Gümrük birliği, Tarım Sektörü ve Emekçi Köylülüğün Durumu

Avrupa Birliği’ne katılmada “önemli bir dönemeç”, “kapının aralanması” olarak değerlendirilen Gümrük Birliği’ne giriş, Türkiye açısından bir başka bahara kaldı. Ne pahasına olursa olsun girmek istediği Gümrük Birliği’ni sadece vergilerin kaldırılması, gümrük duvarlarının indirilmesi olarak gören Ye “Avrupa Birliği’ne isterse yerine getirelim, yeter ki Gümrük Birliği’ne alsınlar” mantığıyla hareket eden Türkiye burjuvazisi, 19 Aralık’taki Ortaklık Konseyi toplantısında Avrupalı dostlarından bir tokat daha yedi. Tansu Çiller’in veto ihtimalini ortadan kaldırmak için “bizim dostluğumuzdan değil düşmanlığımızdan korksun” diyerek Yunanistan’ı tehdit etmesi, diğer hükümet yetkilileri ve sermaye temsilcilerinin “Türkiye 1 Ocak 1995’te yerine getireceği taahhütleri dondurur” mesajları da Ortaklık Konseyi’nin ret kararını etkilemedi.
Ortaklık Konseyi, Avrupa Parlamentosu’nun aldığı tavsiye kararına uyarak 19 Aralık’ta 1 saat 10 dakika süren toplantıda, Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne geçişi düzenleyecek karar taslağını görüşmeyi 7 Mart 1995’e erteledi. Ortaklık Konseyi, bu tarihe kadar Türkiye tarafından yapılacak iyileştirmelere bağlı olarak (Türkiye’nin vereceği tavizler demek daha doğru olacak) 7 Mart’ta Gümrük Birliği karar taslağını tartışıp tartışmayacağına karar verecek.
7 Mart 1995’e ertelenen görüşmenin görünen gerekçesi, Kıbrıs sorunu, DEP milletvekillerinin tutuklanması, siyasi partilerin kapatılması, insan hakları vb. gösterilmeye çalışılsa da, emperyalistler açısından asıl hedef, biraz daha köşeye sıkıştırarak Türkiye’ye siyasi ve ekonomik yaptırımlarını itirazsız kabul ettirmektir. Kuşkusuz uluslararası ilişkiler ve dış politika açısından bakıldığında, sözü geçen toplantının ertelenişine ilişkin gerekçelerin taşıdığı anlam ayrıca ele alınması ve işçi sınıfı açısından gerekli sonuçların çıkarılması gereken ayrı bir konudur.
Özelleştirme konusunda olduğu gibi Gümrük Birliği’ne katılma konusu da egemen sınıflar tarafından halkın yararınaymış gibi gösterilmeye çalışılıyor. Hükümet ve diğer siyasi parti sözcülerine göre Gümrük Birliğine girmek sadece “Türkiye için değil, AB’nin, Ortadoğu’nun ve hatta dünyanın yararınadır”. Çiller’e göre “Gümrük Birliği, halkımıza zenginlik ve ucuzluk getirecektir”. Ancak nedense hiçbir yetkili, neden ve niçin, kurtlar sofrasına, ısrarla, hatta yalvararak girilmeye çalışıldığını açıklamaya yanaşmıyor. Sürekli Gümrük Birliği’nin ülke ekonomisine yarar getireceği, tüketicilerin daha ucuza mal alabilecekleri vurgulanıyor. Öyle ki, Gümrük Birliği gerçekleştiğinde zarar görecek sektörler dahi, “girilmesine karşı değiliz, ama bazı önlemler de alınsın”, demekten öteye geçmiyorlar.
Sistemli olarak tartışma dışı bırakılmaya özen gösterilen bir diğer konu da, Gümrük Birliği’yle beraber işçi sınıfının durumunun ne olacağı, sınıfın bundan nasıl ve ne derece etkileneceğidir. Tam üyelik başvurusu kabul edilmeden Gümrük Birliği’ne gidecek tek ülke olan Türkiye’de, gerçekleşmesi durumunda en fazla zararı görecek olan üreticiler, işçi sınıfı ve işçi sendikaları tamamen devre dışı kalmış durumda. Başta Türk-İş olmak üzere diğer konfederasyonlar her konuda olduğu gibi GB’de de, sermayeye ters düşmemek, onların çıkarlarını zedelememek tutumunu benimsemişlerdir.
Biz, bu yazı çerçevesinde, sermaye ve hükümet çevrelerinin, eğer deyim yerindeyse es geçtiği, hiç sözünü etmediği bir konuyu ele almaya çalışacağız.

GİRİLEN DÖNEMİN ÖZELLİKLERİ AÇISINDAN TARIM VE HAYVANCILIK SEKTÖRÜNÜN DURUMU
Gümrük Birliği ile ilgili konular tartışılırken yasal prosedürler ile otomotiv ve tekstil sektörlerinin sorunları gündeme getiriliyor ve daha çok da katılmanın yararlan öne çıkarılıyor. En az sanayi sektörü kadar stratejik öneme sahip tarım sektörü neredeyse unutturulmaya çalışılıyor.
Tarım sektörünün sorunlarının sanayi sektöründen daha çok ve daha karmaşık olduğu, Gümrük Birliği’ne bu haliyle yani, koşulsuz ve korumasız girildiğinde, bu sektörün adeta yıkıma uğrayacağı, milyonlarca üretici köylünün durumunun daha da kötüleşeceği bilinmesine rağmen, bu sektörün hiç sorunu yokmuş, Gümrük Birliği’ne hazırmış gibi davranılıyor.
1 Ocak 1996 sabahından itibaren sanayi ürünlerinde Gümrük Birliği’ne girmeyi planlayan Türkiye, aynı tarihte Avrupa Birliği’nin Ortak Tarım Politikası’na da katılmış olacak. Daha önce imzalanan Katma Protokol, 22 yıllık geçiş dönemi sonunda Türkiye’nin tarım sektörünü ve tarımsal politikalarım Avrupa Birliği’nin Ortak Tarım Politikası’yla uyumlu hale getirmesini öngörüyordu. 22 yıllık süre ise 31 Aralık 1995 günü doluyor. Nasıl ki, 1 Ocak ’96 günü sanayi sektörü, belli ölçülerde Avrupa sanayisine entegre olmuş olmasına rağmen Avrupa Birliği’nin rekabeti karşısında kendini çırılçıplak hissedecekse, tarım sektörü de birliğin Ortak Tarım Politikası’nın yapısal ve gelişmiş dünyasıyla yüz yüze gelecek. Özellikle ’80’li yıllardan itibaren gelişmiş ülkeler, uyguladıkları çok yönlü destekleme programlarıyla tarımsal üretimlerini büyük ölçüde artırıp geliştirirken, Türkiye’de bunun tam tersi bir gelişme yaşanmıştır. Şüphesiz ki Türkiye burjuvazisinin geliştirmeye çalıştığı tarım politikaları, bağımsız bir tercih değil, tersine, Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu çok yönlü ve karmaşık ilişkilerle ve Türkiye kapitalizminin emperyalizmle kurduğu ve kurmak zorunda olduğu zorunlu ilişkilerle belirlenmektedir. Şöyle ki gelişmiş ülkelerde tarım, hayvancılık ve gıda sektörü özel tedbirlerle korunurken, Türkiye’de bu sektörlerin gerilemesi ve dışa bağımlılığının artması için ne lazımsa o yapılmıştır.
Yıllardır tarım kesimini bir “oy deposu” olarak gören egemen sınıflar ve onların çeşitli partileri, tarım sektörü üzerinde en fazla “sübvansiyon”, “kredi” ve “destekleme alımları” ile etkili olmuşlardır. O nedenle her seçim döneminde destekleme kapsamındaki ürün sayısı ve destekleme için ayrılan para artırılırken, seçim olmayan yıllarda üreticiler tamamen kaderlerine terk edilmiştir.
Önceki yıllarda daha çok seçim ve oy kaygısıyla tarıma verilen son derece yetersiz destek ve sağlanan sübvansiyonlar, 5 Nisan Kararlarından sonra hemen hemen sıfır noktasına çekilmiş, destekleme alımlarından büyük oranda vazgeçilmiş, bazı ürünlerdeki destekleme alımları ise göstermelik olmaktan öteye geçmemiştir. Bu, aynı zamanda emekçi köylülük açısından sefalet ve yoksullaşma anlamına da gelmektedir. Mevcut hükümetin tarım sektörüne yaklaşımının ne olduğunu görmek için 5 Nisan Kararları’na bakmak yeterlidir.
IMF patentli 5 Nisan Kararları’na göre; hububat, şeker pancarı ve tütün dışında kalan tarım ürünleri destekleme kapsamı dışına çıkarılacak. Destekleme fiyat ayarlamaları ise maaş ve ücretlerde öngörülen politikalarla tutarlı olarak tespit edilecektir. Hükümetin ’95 yılı bütçesinde maaş ve ücretlerde sıfır zammı öngördüğü düşünülürse, ’95 yılı içinde tarım ürünlerine de zam yapılmayacak, destekleme alımları da olmayacak demektir. Başta tütün olmak üzere bazı ürünlerde ekim alanları ve alım miktarı sınırlanacak, Tarım Satış Kooperatifleri’ne sağlanan finansman azaltılacak. Sübvansiyonlar kaldırılırken devlet tarafından yapılan girdi fiyatları da artırılacak.
5 Nisan Kararları’ndan sonra bir süre hazırlanması ertelenen 7. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda da tarım sektörü ihmal edilen sektörlerin başında geliyor. Hazırlanan taslakta “tarımsal destekleme alımlarının kamu maliyesine olan yükü azaltılacak, girdi sübvansiyonları ile fiyat müdahaleleri azaltılacak” deniliyor.
Bütün bunlara tarım ürünleri ithalatındaki fonların ve gümrük vergilerinin kaldırılması ve azaltılması da eklenince, tarım sektöründe bir yıkımın yaşanacağını ve dışa bağımlılığın artacağını söylemek hiç de abartılı bir tespit olmayacaktır.

TARIM SEKTÖRÜNDE GENEL DURUM
GB’ye girilmesi halinde tarım sektörünün, özellikle de hayvancılık ve işlenmiş tarım ürünleri sektörlerinin bundan nasıl etkileneceği konusuna girmeden, Türkiye’de tarım ve hayvancılığın genel yapısına kısaca göz atmakta yarar var.
77.8 milyon hektar toprak alana sahip Türkiye’de tarıma elverişli arazi miktarı, yaklaşık 28.0 milyon hektardır. Bunun 24.0 milyon hektarı kuru, 3.8 milyon hektarı ise sulu tarım alanıdır. DİE verilerine göre, 24.0 milyon hektarlık alanın her yıl yaklaşık 18.8 milyon hektarı ekilirken, 5.2 milyon hektarlık alan nadasa bırakılmaktadır. Üretim büyük ölçüde küçük ölçeklidir. Sektörde verimlilik ve teknoloji kullanımı gelişmiş ülkelere göre bir hayli geri durumdadır.
Yeni ekim alanlarının açılması, sulu tarım alanlarının genişletilmesi çalışmaları durdurulurken, Kürt illerinde devam eden savaş, yakılan, boşaltılan köyler ve kırsal alandaki gelir bozukluğundan kaynaklanan göçler yüzünden ekim alanları bir hayli daralmış, üretim gerilemiştir.
1980-94 dönemi tarım sektörü açısından olumsuzlukların yaşandığı kötü bir dönem olmuştur. Bu dönemde GSMH artışı yaklaşık % 68 yükselirken tarım sektörünün payı ancak % 32 oranında artmıştır. Bu süreçte Türkiye burjuvazisinin ve kapitalizmin içinde bulunduğu durum ve yaşanılan sancılı süreçlerin bir sonucu olarak tarım ve hayvancılık sektörü adeta unutulmuş, hiçe sayılmış, tarım sektöründe dünyada ve girilmesi düşünülen AB’deki gelişmelere paralel teknik ve yapısal bir gelişme hayata geçirilmemiştir. Bunun sonucu olarak, 1980’de tarım ve hayvancılık alanında kendi kendine yeterli bir ülke olan Türkiye’de, 1990’larda gıda ve tarım ürünlerinin ithal edilmeye başlandığı bir sürece girilmiştir. Mısır ve pirinç gibi tahıllarda, bitkisel yağlarda, hayvan ve hayvansal ürünlerde dışa bağımlı hale gelinmiş, kişi başına gıda maddesi tüketimi ve sağlıklı beslenme bakımından gelişmiş ülkelerin çok gerisine savrulmuştur. Bu süreç, GB’ye girilmesiyle daha da hızlanacaktır.
1980-94 döneminin diğer bir özelliği ise üretici köylülerin tarım girdilerini alabilmeleri için daha fazla ürün satmak zorunda bırakılmaları olmuştur. Diğer bir anlatımla üreticiler tarım girdilerinde birim başına daha fazla ürün vermek zorunda kalmışlardır. Ürün fiyatlarının, gübre, ilaç, mazot gibi tarım girdi fiyatlarının çok altında kalması sonucu üretici tam anlamıyla bir yoksullaşma süreci yaşamıştır. Son bir yılda gübre fiyatı 6, mazot fiyatı 3 kat artarken, çiftçinin ürünleri enflasyonun altında işlem görmüştür. Fiyatların yüksekliğinden dolayı çiftçi sonbaharda 2,5 milyon ton gübre kullanması gerekirken ancak 1 milyon ton kullanabilmiştir. Bu durum kaçınılmaz olarak üretimi olumsuz yönde etkiliyor. Örneğin buğdayda son 5 yılın en düşük rekoltesi bekleniyor. Geçen yıl 15 milyon ton olan şeker pancarının 11 milyon ton olarak gerçekleşmesi beklenirken, şeker üretiminin geçen yıla göre 650 bin ton azalacağı belirtiliyor.
’94 yılı 5 Nisan kararlarıyla beraber üreticiler açısından son derece zor bir yıl oldu. Üretici toprağını ekebilmek için bir yıl öncesine göre gübreye 6 kat fazla para ödemek zorunda kaldı. Örneğin ’94 Ocak ayında kilosu 1.662 TL olan Amonyum Nitrat 9 bin liraya, kompoze gübre 1.777 TL’den 10.200 liraya yükseldi.
ÇİFTÇİNİN BİR BİRİM GİRDİ İÇİN SATMASI GEREKEN BUĞDAY (KG)  – Tablo-1
Yıllar    Gübre    İlaç    Mazot
1980    0,7    67    3
1990    0,8    99,7    3,8
1991    0,8    98,6    4,3
1992    0,8    117,2    3,9
1993    0,8    132,6    3,2
1994    2,2    260,6    4,2

ÇİFTÇİNİN BİR BİRİM GİRDİ İÇİN SATMASI GEREKEN ÇEKİRDEKSİZ KURU ÜZÜM (KG) – Tablo-2
Yıllar    Gübre    İlaç    Mazot
1980    0,09    8,1    0,36
1990    0,16    21,1    0,80
1991    0,17    20,0    0,87
1992    0,15    21,1    0,70
1993    0,15    24,4    0,60
1994    0,41    49,1    0,78

ÇİFTÇİNİN BİR BİRİM GİRDİ İÇİN SATMASI GEREKEN ŞEKERPANCARI (KG) – Tablo-3
Yıllar    Gübre    İlaç    Mazot
1980    2,7    249,8    11,3
1990    2,9    379,0    14,4
1991    3,0    356,4    15,4
1992    2,8    396,1    13,2
1993    2,9    464,0    11,4
1994    7,0    834,9    13,3

Tablolarda da görüldüğü gibi üretici geçen yıl 800 gram buğday satarak alabildiği gübreyi bu yıl 2,2 Kg. buğday satarak alabiliyor. Şeker pancarı üreticisi gübre alabilmek için geçen yıl 2,9 Kg. pancar satarken bu yıl 7 Kg. satmak durumunda.
Tarımsal ilaç konusunda da aynı tabloyla karşılaşıyoruz. Geçen yıl Lebaycid tarım ilacı için 132,6 Kg buğday gerekirken bu yıl 260,6 Kg. gerekiyor. Pamuk üreticisi ise geçen yıla göre aynı ilacı almak için 30 Kg. daha fazla pamuk verecek. Aynı şekilde bir yıl öncesine göre; ayçiçeği ve soya üreticisi 40, mısır üreticisi 147, şekerpancarı üreticisi ise 360 Kg. daha fazla ürün vermek zorunda.
Tarımın ulusal gelir içindeki payı 1950’li yıllarda yüzde 40’lar düzeyinde iken, her on yılda gerileyerek, 1993 yılında yüzde 15’in altına düştü. GSYİH’ın son on yıllık gelişimine bakıldığında tarım sektörünün % 21,3’ten % 14,0’a gerilediği, buna karşılık sanayi sektörünün % 23,9 dan % 25,7’e, hizmet sektörünün ise % 54’ten % 60,3’e yükseldiği görülüyor.
1993 rakamlarına göre ise bir önceki yıla göre tarım sektörü % 3,6 küçülürken sanayi sektörü % 8,2, hizmet sektörü % 7,9 oranında büyümüştür.
’93 yılı kamu sektörü sabit sermaye yatırımları incelendiğinde devlet yatırımlarının üretim alanları yerine hizmet sektörüne kaydığı görülüyor. ’92 yılına göre % 2,5 gerileyen kamu sektörü yatırımları içinde en yüksek payı % 34,7 ile ulaştırma ve haberleşme alırken tarım sektörü % 14,9, eğitim % 14,8 oranında artış, imalat sektörü % 43,5, madencilik sektörü ‘yatırımları ise % 20,2’lik bir gerileme göstermiştir.
Tarım kesimindeki artış esas olarak ’92 yılındaki -20 %’lik gerilemeden kaynaklanıyor. Yoksa artış gibi görünen yatırım 1991 rakamlarının çok gerisindedir. Örneğin 1991 yılında 1.249 milyar liralık yatırım yapılırken 1993 yılında tarıma yapılan yatırım 1.135 milyar liradır. DİE’nin ekonominin genel yapısı içinde tarımın büyümesiyle ilgili rakamlarına bakıldığında tarım sektörünün son yıllarda ne kadar ihmal edildiği daha iyi görülüyor. Bir önceki yılın aynı dönemine göre tarımda ikinci üç aylık büyüme hızı ’92’de 5,3 iken, ’93’te -4,8, ’94’te -2,4’de gerilemiştir.
Aynı durum ihracat rakamlarında da söz konusu. ’93 yılında tarım ürünleri ihracatı ’92 yılına göre % 5,3 artmış gözükmesine karşılık 1991 yılındaki ihracattan yaklaşık 353 milyon dolar daha düşüktür.
Bu düşüş, ihracatın toplam rakamlarına bakıldığında daha net olarak görülüyor. ’91 yılında toplam ihracat içinde tarımın payı % 20,1 den ’93’te % 15,5’e gerilerken, sanayi ürünleri payı % 77,8’den, % 82,9’a yükseliyor.
İhracattaki bu gerilemeye karşılık ithalatta tarımın payı yükseliş gösteriyor. Toplam ithalat içinde 1991 yılında tarımın payı % 3,9’dan 1993’te % 5,7’e yükseliyor. 1991 yılında 813.0 milyon dolar tarım ürünleri ithalatı yapılırken 93 yılında 1.673.5 milyon dolar ithalat yapılmıştır ki bu % 100’ün üzerinde bir artış demektir.

