Asgari Ücret Tartışmaları Üzerine

IMF Birinci Başkan Yardımcısı Anne Krueger’ın Türkiye’deki temasları sırasında dile getirdiği asgari ücretin yüksek olduğu yönündeki açıklamaları ve bu açıklamaların ardından sermaye çevrelerinin harekete geçmesi, IMF’nin rolü ve işlevini bir kez daha gözler önüne sermiştir. IMF sözcüsünün açıklamalarının ardından, Ankara Sanayi Odası (ASO)’nın alelacele bir asgari ücret dosyası ile ortaya çıkması, IMF’nin bir “dış güç” olmadığını; kapitalist sınıfın emekçilere yönelik kapsamlı saldırı programının teorik ve pratik çerçevesini belirlediğini göstermektedir. ASO’nun gündeme getirdiği asgari ücret tartışmasına hükümet kanadından Çalışma Bakanı’nın destek açıklamalarına bakılırsa, sermaye cephesi, emekçilere karşı geniş kapsamlı bir saldırı hazırlığı içindedir.
ASO’nun asgari ücret konusundaki görüşlerini bir kez daha hatırlayalım. ASO Başkanı Zafer Çağlayan, Başbakan’a rapor olarak sunacağı istihdam ile ilgili önerilerini şöyle açıklamaktadır: “Asgari ücretlinin eline net 350 milyon lira geçiyor. ‘Bu para fazla’ dersek vicdansızlık yapmış oluruz. Ama bir asgari ücretli için işveren de bir o kadar daha ödüyor. Çin’de asgari ücret 25- 75 dolar arasında, bizde ise işverene maliyeti neredeyse 500 dolar. Çinli’nin bir yılda aldığını biz 1 ayda ödüyoruz. Asgari ücret üzerindeki vergi yüklerini azaltmak hatta kaldırmak gerekiyor.” Çağlayan, istihdam yükleri açısından, OECD üyesi ülkeler içinde Türkiye’nin şampiyon olduğunu, bu yüzden sigortasız işçi çalıştırılmasının yaygın olduğunu öne sürmektedir. Bu nedenle asgari ücretin yapısının ve sisteminin yeniden tartışılmasının şart olduğunu belirten patron örgütü başkanı, “Birçok ülkede asgari ücret ya hiç uygulanmıyor ya da bölgesel uygulanıyor. Asgari ücreti bölgesel ve sektörel olarak yeniden belirlemeliyiz. Doğu ve Güneydoğu bölgesine teşvik uygulanıyor. Biz bu bölgede Türkiye’nin Çin’ini yaratalım. Bununla ilgili çalışmayı yapıyoruz. Raporu tamamlayıp Başbakan’a sunacağız.” demektedir.
ASO Başkanı, Türkiye’de kayıt dışı istihdamın yaygın oluşuna vurgu yaparak, şunları eklemektedir: “Hiç kimsenin isteyerek yanında sigortasız işçi çalıştırma düşüncesinde olduğuna inanmıyorum. Bu işi illegal yapmak yerine, biz o geri kalmış bölgeleri (en azından Çin rekabetinde) acaba Türkiye’nin Çin’i yapabilir miyiz? Özellikle emek yoğun sektörleri oraya götürerek, dünya ile rekabet edebilecek sektörleri oraya götürerek, ihracatı ön plana çıkararak bunu yapabilir miyiz? Buna bakılması lazım.”
ASO Başkanı, bu konuda hazırladıkları 3 kademeli öneriyi ise, şöyle açıklamaktadır: “Türkiye’deki 81 ilden, 49’u teşvik kapsamına alındı. Bunlardan 19’u çok yoksul iller. Bu iller asgari ücrette 1. bölge olarak kabul edilsin ve farklı bir asgari ücret uygulansın. Örneğin, 350 milyon yerine, 250 milyon lira. Yasal olarak takip edilebilmesi için yüzde 1 oranında SSK ve yine yüzde 1 oranında vergi konulsun. Bu uygulama 10 yıl süreli olabilir. 2. bölge ise teşvik kapsamındaki diğer 30 ili kapsayabilir. Asgari ücretten kesilen 86 milyon liralık vergi, bu illerde kaldırılsın. Bu uygulama da 5 yıl süre ile sürdürülsün. 3. önerisi ise, teşvik kapsamı dışında bulunan illerde uygulanan asgari ücrete ilişkin. Burada asgari ücret yine 350 milyon lira olarak uygulansın, bu tutardan alınan sigorta ve vergi yükü azaltılsın.” (05.06.2005, Hürriyet)
Ankara Sanayi Odası’nın bir toplantısında konuşan Çalışma Bakanı Murat Başesgioğlu, bölgesel asgari ücret konusuna bakanlık olarak çok katı bir şekilde yaklaşmadıklarını belirtmekte ve “eğer ekonomiye faydası olacaksa, istihdamı artıracaksa, bir uzlaşmayla, asgari ücretin bölgesel olması konusunda bizim yaklaşımımız müspet olur. Bu konu gelecek günlerdeki sıcak gündem maddelerinden biridir. Tartışılmaya değer bir konudur.” diyerek, ASO’nun önerilerine destek vermektedir. (26.05.2005, Evrensel)
Sermaye sözcülerinin, asgari ücret konusunda basına yansıyan talepleri şöyle de özetlenebilir:
