer iktidara gelişleri bunun kanıtıdır.
ABD de dâhil olmak üzere kapitalizmin belli başlı merkezlerinde işçi sınıfı hareketinde meydana gelen gelişmeler ve bunların kısa bir sürede yol açtığı siyasal “sürpriz”ler bunun kanıtıdır.
Bütün bunlar da gösteriyor ki, burjuva basın, sihirli bir nedenden veya ideolojik bir “yenilenmeden” değil; “meydanı boş buldu”ğu için başarı kazanabilmiştir. Bu koşullarda ise; “pür demokrasinin “hür” yazarlarının ‘endüstriyel haber üretimi’nin “ağırbaşlı konu mankenleri” olduğu gerçeği de, giderek daha çok işçi ve emekçi tarafından anlaşılır hale geldi.
Elbette ki, somut koşullardaki değişme ve gelişmeler, işçi sınıfı basınının kendine daha çok güvenmesine olanak sağlamaktadır. Ama bu durum, burjuva basına karşı, onun tahribatlarına karşı mücadelenin önemini ortadan kaldırmaz. Çünkü burjuva basın bugün de, işçi ve emekçilerin bilincinde yanılsamalar yaratarak, onların örgütlenme bilincini köreltmeye, bağımsız bir politik çizgi etrafında birleşmelerini önlemeye hizmet edecek saldırılarını sürdürmektedir. Bu durum ise; devrimci sınıf partisinin ve sınıfın bilinçli temsilcilerinin sorumluluklarını daha da artırmaktadır.

BUGÜNKÜ BURJUVA BASINDAN KISA BİR KESİT
II. Dünya Savaşı sonrasındaki süreçte, faşizmin basın alanındaki tecrübelerini de geliştirerek, sosyalizme ve işçi hareketine saldırının temel silahlarından biri haline getirmede, ABD basını birinci derecede rol oynadı. Ve Amerikan gazeteciliği, televizyon da dâhil -olmak üzere, burjuva basında en saldırgan ve pervasız bir anti-komünizmi temsil etti. Faşist demagojiden esinlenen ve esas olarak; her türlü insani duygunun insan bilincinin çarpıtılmasına hizmet edecek şekilde istismar edilmesine ve kışkırtılmasına dayanan “8 sütuna manşet” sansasyonel habercilik ve skandallar, Amerikan basınının en gözde yöntemleri olarak geliştirildi. Para dışında her türlü ilke ve değerden yoksun olan Amerikan burjuvazisinin özelliklerine denk gelen bu yöntemlerle, tekelci basın, “halkın yaşadığı realiteyi yanılsama ile algılaması”nın sağlanabileceği iddiasına ulaşan kaba bir idealizme vardı. Burjuva devlet karşısındaki yeri açısından ise; “… temel konularda homojen bir ideolojik odak oluşturup sürdürebilmek için, diğer ideoloji alanlarında çelişkiler içinde işleyebilen ‘yeni’ bir yapılanmaya” giderek, orduyu, polisi ve burjuvazinin sınıfsal egemenliğini tereddütsüz savunmada, zaman zaman burjuva partileri gölgede bırakan bir rol oynamaya soyundu. Ama son olarak ortaya çıkan UPS grevi, Amerikan tekelleri için de, bir dönemin geride kaldığını, “meydanların artık boş” olmadığını açıkça ortaya koydu.
Amerikan basınının en yakın izleyicilerinden olan ülkemizde de, burjuva basın; 12 Eylül sonrasında, bir yandan; kendi aralarındaki kıyasıya rekabetle birlikte daha geniş boyutlarda tekelleşirken, öte yandan; faşist diktatörlüğün tahkim edilmesine paralel olarak ve bunun da bir unsuru olmak üzere; işçi ve emekçilere yönelen karşı devrimci saldırıların en önemli araçlarından biri oldu.
Bugün, özellikle, tekelci basının en gelişmiş özelliklerini gösteren ve aynı zamanda tekelci burjuvazinin Amerikan emperyalizmiyle en köklü bağlara sahip olan iki tipik temsilcisi Hürriyet’i de tekeline alan Milliyet ve Sabah’tır. Her iki basın grubu da TV kanallarına sahip olduğu gibi; Türkiye’nin en köklü sermaye gruplarıyla da ilişki halindedir. Burjuva sınıf egemenliğini ilgilendiren temel ideolojik konularda tam bir homojenlik içindedirler. Bazı günlerde aynı manşetleri atmaları bunun bir göstergesidir. Onlar temsil ettikleri sınıfın en bilinçli savunucuları iddiasında oldukları için, siyasal etkileri giderek daha da zayıflayan partilerden herhangi birine yakın olmak yerine, özellikle, devletin en istikrarlı ve güçlü organlarının, yani generallerin ağırbaşlı uyarı ve politikalarını toz kondurmadan savunurlar. Eğer, kendi aralarındaki rekabetin yol açtığı “kirli çamaşırlar” gündemde yoksa attıkları her manşette devletin temel organlarının verdikleri mesajları gözetirler. “Temel konular” dışındaki “diğer ideoloji alanlarında çelişkiler içinde işleyebilen yeni” yapılanmanın bir gereği olarak her biri, dönme Marksistlerden, “tatlı su liberalleri”ne kadar, burjuva ideolojisinin zengin “çeşitlerini” bulundurmaya özen gösterir ve bunlar için verdikleri “transfer” paralarını reklâmdan sayarlar. Bu özellik, onların, burjuva egemenliğin “güç odaklarıyla tam bir irade birliği içinde olmalarını sağlarken, hitap ettikleri kesimlerin net bir değerlendirme ve sonuca ulaşmalarını zorlaştıran “pelte” bir ideolojik bulanıklık yaratılmasına da hizmet eder. Dün methiyeler düzdükleri bir partiyi, ertesi gün yerin dibine batırmaktan çekinmezler ve bunun için de herhangi bir gerekçe gösterme ihtiyacı duymazlar. Çünkü;, onlar, ülkenin en köklü sermaye gruplarının ve devletin en güçlü organlarının “koruması” altındadır ve söylediklerinden ve yazdıklarından sorumlu tutulmazlar.
Basın tekelleri, “İtalyan faşizminin söyleminin halk tarafından niçin çabuk kabul edildiğini araştıran Amerikalı ‘siyaset bilimci’lerin” vardıkları; “faşizmin söyleminin sokağın söylemi ile aynı oluşundan ileri geldiği” (Ünsal Özkay, İletişimin ABC’si) sonucunu manşetlerinde dikkate aldıkları gibi; liberalleri ve sokağı hesap eden bir basın yelpazesi geliştirdiler. Milliyet ve Sabah’ın yanında her iki tekel de, orta sınıf aydınlarına hitap eden Radikal ve Yeni Yüzyıl gibi birer liberal yayına sahip oldukları gibi, “sokağı” esas alan, Meydan, Posta, Fanatik gibi gazeteleriyle de geniş kesimlere seslenmeye önem vermektedir.
Bilinçli amaçlarla seçilmiş rezalet edebiyatına, ulu orta suçlama ve ithamlara dayanan skandal haberler ve her türlü insan duygusunun tahrik edilmesine ve olayın veriş tarzı karşısında dehşete kapılarak bilinçsiz-kör bir tepki gösterilmesine hizmet eden sansasyonel yöntemler; her iki basın tekelinin izledikleri belirlenmiş çizginin temel özelliğidir ve en gözde kadroları ise; rezalet edebiyatı uzmanları ve tahrikçilerdir.
Bir örnek vermek gerekirse; generallere yaslanan geleneksel sermaye gruplarıyla RP’ye yaslanan yeni tekel grupları arasındaki mücadelenin kızıştığı dönemde ortaya atılan Müslüm Gündüz skandalı; rezalet edebiyatının ve bunun politik amaçlar için hayâsızca ve hiçbir ahlak ve hukuk kuralı olmaksızın kullanılmasının tipik bir örneğidir. Bir yandan polisle işbirliği halinde gerçekleştirilen operasyona katılan basın, temel hukuk kurallarını ayaklar altına alırken, aynı zamanda gizli olması gereken ön soruşturma da dâhil olmak üzere yargının bütünü üzerinde açık ve kuralsız bir baskı oluşturulmasına hizmet etti. Bu arada, generaller tarafından TBMM iradesi hiçe sayılarak yürütülen ve açık darbe tehditleriyle de desteklenen kampanyaya, hiçbir “hukuki” dayanağı olmayan destek sağlanmış oldu. Susurluk tartışmasıyla başlayan ve generallere uzanan “çete soruşturmasının hız ve etkinliğinin kesintiye uğraması kolaylaştırıldı. Böylece, “temel konularda sağlanan ideolojik homojenlik” sağlama alınarak diğer birçok sorunda eleştirel pozisyon elde edilmiş oldu. Aynı zamanda rakip tekel gruplarının mevzi kazanması, devletin temel kurumlarının desteği ve onların savunusu altında önlenmiş oldu. Bu arada “sokağın söylemi” bolca kullanıldı. Her rezalet (skandal) haberin arkasında, insan duygularının tahrik edildiğini, her sansasyonel haberin içeriğinde, halka yönelen saldırıların gizlendiğini, olayların gerçek sınıfsal karakteriyle kavranmasını zayıflatacak çarpıtmaların bulunduğunu anlamak zor değildir.
Amerikan basınının en provokatif özelliklerinin en hevesli taklitçisi olarak ortaya çıkan Star TV’den holdinglere uzanan sermaye grubu; dini inançların istismarını motif olarak kullanan Türkiye gazetesi, TGRT ve holdingleriyle 12 Eylül sonrası palazlanan sermaye grubu; Show TV’den Akşam gazetesine doğru uzanan yayın grubu, özel olarak, politika alanında dini inançların en güçlü biçimde istismarını temsil eden ve kendine özgü olarak şekillenen tekelleşmesiyle, geleneksel sermaye gruplarıyla açık bir çatışmaya zorlanan Kanal 7, Zaman vb. yayınlarla temsil edilen sermaye grubu da, özellikle ideolojik ve politik avantajlarıyla belli bir etkinliğe sahip bulunuyor. Her ne kadar, ‘laiklik’ konusunda farklı bir tutumu temsil etmiş olsa da, “temel kurumların” savunulmasında egemen sınıfların genel eğilimlerine açık bir tutum içine girmediği de, bir gerçektir. Bu tablo, sermaye grupları arasındaki henüz belli bir istikrara kavuşmamış bulunan ilişki ve çelişkilerin göstergesini oluşturduğu gibi; belli bir iddiaya sahip sermaye gruplarının ekonomik ve politik çıkarlarını savunmada, kendi basın tekellerini oluşturmaya önem verdiklerini de ortaya koymaktadır.
Burjuvazinin ve burjuva basının işçi sınıfına ve sosyalizme karşı mücadelede, en önemli yedeklerinden biri, en gelişmiş örneğini Cumhuriyet’te gördüğümüz reformcu-liberal burjuva basınıdır. Özellikle, ilerici güçler ve sınıfın ileri kesimlerinde yarattığı ideolojik bulanıklıklar ve özendirdiği eğilimler nedeniyle, işçi sınıfı basını açısından en önemli ideolojik ayak bağını oluşturduğu bir gerçektir. Revizyonizm ve işçi hareketine yabancı küçük burjuva akımlar açısından, her dönemde dikkate alınması gereken bir mihrak olarak kabul edilmesi nedeniyle de, özellikle ağır baskı dönemlerinde, genel olarak ‘sol’ hareket üzerinde çapından çok bir etkinliğe sahip oldu. ‘Sol’ akımlar karşısında ‘tarafsız’ kalmaya gösterdiği özen, onu burjuvazinin bir eklentisi olmaktan alıkoymadığı gibi; işçi hareketi ve Marksizm karşısında sorumsuz bir ‘eleştirel’ pozisyon kazanmasının dayanağı oldu. Her dönemde, “temel konularda ideolojik homojenliğin” bir parçası olması nedeniyle de, eleştirileri hiçbir dönemde “sistem içi” sınırları taşmadı. Sözde “sol”u temsil eder görünmesi nedeniyle de birçok namuslu aydın tarafından “zorunlu” olarak desteklenmesi gereken bir yayın olma avantajını değerlendirdi. Kemalizm, onun için varlığını borçlu olduğu bir dayanak olmakla birlikte, Kemalizm karşısında da samimi olmadı.
Kemalizm’in övgüsü, mevcut koşullarda açık bir tutum ve somut bir sorumluluk almamanın, günü kurtarmanın gerekçesi oldu. Bir örnekle anlatmak gerekirse; Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı içtenlikle savunmanın en tipik örneklerinden biri olan Y. Kadri kadar, Cumhuriyetin sonraki yıllarının samimi ve halkçı bir eleştiri çizgisine sahip olmadı. (Elbette biz, Cumhuriyet gazetesinin resmi yayın çizgisini esas alıyoruz. Yoksa Cumhuriyet gazetesinde Marksizm’e karşı açık sorumlulukları olmadığı halde, sosyalizme ve Marksizm’e yönelen saldırıların en doruk noktasında, M. C. Anday gibi saldırılara karşı açık ve net bir tutum alan aydınlar da yazıyor.) Hiçbir zaman tutarlı bir anti-emperyalizmi savunmadığı gibi, Kemalizm’in argümanları, askeri cuntalar karşısındaki dalkavukluğunun zorlama örtüleri oldular. İzlediği çizgi itibariyle, halka yabancı üst tabaka aydınların gururunu okşamaya özel önem gösterdi. Ülkemizde Kemalizm maddi dayanaklarını yitirdikçe, Cumhuriyet de egemen sınıflara ve emperyalizme daha da yakınlaştı ve işçi sınıfı ve Marksizm karşısında daha gerici bir çizgiye kaydı. İlerici düşünce ve politikayla “devrimcilik”in halka yabancılaşmasında önemli bir kürsü görevi gördü. Kısaca özetlemek gerekirse; Cumhuriyet, her şeyi tepeden eleştiren, ama hiçbir sınıf ve hiçbir parti karşısında somut ve pratik bir sorumluluk almayan, halka yabancı ukala ve liberal bir ‘sol’cu tipini özendirdi. Oysa Türkiye, ilerici aydın birikimi açısından en ileri Avrupa ülkelerinden bile çok geride olmayan bir potansiyele sahip olduğu gibi, işçi ve emekçi hareketi açısından da; en azından bölgesinin en dinamik ülkesi olmasına rağmen; Cumhuriyet, aydınların halk hareketine yakınlaşmasının ve halk hareketinden güç ve moral destek sağlamasının aracı değil; tersine, yabancılaşmayı körükleyen, aydınların önemli bir bölümünün politika-dışı kalmasına hizmet eden mihraklardan biri oldu. Böylece egemen sınıfların tekelci basın aracılığıyla sürdürdüğü saldırıların etkili olmasına yardım etti.

İŞÇİ SINIFI HAREKETİNDE MEYDANA GELEN GELİŞMELER VE İŞÇİ BASINI
İşçi sınıfı basını açısından varılabilecek en genel sonuç; uluslararası planda işçi hareketinin ve Marksizm’in karşı karşıya kaldığı saldırıların yol açtığı tahribatların bertaraf edilmesi ve kendi ideolojik, örgütsel ve sınıfsal temellerine oturtulmasıdır.
Bunun açık ve pratik anlamı nedir?
1950’li yıllardan itibaren sosyalizm ve halk demokrasisi ülkelerinde ve giderek proletarya hareketinin en gelişmiş olduğu ülkelerde, devrimci sınıf partilerine revizyonizmin egemen olması ve giderek daha da derinleşen bir ideolojik ve örgütsel yozlaşma ve çürüme sürecine girmesidir. Böylece işçi sınıfı, emperyalizmin saldırıları karşısında en temel silahlarından mahrum bırakılarak, ön cephesinde sağlam bir mevzi tutma olanağını kaybetmiş oldu. İşçi sınıfının en ileri müfrezeleri, burjuva ideolojik saldırılara açık hale gelerek, tarihinin en ileri kazanımlarının ardından, uluslararası düzeyde açık sınıf çatışmalarına girmeden, en ağır yenilgi ve mevzilerini ve olanaklarını kaybetme sürecine girmiş oldu. Bu durum, bütün ülkelerde işçi hareketinin gelişimini baltalayan en önemli etkenlerden biridir. Bu olgunun diğer yüzü ise; Marksizm’in, başlıca hayat kaynağı olan sınıfın günlük yaşam ve mücadelesinden (en azından proletarya hareketinin ana kitlesinden) kopmasıdır. Böylece de, Marksizm’in, mücadelede bir eylem kılavuzu olarak, mücadelenin canlı deneyleriyle sınanıp zenginleşerek, burjuvaziye karşı her cepheden barikat oluşturabilme olanaklarını, uzunca sayılabilecek bir süre boyunca, kaybetmesidir.
Bunun bir sonucu olarak; işçi sınıfının ana kitlesinin revizyonizmin etkinliğine girmesi, Marksizm’in devrimci bayrağını elden bırakmayan devrimci sınıf partilerinin gelişimini ve proletarya hareketi içinde kök salmasını ve istikrarlı örgütsel temeller kazanmasını yavaşlattı. Uzunca bir süreci kapsayan bu durum, ideolojik açıdan zayıflıklar yarattığı gibi, örgütlenme ve çalışma tarzında sınıf-dışı alışkanlık ve eğilimlerin gelişmesine de zemin hazırladı.
Revizyonizmin çöküşü, genel olarak küçük burjuvazinin, özel olarak da, sınıf partilerindeki küçük burjuva öğelerin, sosyalizm ve proletarya hareketiyle olan ilişkisinde köklü bir sarsıntı yaratarak, önemli bir bölümünün açıktan Marksizm’e ve işçi sınıfı hareketine karşı inançsızlık ve güvensizlik içine düşmesine, revizyonist partilerde ve küçük burjuva akımlarda ideolojik bir çöküntüye yol açtı. Proletarya hareketinde ileri ülkelerde meydana gelen gelişmeler, elli yılın yarattığı bulanıklık ve yanılsamaların dağılma sürecini de başlatırken, işçi sınıfı hareketinin nesnel gelişimiyle, ideolojik çöküntü ve bulanıklıklar arasındaki çelişki de, özellikle ’90’lı yıllardan itibaren daha açık bir karakter kazandı. Revizyonizmin tahribatının en yoğun olduğu ülkelerde bile işçi sınıfı hareketinin kazandığı devrimci gelişme eğilimi, revizyonist partilerin sınıfın günlük yaşamından ve eyleminden zaten kopmuş olduklarının bir göstergesi olduğu gibi, hiçbir ihanetin ve hiçbir saldırı ve demagojinin nesnel sınıf çelişkilerini yatıştıramayacağının da açık bir kanıtıdır. Marksizm’in ve devrimci sınıf partilerinin gücü de, buna dayanmaktadır.
Bu süreç, ülkemizde kendine özgü özelliklerle, kendine özgü koşullarda ve kendine özgü çelişkilerle yaşandı. 12 Eylül yenilgi ve gericilik yıllarının yarattığı ve her ülke için olağan sayılabilecek sarsıntılara, uluslararası planda revizyonizmin çöküş sürecinin de eklenmesi ve bunun yol açtığı çelişkili sonuçlar; devrimci hareketimizin esas özgün yanını oluşturmaktadır. Bu, bir yandan, yenilgi ve gericilik yıllarının körüklediği ideolojik ve örgütsel tasfiye sürecinin daha da ağırlaşmasına yol açan unsurların eklenmesi anlamına gelmekle birlikte; aynı zamanda 12 Eylül tasfiyeciliğine karşı gelişen mücadele, revizyonizmin çöküşünün yol açtığı saldırılar karşısında tutulan bir mevzi özelliği kazanarak; saldırıları püskürtme olanaklarını genişletti. Ayrıca, işçi hareketindeki gelişmelerin ’89’dan itibaren kitlesel boyutlar kazanması, devrimci sınıf hareketinin mevzilerini daha da güçlendirdi
Sınıfının karşısına çıkan bir parti militanının, “Bu benim gazetemdir, ben bu çizgiyi savunuyorum, benim partim hata ve eksiklerini hiçbir önyargıya ve hiçbir kaygıya kapılmaksızın düzeltme cesaretini her zaman gösterdi. Ben de bu sorumluluğu taşıyorum” diyememesi, burjuvazi karşısında da, kendine güven ve cesaretle, “Ben çıkarları bağımsız bir sınıfım ve her türlü sömürü ve zulmü ortadan kaldırmadan sınıfsal özgürlüğümü elde edemem. Bu nedenle de sonuna kadar işçi sınıfının egemenliği için mücadele edeceğim” diyememekle eşanlamlıdır. Bu konuda ortaya çıkan aşınmaların, giderek sınıf partisi sorumluluk ve disiplininin biçimsel bir süs haline dönüşmesine yol açacak bir tehdit unsuru olduğu da bir gerçektir. Bir işçinin, kendi sınıfına ve kendi sınıf ideolojisine güvenmeyen bir partiliye güvenmek yerine “kendi işini kendi eline alma”yı tercih edeceği ve elbette ki, tercih etmesi gerektiği açık değil midir?
Yani, işçi sınıfının birbirini tamamlayan ve güçlendiren iki temel silahında aşınmalara yol açan tahribatlar ve bunların giderek azalan oranda da olsa bir alışkanlık oluşturma eğilimi, önümüzdeki süreçte sınıf partisinin aşması gereken temel bir zaafı oluşturmaktadır.
Bu sorunun bir diğer yanı, günlük basının içeriğinin, her gün daha ileri düzeyde, sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına cevap verebilmesi, burjuva basının dizginsiz saldırıları karşısında sınıfın mücadeleye atlan kesimlerini silahlandıracak özellikler kazanması sorunudur.
Bu konuda, daha önce de sözü edilen, Marksizm’in işçi hareketi dışında kalışının yol açtığı zayıflıkların ve yarattığı alışkanlıkların başında, günlük basının sınıfa hitap etme yeteneklerinin körelmesi gelmektedir. Tipik bir örnek olması açısından; ’80 öncesinde, TKP desteğinde yayınlanan Politika gazetesinde Asım Bezirci tarafından yazılan bir yazıdan örnek vereceğiz: “Evet, öteden beri biliyordum ki, ‘devrimci kuram (teori) olmadan devrimci hareket olmaz.’ Ve kuram (geniş anlamda bilgi ve sanat) ancak ‘kitlelere mal olunca maddi bir güç haline gelir.’ Öyleyse, devrimci kuramın bir türü olan devrimci edebiyat da kitlelere ulaşmalı, kitlelerce anlaşılıp sevilmeli, özümsenip benimsenmeliydi. Yoksa kitlelerin düşünce, duygu ve beğeni düzeyini yükseltemez, onların eğitimine, gelişimine, savaşımına (ve dolayısıyla dünyanın değişimine) katkıda bulunamazdı. Daha doğrusu, daracık bir çevrede azıcık bir katkıda bulunurdu.
Açık konuşayım: Kendi payıma, bu sınırlı katkının bile sonucundan biraz kuşkuluyum! Nitekim son zamanlara değin yazdıklarımı gözden geçirince üzülerek, şaşırarak şunu gördüm:
Yıllarca ben kitlelerden çok aydınlar için yazmışım! 1955’lerden beri dergilerde, kitaplarda çoğunlukla sayılı kitapsever aydınları ilgilendiren konuları genellikle onların anlayabileceği biçimde ele almışım. Gerçi sözü geçen konuları bilimsel sosyalizm ışığında aydınlatmaya; edebiyat alanındaki biçimci, bireyci, gerici davranışlar ile sapmaları, yanılgıları eleştirmeye; elimden geldiğince açık, yalın, duru bir anlatım kurmaya çalışmışım. Fakat yazdıklarımı işçiler de yeterince anlar mı, sever mi, önemser mi diye kaygılanmamışım…
Şimdi kaygılanıyorum. Artık kendimi değiştirmek, aşmak istiyorum…” (Asım Bezirci, Halk ve Sosyalizm İçin Kültür ve Edebiyat – Asım Bezirci’nin halka ve sosyalizme yakın özelliklerinin, revizyonizmin çöküşü döneminde, onu, ‘eski yoldaşlarına’ değil sosyalizme ve halka en yakın mevzide ve açık saf tutmaya sevk eden temel bir faktör olduğunu ve bu yöndeki kararını adı geçen yazıda vererek, özeleştiri yaptığını söylemek, sanıyoruz ki abartılı bir yorum sayılmaz.)
Asım Bezirci’nin ‘kendi payına’ yaptığı bu değerlendirme ve bir anlamda içten özeleştiri, revizyonizmin, Marksizm’i ve devrimci teoriyi ‘daracık bir çevrede azıcık bir katkıda’ bulunamayacak kadar sınıftan ve halktan, onun günlük mücadelesinden koparılmış olmasına yöneltilmelidir. İşin önemli bir yanı da böyle bir durumun, özellikle günlük bir basınla işçi sınıfının karşısına çıkılmasıyla birlikte fark edilmesidir. 12 Eylül yenilgi ve gericilik yıllarının, bu yabancılaşmanın etki alanını daha da genişlettiği düşünülürse, günlük basının içeriği açısından temel sorunumuz daha da anlaşılır hale gelecektir.
Marksizm, sınıflar mücadelesinin bilimiyse; günlük bir işçi basınının temel işlevi; sınıflar-arası ilişki ve çelişkilerin, gerçeğe en uygun bir şekilde, karşılıklı ilişki ve çelişkileri içerisinde, sınıfların karşı karşıya gelişinin en can alıcı göstergelerinin, toplumsal gelişim süreciyle bağlantıları içinde gözler önüne serilmesidir. İşçi ve emekçi sınıfların, kendi sınıfsal çıkarlarının, politik amaçlarının bilincine varmasına, dostlarını ve düşmanlarını ayırt etmesine, her somut durumun gereğini anlamasına yardımcı olmaktır. Olayların canlı bilgisiyle, işçi sınıfının, toplumu değiştirebilecek, değiştirilme mücadelesinin başına geçebilecek ve bu mücadelede, diğer emekçi sınıfları da birleştirme yeteneğine sahip tek sınıf olduğunu fark etmesini sağlamak ve bunun sorumluluklarını üstlenmesine yardımcı olmaktır. Geniş halk yığınları, işçi basını için; “kendilerine haber üretilen, duyguları okşanan bir pazar” değil, işçi sınıfıyla birlikte, kendi sınıf çıkarlarını elde etme olanaklarına sahip olacak “müttefik sınıflar”dır. Bunu gerçekleştirmenin temel koşulu ve olanağı ise; sınıfın ve emekçi sınıfların, günlük yaşam ve mücadelesinin bir parçası olarak mevzilenmek, her somut olayda sınıfların karşı karşıya gelişinin canlı tanığı ve tarafı olmak, onu içinde hissetmektir. Haberin “üreticisi” değil; onun bir unsuru olarak, somut gerçeğin ifade edilmesine olanak sağlamak ve buna yardımcı olmaktır. Açıktır ki; bu, sınıf partisinin günlük faaliyetinin de omurgasıdır.
Eğer, işçi sınıfının “iktidar mücadelesinde örgütten başka bir silahı yok” ise ve eğer işçi sınıfı, “ancak çalışan milyonlarca insanı bir işçi sınıfı ordusu halinde kaynaştıran maddi örgüt birliğinden kuvvet alan Marksizm ilkeleri üzerindeki ideolojik birliği ile kaçınılmaz biçimde yenilmez bir güç haline gelebilecek” ise; bunun en temel aracı da, günlük işçi basınıdır. Ve bir sınıf partisinin genel olarak parti basını, özel olarak da, günlük işçi basını karşısındaki tutumu, işçi sınıfı karşısındaki tutumunun ve sınıf içindeki faaliyetinin aynasıdır.