SEKTÖRLERİN GSYİH İÇİNDEKİ PAYLARI (%) – Tablo-4
Sektörler    1982      1983       1984     1985     1986       1987     1988     1989     1990     1991     1992     1993
Tarım         21,3     19,7     20,1     18,9     19,1     17,5       17,0     16,7     18,2       5,7     15,0       14,0
Sanayi     23,9     23,1     22,2     22,4     26,0     25,5       26,8     27,0     25,3       26,0     25,6       25,7
Hizmetler     54,8     57,2     57,7     58,7     54,9     57,0      56,2     56,3     56,5      58,3     59,4      60,3
GSYİH100.0     100,0     100,0     100,0     100,0     100,0     100,0     100,0     100,0     100,0     100,0     100,0
KAYNAK: DİE

SEKTÖRLERE GÖRE ÎHRACAT – Tablo-5
Değer(Milyon dolar                Toplam İçindeki Pay        Değişim (%)   
Sektörler    1991        1992            1993        1991    1992    1993        1991    1992    1993
Tarım Ürün.    2,732,3    2,259,4    2,379,6    20,1    15,4    15,5        14,4    -17,33    5,3
Madencilik    285,9        264,2        283,3        2,6    1,8    1,66        -13,2    -7,6    -9,8
Sanayi Ür.    10,575,3    12,191,0    12,725,7    77,8    82,8    82,9        3,3    15,3    4,4
KAYNAK; DİE

TARIMDA HAYVANCILIĞIN YERİ VE ÖNEMİ
Dünya ülkeleri kendilerine hayvancılık ağırlıklı bir tarımsal yapı oluştururlarken Türkiye’de bitkisel ağırlıklı yapıya ağırlık veriliyor. İdeal tarımsal yapı % 60 hayvancılık, % 40 bitkisel ağırlıklı olması gerekirken Türkiye’de tam tersi bir gelişme yaşanıyor. Bu, temellerini, Türkiye ekonomisinin kendine özgü gelişim özelliklerinde bulmaktadır.
Son 10-15 yıllık değişimler göz önüne alındığında, tarım sektörü içinde önemli bir yere sahip olan hayvancılığın, tarım sektörünün genelinde olduğu gibi son derece olumsuz bir gelişme seyri izlediği görülecektir. Hayvancılığa gereken önem verilmediğinden 1980 yılında 67.6 milyonu küçükbaş, 16.9 milyonu büyükbaş olmak üzere toplam 84.5 milyon baş hayvan varlığına sahip olan Türkiye’de hayvan varlığı sürekli bir azalma göstermiştir. Örneğin son on yılda sığır varlığı % 27, koyun % 11, keçi % 38 ve manda % 60 dolayında erozyona uğramıştır. Bu erozyonun önemli nedenlerinden biri girdi fiyatlarının dünya fiyat ortalamasının çok üstünde oluşudur. Örneğin, dünyada 60-70 dolar olan hayvan yemi, Türkiye’de 220-240 dolardır. Devletin hayvancılığa gereken önemi vermemesine, hayvan varlığının sağlıklı bir şekilde sayımının yapılmamış olmasına karşın, Türkiye’nin mevcut hayvan varlığı, dünya hayvan varlığının içinde yaklaşık % 3,5 gibi büyük bir paya sahiptir.
Yılda % 2,1 oranında büyüyen, % 48’i 20 yaşın altında olan, 60 milyonluk nüfusuyla Türkiye, dünyanın en güçlü hayvancılık ve süt sanayine sahip, AB için çok çekici ve tekellerin iştahını kabartan bir pazardır. Her yıl yaklaşık 2 milyon ton fazla veren AB’nin hayvansal ürünleri, Gümrük Birliği ile beraber sadece mamul maliyetinin çok ufak bir kısmını oluşturan süt, şeker, tahıl vs. gibi temel tarım ürünleri için gümrük vergisi ödeyerek ülkemize girecektir.
Bunun yanında gümrük vergilerinin azaltılması veya sıfırlanması ve fonların düşürülmesi sonucu, AB standart dışı mallarda Türkiye’ye dolacak. Üreticilerin korunmasına yönelik gerekli tedbirler alınmadığından üretimden vazgeçen üreticiler mahvolacak, marketlerde daha çeşidi ürünleri daha uygun fiyata bulabilecek olan tüketiciler ise, zaman içinde ürünleri % 200–300 zamlı tüketmek zorunda kalacaklar.
30 yıldır AB’ne gireceğini söylemesine rağmen, bu konuda gerekli yapısal ve teknik değişimi gerçekleştirememiş veya buna izin verilmemiş olan Türkiye, Gümrük Birliği’ne katıldığında hayvancılık ve gıda sektöründe dünya ölçeğinde söz sahibi olan dev tekellerle rekabetle karşı karşıya kalacak.

RAKAMLARLA KIRMIZI ET PAZARI (000 TON) – Tablo-6
1989        1990        1991        1992        1993
Üretim        1.490.0    1.556.0    1250        1280        1310
Tüketim    544,3        509,5        488        474        483
İthalat        6,6        9,8        24,9        29,7        25,1
İhracat        16,2        7,4        3,5        4,9        7,1
Tüketim    25,6        26,5        21,5        21,6        21,6       

BEYAZ ET SEKTÖRÜNDE DURUM
Türkiye yıllık 340 bin ton beyaz et (tavuk, piliç, hindi) üretimiyle dünya sıralamasında 26. sırada bulunuyor. Birleşmiş Milletler’e göre (FAO) 1993 yılında 30 milyar adet piliçten 40 milyon ton temizlenmiş piliç eti elde edilmiş, 6 milyon ton yumurta ve anaç tavuk eti ile beraber toplam dünya beyaz et üretimi 46 milyon tona yaklaşmıştır. Bu üretimde Kuzey Amerika 15, Asya 12 ve Avrupa 8 milyon tonla başı çekiyor. Yine aynı kaynağa göre ABD 13, Çin 5, Brezilya 3, Fransa 2 milyon tonla dünya üretiminin yarısını gerçekleştiriyor. Japonya, İtalya ve İngiltere yıllık birer tonu aşıyor. Rusya ve BDT’nin istatistikleri belirsiz, ancak 2 milyon ton olarak kabul ediliyor.
Dünya beyaz et pazarına 4 devlet hâkim durumda. ABD 700, Fransa 400, Brezilya 400, Hollanda 300 bin tonla dünya ihracatının üçte ikisini elinde bulunduruyorlar. Türkiye ise 1993 yılında ihracatı yok denecek kadar az olduğundan dünya ticaret sıralamasında yer alamıyor. ’94 yılında ilk kez 5-6 tonluk bir ihracat gerçekleştirebildi.

DÜNYA BEYAZ ET TÜKETİMİ
Ülke sıralaması     Kişi Baş Yıl.Tük.
ABD            43.1
İsrail            37.0
Suudi Arabistan    34.6
İspanya        24.1
İtalya            18.6
Yunanistan        15.9
İran             7.5
Suriye             6.8
Azerbaycan         6.2
Türkiye         5.7
Türkmenistan        2.1
Afganistan         0.7
Dünya ortalaması    8.0

Tarımdaki diğer girdiler gibi beyaz et üretimindeki yem fiyatları dünya fiyat ortalamasının çok üzerinde. Yemin üç ana girdisi olan mısır, buğday ve soya fiyatları dünya fiyatlarının yaklaşık iki katıdır. Bu durum kaçınılmaz olarak piliç maliyetlerini olumsuz yönde etkiliyor ve Gümrük Birliği’nden sonra rekabet şansını iyice zora sokuyor.
Türkiye piliç pazarlaması konusunda stratejik bir bölgede bulunmasına rağmen devletin bu sektöre olumsuz yaklaşması sonucu bunu yeterince değerlendiremiyor. Senede 100 bin ton alım yapan Rusya, Körfez ülkeleri ve S. Arabistan’a çok yakın olunmasına rağmen, bu pazarlar Brezilya, Fransa ve ABD’nin elinde.
İhracatçı ülkeler ton başına 7-8-900 dolar fon ödeyerek ihracatı teşvik ederken, Türkiye’de belirlenen 700 dolarlık fon ihracatçıya ödenmemekte, hatta ihracatçıların bu fonların karşılığında yem almaları, bu paraların sigorta vergi gibi ödemelerden düşülmesi önerileri de geri çevrilmektedir.

AB VE TÜRKİYE’DE TARIM POLİTİKALARI
Son 25 yıldır AB, hayvancılığını Ortak Tarım Politikası (OTP) çerçevesinde desteklerken, Türkiye OTP programından yararlanamamış, yararlandırılmamıştır.
Bu destek öyle küçümsenecek boyutlarda bir destek değildir. AB’nin tarıma ve onun bir dalı olan hayvancılığa verdiği desteğin boyutlarını gözler önüne sermek için 1991 yılı destek rakamlarına bakmak yeterlidir. 1991 yılında 53 milyar ECU (1 ECU yaklaşık 1.20 dolar) olan OTP bütçesinin 11.6 milyar ECU’luk bölümü hayvancılık ve süt sektörünün gelişmesine ayrılmıştır.
Desteği, üreticiye ve ihracatçıya olmak üzere iki aşamada sağlayan AB, bununla da yetinmeyip yabana rekabete karşı çok iyi işleyen değişken prelevman vergisi ve tarife dışı engeller mekanizmasıyla topluluk çiftçisini korumakta, hiçbir yabancı kaynaklı ürünün yerlisinden daha ucuza piyasaya girmesine izin vermemektedir.
AB’de, üreticinin yanında ihracatçıda büyük destek görmektedir. ’92 rakamları itibariyle ton başına sağlanan destek; tam yağlı süttozunda 1366, tereyağında 2000, donmuş sığır etinde 1867, peynirde 1758 dolardır. Türkiye’de ise bu ürünlerin ihracatında sağlanan destek sıfırdır.

İthalatta Gümrük ve Fon (Ton/$)
Türkiye         AB
Süttozu     1200 +% 26 GV     1988
Peynir            1550             2766
Tereyağı          900             2889
Donmuş et       1500+% 15 GV         4101+% 20 GV

Tabloda görüldüğü gibi ithalatta durum tam tersi. Türkiye’ye ithal edilen mallara daha az gümrük vergisi ve fon ödemesi yapılırken AB’de bu ödemeler bazı mallarda 2–3 daha kat fazladır.
1994 yılında 2600 mal üzerindeki Toplu Konut Fonu kaldırıldı, diğer mallar üzerindeki fonlar, selektif olarak indirime tabi tutuluyor. Sadece AT değil EFTA ülkeleri lehine de tarım ürünlerinde sağlanan sürüm kolaylıkları devam ediyor. Türkiye zaten düşük olan gümrükleri daha da aşağıya çekip sıfırlarken, dünyadaki herkes tarım ürünlerinde gümrüklerini yükseltip gerekli tedbirleri alıyor. Örneğin Macaristan gümrük vergilerini domuz etinde yüzde 15’ten 59’a, koyun etinde 15’ten 50’ye, mısırda 3’ten 50’ye, ayçiçeği tohumunda sıfırdan 30’a yükseltti. Bugün İspanya ve Portekiz’de üretilen bazı malların diğer ülkelere geçişinde gümrük vergisi uygulaması var ve bu uygulama ancak 1997 yılında kalkabilecek.
Türkiye ile AB’de hayvancılık alanındaki farkı geniş boyutlarıyla görebilmek için 25 yıl geriye gidip, AB’de nasıl ekonomik ve yapısal değişikliklerin olduğunu anlamak, Avrupa Birliği çiftçisinin hayvancılık açısından durumunu görmek gerekiyor.
“AB ortak tarım organizasyonu orijinini 804/68 no’lu düzenlemeye imza koyan 6 ülke Belçika, Almanya, Fransa, İtalya, Lüksemburg, Hollanda kendi çiftçilerine yıllık 600 milyon dolarlık para yardımı yaparak hayvansal üretimi teşvik etmekteydiler. Teşvik politikası AB öncesi başlamıştır. Zaten geleneklerinde mevcut idi. Yine düzenleme öncesi inekte süt verimliliği Fransa’da 2433, Almanya’da 3443, İtalya’da 2733, Hollanda’da 4226, Belçika’da 3811. Lüksemburg’da 3300 lt/yıl’a ulaşmıştır. Aynı mukayesede ülkemize bakarsak, Gümrük Birliği öncesi bizim inek başına süt verimliliği 1600 İt/yıl olduğu tahmin edilmekte, düzensiz ödenen süt teşvik primi de yıllık 20 milyon Amerikan Doları’nı geçmemektedir.”
25 yıldır AB, üreticisi ve ihracatçısının gördüğü büyük teşviklere karşın, Türkiye’de aynı sektördeki üretici ve ihracatçı firmalar desteklenme bir yana kösteklenmiş, yıllardır izlenen emperyalist yanlısı politikalar sonucu AB ile Türkiye arasında diğer sektörlerde olduğu gibi hayvancılık ve hayvan ürünleri üretim, verimlilik ve pazarlamasında da tam bir uçurum meydana getirilmiştir.
1968’de 25 milyon inekle 88,8 milyon ton süt üreten topluluk, 1993’te 20 milyon inekle 96,6 milyon ton süt üretmiş, verimlilik hayvan başına 5500 İt/yılın üzerine çıkmıştır. Özellikle süte konulan kotalar dolayısıyla verimsiz hayvanların kasaba gitmesi, hayvan başına verimliliği oldukça artırmıştır.
AB’de 1968’li yıllarda tarım işletmelerinde ortalama 1–9 arasında olan inek sayısı 1989 yılında 30–59 ineğe çıkmıştır. Türkiye’de ise işletme başına düşen inek sayısı sadece 3,2’dir.
Hollanda ile bir kıyaslama yaparsak, Konya ili büyüklüğünde olan Hollanda’nın tarıma dayalı ihracatı 30 milyar doları aşarken, Türkiye’nin tüm ihracatı bu yıl 17 milyar civarındadır. Hollanda’da bir inek yılda 7500 litre süt verirken, Türkiye’de 1200 litredir. Ortalama hayvan karkas ağırlığı Hollanda da 360, Türkiye’de ise 120 kiloyu geçemiyor.
AB ithalatında güçlü koruma sistemi uygulamakta, ihtiyaçlara göre sübvansiyonlar artmakta, fonlar yükseltilmektedir. Buna karşılık Türkiye’de fiyatlar takip edilmemekte. 1986 yılında sübvansiyonun çok altında bir gümrük vergisi ile donmuş et, süttozu ithal edilmiş ve ülke hayvancılığına büyük darbeler vurulmuştur.
Türkiye       AB
Ort. Sığır Karkas ağırlığı (Kg)     153            263
Ort. Süt verimi (Kg/yıl)                1610          5500
Ort. Süt tüketimi (Kg/kişi)             4-5            250-300
Ort. Et Tüke. (Kg/kişi)                16-25         70-100

Hayvancılığa dayalı sanayi sektörünün tabanını teşkil eden hayvancılık faaliyeti ülke ihtiyacına cevap vermekten gittikçe uzaklaş maktadır. Hayvansal üretim ve hayvan hastalıklarıyla ilgili genel müdürlüklerin yıllık bütçelerinin düzeyi, Türkiye’nin bu konularıyla ilgili ekonomik politikalarının bir göstergesidir. Örneğin, bitkisel üretimde sadece tohumluk ihtiyacı için 600 milyar TL bedava arpa, buğday tohumu dağıtan TÜGEM’in hayvancılıkla ilgili 1994 bütçesi sadece 50 milyar Uradır.
Aynı ilgisizlik hayvan hastalıklarıyla mücadelede de görülüyor. 16 çeşit hayvan hastalığıyla mücadele etmesi gereken Koruma Kontrol Genel Müdürlüğü, ancak şap ve vebayla o da yarım yamalak uğraşıyor. Onun dışında kalan başta Brucelloz olmak üzere, insan sağlığını tehdit eden bulaşıcı hastalıklarla mücadele yapılmıyor. Kesin rakamlar bilinmemekle beraber bu hastalıklardan dolayı hayvan ölümlerinden doğan zararın 10 trilyon olduğu tahmin ediliyor.
Bütün bunlar göz önüne alındığında Gümrük Birliği’ne giriş öncesi hayvancılığın rehabilitasyon tedbirleri için asgari 10 milyar dolarlık kaynağın AB’den istenmesi ve rehabilitasyonun programlanması gereklilikten öte bir zorunluluk olarak görülmelidir.
Bunun yanı sıra süttozu ve hayvan ithalinin yasaklanması, mısır ve soya fasulyesi ekiminin planlanması, damızlık hayvan yetiştiriciliği ve suni tohumlamanın desteklenmesi, et ve sütte KDV oranlarının düşürülmesi ilk planda yapılması gerekenlerdir.