1.    Türkiye’de kayıt dışı istihdam çok yaygındır.
2.    Kayıt dışı istihdamın temel nedeni asgari ücretin yüksek olmasıdır.
3.    Türkiye, Çin gibi ülkelerle rekabet edebilmek için asgari ücreti düşürecek önemler almalıdır. Bu önlemler, birincisi, asgari ücret üzerindeki vergi ve prim yüklerinin azaltılması, ikincisi, bölgesel ve sektörel asgari ücret belirlenmesi yoluyla asgari ücretin düşürülmesi olmak üzere, iki grupta toplanmaktadır.
Sermaye sözcülerinin söylediklerini, “kayıtdışı istihdamın önlenmesi”, “Çin ile rekabet”, “azgelişmiş illere yatırım yapılması” gibi, yalnızca “çağdaş sendikacıları” ikna edebilecek laf kalabalığından arındırdığımızda, karşımıza çıkan ana fikir şudur: Sermaye cephesi, Türkiye işçi sınıfına, 250 milyon TL asgari ücret dayatmaya hazırlanmaktadır.
Asgari ücretin bölgelere ve sektörlere göre belirlenmesi önerisi, yalnızca, örgütsüz işçiler için değil, örgütlü işçiler için de büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Asgari ücretin bölge ve sektöre göre farklılaştırılması halinde, en yoksul bölge ve en emek yoğun sektör için belirlenen asgari ücret, ülkedeki tüm emekçiler için geçerli [asgari] ücret haline gelecektir. Sözgelimi, ülkenin en yoksul illerinden Ağrı ve Hakkari gibi iller için, ASO başkanının önerdiği gibi, 250 milyon asgari ücret belirlenmesi halinde, İstanbul’da aynı sektörde çalışan işçiler, bu kez “Türkiye içindeki Çin rekabeti” ile karşı karşıya gelecek ve Ağrı’daki asgari ücreti kabul etmesi yönünde bir baskıyla karşılaşacaktır. Türk sermayesinin Ağrı’da yatırım yapmayacağı açık olduğuna göre, bu kurnazca önerinin hayata geçirilmesi, asgari ücretin resmi olarak düşürülmesinin bir aracı olacaktır. Sonuç olarak, sermaye bir kez daha emekçileri kendi içinde bölerek sefalette eşitlenmeyi dayatmaktadır. Zaten halihazırda, kapitalizmin bölgeler arası eşitsiz gelişme eğilimi nedeniyle, Ağrı ve Hakkari gibi illerden büyük kentlere göç eden birçok emekçi, hayatta kalabilmek için, asgari ücretin altındaki ücretlerle inşaat ve tekstil gibi emek-yoğun sektörlerde çalışmaktadır. Patronların talebi, bunun resmileştirilmesidir.
Bilindiği gibi, asgari ücret, yalnızca, emekçilerin asgari yaşam standartlarını karşılaması beklenen bir rakam değildir. Asgari ücretin düşük belirlenmesi, örgütlü işçiler açısından toplu iş sözleşmeleri üzerinde bir baskı oluşturmakta, ücret pazarlığında işçilerin elini zayıflatmaktadır. Öte yandan, asgari ücret ile toplu iş sözleşmesiyle elde edilen ücret arasındaki makasın büyüklüğü, uluslararası kapitalist düzende hakim eğilimlerden birisi olan taşeronlaştırmayı teşvik etmektedir. Taşeronlaştırma ise, sendikaların güç kaybetmesine, dolayısıyla, işçi sınıfının pazarlık gücünün zayıflamasına neden olmakta ve sonuçta genel ücret seviyesinin asgari ücret etrafında şekillenmesine yol açmaktadır.