Ekim 1997

Marksizm, işçi sınıfı ve Marksizm’in maskeli düşmanları

İnsanlığın ilk toplumsal bilinci, özel mülkiyetin, çıkarları birbirine zıt sınıfların ve bunun bir unsuru olan devletin var olmadığı koşullarda oluştu. Bu, ilkel ve zorunlu bilincin temelini; vahşi ve acımasız doğa koşullarına karşı, insanların bireysel varlıklarını sürdürebilme olanaklarının, doğrudan toplumsal varlıklarını korumaya bağlandığı ve bunun zorumu biçimi olan ortaklaşa yaşamın, yani ilkel komünal toplumun insan bireyine verdiği zorunlu bilinç ve sorumluluk oluşturdu.
Marx’ın da çeşitli vesilelerle vurguladığı gibi, toplumsal örgütlenmenin ilk biçimi olan ilkel komünal toplum; toplumsal ilişkilerin de, en ilkel, “en içten ve yabancılaşmamış” bir örneğini sunar. Bireysel görevlerin; toplumsal hayata sağlanan en ileri katkı ve zorunlu bir sorumluluk tarafından belirlendiği toplumsal bilinç ve sorumluluğun, bireyin kendi varlığını devam ettirme zorunluluğuyla olan bağının zorunlu, açık ve doğrudan bir şekilde dayattığı tarihin bu ilk evresi, sınıfların ortaya çıkışıyla birlikte, insanlığın belleğinde giderek silikleşen, ama her zaman özlem duyulan “altın çağ”ın bir anısı olarak kaldı.
Ta ki; kapitalizmin gelişimi ve proletaryanın modern bir sınıf olarak ortaya çıkışına kadar. “Her tarih döneminde egemen olan iktisadi üretim ve değişim biçimi ve ondan zorunlu olarak doğan sosyal örgütlenme, o dönemin politik ve düşünce tarihi ancak bu temele dayanarak açıklanabilir; dolayısıyla insanlığın bütün tarihi (toprakta ilkel mülkiyete dayanan ilkel kabile toplumunun dağılmasından bu yana) sınıf mücadeleleri, sömüren ile sömürülen, ezen ile ezilen sınıflar arasındaki mücadelelerin tarihidir; bu sınıf mücadeleleri tarihi bir evrimler dizisi meydana getirir ki; bu evrimler dizisi içinde bugün, sömürülen ve ezilen sınıfın -proletaryanın- sömüren ve ezen sınıftan -burjuvaziden- kurtuluşunu, aynı zamanda ve nihai olarak toplumun tümünü sömürülmekten, ezilmekten, sınıf ayrıcalıklarından ve sınıf mücadelelerinden kurtarmaksızın elde edemeyeceği bir aşamaya ulaşmıştır.
Burjuvazi, üretim araçlarını ha-bire değişikliğe uğratmaksızın ve bu yoldan üretim ilişkilerini değiştirmeksizin varolamaz. Oysa eski üretim tarzlarının olduğu gibi korunması, ondan önceki bütün sanayici sınıfların başta gelen varoluş saraydı. Üretimin sürekli değişikliğe uğratılması, sosyal koşulların aralıksız alt edilmesi, sonu gelmez kararsızlık ve kargaşa burjuva çağını bütün öteki çağlardan ayıran özelliktir. Bütün durağan donmuş ilişkiler peşleri sıra çekip getirdikleri, yıllanmış saygıdeğer önyargılar ve fikirlerle yıkılıp gider, yenileri daha kemikleşmeye vakit bulamadan çağ gerisi kalır. Elle tundur, gözle görülür ne varsa ‘yok’a karışır, kutsal olan ne varsa ayaklar altına alınır ve insanoğlu nihayet, gerçek hayat koşullarını ve hemcinsleriyle ilişkilerini salim kafayla görmeye zorlanır.
Bundan önce üste çıkan her sınıf, bütün toplumu kendi varlığını sürdürmesi gereken koşullara uyacak hale getirerek, o güne kadar elde ettiği durumu pekiştirmeye bakmıştır. Proleterler ise kendi varlıklarını koruyacak, sürdürecek ve geliştirecek üst yapı kurumlarını kurabilmek için eski üst yapı kurumlarını ve eski üst yapı kurumlarının kalıntılarını yıkmak zorundadır. Onların güven altına alınacak ve pekiştirilecek kendilerine ait hiçbir şeyleri yoktur; onların tarihi görevi özel mülkiyetin bütün eski teminatlarını ve sigortalarını yok etmektir.” (Komünist Manifesto, K. Marx)
Böylece Marksizm, sınıfsız toplum özlemini, tarih boyu nükseden bir anı ve ütopya olmaktan çıkarıp, işçi sınıfı şahsında ve onun tarihsel görevi olarak insanlığın önüne bilinçli bir zorunluluk olarak gelmiş olduğunu ilan etti. Bu aynı zamanda, insanlık tarihinin ve mevcut kapitalist toplumun bilimsel bir kavranışıydı.
“Komünistlerin vardıkları teorik sonuçlar, hiçbir biçimde, şu veya bu dünya reformcusu tarafından icat olunmuş ya da keşfedilmiş düşüncelere ya da ilkelere dayandırılmamıştır. Bunlar, yalnızca var olan sınıf savaşımından, gözlerimizin önünde cereyan eden tarihsel bir hareketten doğan ilişkilerin genel ifadeleridir.” (Komünist Manifesto, K. Marx)
Komünist Manifesto’nun ilanı; işçi sınıfı hareketinin son 150 yılına damgasını vuran bir dönemeci ifade eder ve Marksizm, bu dönem boyunca işçi sınıfının bilimsel ideolojisi olarak işçi sınıfı hareketinin bir unsuru oldu. Marksizm’in ortaya çıkışına ve gelişmesine yol açan etkenlerin başında, insanlığın bilgi birikiminin ulaştığı düzeyin yanı sıra, kapitalizmin; toplumun sınıflar olarak karşı karşıya gelişinde, sınıflar-arası ilişki ve çelişkilerin özgürce gelişimi önündeki engelleri ortadan kaldırarak, her sınıf ve tabakanın kendi çıkarlarının farkına varmasına olanak sağlamış olması gelir. Böylece kapitalist özel mülkiyetin yol açtığı çelişkilerden hareketle, bütün bir insanlık tarihini kapsayacak şekilde toplumsal ve tarihsel gelişmenin nesnel yasalarının, ‘gerçek hayat koşullarının’ anlaşılması mümkün hale geldi. Ama aynı zamanda Marksizm bu sonuçlardan hareketle, binlerce yıllık toplumsal bölünmüşlüğü, yani sınıfların ortadan kaldırılması zorunluluğunu ve bu konuda işçi sınıfının toplumun tümüne karşı tarihsel görev ve sorumluluğunu da ortaya koydu ve doğrudan sınıflar mücadelesi içinde yer aldı. Sınıfın, hem, amaçlarının ortaya konmasına ve hem de, mücadelesinin ve bizzat kendi eyleminin farkına vararak amacına ulaşmasına hizmet eden bir özellik kazandı.
İşçi sınıfı hareketinin bu tarihsel belgesi Marksizm’in karakteristik özelliklerinin de bir ifadesidir. Marksizm, her şeyden önce, işçi sınıfının çıkarlarının eksiksiz bir biçimde savunulması ve bu uğurdaki mücadeleye karşı ilan edilmiş bir sorumluluktur. Elbette Marksizm, bilimsel bir yöntem olarak diyalektik ve tarihsel materyalizmi geliştirerek, kapitalizmi ve toplumsal gelişmenin nesnel yasalarını ortaya koyup kanıtlayarak çağımızın bilimsel gelişimine, bugüne kadar aşılamayan, inkâr edilemez bir katkıda bulundu. Bunu her namuslu bilim adamı da ifade etmektedir. Ama Marksizm’in esas özelliği, bütün bunları da kapsamak üzere sınıflar mücadelesinin bilimsel kavranışı ve işçi sınıfına, onun tarihsel görev ve sorumluluklarına, yani onun pratik eylemine bağlanmış olmasında yatar. Bu özellik, onun, sadece dünyayı yorumlamakla yetinmeyip onu değiştirme mücadelesine katılması demektir. Öyleyse, Marksist bilinç; bilimsel temellere dayanan devrimci işçi sınıfı bilincidir, yani; işçi sınıfına, onun tarihsel görevlerine, dolayısıyla da bütün insanlığa karşı pratik, nesnel ve tarihsel bir sorumluluktur. Marksizm’in bütün bilimsel çalışması bu görev ve sorumluluğu yerine getirmeye yönelen mücadelelerin aydınlatılmasına ve güçlendirilmesine adanmıştır. Yoksa Marksizm hiçbir zaman dar anlamıyla “bilimsel çalışmayı” kendi başına amaç haline getirmedi. Ama Marksizm’in bilimsel değeri, sınıf olarak proletaryanın çıkarlarının bilimi geliştirmeye de, en ileri derecede hizmet ettiğinin kanıtıdır.
Dolayısıyla Marksizm’in “bilimsel çalışma” yoluyla karşıtlarına karşı sürdürdüğü mücadele, işçi sınıfı mücadelesinin bir parçası olmuştur. Marksizm’in düşmanları, işçi sınıfının da düşmanları olmuştur. Marksizm işçi hareketinde egemen olduktan sonra Marksizm’den sapma olarak çıkan akımlar da, eninde sonunda işçi sınıfına karşı burjuvazinin çıkarlarını savunma sonucuna varmışlardır. Kautsky ve Bernstein’dan, Troçki’ye; Kruşçev ve Brejnev’den Gorbaçov’a kadar Marksizm’in bütün yozlaştırıcıları; işçi sınıfının tarihsel görev ve sorumluluklarına ihanetin de damgasını taşırlar.
Marx ve Engels’in yaşamları; devrimci sınıf bilinç ve sorumluluğunun da bir örneğidir. Onlar, teorik birikim ve yeteneklerini, kendileri de içinde ve bir parçası olmak üzere ve kendilerine özgü bir alçakgönüllülükle işçi sınıfı hareketinin hizmetine sundular ve bütün yaşamları boyunca işçi sınıfı hareketinin bilinçli ve inançlı neferleri oldular.
Marksizm’in gelişimi ise; gerek uluslararası düzeyde, gerekse tek tek ülkelerde sadece genel teorik bir mücadele olarak kalmadı; sınıf hareketinin her dönemdeki sorunlarına bağlanarak, devrimci sınıf partileri için, onların teorik, taktik ve örgütsel ilkeleri için yerilen mücadeleler olarak pratik ve somut bir anlam kazandı, yeniden ve yeniden sınandı, zenginleşti.
Tarih boyu, ezilen sınıfların mücadelelerinden süzülüp gelen ve sadece onların özlemlerinde yaşayan insani değerler, devrimci sınıf partilerinde, sınıfın pratik mücadelesinde, yeniden ve daha ileri düzeyde filizlendi. Bütün bunların yanında ve bunları da kapsamak üzere Leninist parti ilkeleri ve yaşantısının en belirgin özelliğini oluşturan sorumluluk ve disiplin; sosyalizm için mücadelede proletaryanın başarılarının temel dayanağını oluşturdu. Leninizm, emperyalizm çağının Marksizm’i olarak, proletarya devriminin teori ve taktiği olarak; Marksizm’in ve işçi sınıfı hareketinin gelişiminde yeni ve ileri bir aşamayı temsil etti.
Ekim Devrimi’nden II. Dünya Savaşı sonrasına kadar yaşanan süreç, işçi sınıfının tarihsel rolünü oynayabileceğini ve insanlığın umut ve özlemlerini kamçılayan ileri bir uygarlık yaratabileceğini kanıtladı.
Ama aynı zamanda, yaşanan süreç; her yenilgi sonrasında olduğu gibi; her zafer ve başarının da, onun korunup geliştirilmesinde gösterilen sorumluluk, ideolojik sağlamlık, davaya bağlılık ve kararlılık açısından bir denek taşı olduğunu gösterdi.
Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasının 50 yılı ve ’90’lı yıllarda yaşanan revizyonizmin çöküntüsü; yani, revizyonist ihanetin zafer sonrası ortaya çıkış koşulları ve evrimi, işçi sınıfının önüne acı bedellere mal olan bir tarih dersi koydu. Son beş altı yılın yaşanan olayları,- sınıfın ileri müfrezelerinin kendi sınıf sezgileriyle bu tarihsel deneyi herkesten çok anlamaya yatkın olduğunu gösterdi, göstermeye de devam ediyor.
Yazımıza, kendi hacmine göre uzunca bir “giriş”, ama kapsadığı sürece göre de “kısa” sayılabilecek bir özetle girdik. Kısa olması bir sakınca yaratmıyor, çünkü bu süreç işçi sınıfı hareketinin yaşanmış ve üzeri hiçbir şekilde küllenemeyecek olan tarihidir. Bizim amacımız, sadece belli bir eksen üzerinden, “bilinç ve sorumluluk” ekseni üzerinden bazı hatırlatmalarda bulunmaktı.
“Uzunca bir giriş” gerekliydi, çünkü kökleri 40 yıl gerilere uzanan bir çöküntünün yarattığı yanılsama ve bulanıklıklar, 80 sonrası yenilgi ve gericilik yıllarının etkisiyle ülkemiz “sol” hareketinde derin tahribatlara yol açtı.
Özellikle “siyasetten gelme” bir kısım sözde Marksist, bu dönemde pervasızca bir ideolojik ve örgütsel tasfiye faaliyetini kışkırttılar. Çözülme ve dağılma üzerinden belli bir “piyasa” oluşturdular. “Politik akımlar üstü olmak”, belli bir grup ve partiye karşı belirlenmiş bir sorumluluğu olmamak, ama, hepsinin geleceği hakkında “ahkam kesmek” bu, “belirli tip” aydınların ortak karakteristik özelliği oldu. Bunlar, özellikle, devrime ve sosyalizme açık ve önemli bir potansiyel oluşturan küçük burjuva grupların ileri kesimlerini etkileyerek, bu grupların örgütsel varlıklarının çözülmesine veya erimesine katkıda bulundular. Bu zemin üzerinde ve herkesin gözleri önünde bu sözde aydınlarla küçük burjuva grup şefleri arasında bir amaç birliği ve dayanışma oluştu. Bu işbirliğinin en tahrip edici etkisi, koşulların da yardımıyla, genel olarak sosyalizme ve işçi hareketine olan güven ve inancı kemirmek, Marksizm’in ve işçi sınıfı hareketinin yaşanmış tarihini çarpıtmak ve sahtekârca bulandırmak olarak ortaya çıktı.
En tipik temsilcileri olarak, M. Belge, Y. Küçük ve E. Kürkçü gibilerini sayabileceğimiz bu “belirli tip” aydınların bulanık demagojileriyle, küçük burjuva akımların temsilcileri tarafından savunulan “düşünceler” ve çıkarılan sonuçlar arasındaki benzerlik, dikkati çekecek kadar belirgindir.
Bu yazının bir bölümüne konu olan M. Belge gibilerin faaliyetlerine yön veren esas özellik; onların belli bir düşünceye sahip olmaları, belli bir düşüncenin tutarlı ve içten savunucusu olmaları değil; bilinçli olarak Marksizm’e ve işçi sınıfına düşmanlıktır. Bu konuda değişik dönem ve koşullarda, Marksizm’i bulandırmaya hizmet edecek her “eleştirel” düşünceden yararlandılar. Ama özel olarak sorumlu tutulabilecekleri bir çizgi oluşturmaktan ve savunmaktan kaçındılar. Bugünden bakıldığında bu tutum, sinsi amaçlarını gerçekleştirebilmenin de bir gereği olduğu sonucuna varılabilir.
Elbette, onların bugün Marksizm diye bir iddiası olmadığı gibi, onları Marksist sıfatıyla adlandıran da yok sayılır. Ama onların, oluşumlarına katkıda bulundukları “ürünler” bugün politika sahnesinde boy gösteriyor. Tutarlı bir sistemden yoksun ortak jargonlarından ve bulanık, belirsiz ve günü birlik düşünce biçimlerinden ve en önemlisi “sorumluluk”(!) anlayışlarından ve Marksizm’e karşı önyargılarından onları ayırt etmek mümkün. Ayrıca, bu ideolojik bozuşma; şu veya bu ölçüde devrimci sınıf hareketi üzerinde de, bir baskılanma ve farkında olunan veya olunmayan etkiler yarattı. Özellikle, işçi sınıfının başarılarında her zaman belirleyici bir öneme sahip olan ve en gelişmiş ifadesini devrimci sınıf partisinin örgütsel yaşam ve mücadelesinde bulan “bilinçle belirlenmiş ve gönüllü olarak taahhüt edilmiş sorumluluk ve disiplin” fikrinde aşınmalara yol açtı.
Dolayısıyla da amacımız, sadece tahribatı ortaya koymakla sınırlı değildir, bu tahribata karşı mücadele içinde düşmana inat, kendisini bağımsız bir sınıf olarak örgütlemede yeni bir sürece girmiş olan sınıfın ileri temsilcilerinin kendi tarihlerine daha ileri bir bilinçle sahip çıkmalarına yardımcı olmaktır.
Söz konusu olan; bir dönem boyunca sözde ‘eleştirel Marksizm’ adına savunulan düşüncelerin, Marksizm ve işçi sınıfı düşmanlığından başka bir anlamı olmayan sinsi bir demagojiden ibaret olduğunu göstermek olunca; yazımızın bir bölümünü Marksizm’e ve işçi sınıfı hareketine karşı sorumluluklarını hayatlarının sonuna kadar yerine getirmek için mücadele etmiş olan gerçek Marksistlerin, II. Dünya Savaşı ve sonrasında yaptıkları değerlendirmelere ayıracağız. Açıktır ki, bizim bunlara fazlaca ekleyecek şeyimiz olmayacak. Yazımızın ikinci bölümünde ise, gene Marksizm: ve işçi sınıfı davasını modern revizyonizm karşısında komünistlere özgü bir sadakatle savunan Enver Hoca’ya başvurarak, uluslararası komünist hareketin genel bakışını en özlü biçimde ifade eden bir eserinden özetleyeceğiz. Biz buna, sadece 80 sonrası sürecin olgularını ekleyeceğiz. Yazımızın üçüncü bölümü Devrimci Sınıf Hareketimizin çeşitli belgelerinde yer alan değerlendirmeler temelinde, küçük burjuva akımların gelişimi ve evrimini özetleyeceğiz. Umuyoruz ki, bu bölümler, yazımızın diğer bölümlerinin belli bir bütünlük içerisinde anlaşılmasını sağlayacaktır. Yazımızın dördüncü bölümü mümkün olabildiğince kendi kaleminden M. Belge’nin düşünce ve amaçlarının tanıtılmasına ayrılacak. Ayrıca onun düşünce ve amaçlarını doğrulamak üzere, onun en yakın çömezlerinden Dev-Yol hareketinin eski yöneticilerinden M. Pekdemir’e başvuracağız. Ve son bölümde ise devrimci sınıf hareketi ve sınıfın ileri kesimleri için kısa bir sonuç çıkarmaya çalışacağız.

’50’Lİ YILLARA DOĞRU TEHLİKELİ İDEOLOJİK EĞİLİMLER
Bilindiği gibi savaşın sonuna doğru başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerin esas korkusu Sovyetler Birliği’nin ve sosyalizmin dünya çapında kazandığı güç ve prestij oldu. Savaşın sonunda güç ve sınıf ilişkilerindeki değişmenin; Stalin tarafından da tespit edildiği, geçen sayımızda yayınlanan M. Thorez ile yapılan görüşme tutanaklarından hatırlanacaktır: ABD’nin sosyalizm tehdidini, aynı zamanda Avrupa ülkeleri üzerinde günümüze kadar uzanan bir etkinlik sağlamanın aracına dönüştürerek, sosyalizme ve işçi sınıf hareketine karşı topyekûn bir saldırıya giriştiği de herkes tarafından biliniyor.
Zaferin onurunu olduğu gibi, savaşın bütün yükünü de omuzlarında taşıyan Sovyet halkının, savaş sonrasında, bütün bir emperyalist dünyanın saldırılarının esas hedefi olacağı da açıktır ve böyle oldu. Halkın savaş sonrası yaralarını sarmaya koyulduğu koşullarda, saldırıların ilk etkileyeceği kesim, Sovyet halkının faşist işgale karşı silah elde savaştığı koşullarda, sesini çıkarma cesareti gösteremeyen eski “muhalif”, sınıfa ve halka yabancı ve batı hayranı aydın tabakasıdır. Ve saldırılar ilk aşamada açıkça burjuva nitelikte ideolojik eğilimler olarak uç verdi.
Ve belgeler 1947’de; felsefeden edebiyata ve müziğe, ekonomiden politikaya ve örgüt yaşantısına kadar bütün alanlarda açık bir mücadelenin açıldığını göstermektedir. Durumu ortaya koyması açısından Jdanov’un 1947’de yayınlanan bir yazısına başvuracağız.
“‘İdeolojinin’ böylesine ne dersiniz? Zoşçenko bu ‘itirafını’ yayınlayalı 25 yıl oldu. O günden bu yana değişti mi? Gördüğünüz gibi, zerre kadar değişmedi. Son 25 yılda hiçbir şey öğrenmediği ve hiçbir şekilde değişmediği gibi, tam tersine ikiyüzlü bir içtenlikle Zoşçenko, boş kafalılığın ve bayağılığın savunucusu, edebiyat dünyasının ilkesiz ve bilinçsiz bir süprüntüsü olarak ortaya çıkmaktadır…
Leningrad’ın edebiyat dergilerinin Batının ucuz çağdaş burjuva edebiyatına yer vermeye başlamaları da rastlantı değildir. Bazı edebiyatçılarımız kendilerine, küçük burjuva yazarların öğretmenleri değil öğrencileri gözüyle bakmaya ve yabancı edebiyat karşısında da hayranlıkla eğilmeye başlamışlardır…
İster ülkemizin sınırları içinde, ister uluslararası alanda olsun, burjuva dünyası, kazandığımız başarılardan tedirgin olmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonucunda sosyalizmin durumu sağlamlaşmıştır. Sosyalizm birçok Avrupa ülkesinde gündeme girmiştir. Bu durum, her türden emperyalistleri hoşnutsuzluğa sürüklemektedir. Onlar sosyalizmden ve bütün ilerici insanlık için bir örnek oluşturan sosyalist ülkemizden korkuyorlar. Emperyalistler ve onların ideoloji alanındaki uşakları, yazarlar, gazeteciler ve diplomatlar, her yola başvurarak ülkemize iftira etmeye, onu olduğundan başka türlü göstermeye ve sosyalizmi karalamaya çalışıyorlar. Bu koşullar altında Sovyet edebiyatının görevi; yalnızca bütün bu kötü niyetli iftiralara, Sovyet kültürüne ve sosyalizme yapılan bütün bu saldırılara karşılık vermek değil, aynı zamanda yoz ve çürümüş burjuva kültürüne karşı cepheden saldırıya geçmektir…
Hiçbir ideolojik tutum takınmayanlar, Sovyet edebiyat emekçilerinin Leningrad müfrezesini temelsiz bırakmak, eserlerinin ideolojik yönünü yıkmak ve bir toplumsal biçimlendirme aracı olarak bu eserlerin önemini ortadan kaldırmak isterler… Sizler ideolojik cephenin ön safında bulunmaktasınız, büyük ve uluslararası öneme sahip görevlerle karşı karşıyasınız. Bu durum, her gerçek Sovyet yazarının halkına, devletine ve Partisine karşı duyduğu sorumluluğu ve omuzlarındaki görevin önemi konusundaki kavrayışını artırmalıdır.” (Edebiyat, Müzik ve Felsefe Üzerine, Jdanov)
19. Parti kongresinin içeriğini belirleyen ‘Son Yazılar’ adlı kitabında Stalin, sosyalizmin geleceğini ilgilendiren bütün temel meselelerde ortaya çıkan sözde Marksist eğilimleri de eleştirerek, bunlara yol açan felsefi temeli açıkça mahkûm eder. Kongre, bu eğilimlerin kapitalizme yol açacağını açıkça ortaya koyarak cepheden mücadele çağrısı yapar ve parti örgütlerinin faaliyetlerini baştan sona değiştirmeleri yönünde açık bir çizgi benimser ve kararlar alır.
“Papaz çömezleri ve talmutçular, Marksizm’e, Marksizm’in değişik sonuç ve formüllerine hiçbir zaman değişmeyen, hatta toplumun değişme koşulları değiştiği zaman bile değişmeyen bir dogma olarak bakarlar. Sanırlar ki, bu sonuçları ve formülleri ezberlerlerse ve yerli yersiz onları aktarırlarsa herhangi bir sorunu çözümleyebilecek duruma gelirler, umarlar ki, öğrendikleri bu sonuçlar ve formüller kendilerine her dönemde, bütün ülkeler ve yaşamın bütün koşulları için yarar sağlayacaktır. Oysa ancak Marksizm’in lafzını gören, ama onun özünü göremeyen, Marksizm’in sonuçlarını ve formüllerini ezbere öğrenen ama kapsamını anlamayan insanlar böyle düşünebilirler.
Bunun nedeni şudur ki; her yıl binlerce yeni genç kadrolar, yönetici çekirdek olan bize gelmektedirler, bunlar bize yardım etmek, neler yapabileceklerini göstermek isteği ile yanıp tutuşmaktadırlar, ancak bunların yeterli Marksist eğitimleri yoktur, bizim iyice bildiğimiz birçok gerçeği bilmemektedirler. Karanlıkta bocalamak zorundadırlar. Bunlar Sovyet iktidarının olağanüstü başarılarının etkisi altındadırlar. Sovyet rejiminin inanılmaz başarıları onları sarhoş etmektedir. Ve işte Sovyet iktidarının ‘her şeye’ kadir olduğunu, ‘hiçbir şeyin onun gücünü aşamayacağını’, onun bilimsel yasaları yok edebileceğini, yeni yasalar oluşturabileceğini hayal etmeye koyuluyorlar. Bu yoldaşlara ne yapmalı?
“Böyle olunca, bu yoldaşlar, sosyalist rejimde ekonomik gelişme yasalarının toplumun yönetici kurumu tarafından ‘yaratıldıklarını’, ‘değiştirildiklerini’ iddia eden yanlış bir teorinin, tarafını tutuyorlar. Başka türlü söylersek, bunlar Marksizm’le ilişkilerini kesiyorlar ve öznel idealizmin yoluna sapıyorlar.” (Son Yazılar, Stalin)
Daha sonra yaşanan süreci de göz önüne alarak, Jdanov ve Stalin’in dile getirdiği eleştirilere biraz daha yakından bakıldığında, şu genel sonuçlara varmak zor değildir:
Savaş sonrası koşulların -ki, buna Parti’nin en militan kadrolarından önemli bir bölümünün savaşta can verdiğini de özel olarak eklemek gerekir.- sınıf ve güç ilişkilerindeki değişikliklerin avantajlarından yararlanarak açık bir şekilde boy veren burjuva ideolojik eğilimlere karşı her alanda cepheden ‘bir mücadele açıldığında, parti içinde, bu eğilimlere göz yuman ve-veya bunları kışkırtarak parti ve devlet yönetimine hakim olmayı amaçlayan revizyonist elebaşılar, kendilerini gizleyerek yerlerini korumayı özel bir yöntem olarak; yeni bir sürece yönelmekte olan ve halk yığınları gözünde tarihinin en güçlü prestijine sahip bir iktidar partisindeki tecrübeli revizyonist ele başlara özgü bir yöntem olarak benimsediler. Kendilerini Marksizm’in ve parti çizgisinin ‘lafızda’ en keskin savunucuları olarak gösterme yolunu seçtiler. Belgelerin gösterdiği gibi açıkça dalkavukluk yaptılar. Stalin’in ölümüyle ortaya çıkan durumu fırsat bilip bundan cesaret alarak, kurşuna dizme, sürgün, tehdit ve tutuklama gibi yöntemlerin de kullanılmasıyla gerçekleştirilen darbe ve Kruşçev’in anılarında; ‘Stalin’e suikast yapmayı planladıklarını, ama bunu göze alamayarak beklemeyi yeğ tuttuklarını itiraf etmesi, bunun somut göstergeleridir.
Bilinçli olarak emperyalist demagojinin savunuculuğunu yapmayan veya emperyalist demagojinin etkisinden başını kaldırabilen herkes, Kruşçevcilerin darbesinden itibaren, 19. Kongre tarafından onaylanan çizginin değil; tam tersine bütün alanlarda ve belli bir sürece yayılarak 19. Kongre tarafından mahkûm edilen çizginin uygulamaya sokulduğunu görebilir. Gene, modern revizyonizmin son kırk yılı ve yenilgi ve çöküşün “budala”sı Gorbaçov’un 1990’lara doğru kendi tarihini Kruşçev’e dayandırması, bu gerçeğin sonuçlarından ve bunun ifade edilmesinden başka bir şey değildir. Bu durum, Stalin’in “papaz çömezleri” diye eleştirdiği “genç kuşak ‘partililerin’ de, “‘papaz’ların bizzat kendileri tarafından, yani, revizyonist elebaşılar tarafından en azından etkilenerek ‘Parti’ye akın ettirildiği’ni ortaya çıkarmaktadır. Stalin ‘başarılarımızdan gözleri kamaşmış’, ‘papaz çömezleri’ olarak onları eleştirip, Parti kongresinde açık bir mücadele platformunun açılmasını sağlarken, elbette ki; bizzat “papazların farkındaydı. Ama, Stalin’in seçtiği yöntemle; revizyonizme ve revizyonist ele başlara karşı mücadelenin bizzat partinin ve halkın mücadelesi olarak ortaya çıkmasını ve temel politikalardan yönetme yöntemlerine kadar her alanda partinin kendisini arındırarak yenilenmesini hedeflediği açıkça görülebilir bir şeydir. (Konuyla ilgili olarak, Kruşçev’in anılarında, “Stalin’in yanına çağrıldığımızda sürgüne mi yoksa göreve mi gideceğimizi bilmiyorduk.” Demesi, iki anlama gelir: Birincisi, kendisi içinde bulunduğu ihanetin korku ve telaşı içindedir, ikincisi; Stalin, onların “papazlar olduğunu bilmekle beraber, sorunu partinin ve halkın gözleri önünde, onların bilincini geliştirecek şekilde, açık ideolojik ve örgütsel platformlarda, işçi sınıfına ve halka mal ederek çözme yolunu tutmuştur. Yani mücadelenin doğrudan partinin, sınıfın ve halkın mücadelesi olmasını yeğlemiştir.)
Gerek ’47’de başlayan ve gerekse ’52’de devam eden mücadele, açık bir ideolojik ve politik mücadeledir. Partinin meşru örgütsel platform ve araçlarına dayanmaktadır ve bütün bir işçi sınıfı ve halkın gözleri önünde yürütülmektedir. Revizyonist elebaşılar ise; gerçek düşüncelerini gizlemek için, “sosyalizmin başarılarından gözleri kamaşan” ve “sübjektif-idealizmin yolunu tutan” yeni kuşak partililerin partiye akın etmesini kendilerine kalkan ettiler. Onların yöntemi “ihanet ve entrika” yöntemidir. Bu nedenledir ki, ’90’lı yıllara kadar açıktan Marksizm’e ve sosyalizme saldırma cesareti gösteremediler. Onlar en fazla, tıpkı emperyalist demagoglar gibi, partinin her dönemde olabilir ve eleştirilebilir hatalarını abartıp Stalin’e mal ederek, onu kişisel olarak hedef haline getiren demagojik bir yöntem seçtiler. Bu konuda bile, Brejnev döneminden itibaren daha ölçülü olmayı tercih ettiler.
Eğer sınıflar mücadelesi tarihinde ve belli tarihsel koşullar çerçevesi içinde’ ‘rastlantı’nın bir rolü varsa; Bolşevik Partisi’nin; Jdanov ve Stalin gibi işçi sınıfı davasına en bağlı, en tecrübeli ve kararlı önderlerini, henüz, emperyalizmin saldırılarını püskürtme imkânı bulamadan ve art arda kaybetmiş olması; yakın tarihin en kötü ‘rastlantı’larından biri olarak kabul edilmesi gerekir. Hem Sovyetler Birliği ve hem de dünya işçi sınıfı hareketi için.
Ve böylece, emperyalizmin saldırılarının birinci derecede hedefini oluşturan Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkan ihanet, emperyalizmin uluslararası saldırılarında işini kolaylaştıran en önemli etken oldu. Ve işçi sınıfı uluslararası düzeyde, ağır bedeller pahasına modern revizyonizmi tanımış oldu.