GIDA SEKTÖRÜ
Gıda sanayisi genelde hammaddesini tarım ve hayvancılıktan alan, bu ana maddeyi değişik alanlarda işleyerek dayanıklı ve tüketime hazır gıda ürünlerine dönüştüren bir ana sanayi dalıdır. Alkollü içki ve meşrubat üretiminde yer aldığı gıda sektörü, genelde imalat sanayi içinde değerlendirilmektedir.
1989 verilerine göre imalat sanayisinde gıda sektörünün payı yüzde 19,7, GSMH içindeki payı ise yüzde 6,6’dır. Sektörün ’87 yılı envanter çalışmalarına göre işleyen tesis sayısı 208.555 gibi büyük bir rakama ulaşıyor.
“Bu işletmelerin % 50’si un ve un mamulleri, % 17’si meyve ve sebze işleme, % 15,5’i süt ve süt mamulleri, % 5’i bitkisel yağ ve mamulleri, % 5’i şeker, % 3’ü et ve % 4’ü diğer gıda ürünleri alanında faaliyet yürütüyor.” Bu firmaların % 80-90’ı küçük işletmeler konumunda. Bu alanda yabancı yatırımcıları saymazsak, birkaç firma dışında büyük çaplı yatırım yapan firma yok gibidir.
Dış ticaretteki payı giderek artan gıda sektörünün, ihracata yönelik üretim yapan firmaların, özellikle yabancı sermayeyle ortaklık içinde olanların, teknoloji kullanımı bakımından Avrupa ile aralarında önemli bir fark bulunmuyor. Bunda son yıllarda yabancı sermayenin bu sektöre yatırımlar yapmasının da payı vardır. Örneğin ’90-94 yılları arasında 1 milyar doların üzerinde yabancı sermaye bu alana yatırım yapmıştır. Sektör sözcüleri ’96 başında GB’nin gerçekleşmesi durumunda yabancı sermaye yatırımı ve teknoloji kullanımının artacağı beklentisi içindeler.
Gıda sektörünün AB ile eşit şartlar sağlandığında rekabet edebilme şansı var. Özellikle fındık, et ve süt üretimlerinde. Hatta bu sektörlerin Avrupa’dan daha iyi durumda olduğu söylenebilir. Bu durum, firmaların gelişmişliklerinin yanı sıra, Avrupa’ya göre işçi ücretlerinin çok düşük olmasından ileri geliyor.
Ancak tarım ürünlerinin ihracat ve ithalatında AB ve Türkiye çok farklı vergiler ve fonlar uyguluyorlar. GB’ye girilmesi aşamasında bu fon ve vergi uygulamaları AB ile eşit konuma getirilmemesi durumunda, AB’nin gıda ürünleri Türkiye’ye akacak, bunun sonucunda pahalı maliyetler yerli üreticilerin üretimden vazgeçmelerine yol açacaktır. Bu aynı zamanda işsizlik ve köyden kente göçün hızlanması demektir.
Türkiye’de gıda sektörü ne kadar gelişmiş, maliyetler özellikle işgücü ne kadar ucuz olursa olsun, eşitsiz koşullarda ve önüne çıkarılan bariyerlere rağmen, kurtlar sofrasında kendine yer edinerek, onlarla rekabet edebilmesi, gıda ticaretinde dengeyi kendi lehine çevirebilmesi mümkün görünmüyor. AB’deki bazı ülkeler sadece Avrupa’da değil dünya gıda ticaretinde de söz sahibiler. Toplulukta kullanılan tarife bariyerleri en yüksek maliyetle üretim yapılan bölge fiyatları temel alınarak hesaplandığından, yüksek koruma duvarlarını aşarak bu ülkelere ihracat yapmak oldukça zordur. Bunun yanında topluluk koruma sistemleri son yıllarda değişiklik göstererek “non-tariff’ bariyerlere doğru kaymaktadır. Toplulukta sadece gıda ile ilgili 212 tane non-tariff bariyeri vardır.
AB içinde Almanya ve Fransa, ABD ile beraber dünya gıda ticaretinde öncü durumunda bulunuyor. ABD’nin ’90-92 döneminde gıda ticareti (ithalat-ihracat) 50 milyar dolara yaklaşıyor. Aynı dönemde Almanya 47 milyar dolar ile ikinci, Fransa ise üçüncü sırada yer alıyor.
Dünya ticaret sıralamasında İspanya, ihracat ve ithalatını dengelemiş giderek de ihracatçı konuma gelmiştir. Örneğin son üç yılda 17,1 milyon dolar ithalatına karşılık 21.7 milyon dolar ihracat gerçekleşmiştir.
AB içinde Türkiye ile beraber Yunanistan da gıda ithal eder durumda. ’90, 91, 92 yıllarında bu ülkenin ithalatı ortalama 7.1 dolar olurken ihracatı 5.7 milyon dolarda kalmıştır.
Almanya’dan bir örnek verecek olursak, Almanya’nın hammadde ve işlenmiş tarım ürünleri ihracatı 1993 yılında yaklaşık 20 milyar dolardır. Almanya bu rakamla ABD, Fransa ve Hollanda’nın ardından dünyada 4. sırada bulunuyor. Süt ürünleri, canlı hayvan, süttozu ve yoğurtta Avrupa’nın en büyük ihracatçısı konumunda olan Almanya, sığır eti ve kondense edilmiş süt ihracatında ikinci, peynir ihracatında ise Hollanda ve Fransa’nın ardından 3- sırada yer alıyor

GÜMRÜK BİRLİĞİ SORUNLARI VE SONUÇLARI
19 Aralık’ta Ortaklık Konseyi Toplantısı’nda imzalanmayan, Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne geçişini düzenleyen karar taslağı, devletin genel olarak ekonomiye özelde, tarıma, üretici köylülüğe bakışını sergiliyor. Karar taslağında tarıma yönelik ve sonuçları bakımından Türkiye’deki tarımı, hayvancılığı ve gıda sektörünü zora sokacak bir dizi ya-tırım bulunuyor. Bilindiği gibi AB, Gümrük Birliği konusunda tarım sektörünü dış arda bırakmaya, sadece işlenmiş tarım ürünlerini gümrük indirimine tabi tutmaya çalışıyor. Görüşmelerde bu kesinlik kazanırsa zaman içinde kaçınılmaz olarak Türkiye, Avrupa’nın tarım pazarı haline gelecektir. Karar taslağındaki Türkiye ile ilgili yükümlülüklere gelince:
Türkiye 1 Ocak 1996 itibariyle gümrük vergisi ve Toplu Konut Fonu’nu kaldıracak. Ortak gümrük tarifesine uyum tamamlanmış olacak.
AB’nin Türkiye çıkışlı tekstil ve konfeksiyon ürünlerine koyduğu kotalar devam edecek. Bu yüzden Türkiye’nin çok güvendiği tekstil ve konfeksiyon ihracatını artırma hevesi kursağında kalıyor. Herkes bilir ki, hiçbir ekonominin tek basma bir sektöre dayanarak ayakta kalması mümkün değildir. Bir bütün olarak ekonomi krize sürüklenir, AB tarafından ipotek altına alınırken Türkiye’nin tekstil ve konfeksiyon sektörlerine dayanarak ekonomisini ayakta tutması olanaksızdır. Kaldı ki bu sektörlerin AB ile rekabet etmesi daha çok Türkiye’de ücretlerin düşük olmasından, bu sektörde sigortasız, sendikasız işçi çalıştırmanın yaygın olmasından, işverenlerin vergi, SSK primi, konut fonu gibi ödemeleri yapmamalarından ileri gelmektedir. Tekstil ve konfeksiyon sektörlerinin “Avrupa ile rekabet ederiz” demeleri mevcut uygulamaların ilelebet devam edebileceği varsayımına dayanıyor.
Ne üreteceğine Avrupa karar verecek. Türkiye üretim planlamasını topluluğun ihtiyaçlarına göre yapacak. Toplulukta şu an üretim fazlası olan ürünlerin üretimi ya yapılmayacak ya da kısıtlanacak. Böylece AB başına bela olan üretim fazlasından da kurtulmuş olacak. Türkiye, çıkarları için kendine pazarlar arayan AB’nin ekonomik hedeflerinde bir pazar cennetine dönüşecektir.
Türkiye’nin üçüncü ülkelerle olan ticareti büyük ölçüde AB’nin denetimine girecek. Türkiye ulusal veya siyasal nedenlerle de olsa bu ülkelere kota ve benzeri uygulamalara gidemeyecek. AB’nin üçüncü ülkelere yaptığı tercihli anlaşmalara uyum sağlayacak, 5 yıllık süre içinde AB’nin üçüncü ülkelere tanıdığı tarife kolaylıkları Türkiye tarafından üstlenilecek, Türkiye bu ülkelerin de rekabetine açılacak. Türkiye daha önce üçüncü ülkelerden ithal ettiği bazı malları Gümrük Birliği’nin gerçekleşmesinden sonra AB’den almaya başlayacak. Böylece nispeten yüksek maliyetli AB mallan da Türkiye’ye girecek.
Yardım alamayacak. Birlik, üyelerine tarımlarını geliştirmek için milyarlarca dolar verirken Türkiye bundan yararlandırılmamış, bundan böyle de yararlanamayacak. Gerekli finansmanları kendi bütçesinden sağlayacak. Buna karşın Ortak Tarım Politikası’na katıldıktan sonra da gümrük vergilerini, uygulamaya koyacağı prelevman ve fark giderici vergilerden sağlayacağı gelirleri birliğin kasasına yatıracak.
Türkiye’ye mali yardım 1981 yılında AB’nin 600 milyon ECU’luk IV. Mali Protokol’ü askıya almasıyla kesintiye uğradı, sonra da Yunanistan’ın vetosu yüzünden tekrar uygulamaya sokulmadı. Dört senede bir imzalanması gereken mali protokollerden dolayı Türkiye’nin AB’den yaklaşık 3 milyar dolara yakın alacağı bulunuyor.
Türkiye 1980’den beri birliğin vermesi gereken 5 milyar ECU’luk (bir ECU yaklaşıl 1.20 Dolar) mali katkıyı alamazken, Yunanistan, İrlanda, İspanya ve Portekiz yüklü miktarlarda yardım alarak tarım sektörlerini geliştirmişlerdir.
Karşılıksız yardım yapan AB Genel Bütçesinden, Yunanistan ’90-91 yılları arasında 15.7 milyar ECU, ispanya ’86-92 yılları arasında 9,5 milyar, Portekiz ise ’86-91 yıllan arasında 3.8 milyar ECU’luk net (karşılıksız) yardım almışlardır. 1992 yılı sonu itibariyle İspanya 11.5 milyar, Portekiz 6.6, Yunanistan 5.7 milyar ECU tutarında kredi sağlamışlardır. Türkiye ise 22 yıllık süreç içinde % 91’i kredi, % 9’u bağış olmak üzere toplam 827 milyon ECU tutarında mali yardım alabilmiştir.
Raf ömrü biten mallar Türkiye’ye akacak. Bugün Avrupa’da gıda sektöründe önemli bir sorun, raf ömrü biten malların imha edilmesidir. Tüketicinin bilinçli ve denetimli piyasada raf ömrü dolan malların sürümü oldukça zordur. Şimdiye kadar Avrupa bunun bir kısmını üçüncü ülkelere ihraç ederek bir kısmını ise toplayarak çözmeye çalışıyordu. Gümrük Birliği’ne girilmesi durumunda raf ömrü dolmaya yakın bu ürünlerin çoğunluğu Türkiye’ye akacaktır. Bu tür malların Türkiye’ye akması halk sağlığını önemli ölçüde tehlikeye sokmasının yanında daha ucuza geleceğinden yerli üretimlerle haksız bir rekabete de neden olacaktır.
Dış ticaret açığı büyüyecek. Sıfır gümrük, düşük fiyat ve ticaret genişlemesi Türkiye’nin ithalatını hızla büyütecek, dış ticaret dengesi ithalat lehine büyüyecek. Bu Türkiye’nin dış borçlarının ve döviz ihtiyacının artması, döviz kurlarının yükselmesi demektir.
Vergi gelirleri azalacak. Türkiye ithalatının % 25’ini yaptığı Avrupa Birliği ülkeleriyle Ortak Gümrük Tarifesi (OGT) kapsamında yer alması vergi gelirlerinde önemli kayıplara neden olacaktır. Gümrük vergileri ve Toplu Konut Fonu’nun kaldırılmasıyla kamu gelirlerinde yaklaşık 4 milyar dolarlık bir gelir azalması olacak. Devlet, bu kaybını telafi için işçi ve emekçiler üzerine ek vergiler koyacak
İşçiler işini kaybedecek. Rekabet karşısında birçok işletme kapanmayla yüz yüze gelecek, işverenler işçi çıkarmanın yanında ücretleri de aşağı çekmeye çalışacaklar, bunun sonucu yüz binlerce işçi işini kaybedecek, sendikal hareket darbe yiyecek.
Üreticiler yoksullaşacak. Tarım ve işlenmiş tarım ürünleri sektörleri çökecek, üretici köylülük iyice yoksullaşacak, çoğunluğu üretimi terk ederek büyük şehirlerde işsizler ordusuna katılacak.

İlk Kurucu Üyeler: (1958)
1. Almanya
2. Belçika
3. Fransa
4. Hollanda
5. İtalya
6. Lüksemburg
1973’te katılanlar
7. Danimarka
8. İngiltere
9. İrlanda
1981’de katılan
10. Yunanistan
1986’da katılanlar
11. İspanya
12. Portekiz
1995’te katılacaklar
13. Avusturya
14. Finlandiya
15. İsveç
2000’lerde katılacaklar
16. Bulgaristan*
17. Çek Cumhuriyeti
18. Macaristan*
19. Polonya+
20. Romanya*
21. Slovakya*
22. Kıbrıs+
23. Malta+
24. Slovenya
Öteki olası üyeler
25. Estonya**
26. Letonya**
27. Litvanya**
28. Arnavuüuk
29. İzlanda
30. Türkiye+
(*) AB, bu ülkelere tam üyelik için önceden tek pazar birliğini öneriyor.
(**) AB Ortaklık Anlaşması görüşmelerini planlıyor.
(+) Tam üyelik başvurusu yapanlar.
(Kaynak 15.12.1994 Cumhuriyet Gazetesi)

Türkiye AB’nin ipoteği altına girecek. Gümrük Birliği’ne girdiğinde sadece ekonomisi değil dış ilişkilerinin tümü AB’nin ipoteği altına girecektir. AB’nin üyesi olmadan Gümrük Birliği’ne giren tek ülke olan Türkiye, kendi dışında alınacak kararlara itiraz edemeyecek veto hakkı olmayacak. AB’de alınacak kararlar tamamen 12 ülke yararına alınacak. Türkiye kaçınılmaz olarak Brüksel tarafından tek yönlü olarak yönlendirilen bir ülke konumuna düşecektir.
Türkiye, Gümrük Birliği’ne girmeye çalışırken, bunun gerçekleşmesi durumunda siyasal, politik, ekonomik ve kültürel açıdan ne gibi değişiklikler ve ne gibi sorunlar yaşayacağını fazlaca hesaba katmadan hareket etmek zorunda kalmıştır. Bu elbette ki Türkiye kapitalizminin uzunca bir dönemden beri yaşadığı sancılı ve bunalımlı süreci kendi olağan sermaye birikimi ve dolaşımı yollarıyla aşabilecek durumda olmamasından dolayı belirli bir süre nefes alabilmek için yabancı sermaye ve emperyalist ilişkilerin derinleştirilmesi ve bu doğrultuda kendisine dayatılan hemen hemen bütün koşul ve şartları kabullenmek zorunda olmasıyla açıklanabilir. Türkiye egemen sınıfları yaklaşık 35 yıl önceden tercihini, AB’ye katılma yönünde kullanmış olmasına karşın, yıllardır “bu birliğe en iyi şartlarda nasıl girebilirim” anlayışı yerme, tamamen teslimiyetçi bir politikayı benimsemişlerdir. Burada şu sorulabilir: Ekonomik, siyasi, askeri, kültürel olarak emperyalizme göbekten bağımlı olan işbirlikçi tekelci burjuvazinin emperyalist dayatmalara karşı durması söz konusu olabilir mi? Doğaldır ki böyle bir şey mümkün değil. Diğer konular bir tarafa, sadece Gümrük Birliği konusuna bakıldığında dahi, Türkiye egemen sınıflarının emperyalizme karşı böyle bir tavır takınmalarının söz konusu olamayacağı gayet açık görülüyor.
Köylülük, sadece aracı, tefeci, tüccar, toprak ağası tarafından değil, aynı zamanda emperyalistler ve işbirlikçi tekelci burjuvazi ve onların devleti tarafından da sömürülmekte, baskı altında tutulmaktadır. GB’ye giriş ile bu baskı bağımlılık ve sömürü daha da ağırlaşacaktır.
İster Gümrük Birliği’ne girilsin ister girilmesin, devletin tarım politikası üretici köylüden yana değildir ve hiçbir zaman da olmayacaktır. Toprak sorunundan köylülerin toprakları üzerindeki her türlü ipoteğin kaldırılmasına, bankaların, tefecilere olan tüm borçlarının iptal edilmesine faizsiz ye uzun vadeli krediye, üreticilerin örgütlenmesinden, pazar sorununa, sübvansiyonların alanının genişletilip, artırılmasından destekleme alımlarına, ürün fiyatlarının tespitinden, hangi ürünün ülkenin hangi bölgesinde ekileceğine (ürün haritası), yeni tarım alanlarının açılmasından, sulu tarım alanlarının artırılmasına, mera sorununun çözülmesinden, orman alanlarının genişletilmesine vb… kadar yüzlerce sorun on yıllardır sürüyor ve çözülmesi doğrultusunda da herhangi bir gelişme görülmüyor. Aksine 5 Nisan Kararları ve 7. Beş Yıllık Kalkınma Plan taslağında yukarıdaki sorunların ağırlaştırılmasına yönelik bir dizi yaptırımlar öngörülüyor.
Bugün tarım ve hayvancılık sektöründe yaşanan sıkıntılar, yapısal sorunların çözümü doğrultusunda adımlar atılmadığı sürece daha da artacak. IMF ve AB’nin dayatmaları sonucu devletin destekleme alımlarından yavaş yavaş çekilmeye başlaması, yüksek fiyat dalgalanmaları gündeme gelecek, bu gelişmelerden sadece üreticiler değil tarımsal sanayiciler de olumsuz yönde etkileneceklerdir.
Doğrudan üretici faizsiz veya düşük faizli kredilerle desteklenmediği, tarım girdilerinde fiyatların düşürülmediği, sübvansiyonlara devam edilmediği sürece geliri sürekli düşen üreticilerin teknolojik yatırım yapması olanaksızdır. Bu ise üretimin sürekli gerilemesi anlamına gelir.
Sadece bu hükümet değil, bundan önceki tüm hükümetler de tercihlerini tekelci sermayeden yana koymuş, tarımı, dolayısıyla köylülüğü bilinçli olarak “ihmal” etmiş, gelişmesini kösteklemiştir.
Bütün gelişmelerin kanıtladığı tek bir şey vardır: Türkiye burjuvazisinin iç politika ve ekonomide olduğu gibi uluslararası alanda da aldığı ve almak zorunda bırakıldığı tüm karar ve uygulamalar her açıdan işçilere, emekçi köylülüğe, diğer ezilenlere ve onların genç kuşaklarına karşı yöneltilmiş bir saldırı anlamını taşımaktadır. Türkiye’de özelleştirme uygulamaları nasıl ki işçi sınıfının bütün tarihsel kazanımlarını yok etmeyi amaçlıyorsa; bununla birlikte bu, nasıl ki bütün halk tabakaları, elindeki sosyal hak kırıntılarından bile yoksun bırakılmak isteniyorsa; izlenen tarım politikaları da emekçi köylülük açısından tam bir yıkım ve sefalet anlamına gelmektedir. Emperyalistler tarafından dayatılan ve uygulamaya konulan bütün programlar (yapısal uyum vb) bir başka şeyin de olanaklarını oldukça somut hale getirmektedir: Bütün bunlara ve emperyalist kapitalist sisteme karşı çıkarları bir olan ve daha da birleşmeye devam edecek olan işçi sınıfının, emekçi köylülüğün, memurların antiemperyalist, anti-faşist bir temelde gelişecek olan direniş ve hak alma mücadeleleridir. Önümüzdeki dönem açısından bakıldığında ise yazımızın ağırlıklı konusu olan, emekçi köylülük açısından bu harekete olanca gücüyle katılmaktan başka bir alternatif yoktur.