Hatırlanacağı üzere, Türkiye’de özelleştirmenin aynı zamanda ideolojik bir taarruz olarak şekillendiği 1990’lı yıllarda, sermaye sözcüleri, kamu işçilerinin ücretlerinin çok yüksek olduğu, bunun KİT’lerin zarar etmesine yol açtığı ve KİT işçilerinin maaşlarının vatandaşın vergilerinden ödendiği yolunda yoğun bir propaganda faaliyeti yürütmüştür. Aynı propaganda, SEKA’nın kapatılması sürecinde yeniden gündeme gelmiştir. Özelleştirme harekatının bir yalan bombardımanı üzerine inşa edilmiş olması gerçeği bir yana, kamu işçilerinin, özel sektöre kıyasla, görece daha yüksek ücret ve sosyal haklara sahip olması, sermaye kesimini rahatsız etmektedir. Bu rahatsızlığın nedeni, “KİT’lerin zarar etmesi” değil, kamu işçilerinin elde ettiği ücret düzeyinin, özel sektörde çalışan işçilerin ücret talepleri için bir çıta işlevi görmesidir. Bugün asgari ücretin düşürülmesi anlamına gelen önerilerin temelinde de aynı gerekçe vardır: Bir bütün olarak ücretlerin düşürülmesi.
ASO Başkanının asgari ücretin ulusal düzeyde değil yerel düzeyde belirlenmesi önerisini dayandırdığı gerekçelerden birisi ise, bölgesel gelir farklılıklarına dayanmaktadır. Yukarıda aktardığımız haberde, Türkiye’de 2001 yılı rakamlarıyla kişi başına düşen milli gelirin 2 bin 140 dolar, bir asgari ücretlinin yıllık eline geçen asgari ücretin ise 929.5 dolar olduğunu belirten ASO Başkanı, aynı yıl Kocaeli’nin milli gelirden kişi başına aldığı pay 6 bin 165 dolar iken, Ağrı’da bu rakamın 568 dolar olduğunu vurgulamaktadır. Buna göre, Kocaeli’ndeki asgari ücretli, bu ilde üretilen kişi başına milli gelirin yüzde 15’ini, Ağrı’daki işçi ise, Ağrı’da üretilen kişi başına milli gelirin yüzde 150’sini almaktadır. ASO Başkanı, milli gelirden alınan pay bakımından da, Türkiye’de asgari ücretliler arasında ciddi bir dengesizlik bulunduğunu, İstanbul’da 2002 yılı rakamları ile 319 milyon lira, Ankara’da ise 270 milyon lira civarında bir tüketim harcaması yapılırken, Ağrı, Bitlis, Bingöl ve Muş gibi illerde bu rakamın 80 milyon lira civarında olduğunu ifade etmektedir.
Anlaşılan patron örgütünün sözcüsü alemi kör sanmaktadır. İller arasındaki gelir farklılıkları, kapitalizmin bölgeler arası eşitsiz gelişme eğiliminin sonucudur. Kocaeli’de kişi başına milli gelirin 6 bin dolar civarında olması, buna karşılık bu ilde asgari ücretli bir işçinin bu rakamın %15’ini alması, sanayinin gelişmiş olmasının ürünüdür. Bu olgu, işçi sınıfının bu ilde daha çok sömürüldüğünü, burjuva iktisadının terimleriyle gelir dağılımının çok bozuk olduğunu ifade etmektedir. Ağrı’da ise, asgari ücretli işçinin, il bazındaki kişi başına milli gelirin bir buçuk katını alması, Ağrı’daki asgari ücretlinin daha iyi durumda olduğunu değil, bu ilde sanayinin bulunmadığını ifade etmektedir. Patron sözcüsünün meramı, Kocaeli’deki işçinin neden tümünü kendi emekgücü ile yarattığı değerin %15’ini aldığı değildir. Tam tersine, Ağrı örneğine dayanarak tüm Türkiye’nin “Çinleştirilmesini” istemektedir.
Burada sergilenen yaklaşımın içinde gizlenen asıl tuzak ise, asgari ücreti hesaplarken, bireysel işçinin geçim şartlarını sağlayacak bir rakamdan sözedilmesidir. Böylece, asgari ücretin, işçinin ve ailesinin asgari geçim şartlarını sağlayacak, insanca yaşamasına yetecek bir ücret olarak gündeme geldiği unutturulmaya çalışılmaktadır. Türk-İş Araştırma Merkezi’nin yaptığı hesaplamaya göre, Mart 2005 itibariyle, dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 525,55 YTL’ye, yoksulluk sınırı ise 1.597,41 YTL’ye yükselmiştir. Bu durumda, 4 kişilik bir ailenin yalnızca gıda harcaması yapması halinde, asgari ücretle geçinmesi olanaksızdır. Eşlerden ikisinin de çalışması halinde, aile, yine açlık sınırında yaşamaya devam edecektir.