EMPERYALİZMİN YENİ STRATEJİSİ VE MODERN REVİZYONİZM
Gerçek Marksistlerin devrim ve sosyalizm davasına yaklaşımlarına örnek olmak üzere, uluslararası düzeyde emperyalizmin yeni ve çok yönlü stratejik saldırılarıyla modern revizyonizmin ortaya çıkış koşullarını ve yol açtığı sonuçların çarpıcı ve özlü bir tablosunu, bu sürecin en yakın tanığı ve modern revizyonizme karşı mücadelenin en tutarlı savunucusu olan Enver Hoca’dan aktaracağız.
“Emperyalizmin stratejisi, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra, tüm kapitalist sistemi temellerinden sarsan devrim ve sosyalizm lehine güç dengesinin değişmesinden sonra daha belirgin karşı-devrimci karakter kazandı. Bu değişiklikler artık bir ya da iki ülkede değil, bütün bölgelerde ve kıtalarda devrim ve sosyalizmin zaferi sorununu gündeme getirdi. Başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere emperyalizmin umutlarının çoğunu tüm yaşamı militaristleştirmeye, askeri blok ve paktlara bağladı; sosyalizme karşı, halkların devrimci ve kurtuluş hareketlerine karşı şiddet kullanarak müdahaleye ve açık savaşa bağladı. Öte yandan, sosyalist ülkeleri ve komünist partileri içten baltalamak ve yozlaştırmak için tüm oportünist güçlerin canlandırılması ve harekete geçirilmesine de büyük umutlar bağlandı.
Emperyalist ülkeler ve tüm dünya kapitalizmi İkinci Dünya Savaşı’nı Sovyetler Birliği’ne ve sosyalizme yöneltmek amacıyla kışkırtıp başlattılar. Ama bu savaş ilk sosyalist devleti devirmediği gibi, tersine emperyalizme ve tüm sistemini tehlikeye düşüren darbeler indirdi ve zararlar verdi. Bu savaşın çarpışma alanlarında faşizmin orduları ezildiği gibi, dünya emperyalizminin anti-komünist ideolojisi ve uluslararası oportünizmin karşı-devrimci siyaseti de yenilgiye uğradı. Uluslararası kapitalizmin, sosyalizme ve komünizme karşı giriştiği saldırının başlıca vurucu güçlerini oluşturan Almanya, İtalya, Japonya gibi faşist devletler bozguna uğradılar. O döneme kadar dünya çapında ‘büyük siyaset’ yapan İngiliz ve Fransız imparatorluklarının gücü ve önemi azaldı ve bunlar Amerika Birleşik Devletleri’nin kuyruğuna takıldılar. Anti-komünist cephe delik deşik oldu.
Savaşın ana yükünü omuzlarında taşımış ve faşizme karşı zaferde ve kökleştirilmiş halkların kurtuluşunda belirleyici bir rol oynayan Sovyetler Birliği, savaştan güçlü ve tartışılmaz uluslararası saygınlığa sahip olarak çıktı. Sosyalist sistem emperyalizmle olan büyük çatışmada üstünlüğünü, istikrarını ve yıkılmaz olduğunu tarihsel olarak kanıtladı. Bir dizi yeni ülke, yaratılan koşulların ve komünist partilerin yönetimindeki anti-faşist ulusal kurtuluş savaşının sonucunda kapitalist sistemden koptu ve sosyalizm yoluna girdi. Sosyalist kamp kuruldu ve bu, Ekim Devrimi’nden sonra en büyük olaydı.
Bütün ülkelerde komünist partiler görülmedik ölçüde büyüdüler. Komünist partiler faşizme karşı mücadelenin başında yer alarak halkın ve ulusun çıkarlarını savunan en sadık ve tutarlı savaşçılar olduklarını, özgürlük, demokrasi ve ilerleme yolunda en kararlı savaşçılar olduklarını üyelerinin kant ve tutumuyla kanıtladılar. Marksizm-Leninizm tüm dünyaya yayıldı, etkisini ve itibarım tüm kıtalara yaydı.
Anti-faşist savaşı derinden etkileyen özgürlük, bağımsızlık ve ulusal kurtuluşun yüce düşünceleri yalnızca Avrupa’yı değil, Asya ve Afrika’yı da Latin Amerika kıtasını da sardı. Faşizme karşı zafer ve Sosyalist Kamp’ın kurulması, sömürge ülkelerin halklarının gözünü açtı. Emperyalizmin sömürgeci sistemi en büyük bunalıma girdi. İnsanlığın yarısını kaplayan sömürge ülkelerde güçlü ulusal kurtuluş hareketi yanardağ gibi patlak verdi. Kapitalist sistemin geri hatları sömürgeci ve yarı-sömürgeci rejimler yıkılmaya başladı. Tüm bu yenilgilerden zayıf düşen emperyalist sistemin temelleri sarsılmaya başladı.
Tüm bu değişiklikler yalnızca Sovyetler Birliği için değil, yalnızca halk demokrasisi ülkeleri için değil, Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in ölümsüz teorisi için de büyük bir zaferdi. Bu teorinin canlılığı ve doğruluğu, iki dünya, sosyalist dünya ve kapitalist dünyanın karşı karşıya geldikleri ve insanlığın bugüne dek görmüş olduğu en büyük savaşta bir kez daha kanıtlandı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra meydana gelen tüm bu değişiklikler, Marx ve Engels’in, ‘kapitalist dünya çürümektedir ve dosdoğru yıkıma gidiyor, devrim ve sosyalizm ise yükseliyor’ diyen tezlerini yaşamda bir kez daha kanıtladı.
Dünya emperyalizmini, devrimin ve halkların mücadelesinin kabaran dalgalarını göğüslemek ve kapitalist sistemin sarsılmış temellerini sağlamlaştırmak amacıyla yeni savunma ve saldırı stratejisi hazırlamaya zorlayan sosyalizmin, halkların ve Marksist-Leninist teorinin bu büyük zaferiydi.
Emperyalist devletlerin savaştan sonra hazırladıkları ortak çizgiyi iki temel yönelim belirtiyordu:
Birincisi; emperyalist devletler savaştan zarar görmüş ekonomik, siyasi ve askeri potansiyellerini yola koymak için, halkların devrimci ve kurtuluş mücadelelerinin güçlü saldırısından sarsılmakta olan kapitalist sistemi güçlendirmek için tüm güçleri, sahip oldukları tüm araçları harekete geçirdiler. Onlar mevcut anti-komünist ittifakları güçlendirmek ve yenilerini kurmak için işe koyuldu ve yeni sömürgecilik aracılığıyla sömürgeciliği korumak için büyük çaba harcadılar.
Amerikan emperyalizmi II. Dünya Savaşı’ndan sonra, savaştan yıkıma uğramış Avrupa ve Asya’nın karşısında, ekonomik güç ve bir ölçüde askeri güç açısından üstün durumdaydı. Askerileştirilmiş Amerikan ekonomisi oldukça güçlüydü. Amerika Birleşik Devletleri, her şeyden önce İkinci Dünya Savaşı’ndan muzaffer çıkmış ve mutlaka kısa bir süre içinde ekonomik bakımdan kalkınacak ve Avrupa’da ve Asya’da kurulmuş olan yeni halk demokrasisi ülkelerinin güçlenmesi ve ilerlemesine yardım edecek olan Sovyetler Birliği’ni kuşatmak ve zayıflatmak amacıyla, tüm dünyada ekonomik, siyasal ve askeri egemenliğini kurmayı amaçlıyordu. Bu amaçla siyasal ve ideolojik mücadelede emperyalist taktikler ve askeri taktikler hazırlandı. Askeri taktikler, daha İkinci Dünya Savaşı boyunca hazırlanmış Amerikan planlarının, Amerika Birleşik Devletleri’ni modern silah yapan ve ilk kez Hiroşima ve Nagazaki’ye attıkları atom bombasını bulan ve yapan büyük bir devlet durumuna getirmiş olan planların gelişmiş biçimiydi.
Amerika Birleşik Devletleri kapitalist dünyanın önderi oldu ve kapitalist dünyanın ‘kurtarıcısı’ rolünü üstlendi. Böylece Amerikan emperyalizminin dünya egemenliğine göz dikmesi gündeme geldi. Cumhurbaşkanlığında Roosevelt’in yerini alan Truman, ‘İkinci Dünya Savaşı’nda elde edilen zafer’ diyordu, ‘Amerikan halkını sürekli ve acil bir gereklilikle, dünya önderliği gerekliliğiyle karşı karşıya bıraktı’. Bu, özünde devrime ve sosyalizme karşı mücadele için tüm dünyada ekonomik ve askeri yeni egemen konumlar kazanmak için kendi müttefiklerini kalkındırmak için ve sömürgeci sistemi kurmak için yapılmış bir çağrıydı. Bu stratejiyi gerçekleştirmek amacıyla UNRRA kullanıldı, ‘Marshall Planı’ hazırlandı. NATO yaratıldı ve Amerikan emperyalizminin diğer saldırgan paktları kuruldu.
İkincisi; sermayeye göre temel sorun, emekçilerin en devrimci bölümünü Marksist-Leninist ideolojinin etkisinden çekip koparmak için ve sosyalizmi yozlaştırmak için Marksist-Leninist ideolojiye karşı baltalayıcı ve cepheden bir çalışma yapmakta yalıyordu.
Emperyalizm, çılgınca silahlanma yarışının, ekonominin askerileştirilmesinin, sosyalist ülkelere karşı ekonomik ablukaların yanı sıra çok sayıda propaganda aracını, filozofu, iktisatçıyı, sosyologu, yazar ve tarihçiyi kapitalizmi ve kapitalist devleti değişmiş gibi ‘halk kapitalizmi’ ve ‘genel refah devleti’ vb. gibi göstermeleri için devrim ve sosyalizme karşı kampanyada seferber etti. Burjuvazi ‘kapitalizmin gelişmesi’ hakkında yaygara koparmak amacıyla, bunalımların, anarşinin, işsizliğin ve kapitalizmin diğer hastalıklarının sözüm ona ortadan silinmiş olduğu hayalini ‘Demirperde’ arkasında, ‘Totaliter’ düzen gibi gösterilen sosyalizme göre kapitalizmin sözüm ona üstün olduğu hayalini kitlelerin saflarında yaymak amacıyla savaştan sonraki elverişli ekonomik durumdan da yararlandı.
Burjuvazi, halkların kurtuluş mücadelesini engellemek için, proleter devrimi boğmak için sosyalizmi yıkmak ve kendi mevzilerini koruyup pekiştirmek için kapitalist sistemin genel bunalım ve can çekişme anlarında diğer araçların yanı sıra çeşitli oportünist ve revizyonist akımları da kızıştırır, yüreklendirir ve harekete geçirir. Proletaryanın ve devrimin düşmanları ilk olarak Marksizm-Leninizm’i, işçi sınıfım toplumsal durum ve tarihi görevi hakkında bilinçlendiren ideolojiyi çökertmek, bu ideolojiyi çarpıtman ve burjuvazi için zararsız ve proletarya için değersiz hale getirmek için var güçle çalışıyorlar. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan ve kısaca modern revizyonizm diye adlandırılan revizyonizmin yeni akımları da bu aşağılık ve hain rolü üstlendiler.
İkinci Enternasyonal partilerinin anti-Marksist teorilerinin, Avrupa sosyal demokrasisinin devamı olan modern revizyonizmin kaynağı Amerikan emperyalizminin hegemonyacı siyasetindedir. (Gorbaçov ve Yeltsin’lerin Amerikan emperyalistleriyle el ele verişi bu gerçeğin kanıtını oluşturmaktadır -M.E.) Modern revizyonizmin akımları ve türlerinin temelleri ve stratejileri aynıdır. Bunlar yalnızca uyguladıkları taktiklerle ve kullandıkları mücadele biçimleriyle birbirinden ayrılırlar.”
Enver Hoca, revizyonist ihanetin anlamını, dayandığı temelleri ve çeşitli ülkelerde kazandığı özellikleri de her kelimesine nüfuz eden bir sorumluluk bilinci ve ihaneti duyulan öfkeyle ortaya koyar. Biz uzun olmasında hiçbir sakınca görmeden, tersine konumuzun aydınlatılmasını sağlayacağı ve fazla söze gerek bırakmayacağı düşüncesiyle önemli bir bölümünü daha aktarmaya devam edeceğiz.
“Amerikan emperyalizminin stratejisi ve uluslararası burjuvazinin devrim ve sosyalizme karşı tüm mücadelesi, Kruşçevci revizyonizmin sahneye çıkmasıyla çok büyük ve istenen bir yardım aldılar. Kruşçevci ihanet, sosyalizme ve halkların devrimci kurtuluş hareketine o zamana kadar indirilen en ağır ve en tehlikeli darbeydi. Bu ihanet, ilk sosyalist ülkeyi ve dünya devriminin büyük merkezini bir emperyalist ülkeye, karşı-devrim odağına dönüştürdü. Bu ihanetin ulusal ve uluslararası çapta yansıması, gerçekten çok trajik oldu. Salt halkların devrimci ve kurtuluş hareketleri bir ihanetin sonuçlarından acı çekmiş ve çekmekte değildir, barış ve uluslararası güvenlik de büyük tehlikeye düşmüştür.
Kruşçevciliğin ideolojik ve siyasal akım olarak modern revizyonizmin diğer akımlarından çok farkı yoktur. Kruşçevcilik, burjuvazinin aynı iç ve dış baskısının, Marksizm-Leninizm’in ilkelerinden aynı uzaklaşmanın, devrime ve sosyalizme karşı çıkma ve kapitalist sistemi koruyup güçlendirme yolundaki aynı hedefin sonucudur.
Aralarındaki fark yalnızca oluşturdukları tehlike derecesindedir. Kruşçevci revizyonizm yine en tehlikeli, en tehdit edici revizyonizmdir. Bunun iki nedeni var: Birincisi; Kruşçevci revizyonizm maskeli revizonizmdir, sosyalist dış görünümleri ve insanları aldatmak ve tuzağına düşürmek için Marksist terimleri geniş bir şekilde kullanıyor, duruma ve ihtiyaca göre devrimci sloganları da kullanıyor. Kruşçevci revizyonizm bu demagoji aracılığıyla günümüzde Sovyetler Birliği’ndeki kapitalist gerçeğin görülmemesi için yoğun bir sis yaratmak ve her şeyden önce yayılması amaçlarını gözden gizlemek, devrimci ve kurtuluşçu hareketleri yanıltmak ve bu hareketleri siyasetinin araçları haline getirmek istiyor. İkincisi ve en önemlisi Kruşçevci revizyonizm, büyük bir emperyalist gücü temsil eden bir devlette egemen ideoloji haline gelmiştir. Bu, ona geniş bir alanda ve büyük boyutlarda manevralar yapmak için çok sayıda araç ve olanak veriyor.
İkinci Dünya Savaşandan sonra Batı Avrupa’da ortaya çıkan ekonomik ve siyasi koşullar, Fransa, İtalya, İspanya Komünist Partileri önderliklerinde daha önceden varolan hatalı ve oportünist görüşleri daha da pekiştirdi ve yaydı, onların burjuvaziyle uzlaşma ve bağdaşma ruhunu daha da teşvik etti.
Diğer etkenler arasında faşist yasaların ve baskıcı ve sınırlandırıcı diğer önlemlerin kaldırılması da vardı. Avrupa burjuvazisi bu yasaları ve önlemleri, Ekim Devrimi’nin zaferinden sonraki ilk günlerden başlayarak savaşın patlamasına kadar işçi sınıfının siyasal örgütlenmesini engellemek için ve Marksist ideolojinin yayılmasını yasaklamak, işçi sınıfının devrimci atılımının büyümesini dizginlemek amacıyla benimsemişti.
Faşist partiler dışında bütün siyasi partilerin legalleştirilmesi, bu partilerin ülkenin ideolojik ve siyasal yaşamına engel çıkarılmadan katılması, artık daha az sınırlayıcı yasalara dayanılarak yürütülen seçim kampanyasına aktif katılma olanağının bu partilere tanınması -ki komünistler ve diğer ilerici güçler bu yasaların onaylanması için uzun bir mücadele vermişlerdi- gibi önlemlerde kendisini gösteren burjuva demokrasisinin az çok geniş boyutlarda yeniden kurulması, komünist partilerin önderliklerinde birçok reformcu hayaller yarattı. Bu önderliklerde faşizmin artık kesinlikle sona erdiği, burjuvazinin emekçilerin demokratik haklarını sınırlandıracak durumda olmadığı gibi, bunları daha da genişletmeye mecbur olduğu şeklindeki görüşler kök salmaya başladı. Bu önderlikler, ülkenin en güçlü ve en etkili siyasal örgütleyici ve seferber edici gücü olarak savaştan çıkmış bulunan komünistlerin, burjuvaziyi, demokrasiyi genişletmeye ve gittikçe daha fazla sayıda emekçinin ülke yönetiminde yer almasına izin vermeye zorlayacaklarını düşünmeye başladılar. Seçimler ve parlamento aracılığıyla iktidarı barışçı biçimlerde alma ve daha sonra toplumu sosyalist dönüştürme yoluna geçme olanağına sahip olacaklarını düşünmeye başladılar. Bu önderlikler, İtalya ve Fransa’da iki-üç komünist bakanın yer almasını, burjuvazinin verdiği biçimsel ödünlerin en fazlası olarak değil de, tümüyle komünistlerden oluşacak bir bakanlar kurulunun kurulmasına dek sürekli gelişecek bir sürecin başlangıcı olarak görüyorlardı.
Batı’da savaş sonrası ekonominin gelişmesi de komünist partilerde oportünist ve revizyonist görüşlerin yayılmasını büyük ölçüde etkiledi. Gerçi Batı Avrupa savaştan yıkıma uğramıştı, ama kalkınması nispeten kısa zamanda gerçekleşti… ‘Marshall Planı’yla Avrupa’ya akan Amerikan sermayesi (Bugünkü değeriyle 180 milyar dolar. Savaşta en çok tahribata uğrayan Sovyetler Birliği’nde yapılan zarar tespitinin 60 milyar dolar olduğu düşünülürse, Amerikan sermayesinin sadece savaş sonrası zararları karşılamakla sınırlı olmadığı kendiliğinden anlaşılır. ‘Eleştirmenlerimiz’ bunlardan söz etmeyi pek sevmez.) fabrikaların, işletmelerin, ulaştırmanın, tarımın yeniden kurulmasına ve yoğun üretim artışına olanak sağladı. Bu gelişme pek çok iş alanı açtı, uzun bir dönem boyunca serbest işgücünü emdiği gibi bir ölçüde el emeği ihtiyacı da doğurdu.
Burjuvaziye aşırı kârlar getiren bu durum, burjuvazinin kesesini azıcık açmasına ve iç çatışmalarını bir ölçüde yumuşatmasına olanak tanıdı. Sosyal sigorta, sağlık, eğitim, iş yasası gibi toplumsal alanlarda işçi sınıfının uğruna uzun mücadele vermiş olduğu bazı önlemler alındı. Savaş dönemine ve hatta öncesine kıyasla emekçilerin yaşam düzeyinin gözle görülür biçimde iyileşmesi, sanayi ve tarımın yeniden kurulması ve bilimsel teknik devrimin başlaması sonucunda hızlı üretim artışı, iş gücünün hepsine iş sağlanması, oluşmamış ve oportünist unsurlarda, kapitalizmin sınıf çatışması olmadan gelişmesi hakkında, kapitalizmin bunalımlardan kaçınabileceği hakkında, işsizlik olgusunun son bulmuş olduğu hakkında vb. görüşlerin yeşermesine yol açtı. Kapitalizmin barışçı gelişme dönemlerinin oportünizmi yayan kaynak olduğunu belirten Marksizm-Leninizm’in büyük öğretisi bir kez daha doğrulandı. O dönemde oldukça büyüyen yeni işçi aristokrasisi tabakası da, oportünist ve reformist görüşleriyle partinin ve parti önderlerinin saflarında gittikçe daha olumsuz bir etki yapmaya başladı.
Bu koşulların baskısı altında, komünist partilerin programları gittikçe daha fazla, demokratik ve reformcu asgari programlara indirgendi; devrim ve sosyalizm görüşleri ise gittikçe daha fazla bir yana atılıyordu. Toplumu devrimci bir biçimde dönüştürmeyi savunan büyük strateji, yerini her zamanki günlük sorunlar peşinde koşan küçük stratejiye bıraktı. Bu küçük strateji mutlaklaştırıldı ve siyasal ve ideolojik genel çizgi oldu. Böylelikle 11. Dünya Savaşı’ndan sonra İtalyan, Fransız, Büyük Britanya partileri ve onlardan sonra İspanya Komünist Partisi giderek Marksizm-Leninizm’den uzaklaşmaya, revizyonist görüşleri benimsemeye, reformizm yolunu tutmaya başladılar. Kruşçev revizyonizmine zemin elverişliydi. Ülke içinde burjuvazinin ve sosyal demokrasinin baskısının yanı sıra Sovyetler Birliği Komünist Partisi 20. Kongre Kararları anti-Marksist sosyal demokrat mevzilere geçme yolunda, bu partiler üzerinde büyük etki yaptı.” (Enver Hoca, Avrupa Komünizmi Anti-Komünizmdir.)
Enver Hoca tek tek belli başlı revizyonist partileri ve dayandıkları tezleri Marksizm ışığında değerlendirir ve onların burjuvaziyle açık işbirliği anlamına gelen ihanetlerini gözler önüne serer. Bir bütün olarak işçi sınıfı hareketinin tarihindeki en büyük zaferlerden en ağır yenilgiye doğru yol alışını, ‘sınıf savaşımından, gözlerimiz önünde cereyan eden tarihsel bir hareketten doğan ilişkilerin’ ifadesi olarak somutlaştıran bu değerlendirmelerin doğrulanmış olduğunu, ‘ayniyle vaki’ olduğunu söylemek, yaşanmış bir gerçeği söylemek olur.
En genel sonuçları açısından bu, ne anlama gelir? Kapitalizmin en ileri ülkelerinde, burjuvazinin kendisine dayanak olarak yarattığı işçi aristokrasisinin kendi sınıf kardeşlerine ihanetinin bir ürünü olan II. Enternasyonal oportünizmi; I. Dünya Savaşı öncesinde ve açık bir sınıf işbirliği olarak ortaya çıktı. Modern revizyonizm ise; bir yandan, en gelişmiş ülkelerde aynı sınıf temeline dayanırken, öte yandan; aynı sınıf temeline denk gelmek üzere; sosyalizmin anayurdunda ve kazanılan başarıları yağmalamak üzere, emperyalizmin baskısı artında ve parti ve devlet bürokrasisi içinde oluşturulan burjuvalaşmış ve sınıfa yabancılaşmış tabakaya dayandı. Bu demektir ki; modern revizyonizm de, işçi sınıfı içinde ortaya çıkan ve sınıfa yabancılaşarak burjuvalaşan tabakaların ideolojisidir.
Öte yandan, Ekim Devrimi ve sosyalizmin başarıları ve esas olarak bunların da yardımıyla II. Dünya Savaşı’nın anti-faşist bir karakter kazanması; oportünizme ve revizyonizme, savaş öncesinde açıkça ortaya çıkma olanağı tanımadı. Bu nedenle de, modern revizyonizm; savaş sonrasında ve kapitalizmin nispeten kendisini toparladığı ve özellikle ABD emperyalizminin kendisini dayatan önderliğiyle kendi aralarındaki çatışmaları, sosyalizme karşı belli bir uzlaşmaya dönüştürdüğü koşullarda, belli bir hazırlık sürecinin ürünü olarak ve örtülü biçimlerde, pratik sonuçları belli bir sürece yayılarak ortaya çıktı. Emperyalizm, bu süre boyunca; bir yandan sosyalizme karşı topyekûn bir saldırıyı sürdürürken, aynı zamanda, en başta ileri kapitalist ülkelerde işçi aristokrasisinin harekete egemen olmasına yardım, eden ekonomik, politik ve ideolojik önlemler aldı. Böylece, SSCB üzerinde revizyonizmin ortaya çıkışını kolaylaştıran ve cesaretlendiren bir baskı ve kuşatma oluşturdu.
Dolayısıyla da sosyalizmin yenilgisi veya eski komünist partilerin bugün içine düştükleri durum, Marksizm’i ve işçi sınıfı davasını savunmaktan değil; ona ihanet etmekten, açık bir çatışmaya girmeden, 40 yılı aşan bir süre boyunca, sosyalizmin ve proletarya hareketinin tarihsel kazanımlarının tepesine çöreklenerek, prestijinden yararlanarak, sistematik bir şekilde ideolojik ve örgütsel olarak çürümeye ve dağılmaya yol açmalarından ileri geldiğini gösterir. Bunun anlamı; işçi sınıfının partisiz bırakılmasıdır. Bu partilerin, sadece Marksizm’den değil, aynı zamanda işçi sınıfından, onun günlük yaşamından da kopmaları bu durumun bir göstergesi ve sonucudur. Gene aynı şekilde, az üye sayılarıyla Ekim Devrimi’ni savunma başarısı gösteren, II. Dünya Savaşı’ndan tarihinin en büyük zaferlerini elde ederek çıkan bir partinin, Marksizm’e ve işçi sınıfı davasına ihanetinin bütün sonuçlarıyla ortaya çıktığı koşullarda, 25 milyon üyesine rağmen kapatıldığında doğru dürüst bir tepkinin yükselmemiş olması, partinin sınıf-dışı karakterinin ve çürümüşlüğünün somut bir kanıtıdır.
Yaşanan süreç aynı zamanda, bütün bir revizyonistler ve Marksizm’in yeminli düşmanları güruhunun görmezlikten gelmesine, her türlü baltalama ve demagojilerine rağmen, gerçek Marksist-Leninist partilerin, işçi sınıfı davasının en sadık savunucuları ve tarihsel mirasının temsilcileri olduğunu da kanıtlamış oldu.
Öte yandan, sosyalizmin anayurdunda ve belli başlı ileri ülkelerde işçi sınıfının, ideolojik ve örgütsel açıdan tarihindeki en ağır ihanete uğraması, bağımsız bir sınıf olarak kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele etme olanaklarının baltalanması anlamına da geldiği açıktır. Bu durum bir başka olguyu da kışkırtan etkenler arasında yer aldı.
1960’lı yıllardan itibaren Latin Amerika, Asya ve Afrika’nın geri, sömürge ve yarı sömürge ülkelerinde etkinlik kazanan küçük burjuva devrimci akımlar ve bunların geliştirdiği küçük burjuva ‘devrimciliği’ veya küçük burjuva ‘solculuğu’.

SOSYALİZMİN ZAFERİ VE KÜÇÜK BURJUVA “SOLCULUĞU”
Sosyalizmin anayurdunda ve işçi sınıfı hareketinin gelişkin olduğu belli başlı ülkelerde, zaferin kazanımları ve yol açtığı ideolojik eğilimler üzerine denk gelen modern revizyonizmin çeşitli biçimler altında partilere egemenliği yaşanırken; gene proletarya hareketinin zaferleri, geri, sömürge ve yarı sömürge ülkelerde anti-emperyalist ulusal kurtuluş hareketlerine yeni bir atılım kazandırdı. Geri ülkelerde sadece işçi sınıfı içerisinde değil, köylülük ve diğer emekçi yığınlar, özellikle de gençlik hareketi içinde anti-emperyalist ve devrimci eğilimler güç kazandı. Çin Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın zaferi, Vietnam Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın yarattığı yankılar, Küba Devrimi ve Latin Amerika’da yükselen anti-emperyalist mücadeleler, ‘68 Hareketi’ diye anılan uluslararası devrimci-demokratik bir dalga özelliği kazandı. İşçi sınıfı hareketine genel olarak revizyonist partilerin egemen olduğu bu koşullarda, “Marksizm’i günün koşullarına yaratıcı bir şekilde uygulama” iddiasıyla küçük burjuva “sol” akımlar boy verdi ve Marksizm’in “sol”dan bozuşturulma sürecini başlattı. Küçük burjuva ideolojisi, böylece, sosyalizmin zaferlerinin ve prestijinin gölgesinde belki de, tarihinde sahip olduğu en geniş yayılma ve “ahkâm kesme” olanağı elde etti.
’60 sonrasında etkili olan ve aynı ideolojik temellere dayanmakla birlikte, belli biçimsel farklılıklar da taşıyan iki ana küçük burjuva akım gelişti ve yaygınlaştı. Çin Devrimi’nin küçük burjuva yorumunu genel geçer bir teori haline getiren Maoculuk ve Küba Devrimi’nden esinlenen Marigella ve Regis Debray gibi küçük burjuva teorisyenler tarafından değişik biçimlerde formüle edilip geliştirilen, Latin Amerika kökenli küçük burjuva devrimci akım. ’60’lı yılların sonlarına doğru Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde, özellikle gençlik hareketi içinde öne çıkan, içten devrimci ve anti-emperyalist gençlik önderleri, “Marksizm’in devrimci bir biçimi” olduğuna inanarak bu akımlardan etkilenen örgütler kurdular.
Küçük burjuva akımların teorilerine damgasını vuran “toplumsal gelişmenin bilimsel yasaları” değil, başarıya ulaşmış devrimlerin sonuçlarının şematik tarzda formüle edilmesi ve zafer garantili, aşamaları önceden belirlenmiş devrim stratejilerinin mekanik bir şekilde sınıflar mücadelesi yerine geçirilebileceği şeklinde özetlenebilecek oları öznel idealist bir bakış açısıdır. Bunun doğal sonucu olarak, küçük burjuva akımlar özellikle mücadele ve örgüt biçimlerini mekanik olarak ele alıyor ve proletaryanın sınıfsal öncülüğünü gerekli olmaktan çıkarıyordu. Yukarıda belirtildiği gibi, işçi sınıfı hareketinin büyük ölçüde revizyonizmin egemenliği altında oluşu; onların bu teorilerine özellikle anti-emperyalist, anti-faşist gençlik kitleleri içinde yayılma olanağı sağladı. Hemen tümünün mücadele ve örgüt biçimleri konusundaki formülasyonlar dışında, revizyonizmin temel tezlerine yönelik fazlaca bir itirazları yoktu. Onlar bu tezlerden kendi mücadele ve örgüt biçimlerini gerekçelendirebilecek sonuçlar çıkarıyorlardı, o kadar. Farklılıklarını sadece mücadele ve örgüt biçimlerine dayandırmaları, onların “radikal” ve “ihtilalci” olmaya, sınıf mücadelesinin mevcut durumundan ve ihtiyaçlarından kopuk “sol” eylemcilikle kendilerini ayırt etmeye özel önem vermelerine yol açtı. “Silahlı mücadele” her zaman ve her yerde temel mücadele biçimiydi.
70’li yıllara doğru birçok ülkede, pek çok samimi devrimcinin içinde yer aldığı bu örgütler, “silahlı mücadele”yi başlattılar. Ve önderlerinin ve birçok militanın hayatına mal olan ağır yenilgiler aldılar.
İlk ciddi yenilginin ardından küçük burjuva akımlarda ayrışmalar belirgin hale gelmeye başladı. Aynı çizgiyi sürdürme iddiasında olanlar, giderek marjinal bireysel terör grupları olarak varlıklarını sürdürmeye çalıştılar. Birçok ülkede küçük burjuva akımlar içinde Marksizm-Leninizm’e yönelen bir eğilim gelişti ve uluslararası komünist hareketin genel çizgisiyle birleşti. Geri kalanlar ise; çeşitli bölünmelerle birlikte, modern revizyonist partilerle, Marksist -Leninist çizgi arasında çeşitli meşalelerle sıralanan ara akımlar oluşturdular ve parti olarak örgütlenmeden, çevreler olarak faaliyet sürdürdüler.
’80’li yıllara gelindiğinde genel tablo buydu. Elbette ki, küçük burjuva akımlar; gerek Marksizm’i, gerekse, örgüt ve mücadele biçimlerini ele alışlarındaki çarpıklıklarla, özellikle de, örgüt mefhumunda derin tahribatlara yol açtılar. Bunlar yayınlarımızda çeşitli yönlerden eleştirildiği için, biz sadece konumuzla ilgisi açısından özetleyerek geçiyoruz. Burada önemle vurgulanması gereken, küçük burjuva akımların hiçbir dönemde ideolojik açıdan modern revizyonizmden tam bir kopuşu gerçekleştiremedikleri veya gerçekleştirmedikleridir. Onlar da başlangıçta başarıya ulaşmış devrimlerin “olağanüstü başarılarının etkisi” altındaydılar. Devrimci mücadelelerin “olağanüstü başarılan” onları da “sarhoş” etmişti. Sınıf mücadelesinde her zaman uğrana-, bilecek ilk ciddi yenilgi ve başarısızlıkların ağırlığı üzerine eklenen “revizyonizmin çöküşü” küçük burjuva idealizmini ve ondan ilham alan “devrimciliği”ni tersyüz etti. “Sarhoşluğun ‘masumiyeti’, çöküntünün yol açtığı inanç ve karakter yoksunluğuyla birlikte “arsızlığa” ve “pişkinliğe” dönüştü. Kendi kofluklarını Marksizm’e mal ederek, yenilginin gerçek sorumluluğunu da, kendi sorumluluklarını da atlayarak, Marksizm’e karşı her türlü saldırıyla birleştiler. Bilindiği gibi Marksizm, tarihi boyunca birçok saldırıyla karşı karşıya geldi, ama denilebilir ki; bu sonuncusu, “en soysuz” olanıydı.
Böylece, ‘iktidar’daki güç ve dayanaklarını kaybeden revizyonist parti temsilcilerinin önemli bir kısmıyla, ‘devrimciliklerine veda etmiş küçük burjuva grup şeflerinin önemli bir bölümü kendilerini ‘barındırabilecek’, ‘birbirlerine tahammül etmelerini’ sağlayacak bir ‘çatı’ya şiddetle ihtiyaç duyduklarının farkına vardılar.
Elbette bu kolay olmadı. Bu noktada, sabırla bu “mutlu sonu” hazırlamayı beklemiş olan; ideolojik açıdan her iki kesimi de ‘kapsayıp üzerine çıkabilen’, ama herhangi bir örgüte ‘bulaşmamış’, hayatini ‘özgür düşünceye’ vakfetmiş ‘bu işin adam’larına, yani, biraz ‘teknik’ bir dille söylersek ‘meyancılara’ ihtiyaç vardı.
Ülkemizde 12 Eylül yenilgi ve gericilik yılları ardından yaşanan, on yılları alan ‘sol’ hareketin birikimi üzerinde tepinen ideolojik ve örgütsel tasfiye dalgası, bunun yol açtığı ‘karşı-dayanışma’, sağladığı ‘karşı özgürlük’ ve yol açtığı tahribat; ancak çok genel hatlarıyla özetlemeye çalıştığımız bu tarihsel zemin üzerinde gerçek anlamını bulur. Elbette ki, ülkemiz işçi hareketi bu süreci, kendi pratik eylemiyle kapatmış bulunuyor. Ama bu ideolojik ortamın ve örgütsel tasfiye dalgasının yol açtığı tahribatlara karşı mücadele ve ideolojik bir “karşı-saldırı”, işçi hareketinin ideolojik ve örgütsel gelişiminde, -her zaman olduğu gibi-, bugün de önemli bir yere sahiptir. Yazımızın buraya kadar olan bölümlerinde, bugün artık kapanmakta olan bir sürecin dönemeçlerini hatırlatabilmek amacıyla, alışılmışın ötesinde alıntılara yer verdik. Bunlar, hem bir dönemin canlı tanıklıklarıydı ve hem de, bir dönemin olaylarını gerçek Marksistlerin, hangi bilinç ve sorumlulukla ele almış olduklarının da belgeleriydi. Elbette Marksizm’in ve işçi sınıfı hareketinin düşmanları, tarihsel kanıt ve belgelerin sık sık hatırlatılmasından hoşlanmayacaklardır. Ama işçi sınıfının bugün bağımsız bir parti olarak örgütlenmiş ve örgütlenmekte olan temsilcileri, bu tarihten güç alarak, Marksizm’in ve işçi sınıfının bilinçli düşmanlarına karşı saldırma ve onların hak ettikleri sıfatlarla anılmasını sağlama hakkına sahiptir. Bu, aynı zamanda sınıfın uyanan ve mücadeleye atılmakta olan kesimlerine karşı da yerine getirilmesi gereken bir görevidir.