Ocak 1995

EK:
TÜRKİYE AB İLİŞKİLERİNİN GELİŞİMİ

15 Temmuz 1959, Yunanistan o zamanki adıyla AET’ye başvurdu.
31 Temmuz 1959, Yunanistan’ın gerisinde kalmak istemeyen Türkiye de AET’ye başvurdu.
1 Kasım 1962 AET, Yunanistan’ın ortaklık anlaşmasını olumlu bularak imzaladı.
12 Eylül 1963, Türkiye, AB’nin 6 kurucu üyesiyle Ankara Anlaşması’nı imzaladı.
1 Aralık 1964, Ankara Anlaşması yürürlüğe girdi. Anlaşma, Türkiye’nin üç aşamada AB’ye tam üyeliğini öngörüyor, ilk aşama beş yıllık hazırlık dönemi, ikinci aşama 2 yıllık Gümrük Birliği, tam üyelik için ekonomi politikalarının benzerliğinin sağlanacağı ve belirsiz süreli üçüncü aşama.
23 Kasım 1970, Ankara Anlaşması gereği ikinci aşamaya geçmeyi planlayan Katma Protokol imzalandı.
26 Ekim 1970, Türkiye AB Gümrük işbirliği Komitesi toplandı.
1 Eylül 1971, Katma Protokolün ticari kuralları geçici anlaşmayla yürürlüğe girdi.
1 Ocak 1973, Katma Protokol yürürlüğe girdi. Türkiye, AB çıkışlı sanayi ürünlerinde ilk indirimi ve konsolide liberasyon listesine ilk uyumu yaptı. Yürürlüğe giren Katma Protokole göre; geçiş döneminde 22 yıllık süre içinde sanayi ürünlerinde Gümrük Birliği sağlanacak, ’76-’86 arasındaki 10 yılda Türkiye ile AT arasında işgücünün serbest dolaşımı gerçekleştirilecekti.
Türkiye bazı sanayi malları üzerindeki gümrük vergilerini 12, ötekilerinde ise 22 yılda sıfırlayacaktı. Türkiye 12 yıllık mallar için her biri % 10’luk, 22 yıllık listedeki mallar için % 5’lik ilk indirimini gerçekleştirdi.
5 Mayıs 1979, Türkiye AET’den yükümlülüklerini 5 yıl süreyle ertelemesini istedi. Böylece ilişkiler donduruldu.
12 Eylül 1980, Askeri darbenin ardından AT, Türkiye ile olan ilişkilerini askıya aldı.
16 Eylül 1986, Türkiye AB Ortaklık Konseyi 6 yıllık bir aradan sonra toplandı ve ilişkileri tekrar canlandırma kararı aldı.
23 Temmuz 1987, AB’ye Portekiz ve İspanya’nın girmesi nedeniyle 3. ‘Tamamlayıcı Protokol’ imzalandı.
1 Ocak 1987, AB, Türk tarım ürünleri ithalatında gümrükleri sıfıra çekti.
14 Nisan 1987, Türkiye Roma Anlaşmasının 237. maddesine dayanarak AB’ye tam üyelik için başvuru yaptı. Avrupa Parlamentosu bu başvuruya pek sıcak bakmadı. Tam üyeliğin ancak 2000’li yıllarda gerçekleşebileceğini belirttiler.
20 Nisan 1988, AB’ye daha önce giren Yunanistan’ın katılımı nedeniyle 2. ‘Tamamlayıcı Protokol’ imzalandı, henüz yürürlüğe konulmadı.
18 Aralık 1989, Türkiye’nin tam üyelik başvurusunu inceleyen AB Komisyonu sunduğu “Görüş Raporu’nda Türkiye’nin tam üyelik için “ehil” olduğunu bildirdi. Bunun yanında konseye sunduğu raporda iki noktanın altını çizmeyi ihmal etmedi. Birincisi, AB’nin kendi iç pazarını tamamlayabilme süreci bitmeden (1993) yeni bir üye kabul edilemezdi; ikincisi, Türkiye’nin katılımdan önce ekonomik, toplumsal ve siyasal alanda gelişmesi gerekti. Böylece Türkiye’nin ‘tam üyeliği’ ileri bir tarihe ertelenmiş oldu.
5 Şubat 1990, AB Komisyonu, bir işbirliği programı hazırladı ve konseye sundu. Programda, 1963 Ortaklık Anlaşması kapsamının geliştirilmesi ve karşılıklı çıkarlara hizmet edecek bir işbirliğinin gereği vurgulandı. Öneride, Gümrük Birliğinin karşılıklı olarak 1995 sonuna kadar tamamlanması ve AB’nin tüm çalışma alanlarında işbirliği öngörüldü. 4. Mali Protokol de onay için AB Konseyine sunuldu.
12 Haziran 1990, Alt Bakanlar Konseyi, Türkiye ili işbirliğini güçlendirme konusunda hazırladığı “İşbirliği Raporu’nu Konseye sundu.
30 Eylül 1991, Türkiye AB Ortaklık Konseyi toplandı.
9-10 Aralık 1991, Türkiye Maastricht kararlarını desteklediğini açıkladı. Maastricht’te birliğin genişlemesi ve tek para birimi gibi çok önemli kararlar alınmıştı.
12-13 Eylül 1992, AB dışişleri bakanlarının resmi olmayan toplantısında, Türkiye ile diyalogun gerektiğinde devlet ve hükümet başkanlarını da kapsayacak biçimde geliştirilmesini kararlaştırıldı.
9 Kasım 1994, AB Ortaklık Konseyi, Gümrük Birliği’nin 1995 yılı sonunda tamamlanması konusunda görüş birliğine vardı. Toplantıda Gümrük Birliği, serbest dolaşım, rekabet hukuku ve AB Konseyi’yle ilişkiler gibi konular üzerinde duruldu.
25 Ocak 1993, Türk heyeti AB Komisyonu ile AB üyesi ülkelerde çalışan Türk vatandaşlarının çalışma koşullarının serbest dolaşıma uygun olarak iyileştirilmesine ilişkin görüşmeler yapıldı.
18 Mart 1993, Türkiye-AB Gümrük Birliği yönlendirme komitesi kuruldu.
8 Kasım 1993, Türkiye-AB Ortaklık Konseyi’nde Gümrük Birliği’nin 1995 yılı içinde tamamlanması amacıyla bu yöndeki iradelerin ortaya konulduğu bir karar metni imzalandı.
Kasım 1994, Türkiye-AB Ortaklık Konseyi, Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne katılımını ön gören çerçeve anlaşmasının taslağını hazırladı.
28 Kasım 1994, AB Bakanlar Konseyi toplantısında Yunanistan dışişleri bakanı, Türkiye’ye mali yardımı veto edeceğini açıkladı.
9-10 Aralık 1994, Essen’deki AB zirvesinde DEP’liler hakkındaki karar kınandı ve Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne katılmasını ön gören çerçeve anlaşmasının ileri bir tarihe bırakılması yönünde tavsiye kararı aldı.
19 Aralık 1994, Ortaklık Konseyi Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne geçiş için karar taslağının görüşülmesini 7 Mart 1995’e erteledi.

Kriz yılının göstergeleri

1994 5 Nisanı’nda burjuva sözcüler tarafından açıklanan ekonomik kararlar, bir bakıma bir kriz manifestosuydu. Ülke ekonomisinin gelişim dinamikleri, uluslararası ekonomik ilişkiler ve yine ülkede ve dünyada yaşanan politik gelişmeler tarafından belirlenen ve belirli bir sürecin sonucunda oluşan ve gelişen krizin doruk noktasıydı. Emperyalist şefler tarafından yapılan, krizden geçici olarak çıkış, en azından belirli bir süre nefes alma amaçlı planların burjuva usulüyle açıklanmasıydı. Emekçilere yapılan fedakârlık çağrılarında, krizden çıkışın tek yolunun malum kararların uygulanması olduğu sürekli yineleniyordu. Ama Türkiye ekonomisinin yaşadığı krizden çıkışının kendi dinamikleriyle asla olanaklı olmadığı; üstelik örneğin dış borçlanma yoluyla elde edilebilecek “dış dinamiklerin” de düze çıkmak için yeterli olamayacağı Özgürlük Dünyası’nın çeşitli sayılarında çeşitli vesilelerle ortaya konulmuştu. Bugüne kadar yaşanan süreç ve gelişmeler ve burjuvazinin bundan sonrasına yönelik plan ve yönelimleri bu tespitleri doğrulamıştır. Geçen dönem burjuvaziye kısmi bir rahatlama imkânı tanımamış, tersine onu sürekli ve şiddetli boğuntular içine sokmuştur. Ve yine yaşanan dönem ve bu dönem boyunca ortaya çıkan olgular ve ekonomik göstergeler 1995’te ekonomik hayatın ne biçimde yaşanacağı, bunun sınıf mücadelesine ne biçimlerde yansıyabileceği hakkında belirli bir fikir edinmemize yardımcı olabilecek niteliktedir.
İşçi sınıfı ve emekçilere yönelik bunca baskı, zor ve yaptırımlara, çizilen pembe tablolara rağmen, temel ekonomik göstergeler egemen sınıfların içinde bulunduğu ekonomik krizin atlatılması, kısmen de olsa istikrara kavuşması bir yana, giderek derinleştiğini gösteriyor. Kuşkusuz ki ekonomik veriler ve göstergeler, sınıflar mücadelesine nasıl yansıyacağı, ondan nasıl etkileneceği ve onu nasıl etkileyeceği konusunda doğrudan bir fikir sahibi olmamız ve öngörülerde bulunmamız bakımından yeterli veriler ve göstergeler değildir. Ama sınıf mücadelesinin nasıl bir seyir izleyeceği ve ne gibi biçimler alacağı, daha çok, iki ana sınıfın ekonomiyle politika arasındaki ilişkiyi nasıl kuracağına bağlıdır. Bu açıdan bizim bu çalışmamızda genel bir dökümünü yapacağımız veriler, tek başına ele alındığında anlamlı değildir. Burjuvazinin bizzat kendi verileri tarafından doğrulanan derinleşen ekonomik kriz, elbette işçi sınıfı hareketinin gelişimi ve ilerleyişi açısından bir olanaktır. Ama aynı olanağa burjuvazinin de sahip olduğu asla unutulmaması gereken bir şeydir. Bu yüzden burada kısa bir dökümü yapılan veriler bu temel bakış açısı gözetilerek değerlendirilmelidir. Bahsedilen ekonomik göstergeler genel bir sınıflandırmaya tabi tutulduğunda şu şekilde ortaya koyulabilir.

KRİZ DERİNLEŞİYOR
•Enflasyon: Neredeyse hükümet kuran her burjuva siyasal partinin ya da partilerin işbaşına gelmeden önce, kendisini “enflasyonla mücadele erbabı” olarak gösterdiği bilinir. Ve söz konusu olan hangi hükümet olursa olsun enflasyonun aşağılara çekilmesinin ancak kendi icraatlarıyla mümkün olacağını açıklarlar daima. Aynı iddialar SHP-DYP hükümetleri tarafından da sürekli olarak dile getirilmişti. Ancak bir devlet kuruluşu olan DİE’nin açıklamasına göre cumhuriyet tarihinin en büyük fiyat artışı 1994’te gerçekleşti. Fiyatlar; toptan eşyada % 149,6 artarken, tüketici fiyatlarındaki artış % 125,5 oldu. Zorunlu tüketim malı niteliğindeki temel gıda maddelerindeki fiyat artışı ise % 200-300’ü buldu.
•Bütçe: Ulusal gelirin bir bölümünün egemen sınıflar lehine yeniden paylaşılmasının bir aracı olan devlet bütçesinin 1995 yılı tahmini geliri 1.127 katrilyon, gideri, 1.336 katrilyon liradır. Bütçe rakamlarına göre 109 trilyon açık verilecek. Hükümet kaynakları açığın yılsonunda 200 trilyonu bulabileceğini ileri sürerken, TÜSİAD, TİSK gibi sermaye örgütleri açığın 300 trilyonun üzerinde, hükümetin seçim ekonomisi izlemesi durumunda bu açığın daha fazla olacağını belirtiyorlar.
Bundan öncekilerde olduğu gibi ’95 bütçesinde de en büyük pay işçi sınıfı ve emekçileri baskı altında tutmanın bir aracı olan devlet aygıtına ayrılmıştır. Kültür, eğitim, sağlık gibi alanlara ayrılan pay önceki yıllara göre azalırken; örtülü ödenek ve fonlardan ayrılanlar hariç, bütçenin önemli bir kısmı ordu, polis gibi baskı kurumlarının a paylarına gitmiştir.
Bütçe gelirlerinde ise durum tam tersidir. Tekelci sermayenin üzerindeki yükler azaltılırken, dolaylı, dolaysız vergiler, fonlar ve zamlarla işçi ve emekçilerin üzerindeki yükler artırıldı. Bütçeye ek olarak ocak sonlarında IMF’ye verilen niyet mektubuyla işçi ve emekçilerin sırtına 150 trilyonluk ek bir yük daha bindirildi.
•Borçlar: Para basma ve vergi gelirlerinin yanında önemli gelirlerden biri olan devlet borçlarına gelince, ’94 yılsonu rakamlarına göre Türkiye’nin 67,3 milyar dolar dış, 600 trilyon lira da iç borcu bulunuyor.
•GSMH: Yıllık veya üç aylık dönemler, itibariyle DİE tarafından yayınlanan ve ekonominin performansını ölçmek için kullanılan kapsamlı göstergelerden biri, gayri safi milli hâsılanın (GSMH) büyüme oranıdır.
1994 yılında, enflasyonda olduğu gibi, -8,6 büyüme hızı ile de cumhuriyet tarihinin rekoru kırıldı. 1940 yılındaki savaş koşulları hariç ekonomide bu düzeyde bir küçülme yaşanmamıştı. 1940 yılında İkinci Paylaşım Savaşı nedeniyle savaşa girilmemesine karşılık genç erkeklerin askere alınıp üretimden alıkonulmasıyla % 4’lük bir küçülme yaşanmıştı. Bugün de devam eden bir savaş ve bu savaşa akıtılan trilyonlar küçülmenin esas nedeni sayılmasa bile önemli nedenlerinden biri olarak görülebilir.
DİE’nin açıklamasına göre 1994’ün ilk iki çeyreğinde % 10,3 oranında gerileyen GSMH 3. çeyrekte de sabit rakamlarla % 8,6 geriledi.

GSMH (sabit rakamlarla %)
1993     1994
1. Çeyrek    4,5    3,5
2. Çeyrek    10,5    -10,3
3. Çeyrek    6,6    8,6
4. Çeyrek    7,7    -4,8

Sektörler bazında ise; 1994’ün 3. çeyreğinde tarım % 5,1, sanayi üretimi % 8,3, inşaat % 0,3, ticaret % 9,8, ulaştırma ve haberleşme hizmetleri % 9,8 oranında geriledi.
’94’ün ilk dokuz ayında devletin tüketim harcamaları bir önceki yılın aynı dönemine göre sadece binde 5 gerilerken, yatırım harcamalarındaki gerileme % 38 oldu.
Küçülme ve enflasyonda rekor yılı olan ’94, kamu yatırımlarında olduğu gibi teşvikli yatırımlarda da korkunç boyutta bir reel gerilemenin yaşandığı yıl oldu. Söz konusu yatırımlarda % 59 dolayında reel bir düşüş gözlendi.
Hazine Müsteşarlığının verilerine göre ’93 yılında 229 trilyon 248 milyar liralık yatırım teşviki, ’94 yılında yüzde 8,9 oranında gerilemeyle 208 trilyon 861,7 milyar olarak gerçekleşti.
Geçen yıl on iki aylık ortalamalara göre % 120,7 olarak gerçekleşen toptan eşya fiyat artışı dikkate alındığında teşvikli yatırımlardaki reel gerileme % 58,7’dir. Diğer bir anlatımla ’93 yılındaki yatırım tutarı 100 kabul edilirse, bu tutar ’94’te reel olarak 41,3 düzeyinde kalmıştır. Özellikle sanayinin belkemiği olan imalat sanayi yatırımları % 21,4’lük cari gerileme ile 125 trilyon 11 milyar liraya inmiştir. Bu alandaki yatırımlarda yaşanan reel düşüş ise % 64 olmuştur.
Teşvikli yatırımlardaki bu gerileme bir anlamda devletin yanı sıra özel sektörün de yeni yatırımlar yapmak yerine rantiyeye yöneldiğini gösteriyor.
Ekonomi, gelişmiş ülkelerle değil, yarı-sömürge ülkelerle kıyaslansa bile, Türkiye’nin 1994 yılında yaşadığı olumsuzluk daha açık bir şekilde görülecektir. Tabloda da görüldüğü gibi yarı-sömürge ülkelerde 1994 yıllarında ekonomide olumlu gelişmeler yaşanmıştır. Büyüme oranlarında olduğu gibi enflasyonda da Türkiye ile aralarında büyük farklılıklar vardır.