TEORİDE VE TARİHTE ASGARİ ÜCRET
Sermayenin profesyonel iktisatçıları, son yirmi yılda emekçilere karşı yürütülen ideolojik taarruzun başarısından güç alarak, asgari ücret sorununu tartışırken, asgari ücretin düzeyini değil, asgari ücret olgusunu tartışmaya açmaktadır. Bu iktisatçılar, 19. yüzyıl ortalarında klasik ekonomi politiğe karşı yürütülen bilinçli deformasyon çabaları sonucunda oluşturulan yüzeysel burjuva iktisadının (neoklasik iktisat) teorik yaklaşımından hareket ederek, ücret düzeyinin, işgücü piyasasında serbestçe belirlenmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Bunlara göre, devletin piyasa mekanizmasına asgari ücret belirleme gibi yöntemlerle müdahale etmesi ya da işçilerin sendikaları aracılığıyla toplu sözleşme yapması, piyasa mekanizmasının işlemesine engel olmakta, bu nedenle işsizlik ortaya çıkmaktadır. Çünkü, savundukları yüzeysel ve gerçek-dışı teorik yaklaşım, ücretlerin tam rekabet şartlarının geçerli olduğu piyasa mekanizması aracılığıyla belirlenmesi halinde, ücret düzeyinin, işçinin verimliliğini yansıtacak düzeyde olacağını, böylece ekonomide tam istihdamın sağlanacağını söylemektedir. Eğer ücretler, piyasa mekanizmasının saptayacağı düzeyin üzerinde belirlenirse, firmalar, yani patronlar, ücret düzeyi işgücünün verimliliğini aştığı için, istihdamı sınırlayacaktır. Öyleyse işsizliğin nedeni, ücretlerin, işgücünün verimliğini yansıtmaktan uzak olmasıdır. Başka bir deyişle, burjuva iktisatçılara göre, işsizliğin nedeni, kapitalizmin işleyiş yasaları değil, ücretlerin yüksek olmasıdır.
Yüzeysel burjuva iktisadına göre, ücretler, işgücü piyasasında arz ve talep tarafından belirlenmektedir. Burjuva iktisadının ortaya koyduğu modele göre, işgücü talep eden firmalar, işe alınan son işçinin üretime yaptığı katkı sıfırdan büyük olduğu sürece, işçi istihdam etmeye devam etmektedir. Bu modelde, işgücü arz edenler ise, burjuva iktisadının hanehalkları olarak ifade ettiği işçilerdir. Modele göre, işçiler, birer “haz makinesi” olarak hareket eden rasyonel bireylerdir. Ne kadar çalışacaklarına, aylaklık etmenin sağlayacağı fayda ile çalışmaları halinde elde edecekleri gelir arasında yapacakları bir seçim süreci sonunda karar verirler. Bu seçim süreci sonunda bir işgücü arz eğrisi elde edilir. Ücret düzeyi, işgücü arz eğrisi ile talep eğrisinin kesiştiği noktada belirlenir. Bu ücret düzeyi, aynı zamanda tam istihdamı sağlar.
Görüldüğü gibi, burjuva iktisadının harika dünyasında, işçi sınıfı değil, işgücü arzeden bireyler sözkonusudur. Oysa, her işçinin kendi yaşamından bildiği gibi, işçilerin böyle bir seçim lüksü yoktur. Engels’in vurguladığı gibi, “Köle ömür boyu çalışması için satılır. İşçi ise, kendi kendini her gün ve her saat satmak zorundadır.” Burjuva iktisatçılarının, ancak dinsel terimlerle ifade edilebilecek bir bağlılıkla savundukları bu teorik modelin temel amacı, kapitalizmin işleyiş yasalarını gözlerden saklamak ve kapitalist sömürüyü meşrulaştırmaktır.
19. yüzyılın başlarından itibaren sanayi kapitalizminin gelişmesi, işçi sınıfının hem sayısal olarak büyümesine, hem de büyük fabrikalarda çok sayıda işçinin bir araya gelmesine yol açmıştır. İşçi sınıfı, kapitalist sömürüye karşı bireysel tepkiler geliştirdiği emekleme döneminin ardından, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, “vahşi kapitalizme” karşı kendi sendikal ve siyasal örgütlerini oluşturmuş, yürütülen zorlu mücadeleler sonucunda, kapitalist sömürüyü dizginlemek için önemli kazanımlar elde etmiştir. Asgari ücret, bu kazanımlardan birisidir. Asgari ücret, en yalın haliyle, artık değer sömürüsüne bir üst sınır koymaya dönük bir kazanımdır. Elbette, bu kazanım, işgününü sekiz saatle sınırlamaya yönelik diğer kazanımlarla birlikte bir anlam ifade etmektedir. Asgari ücret sayesinde, işçinin kapitaliste satmak zorunda olduğu bir meta olan emekgücünün karşılığında elde edeceği gelirin, kendisinin ve ailesinin asgari bedensel ve ruhsal gereksinimlerini, kira, yakacak, giyim ve eğitim gibi temel harcama kalemlerini karşılaması sağlanmaya çalışılmıştır.