TARİHSEL BİR ‘KARŞI BİRLİK’ VE ‘MEYANCILARI’
Ülkemizde, Gorbaçov’la başlayıp emperyalistlerce desteklenen ‘Yeni Dünya Düzeni’ kampanyası ve bunun bir devamı’ olarak revizyonizmin çöküşüyle birlikte hızlanan bir “birlik” süreci yaşandı. Kruşçev revizyonizminin en sadık savunucularından TKP ve hemen hemen aynı çizginin savunucuları olan partiler ve gruplarla birlikte başlatılan ve daha sonra, küçük burjuva ideolojinin en ileri savunucusu durumundaki Dev-
Yol’u da işin içine katarak gerçekleşen tartışmalar “başarı”yla sonuçlandı. Böylece revizyonizm ve küçük burjuva ‘sol’culuğu arasındaki üzücü ‘farklılıklar’ da ortadan kalktı veya daha doğrusu; her ikisi tarafından da hatırlanmak istenmeyen ‘geçmişte’ kaldı.
Elbette ki, bir kısım parti, grup veya kişilerin “birleşmesi”ne, kendi başına kimsenin bir diyeceği olmaz. Ama, bu birleşme, onlarca yıl izledikleri çizginin sorumluluğunu işçi sınıfına ve Marksizm’e yıkma “ortak paydası” üzerinden gerçekleşiyorsa ve bu birleşme tartışmaları, emperyalist demagoji kampanyasının hedeflerini güçlendiren ve ona omuz veren anti-Marksist bir içerikte gerçekleşiyorsa; o zaman işçi sınıfını ve Marksistleri ilgilendirir. Bu birleşmenin “meyancıları”yla, birleşme fedakârlığı gösteren “grup şefleri” merak edilir.
Kimdir bunlar? “Zira şimdi artık kimseye Birikimci filan demiyorlar… Olsa olsa ödepeli diyorlar! Ve ben ödepeliyim… Sen de ödepelisin, biliyorum…” (Melih Pekdemir, Birikim 100. sayı)
Birikim ve Murat Belge… 100. sayıdaki muhasebeden öğrendiğimiz kadarıyla; 71 sonrası küçük burjuva akımların ilk ciddi yenilgisi esnasında gözaltına alındığı Sağmalcılar Cezaevi hücresinde M. Belge bir dergi çıkarmayı tasarlar. Ömer Laçiner’i de ortak olarak seçer. Hapse girmeden önce İngiltere’de gördüğü benzer dergilerden ilham almıştır. Ve düşünce dünyasını biraz kendinden izleyelim.
“… Doktoramı 1966–69 arasında yazdım. Konu kısmen mitolojiyle ilgiliydi. Eski toplumlarda insanların bu mitleri nasıl oluşturduğu üstüne düşünürken, doğal olarak, bilinçlilik biçimleriyle, zihni üretimle yakından ilgilendim ve böylece Marksizm’in klasik ‘altyapı-üstyapı’ kavramlarını da düşündüm ve o klasik kavramlara pek uymayan bir yaklaşım geliştirdim. Doktorada, özellikle de önsözünde, ortodoksi-dışı, yeni anlayışımı münasip bir dille anlattığımı sanıyordum. Aradan yıllar geçti, yeniden okuyacak oldum. Bir de ne göreyim? Dünyanın en Ortodoks lakırdılarını yazmışım. O Morgan’dan alınma aşamalı evrim şemalarını filan sözde aştığımı sanmıştım. Ne gezer!
Birikim’de de biraz böyle. 1975’te yayımlamaya başladığımızda, adamakıllı farklı bir bakış oluşturduğumuzu düşünüyordum. Ama dediğin gibi ‘revizyonizm’di, ‘diyalektik’ti gırla gidiyor o ‘çıkarken’ metninde.
Yalnız, ‘düşünce tuhaf şey’ dedim ya. Şimdi burada ikinci şaşırtıcı nokta geliyor. Biz ‘yeni’ bir şey yaptığımızı düşünüyoruz, şimdiki aklımızla dönüp bir daha bakıyoruz: Allah Allah! Hiç ‘yeni’ değil. Öte yandan, herkes de ‘yeni’ bir şey yaptığımızı anlıyor. Yani, şimdi bize ‘eski’ ve ‘klasik’ görünen bütün o kavramlar sistemi, sonuçta anlaşılması gerektiği gibi, yani ‘yeni’ ve ‘farklı’ olarak anlaşılmış. Sanki işlemi yanlış yaptığın halde doğru sonucu bulmuş gibi tuhaf bir durum.” (M. Belge, Birikim 100. sayı)
Lastikli, tuhaf, her yana çekilebilir ve kesinlikten özellikle kaçınan mantık oyunlarını bir yana bırakıp düpedüz, olduğu gibi söylersek; M. Belge mitlerin nasıl oluştuğunu konu edinen bir doktora tezi hazırlamaktadır. Esas olarak Marksizm’in temel tezlerinden birini Marksist literatürü kullanarak eleştirmiş, ama münasip dille de kendi düşüncesini işlemiş. Aynı şey Birikim için de geçerliymiş. Yeni bir şey yazıyormuş gibi yapmadığı halde; insanlar anlatmak istediği kavramları benimsemişler. Yani, Marksist’miş gibi yaparak, sonunda Marksizm ‘mit’ini en azından, Marksizm’i bir efsane gibi anlayanların gözünde yıkmayı başarmış. Bunun adı literatürde demagojidir, laf cambazlığıdır. Bu konuda ‘kurbanını’ veya çömezlerini iyi seçmiş ve işini sabırla sürdürmüş, işinin ehli bir uzman olduğunu kabul etmek gerek. İşte bir örnek: “Okuyucular efsanemize eskisi gibi inanmıyor. Eski tarz efsane anlatımına inanmıyor. Bizler de efsanemizi eskisi gibi inandırıcı olarak savunamıyoruz, anlatamıyoruz.” Oysa okuyucular veya taraftarlar sen inandırıcı efsane anlatıyorsun diye değil; anti-emperyalist, anti-faşist bir mücadele çizgisi izlediğine inanıyorlardı ve sen esas olarak bu konuda inandırıcılığını yitirdin.
“Savunulan şey dogma olunca, üstelik bunlar bir de ‘yanlış dogma’ olunca bunları tartışarak kaldırma imkânı bulunmuyordu… Yine bunun için her şeye yeniden başlamak ve Marksizm’deki her konuyu ‘yeniden’ ele almak gerekirdi. Ama sen söyle dün bunun adı hemen ‘revizyonizm’ ya da ‘inkârcılık’ olarak konmaz mıydı?
Ama şimdi olumsuz bir gelişmeden olumlu bir imkân çıkarabilme durumundasın. Sovyet sisteminin yarattığı olumsuzluk aynı zamanda bir engelin çöküşüdür. Olumlu gelişme, artık dogmaların iflas ettiği bir dönemde artık herkesin özgür ve özgün düşüncelere kendiliğinden ihtiyaç duymasıdır.” (Melih Pekdemir, Kuralsızlığın Hikâyeleri)
Ve sen inandırıcı bir anti-emperyalist ve anti-faşist çizgi ortaya koymak yerine bütün inançlarını yitirerek, inançsızlığını gerekçelendirmeye koyuldun.
Elbette, “bilinçlilik biçimleriyle ve zihinsel üretimle” uzmanlık alanı nedeniyle yakından ilgilenmiş olan M. Belge; M. Pekdemir gibilerin Marksizm’i bir efsane gibi anladıklarını biliyordu ve dolayısıyla da literatüründe bunu gözetti. Althusser ve Lucas’tan esinlenen eleştiriler, dönemin koşullarına denk geliyordu. Şimdi, kendi muhasebesi üzerinden geriye dönüp düşünüldüğünde; hem revizyonist akımların açmazlarını ve zayıflıklarını biliyordu, hem de küçük burjuva akımların ve özellikle Dev-Yol’un. Aralarındaki ‘dostluk’a güvenerek sürekli olarak bu zayıflıklar üzerine yüklendi. Özellikle bunu, ileri kesimlere seslenerek yaptı. Bir uzman olarak ciddi başarısızlıklarda bunların işe yarayacağını da, az çok kestiriyordu.
Aldı sözü M. Pekdemir; “80 öncesinde dünya hali, emperyalizmin üçüncü bunalım dönemi tahliliyle ‘şak şak şak’ ifade edilebiliyordu. Yani dünya devrimci dünyaydı bizim için. ’80 öncesinde Türkiye hali, sömürge tipi faşizm tahliliyle ‘tak tak tak’ ifade edilebiliyordu… Birikim’de yer alan ve sofistike gibi görünen tartışmalar haleti ruhiyemize fazla uymuyordu… SSCB’nin çöküşünden sonra at izi it izine karıştı… Şimdi belki bir süre, kavramlar yerine düpedüz kelimelerle konuşmak ve yazmak zamanı.” (Melih Pekdemir, Birikim 100. sayı)
’80’den sonra artık ve ’97 yılında hâlâ neyin ne olduğunu açıklayamamış ve açıklamaktan da vazgeçmiş. Yani ‘gerçek hayat koşulları’ndan kopuk ‘efsane’den, gerçek hayatı düşünmeden yaşamaya dönüşmüş bir “bilinçlilik biçimi”. Çünkü bütün bir Birikim tarihi boyunca, M. Belge; kendisinin sorumlu tutulacağı bir düşünce çizisi geliştirmekten özel olarak kaçındı. Sadece bir “bilinçlilik biçimi” geliştirdi. Bunu bilinçli bir şekilde yaptı. Böylece, hitap ettiği kesimleri düşünce ve kavramlar dünyasının, kimsenin söylediğinden sorumlu olmadığı ‘özgür ve özgün’ düşünceli bir çömezler topluluğuna dönüştürmenin yolunu açtı. Yenilgi ve gericiliğin terörüyle şaşkına dönen, inançları ve kendilerine güvenleri çöküntüye uğramış parti veya grup şefleri için can simidi bir düşünce. Onlar böylece izledikleri çizginin; gerçekten lafzını çok kullandıkları Marksizm’e uygun veya savunuculuklarını yaptığı davaya uygun olup olmadığının sorumluluğundan kurtulma çaresini bulmuş oldular. Çünkü onların ‘devrimciliklerini veya ‘sosyalistliklerin: sınıfa duyulan bir sorumluluk belirlemiyordu. Onların gözlerini kamaştıran; devrimin ve sosyalizmin kazandığı başarılardı. Zafer kemirilip çöküntü bütün gerçek yüzüyle ortaya çıktığında, onların bütün efsaneleri yıkıldı. Bütün suçu Marksizm’e ve hatta Ekim Devrimi’nin yanlışlıkla yapılmış olmasına bağlayacak kadar zırvaya vardırdılar. Elbette M. Belge bu sonuçtan beklemediği kadar memnundu. 12 Eylül yenilgisi üzerine revizyonizmin çöküşü de bindirdiğinde, çömezleri, kendi ummadığı kadar çoğalmıştı. O, böylece, geliştirdiği “bilinçlilik biçimleri”yle 12 Eylül terörünün ve revizyonizmin çöküntüsüyle sürdürülen burjuva propagandanın düşünsel planda ‘tamamlayıcısı’ oldu.
Bugün vardığı noktada, kendi muhasebesini ve ortaya çıkan ‘ürünler’i birlikte düşündüğümüzde; onun sistematik olarak, 22 yıldan beri onların sübjektif idealizmine temel teşkil eden küçük burjuva sınıf kökenlerine hitap ettiği ve her dönemeçte işi daha ileri götürdüğü sonucunu çıkarmak zor değildir.
“Mecbur muyum? Ben böyle düşünüyorum… Marx da benim gibi düşünüyordu demem neden gereksin? Allah Allah, düşünmeyiversin. Marksizm’in benim kendi formasyonumdaki yerini hiçbir zaman inkâr edemem. Etmeye herhangi bir gerek de yok. (Neden olsun ki? -M.E.) Sanıyorum tek tek düşünürler olarak, çeşitli alanlara, çeşitli akımlara bakalım. Herhalde benim entelektüel formasyonumda hiç kimsenin payı Marx kadar fazla değildir. Ben ne anlıyorum sosyalizmden, genel dünya görüşüm nedir? Aslında Marx için hayati olması gereken bir sürü şey var ki, bunlar bana bir şey söylemiyor. (Orası muhakkak -M.E.) Diyalektik materyalizmi umursadığımı, emek-değer teorisini çok fazla doğru bulduğumu söyleyemem. Bunun gibi bir sürü şey daha sayabilirim.” (M. Belge, 100. sayı) Zaten daha fazlasını savmaya gerek de yok. Süngüsü düşük revizyonist veya küçük burjuva devrimcileri karşısında Marksizm’e daha açık saldırmanın bir sakıncası yoktur. Bu ne demektir? Senin ne işin var nesneler dünyasıyla, sınıf mücadeleleri belasıyla. Sen tek başına bir “düşünür” olarak bütün düşünürleri oku, özel olarak birileriyle ‘düşünce ve eylem birliği kurmaya da çalışma. Zaten bunu hem beceremedin, hem de TCK’da da yasak. Kendi entelektüel dünyanı kur ve sosyalistliğini orda yap. Böyle bir “düzlemde” birleşmek için; “geçmişten kalan bütün yapıları ve örgütleri” (M. Belge, Sosyalist Sol Konuşuyor, Rafet Ballı) dağıt! M. Belge örgütler dağılma noktasına geldiğinde görevini bilen bir sıkıyönetim komutanı edasıyla konuşur. Onun ‘özgürlük’ anlayışı; insanların örgütlenme özgürlüğünü kapsamaz. Sosyalizm anlayışı ve çömezlerine açtığı yeni platform ise; 100. sayı ‘muhabbeti’ vesilesiyle Ömer Laçiner’in ağzından şöyle özetlenir: “Bu anlamda ‘hedef dediğimiz şey şu anda yaladığımız şeyin kendisi olmalı, orada yansımalıydı. ’90’lı yıllardaki Birikim’de bunu daha net ifade edebildik. Eğer sosyalizm bir yaşam tarzı ise; bunun için toplumsal iktidarı ele geçirmek ya da dünyadaki bütün toplumlarda iktidarı almak gibi bir ön şart olamaz, gerekmez. (Yani, dünyayı ve Türkiye’yi tahlil etmeniz de gerekmiyor. – M. E.) Eğer biz sosyalizmi benimsiyorsak, demek ki, en azından kendi hayat sahamız içinde, kendi ilişkilerimiz içinde, kendi kurduğumuz yerlerde bu düşünceyi kendi yaşamımıza geçirebiliriz.” Diyalektik materyalizmi, emek-değer yasasını ve dolayısıyla da sınıflar mücadelesini, iktidar, devrim gibi meşakkatli işleri bir kenara koyduktan sonra; bu her biri 20 küsur yıllık sosyalizm sözüne aşina olmuş insanları boş bırakmak olmaz. ‘Kendi hayat sahaları içinde’,   ‘kendilerinin kurdukları yerlerde’ ve ‘kendi yaşamlarına’ uyarlanmış bir “sosyalizm”Ie meşgul olmaları da, bu ihtiyaca cevap verir. Bunun devletimize de milletimize de bir zararı olmaz. “Uluslararası Topluluk”un “global” amaçlarına da ters düşmez.
Ve M. Pekdemir’lerin ödepesi bu platform üzerinde kuruldu. Artık Birikim’cilik yok ödepelilik var. Gerçi, M. Belge artık yorulmuştur ve ‘manen ve ruhen’ kopmuştur. Ona ihtiyaç da yoktur, hazır bir araya gelmiş epeyce çömez, biraz amatörce de olsa işleri yürütebilirler. Hem artık bu kesimlerde yeniden Marksizm’in nüksetme ihtimali de kalmadı.
Bütün bu çabalar, emperyalizmin uluslararası planda, yer yer bir karnaval havası alan ve artık ‘sosyalizmin iflas ettiği’ propagandasını sürdürdüğü ve kapitalizmin ebediliğini ilan ettiği koşullarda meyvelerini verdi. Ortaya çıkan sonuca baktığımızda; emperyalizmin propaganda hedefleriyle M. Belge’nin ‘eleştirelliği’nin aynı amaca hizmet ettiğini görmek çok zor değildir. “Kapitalizm bu esnekliği gösterirken, Marksist dünya Marks’ın eleştirel ve bilimsel düşüncesinden kaskatı bir ürperti yarattı.” (M. Belge, Türkiye Dünyanın Neresinde?) Zaten, diyalektik materyalizmden, emek-değer teorisinden arındırılırsa; Marksizm de burjuvazi için ‘kaskatı bir ürperti’ olmaktan çıkar ve kapitalizmin ‘esneklik’ alanına girer. Ve bu uğurda, bir zamanlar dünya çapında kabaran dalgayla silah elde yola çıkan küçük burjuva devrimcileriyle, TKP vb örgütleri; ait oldukları dünyaya, küçük burjuvazinin kendi bireysel dünyasına döndürmek için azımsanmayacak katkıda bulundu. E. Kürkçü gibi çömezleriyle birlikte, onların kendi dünyalarını muhafaza ederek bir çatı altında birleşmelerinin ‘meyancı’lığını yaptı. Onların tek birlik noktası; devrime, sosyalizme ve Marksizm’e karşı olmaktır. Yani onların oluşturduğu birlik; bir “karşı birlik”tir. “Yenildiğiniz yere bir daha gitmeyiniz!”in ‘birlik’idir.
M. Belge’nin de, bir zamanlar ona ilham kaynağı veya ‘Marksizm’i eleştirme aracı’ olmuş ‘düşünür’lerin Marksizm’e yönelttiği eleştirilerin, hiçbirisi de yeni değildir. Komünist Manifesto’nun ilan edilişinden bu yana, özellikle işçi hareketinin ağır yenilgiler aldığı her dönemde, benzer eleştiriler yapıldı. Bunlar, aynı şekilde işçi sınıfı dışından gelerek Marksizm’i benimsemiş olanların ideolojiye ve sınıfa en az bağlı olanlarını etkiledi. Ve bugüne kadar bunların hiçbirinden ve hepsinin toplamından Marksizm karşısına çıkarılabilecek kapsamda bütünlüklü bir teori ortaya çıkmadı. Bu ‘eleştirmenlerin’ tümü de proletarya hareketinin bir yenilgi almasına kadar tarihin çöp tenekesine atılmaya mahkûm olacak. Ama burjuva dünyası, devrime ve sosyalizme karşı demagoji uzmanları, araç ve yöntemleri geliştirmede 50 yıllık bir birikime sahip oldu. Birçok “muhalifini” yayalarında “konu mankenlerine” döndürmeyi başardı. Eğer bir ‘özgünlük’ten söz edilecekse; M. Belge’nin demagoji yeteneğinden ve ‘kurbanları’nı ağzı açık bırakan, nesneler dünyasından ve sınıflar mücadelesinden ‘kopuk’, ama egemen sınıfın en güçlü propaganda merkezlerinden hiç de kopuk olmayan “ucuz mantık oyunları”ndan; kimlere, neyi ne zaman ve nasıl söyleyeceğini bilmiş veya hesaplamış olmasından söz edilebilir. 22 yıl boyunca herhangi bir sınıfa, herhangi bir örgüte, herhangi bir felsefi düşünceye karşı “taahhüt edilmiş bir sorumluluğu” olmadan Marksizm’e karşı mücadeleyi görev edinmesinden; ister, “Allah rızası için olsun”, isterse; “akademik kariyerini” ispat etme gibi “bilimsel bir tutku” uğruna olsun, ‘görevine’ sadık kalmasından söz edilebilir.
Sürdürdüğü çabanın ’90’lı yıllarda somut ürünler vermesine gelince; bunun nedeni, en başta küçük burjuvazinin devrim ve sosyalizmle, bir dönemin koşulları içinde oluşmuş ittifakının -eğer, buna ittifak demek uygunsa- çözülmüş olmasıdır. Ve M. Belge bu ‘çözülme’ için mücadele etti ve devamında da; ‘çözülme’nin ideolojisini ve teorisini yaptı. Bunun meyvesi; “ne güzel, Marksizm karşısında özgürüz”, “ne güzel, farklılıklarımızla bir arada durabiliyoruz”, “ne güzel, hiçbir sınıfa karşı sorumlu değiliz”, “ne güzel, söylediklerimizden ve yazdıklarımızdan sorumlu değiliz”,
“Ne güzel, her türlü şiddete karşıyız”, “ne güzel, muhalefet yapıyoruz” vb. sözlerden oluşan bir jargon, lastik gibi her yana çekilebilir ve kesinlikten kaçınan, “Şimdi belki bir süre…” diye başlayan, ama somut ve elle tutulur herhangi bir şey söylemeden bir süre sonra, gene benzer sözlerle başlayan bir “bilinçlilik” biçimine ulaşmış küçük burjuvalar topluluğudur. Her biriyle ayrı ayrı konuşulduğunda; aynı insanla konuşuyormuş gibi bir duygu uyandırmalar» ise; ‘özgünlük’lerinin bir kanıtıdır.
Yani, onun etkileme ve “zihinsel üretim” biçim ve yöntemleri, ancak; “boyundan büyük işlere kalkışıp” karşı-devrimin ilk ciddi şamarını yedikten sonra “kendine gelen”, “siyasetten gelme” küçük burjuva “aydınlara” göre ‘programlanmıştır’. Ama kesinlikle işçi sınıfına değil. (“Siyasetten gelme” sözünü özellikle kullanıyoruz. Çünkü bu ülkede Marksist olsun olmasın, düşüncelerine katılalım ya da katılmayalım, kendi düşüncesine ve halka karşı sorumlu, bağımsızlıktan, demokrasiden ve sosyalizmden yana gerçekten hayatını bir aydın olarak kazanan, ama hayatını kazanmak veya ihtirasları uğruna sorumluluklarını feda etmeyen aydınlar da var. Konumuz olan aydınları bu nedenle “siyasetten gelme” kategorisinde ele alıyoruz. Bunlara karşı üslubumuzu belirleyen de budur. Yoksa bizden farklı düşünmeleri değil.)

VE İŞÇİ SINIFI
Sosyalizm tehdidinin de etkisiyle, kapitalist sistemin, nispeten ‘barışçı bir gelişme’ seyri izlediği son 40 yıl geride kaldı. Bu sürecin beslediği bütün demagojiler de, sahte ‘kahraman’lar da dayanaklarını yitirdiler, ‘Gerçek hayat koşulları’ bütün açıklığıyla, proletarya ve burjuvaziyi karşı karşıya getiren bir sürece doğru yol alıyor. Son 40 yılda pek rastlanmayan ama kapitalizmin ortaya çıkışından beri ve kapitalizmin ortaya çıktığı bütün ülkelerde işçi sınıfını burjuvaziye karşı bir sınıf olarak birleştiren en önemli mücadele biçimleri olarak grevler ve gösteriler yeniden ve kapitalizmin bütün merkezlerinde boy verdi. ‘Birileri doğru bulmuyor diye; tarihsel ve toplumsal gelişmenin bilimsel yasaları hükmünü icra etmekten geri kalmadı. ‘Birileri’ doğru bulmadığı için; emek-değer yasası ve ancak bununla açıklanabilecek olan proletarya ve burjuvaziyi; çıkarları birbirine zıt sınıflar olarak karşı karşıya getiren koşullar ortadan kalkmadı. Şimdiye kadar olduğu gibi; bundan sonra da işçi sınıfı yenilgiye veya ihanete uğradığı için; iktidar mücadelesinden vazgeçmeyecek. Bir kısım partiler yozlaştı diye işçi sınıfı parti olarak örgütlenmekten vazgeçmeyecek.
Çünkü; işçi sınıfı için, sınıf bilinçli işçiler için Marksizm; bir fantezi ve “demagoji” aracı değil; varlığını sürdürme ve ‘geleceğini kendi eline alma’ mücadelesinin bilincidir, Parti de, ancak küçük burjuva bir kafaya sığabilecek çaptaki “efsane” ve “mirlerin “hayranlarından oluşan bir topluluk olmadığı gibi; emperyalizmin saldırı ve demagojileriyle şaşkına dönerek süngüsü düşmüş, sosyalizmi ‘kendi hayat sahası içinde’ arayan “muhalifler” topluluğu da değildir. Parti; bütün bir insanlığı iki kez yıkıma ve birbirini boğazlamaya sürüklemiş olan ve bir üçüncüsüne doğru yol almakta olan’ emperyalizme ve burjuvaziye karşı; işçi sınıfı başta olmak üzere bütün emekçi sınıfların güçlerini ve mücadelesini birleştirebilmenin, iktidar hedefine yöneltmenin, her türlü sömürü ve zulmü ortadan kaldırma mücadelesinin temel aracıdır.
Böyle olduğu içindir ki; her sınıf bilinçli işçi, Marksizm’i; ‘işçi sınıfının tarihsel sorumluluğunun bilinci’ ve bir ‘eylem kılavuzu’ olarak ele alan sınıfının bilinçli neferleriyle, onu; “kendi zihinsel ve mesleki formasyonlarının” bir aracı haline getiren, Marksizm’in sinsi düşmanlarını ve demagogları ve onların çömezlerinden oluşan ‘inançsızlar güruhunu’ daha kesin ve daha hızlı bir şekilde ayırt etmesini bilecektir.
150 yıldan beri, işçi sınıfı hareketinde yaşanan her yenilgi ve gerilemenin ardından, hem burjuvazi ve hem de; ‘yükselme’ döneminde mücadeleye katılan işçi sınıfının geçici ‘yol’ arkadaşları; Marksizm’e karşı aynı amaca hizmet eden ama farklı araç ve yöntemler kullanan saldırılar yönelttiler. Zaferler ne kadar büyükse: saldırıların araç ve yöntemleri de o kadar sinsi ve o kadar ‘soysuz’ bir özellik kazandı. Ama bütün bu saldırılar ne “Paris Komünü”nü, ne “Ekim Devrimi”ni ve ne de “II. Dünya Savaşı’nda elde edilen zaferleri” engelleyemedi. İşçi sınıfı, yeni bir saldırı için güçlerini birleştirmeye yöneldiğinde; Marksizm’i de daha ileri bir bilinçle kavrayarak, daha sağlam ve militan partiler inşa etme ihtiyacını duydu ve her seferinde daha büyük zaferler elde etmeyi, zaferlerini daha uzun süre koruyup geliştirmeyi başardı. Yaşanan tarih buna tanık olduğu gibi; mücadelenin ortaya çıkan belli başlı belirtileri, bugün ve gelecekte de, böyle olacağını şimdiden göstermektedir. Çünkü Marksizm’in kökleri, her türden demagojinin panzehiri olan “gerçek hayat koşullarında”, ‘salim kafayla’ düşünebilen her işçi ve emekçinin günlük yaşamındadır. “‘Gerçek hayat koşulları” ise; işçi sınıfına ve bütün ezilen yığınlara ‘yenilgi korkusu’yla, yeni zaferler için mücadeleden vazgeçme hakkını tanımamaktadır.

Aralık 1997

Nereden… nereye? Siyasal koşullardaki gelişmeler ve dönemeçler

Uluslararası düzeyde son altı-yedi yılı karakterize eden olgu; emperyalizmin belli başlı çelişmelerindeki keskinleşme olarak ortaya çıktı. Revizyonizmin çöküşü emperyalistler arasında savaş sonrası süre boyunca olgunlaşan güç ve egemenlik ilişkilerindeki değişimin açığa vurulmasının da vesilesi oldu. Bir yandan “sosyalizm ve sosyalizmden güç alan ulusal kurtuluş hareketleri” tehdidinin, öte yandan; savaş sonrası güç ilişkilerinin belirlediği “statüko” da hızla çözülme sürecine girdi. Bu durum bütün ülkelerdeki sınıf ilişkilerini de, ülkeler arasındaki ilişkileri de kapsayan genel bir karakter kazandı. Son yüzyılın iki büyük savaşıyla sonuçlanan, daha doğrusu sonuçlanamayan çatışmaların da gösterdiği gibi; emperyalizmin, yani tekelci kapitalizmin temel amacını oluşturan “azami tekel kârı” ve bunu güvenceye alacak güç ve egemenlik mücadelesi; çelişkilerdeki keskinleşmenin uluslararası ölçekte ve bütün ülkeleri içine çeken boyutlar kazanmasını da kaçınılmaz hale getiren temel bir etken olarak, bütün çatışmaların merkezindeki yerini korudu.
Dünya çapında; 89 ülkenin geliri 10 yıl öncesine göre daha geriledi. 70 gelişmekte olan ülkenin geliri, 1960-70’lerden geriye düştü. 19 ülkede kişi başına gelir ’60 öncesi düzeyine düştü. Yani “bir avuç emperyalist ülkenin” kendi aralarında giderek artan rekabeti, dünyanın geri kalan kısmı üzerindeki sömürü ve yağmanın, tehdit ve şantajların daha da yoğunlaşmasını beraberinde getirdi. IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kredi kurumlarının denetim ve yönlendiriciliğinde, geri ülke ekonomilerinin ulusal dayanakları tahrip edilerek emperyalist tekellerin hareket olanaklarını sınırlayan her türden engelin kaldırılmasına hizmet etmek üzere, özelleştirme vb. yollarla var olan ekonomiler yıkıma sürüklendi. Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın belli ülkelerinde açlık yeni boyutlar kazandı.
Sınıflar-arası ilişkiler açısından; bütün ülkelerde sermayenin tekelleşmesi, tekeller arası birleşmeler veya tekellerin birbirini yutması, belki de tarihte görülmedik derecede yeniden büyük bir hız kazandı. Dünya çapında en zengin 358 kişinin gelirinin, nüfusun % 45’inin gelirini aşan bir düzeye ulaşması, ABD örneğinde olduğu gibi, nüfusun en zenginlerinin gelirlerindeki artışın % 102 düzeyine ulaşması; 1990’da 80 milyon olan çocuk işçi sayısının, 1995’te 200 milyona ulaşmış olması; büyük çoğunluğu uluslararası düzeyde faaliyet gösteren tekellerden olmak üzere, sadece ’92–‘93 döneminde 2,8 milyon sendikalı işçinin işten atılması; bunlara, çalışma saatlerinin yükselmesi, işsizlik oranında gelişmiş ülkelerde % 9’lara varan yükselme, ücretlerde genel bir gerileme ve kazanılmış haklara yönelen topyekûn saldırılar da eklenirse; kapitalizmin insanlığa nasıl bir gelecek vaat ettiği de anlaşılır hale gelmektedir.
Belli başlı emperyalist ülkeler, arasında özellikle, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ve Uzakdoğu gibi pazar ve hammadde alanları üzerinde, bu amaca hizmet edecek stratejik bölgeler üzerinde yeni bir rekabet ve çatışmanın yoğunlaşması, geri ülkeler üzerinde baskı, şantaj ve tehditlerin açık ve pervasız bir karakter kazanması, yer yer bölgesel çatışmaların kışkırtılması, politik ortamın gerginleştirilmesi olarak ortaya çıktı. ABD-Çin, ABD-İsrail-Türkiye arasında olduğu gibi stratejik askeri anlaşma ve ittifaklara yöneliş hızlandı. ABD’nin yanı sıra Almanya, Fransa, Japonya gibi iddia sahibi emperyalist ülkeler de, ülke-dışı hareket yeteneklerine sahip, teknik düzeyi yüksek askeri güçler örgütlemeye hız verdiler.
Paralel bir şekilde, siyasi gericiliğin değişik düzey ve biçimlerde yoğunlaşmakta oluşunu kanıtlayan olgular hız kazandı. Gelişmiş kapitalist ülkelerin hemen hemen tümünde polislerin yetkisini artıran, kitle mücadelesine ve örgütlenmesine -şimdilik yoğun bir şekilde uygulanmıyor da olsa- saldırma olanağı sağlayan yasalar çıkarıldı veya mevcut yasalar bu yönde değiştirildi. Türkiye gibi emperyalistler arası mücadelede stratejik öneme sahip ülkelerde, emperyalistlerin bölgesel ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde ordunun ve generallerin parlamentoya ve hükümete müdahalesi günlük bir karakter kazanırken; başlıca rolü karşıdevrimci terör estirmek olan özel birlikler; generaller ve polis şefleri eliyle örgütlenen ve her türlü hukuksal sorumluluktan azade, gayri resmi cinayet ve terör şebekeleri; işbirlikçi burjuva egemenliğin günlük politikadaki ağırlığı giderek artan vazgeçilmez unsurları arasına girmeye başladı. Askeri karar mekanizmaları giderek, yasama, yürütme ve yargı mekanizmaları üzerinde ve onlara yön veren bir özellik kazandığı gibi, buna uygun düşen “hukuki” düzenlemeler, hukuk-dışı yol ve yöntemlerle yürürlüğe konulmaya başlandı.
Birkaç göstergeyle özetlemeye çalıştığımız bu gelişmeler, kapitalizmin temel çelişmesi olan, üretimin toplumsal karakteriyle üretim araçları üzerindeki mülkiyetin özel karakteri arasındaki çelişkinin, bir kez daha bütün insanlığı tehdit eden bir özellik kazanması demektir. Böylece, her iki dünya savasının da, başını çeken birkaç büyük emperyalist ülkenin, her iki dünya savaşında da. dökülen kan, sebep olunan yağma ve yıkım üzerinden sermayelerini daha da artıran ve sayılan belki de dünya çapında birkaç yüzü geçmeyen tekelci sermaye grubunun gözü dönmüş kâr hırsı uğruna, insanlık bir kez daha yıkım tehdidiyle karşı karşıya bırakılmakta ve bir kez daha kapitalizme karşı sosyalizm, her geçen gün daha çok insanın fark edebileceği şekilde zorunlu bir seçenek olarak gündeme gelmektedir.
Bütün bunlara karşılık son beş-altı yılın bir başka olgusu da; başta ileri kapitalist ülkeler olmak üzere belli başlı bütün ülkelerde grevler, genel grev ve gösterilerle işçi sınıfı hareketinin son elli yılın en köklü atılımına yönelmiş olmasıdır. Ve insanlığın geleceği bir kez daha, işçi sınıfının tek tek ülkelerde ve uluslararası ölçekte örgütlenme, güçlerini ve bütün emekçi sınıfları birleştirme ve mücadeleye seferber etmede göstereceği yetenek ve kararlılığa bağlanmış bulunmaktadır.
İşte, 28 Şubat’tan itibaren, -askeri darbeler hariç- Cumhuriyet tarihinde görülmedik derecede kaba ve pervasız bir şekilde, MGK’nın günlük politikaya müdahalesini ilan etmesi ve birbirini izleyen aynı yöndeki gelişmeler; uluslararası düzeyde girilen sürecin genel özellikleri içinde, işbirlikçi egemen sınıfların ekonomik, siyasi ve askeri olarak emperyalizme ve özel olarak da, ABD emperyalizmine kölece boyun eğişinin zorunlu ve yeni bir aşamasına ve Türkiye’nin geleceğinde de, tayin edici role sahip politik bir döneme: ce girildiğini göstermektedir.
II. Dünya Savaşı sonrasında, emperyalizm ve sosyalizm arasındaki kamplaşmada, ABD’nin başını çektiği emperyalist saldırı bloğuna açıktan bağlanan Türkiye egemen sınıfları; Kore’ye asker göndererek “kanıtladıkları güveni”(!); dünyanın değişen koşullarında, ABD direktifleri doğrultusunda ve Ortadoğu halklarını tehdit ve gözdağı amacıyla, İsrail’le yapılan askeri ittifak ve ortak askeri tatbikat aracılığıyla “tazelediler” ve “yeni roller” yüklenmeye hazır olduklarını ilan etmiş oldular. Böylece, NATO’nun Güneydoğu kanadı bekçiliğinden, ABD’nin yeni dönemdeki stratejik mevzilenmesinde, İsrail’le birlikte Ortadoğu ileri karakolu görevine geçiş yapılmış oldu.
Bilindiği gibi, yaşanan bu süreç, bir dizi ekonomik ve politik olguyla birbirine bağlandı. İşçi ve emekçi sınıflara yönelen saldırıların yanı sıra, egemen sınıflar arası ilişki ve çelişkilerde de bir dizi mücadeleyi körükledi.
En genel hattıyla, birbirine bağlı ve birbirini besleyen üç temel olgu belirgin hale geldi. Birincisi; 27 Mayıs darbesiyle bir “tavsiye organı” rolüyle, sözde “parlamenter demokrasimizin” bir unsuru olan “MGK” ve generaller, günlük politikanın temel belirleyicisi olarak sahneye çıktılar. Yani, zaten hiçbir dönemde işçi ve emekçi halkın kendi bağımsız politikalarıyla temsil edilmediği TBMM’deki “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” şiarı sadece bir yazı olarak kalırken, egemenlik, fiilen kayıtsız şartsız MGK ve generallerin eline geçmiş oldu.
İkinci temel olgu ise; ekonomik, siyasi ve askeri bağımlılığın, “Petrol Boru Hattı”ndan dış politikaya ve askeri tatbikatlara kadar, ABD tarafından dikte ettirilmesi gibi utanç verici bir düzeye varması.
Üçüncü olgu da; işbirlikçi egemen sınıflarla emperyalizm arasındaki ilişkilerde ortaya çıkan “belli bir” yenilenmedir.
Buna bağlı olarak, gene son yedi-sekiz yılın yaşanan olayları; işçi sınıfımızı ve partiyi her geçen gün daha açık bir şekilde kapsamı daha da genişleyen görev ve sorumluluklarla karşı karşıya bıraktı. Özel olarak da partinin rolü; mücadelenin geleceğinde ve sınıfın politik gelişimini ve örgütlenmesini hızlandırmada tayin edici bir önem kazandı.
Yazımızda, yayınlarımızda çeşitli yönleriyle ele alınmış olan mevcut politik gelişmelerin ana çizgilerini özetleyip-irdeleyerek, hareketin politik ve örgütsel görevlerine ilişkin sonuçlar çıkarmaya çalışacağız.

ÇÖZÜLME VE ÇÜRÜME ÜZERİNDEN “YENİLENME”
Hatırlanacağı gibi, ’91 yılında revizyonizmin çöküşü ve emperyalizmin çelişkilerinde yeni bir sürece girilmesiyle birlikte; burjuvazinin en tecrübeli politikacıları politik durumu “belirsizlik” olarak tanımladılar. Burjuva basının malum köşe yazarları, “yeni dünya düzeni”nde yer alınabilmesini kolaylaştırmak üzere, CIA uzmanlarının değerlendirmelerine özel yer verdiler. Adriyatik’ten Çin Şeddine, Türkiye’nin “jeostratejik” konumu bir kez daha gözden geçirildi. “Demokrasi” ve “liberalizm” sloganları; sosyalizm döneklerinin de renklendirmesiyle yeniden alevlendirildi.
İşbirlikçi burjuvazinin ileri gelenlerinden oluşan ve Türkiye politikasına yön vermede özel bir yeri olan TÜSİAD ’91 raporu ve değerlendirmeleri ABD, Japonya ve Avrupa eksenli emperyalist mihraklar arasında açık bir tercih yapmadan; Türkiye’nin “bir hizmet, eğlence ve dinlence merkezi ve ucuz işgücü olanağı olarak pazarlanması”nı yeni dönemin politikası olarak benimsiyordu. Buna bağlı olarak sanayinin önemli sektörlerinin tasfiyesini, özelleştirmelerin hızlandırılmasını ve ekonominin yeniden yapılanmasını öneriyordu. Yani, genel olarak emperyalist mihrakların gücünü ve üstünlüğünü ve onlara “hizmet”i kabul ediyor; ama özel bir tercih yapmadan, deyim uygun düşerse uç veren rekabet ve çatışmadan yararlanmayı umuyordu. Bu tutum bir yönüyle de, işbirlikçi egemen sınıflar arasında, bu konuda bir mücadelenin adı konmadan kabullenildiği anlamına da geliyordu.
Yani, 24 Ocak Kararları sonrasında, 12 Eylül Darbesi’nin sağladığı politik olanakların da yardımıyla, ekonominin, IMF ve Dünya Bankası tarafından dayatılan reçetelerle yönlendirilmesi sürecinde; Özal eliyle uygulanan politikalar etrafında sağlanan egemen sınıflar arası “birlik”, (Özal tarafından dört eğilimin birleştirilmesi olarak ünlendirilen birlik) yeni bir “yol ayrımı”na gelmiş oldu. Bunu güçlendiren bir başka etken de, izlenen politikaların, köylülük ve diğer orta tabakaların çözülmesini hızlandırdığı gibi, bir yandan, varolan sermayenin daha da yoğunlaşmasına, öte yandan; geleneksel sermaye gruplarının yanı sıra yeni sermaye gruplarının boy vermesine de olanak sağlamasıdır. ’85–‘89 yılları arasında imalat sektöründeki tekelleşme oranının % 70’e ulaşmış olması, en büyük 500 tekelci firma sıralamasında kullanılan oranlamaya göre, sayının 1990’lı yıllarda 632’ye, ’80’de 100’ü geçmeyen holding sayısının ’96’da 526’ya yükselmesi, bu olgunun göstergeleridir. Dolayısıyla da, ’90’lı yıllara gelindiğinde, bir yandan işçi ve emekçi sınıflar mücadelesinden gelişmenin boyutları ve Kürt sorununun kazandığı özellikler, öte yandan; uluslararası gelişmelerin baskısı, ülke içinde sermayenin yoğunlaşma derecesindeki artış ve yeni tekel gruplarının boy vermesi gibi etkenler; işbirlikçi egemen sınıflar arasında, çıkış biçimi ve derecesi ne olursa olsun, bir rekabet ve çatışmayı olgunlaştırmış bulunuyordu.
Ayrıca, ’90 sonrasında izlenen saldırı ve göç ettirme politikalarına bağlı olarak Gaziantep, Diyarbakır, Kahramanmaraş ve Mardin gibi yerlerde aşırı derecede artan ucuz işgücü, GAP’ın sağladığı olanaklar, yeni bir sermaye yoğunlaşmasını da teşvik etti. Bu olgu, tekelci sermaye grupları arasındaki çatışmanın; Kürt politikasında farklı tutumlar olarak yansımasını da besleyen temel etkenler arasında yer aldı.