Türkiye ve bazı ülke ekonomilerindeki gelişme (1994)
Milli Gelir     Sanayi Üretimi     Sanayi Üretimi
Türkiye    -5        -8,6            149,6
Yunanistan    0,7        4,2            11,1
Malezya    8,1        13,2            3,6
Singapur    10,2        13,6            4,0
G. Kore    8,1        15,0            5,7
Arjantin    4,5        2,7            3,4
Macaristan    1,0        13,5            19,5
Polonya    4,3        16,7            36,1
Kaynak: The Economist

1995 yılı bütçe rakamlarına göre hükümet 1995 yılında % 4,4 oranında bir büyümeyi öngörüyor. Kaldı ki hükümet dâhil ekonomiyle ilgilenen herkes yılın ilk çeyreğinde daralmanın süreceği, canlanmanın ancak 2. ve 3. çeyrekte başlayabileceği konusunda hemfikirler. Bu durumda hükümetin belirlediği hedefe ulaşabilmesi hiç de mümkün görünmüyor. Kaldı ki tabloda görüldüğü gibi bu oranda bir büyüme gerçekleşse dahi, 1993 seviyesinin altında kalınacaktır.
•Ulusal gelir: Gayri safı milli hâsıla kapitalist ekonomide belirli bir zaman diliminde yaratılan yeni değeri cisimleştirir. Yine kapitalist ekonomilerde ulusal gelir, sömürücülerin yararına dağıtılır. Yüksek Planlama Kurulu’nun makro ekonomik hedeflere ilişkin olarak yayınladığı verilere göre Türkiye ekonomisindeki reel küçülme ve döviz fiyatlarındaki hızlı artış nedeniyle kişi başına düşen milli gelirin, bu yıl 700 dolardan fazla gerileyerek 2.202 dolara düşeceği tahmin ediliyor. Gelir dağılımındaki korkunç uçurum da göz önüne alındığında işçi ve emekçilerin ne derece yoksullaştığı görülebiliyor. Hükümetin ’95 yılı sonu hedefi 2.254 dolardır.

Dönemler    1992     1993     1994     1995(T)
(1993-100)   
1. Çeyrek    94,9    100    103,5    99,0
2. Çeyrek    90,0    100    89,4    95,0
3. Çeyrek    93,4    100    94,6    97,8
4. Çeyrek    93,5    100    97 T    99,0
Yılın Tümü    92,9    100    94,6    97,8

Bütün kapitalist ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de ulusal gelir dağılımı; ulusal geliri yaratan işçiler ve köylülerin değil üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda yapılır. Emekçi sınıflar tarafından yaratılan yeni değerin büyük kısmına bir avuç sömürücü sınıflar tarafından el konulurken çok azı emekçi sınıflara kalır.

Devam eden savaşın maliyeti (1994 rakamlarına göre/trilyon)
O. Hal tazminatı        11,4
Silah taşıma tazminatı    14,4
Geçici köy korucuları        5,4
Helikopterlere ödenen        121,6
Helikopter uçuş maliyeti    35,8
Savaş uçak. sorti maliyeti    34,4
Yedek parça            30
Cephane            12
Toplam            445

•Sanayi üretimi: Üçer aylık dönemler halinde yayınlanan DİE verilerine göre 1994 yılı 3. döneminde (Temmuz, Ağustos, Eylül) bir önceki yıla göre % 8,7 oranında geriledi. Sektörler itibariyle üretim, imalat sanayisinde % 12,0, mensucat sanayisinde % 10,4, makine sanayisinde % 33,6 oranında gerilemiştir.
DİE verileri kamu sektörleri açısından incelendiğinde, kamuda enerji ve makine sanayi üretimi hariç tüm sektörlerde gerileme yaşanmıştır.
Özel sektördeki gerilemeler ise kamuya göre daha fazladır. Özelde, toplam sanayi üretiminde % 16,7, imalat sanayisinde ise % 17,1 oranında üretim düşüşü olmuştur. Üretim azalması bazı kimya sanayi ürünleri ve gübre çeşitlerinde % 40’ı bulurken, otomotiv sektöründe ise türlerine göre üretim azalması % 37 ile 65 arasındadır.
Sanayideki üretim düzeyinin bir göstergesi olan kapasite kullanım oranı, ekonomideki mevcut durumu yansıtmasının yanında ekonominin geleceği içinde belirli ipuçları verir.
5 Nisan Kararları’ndan sonra önemli düşüş gösteren kapasite kullanım oranlarının düşüşü devam ediyor. 1994 Ekim ayı rakamlarına göre kapasite kullanım oranları imalat sanayisinde % 66,4, metal ana sanayisinde % 60,8, metal eşya ve teçhizat sektöründe % 59,7 oranındadır.

TEKELCİ SERMAYENİN AÇMAZLARI:
Ulusa Sesleniş Programı’nda ’95’in iyi, ’96’nın daha iyi, ondan sonraki yılların çok çok daha iyi olacağını iddia eden Çiller; Demirel’in “taviz vermeden uygulansın” dediği ’95 hedeflerini şöyle açıklıyor:
Enflasyon ’95 yılı sonu itibariyle % 22,5 olacak, ihracat 19,5, ithalat 27 milyar dolar, dış ticaret açığı 6,5 milyar dolar. Büyüme hızı % 4,4 olacak, kamu harcamaları % 25,4’e düşürülecek, kamu gelirleri ise % 20,3’e yükseltilecek. Cari işlemler fazlası 250 milyon dolar civarında kalacak. Dolar yılsonunda 42 bin lira düzeyinde olacak.
Tekelci sermayenin sözcülerinden TİSK Başkanı Refik Baydur ise isteklerini şöyle sıralıyor: Devlet ekonomide yönetici ve yönlendirici olmaktan süratle çıkmalı, düzenleyici bir yapıya kavuşturulmalı, özelleştirme taviz verilmeden gerçekleştirilmelidir. Özelleştirme söz konusu olmasa dahi kamuda aşırı istihdamın daraltılmasına gidilmeli, ücretlerin enflasyona göre belirlenmesinden vazgeçilmeli, sosyal haklar kaldırılmalı, sendikalar piyasa disiplinine uymalı, ekonomik-sosyal konsey kurulmalıdır.
Yukarıdaki veriler bir bütün olarak değerlendirildiğinde 1994 yılının ekonomik panoramasının son derece kötü olduğu ve ’95’e büyük sorunlarla girildiği görülüyor. Ocak ’94’te yaşanan, kriz, ardından gelen 5 Nisan Kararları; ekonomide küçülme, üretimde gerileme, yatırımların durdurulması, tarımda destekleme alımlarından vazgeçilmesi ve sübvansiyonların kaldırılması, yüksek enflasyon, ticari yaşamda tıkanıklık, orta ve küçük boy işletmelerden birçoğunun kapanması, bir milyona yakın işçinin işten çıkarılması, işsizliğin artması, işçi ve memur ücretlerinin dondurulması, toplusözleşmelerin askıya alınması, emekçilerin alım gücünün düşürülmesi, vb… İşte ’94 yılının ekonomik panoraması.
Bu bağlamda, IMF, Dünya Bankası, TÜSİAD, TİSK ve TOBB’un programı olan 5 Nisan Kararları’nın Türkiye’nin dış borç, anapara ve faiz ödemelerinin aksamadan ödenmesinde, tekelci sermayenin yağmasının sürmesinde, ücretlerin düşürülmesinde, bir milyon işçinin çıkarılmasında başarılı olduğu, ancak, iddia ettikleri gibi ekonomik krizin atlatılmasında beklenen sonucu vermediği görülüyor.
’94 yılı panoramasına bakıldığında egemen sınıfların ’95 yılı için belirledikleri hedefleri gerçekleştirmelerinin mümkün değil, olanaksız olduğunu söylemek daha gerçekçi olacaktır. Bütçeden çok, bir borç ödeme planını andıran ’95 yılı bütçesinde tümüyle “cekli-caklı” olarak belirlenen hedefler, gerçekçi olmadığı gibi kâğıt üzerinde kalmaya da mahkûmdur.
Üretimi artırma yolu yerine belki çok kısa sürede etkisi görülebilen ancak uzun vadede enflasyonu daha fazla körükleyecek olan üretimsizliği ve talebi kısmayı tercih eden hükümetin, enflasyonu belirlediği oranda düşüremeyeceği ve bunun bir hayali rakam olduğu ocak ayı enflasyon rakamlarının açıklanmasıyla ortaya çıkmış oldu. DİE’nin açıklamalarına Ocak ayında geçen yıla göre toptan eşyada yüzde 156,8, tüketici fiyatlarında ise %130,6 oranında bir artış gerçekleşti.
Hükümetin sürekli artma eğilimi gösteren enflasyon rakamını, ’95 sonu itibariyle %22,5 olarak belirlemesi inandırıcılıktan uzak olmasının yanında, esasen işçi ve memur ücretlerine “sıfır ücret zammı” veya son derece düşük oranda bir artışı sağlamaya yönelik bir tespit olarak görmek gerekiyor. TÜSİAD, TİSK ve ekonomi çevreleri bütçede öngörülen programın ek yaptırımlarla takviye edilerek tavizsiz uygulanması durumunda dahi en iyimser tahminle enflasyonun yılsonunda % 80 ile 100 arasında gerçekleşebileceğini belirtiyorlar.
Egemen sınıfların, ’95 ve daha sonraki yılları da etkileyecek olan ekonomik krizi atlatabilmesi, en azından hafifletebilmesi, diğer şeylerin yanı sıra başlıca dört alanda kendi lehine olumlu gelişmeleri gerçekleştirmesine bağlıdır. Bunlardan birincisi Kürt sorunu, ikincisi dış ve iç borçlar, üçüncüsü özelleştirme, dördüncüsü ve en önemlisi yükselme eğilimindeki işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesini bastırmak. Bu alanlarda ilerleme kaydedemediği sürece, kriz, atlatılması bir yana, daha da derinleşecektir. Burada bunun temel nedenleri üzerinde kısa da olsa durmak gerekiyor. Türkiye ekonomisinin krizi aşabilmede belirli bir mesafe kaydedebilmesi için en azından temel sektörlerde belirli oranda sağlıklı bir gelişime ve bunun içinde üretken yatırımlara yönelebilmesi gerekiyor. Ancak, verilerin de ortaya koyduğu gibi üretken yatırımlara yönelebilecek temel gelirler, bu alana akabilme imkânı bulamıyor. Tersine, temel olarak Kürt savaşının verilerinden görülebileceği gibi sürekli olarak egemenlik savaşına akıtılıyor. Bu durumda ne dilencilik kazançlarının ne de özelleştirme mücadelelerinde sağlanabilecek ilerlemelere bağlı olarak elde edilebilecek olan gelirlerin burjuvazinin sorunlarını kısmen de olsa çözebilecek olan biçimlerde değerlendirilmesi mümkündür.

KÜRT SAVAŞI’NIN MALİYETİ
Kürt savaşı devam ettiği sürece burjuva devletinin gelirlerinin büyük kısmı kaçınılmaz olarak savaşa akacaktır. 1995 yılı bütçesinde personel harcamalarına ayrılan para sadece 345 trilyon dolayında olurken Kürt illerinde sürdürülen savaşa harcanan para 445 trilyondur ve bu rakamın ’95 yılı içinde ikiye katlanacağı tahmin ediliyor. Rakamların ikiye katlanması durumunda ’95 bütçesinin yaklaşık % 80’i savaş harcamalarına gidecektir. Bir karşılaştırma yapacak olursak bu rakam, devletin ’95 yılında toplayacağı 880 trilyon liralık vergi gelirlerinden daha fazladır.
Bu durumda devlet bir yanda sadece borçlarını ödemek için değil savaşı sürdürmek için de yeniden dış borç bulmak zorunda kalırken diğer yandan da işçi ve emekçilere yönelik ek yaptırımlara gidecektir. Daha yılın başında olunmasına karşın genelkurmay başkanı ek bütçe hazırlanması için hükümete direktifini verdi, savunma bakanlığını harekete geçirdi.
Genelkurmay’dan aldığı talimatla harekete geçen savunma bakanı Gölhan; 1994 yılında parasızlık yüzünden birçok projenin gerçekleşmediğini ileri sürerek Savunma Sanayi Fonu’na yapılan kesintilerin artırılmasını istedi. Gölhan’a göre; her türlü alkollü içki, ispirto ve tütün mamulleri ithalatında veya imalatçılar tarafından tesliminde alınan fon payını yüzde 10’a çıkarılması, ithal edilecek malların CIF değerinin yüzde 4’ü oranında fon kesintisinin yapılması, Gelir ve Kurumlar Vergisi üzerinden alınan yüzde 5’lik fon payının yüzde 8’e çıkarılması savaşın sürdürülebilmesi için zorunludur.

DIŞ VE İÇ BORÇLAR
Hükümetin önemli sıkıntılarından biri de kapitalist devlet bütçesinin temel kaynaklarından birisi olan iç ve dış borçların kartopu gibi büyüyor olmasıdır. Bütçede öngörülen cari ve personel harcamalarının belirlenen hedefi aşması kaçınılmaz olarak görülüyor. Zira daha fazla kısıntıya gidilmesinin olanağı hemen hemen yoktur. Bu durum, ister istemez bütçe açığını artıracak, dolayısıyla hükümet, para basma ve daha fazla borçlanma gibi bir kısır döngü içine girecektir. Hükümet açısından üçüncü bir yol ise borçların ertelenmesi, diğer bir anlatımla konsolidasyona gitmesidir.

KİŞİ BAŞINA MİLLİ GELİR
(GSMH/Kişi)
1990     2650 Dolar
1991     2571   “
1992     2622   “
1993     2900   “
1994     2202   “

Dış ve iç borçların ödenebilmesi esas olarak gelirlerin artırılmasına ve yeni yeni borçlanmalara gidilmesine bağlıdır. 1994 yılındaki ekonomik durgunluk ve ek vergiler nedeniyle, 1995’te gelir ve kurumlar vergisi ve KDV gelirleri azalacaktır. Gümrük Birliği nedeniyle kaldırılacak vergi ve fonlar yüzünden de devletin en büyük geliri olan vergiler reel olarak düşecektir. Bu bakımdan ’95 bütçesinde yer alan 880 trilyonluk vergi geliri hedefine ulaşabilmede tek yol kalıyor işçi ve memurlar üzerindeki vergileri artırmak, ek vergiler koymak ve fonları yükseltmek.
• Dış borç: Türkiye’nin toplam 67,3 milyar dolarlık dış borcu bulunuyor. 8 milyar 332 milyon doları anapara, 3 milyar 319 milyon doları faiz olmak üzere 1995 yılı içinde toplam 11,6 milyar dolar dış borç ödemesi yapılacaktır. Bu rakama orta ve uzun vadeli dış borç stokuna dâhil edilen kredi mektuplu döviz tevdiat hesaplarına ilişkin olarak yapılacak faiz ve anapara ödemeleri dâhil bulunmuyor.
Bu yıl ödenecek dış borcun önemli kısmı ikili anlaşmalarla alınan dış borçlardır. Bunun 6 milyar 666 milyon dolarlık bölümü OECD, OPEC, Doğu Avrupa ve diğer ülkelere, diğer uluslararası kuruluşlara yapılacak ödeme tutarı ise 1 milyar 754 milyon dolardır.
7,5 aydır dış borç ödemesi yapmayan hükümetin dış borçlan aksatmadan ödemesi için yaklaşık 4,5–5 milyar dolar yeni dış kaynak bulması gerekiyor.
Kredi notu düşmüş olan Türkiye’nin yeniden borçlanabilmesi emperyalist kuruluşlara çok yüksek bedeller ödemesine ve IMF Programını hiç eksiksiz uygulamasına bağlıdır.
Hükümet dışarıdan borç bulamaz ise bunu iç kaynaklardan sağlamaya yönelecek ki bunun anlamı ’94’teki daralma, katlanarak tekrarlanacak demektir.
İşçi sınıfı ve emekçilere bir saldırı paketi olan 5 Nisan Kararları eksiksiz uygulanmadığı sürece ne IMF ile imzalanan stand-by anlaşmaları gereği performans kredileri gelecek ne de IMF gerekli sinyalleri vermeyeceği için uluslararası piyasalardan para bulunamayacaktır.
• İç borç: Bugün uygulanan 5 Nisan Kararlarının en zayıf noktası iç borçlanmalardır.
İç borç anapara ve faiz ödemelerinin vergi gelirlerine oranı sürekli yükseliyor. 1993 yılında yüzde 104,5 olan oran, alınan bunca tedbire karşın ’94 yılında yüzde 115,4’e kadar yükseldi. ’95 yılında bu oranın daha da yükselmesi kaçınılmazdır. O nedenle hükümet daha şimdiden yeni paketler açmaya, makasın daha da açılmasını önlemeye çalışıyor.
600 trilyon lirayı aşan iç borcun yılsonuna doğru 860 trilyona, bazı hesaplamalara göre ise 1 katrilyon 200 trilyona ulaşması bekleniyor. Özellikle ilk üç ay içinde yoğun bir iç borç ödemesi trafiği yaşanacaktır. 140’ı Ocak, 114’ü Şubat ve 111’i Mart ayında olmak üzere hükümet, ilk üç ayda toplam 365 trilyonluk bir iç borç ödemesi yapacak. Bunlara bir de 700 bin kamu işçisinin toplusözleşmesinin ikinci yıl ikinci dilim zamlarının faizleriyle birlikte ödenmesi eklendiğinde hükümet ya para basacak veya daha yüksek faizle yeni iç borçlanmalara gidecektir. Birincisi enflasyonu diğeri iç borçlanmaları artıracaktır. Her iki durum da hükümetin handikabıdır.
Çizilen pembe tablolar, ekonominin önemli sorunlarından olan ve geometrik şekilde artan iç borçlar, bütçe üzerindeki yıllık borç yükünün büyüklüğünü gizlemeye yetmiyor. Son yıllarda özellikle ’94 yılının kısa vadeli ve yüksek faizli bono ihracının artması, her yıl borç anapara ve faiz ödemesi, neredeyse borç stokuna eşit duruma gelmiştir.
Son günlerde kamuoyunda iç borç sarmalından çıkamayan hükümetin, borçların ertelenmesi, hatta bir ölçüde ödemekten kaçınma anlamına gelen konsolidasyona gidip gitmeyeceği tartışılmaya başlandı. İki tarafı keskin bıçak olan konsolidasyona gitmenin, geminin karaya oturduğunu ilan etmekle eş anlamlı olduğunun bilincinde olan hükümet çevreleri ise, bu söylentileri yalanlamaya çalışıyorlar ve son zamanlarda faizlerin yüksekliği nedeniyle para satamayan bankaların zorunlu olarak devlet bonoları almaya yönelmelerini, konsolidasyon söylentilerini yalanlamada malzeme olarak kullanıyorlar.
Ancak sadece borç ödemesinde değil, satın aldığı hizmetlerin karşılığını ödememeyi de alışkanlık haline getiren, otoyolculardan eczacılara kadar her alanda binlerce kişiye borcu bulunan hükümetin, en geç 200 trilyon liralık ödemenin yapılacağı nisan ayında, konsolidasyona gitmesine de şaşmamak gerek. Hükümeti belli süre borç ödeme baskısından kurtarabilecek olan böyle bir operasyon, bunun yanında, içte ve dışta güveni sarsacağı, yeniden borçlanabilme şartlarını zorlaştıracağı gibi bazı finans kurumlarının çökmesine de yol açacaktır.
• Özelleştirme: Egemen sınıflar tarafından son yıllarda hemen hemen tüm sorunların çözümünde özelleştirme, bir anahtar, olmazsa olmaz bir koşul olarak gösteriliyor ve özelleştirme yapıldığında enflasyonun düşeceği, işsizlik sorununun ortadan kalkacağı, KİT açıkları ortadan kalktığından o paranın halkın ihtiyaçlarına harcanacağı vb. safsatalarla kamuoyu özelleştirmeye koşullandırılıyor.
Yeni dünya düzeninin dünya proletaryasına ve emekçi halklarına yönelik saldırılarının önemli bir parçası olan özelleştirmenin, ekonomide sıkça yaşanan kramplara bir ilaç olabilmesinin olanaksızlığı yeterince açıktır. Bu, özelleştirme gelirlerinin önemli bir bölümünün özelleştirme gideri olarak harcanmasından bile kolayca görülebilir. Yaşanan koşullarda burjuvazinin, özelleştirme mücadelelerini kriz ortamından yararlanarak kendi lehine siyasal sonuçlarla değerlendirmek istediği ve planlarını daha çok bu yönde yaptığı olaylar ve süreçler tarafından kanıtlanmaktadır. İşçi sınıfının ve emekçi halkın tarihsel kazanımlarının yok edilmesi; sigorta, sendika, sağlık ve eğitim hizmetleri gibi temel hakların budanması; işsizler ordusunun büyütülmesi ve bunun işçi ücretleri aleyhine kullanılması vb. özelleştirme mücadelelerinde burjuvazinin temel amaçları arasında yer almaktadır. Bunun yanında mülkiyetinde bir örgüt biçimi olduğunu düşündüğümüzde, burjuvazinin ve burjuva devletin en kötü örgütlendiği KİT’leri sözde işçi sınıfına devrederek, toplumsal etkinlik içindeki öncülüğünü giderek daha çok hissettirmekte olan proletaryanın gözden düşürülmesi ve yıpratılması çabasına yöneldiğini de rahatlıkla söyleyebiliriz. Bütün bunlar birlikte düşünüldüğünde, önümüzdeki dönemde özelleştirme mücadelelerinin sertleşen biçimler alacağı ve burjuvazinin özelleştirme planlarının ne ölçüde gerçekleşeceğinin tamamen işçi sınıfının tutumuna bağlı olduğu kesindir. Öyleyse, özelleştirme mücadelelerinde alınacak tutum, işçi sınıfı açısından mevzileri tutmayı belirleyeceği gibi, “krizin faturası patronlara” şiarının gerçekleşmesinde de önemli bir yer tutacaktır.