Kapitalistler, asgari ücret kazanımı ile ücretlere bir alt sınır konulmasının artı değer sömürüsünü sınırlaması nedeniyle, asgari ücreti sürekli olarak düşük belirlemeye çalışmıştır. İşçi sınıfı ise, asgari ücretin, tüm sektörlerdeki ücret düzeyi bakımından taşıdığı stratejik önem nedeniyle, asgari ücretin belirlenmesi konusuna büyük ilgi göstermiştir. Dolayısıyla, asgari ücretin belirlenmesi süreci, işçi sınıfı ve kapitalist sınıfın belli bölüklerinin değil, tümünün karşı karşıya geldiği bir süreç olmuştur. Bu nedenle, kapitalist devletler, asgari ücretin belirlenmesi sürecine etkin bir şekilde müdahale ederek, sürecin açık bir çatışmaya dönüşmesini engellemeye çalışmış ve meseleyi bir sosyal politika oluşturma sürecine indirgeyerek, tarafsızlık görüntüsü altında, sermaye lehine hakemlik etmişlerdir.

ULUSLARARASI REKABET, KAPİTALİZMİN YENİDEN YAPILANDIRILMASI VE ASGARİ ÜCRET
Asgari ücretin düşürülmesi yönündeki önerilerin başlıca dayanağını, düşük işçilik maliyeti ile özellikle emek-yoğun sektörlerde büyük bir güç haline gelen Çin ile rekabet etme sorunu oluşturmaktadır. Çin ile rekabet sorunu, Türkiye açısından, özellikle 2005 yılında, Dünya Ticaret Örgütü anlaşmaları çerçevesinde tekstil kotalarının kaldırılması sonucunda ortaya çıkmıştır.  Türkiye gibi ülkeler için uluslararası piyasalarda rekabet etmek amacıyla ücretlerin bastırılmasına dayanan ve “ihracata dayalı büyüme stratejisi” adı verilen yönelim ise, yaklaşık 25 yıl önce gündeme gelmiştir. Bu strateji, IMF ve Dünya Bankası terminolojisinde, yeni sanayileşen ülkeler olarak adlandırılan Türkiye, kimi Uzak Doğu ve Latin Amerika ülkeleri için, uluslararası kapitalizmin belirlediği yeni işbölümünü ifade etmektedir. “İhracata dayalı büyüme stratejisi”, esas olarak emek-yoğun sektörlerin dinamizmine dayanmaktadır. Dinamizmi yaratan temel unsur ise, ücretlerin bastırılmasıdır. Türkiye’de bu amaçla gündeme gelen 24 Ocak Kararları ve onu izleyen 12 Eylül Darbesi ile birlikte, işçi sınıfı büyük bir baskı altına alınmış, sendikalar yasaklanmış, reel ücretlerde büyük düşüşler yaşanmıştır. Tüm bu gelişmeler, uluslararası kapitalizmin 1970’li yıllarda içine girdiği kriz konjonktürünü aşmak için gündeme getirdiği yeni mekanizmaların bir parçasını oluşturmaktadır.
1980’li yıllardan itibaren, uluslararası kapitalizmin, kâr oranlarının düşmesi eğilimine karşı geliştirdiği başlıca mekanizmalar, enformelleşme (kayıtdışılık), işgücü piyasalarında esnekleştirme, sosyal hakların geriletilmesi ve geleneksel olarak devletin karşıladığı toplumsal hizmetlerin piyasalaştırılması, sermayenin düşük ücret bölgelerine kaçması biçiminde ortaya çıkan coğrafi hareketlilik ve başta mali işlemler alanında olmak üzere, hizmet sektöründeki büyük gelişme olmuştur. İletişim ve ulaştırma teknolojisindeki büyük gelişmeler, bu yeni mekanizmaların yaşama geçirilmesini olanaklı kılmaktadır. 1970’li yıllardan günümüze, uluslararası kapitalizmin yaşadığı dönüşüm sürecinin temel karakteristikleri, bir yandan giderek güçlenen tekelleşme eğilimi ile diğer yandan bu eğilimin bir parçası olan parçalanma eğilimi olmuştur. Parçalanma eğilimi, büyük tekellerin, büyük fabrikalarda yapılan geniş ölçekli üretimin yarattığı güçlü sendikal örgütleri etkisiz kılmak ve düşük ücret dayatabilmek için, işin çeşitli süreçlerini taşerona devretmesini, sipariş üzerine üretim yapan ve büyük tekellerin piyasadaki dalgalanmalardan doğrudan etkilenmesini engelleyen, küçük ölçekli, ancak tekellerle bağımlı şirketlerin yaygınlaşmasını ifade etmektedir. Bu küçük ölçekli firmaların, büyük tekellere göre, yasal yükümlülüklerden kaçması daha kolay olmakta, ve çoğu kez kağıt-üstü kurdurulan bu tür taşeron firmalar aracılığıyla, sendikal yapılar zayıflatılmaktadır. Büyük tekellerin denetimindeki küçük firmalarda, sendikasız, sigortasız, kaçak işçi çalıştırmak daha kolay olmaktadır.