DAHA ÇOK YAĞMA VE TALAN İÇİN ÇIKAR ÇATIŞMALARI
Zaten işçi ve emekçi hareketindeki gelişmeler ve Kürt sorununun kazandığı özelliklerle birlikte, ’90’da SS (sansür-sürgün) kararnamesi ve burjuva basınla kurulan “ilişkiler”; generallerin sadece “tavsiye” pozisyonunda kalmayacaklarının işaretini verdi. ’91 sonrası DYP-SHP koalisyon hükümetinin oluşumuna “etkileri”, burjuva partileri tek bir politika izlemede belirleyici bir role sahip olduklarının göstergesi oldu. Gene, aynı dönemde, TBMM’de TV aracılığıyla canlı olarak yayınlanan en “açık” ve “demokratik” tartışmalarından birini yarıda kestirerek Diyarbakır’da hükümet toplantısı yapmaya mecbur etmeden: generallerin, parlamento ve hükümet üzerindeki rollerinin açıkça dayatılması anlamını da taşıyordu. Böylece, generaller; “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü” şiarı etrafında ve burjuva basının seferber edildiği azgın bir şovenist demagoji eşliğinde bir yandan Kürt hareketine, işçi ve emekçi sınıflar hareketine 12 Eylül dönemini de aşan ölçüde açık ve pervasız saldırılar yöneltirken; bu saldırıyı, aynı zamanda, egemen sınıflar arasındaki çelişme ve çatışmaları “yatıştırma” aracı olarak da kullandı.
Bu süreç içinde, devlete bağlı resmi ve gayri-resmi terör örgütleri yenilendi. Eşref Bitlis’in, Cem Ersever’in öldürülmesi gibi olaylar, bu dönemin; daha sonra “Susurluk davası” vesilesiyle kısmen yansıyacak olan, bir dizi cinayete varan iç çatışmalarla birlikte yaşandım gösterdi. Bunlar, aynı zamanda egemen sınıflar arası çatışmaların, sadece parlamento ve siyasi partiler aracılığıyla değil; doğrudan devlet kurumlan içerisinde ve yer yer çözülmeye varacak düzeyde ortaya çıkışının, yakın tarihimizdeki en ciddi örnekleri arasında sayılacaktır. Burjuva siyasi partiler ise; kimi zaman “hükümet” kimi zaman “muhalefet” olarak, bu çatışmanın sık sık rol değiştiren figüranları durumuna düştüler.
’94 Krizi ve 5 Nisan paketiyle bir yandan işçi ve emekçi hareketi yeni bir yükselme ve yaygınlaşma sürecine girerken, büyük ölçüde özelleştirmelere bağlı bir dizi ihale yolsuzluğu, usulsüz kredi ve rüşvet rezaleti patlak verdi. Özelleştirmelerin % 50’ye yakınının gerçekleştirildiği ’93–‘94–‘95 yılları, sermaye grupları arasındaki çıkar çatışmalarının da körüklendiği bir dönem oldu. İşçi ve emekçi hareketine ve Kürt hareketine yapılan saldırılarda sağlanan uzlaşma, TEDAŞ, TOFAŞ gibi ekonomide önemli bir yer tutan kuruluşlarda düzenlemelere geldiğinde çatışmaları kapatmaya yetmedi. ’95 seçimlerinde, genel olarak burjuva partilerin oylarındaki zayıflama ve parçalanmanın da etkisiyle, halkın temel özlemlerinin istismarına dayanan demagojik sloganlarla İslami motifleri birleştirerek başarı kazanan RP, parlamentonun en büyük partisi oldu. Birkaç ay süren ANAP-DYP koalisyonu ardından kurulan DYP-RP koalisyonu ve bir süre sonra “Susurluk Kazası”yla açılan dosyalar sermaye grupları arasındaki çatışmaların polis şeflerinden başbakanlara, subay ve generallerden milletvekillerine ve mafya şebekelerine kadar uzanan boyutlarını gündeme getirdi ve yer yer çözülme öğeleri uç verdi.
Varılan sonuçları göz önüne alarak yaşanan süreci, bazı yönleriyle daha yakından irdelemeye çalışalım.
Bilindiği gibi, ekonomi, birebir politika alanına yansımaz veya ekonomik çatışma ve mücadelelerin hepsi politik düzeyde var olma olanağı elde edemez. Böylece de, var olan politik çatışmada kendine uygun bir yer tutar veya alelade çıkar çatışmaları olarak yozlaşma sürecine girer. Bu dönemde, emperyalist ekonominin kendini yeniden üretme sürecinin bir parçası olarak şekillenen işbirlikçi sermaye grupları arasındaki mücadele de bununla açıklanabilir. Yani onlar, “ulusal düzeyde” politika yapabilme özelliklerine sahip olmadıklarını gösterdiler. Bu açıdan ele alındığında, RP’yi destekleyen sermaye gruplarının yanı sıra, birkaç tane sıralamak gerekirse; en köklü sermaye grupları olan Sabancı ile Koç arasında; Sabancı ile Uzan’lar arasında; basın sektöründe bir yanı Koç’a dayandığı kabul edilen Milliyet’in Hürriyetle birleşmesi ve E. Aksoy’a karşı yürütülen kampanya; Sabah Grubu’yla yapılan anlaşma uyarınca Akşam vb. gazetelerin dağıtımında uygulanan tekel vb. olayların gösterdiği gibi; ’92–‘97 arası süreçte değişen kombinezonlarla, çeşitli sektörlerde kıyasıya bir rekabet ve çatışmaya giren çeşitli sermaye grupları, aynı zamanda politikada etkili olmaya, daha doğrusu hükümetlerden yararlanmaya da çalıştılar. Ama bağımsız bir politik mihrak olarak ortaya çıkmadılar veya çıkamadılar. Ayrıca Sabancı ve RP’yi destekleyen bazı sermaye gruplarının Japon ve Uzakdoğu sermayesiyle yakınlıkları dışında, doğrudan emperyalistler arası çatışmanın bir uzantısı olarak adlandırılabilecek bir ayrışma da, belirgin bir şekilde politika sahnesine yansımadı.
Dolayısıyla da, bir yönüyle ve ağırlıklı olarak tekelci sermaye grupları arasındaki ilişkilerin çözülmesi ve değişen kombinezonlardan oluşan kaba ve gözü dönmüş çıkar çatışmaları olarak yakın tarihimizde görülmedik derecede yağma ve talana dönüştü. Ekonomiyi kurtaracak çözüm olarak propaganda edilen özelleştirmeler yoluyla elde edilen 2,8 milyar dolar hâsılata karşılık, “harcamaların 3,9 milyar doları aşması; yani, 1,1 milyar dolara varan açık; gerçek ücretlerin, ’93’ten ’96’ya gelindiğinde % 42’den daha gerilere düşmesi, sosyal yardımlardaki düşüşün % 60’lara varması; kamu kesimindeki gerçek ücretlerin aynı süre içinde % 40’ın altına gerilemesi; işsiz sayısının 6 milyonu aşması; her yıl ortalama bir milyon işçinin işten atılması; sendikalaşma oranının ’63 yıllarının gerisine düşmesi; gelir dağılımındaki farkın 11,5 kat artması; son yedi yılda yevmiyeli, arızi ve geçici işlerde çalışanların oranındaki % 169’a varan artış ve Türkiye’nin 10 milyon kişinin açlık sınırının altında yaşadığı bir ülke haline gelmesi gibi, sıralanabilecek göstergeler; bu arsız yağma ve talanın; işçi ve emekçi sınıflar üzerindeki sömürünün boyutlarını ortaya koymaktadır. Yani tekelci sermaye gruplarının kârlarındaki artış ve sermayelerindeki yoğunlaşma, aynı ölçüde emekçi sınıfları açlığa, sefalete ve işsizliğe mahkûm eden sömürü ve yağma, rekabet ve çatışmalar üzerinden gerçekleşti.

İŞÇİ VE EMEKÇİ HAREKETİNİN YARATTIĞI TEHLİKE
Buna karşılık işçi ve emekçi halk hareketindeki gelişmelerin seyri de, işbirlikçi egemen sınıfları yeni önlemler almaya zorlayacak boyutlara vardı. ’95 yılında grevde geçen 10 milyon işgünü sayısıyla tarihinin en yüksek düzeyine ulaştı. 366.800 işçi şu veya bu düzeyde “grev okulu”ndan geçti. Benzer talepler için ortak hedeflere, karşı mücadele ettiler, aynı umudu, aynı sevinci ve aynı öfkeyi paylaştılar. Aynı yıl içinde 3.049.100 işçi de direniş ve gösterilere katıldı. ’95 yılı grevcilerin çoğunluğunun, aynı zamanda özelleştirmelerin hedefi olan kamu işyerlerinde çalışması nedeniyle bu mücadele aynı zamanda özelleştirmelere karşı bir anlam da kazandı. ’96 yılı toplusözleşmelerinin az sayıda işçiyi kapsaması nedeniyle, resmi grevlerde geçen iş günü sayısı 623.823’e düşmekle birlikte, direniş ve gösterilere katılan 3.287.700’ü sendikalı veya sendika mücadelesi veren ve 14.700’ü sendikasız işçi olmak üzere, son on yılın en yüksek rakamına ulaştı. Bu, aynı zamanda, ’92’deki düşmenin ardından direniş ve gösterilere katılan işçi sayısının, ’80 sonrası en yüksek düzeyini aşması demektir. Egemen sınıflar arasındaki çatışmaların ve buna bağlı olarak çözülme öğelerinin en ileri boyutlara vardığı koşullarda, direniş ve gösterilere katılma oranının en yüksek düzeylere ulaşması; hareketin, yasal sınırları çiğneme ve politik karakter kazanma eğilimine girmesi anlamına gelir. Ayrıca, yasal grevlerin genellikle mevcut sendikal yönetimlerin inisiyatifinde gelişmesine karşılık; direniş ve gösterilerde, sınıf bilinçli işçilerin rolünün ağırlık kazanmakta oluşu; hatta ’96 yılında sendikasız işçilerin direniş ve gösterilerindeki on katı aşan artış; hareketin mevcut sendikal bürokrasiden bağımsızlaşma ve sınıfın en geniş kesimlerindeki örgütlenme ve mücadeleye yönelişinin bir başka göstergesidir.
1997 yılında, önemli bir bölümü özelleştirmeye hedef olan ve 700.000 işçiyi kapsayan toplusözleşme görüşmelerine bu gelişmeler üzerinden gidildi. Sadece ’97 Ocak ve Şubat ayları itibariyle; 300 bin kişiyle, Türk-İş’in yakın tarihinde en çok sayıda işçinin katıldığı 5 Ocak mitingi dışında ve çoğunluğu da sendikalara rağmen ve Yatağan’da olduğu gibi fiili engellemelere kadar varan; Muğla, Yatağan, Ereğli, Kırşehir, Soma, Lüleburgaz, Çayıralan ve Divriği’de toplam olarak 100.000’i aşkın işçinin katıldığı özelleştirme karşıtı direniş ve gösteriler; mevcut yöntemlerle mücadelenin önüne kolayca geçilemeyeceğini ortaya koydu.
1997 koşullarında, işçi hareketinin yeni bir atılımı ise; belli başlı emekçi tabakaların giderek yaygınlaşma eğilimi kazanan mücadeleleriyle birleşmesi ve yeni boyutlar kazanması demekti. Çünkü işbirlikçi egemen sınıfların, IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmaları sadede işçi sınıfını değil; doğrudan ve dolaylı olarak bütün emekçi sınıf ve tabakaları hedefledi. ’92’den itibaren yoğunlaşan saldırılar eşliğinde bu konuda istenen önlemlerin önemli bir kısmı gerçekleştirildi. Kamu kesiminde, yatırımlara yapılan’ harcamalarla personel harcamalarında reel olarak % 50’yi aşan düşme: tarım girdilerindeki ve kredi maliyetlerindeki artış, sübvansiyonlardan azalma; tütün ve pancar üreticileri başta olmak üzere üretici köylü kesiminde, çeşitli il ve ilçelerde gösterilere dönüşen tepkiler; belli bir durgunluğun ardından, bir milyon kamu emekçisinin iş bırakarak, on binlercesinin aynı zamanda gösterilerle desteklediği 11 Aralık Eylemi; işçi sınıfı dışındaki emekçi sınıf ve tabakaların saflarında olgunlaşan mücadele potansiyelinin beklenenin ötesinde olduğunu kanıtladı.

RP “TEHLİKESİ”
İşte, 9 Ocak’ta, Başbakanlık Kriz Merkezi’nin kurulmasında ve “Susurluk Dosyası” ve yol açtığı tartışma ve kampanyanın, aniden “şeriatla karşı “laiklik” kampanyasına dönüştürülmesinde; genel greve dönüştüğünde, sadece işçi sınıfı hareketine değil; bütün bir emekçi halk hareketine yeni bir atılım kazandırma ihtimali yüksek olan bu toplusözleşme süreci ve bunun yarattığı tehlikeyle birlikte: “95 seçimlerinin en çok oy alan partisi ve hükümetin büyük ortağı olan RP’nin egemen sınıflar arası çatışmalarda kazandığı politik önem de tayin edici bir rol oynadı veya RP ye karşı saldın böyle bir döneme getirildi.
Çünkü RP; dayandığı sermaye gruplarının gelişip güçlenmesi yanında, diğer burjuva partilerinin sahip olmadığı “ideolojik ve politik” avantajlara da sahipti. Türkiye gibi bir ülkenin özellikle dış politikasında İslami motiflere yönelmesi; uluslararası sürecin özellikleriyle birlikte düşünüldüğünde Ortadoğu başta olmak üzere Uzakdoğu ve Türkî Cumhuriyetlere uzanan İslam Dünyasıyla ilişki alanlarında, emperyalistler arası çatışmada dengeleri’ etkileme ve yeni belirsizlikler yaratma potansiyeli taşıyan bir eğilimi güçlendirebilir, “İran Devriminin, hatta Saddam Hüseyin’in ABD ve Batı’ya kafa tutuşunun; Arap dünyasında ve diğer İslam ülkelerinde yarattığı dalgalanmalar düşünülürse; toplumsal açıdan, hatta RP’nin kendisinde, hemen bu yönde bir eğilim ve tehdidin varolup olmamasından bağımsız olarak, mevcut pozisyonu, bu yöndeki “kontrol dışına çıkma veya çıkarılma” “özlemlerini” kabartabilirdi. Kaldı ki; son dönemlerde, henüz general düzeyinde olmasa da, subaylar arasında rahatsızlık yaratan bir ‘İslami’ eğilimin de var olduğu düşünülürse; RP’nin seçimdeki başarısının da ötesinde dayanaklara sahip olduğunu kabul etmek gerekir. Türkiye’de böylesi dayanaklara sahip önemli bir politika değişikliğinin; emperyalistler arası rekabet ve çatışmaların giderek keskinleştiği ve geri ülkeler üzerindeki sömürü, yağma ve talanın yeni boyutlar kazandığı koşullarda, hemen hemen bütünüyle emperyalizmin baskı ve tehdidi altında bulunan İslam ülkelerinde, patlama öğelerini, şu veya bu ölçüde teşvik edici bir rol oynaması da kaçınılmazdır. Gerek ABD yönetiminin, gerekse diğer Batılı emperyalistlerin, RP’nin bu özelliklerini kendi lehlerine kullanma olasılığını göz ardı etmeden; ama “terbiye” edilmiş, “sadakati” güvenceye alınmış bir RP’yi veya benzer bir partiyi tercih veya “telkin” ettiği de bilinen bir gerçektir. Bu durumda, RP’nin birdenbire sistem dışına itilme kampanyasıyla karşılanması; esas olarak, koalisyon ortağı sıfatıyla izlediği politikalardan veya belli tekel gruplarına karşı aldığı düşmanca tutumdan meydana gelmediği ortaya çıkar. Çünkü RP, egemen sınıfların genel çizgisini uyguladı ve generallerin bütün istek ve dayatmalarına da boyun eğdi. Bu da, saldırının; RP’nin, uluslararası düzeydeki rekabet ve çatışmalara bağlanabilecek, sadece ekonomik temel değil; aynı zamanda güçlü bir “ideolojik ve politik tehdit” potansiyeli taşımasından; “terbiye” edilmek koşuluyla da yararlı bir “ideolojik ve politik araç” olma özelliği kazanabileceğinden kaynaklandığı ihtimaline ağırlık kazandırmaktadır. Aynı zamanda, işbirlikçi egemen sınıflar arasındaki çatışmalara karşı da, Amerikanvari bir uyarı ve yönlendirmedir. Amerikan vatandaşı Çiller DYP’si ve diğer bir kısım “sağ” partinin RP’ye yakınlığı da, egemen sınıflar arası çelişkilerde, RP’nin politik bir mihrak olma potansiyelinin, belli bir gerçeklik payına sahip olduğunu kanıtlar. Diğer Batılı emperyalist ülkelerin, bugünkü koşullarda, RP’nin bu eğilimlerini hedef alan bir politik manevraya, en azından cepheden tavır almayacaklarının bilinmesi de, “operasyonu” kolaylaştıran bir etken oldu.

ABD İLE YAKINLAŞMA DERECESİ VE “GEREKÇESİ”
28 Şubat Mektubunun esas içeriği de, RP’nin izlediği çizgiden ziyade, taşıdığı tehdit üzerine oturmaktadır. Ayrıca, bu tehdidin abartılması; zaten kendi adına bağımsız bir politika yapma olanakları tükenmiş olan orta ve küçük burjuva politik çevrelerin önemli bir bölümünü de, yedekleme veya tarafsızlaştırma olanağı sağladı. ‘Laiklik’ şiarının kendisi kadar, bu konuda mücadele bayrağının ABD Kongresinin alkışları arasında ve bir “generalimiz” tarafından ilan edilmesi; harekâtın, ABD Dışişleriyle “yakın temas” halinde sürdürülmesi (Kuzey Irak’a yapılan bir operasyondan Türk hükümetinden önce ABD dışişlerinin haberdar olması; bu ‘yakınlık’ derecesini gösterir.); hemen ardından İsrail’le Stratejik Askeri Anlaşma; bu konudaki politik refleksin kime ait veya kim tarafından ve ne amaçla kuvvetle desteklendiğini gözler önüne serdi. Yani, TÜSİAD’ın ‘pazarlama’sındaki ‘büyüklere hizmet’ bölümü gelişip genişleyerek devam etmekle birlikte, büyükler arasında politika yapma şansı; mevcut koşullarda en azından belli sınırlar içerisine gerileyerek, “kontrat” ABD ile imzalanmış oldu. Zaten, Cumhuriyet sonrası sürecin kısmi kazanımlarını, 100 milyar doları aşan iç ve dış borçlarla “ipotek” altına alarak, özelleştirme vb. yollarla yağmaladıktan sonra, Türkiye burjuvazisinin halk ve ‘ulus’ karşısına çıkıp vaat edebileceği tek şey; “büyük ve güçlü bir ordumuz ve ‘aslan’ gibi generallerimiz ve müttefiklerimiz var”dır. Yani, işbirlikçi sermaye grupları arasındaki çatışmalara da, sonuç itibariyle; ABD stratejisiyle girilen ilişki tarafından belirlenen ve Avrupa’yı da cepheden karşıya almayan bir kenar çerçevesi çizilmiş oldu. Teni’ hükümetin kuruluşundan sonra, AB’ye ‘kafa tutarak’ ABD’ye gerçekleştirdiği ilk ziyaretinde M. Yılmaz’ın ‘şaşırtıcı’ derecede ‘hazırlıklı’ karşılanması, ABD’nin sonucundan ’emin’ olduğu bir ‘plan’a sahip olduğunun da kanıtıdır.
Böylece, sadece ABD karşısında değil, bütün emperyalist mihraklar karşısında daha fazla dayatmanın önünü açan, egemen sınıflar arasındaki çatışmayı uygun koşullarda ve biçimlerde yeniden körükleyecek olan bir sürece de girilmiş oldu.
Bunun bir diğer anlamı; işbirlikçi egemen sınıfların, gerek kendi aralarındaki çatışmaları, gerekse; gelişen halk hareketini yatıştırma ve kontrol altına almayı giderek “mevcut siyasal araç ve yöntemlerle” sürdürebilme olanaklarını yitirmesi ve “yeraltının her türlüsü de dâhil olmak üzere, terör yöntemlerinin”, giderek günlük politikanın sürekli unsurları olma özelliği kazanması; buna bağlı olarak, “siyasi karar mekanizmaları”nın da, “askeri komuta” altına girmesidir. ’97’de “Kriz Merkezi”ne, M. Yılmaz hükümeti eliyle her türlü yetkiyle donatılmış bir yasallık kazandırılması; bu gelişmenin yeni bir aşamasını ifade eder. Böylece seçimler ve parlamento, ABD ile “yakın temas” halindeki generallerimize 5 yıllığına, kimlerin sırasıyla hizmet edeceğini belirlemenin basit bir aracına dönüşmüş oldu. Yani, kısaca söylemek gerekirse; “Bağımsızlık ve Demokrasi” ABD’ye ve “generallerin” zimmetine geçti; “Post Modern Darbe”nin, “Post Modern Sömürge”si.
27 Mayıs’tan itibaren askeri darbeler başta olmak üzere her kritik dönemeçte generaller, ABD ve işbirlikçi egemen sınıflar, birbirini güçlendirecek tutumlar aldılar. Böylece işbirlikçi burjuvazinin gelişip serpilme süreci boyunca; generallerin devlet içindeki rolü “komuta” düzeyine varacak kadar güçlenirken, ABD’nin Türkiye ile ilişkileri; askeri ittifak ve tatbikatlarını belirleyecek kadar gelişti. Hatta generaller; “2030 yılının ‘toplumsal lideri’ olabilecek genç subayları “Domuzlar Körfezi Çıkarması”nın deneyleriyle eğitecek kadar “müttefik”lerine sadakat ve vaat alanını genişlettiler ve bunu hazmettirmek üzere de, başlıca ‘ilke’si “laiklik” olarak kalan “Atatürkçülük” eğitimini yoğunlaşırdılar. ABD ise; bu gelişmelere paralel olarak, Amerikan sermayesiyle en eski ve güçlü bağlara sahip olan Koç grubunun, en önemli işletmelerindeki ortaklık paylarını % 50’ye yükseltip, denetimini yarı yarıya artırarak; sanayinin kilit sektörlerinden olan enerji santrallerine “talip” olarak; ekonomik plandaki dayanaklarını daha da güçlendirmeye yöneldi. Böylece ABD, politik ve askeri planda, doğrudan ‘komuta’ kademeleri aracılığıyla en istikrarlı güç konumundaki ordunun rolünü kendi ihtiyaçlarına göre takviye ederek, işbirlikçileriyle ilişkilerini de, en azından belli bir dönem için, kendi çıkarlarına en uygun bir şekilde yenilemiş oldu.

TEKELCİ BASIN VE BURJUVA SİYASİ PARTİLER
Bu sürecin en önemli unsurlarından biri olan, basında daha da güçlenen tekelleşme ve bunun oynadığı rol de, girilen politik sürecin karakteristik özelliklerine paralel bir gelişme seyri izledi. Bir anlamda da, yenilenen ilişkilerin tamamlayıcısı oldu. ’89’da generallerle tekelci ‘basın’ arasında başlayan “diyalog”; bugün artık, generallerin “mesajları”nı en iyi anlama ve onlar için en iyi ‘övgü’ler düzme seviyesine ulaştı. Basında tekelin en tepe noktasına oturan Milliyet-Hürriyet, Sabah ve aynı grupların diğer yayınları; bu döneme hizmet eden her türden politik kampanyanın da “sürükleyici”si oldular. Özellikle girilen dönemeci başlatan “şeriata karşı laiklik” kampanyasından işgüzarlıkları, hükümetlerin yıkılması veya kurulmasındaki “rolleri” hiçbir “ahlak” ve “hukuk” kuralına sığmayacak derecede ibret vericidir. Bu durum, ancak tekelci kapitalizmin karakteriyle açıklanabilir. Tekel, daha fazla “egemenlik” talep ettikçe; halka karşı, oy almak için bile olsa; “politik kaygıların baskısı altında olmak, tekelci egemenliğin tahammül edemediği bir oyalanma anlamı kazandı. Bunun içindir ki; partilerin “cesaretleri”; oy alma kaygısıyla; yani halka karşı hiçbir sorumluluğuna bağlı kalmadan “durumun gereklerini” yerine getirip getirmemesiyle ölçülmeye başladı. Ve Türkiye’de hiçbir burjuva partisi, bu baskı karşısında mevzisini koruma yeteneği gösteremedi. Oysa tekelci basın, dayandığı sermaye gruplarının ekonomik ve politik çıkarları dışında hiçbir kuruma karşı, hiçbir sorumluluğu olmayan bir “kamuoyu” aracı oldu. Dün övdüğü partiyi, ertesi gün yere vurmaktan kaçınmadı ve bunu da geliştirilmiş bir demagojiyle ve dönemin “politikaları” gereği yaptı. Bütün bu özellikleri ve aldığı devlet kredileriyle birlikte, denilebilir ki; ülkenin bugün içine girdiği süreçte, bütün burjuva partileri, halk nezdinde ve resmiyette günlük politikanın sorumluluğunu yüklenmenin ve savunmanın basit “paravanları” olarak siyasal kişiliklerini ve güçlerini yitirirken, tekelci basın; ABD ve generallerin ve işbirlikçi egemen sınıfların en önemli politik mücadele aracı veya odağı olarak daha da önem kazandı.
Egemen sınıflar cephesi açısından özetlendiğinde; ekonomik, siyasi ve askeri olarak ABD stratejisine bağlanma; bunun gereklerini yerine getirmek üzere; generallerin, günlük politikadaki yönlendirici rolünün pekiştirilmesi ve tekelci basının, temel bir politik mücadele aracı sıfatıyla, burjuva partileri de “hizaya getiren” rol yüklenmesi; önümüzdeki sürece yön veren olgular olarak kesinlik kazanmış oldu.

OLAYLARIN ANLAMI
Marx’ın 150 yıl öncesinde birkaç cümleyle çizdiği tabloya dayanarak irdelemek, bugünü anlamamızı da kolaylaştıracaktır: “…Üretimin sürekli değişikliğe uğratılması, sosyal koşulların aralıksız altüst edilmesi, sonu gelmez kararsızlık ve kargaşa burjuva çağını bütün öteki çağlardan ayıran özelliktir. Bütün durağan donmuş ilişkiler peşleri sıra çekip getirdikleri, önyargılar ve fikirlerle yıkılıp gider, yenileri daha kemikleşmeye vakit bulamadan çağ gerisi kalır. Elle tutulur, gözle görülür ne varsa ‘yok’a karışır, kutsal olan ne varsa ayaklar altına alınır ve insanoğlu nihayet, gerçek hayat koşullarını ve hemcinsleriyle ilişkilerini salim kafayla görmeye zorlanır.” En genel hattıyla Türkiye’nin son on yılı, ekonomik, sosyal ve siyasal açıdan belki de, Cumhuriyet sonrası sürecin en çalkantılı süreci oldu. Bakanlık verilerine göre; ’88-‘96 arasında işten atılan sendikalı işçi sayısının 1,3 milyonu bulması, sendikasızlar da göz önüne alındığında her yıl ortalama 1 milyon işçinin işten atılması, çalışabilir nüfusun % 30’unu teşkil eden 6 milyon işsiz ve on milyon aç insan; yaşanan altüstü oluşun yol açtığı sonuçların birkaç örneğidir. Siyasal “yıkım”ın göstergeleri olarak; Cumhurbaşkanı ailesinden mafya çetelerine ve banka müdürlerine uzanan yolsuzluklarla, Amerikan pasaportlu “başbakan”dan polis sellerine, “özel harp”çi subay ve generallere ve faşist cinayet çetelerine uzanan rezil ilişkiler, TBMM Başkanı’nı da içine çekecek boyutlar kazandı. Böylece, bir yandan sermaye grupları arasındaki hiçbir “kural” tanımayan çıkar çatışmalarıyla içice geçerken, öte yandan; önceden neyi savunmuş olurlarsa olsun, ABD ve generallerin dayatmalarına boyun eğen ve halka yönelen bütün saldırıların “resmi” uygulayıcısı olan belli başlı devlet kurumları, burjuva partileri, parlamento ve burjuva basın hakkındaki bütün “saygıdeğer önyargılar” yıkıldı. Bir anlamda bu sonuçlar; “kazanılan mevzilerin”, “kabul ettirilen” politik yönelişin, yani “paranın ve zorbalığın” bedelidir ve daha ileri derecede bir “yıkım”ın bütün unsurlarını da içinde taşımaktadır. Elbette ki, bu dönemin en önemli karşıt sonucu, bir yandan her gün daha çok sayıda işçi ve emekçiyi, günlük mücadeleler içinde zorunlu olarak birleşmeye ve dayanışmaya sevk ederken; öte yandan, “yıkılan önyargılarının; her geçen gün daha çok “salim kafayla düşünen” insanda, halkın demokratik egemenliği ve bağımsızlık için örgütlenme ve mücadele ve her türden sömürü ve zorbalığın kökünü kazıma istek ve bilincini besleyip teşvik etmesidir.

“DURUM”UN ÖZELLİKLERİ VE GÖREVLER
28 Şubat’tan itibaren generaller, “şeriat” tehlikesine karşı “laiklik” şiarı etrafında, belli aydın kesimleri, orta-sol çevreleri yedekleyerek; saldırılar karşısında giderek daha geri çizgiye savrulan, sınıfa yabancılaşmış küçük burjuva liberal çevrelerde umutsuzluk, moral bozukluğu ve geri çekilme eğilimleri yaratarak; kamu işçileri toplusözleşmelerinde sendika yönetimlerinin boyun eğmesini kolaylaştırdı. Böylece, uzun süredir uygulamaya sokulamayan Eşel-Mobil ve Ekonomik Sosyal Konsey (ESK) uygulamaya sokuldu ve ilk toplantısı gerçekleştirildi, işçi ve emekçilerin günlük mücadelesi kısa süreli bir durgunluk yaşadı. Ama belli bir süre sonra, özellikle ileri kesimleri başta olmak üzere, işçi ve emekçi hareketinde, mevcut saldırılara karşı direnme, mevzilerini koruma ve yenileme eğiliminin giderek güçlenmekte olduğunu, son altı-yedi ayın olayları kanıtlamaktadır.
— 1 Mayıs gösterilerinin kitlesel karakteri ve belli başlı merkezlerde yaygınlaştığında, sınıf bilinçli işçilerin hareket içinde etkin bir rol almalarının önemli bir payı oldu. Ardından özelleştirme karşıtı platform oluşturuldu. Kasım ve Aralık aylarında, başta enerji ve maden işçileri olmak üzere, kâğıt işçilerini de kapsayan eylemler yeniden yaygınlaştı.
— Paralel bir şekilde, maliye, eğitim, enerji ve sağlık sektörleri başta olmak üzere kamu emekçilerinin eylemleri, Kasım’da genel bir karakter kazandı ve 11 Aralık’ta Kamu Emekçileri, tarihlerinin en geniş katılımlı genel eylemini gerçekleştirdiler.
— Bergama köylülerinin eylemleri inatla sürerken, pancar üreticilerinin gösterileri ve son olarak özelleştirmelere karşı işçilerle birleşme çabası gösteren tütün üreticileri hareketteki bir başka gelişme potansiyelini ortaya koydular.
— Aynı şekilde; Kürt sorununu Türkiye halkının sorunu olarak sahiplenen sınıf partisinin tutumu, sorunu, Türk işçi ve emekçilerine mal etmenin zeminini güçlendirdiği gibi; özel olarak Kürt işçi ve emekçilerinin demokrasi ve özgürlük umutlarını ve kendilerine olan güveni tazeleyebileceğim de ortaya koydu. Sınıf partisinin platformu; Kürt Türk ve bütün milliyetlerden işçi ve emekçilerin; demokrasi, bağımsızlık ve özgürlüğün bütün sorunlarını, ortak bir sınıf kardeşliği bilinç ve sorumluluğuyla çözebileceklerini gösteren örneklerin ortaya çıkmasını sağladı ve şovenizmin kırılabileceği halkaya yöneldi. En önemlisi, bu gerçeğin; son on yılın zulüm ve zorbalığını iliklerinde hissederek yaşayan Kürt işçi ve emekçilerinin ileri kesimleri tarafından fark edilmekte olması; işçi ve emekçi hareketindeki her gelişmenin Kürt işçi ve emekçilerinin umut ve güvenini de güçlendirmekte olmasıdır.
Her türlü saldırıya ve bunun yarattığı tahribatlara rağmen, yaşanan olaylar; sınıfın örgütlenme ve mücadele yeteneğindeki gelişmelerin, saldırılara göğüs gerebileceğim, hatta tahribatları hızla telafi edebileceğini gösterdi. İşçi sınıfı, ’91 sonrasına göre; sürekli işten atma ve tasfiyelerle saflarında açılan gedikleri daha hızla tamamlamayı başararak, bizzat kendi mücadelelerinden dersler çıkardığını ortaya koydu. Sendikalı işçilerin ana gövdesini oluşturan Türk-İş üst yönetiminde baş gösteren açık çözülme ve çöküntü belirtilerine karşılık; yasalara ve sendika yönetimlerine rağmen, talepleri uğruna direnme ve mücadele eğilimi; ’97’de Yatağan başta olmak üzere enerji, maden ve gıda sektörlerinde giderek yeni bir ivme kazandı ve diğer sektörleri de teşvik etti. Bunlara ek olarak İstanbul sendika şubelerinde on bin civarında işçinin enerji işçileriyle dayanışma eylemi, bağımsız sınıf olarak birleşme ve mücadele istek ve bilincindeki gelişmenin önemli bir göstergesidir. Ortaya çıkan bu olgular, bir yandan; sendikal hareketin; öte yandan, işçi sınıfıyla diğer emekçi sınıflar arasındaki ilişkilerin; mücadele içinde ve daha ileri bir bilinçle yenilenmesi olanaklarını ve görevini sınıf bilinçli işçi ve emekçilerin gündemine getirdi.
Burjuva partilerin hemen hemen tümü “hizaya girmiş” olmasına rağmen; işçi sınıfının yanı sıra, küçük üretici köylüler ve kamu emekçileri gibi diğer emekçi sınıfların da, giderek burjuva partilerden bağımsız olarak, kendi sınıf çıkarları doğrultusunda mücadeleye yönelmesi, halk hareketini güçlendiren bir etken olarak önem kazandı. Yani, burjuvazi, kendi partilerinin çözülmesini hızlandırırken; her sınıf ve tabakanın, kendi sınıf çıkarlarının daha çok bilincine varmasını sağlayacak şekilde ve kendi sınıf tecrübeleriyle yeniden örgütlenme ve mücadele eğilimlerini körükledi. Buna bağlı olarak ve bunu güçlendirmek üzere, sınıf bilinçli işçilerin giderek hareketin daha geniş kesimleri içerisinde destek bulması, daha çok işçinin parti olarak örgütlenmeye yönelişi, işçi ve emekçilerdeki politik uyanışın da bir göstergesidir. Bugün, sınıf hareketinin en temel dayanağı bu eğilimin geliştirilip, güçlendirilmesidir.
Yani, burjuva reformizminin ve küçük burjuva liberalizminin belli başlı akımları, giderek, mensup oldukları sınıfların pratik eyleminin gerisine düşerken; devrimci sınıf partisi, sadece işçi sınıfının değil; bütün emekçi sınıfların örgütlenme ve mücadelesinde de, daha ileri bir mevziiye yöneldi, görev ve sorumluluklarının kapsamı daha da genişledi.