BURJUVAZİNİN TEK SEÇENEĞİ EMEKÇİLERE SALDIRIDIR
Temel ekonomik gösterge ve gelişmeler burjuvazi açısından ’95’in, ’94 yılından daha kötü geçeceğini gösteriyor. Sermaye ve egemen sınıfların; şu veya bu yöneticinin iyi veya kötü yönetiminden değil doğrudan kapitalist sistemin kendisinden kaynaklanan ekonomik krizi atlatabilmesi veya hafifletebilmesinin belirtileri dahi görülmüyor; tersine bütün veriler, krizin derinleşeceğine işaret ediyor.
Yukarıdaki veriler değerlendirildiğinde burjuvazinin tam anlamıyla kısır bir döngü içinde, kımıldadıkça bataklığa biraz daha gömüldüğü tespitini yapmak hiç de abartılı bir tespit olmayacaktır. Bu bağlamda egemen sınıfların ekonomik krizden “çıkış” için, diğer bir anlatımla faturanın bütünüyle emekçi sınıflara kesilmesi için, her zaman olduğu gibi başta işçi sınıfı olmak üzere emekçilere saldırmaktan, yeni yeni yaptırımlar uygulamaktan başka seçeneği yoktur.
Tümüyle Türkiye egemen sınıflarının iradesine bağlı olmayan, daha çok IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluş ve odakların baskısı ve dayatması sonucu sürdürülecek ekonomik saldırıların boyutu hiç şüphesiz salt bununla sınırlı kalmayıp ideolojik, siyasi, kültürel, polisiye, askeri saldırıları da kapsayan ve hayatın bütün alanlarında yürütülen bir saldırı olacaktır. 5 Nisan Kararları ve ’95 Bütçesi’ne ek olarak IMF direktifleri doğrultusunda hazırlanan ikinci saldırı paketi, gümrük birliğine giriş için emperyalistlere verilen sınırsız ödünlerin yanı sıra, memurların 20 Aralık genel grevi sonrası başlatılan soruşturma ve sürgünler, kurultaycılara gözaltı ve tutuklamalar, Gayrettepe’deki köpekli saldırı, sendikacılara yönelik silahlı, silahsız saldırılar vb. bunun ilk örnekleridir. Bu saldırıların artarak süreceğini söylemek için falcı olmaya gerek yoktur.
Gümrük birliğine girebilmek, yeni borç para bulabilmek için emperyalizme bağımlılığı pekiştirecek yeni yeni anlaşmalar imzalayacak, emperyalistlere olan borçların aksatılmadan ödenmesi, işbirlikçi tekelci sermayenin kârlarının azalmaması için ne gerekiyorsa ve ne pahasına olursa olsun yapmaya çalışacak olan hükümetin hazırladığı ’95 Bütçesi ve Program hedeflerinde işçi sınıfı ve emekçilere yöneltilecek saldırıların esas olarak hangi alanlarda yoğunlaşacağı belirtilmiştir. Buna göre aynen ’94’te olduğu gibi yoğun işçi çıkarımı, çıkartılan işçilerin tazminatlarının geç ödenmesi veya karşılığında uzun vadeli Devlet Tahvili verilmesi, ücret ve maaşların dondurulması, ikramiyelerin kaldırılması veya ’94’te olduğu gibi erken ödeme yapılarak trilyonlara el konulması düşünülüyor. Başta sağlık ve eğitim olmak üzere sosyal harcamaların kısıtlanması ve paralı hale getirilmesi planlanıyor. Tarımda destekleme alımları ve sübvansiyonların kaldırılması ve tarım girdilerine büyük oranlı zamların yapılması kararlaştırılıyor. ’94’de olduğu gibi işçilerin sendikal haklarının kısıtlanmasının, toplusözleşmelerin askıya alınmasının, toplusözleşmelerdeki sosyal hakların kaldırılmasının, Mart’ta başlayacak toplusözleşme görüşmelerinde “sıfır zam veya işten çıkarılma” dayatılmasının, kamu emekçilerine grevsiz toplusözleşmesiz “sendika” hakkının tanınmasının hesapları yapılıyor.

SONUÇ
Açıktır ki, ekonomik krizin faturasının işçi sınıfı ve emekçilere kesilebilmesini, alınan ve alınacak önlemlere karşın, egemen sınıfların battıkları bataklıktan çıkıp çıkamayacaklarını, hiç şüphesiz işçi sınıfı ve emekçilerin bu saldırılara karşı takınacağı tutum belirleyecektir.
Kamu emekçilerinin grevsiz, toplusözleşmesiz bir sendikaya, 700 bin işçinin “sıfır zam”ma hayır diyeceği, yüz binlerce işçi ve emekçinin işini kaybedeceği özelleştirmeye sessiz kalamayacağı düşünülürse, sendika bürokrasisinin de sınırsız desteğine rağmen Türkiye egemen sınıflarının ’95’de belirledikleri hedefe ulaşmalarında oldukça ciddi güçlüklerle karşılaşacağı görülmektedir. Burjuvazinin sürekli olarak ağırlaşan kriz dönemini ciddi bir politik güçsüzleşmeyle birlikte yaşadığı düşünülecek olursa; önümüzdeki sancılı ve çetin dönemin işçi sınıfı hareketi ve devrim açısından önemli ve ısrar edildiği takdirde ise gerçekleşmesi mümkün olanaklar taşıdığı görülmektedir. Yeter ki işçi sınıfı devrimcileri üzerlerine düşen görevleri hiçbir olanağı heba etmeksizin, hiçbir fırsatı kaçırmaksızın yerine getirebilsinler. Dönemin kimin lehine sonuçlanacağı ya da dönemden kimin kazançlı çıkacağı tamamen buna bağlıdır.

Nisan-Mayıs 1995

Sosyal haklarda kısıtlama ve SSK gerçeği

5 Nisan Kararları, arkasından IMF ile imzalanan Stand-By anlaşmasında varılan ilke kararları ve IMF’ye Şubat ’95’te verilen Niyet Mektubu doğrultusunda, egemen sınıflar ve onların hükümetinin, işçi sınıfı ve emekçilerin kazanılmış haklarını gasp etmeye yönelik girişimleri birbirini izlemeye başladı. Sıfır zam ve emekliliği ortadan kaldırma girişimleri, saldırı zincirinin birer halkalarıdır.

Bu saldırı, uluslararası sermayenin proletarya ve emekçilere yönelik dünya ölçeğinde yürüttüğü kapsamlı saldırının bir parçasıdır ve salt emekliliğin ortadan kaldırılmasıyla da sınırlı değildir.

Emperyalizm ve yerli işbirlikçileri; küreselleşme, globalleşme, piyasa ekonomisine geçiş, liberal ekonomi, endüstriyel demokrasi, verimlilik, kalite, yönetime katılma, sermayenin tabana yayılması gibi kavramlar eşliğinde yürürlüğe koydukları, koymaya çalıştıkları ekonomik-siyasal programlarla; emekçilerin uzun mücadeleler sonucu kazandığı hak ve özgürlükleri birer birer gasp etmeye, düzenledikleri provokasyonlar, katliamlar ve işgallerle, korku ve dehşet saçarak emekçi halkı örgütsüz bırakmaya, sindirmeye, kendilerine, “dikensiz gül bahçesi” yaratmaya çalışıyorlar.

Ülkemizde Kürt illerinde sürdürülen savaşı, baskı, zulüm, işkence, gözaltı kayıpları, faili meçhul cinayetleri demokratikleşme güldürüsüyle örtmeye çalışan egemen sınıflar, saldırılarını diğer yarı sömürge ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de IMF ve Dünya Bankası’nın dikte ettiği Yapısal Uyum Programları çerçevesinde yürütüyorlar. Saldırıların hedefi, niteliği ve sonuçlarının daha iyi görülebilmesi ve kavranabilmesi açısından bu programlara kısa da olsa değinmekte yarar var.

Ekonominin tamamen emperyalist güçlerin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesini içeren Yapısal Uyum Programları genel olarak; kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve ticarileştirilmesi, reel ücretlerin düşürülmesi ve ihracatın artırılmasına dayanmakta, sistematik olarak sağlık, eğitim, işsizlik sigortası, toplu taşımacılık ve diğer sosyal hizmetlere devlet bütçesinden ayrılan payın azaltılmasını ve giderek ortadan kaldırılmasını öngörmektedir. Dünya Bankası uzmanlarının deyişiyle “bu programların temel ilkelerinden biri; çalışan ya da çalışabilecek durumda olan nüfusun yararlandığı sosyal yardımlara basitçe son vermektir.” Programların diğer ayağı ise, özelleştirmenin yapılması, katı bütçe uygulaması ve gümrüklerin indirilmesidir.

Kredi verilmesinin koşulu olarak dayatılan bu programların uygulanması; ülkelerin ekonomik, mali ve parasal politikalar üzerindeki egemenliklerini tamamen kaybetmelerine ve emperyalist denetimin pekişmesine yol açmaktadır.

Zengin ülkelerden yoksul ülkelere ekonomik etkinlik transferi de bu programlar aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Bu transfer ana hatlarıyla, borçlu ülkelerin makro-ekonomilerinin emperyalistlerin ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi ve emperyalist ülkelerdeki üretimlerin gerekir görülen bölümlerinin ucuz emek cenneti olan borçlu ülkelere kaydırılması demektir. Bunun sağlanmasının en kestirme yolu borçlu ülkelerdeki ücretlerin baskı altına alınması ve reel olarak geriletilmesidir.

Konumuz açısından “hem ülkelerarası, hem de ülkelerin tek tek kendi içindeki sosyal farklılıkları belirgin biçimde artıran” bu programlar; birincisi, borçlu ülkelerin hızla yoksullaşmasına, üretimlerinin gerilemesine, IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşlara olan borçlarının artmasına ve daha fazla kredi talep eder hale gelmesine neden olmakta; ikincisi grevlere, direnişlere ve toplumsal huzursuzluğa yo açmaktadır. Üçüncüsü, işbirlikçi egemen sınıflar bu programları uygulayabilmek için kaçınılmaz olarak daha fazla polisiye tedbirlere, askeri yönetimlere, son derece kısıtlı da olsa var olan demokratik hak ve özgürlüklerin iyice kısıtlanmasına, ortadan kaldırılmasına yönelmektedirler. Dördüncüsü, işçi sınıfının uzun ve zorlu mücadeleler sonucu kazandığı sosyal hakları “sistematik olarak” kaldırılmakta, çalışma ve yaşam koşulları zorlaştırılmaktadır. Bilinen bir gerçektir; emperyalizme ve IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlara yakasını kaptıran ülkelerin, bağımsız siyasi çizgi izlemeleri, ekonomilerini ulusal ve toplumsal çıkarlar doğrultusunda düzenlemeleri mümkün değildir. O nedenle bugünlerde egemen sınıfların sıkça kullanmaya ihtiyaç duyduğu “bağımsız dış politika”, “ülke çıkarları”, “Avrupa bize karışamaz” gibi sözler hamasi nutuktan öteye geçmeyeceği gibi onların işbirlikçi yüzlerini de gizleyemez.

 

SSK KONUSUNDA ÖNE SÜRÜLEN İDDİALAR VE GERÇEKLER

Ülkemizde olduğu gibi baskı ve sömürünün sürdüğü tüm ülkelerde de işçi sınıfı ve emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik kapsamlı ve sistemli bir saldırı yürütülüyor. Sosyal hakların kaldırılması, kısıtlanması, paralı hale getirilmesi, ücretlerin dondurulması, “sıfır zam” dayatılması, destekleme alımlarından ve sübvansiyonlardan vazgeçilmesi, üretici kredilerinin kaldırılması, özelleştirme, taşeronlaştırma, vs. bu kapsamlı saldırının birer halkalarıdır.

Her türden sendika ağa ve bürokrasisinin ve reformist partilerin de gayretleriyle, saldırılarında epeyce ilerleme sağlayan emperyalist tekeller ve yerli işbirlikçileri, birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de isteklerini belli ölçülerde de olsa işçi sınıfına kabul ettirmeyi başarabildiler.

Emperyalist tekellerin dünya genelinde işçi sınıfı ve emekçilere yönelik kapsamlı saldırısı ve Türkiye egemen sınıflarının şimdiye kadarki uygulamaları ve Şubat ’95’te IMF’ye verdikleri Niyet Mektubu göz önüne alındığında giderek artan saldırılar işçi sınıfı ve emekçilerin topyekûn karşı koyuşlarına kadar sürecektir.

Sermayenin, hükümet aracılığıyla 700 bin kamu işçisine “sıfır zam” önerisinden sonra SSK ve özellikle emeklilikle ilgili girişimleri işçilerin büyük tepkisine yol açtı. İşçiler, tasarının yasalaşmaması için mitinglerin yanı sıra hemen her toplantı ve genel kurullarda tepkilerini ortaya koydular, hoşnutsuzluklarını dile getirdiler.

Bugün kamuoyunda geniş bir şekilde sürdürülen tartışmaların genel seyrinden, öncelikle birkaç noktanın altını çizmek gerekiyor. Birincisi, daha çok matematiksel yanıyla sürdürülen tartışmalarda, getirilmek istenen düzenlemenin işçi ve emeklilerin uzun dönemde yararına olacağı üzerinde duruluyor.

İkincisi, saldırının uluslararası boyutu gizlenmeye çalışılıyor. Tartışmalar sadece emeklilikle sınırlandırılarak, olayın ekonomik, sosyal ve toplumsal boyutuna giril-memeye özen gösteriliyor.

Üçüncüsü, bırakalım sosyal hakların genişletilmesini önermeyi, bu haklarda kısıntıya gitmemeyi savunmanın dahi popülist bir yaklaşım olduğu ileri sürülüyor ve “ekonomide popülist politikaların çıkmaz sokak” olduğu söylenerek “faturayı vatandaşın önüne açık açık koymaktan başka çarenin olmadığı” söyleniyor.

Tartışmaların genel seyrinde dikkati çeken diğer bir husus da, işçi sınıfı ve sendikaların kendi gündemlerini belirleme yerine, egemen sınıflarca belirlenen gündeme uyum sağladığı ve tam da sermayenin istediği biçimde tartışıp hareket ettiğidir.

Gerek uluslararası belgeler ve uygulamalar, gerekse ülkemizde, hükümet ve TİSK, TÜSİAD, MESS gibi tekelci sermayenin örgütlerinin belgeleri incelendiğinde, aynen özelleştirmede olduğu gibi sosyal haklar ve onun bir parçası olan SSK’da yapılması düşünülen kısıtlamalar, özellikle emeklilik için hemen hemen benzer gerekçelerin ileri sürüldüğünü görebiliriz. Bunlar genel hatlarıyla; kurumun devlet bütçesi üzerinde yük oluşturduğu, bütçe açığının büyümesine neden olduğu, aktif pasif dengesinin bozulduğu, erken emekli olunduğu ve kurumun iflas ettiği vb.dir.