Türkiye işçi sınıfı üzerinde asgari ücretin düşürülmesi talebi ile yeni bir boyut kazanan ücret baskısı, uluslararası kapitalizmin değindiğimiz bu yeni mekanizmalarından kaynaklanmaktadır. Patron sözcülerinin demagojik bir biçimde diline doladığı kayıtdışı istihdamın engellenmesi savı, enformelleşme, yani kayıtdışılık eğiliminin, Türk sermayesinin bir parçası olduğu uluslararası kapitalizmin temel mekanizmalarından birisi olduğunu gözardı etmeye çalışmaktadır. Üstelik, asgari ücretin farklılaştırılması ya da düpedüz düşürülmesi, kuşkusuz kayıt-dışılığın önlemi olamaz. Bu, “dipsiz bir kuyu”dur. Bu kez, daha düşük ücret için kayıt-dışına başvurulacak ve pirim, vergi vb. “ek masraflar”dan kaçma yolu olarak kullanılacaktır.
Sermaye örgütleri ve sözcülerinin, asgari ücretin farklılaştırılmasını talep ederken öne sürdükleri kayıt-dışı istihdamın önlenmesi gerekçesi, yalnızca kapitalizmin güncel eğilimleri ile çatıştığı için değil, kapitalist düzenin gerçeklerine uymadığı için de bir demagojiden ibarettir. Çünkü kapitalist düzende, patronlar için, yasalarda belirtilen yaptırımlar yalnızca kağıt üzerindedir. Kayıt-dışı istihdam nedeniyle hiçbir patron, kovuşturmaya uğramamıştır. Aksine, her gelen hükümet, patronların SSK ve vergi borçları için af çıkarmaktadır. Patronların, asgari ücret üzerindeki vergi ve sigorta prim yüklerinin yüksek olduğu yönündeki şikayetlerinin temel nedeni, bir yandan birikmiş prim ve vergi borçlarının silinmesi yönünde kulis yapmak, diğer yandan asgari ücretten kesilen vergi ve primlerin düşürülmesini sağlayarak, aradaki farka el koymaktır. Dolayısıyla, patronların asgari ücretten kesilen verginin azaltılması önerisinin işçi sınıfı lehine bir içeriği yoktur. Patronların bu konudaki niyetini, ASO Başkanı’nın yukarıda aktardığımız sözleri ele vermektedir. ASO Başkanı, “teşvik kapsamı dışında bulunan illerde asgari ücret yine 350 milyon lira olarak uygulansın, bu tutardan alınan sigorta ve vergi yükü azaltılsın” demektedir. Yani patronlar, asgari ücretten işçinin ödediği vergi azaltılsın, ama aradaki fark işçiye yansıtılmasın, bizim cebimizde kalsın demektedir. Çünkü gelir vergisi, net asgari ücretten değil, brüt asgari ücretten kesilmektedir.
01.01.2005 – 31.12.2005   
16 YAŞINI DOLDURMUŞ İŞÇİLER İÇİN ASGARİ ÜCRETİN NETİNİN HESABI (YTL/AY)   
ASGARİ ÜCRET    488,70
SSK PRİMİ % 14    68,42
İŞSİZLİK SİG.FONU % 1    4,89
GELİR VERGİSİ %15    62,31
DAMGA VERGİSİ % 06    2,93
KESİNTİLER TOPLAMI    138,55
NET ASGARİ ÜCRET    350,15
İŞVERENE MALİYETİ (TL/AY)   
ASGARİ ÜCRET    488,70
SSK PRİMİ % 19.5 (İşv.Payı)    95,30
İŞVEREN İŞSİZLİK SİG.FONU % 2    9,77
İŞVERENE TOPLAM MALİYET    593,77
Patronların asgari ücretten yapılan SSK prim kesintilerinin azaltılması yönündeki talepleri ise, SSK’nın tasfiyesi, sağlık ve emeklilik sisteminin özelleştirilmesi yönündeki sermaye planlarının bir parçasını oluşturmaktadır.
Sermaye cephesinin incelikle tasarlanmış planlarına karşı, kapitalizmin safdil savunucusu Adam Smith, 1776 yılında yayınlanan Ulusların Zenginliği adlı eserinde şu uyarıyı yapmaktadır:
“Bu kesimden gelen ticaretle ilgili yeni bir yasa ya da tüzük önerisi, daima büyük bir dikkatle dinlenmeli, uzun uzadıya hem büyük bir kuşkuyla hem de büyük bir özenle dinlenmeden asla kabul edilmemelidir. Çünkü bu öneriler, çıkarları hiç bir zaman genel çıkarlarla bütünüyle uyuşmayan, genel olarak halkı aldatmakta ya da ezmekte çıkarı olan ve dolayısıyla birçok kez hem halkı aldatmış ve ezmiş olan kesimden gelmektedir.”