KAPSAMI GENİŞLEYEN GÖREVLER VE SORUMLULUKLAR
Politik açıdan ele alındığında; önümüzdeki süreçte mücadeleye damgasını vuracak olan en önemli faktörlerden biri: İsrail’le yapılan askeri stratejik anlaşma başta olmak üzere, son bir yılın gelişmeleriyle birlikte Türkiye egemen sınıflarının, uluslararası çatışmalarda, en saldırgan ve dünya egemenliğinde en iddialı ülke olan ABD emperyalizmi ile kölelik bağlarının utanç verici bir şekilde yenilemiş olmasıdır. Bu durum; işçi sınıfı ve partinin en önemli dikkat merkezlerinden biri olmak zorundadır.
Çünkü ABD ile II. Dünya Savaşı sonrası girilen sürecin, bir anlamda, zorunlu bir devamı olmakla birlikte; bugün girilen ilişkinin niteliği ve amaçları ve dolayısıyla yüklediği sorumluluklar, dünyanın değişen koşullarına bağlı olarak tümüyle farklı özellikler taşımaktadır. Birincisi; savaş sonrası ilişkiler; sosyalizmin kazandığı başarıların tehdidi altında ve emperyalist ülkelerin kendi arasındaki ilişkilerde belli bir denge ve istikrar zemini üzerinden ve Sovyet tehdidine karşı oluşmuştu. Bugün ise; emperyalizmin girdiği istikrarsızlık, rekabet ve çatışmaların bir unsuru olarak ve doğrudan; başta Ortadoğu’nun İslam ülkeleri olmak üzere bölge halkları üzerinde ABD emperyalizminin bir tehdit, müdahale ve hâkimiyet aracı olarak yenilenmiştir. Dolayısıyla gidiş yönü; ‘barış’ ve ‘istikrar’ değil; kargaşa, rekabet, çatışma ve -bugünden yarına olmazsa da- eninde sonunda savaştır. Bu nedenle; “zaten emperyalizmin egemenliği vardı” diye ihmal edilemez. İkincisi; emperyalizmin, özellikle ABD’nin ülke üzerindeki egemenliğinin dayanakları olan işbirlikçi egemen sınıflar ve generaller üzerindeki etkinliği, bugün daha da güçlenmiş bulunmaktadır. Yani egemen sınıflar, emperyalizmin dayatmaları karşısında, giderek daha az “hayır” diyebilecek veya hiç diyemeyecek bir duruma düşmektedir. Bu durumun anlamı; egemen sınıflara karşı emekçi halkın demokratik egemenliği için mücadelenin, aynı zamanda, bugün her zamankinden daha çok, emperyalizme karşı bağımsızlık için mücadeleyle birleşmekte olmasıdır.
Bu demektir ki; sınıf mücadelesinin genel koşullarında, hareketin seyrini değiştiren köklü bir dönemeç meydana gelmemesine rağmen; emperyalizm ile ilişkiler ve egemen sınıflar arasındaki ilişkiler alanında, yeni bir sürece girilmiş olduğunu kabul etmek gerekir. Bu durumda, genel taktik çizgi değişmeden kalırken; taktik görevlerimizin kapsamı genişledi ve çeşitlendi. Dolayısıyla da, işçi sınıfı, ufkunu sadece kendi mevzilerini yenileyip güçlendirmekle sınırlayamaz. Özellikle, emekçi halkın diğer sınıf ve tabakalarıyla birleşmeye, mücadelelerini geliştirip güçlendirmeye daha fazla önem vermek zorundadır. Bu, kendi mevzilerini koruyup geliştirmenin gereğidir. Ama aynı zamanda, RP ve çevresindeki partiler grubunun veya başka bir akımın; halkın birikmekte olan öfkesini, mücadele istek ve enerjisini, egemen sınıflar arası çatışma ve rekabetin gerici amaçlarına alet etmesini, ancak emperyalizmin ve egemen sınıfların işine yarayacak olan gerici bölünmeler yaratmasını önlemenin yolu da buradan geçer.
Dolayısıyla; işçi sınıfı ve partinin; ülkenin geleceğindeki ve ezilen halkın mücadelesi karşısındaki rolünün daha çok farkına varması; halka karşı sorumluluğunun, aynı zamanda, kendi kurtuluşunun da ön koşulu olduğunu daha çok anlaması demek; kendine güven ve cesaretinin, örgütlenme ve mücadele yeteneğinin daha da artması demektir. Mücadeledeki gelişmeler; işçi ve emekçi sınıfların ileri kesimlerinin, görev ve sorumluluklarının farkına vararak, şimdiden böyle bir yönelişe girdiğini göstermektedir. Partinin görevi, bu yönelişi desteklemek ve güçlendirmek ve bunun bir parçası olmak üzere; propaganda ve aydınlatma faaliyetinin içeriğini; hareketin, kapsamı genişleyen ihtiyaçları ve içinden geçilmekte olan dönemin özellikleriyle geliştirmek, zenginleştirmek ve daha geniş yığınlara mal etmektir.
Partinin örgütsel görevleri açısından, temel sorun; saldırıları göğüslemek ve her türden saldırıya rağmen mevzilerini korumak ve güçlendirmek, varlığını ve faaliyetini sürdürme yeteneği kazanmak ve bunu geliştirmektir. Burjuvazinin, kendi yasalarını her gün ayaklar altına aldığı bir ülkede; elbette ki, işçi ve emekçiler, meşruiyetlerini, doğal olarak savundukları davanın haklılığından ve bizzat kendi mücadelelerinin fiili gücünden almak ve her saldırı karşısında da bunu korumak zorundadır. Bugün, böyle bir “meşruiyetin” temelleri daha da güçlenmiştir. ’89 yılından bu yana yaşanan mücadeleler, her geçen gün daha çok emekçinin bu gerçeğin farkına varmakta olduğunu göstermektedir. Partinin en önemli dayanaklarından biri, bizzat bu gelişmenin kendisine bağlanmak ve bunu geliştirip güçlendirmektir.
Son birkaç yılın olayları içinde, mücadeleye atılan yüz binlerce işçi ve emekçinin kendi öz deneyleri ve bunların sağladığı olanaklar, partinin de dayanağıdır. İhtiyaç duyulan her türden yetenek de mücadelenin canlı ve zengin deneyleri” içinde gelişme olanağı elde eder. Bu nedenle, mücadele ve örgütlenmenin ortaya çıkardığı, bütün biçimleri ve olanakları, kazandığı mevzileri değerlendirmek, geliştirmek; partinin örgütsel gelişiminin de temel dinamiğini oluşturmaktadır. Yani, parti; ancak ve ancak, kitle hareketinin üzerinde yükseldiği temellere dayandığı ölçüde, varlığını ve gelişimini sürdürerek, her koşul altında mücadeleye karşı görevlerini yerine getirebilir.
Saldırıları göğüslemenin en önemli koşullarından biri de; özellikle parti faaliyetinin omurgasını oluşturan sınıf bilinçli işçilerin; parti görevlerini, profesyonel bir sorumlulukla; yani, sınıfın ve halkın davasının gerçek sahibi sorumluluğuyla ele alması; sınıfın ileri kesimleri arasındaki ilişkinin ideolojik temellerinin sağlamlaşmasıdır. Bu, aynı zamanda,, her gün daha çok işçinin partiye ve mücadeleye yönelmesini, partili işçilerin daha çok sorumluluk almasını; partinin, sadece ileri işçiler arasında değil; namuslu ve sınıfının davasına bağlı bütün işçi ve emekçiler arasında kök salmasını teşvik eden en önemli etkenler arasındadır.
Bütün bunlar üzerinde ve bunları güçlendirmek üzere; partiyi tek bir çizgi etrafında birleştiren, sorunlara ve olaylara hâkim, kendine ve izlediği çizgiye güvenli, açık ve net bir politik ve örgütsel yönetim çizgisi; işçi ve emekçi halkın gözünde, her türden “politika esnafı” ile “mücadele ve dava adamları”nı; yani, işin gerçek sahiplerini ayıracak temel mihenk taşıdır. Türkiye işçi sınıfı ve onun partisi, kendi davasının gerçek temsilcilerini çıkarabilecek, emekçi halkı birleştirebilecek tecrübe birikimine ve siyasi olgunluğa sahip olduğunu, her geçen gün daha açık bir şekilde göstermektedir. Ve Türkiye halkının geleceği de, işçi sınıfının geleceğine sıkı sıkıya bağlanmış bulunmaktadır.

Mart 1998

Daha ileri bir örgütsel bilinçle, daha ileri görev ve sorumluluklara doğru

Devrimci sınıf hareketinin son üç-dört yılı, sınıfın ileri kesimlerinin açık ve bağımsız bir parti olarak örgütlenmesinde, sınıfın giderek artan kesimleri arasında ve sendikalarda politik etkinliğinin artmasında ve ayırt edilir hale gelmesinde, yeni ve ileri bir aşamayı ifade eder.
Sınıfın ileri kesimleri, doğrudan kendi tecrübeleri ve bunun beslediği sınıf sezgileriyle; ortak bir parti disiplin ve sorumluluğunun, mücadelede taşıdığı önemi hızla anladığı gibi; disiplin ve sorumluluk fikrinin kendisi de, sınıf bilinçli işçilerin şahsında daha ileri ve somut bir anlam kazanmaya başladı. Hareketin kapsamı genişleyen görevleri karşısında, yeteneksizlikleri daha açık bir şekilde ortaya çıkarak parti dışına düşen bazı çevrelerin, bütün bir tasfiyeci akımlar güruhunun kışkırtmalarıyla yeltendikleri ve ancak karşıdevrimin yakın ‘ilgi’ gösterdiği “tasfiyeci ve bölücü” girişimlerin, “vakayı adliye”den alelade bir bozgunculuk olarak sönüp gitmesi; sınıfın ileri kesimlerindeki “Parti”ye sahiplenme bilincinin de bir göstergesidir.
Ama, öte yandan, tam da çapsızlıklarına yaraşır bir şekilde; bütün “umudunu ve faaliyetini” (eğer kalmışsa!) devrimci sınıf hareketi saflarında karışıklık ve bulanıklık yaratmaya bağlamış olan müzmin-marjinal tasfiyeci grupların basit aracı durumuna düşen bozguncu girişimler ve kullandıkları adi yöntemler; bir ucu burjuvaziye bağlanan, burjuvazinin yedek gücü durumuna gelen tasfiyeciliğe karşı mücadelenin önemini de ortaya koymaktadır.
Eğer, “proletaryanın, egemenliği ele geçirme uğrundaki savaşımında örgütten başka bir silahı yok”sa; ve eğer; “Burjuva dünyasında anarşik rekabetin baskısı altında ayrılığa düşürülen, sermayeye kölecesine çalıştırılarak ezilen ve sürekli olarak koyu yoksulluk, gerilik ve yozlaşmanın ‘derinliklerine’ itilen proletarya, ancak, Marksizm ilkelerine dayanan ideolojik birliğinin milyonlarca emekçiyi işçi sınıfının ordusunda sıkı sıkıya toplayan örgütün maddi birliğiyle perçinlenmesi sayesinde… yenilmez bir güç durumuna” (Bir Adım İleri İki Adım Geri-Lenin) gelecekse; tasfiyeciliğe karşı mücadele; proletarya saflarında irade ve eylem birliğinin, sorumluluk ve disiplinin korunup geliştirilmesinde, saflara katılan yeni güçlerin eğitiminde her zaman tayin edici bir öneme sahip olacaktır.
Bu yazının amacı da, işçi sınıfı hareketinde tasfiyeciliğin yerini kısaca özetleyerek, özel olarak günümüz koşullarında tasfiyeciliği besleyen etkenlere ve konunun önemine dikkatleri çekmektir.

İŞÇİ SINIFI HAREKETİNİN POLİTİK VE ÖRGÜTSEL GELİŞİMİ VE TASFİYECİLİK
Komünist Manifesto’nun ilanıyla birlikte, Marksizm’in, bir sınıf ideolojisi olarak, şekillenmesi işçi sınıfını, sadece amaçlarını ortaya koyan bir programa kavuşturmakla sınırlı kalmadı. Aynı zamanda, işçi hareketindeki gelişme ve yaygınlaşmaya birlikte, onun politik ve örgütsel gelişimini de hızlandıran bir rol oynadı. Bolşevizm adıyla tarihe geçecek olan ve “Ekim Devrimi”nin ve sosyalizmin inşasında tayin edici bir rol oynayan “Leninist Parti” anlayışı bu gelişmenin doğal ve mantıki bir sonucu ve ileri bir ifadesidir. Böylece Rus işçi sınıfı, ileri ülkelerin deneylerinden de yararlanarak, ama kendi öz deneyleriyle; tarihsel amaç ve sorumluluklarını yerine getirebilmek için, mücadelenin değişen koşullarında yolunu şaşırmadan, en ağır yenilgiler karşısında davaya ve sınıfa olan inanç ve sorumluluğunu yitirmeden güçlerini yeniden birleştirme yeteneğine sahip bir partinin inşası için mücadelenin, burjuvaziye karşı mücadelenin ayrılmaz bir parçası olduğunu kavradı, işçi sınıfı tarihindeki en büyük başarılara damgasını vuran Bolşevizm’in tarihi, aynı zamanda, mücadelenin her kritik dönemecinde, “sağ” veya “sol” biçimler ve sloganlar altında ortaya çıkan, teorik planda revizyonizme, taktik planda oportünizme ve örgütsel planda tasfiyeciliğe, yani örgüt yıkıcılığına karşı uzlaşmaz bir mücadelenin tarihidir. Bolşevizm’i karakterize eden irade ve eylem birliği, sorumluluk ve demirden disiplin, bu mücadeleler içinde gelişti ve sağlamlaştı.
1905 Devrimi’nin yenilgisinden 1912 yılına kadar geçen süre, yenilginin deneyleri üzerinden, tasfiyeciliğin belli başlı biçim ve özelliklerde ortaya çıkışına sahne oldu ve bu mücadelelerden çıkarılan sonuçlar dünya işçi hareketine mal oldu. Bu sonuçların en önemlilerini kısaca şöyle özetleyebiliriz:
İlk olarak; tasfiyeciliğin, işçi hareketindeki “burjuva etki” olduğu, hangi biçimi alırsa alsın, sınıfın bağımsız çıkarları uğruna mücadeleden vazgeçmek, devrimin temel amaç ve yöntemleri hakkında inanç yoksunluğu, teorik açıdan revizyonizme yöneldiği somut örnekleriyle ortaya çıktı.
İkinci olarak; tasfiyeciliğin, devrimin yükselme döneminde saflara katılmış, küçük mülk sahibi sınıflardan gelme sınıf-dışı unsurların yenilgi karşısında içine düştükleri küçük burjuva sınıf özelliklerini, ruh hallerini, kararsızlık ve yalpalamalarını, politik planda oportünizmi yansıttığı, somut örnekleriyle ortaya çıktı.
Üçüncü olarak; tasfiyeciliğin, örgütün geçmişinin inkârı, başta merkez komitesi olmak üzere yönetici organların karar ve direktiflerinin ihlali, bunlara karşı her türden ilke ve karakterden yoksun bir mücadele anlamına geldiği, yani bir bütün olarak, örgütsel sorumluluk ve disiplinin ihlal edilmesi ve baltalanması anlamına geldiği, somut örnekleriyle ortaya çıktı.
Son olarak; yaşanan deneyler, tasfiyeci eğilimlerin, özellikle, sınıf ve güç ilişkilerinde belirgin bir değişime denk düşen, yeni bir platforma geçişin önem kazandığı dönemlerde ortaya çıkan sorunlardan cesaret aldığını gösterdi. Bu nedenle ortaya çıkan sorunlar karşısında tutum; devrimci sınıf çizgisiyle, tasfiyeciliği ayıran en önemli mihenk taşlarından biri olarak ortaya çıktı. Devrimci sınıf partileri, hiç sorunları olmayan partiler değil, sorunlarını sınıfa ve davasına duyduğu sorumluluk bilinciyle ve örgütsel sorumluluklarının gerektirdiği disiplin içinde, partinin meşru araç ve kurumlarında ele alan ve onları ilerlemesinin bir koşulu ve irade ve eylem birliğini sağlamlaştırmanın bir aracına dönüştürerek aşan, aşmayı hedefleyen tutumlarıyla, mücadelenin ileriye gidişini, geleceğe olan inanç ve kararlılığı temsil eden partiler oldular. Buna karşılık, tasfiyeci akımlar ise, partinin her dönemde karşılaşabileceği sorunları, parti çizgisine ve başta merkez komitesi olmak üzere yönetici organlarına karşı güvensizlik yaymanın, devrime ve sosyalizme karşı inançsızlığını ve umutsuzluğunu örtmenin, parti birliğini ve disiplinini çiğnemenin bir aracına dönüştürerek, yani, sorunları istismar ederek burjuvaziye hizmet eden gerici bir rol üstlendiler.
İşçi sınıfı hareketinin tarihindeki en büyük başarılarda, revizyonizme ve oportünizme karşı verilen kesintisiz mücadelenin yanı sıra, devrimci sınıf partilerini karakterize eden ilke ve özelliklerin korunup geliştirilmesi için, tasfiyeci eğilimlere karşı verilen uzlaşmaz mücadelenin tayin edici önemi ve tamamlayıcı rolü, yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız ve milyonlarca işçinin kendi öz deneyleriyle kanıtlanmış nedenlere dayanmaktadır.
Devrim ve karşı-devrim arasındaki mücadelenin bir unsuru olarak, özellikle işçi sınıfının iktidar koşullarında, emperyalist burjuvazi, tasfiyeci akımları daha sinsi ve bilinçli bir şekilde kullanmayı öğrendi. Onları, karşı-devrimci girişimlerinin dayanağı haline getirdi. Tasfiyeci akımların faaliyeti şu veya bu şekilde karşı-devrimin amaçlarına bağlandı.
Stalin’in ölümünden sonra sinsi bir şekilde partiye ve iktidara çöreklenen Kruşçev-Brejnev kliğinin başını çektiği modern revizyonizmin egemenliği, örgütsel planda, tarihin en büyük başarılarına damgasını vurmuş bir partinin ideolojik siyasi çizgisini olduğu kadar örgütsel ilke ve değerlerini de yozlaştırarak, kan ve can pahasına inşa edilmekte olan sosyalizmin yozlaştırılmasına yol açan ve uluslararası işçi hareketini de etkisi altına alan bir ihanet ve tasfiye sürecini başlattı. İşçi sınıfı hareketinin son 40 yılına, emperyalizmle açık işbirliği ve Marksizm’e, işçi hareketine cepheden saldırıyla sonuçlanan, bu ihanet ve tasfiye hareketi damgasını vurdu.

’80 SONRASI YENİLGİ VE TASFİYE DALGASI
Sınıf hareketinde yenilen her ciddi saldırı ve alınan yenilgilerin ardından özellikle küçük burjuvaziden gelme tabakalarda tasfiyeci bir eğilimin ortaya çıkması olağan sayılabilir. Ama ülkemiz koşullarında ’80’li yılların ortalarından itibaren boy gösteren ideolojik saldın ve örgütsel tasfiye dalgası, ortaya çıktığı tarihsel dönem açısından uluslararası koşullar tarafından beslenen farklı özellikleri de içinde barındırmaktadır. Bütün sonuçlarıyla ortaya çıktığı ’90’lı yılların ortalarına kadar, sınıflar arasındaki ilişkiler açısından, Türkiye tarihindeki en büyük çözülme ve altüst oluşun yaşandığını kabul etmek gerekir. Bu dönem boyunca ideolojik yalpalama ve savrulmaların, politik ve örgütsel saf değiştirmelerin, hiçbir örgütsel ve politik sorumluluğa sahip olmadan örgütlerin geleceği üzerinde söz sahibi olmanın, politik ve ideolojik karakter yoksunluğunun böylesine zengin çeşitleri, belki de, dünyada eşine az rastlanır şekilde boy verdi. Kendisine “piyasa” oluşturdu. Kendine özgü “yıldızlar” ortaya çıkardı.
Bütün bu gelişmeleri besleyen birbirine bağlı iki temel olgu ve gelişmeden söz edilebilir.
Birincisi, ’80 darbesi sadece devrimci harekete yönelen saldırılarla sınırlı kalmadı. Aynı zamanda mevcut burjuva partilerin de çözülmesine yol açan ekonomik ve sosyal gelişmelerin de yolunu açtı. Köylülük ve küçük burjuvazinin belli başlı tabakaları arasında, çözülmeyi ve yeni tabakaların oluşmasını hızlandırmak, emperyalist ve işbirlikçi sermayenin dizginsiz bir şekilde talanını, yeniden ve daha ileri boyutlarda yoğunlaşmasını teşvik eden “liberalizasyon” politikaları izlendi. Bu gelişme, bir yandan, işçi sınıfına yeni tabakaların katılmasına ve işçi hareketinde mücadele öğelerinin birikmesine yol açarken, öte yandan, küçük burjuvaziyle proletarya arasındaki ilişkinin çözülmesini hızlandırdı, böylece de, zaten yenilginin etkisi altında bulunan küçük burjuva akımlarda uç veren tasfiyeci eğilimin maddi temellerini güçlendirdi.
İkinci olarak emperyalist burjuvazinin sosyalizme ve işçi hareketine karşı sürdürdüğü mücadelenin bir unsuru olarak Gorbaçovculuğun açıktan emperyalist propagandaya bağlanan ve onu güçlendiren bir kampanyaya dönüştürülmesi ve ’91’de emperyalist sistemle aradaki bütün biçimsel bağların kaldırılmasının “sosyalizmin çöküşü” olarak ilan edilmesi ve belli başlı revizyonist partilerin ve küçük burjuva akımların genel bir çöküş biçimini alan çözülmesi, Türkiye’deki tasfiye dalgasına yeni boyutlar kazandırdı. İnkârcılık ve örgüt yıkıcılığını meslek edinen, hiçbir ideolojiye ve örgüte karşı hiçbir ciddi sorumluluk taşımayan tasfiyecilik şampiyonları, uğursuz dönemin “yıldız”ları olarak ün kazandılar. İşçi ve emekçi sınıflar hareketine karşı görev ve sorumluluklar yerine getirilmeden, Kürt işçi ve emekçilerine destek olunamayacağı gerçeği göz ardı edilerek, Kürt ulusal hareketine dalkavukluk, işçi sınıfı hareketine; devrime ve sosyalizme inançsızlık ve saldırının örtüsü haline getirildi. Örgütten ‘kurtulmak’, hiçbir örgütsel ve siyasal sorumluluk taşımadan uluorta eleştiri ve ahkâm kesmek marifet sayıldı. Bireysel sorumsuzluk baş tacı edildi. Tasfiyeciliğin ideolojik ve örgütsel saldırıları, adeta emperyalist demagojinin tamamlayıcısı olma işlevi kazandı.
İşte bu koşullar altında, egemen sınıfların Kürt ulusal hareketini bahane ederek başlattıkları dizginsiz terör kampanyası karşısında, küçük burjuva sol akımların hemen hemen tümü, tasfiyecilik üzerinden ve birbirini izleyen birleşme ve bölünmelerle marjinal sınırları aşamadan dejenerasyon sürecine girdiler. Revizyonist ve diğer küçük burjuva reformist akımlar ise, parti olmayan bir partide birbirine tutunarak varlıklarını idame ettirmeye çalıştılar. Devrimci sınıf hareketi dışında hiçbir akım, ideolojik-siyasi çizgisini ve örgütsel varlığını koruyup geliştirme ve platformunu daha ileri bir çizgide yenileme yeteneği gösteremedi.

DEVRİMCİ SINIF HAREKETİ VE TASFİYECİLİĞE KARŞI MÜCADELE
Devrimci sınıf hareketinin bu süreçten platformunu daha ileri bir mevzide yenileyerek çıkmasında, ’80’li yılların ortalarından itibaren tasfiyeci saldırılara karşı mücadeleyi ilan edilmiş çizgisinin tereddütsüz savunulmasıyla, sorunlarını, meşru organlarına dayanarak ve sınıf hareketine, sınıfın günlük mücadelesinin ihtiyaçlarına cevap vermek üzere bütün güçlerini seferber etme göreviyle birleştirmesi belirleyici oldu. Tasfiyeci platforma karşı alınan kesin ve kararlı tutum, devrimci sınıf hareketinin gelişiminin ve sınıfın ileri kesimleriyle birleşmesinin, hata ve eksiklerini, saflarındaki irade ve eylem birliğini yenileyip güçlendirerek aşmasının temel koşullarından biri oldu.
Açık ve bağımsız bir işçi partisinin örgütlenmesi gündeme getirildiğinde, sınıfın politik ve örgütsel gelişiminde yeni bir aşamayı ifade eden böylesi bir partinin kendi platformunda gelişip güçlenmesine, her kademede sınıf bilinçli işçilerin kendi geleceğini eline almasına, başta merkezi yönetimi olmak üzere meşru organlarının nüfuz ve hâkimiyetine yardımcı olmayan, sınıfın ileri kesimleriyle birleşme yeteneği gösteremeyen hiç kimsenin, “devrimci” ve “komünist” sıfatına layık olarak kalamayacağı açıkça ilan edildi. Bu, aynı zamanda yeni bir platforma geçiş sürecinin yarattığı sorunlardan yararlanarak tereddüt ve bulanıklıklar yaratma girişimlerine karşı açık ve kesin bir tavrı da ifade ediyordu. Sınıf bilinçli işçiler, partinin örgütlenme sürecinde giderek daha kararlı ve kendine güvenli bir şekilde işleri eline aldıkça, yeni sürece ayak uyduramayan sınıf-dışı bazı çevrelerin kışkırtmaları, sınıfın politik ve örgütsel gelişimi karşısında panikleyen dar kafalı küçük burjuvazinin umutsuz hezeyanları olarak kaldı ve bundan sonra da böyle kalmaya mahkûm olacak.
Böylece, 12 Eylül gericiliğinin yarattığı yenilgi ve yılgınlık üzerine, uluslararası planda emperyalist gericiliğin kampanyalarıyla desteklenen ve giderek çürüme ve yozlaşmaya varan ve toplumun bütün kesimlerini saran bir çözülme süreciyle birleşen Türkiye “sol” hareketine egemen olan tasfiyeci akıma karşı, emek hareketi, her geçen gün sınıfın ve emekçi sınıfların daha geniş kesimlerinin, bağımsız sınıf çıkarlarının en tutarlı savunucusu olan bir parti olarak şekillendi. Sadece işçi sınıfının değil, bütün emekçi sınıfların, ülkenin ve halkın geleceğine karşı sorumluluk duyan aydınların ve gençliğin, giderek daha fazla yöneldiği, güç ve destek verdiği bir özellik kazanmaya başladı. Bu gelişme, devrimci sınıf hareketinin, uluslararası ölçekte öneme sahip yeni mevziler ve olanaklar elde etmesini sağladığı gibi, sınıfın ileri kesimlerinin daha çok kendine güven kazanmasını, tarihsel görev ve sorumluluklarının daha çok bilincine varmasını hızlandıran öznel ve nesnel etkenleri güçlendirdi.
Bugün, devrimci sınıf hareketinin tarihine ve ideolojik temellerine yaraşır bir şekilde ve hiçbir dönemde olmadık derecede, partinin çizgisi, işçi ve emekçi yığınların daha geniş kesimlerine mal olmakta, parti örgütlerinin bileşimi ve niteliği hiçbir dönemde olmadık derecede, sınıfın ve halkın mücadele ve örgütlenmelerinden süzülüp gelen temsilcilerine dayanmaktadır. Açıkça görülüyor ki, partinin bütün organları her geçen gün daha çok bu gerçeğin farkına varmakta, bunun gerektirdiği sorumlulukları omuzlamakta tereddüt göstermemektedir.
Böyle bir partinin çizgisini ve kararlarını, yönetici organlarının otorite ve disiplinini, sinsi ve hizipsel yöntemlerle aşındırmaya yeltenenler, işçi sınıfının dostu olarak kalamazlar. Ve elbette ki, sınıf partisi böylesi unsurları saflarından temizlemekte, şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da, tereddüt göstermeyecektir.
İşçi sınıfı tarihinin gösterdiği ve yaşanan olayların yeniden ve yeniden kanıtladığı gibi, tasfiyeciliğin kökleri, çözülen burjuva toplumunun bağrında ve burjuvaziye karşı bağımsız bir sınıf olarak örgütlenme ve mücadelenin karmaşık koşullarında yatmaktadır. İşçi sınıfı hareketinin politik ve örgütsel gelişiminde, tasfiyeciliğe karşı kesintisiz bir mücadelenin, hareketin geleceğinde tayin edici öneme sahip ve birbirine bağlı iki temel nedenini yeniden vurgulamak gerekirse: .
Birincisi; tasfiyeciliğe karşı kesintisiz mücadele, partinin meşru platformlarında kabul ve ilan edilmiş çizgisi, kararları ve oluşturulmuş organları etrafında irade ve eylem birliğinin, otorite ve disiplinin sağlanması ve geliştirilmesinin, sınıf ideolojisinin yön verdiği maddi örgüt birliğinin önkoşuludur. İdeolojik-siyasi çizgisine dayanan ve mücadelenin her dönemecinde yenilenip geliştirilen bir irade ve eylem birliği olmadan, sınıfa ve davaya karşı bilinçli bir sorumluluk temeline dayanan otorite ve disiplin olmadan, işçi ve emekçi yığınları egemen sınıflara karşı ortak bir mücadele çizgisinde birleştirmek ve her koşul altında mücadeleyi sürdürüp başarıya ulaştırmak mümkün değildir. Dolayısıyla da, tasfiyeciliğe karşı tutum, aynı zamanda, tarihsel amaçlarına ve sınıfsal özelliklerine uygun bir parti yaşantısının güvencesi olan parti ilke ve değerlerinin de bir gereğidir.
İkincisi; parti, aynı zamanda sınıfı iktidara hazırlayan, onun politik ve örgütsel eğitimini, doğrudan sınıf mücadelesinin canlı deneyleri içinde gerçekleştiren bir okul olacaksa, partiye yönelen sınıfın yeni ve taze güçlerinin sağlam bir politik ve örgütsel karakter edinmeleri, partinin geleceğinin en önemli güvencelerinden biridir. Bu nedenle, baştan sona politik ve örgütsel açıdan ahlak ve karakter yoksunluğunun, ilkesizliğin ve hizipçiliğin bir ifadesi olan tasfiyeciliğine karşı tutum, partinin kendine özgü karakteristik özelliklerinin kristalize olmasının temel koşuludur. Ancak bu sayede, sınıfın en geniş kesimleri parti kadrolarının şahsında partiyi karakterize eden özellikleri ayırt edebilir, partinin neleri yapıp neleri yapmayacağı konusunda bir kanaat ve güven duygusu edinirler. Yığınların, partiyi, kendi öz çıkarlarının temsilcisi olarak benimsemelerinin temel koşullarından biri de budur. Ancak bu sayede, parti yaşantısının güvencesi olan parti ilkeleri, genel ve soyut kurallar olmaktan çıkar ve mücadelenin ayrılmaz parçası haline gelirler. Bu, aynı zamanda, parti çizgisi etrafında irade ve eylem birliğinin, otorite ve disiplinin geliştirilip güçlendirilmesine dayanak teşkil eder.
Gerek ülkenin içinde bulunduğu koşullar, gerekse bölgedeki gelişmeler, Türkiye işçi sınıfını, her geçen gün daha açık bir şekilde emperyalizme ve onun dayanaklarına karşı, tarihindeki en ileri sorumluluklarla karşı karşıya bırakırken, Türkiye işçi sınıfı da, her geçen gün daha çok, saflarından en iyilerinin kendi bağımsız partisinde örgütlenmesini sağlayarak, taşıdığı tarihsel sorumlulukların daha çok farkına varmakta olduğunu, uluslararası işçi hareketinin en ileri müfrezelerinden biri olmaya aday olduğunu ortaya koymaktadır. Elbette ki, belli bir temele ve dayanaklara sahip olan tasfiyeci akım her fırsatta şu veya bu gerekçeyle, şu veya bu güçlere dayanarak partide bulanıklıklar yaratmayı, işçi hareketini de kendi düzeyine geriletip yedekleme girişimlerini elden bırakmayacaktır. Ama bugün sınıfın partisi, böylesi girişimleri bertaraf ederek, tasfiyeciliğe karşı kesintisiz mücadeleyi, partinin politik ve örgütsel gelişiminin bir parçası olarak sürdürebilecek bilinç ve olgunluk düzeyine sahiptir. Yaşanan olaylar, partinin, daha ileri bir örgütsel ve politik bilinçle, daha ileri görev ve sorumlulukları omuzlamakta olduğunu kanıtlamaktadır.

Ağustos 1998

Metal işkolundaki direnişin dersleri Yürüyüşü hızlandıralım!