Bu gerekçelerden kalkılarak sözüm ona emeklilere daha fazla ücret verilebilmesi, sistemin ileride tıkanmaya uğramaması, çalışanlara daha iyi hizmet verebilmesi için, emekli yaşının yükseltilmesi, hizmetin paralı hale getirilmesi ve bir kısım hizmetlerin özelleştirilmesinin toplumun yararına olacağı iddia ediliyor. Biraz aşağıda göreceğimiz gibi gerçekler bunun tam tersidir. Emekliliğin ortadan kaldırılması anlamına gelen emeklilik yaşının yukarı çekilmesi ve özelleştirme, hiçbir şekilde işçi ve emekçilerin yararına değildir. Bunu söylemek için insanın ar damarının çatlamış olması gerekiyor. Zaten ileri sürülen gerekçelerin gerçek dışı olması bile, başlı başına bu girişimlerin emekçi düşmanı yüzünü göstermeye yetiyor.

 

SSK İFLAS EDEN BİR KURUM DEĞİLDİR

“SSK kurtarılmalıdır”, “SSK batmıştır”, “Türkiye çalışmayanlar cenneti olmaktan kurtarılmalıdır”, “SSK müflis bir kurumdur”, “işin özeti SSK bugün kabaca 80 milyar doları aşan bir iflas bayrağını çekmiş durumdadır”

Yukarıdaki alıntılar emekliliğin ortadan kaldırılmasına yönelik ancak hemen hepsinde aynı temanın işlendiği yüzlerce haber, tartışma ve makalelerden sadece birkaç örnektir. Sermaye ve onların kiralık kalemleri bu tür çarpıtma ve yalan haberlerle SSK’ya yönelik operasyona zemin hazırlamaya ve buna haklılık kazandırmaya çalışıyorlar. İşin ilginç yanlarından biri, hazırlanan yasa tasarısına karşı çıkan bir kısım sendikacıların da SSK’nın batık durumda olduğunu söyleyerek, karşı devrimin değirmenine su taşımalarıdır. Batık durumda olmayan bir kuruma “battı” demekle, “batmasında işçinin suçu yoktur” demek, SSK’nın battığı, iflas ettiği fikrinde birleşmek demektir.

Öncelikle şunu belirtelim ki; SSK batmış bir kurum değildir. Yıllardır sermaye ve onların devleti SSK’yı yağmalayıp talan etmesine karşılık batıramamışlardır. Aşağıda görüleceği gibi onca düşmanca tutuma rağmen bütçesi artı veren bir kuruluştur.

SSK’nın mali problemleri olduğu, özellikle emekli maaşlarının ödenmesinde zorluklar çektiği doğrudur. Ancak bu onların iddia ettikleri gibi “parasının olmadığından” veya “iflas ettiğinden” değil, devlet ve özel sektörden alacaklarını alamamasından kaynaklanmaktadır.

Devletten sonra en büyük bütçeye sahip olan SSK’nın 1995 yılı bütçesi 180 trilyon liradır. Sermaye ve onların başındaki kiralık kalemleri; geliri giderini karşılamadığı için bütçenin yılsonunda 60 trilyon civarında açık vereceği, gerekli önlemler alınmadığında ileriki yıllarda açığın katrilyonlara varacağını ileri sürüyorlar. Sermaye ve onların devletin, şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da yağma ve talanı devam ettiği sürece SSK’nın mali problemleri olacağı doğrudur. Ancak bu yağma, talan ve sömürü düzeninin ilelebet ayakta kalamayacağı, işçi sınıfı ve emekçilerin bu sistemi ortadan kaldırarak kendilerinin egemen olduğu sistemi getirecekleri de doğrudur.

Bilindiği gibi SSK’nın gelirleri işçilerin ödediği primler ile kira ve faiz gelirleridir. Tablo 1’de görüldüğü gibi ülkemizde işçilerin ödediği sosyal güvenlik primi diğer ülkelere göre bir hayli de yüksektir ve işin ilginç yanı yüzde bir ve iki oranında prim kesilen ülkelerde değil, yüzde 14 gibi çok yüksek oranda prim kesilen ülkemizde emekliliğin ortadan kaldırılması tartışılıyor.

 

Ülke Adı Prim% – Tablo-1

Avustralya 1

Kanada 2,30

Meksika 3,75

Tayland                          4

İspanya 6

Japonya 7,70

İtalya 8,85

İngiltere 9

Belçika 12,10

 

İddiaların tersine, işverenlerin ve devletin bu kuruma kurulduğundan beri hiçbir katkısı yoktur. İşverenler ve hükümetler bu kuruluşu adeta yağmalamışlar, özellikle son yıllarda aynen KİT’lerde olduğu gibi kurumun zarar etmesi ve hizmetin aksaması için ellerinden geleni yapmışlardır. Birkaç örnek vermek gerekirse:

*SSK kurulduktan sonra uzun yıllar emekli vermediği için müthiş fonlara kavuşmuş. Devlet, kendisinin olmayan bu parayı çeşitli işlerde kullanmış, sıfır faizle bankalarda tutmuş, düşük faizli devlet fonlarına yatırmış, çıkardığı kararname ve yasalarla kurumun yedek akçelerinin kamu bankalarına yatırılma zorunluluğunu getirmiştir. Bütün bu uygulamalarla SSK’nın trilyonlarca lira kaybına sebep olmuştur.

* Özel sektör, işçilerden kestiği primleri kurumun hesabına yatırmamış yıllarca ucuz kredi olarak kullanmıştır. Devlet buna göz yumduğu gibi, birçok kez bunların anapara ve faizlerini affeden kararnameler çıkarmıştır. Özel sektörün yanı sıra devlet de SSK’ya olan borçlarını ödememektedir. Nisan ’95 rakamlarına göre SSK’nın özel sektör ve kamudan 48 trilyon prim alacağı bulunuyor. Bunun yaklaşık üçte ikisi kamu sektörünün borcudur.

* Devlet, İstanbul Bankası emeklilerini SSK’ya devrederek kurumu 17,5 trilyon lira zarara uğratmıştır.

* Tahkim yasası çıkararak kamu kuruluşlarının SSK’ya olan borçlarını silmiştir.

* SSK’nın 10 trilyonluk gayrimenkulü 5 trilyona ve uzun vadeli ödemeli olarak Emlak Bankası’na devredilmiştir. Eximbank’a 55 milyarlık tahvil 10 yıl vade ve yüzde 30 faizle zorla satılmıştır.

1994 yılında yapılan genel kuruluna sunulan rapora göre SSK’nın 1994 yılı geliri 59 trilyon 730 milyar liradır. Buna karşılık gideri 50 trilyon civarındadır. Tüm bu olumsuzluklara karşı SSK bütçesi, ’94 yılı içinde geliri giderlerini karşıladığı gibi 9 trilyon da fazla vermiştir.

Şimdi bu gerçekler ortada dururken hükümet, sermaye ve onların basındaki kiralık kalemleri SSK’nın “iflas etmiş” bir kurum olduğunu, “battığını” söyleyebiliyorlar.

 

AKTİF-PASİF DENGESİZLİĞİNİN SORUMLUSU İŞÇİLER DEĞİLDİR

SSK kayıtlarına göre 4,5 milyon kişi civarında aktif sigortalıya karşılık 2 milyon kişi emekli aylığı almaktadır. Bu yuvarlak olarak 2 aktif sigortalıya bir emekli düşüyor demektir. Şimdi bu gerçeklikten kalkılarak “eğer önlemler alınmazsa ileride aktif pasif dengesinin 1–1 oluşacağı, bunun ise hizmetin aksamasının yanında sistemin tamamen çökeceği, onun için “emeklilik yaşının yukarı çekilmesi ve prim gün sayısının artırılması gerektiği” ileri sürülüyor.

Yüz binlerce işçinin sendikalı ve sigortalı olmak istediği için işten atıldığı, üzerlerine jandarmanın, polisin salındığı, sadece bir yıl içinde bir milyondan fazla işçinin sokağa terk edildiği bir ortamda, aktif pasif dengesizliğinden, bahseden, devlet ve sermayenin tutumu tam anlamıyla ikiyüzlülüktür.

İşçileri günde 12–14 saat sigortasız, sendikasız ve her türlü güvenceden yoksun olarak çalıştıracaksın, sigortalı yaptıklarının primini tam olarak göstermeyeceksin, göstermek zorunda olduklarından kestiğin primi SSK’ya yatırmayacaksın ondan sonra da “aktif pasif dengesi bozuk, emekliliği ortadan kaldıralım yoksa sistem batar” diyeceksin. Bu şartlarda bunları söyleyebilmek için aktif-pasif değil, insanın akli dengesinin bozuk olması lazım.

Resmi rakamlara göre 8,5 milyon çalışandan ancak 4,5 milyonu sigortalı. Kalan 4 milyon işçi sigorta dâhil, her türlü sosyal güvenceden yoksun olarak çalıştırılıyor. Buna part-time ve göçmen işçileri de eklersek sigortalıdan çok sigortasız çalışanın olduğunu görürüz.

Bugün SSK’ya kayıtlı 2 milyon işyerinden yaklaşık 1 milyonu bildirge vermiyor, prim ödemiyor. Yeri yurdu, adresi belli olan bu işyerlerinden bildirge sormayan, prim toplamayan devlet büyük bir pişkinlikle “aktif-pasif dengesizliğinden” bahsedebiliyor. Kaba bir hesapla bu bir milyon işyerinde sadece birer kişi çalışıyor kabul edilse, bunların asgari ücretten ödeyeceği prim tutarı yıllık 17 trilyon, ikişer kişi varsayılsa 34 trilyon lira SSK’ya ek gelir sağlanmış olacaktır.

SSK’ya kayıtlı bütün işyerleri bildirge verip, çalışanların hepsini sigortalı gösterse ve primleri tam olarak ödese, aktif pasif dengesinin 1-4’ün üzerine çıkmasının yanında kurumun gelirlerinde de önemli bir artış sağlanacağı ortadadır. Örneğin kaçak çalıştırılan 4 milyon işçi sigortalan-sa asgari ücret üzerinden yılda 67 trilyon, ortalama ücret üzerinden yaklaşık 130 trilyon lira kurumun ek geliri olacaktır. Ama, IMF ve Dünya Bankası’nın talimatlarını yerine getirmek ve işbirlikçi tekelci sermayenin kârlarını artırmakla yükümlü olan devletinin niyeti; ne işçilerin sigortalı ve sendikalı olmaları, ne de SSK’nın daha iyi olanaklara kavuşmasıdır. Onların amacı aynen kurtla kuzu hikayesinde olduğu gibi ne olursa olsun işçi haklarının gasp edilmesidir.

 

ÜLKEMİZDE YAŞ ORTALAMASI VE EMEKLİLİK YAŞI

Ülkemizde işçilerin emekliliğe hak kazanma koşullarını şöyle özetleyebiliriz:

* Yaşa bağlı olarak; erkekler 55, kadınlar 50 yaşında emekli olabiliyor. (5000 gün prim ödemiş olmaları şartıyla)

* Çalışma süresine bağlı olarak; kadın işçiler 20, erkek işçiler 25 yıl çalıştıklarında yaşlarına bakılmaksızın emekliliğe hak kazanıyorlar..

Getirilmek istenen yasayla kademeli olarak yaş sınırı erkeklerde 63, kadın işçilerde 58’e yükseltiliyor. Prim ödeme gün sayısı ise kadın işçilerde 7200, erkeklerde 7800’e çıkarılıyor. Gerekçe olarak erken yaşta emekliliğin önlenmesiyle “SSK’nın kurtulacağı” ileri sürülüyor.

Tasarı yasalaştığı takdirde can güvenliği ve iş güvencesinin olmadığı ülkemizde emeklilik de ortadan kalkacak demektir.

Yüzde 40 dolayında işçi sirkülâsyonun olduğu özel sektörde, işten atılmadan fiilen 25 yıl sigortalı çalışmak adeta mucizelere bağlıdır. Sosyal haklar talep etmeden, örgütlenmek istemeden, ücret olarak işverenin verdiğiyle yetinip, mucizeyi gerçekleştirmek de emekli olmaya yetmiyor. Bunun yanında, işverenin sigorta primlerini tam gün olarak yatırması da gerekiyor. Bilindiği gibi çalıştırılanlar ya kuruma hiç bildirilmemekte veya kuruma bildirilmekle beraber çalışma gün sayıları veya prime esas kazançları eksik bildirilmektedir. Mevcut şartlarda özel sektörde (özellikle sendikasız işyerlerinde) emekli olabilmek bir hayli zorken tasarı yasalaştığında özel sektörde tümden ortadan kalkacaktır.

Kamuda ise, Karayolları, Köy Hizmetleri, DDY ve çeşitli tarım işletmelerinde çalışan mevsimlik işçilerin emekli olmaları ise söz konusu bile değil. KİT’lerin özelleştirilmesiyle beraber kamuda da emekli olanların sayısı asgariye inecektir.

Egemen sınıflar ve onların hükümeti her konuyu olduğu gibi emeklilik yaşı konusunu da çarpıtarak hazırlanan yasa tasarısının halk düşmanı yüzünü gizlemeye çalışıyorlar. Bunlara göre Türkiye’de kadın işçiler 38 erkek işçiler 43 yaşında emekli oluyorlar. O yüzden de Türkiye “çalışmayanların cenneti” haline gelmiş.

Türkiye’nin çalışanlar için cehennem, sömürücüler için ise şimdilik bir cennet oluğu doğrudur. Ancak ileri sürülen rakamları, bizzat SSK’nın verileri yalanlamaktadır.

*Batı ile kıyaslarsak; ne yaş ortalaması ne de çalışma ve yaşam koşulları birbirine uyar. Tablo 2’de görüleceği gibi Avrupa ve dünyanın diğer ülkelerinde ortalama yaşam 70–79 arasında seyrederken Türkiye’de ortalama yaşam umudu 61-62’dir.

 

Ortalama Yaşam (1990-95)

Japonya 79

Yunanistan 78

İzlanda 78

İspanya 78

İsviçre 78

İsveç 78

Fransa 77

Belçika 76

Küba 76

Almanya 76

ABD 76

Portekiz 75

Singapur 75

Jamaika 74

Arnavutluk 73

Bulgaristan 72

Şili 72

Arjantin 71

Çin 71

Macaristan 70

Meksika 70

Romanya 70

(Tablo 2)

 

Türkiye, bu yaşam ortalamasıyla; Mısır (62), Libya (63), Peru (65), Cezayir (66), Vietnam ((64), Honduras (66)’tan bile geri durumdadır.

Avrupa düzeyinde bir yaşam standardı olmadığı gibi kötü koşullarda çalışıldığı, “çok kesintili ve güvencesiz bir çalışma ortamının” olduğunu, devletin Çalışma Bakanı itiraf ediyor.

* SSK verilerine göre Türkiye’de emekli olma yaşı ortalama 49’dur. 38 yaşında emekli olanların tüm emeklilere oranı ancak binde sekizdir. Bu orandan kalkılarak işçilerin 38 yaşında emekli olduklarını söylemek, abesle iştigalden başka bir şey değildir.

* Emekli olan işçilerin 35-40 yıl emekli maaşı aldıkları çarpıtmasını yine bizzat SSK verileri yalanlamaktadır. SSK (1993 İstatistik Yıllığı) verilerine göre emekli olanların yaklaşık yüzde 45’i, 59 yaşına gelmeden ölmektedir. Ortalama emeklilik yaşının 49 olduğu göz önüne alınırsa, emekli olabilen şanslı işçinin 35-40 yıl değil, ancak 10 yıl emekli maaşı alabildiği ortaya çıkar.

Emeklilik ortadan kaldırılınca veya en az düzeye indirilince “SSK sorununun çözüleceğini” söylemek, okulları kapatarak milli eğitimin sorunlarının çözüldüğünü söylemeye benziyor. Bugün egemen sınıflardan, onların hükümetini, kiralık kalemlerinden, her türden sendika bürokratına kadar herkesin bildiği ama söyleyemediği gerçek budur.

 

SSK İŞÇİNİN, YÖNETİM DEVLETİN

Bugün SSK’nın tüm yükü işçilerin omuzlarında olmasına rağmen yönetimin kontrolü, SSK’ya mali olarak hiçbir katkısı olmayan devletin elindedir. Şayet Türk-İş’i işçilerin temsilcisi sayarsak, 7 kişilik SSK yönetiminin dağılımı şöyledir: Çalışma ve sosyal güvenlik bakanının atadığı biri SSK genel müdürü olmak üzere iki üye, SSK genel müdürünün atadığı bir üye, Maliye bakanının atadığı bir üye, bir işçi, bir işveren ve bir de emekli temsilcisi bulunuyor. Buna göre hükümet 4, işçi, işveren ve emekliler birer kişiyle temsil ediliyorlar.

İşçi ve emekliler, yönetiminden sorumlu olmadıkları bir kurumun devlet ve özel sektörden kaynaklanan bir takım sorunlarından dolayı cezalandırılmak isteniyor. Dünyanın her tarafında devlet sosyal güvenliğe katkıda bulunurken Türkiye’de devlet sosyal güvenlik kurumlarını yağmalayarak bunun tam tersini yapıyor.

 

 

AB Ülkelerinde Sosyal Güvenlik Harcamalarının

GSYİH İçindeki Payı % (1990)

Belçika 25,2

Danimarka 27,8

Fransa 26,5

Almanya 23,5

Yunanistan 20,9*

İrlanda       19,7

İtalya 24,5

Lüksemburg 27,3

Hollanda 28,8

Portekiz 15,3

İspanya 19,3

İngiltere 22,3

Türkiye 6,8

(* Yunanistan’ınki, 1989 yılı rakamlarıdır.

Kaynak OECD, Employment Outlook, july 1994, Türkiye için DPT (Aktaran TİSK yayınları no 11))

 

Basında sahibinin sesi kalemler “Batıda emeklilik yaşı şu kadardır” diye her gün bağırırlarken devletin sosyal güvenliğe katkısı konusunda süt dökmüş kediye dönüyorlar. Tabloda görüldüğü gibi devletin sosyal güvenliğe ayırdığı pay oldukça düşüktür ve bunun içinde SSK’nın hiç payı yoktur. Ayrıca Batı’da işsizlik, aile yardımları gibi sosyal güvenlik kurumları Türkiye’de bulunmazken, var olan (Yaşlılık, malullük ve ölüm), (Hastalık ve analık) (İş kazası ve meslek hastalıkları) gibi sosyal güvenlik kurumlarına da devletin hiçbir katkısı yoktur. Ama aynı devlet

Kürt illerinde sürdürülen savaş için yılda 400 trilyondan fazla para ayırabiliyor.