Sonuç olarak, sermaye cephesi, ülkedeki işsizlikten, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin yaşadığı örgütsüzlük koşullarından yararlanarak, sermaye lehine kapsamlı bir yeniden yapılanmayı gündemine almıştır. Özelleştirme, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, iş yasasının değiştirilmesi, SSK’nın tasfiyesi, eğitim ve sağlığın özelleştirilmesi, kamu yönetimi ve yerel yönetim reformu adı altında sosyal kazanımların tasfiyesi ve kamuda işgüvencesinin ortadan kaldırılması, bu kapsamlı saldırının temel unsurlarını oluşturmaktadır. Asgari ücretin bölgelere göre farklılaştırılması yönündeki öneriler, sermayenin bu kapsamlı saldırısının son ayağını oluşturmaktadır. Ancak bu saldırının püskürtülmesi olanaksız değildir. İşçi sınıfının dünya görüşünün kurucusunun 150 yıl kadar önce söylediği gibi:
“… insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte olduğu yerde ortaya çıkar.”

Ücretler ve sınıf mücadelesi

Özgürlük Dünyası’nın Temmuz sayısında sermaye cephesinin gündeme getirdiği asgari ücret tartışmalarını ele almış ve asgari ücretin istisnasız bütün emekçiler için savunulması ve geliştirilmesi gereken bir mevzi olduğunu vurgulamıştık. Bu süreçte, sermaye örgütleri ve hükümetin asgari ücretin düşürülmesi konusunda kararlı olduğu, işçi emekçi cephesinden caydırıcı bir tepki gelmediği takdirde, öngörülen değişiklikleri hayata geçirmeye yönelecekleri ortaya çıktı. Bu yazıda, kapitalist düzende ücretlerle ilgili olarak sermaye sözcülerinin geliştirdikleri yanıltıcı iddiaları masaya yatıracağız.
Sermaye cephesinin emekçilerin ücret taleplerine karşı geliştirdiği iddialar, sanayi kapitalizminin iki asıra uzanan tarihi boyunca farklı biçimlerde dile getirilmiş olsa da, özünde işçi sınıfına karşı burjuvazinin sınıf çıkarlarını koruma içgüdüsüne dayanmaktadır. Üniversitelerde okutulan yüzeysel burjuva iktisadı da, söz konusu argümanları bilimsel bir kılıfla savunmakta, sermaye cephesine ideolojik destek sunmaktadır.
Kapitalist toplumlarda iktisadi faaliyet, üretim sürecinde işçi sınıfının yarattığı artık ürüne nasıl el konulacağı ve bu artık ürünün nasıl büyütüleceği sorunu etrafında biçimlenir. Bu nedenle, 18. yüzyılda gelişen bilimsel politik ekonomi, iktisadi artığın doğrudan üreticilerden çekilip alınması ve bu artığın büyütülmesini düzenleyen toplumsal ilişki ve süreçlerin çözümlenmesine odaklanmıştır. Kapitalizmin, sosyo-ekonomik bir sistem olarak, feodal düzenin bağrında boy verdiği Batı Avrupa’da gelişen bilimsel politik ekonomi, burjuvazinin, feodal sınıflara karşı verdiği mücadele içerisinde tarihsel olarak ilerici bir rol oynadığı özel bir dönemin ürünüdür. Bu yüzden, klasik politik ekonomi, burjuva sınırları içinde gelişmesine ve burjuva bakış açısının sınırlarına tabi olmasına karşın, kapitalist toplumun temel iktisadi süreçlerine odaklanmış ve bilimsel kaygıları göz ardı etmemiştir. İngiltere’de David Ricardo’nun kişiliğinde en yüksek biçimine ulaşan klasik politik ekonomi, emek-değer teorisini benimsemiş, ve iktisadi mekanizmayı, çıkarları birbirine karşıt sınıflar bakımından incelemiştir. Ricardo, Ekonomi Politiğin İlkeleri ve Vergilendirme adını taşıyan eserinin girişinde, politik ekonominin amacını şöyle açıklar:
“Toplumun farklı aşamalarında yeryüzünden sağlanan toplam üretimin, [yeryüzünün işlenebilmesi için gerekli olan toprağın sahipleri, sermaye sahipleri ve emeğiyle yeryüzünü işleyen emekçiler] arasında rant, kâr ve ücret olarak paylaşımı farklı olacaktır. Rant, kâr ve ücretler, esas olarak toprağın fiili üretkenliğine, sermaye ve nüfus birikimine ve tarımda kullanılan ustalık, yaratıcılık ve araçlara bağlıdır. Bu bölüşümü düzenleyen yasaların belirlenmesi Politik Ekonominin temel sorunudur.”