Geçtiğimiz aylarda, Bursa Renault ve Tofaş işçileri, yıllar boyu her toplu sözleşmede aldatılmalarına, sendika yönetiminin, sendika içi demokrasiyi bütünüyle ayaklar altına alarak kendilerini “işin dışında” bırakmasına karşı direnişe geçerek, sendikadan toplu bir şekilde istifa etti. Binlerce metal işçisi, fabrika ve ünitelere dayanan sendikal demokrasi taleplerini ilan eden ve faşist sendika yönetiminin tutumunu protesto eden gösteriler yaparak, her türden demagojik saldırıya karşı meydan okudu. Aynı gelişme metal sektörünün belli başlı illerdeki büyük işyerlerine de hızlı bir şekilde yansıdı ve belki de işçi hareketimizin yakın tarihinde sendikal örgütlenme ve sendika içi demokrasiyi savunma adına yapılan en kitlesel gösteri özelliği kazandı.
Son on yıla dönüp baktığımızda; metal sektöründeki gelişmelerin bir anlık öfke ve kızgınlığın ürünü olarak ortaya çıkmadığını görürüz.
’89 Bahar eylemlerinden beri; şu veya bu nedenle mücadeleye atılan her işyeri ve sektörde, eğer sendika yöneticileri mücadelenin gelişmesinden yana değilse; işçiler, şu veya bu şekilde sendika yönetimlerine karşı da bir mücadele sürdürdü. Genellikle, sendika yönetimlerine boyun eğdirebildikleri veya onlara rağmen mücadeleyi örgütlemeyi başarabildikleri oranda kazanımlar elde ettiler. Bu mücadeleler içinde sendikal kararları etkilemede, sendikal demokrasinin fiilen işletilmesinde, kendi eylemlerinin örgütlenmesinde önemli başarılar elde ettiler. Giderek, şubelerden başlamak üzere, yer yer sendika yönetimlerinde sınıf bilinçli işçilerin etkin bir şekilde yer almasını sağlamaya yöneldiler. Yaşanan mücadeleler, SEKA örneğinde olduğu gibi; genel olarak sınıfın bilincinde ve eyleminde, bir sonraki eyleme daha güçlü biçimde yansıyan gelişmelere yol açtı.
Ülkemiz işçi sınıfı hareketinde, en ileri ve en mücadeleci kesimleri oluşturan metal işçileri, her dönemde sendikal harekete yönelen en şiddetli saldırıların da, ilk hedefleri arasında yer aldı. Sendikal rekabet, en çok bu sektörde körüklendi. Faşist militanların yuvalandığı devlet destekli Türk-Metal sendikası bu sektörde örgütlendi. Özel olarak 12 Eylül terörünün gölgesinde, Türk-Metal en büyük işyerlerinde, işverenler ve hükümet desteğinde adeta saltanat kurdu. Kitlesel işten atmalar ve işyerlerinin sürekli yenilenmesi yoluyla, gelişebilecek muhalefetler sistematik bir şekilde tırpanlandı. ’84’lerden itibaren sektörün ileri işçileri, Otomobil-İş (Daha sonra DİSK-Maden İş’le birleşti, Birleşik-Metal Sendikası adıyla DİSK’e katıldı) sendikasını örgütlemeye yöneldiklerinde; bu kez de, revizyonist-reformist geleneği temsil eden sendika yönetimi tarafından hayal kırıklığına uğratılarak, Netaş ve Erdemir’de olduğu gibi yeni bir tahribat yaşadılar.
Bütün bunlara rağmen, ’91 Eylemlerinde, başta Bursa-Renault ve Tofaş işçileri olmak üzere, birçok işyerinde sendika yönetiminin engellerini aşarak kitlesel eylemler gerçekleştirdiler. Tasfiyeleri göze alarak güçlü muhalefet hareketleri örgütlediler. Son bir yıldan beri de sendikadan kitlesel olarak ayrılmaya yöneldiler. Bursa’da gerçekleşen toplu istifalarla birlikte, ülkemiz metal işçilerinin tarihinde adı, ihanet ve işbirlikçilikle anılan Türk-Metal yönetimine tarihinin en ağır darbesini indirmiş oldular.
Dolayısıyla da, bugünkü gelişmeler, sadece Bursa şubesinde, mevcut yönetime karşı bir anlık öfkenin değil; işçi hareketimizde sun yirmi yılın birikim ve tecrübesinin bir ürünü ve göstergesi olarak ortaya çıktı ve işbirlikçi burjuva sendikal akıma karsı verilen mücadelelerin en kitlesel ve ileri örneği oldu. Yani, metal işçilerinin eylemlerinde son 20 yıllık dönem boyunca işçi sınıfına ve sendikal harekete yönelen saldırılara, işbirlikçi sendika yönetimlerinin ihanetlerine karşı duyulan öfke, demokrasi ve özgürlük taleplerine duyulan özlem iç içe geçti.
Yani, olay, her zaman olabilecek, basit bir sendikal tepki olarak ele alınamaz.
En başta; yaşanan tecrübelerden, metal işçilerinin daha köklü sonuçlar çıkarmakta olduğunu belirlemek gerekir. Bu nedenle, onlar, bir yandan; sendikal mücadelede daha ileri taleplerle ve mücadele biçimleriyle ortaya çıkarken; öte yandan ve buna paralel olarak; diğer bütün akımları bir yana bırakıp, sınıf bilinçli işçiler ve partiyle işbirliğine yöneldiler ve bu konuda estirilen demagojik kampanyalara açıktan meydan okudular.
Sadece metal sektöründe değil; SEKA, SANKO vb. işyerlerinde de görüldüğü gibi; ortaya çıkan gelişmeler en genel anlamıyla iki önemli olguyu gözle görülür hale getirmektedir. Birincisi; sendikal hareketin daha ileri düzeyde yenilenmesi doğrultusunda işçi sınıfı saflarında kitlesel bir eğilimin giderek daha da yaygınlaşmakta olması, İkincisi ise; ileri işçi kesimlerinde sınıf partisiyle birleşme veya sınıf partisi olarak örgütlenme eğiliminin giderek güç kazanmakta olmasıdır.
Elbette ki; bu eğilim kendiliğinden ortaya çıkmadı.
Bu gelişmede belirleyici etken; partinin, sınıfın kendi deneylerinden dersler çıkararak, örgütlenme ve mücadele yeteneğinin gelişimine yardım etmek üzere işyerlerinde, fabrikalarda, sendikalarda, sendikal platformlarda sürdürdüğü kesintisiz faaliyet ve bunun bir ürünü olarak bir süreden beri sınıfın ileri kesimlerinin parti olarak örgütlenmesinde kazanılan mevzilerdir. Böylece, yaşanan birçok mücadelede, ileri işçilerin parti olarak örgütlendiği oranda mücadelenin daha ileri bir sınıf birliği, daha güçlü bir moral ve somut sonuçların elde edilmesi; giderek daha çok işçiyi etkiledi. Parti olarak örgütlenmenin mücadelede oynadığı rol ve aynı zamanda parti olarak örgütlenmiş olan sınıf bilinçli işçilerin; partinin, günlük işçi basınının genel olarak sınıfın mücadelesine katkıları, sınıfın bilincinde parti olarak örgütlenme ve partili mücadele fikrinin güçlenmesini sağladı. Bizzat kendi saflarından çıkmış partili işçilerin politik gelişimi, işçilerin kendine olan güven ve cesaretini teşvik etti. Ortak sınıf duygu ve sorumluluğunun, sınıf partisi disipliniyle güvence altına alınmasının, sınıfın birliğini gerçekleştirmedeki tayin edici rolü; giderek daha çok işçi tarafından fark edilmeye başlandı. Gösterilebilecek birçok örneğin yanı sıra, özellikle SEKA ve SANKO’da yaşanan olaylar, bu gelişmenin somut göstergeleridir.
Belki de, hiçbir dönemde, ortak bir sınıf programı, ortak bir taktik ve mücadele çizgisi etrafında, ortak bir parti disipliniyle birleşme fikri; doğrudan sınıf mücadelesi içinde, bu ölçüde giderek güçlenen canlı bir ihtiyaç haline gelmedi. İşçi hareketinde son dönemde ortaya çıkan eylemler; sınıfın kendi bağımsız eylemini, bizzat kendi temsilcileriyle örgütlemede gösterdiği yetenekle; mücadele içinde ileri işçilerin, başka herhangi bir partiye değil, açıkça, sınıf partisiyle işbirliğine girme eğilimiyle; partimizin, sınıf içinde güçlü bir akım haline gelmesinin, hem ne kadar olanaklı, hem de ne kadar zorunlu olduğunu göstermektedir. Bu konuda elde edilecek başarılar; ülkemiz işçi sınıfının, uluslararası işçi hareketindeki saygınlığını her geçen gün daha da artırarak, diğer ülkelerdeki sınıf kardeşlerine moral ve cesaret verecektir.
Sınıf mücadelesinde ortaya çıkan her sıçrama, partinin daha fazla yetenek ve enerjiyi seferber etme olanaklarında da, o ölçüde bir gelişme sağlar. Bu noktada ise; partinin, bu durumun farkına varması, anlam ve önemini bilmesi ve bu olanakları değerlendirmek üzere daha ileri bir örgütlenme ve hareketi yönetme yeteneği göstermesi, tayin edici derecede önem kazanır.
Elbette ki: bugün sendikal hareketin yenilenmesi çok büyük öneme sahiptir.
Ama yaşanan tecrübeler; sendikal hareketi yenilemede de, tayin edici halkanın: en önemli sektörlerde, en önemli fabrika ve işletmelerde sınıfın ileri kesimlerinin parti olarak örgütlenmesi ve günlük mücadelede daha ileri bir politik ve örgütsel yönetim, denetim ve yol göstericiliğin gerçekleştirilmesine bağlı olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Gene yaşanan tecrübeler; böyle bir yardım sağlandığında, sınıfın kendi güçlerini ve mücadelesini örgütlemede, olağanüstü bir yetenek gösterdiğini kanıtladı.
İşçi sınıf hareketi, tarihinde, toplumsal devrim partileri olarak şekillenen devrimci sınıf partilerinin yenilgi ve zaferlerinin deneylerinden çıkarılan sonuçlar; bugün, kendine özgü bir gelişme seyri içinde ve doğrudan sınıf hareketinin pratik ihtiyaçlarına bağlanmış bir şekilde ve yeniden önümüze gelmektedir.
Günün 10 saatini ağır çalışma koşulları altında geçiren işçiler, hareketin ülke çapında birleştirilerek ortak hedeflere yöneltilmesine, günlük eylemin örgütlenmesine ve ilerlemesine hizmet eden ve bunu kendisine iş ve meslek edinen, kendi sınıfının öz temsilcilerine ihtiyaç duyar. Yani, mücadelenin bütün alanlarında, sorunlara tam hâkimiyeti sağlayacak, sınıfın uyanış içine giren kesimlerinin parti olarak örgütlenmesine, belirlenmiş ortak bir çizgi izlenmesine yardım edip yön verecek profesyonel çalışmayı güçlendirmek; bugün, mücadeleyi ilerletmenin temel koşulu budur.
Harekete yeni katılan güçler ne kadar fazlaysa; yeni güçleri örgütleyip seferber edebilecek bir profesyonel çalışmanın önemi de o ölçüde artar.
Sınıf partisi; ancak, her alanda, kendisini sınıfının davasına adamış, işi kendine meslek edinmiş ileri temsilcilerine dayanarak; mücadeleye uyanan işçilerle, onların günlük yaşamı ve mücadelesi içinde, ortak sınıf duygu ve sorumluluğunu paylaşarak, karşılıklı denetim ve sorumluluğa dayanan bir yol göstericilik ve yardım sağlayarak, onların bağımsız bir parti olarak örgütlenmesine ve gerçek bir sınıf bilincine ulaşmasına yardımcı olabilir.
Çünkü işçiler, teorinin genel sonuçlarının kitabi bilgisiyle değil, içinde bulundukları, “gözleri önünde cereyan eden” gerçeği, bizzat kendi mücadele deneyleriyle kavrayarak gerçek sınıf bilincine yönelmektedir. Yani, onlar, henüz yeterince teorik bilgiye sahip olmadıkları halde; her gün karşı karşıya bulundukları sınıf ilişki ve çelişkileri içinde edindikleri öz deneylerle, bunun sağladığı sınıf sezgisiyle, bağımsız bir parti olarak örgütlenme eğilimine girmekte ve diğer partilerle sınıf partisini, doğrudan pratik hareket içindeki tutumlarıyla ayırt etmektedirler. Genel teorik bilgi ile “donanmış” birçok küçük burjuvanın örgüt bilinç ve sorumluluğu karşısında gösterdiği tutumla karşılaştırıldığında, bu gelişme; sınıfın örgütlenme yeteneğini ve bu konuda duyduğu somut ihtiyacı gösterir. Bu demektir ki; sınıf partisi, ancak, uyanış içine giren işçilerin parti olarak örgütlenmesini hızlandırdığı oranda; kendi özgün sınıf özelliklerine uygun bir şekilde; onların teorik eğitimlerine yardımcı olabileceği gibi; ideolojik-politik gelişimlerini de hızlandırabilir ve zaten bunu da yapmak zorundadır. Partinin yığınlara mal olmasının, teorik bir “eylem kılavuzu” haline gelerek “maddi bir güce” dönüşmesinin pratik anlamı budur.
Öte yandan; sınıfın ileri kesimleri, ortak bir sınıf duygu ve bilinciyle, ortak bir sınıf sorumluluğu ve disipliniyle örgütlenmeye yöneldikçe; mücadele ve örgütlenme yeteneği on kat yüz kat artacak, milyonlarca işçi ve emekçinin kendine güven ve cesaretle sendikalarda, kitle örgütlerinde sömürü ve zulme karşı ortak bir mücadele çizgisinde birleşmesi ve daha ileri mücadelelere hazırlanması hızlanacaktır. Bu da, partinin; fabrikalarda, işyerlerinde, sendika ve kitle örgütlerinde sınıfın daha geniş yığınlarının enerji ve yetenekleriyle birleşmesi, sınıf mücadelesine daha fazla nüfuz etmesi demektir.
Hiçbir dönemde olmadık derecede ve bütün yönleriyle, parti ve sınıfın karşılıklı olarak birbirini geliştirip güçlendirdiği, önemli ve zorlu bir süreçten geçiyoruz, “içinde bulunduğumuz gerçeğin”, bunun sağladığı olanakların, gerektirdiği görev ve sorumlulukların, ne kadar çok ve ne kadar hızlı bir şekilde “farkına varırsak”; o ölçüde bu gelişimi hızlandırabilir, sınıfın enerji ve mücadelesinin daha ileri kazanımlar elde etmesine yardım edebiliriz.
Çünkü ülkemiz işçi sınıfı, sömürü ve zulümden “sızlanmak” yerine, giderek daha güçlü bir şekilde, sömürü ve zulme meydan okumaya yönelmektedir. Bütün ezilen yığınların özlemi; bu yürüyüşün daha da hızlanmasıdır.

Aralık 1998

Kürt sorunu, Türkiye işçi ve emekçi hareketinin sorunudur

1984 yazında PKK tarafından başlatılan silahlı mücadeleyle birlikte yeni bir sürece giren Kürt sorunu, ülkemiz politik hayatının en çalkantılı döneminin, en önemli konularından biri olarak, çeşitli aşamalardan geçti ve bugün, Suriye’ye yönelen tehdit ve arkasından PKK Genel Başkanı A. Öcalan’ın hangi ülkeye iltica edeceği çevresinde koparılan tartışmalarla sorun, gerek ülke içinde, gerekse uluslararası düzeyde yeni bir özellik daha kazanmış görünüyor.
Her olayda olduğu gibi Kürt sorununda da, her sınıf ve siyasal akım, sorunun her aşamasında; sınıflar-arası ilişkiler alanında tuttuğu yere uygun düşen ve sonuçlarından bizzat kendisinin sorumlu olduğu tavırlar aldı, politikalar izledi. Önce 12 Eylül sonrası yenilgi ve dağılma sürecinin damgasını taşıyan bu tutumlar, 90’lı yıllarda revizyonizmin çöküşüyle körüklenen ve sosyalizme ve proletarya hareketine yönelen saldırıların ve bunun ‘sol’ harekette yol açtığı ideolojik bozuşmanın, birincisini derinleştiren etkisi altında şekillendi. Bu nedenle de Kürt hareketine alınan tutumlar, aynı zamanda her akımın işçi ve emekçi hareketine karşı duyduğu sorumluluğun da bir ölçüsü oldu.
Bugün gelinen aşamada, devrimci sınıf hareketi açısından, her dönemde olduğu gibi, kendi rol ve sorumluluklarını esas alarak sorunu özetlemek ve kendi politikalarını daha da somutlaştırıp kristalize etmek özel bir önem kazandı. Çünkü işçi sınıfının ve onun ileri temsilcilerinin, sınıflar mücadelesinin canlı pratiği içinde çeşitli sınıfların ve politik akımların nitelik ve özelliklerini, kendisiyle olan ilişkilerini ve kendi sorumluluk ve rolünü ne kadar ileri derecede kavrarsa, bütün ezilen yığınları birleştirme görevini o ölçüde yerine getirerek mücadelenin güç kazanmasını sağlayabilir.

12 EYLÜL SONRASI HAREKETİN ORTAYA ÇIKIŞ KOŞULLARI VE GELİŞİMİ:
Bilindiği gibi, 12 Eylül sadece faşist teröre dayanan bir saldırı olarak kalmadı. Uluslararası düzeyde başını ABD ve İngiltere’nin çektiği gerici dalgaya bağlanan ekonomik politikalarla, emperyalist sermayenin dolaşımı önündeki her türlü engeli kaldırarak (Türk Parasını Koruma Yasası’nın değiştirilmesi ve diğer koruyucu önlemlerin kaldırılması gibi), sermayenin yoğunlaşmasını, yeni sermaye gruplarının oluşmasını daha da hızlandıran gelişmelerin de yolunu açtı. Bunun ilk elden sonucu köylülük başta olmak üzere, orta ve küçük burjuva tabakalarda, işbirlikçi tekelci sermayeye bağlanan yeni bir çözülmenin hızlanması, işçi ve emekçiler üzerindeki sömürünün daha da azgınlaşması oldu. Yani 84’ten itibaren sadece faşist teröre karşı değil, aynı zamanda azgınlaşan sömürüye karşı mücadele öğeleri ülke düzeyinde belli bir birikime ulaştı. Türk-İş miting ve toplantılarında “genel grev” talebinin açıktan dile getirilmeye başlanması, bu birikimin işçi hareketindeki somut göstergesiydi. Topraktan yoksun Kürt yoksul köylüleri açısından ise giderek artan işsizlik, yoksulluk ve sefalet, faşist teröre eşlik etti. Türkiye ‘sol’ hareketini meydana getiren belli başlı akımlar, alınan ağır yenilginin yarattığı dağınıklığın ve ideolojik sarsıntının derin etkisi altındaydı. Bu nedenle de, var olan durumu soğukkanlılıkla değerlendirerek platformunu yenileme sürecine henüz girmemiş bulunuyordu.
İşte bu koşullarda, hazırlıkları esas olarak Bekaa Vadisi’nde yapılmış olan silahlı mücadele PKK tarafından başlatılmış oldu. Koşulları belirleyen, ülke düzeyinde azgın faşist teröre ve gün be gün ağırlaşan sömürüye karşı mücadele öğelerinin birikmiş olmasına karşılık, hareketin örgütlenme düzeyinin geri ve ‘sol’ siyasal akımların ideolojik bulanıklık ve örgütsel dağınıklık içinde olmasıydı. Dolayısıyla da, işçi ve emekçi sınıfların kendi talepleri etrafında birleşme ve egemen sınıflara karşı bağımsız bir politik mücadeleye yönelme olanaklarının henüz zayıf olduğu bir noktada, tarihsel bir temele de sahip Kürt tepkisine dayanmayı hedefleyen bir silahlı mücadeleyle karşı karşıya kalınmış oldu. Böylece, bir yandan PKK, -sonradan kendi belgelerinde de dile getirildiği gibi- yol açacağı sonuçları kendisinin de kestiremediği, giderek kendi başına amaç haline gelen, diğer mücadele ve örgüt biçimlerini buna tâbi olmaya mahkûm eden ve bunun bir gereği ve bununla sınırlanmış bir şekilde, köylülüğün desteğiyle varlığını sürdürebilen bir silahlı mücadelenin temsilcisi olarak ortaya çıkarken; her sınıf ve siyasal akım ve özel olarak ‘sol’ gruplar da bu konuda bir tutum almak durumunda kaldı.
Egemen sınıflar; işçi ve emekçi hareketinde yeni bir mücadele ve hareketlenmenin uç verdiği ’89 yılına kadar, 12 Eylül sonrasında halk hareketinin ezilmiş ve devrimci grupların dağıtılmış olmasının verdiği kendine güvenle sorunu genel geçer bir “bölücü terör” olayı olarak görme eğilimindeydiler. Bu nedenle, bir yandan koruculuk sisteminden başlamak üzere karşıdevrimci güçleri örgütleyip yaygınlaştırmaya yönelirken, öte yandan; hareketi abartmamayı da bir politika olarak benimsediler.
‘Sol’ akımların içinde bulunduğu dağınıklık ortamında, ’88-89’lara kadar alınan tutumlara damgasını vuran; yenilgiye duyulan tepkiye bağlı olarak ve bir kısmının ideolojik temellerindeki, yer yer sosyal şovenizme varan geriliğe rağmen oluşan kendiliğinden bir “destekti”. Yani bu desteğin hareket noktası, genel olarak halka ve özel olarak Kürt halkına duyulan bir sorumluluktan çok, yenilgi karşısında girilen eziklik duygusu ve faşist teröre duyulan tepkiyle sınırlıydı. Dolayısıyla da işçi ve emekçi sınıflar hareketine karşı görev ve sorumluluklarını yerine getirme çabasını değil, getirememe çaresizliğini ifade ediyordu. Bu tepki, daha sonra herhangi bir gruba ve sınıfa karşı, hiçbir sorumluluk duygusu taşımayan Y. Küçük, E. Kürkçü gibi “bağımsız aydınlar” tarafından Türkiye işçi ve emekçi hareketine karşı güvensizlik yaratma, Türkiye ‘sol’ hareketinin tarihini ve birikimini küçümseme üzerinden piyasa yapma ve örgütsel tasfiye sürecini hızlandırma aracına dönüştürülecekti. Elbette ki, böyle bir eğilim Kürt işçi ve emekçilerinin mücadelesini geliştirip güçlendirmek yerine, onun gerçek dost ve düşmanlarını ayırt etmesini zorlaştıran, en önemlisi de Türkiye işçi ve emekçi hareketiyle birleşme olanaklarını zayıflatan bir rol oynayacaktı. Dolayısıyla da, egemen sınıflara, zulme ve zorbalığa karşı ezilen bir halkın mücadelesi olarak ulusal harekete belli bir hoşgörüyle bakan Türk işçi ve emekçilerinin de bu duygularının zayıflamasına yol açarak; giderek yoğunlaşacak olan şovenist demagojiyi cesaretlendirecekti.
Oysa ’84’lerde mücadele isteklerinin açıkça dile gelmeye başladığı işçi hareketinde, ’86-87’lere doğru ilk grevler ve gösteriler ortaya çıkmaya başladı ve bu gelişme, aynı dönemde, faşist teröre karşı, ağırlığını Kürt köylülerinin oluşturduğu kitlesel gösterilerin uç vermesini teşvik ettiği gibi; silahlı hareketin istikrar kazanmasını ve belli ölçülerde yaygınlaşmasını kolaylaştırdı. Dalkavukluğu meslek edinenlerin görmezlikten geldiği en önemli olgulardan biri budur.
Mücadeleyi besleyen sınıfsal dayanakları görmezlikten gelmek; silahlı hareketin, halkın mücadelesine bağlanma, halkın bizzat kendi eyleminin bir parçası olma yönünde gelişmesi olasılığını zayıflatarak, kaçınılmaz bir şekilde, onun bir grubun örgütlenme ve mücadelesi olarak daralmasına ve Kürt işçi ve emekçilerinin de bu hareketin sadece destekçileri olarak kalmasına yol açar. Bu destek, zaman zaman azımsanmayacak boyutlara ulaşmış olsa bile; hiçbir zaman işçi ve emekçi halkın kendi bağımsız çıkarları doğrultusunda örgütlenmesi ve geleceğini kendi eline alması anlamına gelmez. Oysa mücadelenin gelişiminin ve ilerlemesinin güvencesi, halkın kendi taleplerinin bilincinde olması ve bizzat kendi eylemini örgütlemesidir. Ancak, böyle bir yola girildiğinde, sorun somut sınıf talepleriyle birleşir ve egemen sınıflara karşı bütün ezilen yığınların mücadelesinin bir parçası haline gelir. Bu da ‘ulusal özgürlük” talebini zayıflatmaz, tersine halkın özgürce karar verebilmesinin olanaklarını genişletir ve koşullarını hazırlar.
İşte Türkiye işçi sınıfı, ’89 Bahar eylemleriyle işçi ve emekçi hareketinde yakın tarihin en ileri mücadelelerine yöneldiğinde; PKK, Kürt hareketinin ve Kürt işçi ve emekçilerinin geleceğinde önemli bir rol oynayacak olan bir dönemecin başında bulunuyordu. Hareket, iş, toprak ve özgürlük talebiyle birleşerek anti-emperyalist-demokratik içeriği güçlenen bir işçi köylü devrimine doğrumu gelişecek; yoksa -hele de uluslararası koşulların emperyalistler arası yeni bir rekabet ve çatışmaya doğru geliştiği bir dönemde- Kürt reformcu burjuvazisinin egemen sınıflarla ve emperyalist ülkelerin burjuva hükümetleriyle gireceği sonu gelmez pazarlıkların batağına mı saplanacak?
Her sınıf ve siyasal akım, tutumuyla, bu iki seçenekten birinin destekçisi olmak durumundaydı.

’89’DAN ’91’E KÜRT REFORMCU BURJUVAZİSİNDE GÜÇLENEN EĞİLİM
“Bahar Eylemleri”yle işçi hareketinde başlayan mücadele dalgası ’90 1 Mayıs’ı, Zonguldak grev ve direnişi ve metal işçilerinin grevleriyle, kendi eylemlerine meşruiyet sağladığı gibi, 12 Eylül terörünün yarattığı havayı dağıtarak bütün emekçi sınıfların mücadele ve örgütlenme eğilimlerini güçlendiren bir rol oynadı. İşçi sınıfı, Özal’ın partisinin seçim yenilgisini hazırlayarak politik sonuçlara yol açtığı gibi, aynı zamanda pratik eyleminin Diyarbakır’da V. Aydın’ın öldürülmesine karşı gelişen yüz bini aşkın insanın katıldığı gösteriyle doruk noktasına ulaşan Kürt işçi ve emekçilerinin kitle mücadelesiyle, karşılıklı olarak birbirini güçlendirecek bir özelliğe sahip olduğunu da kanıtladı. Gerilla eylemlerinin yaygınlaşarak PKK’ye olan destek ve sempatinin artması bu zemin üzerinde gerçekleşti.
Buna karşılık, silahlı hareketin istikrar kazanarak giderek artan bir destek ve sempatiye sahip olmasına rağmen, Kürt işçi ve köylülerinin çıkarlarını temsil eden açık bir politik perspektif ortaya koymamış ve koyamamış olması; birçok ülkedeki tarihsel örneklerin de gösterdiği gibi emperyalizmin ve egemen sınıfların karşısında en uzlaşmacı ama aynı zamanda hareketin yönetimini ele geçirmede de en avantajlı -bu avantajın önemli bir yanını, egemen sınıflarla ve burjuva partilerle olan ilişkileri oluşturur- kesimini oluşturan reformcu Kürt burjuvazisini harekete geçirdi ve belli başlı burjuva partilerdeki temsilcileri aracılığıyla örgütlenmeye yönelmesini sağladı.
Kürt hareketinin bu tayin edici dönemecinde, uluslararası planda emperyalizmin propaganda araçlarından birine dönüşen Gorbaçovculuğa bağlanan, devrimci sınıf hareketi dışındaki burjuva sol harekette güçlenen anti-Marksist liberal eğilimler ve bunların temsilcileri, ideolojik ve örgütsel tasfiye sürecini yoğunlaştırdı. Kürt hareketi karşısında her türden gerici motifle birleşmiş bir dalkavukluk; örgütlerini tasfiye ederek, Marksizm’e ve işçi sınıfına karşı özgürlüklerini ilan etmiş revizyonist-küçük burjuva eski örgüt şefleri ‘sol’ hareketin her türden döküntüleri ve bir kısım orta sınıf aydınları için, sınıf dışı ideolojik eğilimlerini ifade edebilmelerinin aracı oldu, işçi sınıfını ve yakın tarihin en ileri eylemlerini görmezden gelmek, bunların Kürt işçi ve emekçilerinin mücadelesine olan katkılarını hiçe saymak, hem Kürt meselesinin Türkiye halkına mal edilmesi konusundaki, hem de Kürt işçi ve emekçilerinin kendi bağımsız sınıf talepleriyle mücadelede yer alması konusundaki sorumluluklarını örtmenin aracı oldu. Onların çöküntü içerisindeki ruh halleri, her iki halkın sağduyusuna seslenmelerini, hareketin somut bir politik çizgiye, mücadeleyi ileri götürecek ittifaklara yönelmesine yardımcı olmalarını engelledi. İçinden çıkıp geldikleri siyasal akımlara karşı görev ve sorumluluklarını yerine getirecek inanç ve kararlılıktan yoksun olanların veya herhangi bir sınıfa ve siyasal akıma karşı sorumlu olmaktan kaçınanların Kürt hareketine ne yararı olabilir?
Kürt hareketinin bu sahte dostları, sürdürdükleri faaliyetle, Kürt reformcu burjuvazisinin, hareketin politik yönlendiriciliğini ele geçirmesine ve egemen sınıflardan ve kapitalist burjuva hükümetlerden umut ve beklentinin güçlenmesine yardım etmiş oldular. Zaten Kürt hareketini baştan beri sınırlamakta olan ideolojik ve sınıfsal zayıflıklarla birleştiğinde, PKK’nin, Kürt reformcu burjuvazisinin politikasına bağlanarak, kronik bir çözümsüzlüğe saplanmasında burjuva ‘sol’un bu dalkavukça tutumunun yarattığı ideolojik tahribatların önemli bir rolü olduğu, bugün, inkâr edilemez. Marjinal grupların “silahlı mücadelece tapınma konusundaki saplantıları ve bu konuda içine düştükleri kör terör hayranlığı da bu dalkavukluğun bir başka biçimi olarak ortaya çıktı.
Böylece, 91’e gelindiğinde, hareket, kendisinin bir işçi-köylü devrimine doğru gelişimine zemin oluşturacak, Türkiye işçi ve emekçi hareketiyle birleşme olanaklarını güçlendirecek özelliklere sahip, iş, toprak ve özgürlük talebini esas alan demokratik ve antiemperyalist bir platformdan yoksun olarak, “Kürt Realitesinin Kabulü”, “Siyasal Çözüm” gibi Kürt reformcu burjuvazisinin pazarlık isteğinden başka bir anlama gelmeyen ve halk yığınları için soyut ve belirsiz taleplere bağlanma sürecine yönelmiş bulunuyordu.
Ve egemen sınıflar, bir yandan ’89’dan itibaren SS kararnamesiyle ve doğrudan MGK’nın yönlendiriciliğinde, en başta Kürt hareketiyle işçi ve emekçi sınıflar mücadelesinin karşılıklı olarak birbirini teşvik edip güçlendirmesini önleyecek saldırıların işaretini vermiş oldular. Bir yandan işbirlikçi Kürt burjuvaları ve toprak ağalarının da yardımıyla belli Kürt aşiretlerini silahlandırmaya, yerel dayanaklarını güçlendirmeye yönelirken, öte yandan SHP başta olmak üzere çeşitli partilerdeki temsilcileri aracılığıyla Kürt reformcu burjuvazisinin örgütlenmeye yönelmesini ve harekette muhatap duruma gelmesini teşvik ettiler. Mücadelenin bir halk hareketine yönelmesini önleyecek en kaba terör yöntemlerini kullanarak, harekete dayanak teşkil edecek Kürt köyleri üzerinde baskı ve saldırıları yoğunlaştırırken aynı zamanda ulusal hareketin en zayıf halkasında uzlaşma eğilimlerini güçlendirdiler. Körfez krizi ve revizyonizmin çöküşüyle birlikte, uluslararası düzeyde ortaya çıkan çözülme ve emperyalistler arası ilişkilerin yeniden belirlenme sürecine girildiğinde artık saldırılar egemen sınıflar açısından Ortadoğu,  Balkanlar,  Kafkasya ve Türkî cumhuriyetlerle ilgili emperyalist ülkelerle ilişkiler alanını ve onların talep ve eğilimlerini de gözeten ve egemen sınıfların çeşitli kesimleri arasında yer yer şiddetlenerek sürecek olan farklılıkları da belli bir disiplin altına alan genel bir stratejiyi gerekli hale getirdi. Ve ’91 erken seçim kararı bu koşullar altında alındı.