 

ÇEŞİTLİ ÜLKELERDE SOSYAL HAK KISITLAMALARI

Sadece ülkemizde değil sanayileşmiş ülkelerde de “ekonomik durgunluk ve gerileme, enflasyon ve işsizliğin artması” gibi kapitalizmin temel hastalığını bahane eden egemen sınıflar, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçilerin kazanılmış haklarını yok etmeye yöneldiler. Özellikle 1990’lı yılların başından itibaren işçi sınıfının uzun mücadeleler sonucu kazandığı sosyal hakların ortadan kaldırılmasına yönelik yaptırımlar artmaya başladı. Birçok ülkede sosyal güvenlik harcamaları büyük ölçüde azaltıldı ve bazı harcama kalemlerine son verildi. Özelleştirme, taşeronlaştırma ve işten atmalar yaygınlaştırıldı, çalışma sürelerinde yeni düzenlemelere gidilirken sınıfa birçok ülkede “ya sıfır zam ya işten atılma” dayatıldı. Sendika bürokrasisinin de geniş desteğini alan tekeller birçok ülkede ve işkollarında isteklerini işçi sınıfına kabul ettirdiler. Örneğin; 1993 Eylül’ünde Almanya’da İşverenler Konfederasyonu 3,6 milyon işçiyi kapsayan iş sözleşmesinin feshedildiğini açıkladı. İşçilere işsizlik sorununa çözüm adına iş haftasının 5 günden 4 güne indirilmesi, yüzde 30’lara varan ücret indirimiyle birlikte dayatıldı.

Volkswagen’de 100 bin işçi, 30 bin arkadaşının işten atılmaması için, ücretlerinden yüzde 10 kesintiyi ve son toplusözleşmedeki yüzde 3,5’luk zammın durdurulmasını kabul etmek zorunda kaldı.

Yine ABD’nin dijital teknoloji üreten tanınmış firması Hewlett-Packard’ın Fransa seksiyonu, Şubat ’93’te büyük oranda işçi çıkaracağını açıklayarak, ya bunun, ya da yeni çalışma düzeninin kabul edilmesini istedi. Sendikanın da yardımlarıyla işverenin istekleri kabul edildi. Böylece şimdilik işçi çıkarımının durdurulması karşılığında ücretler düşürüldü, primler kaldırıldı, hafta sonu dâhil olmak üzere işçiler günlük 8 saat ve üç vardiya çalışmak durumunda kaldılar.

Avrupa’da ücretler ve çalışma koşullarının kötüleştirilmesine yönelik saldırılar, sosyal hakların kısıtlanmasıyla eş zamanlı olarak yürütülüyor. Birçok ülkede emeklilik yaşı yukarı çekilirken yararlanma koşulları da zorlaştırıldı.

Almanya’da Ocak 1992’de yürürlüğe giren “Yaşlılık Aylığı Reform Yasası” ile normal emeklilik yaşı 2001 yılına kadar kadın ve erkek işçiler için kademeli olarak 63’den 65’e çıkarılıyor. Bu yasaya göre yaşlılık aylığının tespitinde brüt kazanç yerine net kazanç esas alınmaya başlanmıştır. Sağlık harcamalarının azaltılması amacıyla sigortalıların ilaç masraflarının yüzde 10’una katılmaları, hastanede bakım durumunda günlük 11 DM tutarında “ödeme yapılması kararı alınmış ve ayrıca doktorların yıllık maaşları için üst sınır konulmuştur. Yine Mart ’93’te kamu harcamalarının azaltılması yönünde alınan tedbirler çerçevesinde işsizlik ödenekleri yüzde 3 oranında azaltılırken yararlanma süresi de kısaltıldı.

Yunanistan’da yararlanma koşullan zorlaştırılmasıyla dolaylı olarak emeklilik yaşı uzatıldı. 1990 tarihli “Sosyal Güvenlik Reform Yasası”yla yaşlılık aylığının hesabında esas alınan kazanç dönemi son iki yıldan 5 yıla çıkarıldı. 1992 yılında 4050 gün olan sigortalılık süresi, 1993 yılında 4350’ye, 1994’te 4500 güne yükseltildi.

Fransa’da ise en yüksek yaşlılık aylığına hak kazanabilmek için sigortalı çalışma süresini 37 yıldan 40 yıla çıkarmanın ve yaşlılık aylığının hesaplanmasında son 10 yıl değil son 25 yıldaki ücretlere göre hesaplanmasının çalışmaları yürütülüyor.

İşsizliğin artmasına paralel olarak işsizlik sigortası kolunda finansman açığını gidermek için devlet; işsizlik sigortası ödemelerinin azaltılması, işsiz kalınması ile işsizlik sigortasından ödeme yapılması arasındaki sürenin uzatılması, prim ödeme süresinin artırılması ve prim ödeme tavanının yükseltilmesi şeklinde bir dizi yaptırımları gündeme getirdi.

İtalya’da 1991 yılında kabul edilen Emeklilik Yasası’yla erkeklerde 60, kadınlarda 55 olan emeklilik yaşı yükseltildi. 1993 yılından itibaren geçerli olan yasaya göre kademeli olarak erkeklerde 2005 yılına, kadınlarda da 2016 yılına kadar 65’e çıkarılması öngörülüyor. Bu yasaya göre yaşlılık aylığına hak kazanmak için daha önce kamuda 20 yıl (bazı hallerde 15 yıl) olan sigortalılık süresine; hem kamu, hem özel sektörde 35 yıl prim ödeme şartı getiriliyor. Yaşlılık aylığının hesabında daha önce 5 yıl yerine 10 yıllık ortalama kazançları esas alan düzenlemeye geçiliyor. Yine aynı yasaya göre yıllık 18 milyon lireti geçen emeklilerin hastalık sigortasına katkıda bulunmaları esası getirilmiştir. Katkı payları halen çalışanların paylarına yakındır. Ayrıca hastalık sigortası için yeni katkı payları belirlenmiş ve sağlanan ödeneklerde kesintiye gidilmiştir.

İngiltere’de hükümet kadınların halen 60 olan emeklilik yaşını 65’e yükselterek yılda yaklaşık 3 milyar sterlin tasarruf sağlamayı hedefliyor. Lüksemburg’da emeklilik yaşını esnekleştiren bir düzenleme ile ancak 40 yıllık sigortalılık süresinden sonra 67 yaşında emekli olabilme imkânı getirilmiştir. Danimarka ise, 67 yaşından önce emekli olmayı sınırlamıştır. İspanya’da 1990’da tarım işçilerine sağlanan işsizlik ödeneğinde, 1993’te ekonomik krizin etkisiyle artan işsizlik sonucunda işsizlik sigortası ödeneklerinde kısıntıya gidilmiştir. Kanada hükümeti 1990’da çıkardığı bir yasayla işsizlik sigortasında devlet katkısını kaldırırken, çalışanların paylarını artırmış ve sigortanın finansman sorumluluğunu özel sektöre devretmiştir. Hollanda 1993 yılı başından beri geçici iş göremezlik ödeneklerini önemli oranda azaltmıştır. Avusturya ve Finlandiya’da sigortalıların masraflara katkı payları artırılmıştır. İsveç hükümeti, “bütçe açığı ve artan işsizlik” gerekçesiyle başta çocuk yardımları olmak üzere işsizlik sigortası ve iş kazalarıyla ilgili ödemelerde kısıntıya gitti ve işçilerin prim ve vergilerini artırdı.

Bu listeyi genişletmek, uzatmak mümkün. Ancak işçi haklarının yok edilmesinde sermaye, her yerde hemen hemen benzer yöntemlerle ve Dünya Bankası’nın oluşturduğu Yapısal Uyum Programları çerçevesinde hareket ettiğini göstermek bakımından yeterlidir. Yöntemlerde göze çarpan özellikler şöyle özetlenebilir:

* Ücretlerde kısıntı ve çalışma koşullarının zorlaştırılmasında, daha çok “ya iş ya sıfır zam” tehdidi kullanılıyor. Tehdide malzeme olarak ve kriz ile yüksek orandaki işsizler ordusu malzeme yapılıyor. Bu olgular kapitalizmin vazgeçilmez yol arkadaşları olduğuna göre, sermaye ve gericilik bu olguları, Demokles’in kılıcı gibi kullanmaya devam edecektir.

* Sosyal haklara saldırıların daha çok emeklilik, hastalık ve işsizlik sigortası dallarında olduğu görülüyor. Bu alanlarda emeklilik yaşının yukarı çekilmesi, prim gün sayısının, aylık bağlamada geriye doğru sürenin ve sigortalıların hastane ve ilaç masraflarına katkı payının artırılması gibi yöntemler izleniyor. Ancak hepsinin ortak noktası, sosyal haklarda kısıtlamaya gidilmesi ve hak kazanma koşullarının zorlaştırılmasıdır. Alınan ve alınacak bütün tedbirlerde bu anlayışla hareket edilmektedir.

Bunların yanında bütçeden eğitim, sağlık hizmetlerine ayrılan payın azaltılması, paralı hale getirilmesi, toplu taşımacılık dâhil kamu hizmetlerine düzenli zam yapılması, belediye hizmetlerinin birçoğunun paralı hale getirilmesi vb… de sosyal hakların kısıtlanması olarak değerlendirildiğinde sermaye ve egemen sınıfların saldırısının boyutu daha iyi görülecektir.

 

SSK’DA YAŞANAN SIKINTILAR NASIL ATLATILIR?

SSK’da yaşanan sıkıntıların aşılması işçi ve emeklilikler lehine gelişmelerin sağlanması sorunun öncelikle egemen sınıfların hayatın her alanında işçi sınıfı ve emekçilere karşı yürüttüğü kapsamlı saldırıların bir parçası olarak ele alınmasına bağlıdır. Sorunun genelden koparılması, hatta salt emeklilik yaşına indirgenmesi, mücadelenin tam da sermayenin istediği platformda sürdürülmesi demektir. Böyle bir anlayışla sürdürülen mücadelenin başarı şansı az olduğu gibi kazanılanları da uzun süre korumak zorlaşacaktır.

Elbette ki sermayeye karşı tek tek talepler uğruna ve burjuvaziden şu veya bu tavizin koparılması için mücadele edilir. Bunlar gereklidir ve askeri tanımla küçük karakol çatışmalarıdır. Bu savaşım sürdürülürken bir bütün olarak savaşın kazanılması, diğer bir tanımla siyasal iktidarın ele geçirilmesi perspektifi gözden kaçırılmamalıdır.

İkincisi; mücadele alanlarına sadece mevcudu korumak veya düşman saldırısını savuşturmak için değil yeni kazanımlar elde etmek için çıkılmalı, talepler ona göre belirlenmelidir.

Üçüncüsü; sermaye ve egemen sınıflara karşı verilen mücadele onların işçi sınıfı içindeki uzantıları olan her soydan sendika ağa ve bürokratına karşı mücadele ile birleştirilmeli mücadelenin inisiyatifi bürokrasiye bırakılmamalı, onlara karşı uyanık olunmalıdır.

SSK özelinde yaşanan sorunların kaynağı, yönetimi elinde tutan devlettir. Devlet yönetiminde kaldığı sürece, emekliliğin ortadan kaldırılması dâhil hiçbir yaptırım SSK’nın sorunlarını çözemeyecektir. Aksine sorunları ağırlaştıracaktır. Bugün SSK’nın içinde bulunduğu bir takım sıkıntıları aşabilmesi, işçilere, emeklilere daha iyi hizmet verebilmesi için, alınacak önlemler ile yapılması gerekenler kimse açısından sır da değil. Ancak yağma ve talanın devam etmesi için sermaye ve devlet buna yanaşmıyor.

 

TASARI MECLİSTEN GEÇER Mİ?

Emekliliği ortadan kaldırmaya yönelik yasa tasarısının meclise sevk edilmesinden sonra bir kısım odaklarca “bu tasarı meclisten geçmez” denilmeye başlandı. Bunlar işçi sınıfını işin dışında tutarak, hükümeti yıpratmak isteyecek olan parlamentodaki muhalefet partileriyle CHP’nin tasarıya karşı çıkacağını, bunun yanında en geç bir yıl içinde yapılacak olan genel seçimler nedeniyle hükümetin işçileri karşısına almaya cesaret edemeyeceğini gerekçe gösteriyorlar.

Yasa tasarısının CHP’li bakan tarafından hazırlandığı, CHP’nin hükümet ortağı olduğu son üç yıl içinde işçi sınıfı ve emekçilere yönelik saldırıların boyutu ortada olduğu halde bu tür gerekçelerin, bir yanıyla işçi sınıfı ve emekçilerin asma yaprağından öteye geçmeyen parlamentodan ve burjuva partilerinden kopuş süreçlerini yavaşlatmaya, diğer yanıyla da, hazırlanan yasa tasarısına karşı işçi sınıfının yükselen tepkisini yumuşatmaya ve dikkatini dağıtmaya yönelik olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

Sendika bürokrasinin genel bir anlayışı vardır. Bunlar işçinin ve kamuoyunun karşısında başka, sermaye ve hükümetin yanında başka tutum alırlar. Bugün karşı çıkıyor göründükleri yasa tasarısının temelleri 17 Eylül 1994’de aralarında üç konfederasyonun da bulunduğu toplantıda atıldı. Toplantıya Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Nihat Matkap, TİSK, Türk-İş, Hak-İş, DİSK, Türkiye İşçi Emeklileri Derneği, TOBB, ILO Ankara temsilcisi ve başta eski ve yeni SSK genel müdürleriyle çeşitli üniversitelerden bilim adamları katıldı. Bu toplantıda; diğer konuların yanında emeklilik yaşının yükseltilmesi, emeklilik için prim ödeme süresinin artırılması ve sağlık hizmetleri için aranan koşulların ağırlaştırılması tartışıldı ve üzerinde görüş birliğine varıldı. Bir taraftan tasarının temellerinin atıldığı toplantıya katılmak, diğer yandan IMF’nin isteği doğrultusunda bu yasa tasarısını hazırlayan CHP’li bakanı “verdiği mücadeleden dolayı destekliyoruz” demek öte yandan “bu tasarı meclisten geçerse meydanı onlara dar ederiz” türünden demeçler vermek hiç de inandırıcı değildir. Özellikle SSK yönetiminde bulunup da yıllarca devletin “yağma ve talanına” destek veren Türk-İş yöneticilerinin sözlerinin ise hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.

Meclise sunulan ve gerçek işlevinden yoksun, tamamen makyaj niteliği taşıyan İş Güvencesi, İş-Kur ve İşsizlik Sigortası yasa taşanlarının, işçilerin kıdem tazminatlarını ortadan kaldırmaya yönelik olduğunu bile bile CHP’li Bakan’ı savunmaları bu dinozorların ikiyüzlü tutumlarına bir başka örnektir.

Tasarının meclisten geçip geçmeyeceğini, geçse dahi onun uygulanıp uygulanmayacağını, burjuvaziye tükürdüğünün yalatılıp yalanlamayacağını belirleyecek olan şu veya bu burjuva partisi ve her renkten sendika bürokrasisinin tutumu değil bizzat işçi sınıfının kendi gücü olacaktır. İşçi ve emekçiler burjuva partilerinin ve sermayenin işçi sınıfı içindeki uzantılarının her türlü manevrasına karşı uyanık olmak, sözcülerinin aldatıcı sözlerine itibar etmemek durumundadırlar. Unutulmamalıdır ki; özellikle son üç yıldır işçi sınıfı ve emekçilere yönelik saldırıların altında CHP’nin de imzası bulunuyor.

 

Haziran-Temmuz 1995

 

 

EK:

SAYILARLA SSK GERÇEĞİ

* Türkiye’de sosyal güvenlik kuruluşlarının en büyüğü SSK’dır. Sosyal güvenlik kapsamında bulunan toplam 41 milyon 600 bin insanımızın 21 milyon 370 bini SSK’ya, 8 milyonu Emekli Sandığı’na, 10 milyon 774 bini Bağ Kur’a bağlı. Çok az bir bölümü ise özel sandıklarda. Nüfusun çok önemli bir bölümü ise sosyal güvenlikten yoksun.

* Kurumun 89 hastane, 6 doğumevi, üç sanatoryum, 3 meslek hastalıkları hastanesi, 2 ruh sağlığı hastanesi ve 2 de fizik tedavi merkezi, 134 dispanser, 166 sağlık istasyonu bulunuyor. Kurumun toplam yatak sayısı ise 25.570 liradır.

* SSK’da 3920 uzman hekim, 1739 hekim, 1202 asistan, 412 diş hekimi, 848 eczacı, 6427 hemşire ve ebe, 18.802 personel ile 7064 işçi görev yapıyor.

*Kurum bir arsa zengini. Toplam 9,6 milyon metrekare arsası bulunuyor. Bunun 6 milyon metrekaresi üzerinde binaları var. 700 bin metrekaresi üzerinde inşaat sürüyor. 2.9 milyon metrekare arsası boş durumda.

* Bina varlığına gelince; 118 hastane, 49 dispanser, 3 sağlık istasyonu, 1 huzurevi, 2 sağlık koleji, 64 eğitim tesisi, 27 kiraya verilen tesis ve 1284 lojman.

*Boş arsaların 329.158 metrekarelik kısmından 1 milyar 6 milyon lira, lojmanlardan 1 milyar 9 milyon lira olmak üzere toplam 3 milyar 5 milyon kira bedeli alınırken, 22 idari bina, 87 dispanser, 160 sağlık istasyonu ve 2 ödeme bürosuna toplam 2 milyar 9 milyon lira kira ödeniyor.

* SSK’nın özel ve kamu sektöründen toplam 49 trilyon lira alacağı bulunuyor. Bunun yaklaşık 32 trilyonu kamu sektörünün borcudur.

* SSK’ya kayıtlı işyeri sayısı 2 milyon. Bildirge veren işyeri sayısı 700 bin, mevsimlik işyeri sayısı 300 bin, kayıtlı olduğu halde bildirge vermeyen işyeri sayısı 1 milyondur.

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