’91 SEÇİMLERİ VE EGEMEN SINIFLARIN YENİLENME PLATFORMU
Egemen sınıflar, Körfez Krizi’nin yarattığı ortamdan yararlanarak Zonguldak ve metal direnişlerinin ardından belli bir durgunluk içine giren işçi hareketine karşı, yüz binlerce işçiyi işten atarak saldırıya geçti ve sınıfın ileri kesimlerinde oluşan birikime önemli darbeler vurdu. Generaller eliyle, Kürt hareketine karşı saldırıların zeminini güçlendirmek üzere askerlerin cenaze törenleri ulusal düşmanlık duygularını kışkırtma aracına dönüştürülmeye başlandı. Mücadele açısından öneme sahip Kürt illerinde birbirini izleyen faili meçhul cinayetlere girişen çetelerin örgütlenmesi yaygınlaştırıldı. Gene kampanya boyunca burjuva partilerin “Adriyatik’ten Çin Şeddine” şiarıyla ifade edilen milliyetçi önyargıları körüklemeye yönelmesi teşvik edildi ve bu konuda burjuva basının üzerine düşeni yapması sağlandı.
Bu çok yönlü saldırı hazırlıklarının liberal manevrasını SHP-HEP ittifakı ve daha sonra kurulan SHP-DYP koalisyonu oluşturdu. “Kürt realitesinin kabulü ve demokratikleşme” demagojileriyle oluşturulan SHP-HEP ittifakı, Kürt hareketinde önemli bir beklenti ve umut yaratarak Kürt burjuvazisinin reformcu hayallerini güçlendirdi ve kitle hareketinin temellerini geçici de olsa yatıştırdı. Bu ittifakın SHP-DYP Koalisyon hükümeti ile tamamlanması; aynı zamanda Türkiye orta sınıf kesimlerinde ve bir kısım aydınlarda “demokratikleşme” beklentilerini geliştirerek kitle mücadelesinin hızını kesti. Böylece, Kürt hareketinde bugünün başlangıcı sürecine girilmiş oldu.
Yemin töreninde, parlamentoda gerçekleşen kışkırtma kampanyası; DYP-SHP Koalisyonunun parlamentodaki oturumunda düzenlenen kışkırtıcı saldırı ve generallerin parlamento ve hükümete açıktan müdahaleleri ve ’92 Newrozu’na ve ardından Kürt ulusal hareketinin kitlesel temelini oluşturan en önemli ilçelere, doğrudan ordu birliklerinin tank ve toplarla desteklenen saldırılarıyla, halk üzerinde estirilen terör yeni boyutlar kazandı. Paralel bir şekilde küçük burjuva gruplarının belli başlı büyük şehirlerde yöneldiği kör terör eylemleri bahane edilerek sürdürülen “yargısız infazlar”la ülkenin her yanını saran ve Düşük Yoğunluklu Savaş (DYS) stratejisi diye adlandırılan bu terör dalgası daha sonraki gelişmelere damgasını vurdu. Bu saldırı on binlerce insanın hayatına, binlerce köyün boşaltılmasına, birçok ilçe nüfusunun büyük oranlarda azalmasına, milyonlarca Kürt köylü ve emekçisinin yerini yurdunu terk ederek büyük şehirlere göçmesine veya Avrupa ülkelerine iltica etmesine mal oldu. Diyarbakır, Van gibi Kürt illerinde, üç dört misline katlanan ve işsizliğin aşlığın ve sefaletin yoğunlaşmasını hızlandıran nüfus yığılmalarına yol açtı.
Doğaldır ki, hareketi bütünüyle ortadan kaldırmanın kendi iradelerine bağlı olmadığını bilen egemen sınıflar, silahlı mücadeleyi asgari sınırları içine çekmeyi (marjinalize etmek diye ifade edilen) hedeflerken, buna karşılık; saldırıların işçi ve emekçi hareketindeki gelişmeleri de kapsayacak şekilde azami sonuçlara ulaşmasını amaçladılar. Bu nedenle de, dayandığı mantık ve politik amaçlarının bir gereği olarak DYS stratejisi, silahlı mücadelenin tümüyle sona erdirilmesini değil belli sınırlar içinde ve halk hareketinden tecrit edilerek varlığını sürdürmesi koşulunu varsayıyordu. Yani egemen sınıfların karşıdevrimi yeniden örgütlemeyi sağlayacak olan politik amaçlarının geçerli bir gerekçesi düzeyine düşürülmesini hedefliyordu. Ölüm makinası haline gelmiş faşist militanlardan parlamentoya, uyuşturucu ve mafya şebekelerine, general ve polis şeflerine uzanan cinayet çetelerinin, özel eğitilmiş birliklerin örgütlenmesi, merkezi tarzda sürdürülen ulusal düşmanlığı kışkırtma kampanyaları, giderek güçlenen militarizasyon ve bütün bunları tamamlamak üzere generallerin günlük politikaya müdahalelerinin zorunlu hale gelmesi, çapı giderek genişleyen bu saldırının doğal unsurları ve sonuçları olarak ortaya çıktı.
Ve generaller, “bölücü terör”e “irtica tehdidi”nin eklendiği 28 Şubat MGK Kararlarıyla günlük politikanın da doğrudan yönlendirici gücü olarak, herhangi bir “darbe”ye gerek kalmaksızın ve şimdiye kadarki belli başlı “darbeler”den daha da güçlü bir şekilde, devlet içindeki mevzilerini yenilediler ve buna meşruiyet kazandırdılar. Halen içinde bulunulan bu sürecin bir başka yönü, Türkiye egemen sınıflarının bölgede ve özel olarak Ortadoğu’da üstlenilen rol üzerinden ABD emperyalizmiyle yenilenen işbirliğine uygun bir politik tutumun generaller tarafından ve ülkenin hükümetler üstü politikaları olarak ilan edilmesidir. Kürt sorununda ABD tarafından sağlanan politik desteğin faturası, yenilenen bu işbirliğinin bir parçasıdır.
Bu süreç içerisinde, Kürt burjuvazisinin parlamenter temsilcileri, girdikleri ittifakın ve kapıldıkları reformcu hayallerin faturasını ağır saldırılarla ödediler. Onlara “pazarlık şansı” verilmedi. Bir kısmı ise; yurtdışında Sürgünde Kürt Parlamentosu aracılığıyla, burjuva hükümetler ve parlamentolar nezdinde girişimlerle yeni umut kırıntılarının yolunu açarak beklentiler yaratma çabasına yöneldi. Hareket alanları ve gelişme olanakları büyük ölçüde tahrip edilen silahlı hareket, asgari sınırları içine çekildi. PKK’nin Kürt halkından istediği “destek” ise; A. Öcalan’ın iltica talebinin kabul edilmesi noktasına geriledi.
Bu azgın terör dalgasının hızını kesen, gene işçi sınıfı hareketi başta olmak üzere, emekçi sınıfların ’94-95’lerden itibaren yeni boyutlar kazanan kitlesel mücadeleleri oldu. Giderek halkın anti-emperyalist talepleriyle birleşen, özelleştirmeye karşı eylemleri kamu emekçilerinin sendikal özgürlük talebiyle düzenledikleri, kendi tarihlerinin en ileri eylemleri azgın terörün ve buna eşlik eden ulusal düşmanlığın kışkırtılmasının hızını kesmekle kalmadı, aynı zamanda Kürt işçi ve emekçilerinin benzer taleplerle ortak mücadelelere yönelmesini teşvik etti, onların mücadele istek ve enerjisini cesaretlendirdi ve birleşik mücadelelerin yolunu açtı.
Gene yaşanan olaylar bütün kışkırtmalara rağmen her iki halkın da tarihsel temellere dayanan bir sağduyuyla, birbirine karşı düşmanca duygu ve tutumlar içine girmediğini gösterdi. Elbette ki Türk işçi ve emekçileri gerek PKK’nin izlediği çizgiyi, gerekse Kürt reformcu burjuvazisinin egemen sınıflarla girdiği ittifak ve pazarlıkları desteklemedi. Onların kapitalist burjuva hükümetlerden, en başta Kürt halkının onurunu zedeleyen, umut ve beklentiler içine girmesini desteklemedi… Zaten Türkiye işçi ve emekçi hareketinden böyle bir tutum alması beklenemez ve böyle bir tutum almadığından dolayı da sorumlu tutulamaz. Ama o en hasta egemen sınıflara karşı yeniden ve yeniden ve daha ileri taleplerle mücadeleye atılarak. Kürt işçi ve emekçilerine de nesnel olarak hiç kimsenin sağlamadığı desteği sağlamış oldu. Her türlü yöntemle sürdürülen kışkırtmalara kapılmayarak azgın faşist terörün dayanaklarını zayıflattığı gibi; onların kendi sınıf talepleri doğrultusunda mücadelelere yönelerek ortak mücadelenin, sınıf kardeşliğinin filizlenmesine yardım etti. Bu gerçekleri göz ardı ederek Kürt sorununu sahiplendiğini iddia etmek en başta Kürt halkını yanıltmak ve onun kendisine ve sınıf kardeşlerine olan güvenini zayıflatmak demektir.

KÜRT REFORMCU BURJUVAZİSİ VE PKK’NİN AŞILAMAYAN ZAAFLARI
Politik açıdan burjuva reformizmine bağlanmasının bir sonucu olarak PKK, yoğunlaşan saldırılar karşısında platformunu geleceği temsil eden sınıflara doğru yenilemek yerine, Y. Küçük vb. düşünce sistematiği dağılmış ve herhangi bir sınıfa karşı, hiçbir sorumluluk taşımayan aydınların katkılarıyla “Kemalizm”in eleştirisi ve tarihsel haksızlıklara duyulan tepki üzerinden ve onu geriye çeken bir çizgiye yöneldi. Kemalizm, ulusal kurtuluş savaşının ve onun önderliğini ele geçiren Türk ticaret burjuvazisinin bir ideolojisi olarak kabul ediliyorsa; ulusal kurtuluş savaşının kendisi gibi o da emperyalist işgal ve Ekim Devrimi tarafından belirlenen özel tarihi koşulların ve işçi sınıfı hareketinin bilinç ve örgütlenme düzeyinin geri olması tarafından belirlenen mevcut toplumsal gelişme derecesinin, gelişimine izin verdiği konjonktürel bir olgu ve nitelik itibariyle de bir burjuva ideolojisidir. Kurtuluş Savaşı ise; Kürt halkı da dâhil olmak üzere bu ülke halkının tarihsel toplumsal gelişiminde emperyalist işgale karşı mücadelede, sınırlı ve yarım kalmış da olsa cılız bir ileri adımı temsil eder. Zaten, hiçbir zaman “ilahi adalet”in de temsilcisi olmayan “Kemalizm”, sınıf karakteri gereği olarak ve bütün ülkelerde olduğu gibi, hareketin bir işçi-köylü devrimine doğru gelişmesi karşısında, gerici ve karşı-devrimci bir konumda olmasına rağmen; Komünist Partinin ve işçi hareketinin örgütlenmesine karşı, Kürt ayaklanmalarına karşı şiddet ve zorbalıkla saldırmış olmasına rağmen; emperyalist işgal karşısındaki tutumuyla, o günün koşullarında, toplumsal gelişmenin ileriye doğru yönelmesine katkıda bulunarak sadece Türk halkının değil aynı zamanda nesnel olarak Kürt halkının da ulusal gelişimini hızlandıran bir rol oynadı.
Dolayısıyla, işbirlikçi egemen sınıfları, bugünkü konumlarıyla ve tarihsel gelişme karşısındaki yerleriyle değerlendirmek yerine, generallerin bile sadece laiklik düzeyine indirgeyerek “tek ayak üstünde durmaya mahkûm ettiği” “Kemalizm”le suçlamak onlara iltifat etmektir. Bu, tersine yöneltildiğinde, Kemalizm’den bir işçi-köylü devriminin bütün taleplerini gerçekleştirmesini istemek anlamına geldiği gibi; bugünün işbirlikçi egemen sınıflarına “Lozan’ın savunucusu payesini vermek de, onlara “ulusal” bir sıfat kazandırmak demektir. Bu da, Kürt halkının mücadelesini ileriye yöneltmez; tersine işbirlikçi egemen sınıfların demagojilerini ve etkileyeceği kesimleri güçlendirir. Bugün, Kürt halkının önüne neredeyse, Kürt Teali Cemiyeti’ninkine benzer bir platform koymak; onu, bulunduğu toplumsal gelişme düzeyinin ve tarihsel kazanımlarının gerisine çekmektir. Bu da, ancak Kürt burjuvazisinin pazarlık masasına, kurtuluş savaşının hedefi olan emperyalist ülkelerin davet edilmesi anlamına gelir. Üstelik bunlar, ’90’lı yılların koşullarında emperyalizmin, geri ülkelerin bütün tarihsel kazanmalarına karşı saldırılarını yoğunlaştırdığı koşullarda yapılırsa; daha da geri bir konuma düşülür. Ve bu çizgi Türkiye emekçi halkının dostluk ve desteğini kazanmaya hizmet etmeyeceği gibi; Kürt halkının süre-giden mücadelesinin, bağımsızlık ve demokrasi yolunda ilerlemesine hizmet etmez.
Kemalizm’i ileri noktadan eleştirmek ve aşmak demek; onu Kürt burjuvazisinin veya “hilafetçilerin” bakış açısından değil, işçi sınıfının bakış açısından eleştirmek demektir. Anti-emperyalizme sırt çevirmek değil, tersine işçi sınıfı önderliğinde anti-emperyalist-demokratik devrimin sonuna kadar götürülmesini savunmak demektir. Kürt burjuvazisinin yedeğine düşmek değil, işçi sınıfının müttefiki olmak demektir. Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin mücadelesini ilerletecek olan, onlara bölge halkları nezdinde saygın bir yer kazandıracak olan, budur.
Bugün, hareketin içine girdiği çözümsüzlüğün nedenlerinin aranacağı yer; PKK’nin başlangıç aşamasında önüne gelen sorulara verdiği cevapta veya aynı anlama gelmek üzere, bunlara cevap verememesinde yatar. Mücadeleyi, bir işçi-köylü devrimine doğru geliştirmeye yönelmek yerine, burjuva reformculuğunun yedeğine düşmesinde yatar, işçi ve emekçi yığınların mücadele yetenek ve enerjisine dayanmak ve onu geliştirmek yerine; mücadelenin tek bir biçimine saplanarak mücadelenin dinamiklerini sadece silahlı gruplar örgütleme yeteneğiyle sınırlamasında ve bunu başlı başına amaç haline getirmesinde yatar. Kürt emekçi halkının kendi mücadele tecrübelerinde daha ileri sonuçlar çıkararak, daha ileri mücadelelere yönelmesine yardımcı olmak yerine; Bekaa Vadisi’nde silahlı grupların eğitimiyle yetinmesinde yatar. Varolan sınıflar mücadelesinde, iş, toprak ve özgürlük talebini de içeren demokratik ve anti-emperyalist talepler temelinde, açık ve somut bir mücadele çizgisiyle saf tutmak yerine, tarihsel haksızlıklara duyulan tepkinin çevresinde dönüp durmasında yatar. Yani ’84 yazında hareketin taşıdığı zayıflıkların ’90’lı yıllarda derinleşerek ve bütün sonuçlarıyla ortaya çıkmış olmasında yatar. Bugün ortada bir çözümsüzlük varsa; bu, Kürt işçi ve emekçilerinin değil PKK’nin ve onun kuyruğuna takıldığı, reformcu burjuva politikasının çözümsüzlüğüdür.
Kürt emekçi halkı açısından bakıldığında, o, reformcu burjuvazinin somut taleplerden yoksun ve uzlaşmacı bir yola girmesine rağmen, kendisinden beklenen desteği, sonuna kadar sağlamaktan kaçınmadığı gibi; çıkış olanakları bulduğu her koşulda kitle eylemlerine yönelmekten de geri durmadı. Saldırıların bütün yükünü göğüsledi ve evlatlarından on binlercesini silahlı harekete feda etti.
’95’lerden itibaren gerek işçi eylemlerinde, gerekse kamu emekçilerinin eylemlerinde ve en önemlisi de ’98 1 Mayıs’ında, Türkiye işçi ve emekçileriyle omuz omuza ortak mücadelelerde yer aldı ve sadece bir destekçi olarak kalmadığı gibi PKK’nin ve Kürt reformcu burjuvazisinin platformunu fiilen aştığını ve mücadele ve örgütlenme yeteneğinin onlardan daha ileri olduğunu kanıtladı. İşçi sınıfının bağımsız bir parti olarak örgütlenmeye yönelmesiyle birlikte, bugünkü durumu karakterize eden ve mücadelenin geleceğinin dayandırılması gereken yer, işte bu gelişmenin kendisidir. Ödenen ağır bedellerin acısını telafi etmenin, dökülen kan ve gözyaşlarının biriktirdiği öfkeyi umuda ve bilince dönüştürmenin yolu buradan geçer. Bugün, herkesten çok Kürt emekçi halkı buna ihtiyaç duymaktadır.

KÜRT SORUNU, TÜRKİYE İŞÇİ VE EMEKÇİ HAREKETİNİN SORUNUDUR
Bütün bu süreci kapsayan gelişmeler, gerek Kürt reformcu burjuvazisinin ve gerekse; burjuva ‘sol’ akımların, sadece Kürt meselesindeki tutumlarıyla değil, egemen sınıflara ve emperyalizme karşı mücadeledeki tutumlarıyla da mücadeleyi ilerletecek bir platform ortaya koyma ve onu geliştirme yeteneğinden yoksun olduklarını bir kez daha gösterdi. Egemen sınıflara ve burjuva hükümetlere bağlanan her yöneliş; Türkiye işçi ve emekçi hareketiyle birleşme olanaklarını görmezden geldiği gibi, Kürt işçi ve emekçilerinin umut ve beklentilerine cevap vermekten de uzaklaşma anlamına geldi.
Böylece, varılan sonuç; tarihte pek çok örneğin kanıtladığı bir gerçeği; yani ulusal meselenin ancak, emperyalizme karşı genel mücadeleye bağlandığı ve sağlam sınıf temellerine dayandığı oranda çözüm yoluna girebileceği gerçeğini, -bu çözümün biçimi ne olursa olsun onun içeriğini bu mücadele içinde şekillenecek olan, her iki halkın karşılıklı olarak birbirlerinin haklarına gösterdiği kardeşçe saygı ve güven belirleyecek- on binlerce insanın hayatına mal olan bir tarih dersi olarak bir kez daha önümüze koymaktadır. Dolayısıyla sorunun özü; çözümün herhangi bir biçimini ön koşul olarak öne sürmek değil, karşılıklı olarak birbirinin haklarına saygının sonuna kadar güvence altına alınması, emperyalizme ve egemen sınıflara karşı mücadelenin geliştirilip güçlendirilmesidir. Bu saygının güvencesi ise; tarihsel sorumluluklarını her geçen gün daha ileri bir bilinçle omuzlamakta olan Türkiye işçi sınıfıdır.
Kürt ve Türk işçi ve emekçileri, özellikle onların ileri temsilcileri, ortak sınıf yaşamı ve duygusunun sağladığı sınıf sezgi ve tecrübesiyle, Türk ve Kürt halkının yüzyılların deneyinden geçmiş sağduyusuna seslenmeyi bileceklerdir.
Çünkü Türk halkı kendi deneyleriyle, Kürt halkına yönelen her saldırının kendi üzerindeki baskı ve sömürüyü de yoğunlaştırdığını, kardeş bir halkın kendi geleceği hakkında özgürce karar vermesine yardımcı olmanın ve onun en doğru kararı vereceğine güven duymanın; her iki halk arasındaki kardeşçe duygulan güçlendireceğini, bunun da emperyalizme ve egemen sınıflara karşı her iki halk arasındaki mücadele birliğini geliştirip güçlendireceğini bugün daha çok anlayabilecek bir bilinç ve olgunluk düzeyine sahiptir.
Aynı şekilde, Kürt halkı da bizzat kendi deneyleriyle kendisine yönelen saldırıların aynı zamanda Türk halkı üzerindeki sömürü ve zulme dayanan egemen sınıflardan geldiğini özgürlüklerini egemen sınıflardan ve burjuva hükümetlerin çıkar çatışmalarından değil; Türk işçi ve emekçilerinin özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle birleşerek elde edebileceğini anlamakta olduğunu, bugün, pratik mücadeledeki yönelişiyle ortaya koymaktadır.
İşçi sınıfının çözümü ise; her iki halkın yaşamı içinde oluşan, bu kardeşçe duygu ve bilinç üzerinde şekillenecektir.

Şubat 1999

Komünistleri kimler yargılamaya kalkıştı? Kimler savundu?

Yakın tarihe kısaca bir gözatalım.
Franko’nun faşist darbe girişimi, sosyalistlerin ağırlıkta olduğu, seçimle işbaşına gelmiş ve uluslararası meşruiyete sahip Cumhuriyetçi Hükümet’e yönelmişti. Avrupa’nın burjuva hükümetleri, bu darbe girişimi karşısında seyirci kalmakla yetinmediler, Cumhuriyetçi Hükümet’e karşı anlaşmalardan doğan görevlerini bile yerine getirmeyerek, Mussolini ve Hitler’in vahşi saldırılarını cesaretlendirdiler. Ülke olarak, sadece SSCB Cumhuriyetçileri destekledi ve sadece komünistlerin değil, dünyanın tanınmış yazar, bilim adamı ve sanatçılarının, namuslu demokrat insanlarının saygı ve desteğini de kazanarak, faşist darbeye karşı sonuna kadar direnişi sürdürenler ise, İspanyol komünistleridir.
Ve Reichstag yangını provokasyonuyla Alman faşizminin yargılamaya kalkıştığı Dimitrov’un duruşmaları, dünya çapında sadec komünistlerin değil, bütün ilerici ve demokratik güçlerin yaygın tepkileri eşliğinde Hitler faşizminin lanetlenmesine dönüştü.
Ve burjuva hükümetler, Münih Paktıyla faşist saldırganlığı dizginsiz bir şekilde cesaretlendirirken, bu ihanet paktını bozmak üzere imzalanan Sovyet-Alman saldırmazlık anlaşmasıyla faşizmin gerçek yüzünü ortaya koymasını sağlayan SSCB, faşist saldırganlığa karşı İngiltere ve ABD’yi, ittifaka mecbur etti. Yani dünyanın bütün demokratik güçleri, savaş öncesinde olduğu gibi, savaş sırasında da SSCB ve komünist partilerle ittifak halinde oldu. Bütün Avrupa’da faşist işgale karşı direnişin en ön cephesinde komünist partiler yer aldı. Direnişçilerin en büyük destekçisi, faşist işgal ve yıkımın ve bunun yolaçtığı insan kaybının tek başına yarısına maruz kalan ve buna rağmen Stalingrad’da başlayan karşı saldırıyla, faşizmin yenilgisinde baş rolü oynayan SSCB idi.
Ve savaş bitmeden, ABD ve İngiltere tarafından, SSCB ve komünist partilere karşı soğuk savaş ilan edildi ve elli yıldır bu tarihsel gerçekler çarpıtılmak üzere, çok yönlü bir karşı devrimci propoganda sürdürüldü.
Ama, tarih, kendine özgü bir şekilde, er veya geç, gerçeğin kendi hükmünü icra ettiği nesnel bir süreçtir. Bu nedenle de, tarihsel gerçekler her türlü yalan ve çarpıtmaya karşı olağanüstü bir direnme gücüne sahiptir.
İşte, Fransa’nın yakın tarihinden bir örnek:
Tarih: 1940
Yer: Paris
Yargılananlar: Komünist parti milletvekilleri
Yargılama nedeni: Münih Paktı’nı bir ihanet olarak görme
Yargılananlardan Florimond BONTE’nin (Le Chemin de l’honneur –Onurun Yolu– adlı kitabından) kendilerine tanıklık yapmaya gelenlerle ilgili duygu ve düşünceleri:
“Tanıkların varlığı, kendi başına medeni cesaret açısından hayran olunacak bir tutumdu. Her tanıklık, gerçekte, hemen devamında, her tanığa kovuşturmaya, mahkumiyete, bir toplama kampında veya cezaevinde tutuklanmaya malolabilirdi. Askeri bir mahkeme önüne gelmeye cesaret etmek, 1940 Mart ayında, komünistlerin namusluluğuna, dürüstlüğüne, sadakatine, içtenliğine saygı belirtmek; şüpheliler listesine kaydolmak demekti; hükümet, hakimleri, polisi tarafından en ciddi cezalara çarptırılması gereken bir cürüm ve bir suç olarak değerlendiriliyordu
“Buna rağmen çok sayıda erkek ve kadın bu cesarete sahip olduğunu gösterdi. Adalet sarayına gelirken, onlar, belki de hiç evlerine dönemeyebileceklerini biliyorlardı. Onlar, oradaydılar, karşımızda ve sarfedecekleri her söz, onların manevi büyüklüklerini ifade ederek, kalbimizin en derin köşesine kadar yayılan minnet duygusuyla bizleri coşturuyordu. Her şart altında onlar oradaydılar, bilim adamı, profesör, yazar, sanatçı, öğretmen, papaz, doktor, avukat, sosyal asistan, ev kadını, butik sahibi, zanaatkar, işçi ve küylü.”
İşte bir tanık:
Adı ve soyadı: Paul Langevin
Mesleği: Çağımızın en büyük fizik bilginlerinden biri. Solvey Dünya Fizik Kongresi Başkanı, henüz komünist partisi üyesi değil*. Komünist milletvekilleri konusunda askeri mahkeme önündeki tanıklığı:
“Tümü, kişisel değerleriyle, ülkemizin önemli bir bölümünün temsilcisi olan bu insanların çoğunluğunu tanıyorum. Birçok kez onlarla karşılaşma ve eylem planında olduğu gibi yönlendirici düşünce planında da onların niteliğini anlama fırsatım oldu: İnsan Hakları Ligi’nin veya Aydınlar Komitesi’nin temsilcisi sıfatıyla katıldığım halk toplantılarındaki politik etkinliklerde; İşçi Üniversitesi’nin halk eğitimi etkinliklerinde; milletvekilliği veya belediye çalışmalarına bağlı günlük etkinliklerde.
“Hepsinde, en yüksek moral değerler, fedakarlık, çıkar gözetmeme ve en katıksız dürüstlük gibi özellikler tesbit ettim ve burada onlara saygımı ifade edebilmekten sevinç duyuyorum. Bu insanlar, kendi geçimleri için zorunlu olan oldukça az bir bölümü dışında milletvekili maaşlarını kendilerine bırakmak istemiyorlardı. Ben onların her zaman, halkın çıkarlarına karşı, en temel eğitimden en yüksek kültür düzeyine kadar eğitimin geliştirilmesine karşı, halk sağlığına karşı, çocuklukla ilgili birçok problemin çözümüne karşı çok dikkatli olduklarını gördüm.
“Onların sosyal adalet idealini ve bu ideali, dünyanın maddi ve moral dönüşümünü hedefleyen insani bir çabayla gerçekleştirme istek ve iradelerini paylaşarak, onlarla düşünce planında da karşılaştım. Bu amaca ulaşmak için, onlar, bilimin ve insan bilincinin sınırsız bir şekilde geliştirilmesi olanağına güveniyorlar: doğa biliminin uygulamaları, aynı şekilde, kendi evriminin yasalarını anlamasını sağlayan, içerdiği çalışma ve sosyal örgütlenme koşullarının üstün rolünü gözler önüne seren insan toplumlarının gelişme bilimi, gerçek anlamda toplumun hizmetine koyulduğunda, o andan itibaren onların özgürleşmesine, yoksulluğu, içine sürüklendikleri cehalet ve acıları altetmesine olanak sağlayacaktı. Bilim yoluyla adalete yönelmek, bana onların doktrinlerini daha iyi özetleyen bir formül olarak görünüyor.
“Bilim yoluyla adalete yönelmek fikri; çağımızın trajik görünüşünün, bilimin bize sağladığı eylem araçlarının gücüyle, sosyal adaletin ulusal vaya uluslararası ölçekteki gelişmesinin yetersizliği arasındaki dengesizlikten ileri geldiğini, dolayısıyla bilim konusunda adaletin geciktiğini düşünenlere –ben de böyle düşünüyorum– derin bir şekilde sempatik olmaktan başka bir anlama gelemez.
“Güncel sosyal örgütlenme, herkesin ihtiyaçlarını gözeterek iyileştirmek yerine, çoğunluk için işsizlik ve yoksulluk yaratarak, birilerinin gücünü ve zenginliğini sınırsız bir şekilde artırarak eşitsizlik uçurumunu büyütmekten başka bir şeye yolaçmayan yeni üretim araçları üretiyor. Uluslararası adaletin yokluğu, şiddetin zincirlerinden boşanması anlamına gelen yıkım araçlarının sınırsız artmasına yolaçıyor, bu da, bütün insanlığın ve uygarlığımızın geleceğini tehlikeye atıyor.
“Bilim konusunda adaletin gecikmesinden ortaya çıkan bu kötülüklere tek çare: bilimi adaletin hizmetine sokmaktır. Ve biz bu noktada komünist düşünceyle birleşiriz.
“Esas olarak benim için bir başka açıdan, diyalektik bir felsefe üzerine temellenen bu doktrin, Greklerden başlayarak ve oradan Descartes’a, XVIII. Yüzyıl filozoflarımıza, Kant ve Hegel’den Marks, Engels ve Lenin’e uzanan insanlık düşüncesinin büyük çizgisine bağlanır. Ben bilgimin bedelini bu felsefeye borçluyum, çünkü; bu felsefe, bana, hem kendi uğraştığım bilim dalını ve hem de özel olarak bu bilim dalının gelişme tarihini daha iyi anlama olanağı sağladı; bütün maddi, entellektüel, moral veya sosyal hayatın gerçeği; anlayış veya eylemin giderek daha çok gelişmiş biçimlerine doğru sentezle, biyolojistlerin dediği gibi, sıçramalarla aşılan bir dizi diyalektik çelişki arasında ortaya çıkar.
“Bu insanların eylemlerini izlediğimden beri; onlara yukarıda sözettiğim fikirlerin egemen olduğunu, yüksek hedeflere ve toplumun çıkarını ilgilendiren amaçlara yönelmiş olduklarını gördüm. Ben onları, her zaman yoksulluğa ve adaletsizliğe karşı mücadele halinde, düşünce ve inançlarını anlatma çabası içinde gördüm.
“Kuşkusuz, sadece ülkemize has olmayan bu ortaya konulan sorunlar, bu eylem; amaçları ve kullandığı araçlar tamamen açık ve aydınlık olan bir örgütlenmeye dayanarak, yurt dışında da benzer eylem girişimlerine bağlanıyordu. Onlar da, uluslararası örgütlerinin direktiflerine, bilimin uluslararası karakteri nedeniyle, benim yurt dışında yapılan buluşları Fransa’da öğretmeye ve yaymaya ve uluslararası bilimsel örgütlenmelere katılmaya verdiğim anlamdan daha fazla bir anlam vermiyorlardı.
“Adalet ve bilim Enternasyonal’i yanında, maddi ve manevi çıkarlarını savunmak üzere kurulmuş ve yön verici ilkeleri az veya çok gizli olan başka birçok uluslararası örgütlenmeler de var. Özellikle, ekonomik ve mali örgütlenmeler planında, bunların bazıları, ulusal çıkarlara sahipmiş gibi değerlendirebilmemize her zaman uygun düşmez.
“Dolaşım, üretim ve yıkım araçlarımızın durmaksızın hızlanmış olduğu dünyanın bugünkü durumunda, hepimiz şunu söylemek için aynı fikirde miyiz: ulusal bakış açısını aşmak  ve savaş zamanından başlayarak, uluslar arasında özel dayanışma bağlarını sıklaştıracak uluslararası ekonomik ve hukuki bir örgütlenme hazırlamak gerekli midir?
“Burada, güdümlü soruşturmaların yararsızlığını size gösterme görevini savunuculara bırakıyorum ve gerçek olan şu ki; suç sayılan eylemler, tamamen halkın temsilcilerinin görev ve sorumluluklarına uygun düşmektedir; fakat ben, onları işleri başında gördüğüm için, şunu iddia edebilirim: bu insanların eylemi, onların mantığında her zaman, ulusun çıkarına doğru yönelmiştir ve asla, buna karşı yönelmemiştir.
“Ben kendi payıma, yaşamın her alanında, savaş zamanında da; sürekli çeşitli düşüncelerin karşı karşıya gelmesi anlamına gelen bir demokraside, hele de bir parlamenterin, çoğunluğunkinden farklı bir ulusal çıkar anlayışına sahip olması, bunu savunması, yayması olgusunu soruşturmaya uğratabilmenin, savunma olanağı olmaksızın parlamenterlikten çıkarabilmenin veya görevden alabilmenin nasıl mümkün olduğunu anlamadığımı itiraf ediyorum.
“Kollektif yaşamı derinlemesine bulandırmadan ve adaletsizliğe yolaçmadan, bu mümkün değildir; yani, bu, bireyler arasındaki veya bireylerle kolektif arasındaki ilişkilerde, fikirlere fikirden başka birşeyle, gerekçelere gerekçelerden başka birşeyle karşı çıkmak anlamına gelir. Diğer bir şekilde hareket etmek, fikirlere şiddetle karşı çıkmak, düşünceye suskunluğu dayatmak, isyan ettirici totaliter yöntemler kullanmak; bunlar, zayıflığın, kendine güvensizliğin ve savunulan şeyden rahatsız olmanın kanıtıdır; hele de, bu savunulan şey, özgürlüğü ve insani ilerlemeyi savunuyor olma iddiasına sahip olduğu zaman, durum daha da vahimdir.
“Egemenliği altında yaşadığımız rejim, bu derece kötü bir bilince mi sahiptir ki; parlamentonun içinde veya kamuoyu önünde, hiçbirisi askeri operasyonların gizliliğine dokunmayan özgür tartışmalara tahammül edemesin? Bir ülkenin moralini desteklemenin en iyi biçimi, ona bir yetişkin gibi davranmak ve gerçekten korkacak hiçbir şeye sahip olunmadığı izlenimini vermek değil midir?
“En çok toksik mayalanma, ışıktan ve serbest hava girişinden yoksun olan yerde gelişir.
“Tembellik çözümlerini ve düşünceye karşı şiddet kullanmayı düşmanlarımıza bırakalım. Büyük Britanya’yı gözönüne alalım; belki de bizimkine göre daha eski liberalizm geleneğine sahip olduğu için; orada, şu anda bile, bizdeki gibi kovuştumalar mümkün değildir ve son yolculuğum boyunca kamuoyunun bizdekinden çok daha iyi bilgilendirildiğini anlayabildim. Suçları, sadece büyük çoğunluk gibi düşünmemek, uydumculuğa (konformizme) kapılmamak olanları, böyle kapalı kapılar ardında yargılamaktansa; içerde ve dışarda daha geniş bilgilendirme, radyo yayınlarının daha iyi organizasyonu, düşman propagandasına cevap olarak, bizim amaçlarımıza daha iyi hizmet ederdi.
“Bu arada, uydumculuğun, uygarlığın ölümcül düşmanı olduğunu ve her insani ilerlemenin ikna yoluyla hareket eden bir azınlığın veya bireylerin eseri olduğunu unutmamak gerekir.
“Şiddet, ne düşünceden yana, ne de düşünceye karşı birşey yapamaz: ya bu düşünce doğurgandır ve her türlü zulüm üzerinde zafer kazanır –onu boğmak için harcanan bütün çabalar, onun patlayıcı gücünü artırmaktan başka birşeye yaramaz– ya da, insani değerden yoksundur ve kendi kendine unutulmuşluğa gömülür.
“Bütün büyük dinî, bilimsel veya sosyal düşünce hareketlerinin, bu konulardaki bütün büyük yeniliklerin kökeninde, kurulu düzene karşı direniş vardır, bunların karşılaştığı sıkıntı ve zulmü, tarih bazan çok ciddi bir şekilde mahkum etmekte gecikmez. Ülkemizin bu kadar şanlı tarihine yarın yüzümüzü kızartabilecek sayfalar eklemeyelim.” (André Langevin’in, Paul Langevin Mon Pere –Babam Paul Langevin– adlı kitabından çevrildi)
Bütün Avrupa’da olduğu gibi, Fransa’da da, işgale karşı mücadelenin başında Komünist Partisi vardı. İşgal sonrası koalisyon hükümetinde komünistler de yer aldılar. Koalisyonun eğitim planı Paul Langevin ve Henri Wallon tarafından hazırlandı.
Ve Fransa’da faşist işgale karşı direniş kahramanlarının isimleri, Paul Langevin de dahil, halen sokak isimleri olarak durmaktadır. Sadece bu da değil, Fransız halkı, komünizme karşı duygularının kanıtı olarak, Paris’in en güzel meydanlarından birine Stalingrad adını vermiştir.
Bugün, komünizmle faşizmi aynı kefeye koymaya çalışan Avrupa Parlamentosu, Avrupa burjuvasının utanç sayfalarını örterek, tarihin hükmünden kurtulmaya çalışmaktadır.
Yapmaya çalıştığı şeyin tek anlamı, yüz elli yıldan beri defalarca yaptığı gibi, zayıflık ve korkusunu bir kez daha ilan etmektir.

(* 1941 de damadı Jack Solomon Naziler tarafından kuşuna dizilip, kızı toplama kampına götürülünce, onların yerini doldurmak üzere Komünist Parti’ye üye olur ve direnişin sembolü haline gelir. İki yıl Alman işgalcileri tarafından Troyes’de gözetim altında bulundurulur, daha sonra direnişçiler tarafından İsviçre’ye kaçırılır ve faşizmin yenilgisinden sonra Paris’e döner ve mücadelesine devam eder. Ç.N.)

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