Ne var ki, Ricardo’nun ölümünü izleyen dönemde, bilimsel politik ekonominin yazgısını belirleyen gelişmeler olmuştur. Bu dönemde, hızla gelişen sanayi kapitalizminin yarattığı işçi sınıfı, kapitalist sömürüye karşı bağımsız bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Burjuvazi ise, geçmişte feodalizme karşı ittifak yaptığı işçi sınıfının kendi iktidarına karşı oluşturduğu potansiyel tehdit karşısında, bu kez, feodalizmin kalıntısı olan sınıflarla işbirliğine gitmiştir. Mülkiyetin kutsal bayrağı altında gerçekleştirilen bu işbirliği, burjuva sınırlar içerisindeki bilimsel politik ekonominin de sonunu hazırlamıştır. Marx, Kapital’in Almanca Baskısına yazdığı sonsözde bu dönemi şöyle değerlendirir:
“İngiltere’yi ele alalım. Orada ekonomi politik sınıf savaşının henüz az geliştiği bir dönemde doğmuştur. Onun son büyük temsilcisi Ricardo, sonunda bilinçli olarak sınıf çıkarlarının, ücret ve kârın, kâr ve rantın karşıtlığını, bu karşıtlığı, safça, doğanın toplumsal bir yasası kabul ederek, araştırmalarının hareket noktası yapar. Ancak buradan hareketle, burjuva ekonomi bilimi, aşamayacağı sınırlara gelip dayanmıştır. Bu bilim Ricardo daha hayattayken ve ona karşı olarak Sismondi’nin kişiliğinde eleştiri ile karşı karşıya geldi.
“Bunu izleyen 1820-1830 dönemi, İngiltere’de ekonomi politik alanında bilimsel etkinliklerle dikkat çeker. Ricardo’nun teorisinin vülgerleştirildiği, ve yayıldığı kadar, bu okulun eski okula karşı bir savaşım verdiği bir dönemdi. Parlak karşılaşmalar yapıldı.
“…..Fransa ve İngiltere’de burjuvazi siyasal iktidarı ele geçirmişti. Bundan sonra sınıf savaşımı, pratik olduğu kadar teorik olarak da gitgide daha açık ve tehdit edici biçimler aldı. Bu, bilimsel burjuva ekonomisinin ölüm çanını çalıyordu. Artık bundan sonra, şu ya da bu teoremin doğru olmaması değil, ama sermayeye yararlı mı yoksa yararsız mı, gerekli mi yoksa gereksiz mi, siyasal bakımdan tehlikeli mi yoksa tehlikesiz mi olduğu sözkonusuydu. Çıkar gözetmeyen araştırmaların yerini ücretli yumruklaşmalar, gerçek bilimsel araştırmaların yerini kara vicdanlı ve şeytanca mazur göstermeler almıştı.” (vurgu sonradan)
Bugün yüzyüze bulunduğumuz egemen burjuva iktisat anlayışı, Marks’ın yukarıda ele aldığı sürecin 1870’lerde mantıksal sonuçlarına ulaşması ve yalnızca görünümlerle ilgilenen yüzeysel bir iktisat anlayışının matematik bir kesinlik içinde formüle edilmesiyle oluşmuştur. Tekelci medyanın köşelerinden, ekranlardan ve üniversite kürsülerinden, soğuk ifadelerle “işsizliğin nedeni işçilerin verimsizliğidir” diye konuşanlar, tarafsız olduklarını ve bilimin yöntemiyle konuştuklarını öne sürmektedirler. Oysa, akademik iktisatın tüm meziyeti, tarafsızlık görüntüsü altında, burjuvazinin gündelik çıkarlarını teknik ve yavan bir dille korumaya çalışmaktan ibarettir. Şimdi bu akademik yavanlıkları masaya yatıralım.

YÜKSEK ÜCRETLER İŞSİZLİK Mİ YARATIR?
Sermaye sözcüleri, ücretlerin yüksek olması halinde, yatırım için gerekli fonu oluşturan kârlar azalacağı için “işverenler”in yeni yatırım yapamayacaklarını, bu nedenle, yüksek ücretlerin işsizliğe yol açacağını savunurlar. Aynı meselenin üniversitelerin iktisat kürsülerinde dile getirilişi ise, yüksek ücretlerin, ücretlerle verimlik arasındaki ilişkiyi ortadan kaldıracağı, bunun ise, işsizliğe yol açacağı şeklindedir.
Önce, ücretlerin yüksek olması halinde yatırımların azalacağı tezini ele alalım. Kapitalist toplumda, aşağıda ele alacağımız gibi, ücret ile kâr arasındaki karşıtlık, sınıf mücadelesinin iktisadi temelini oluşturur. Ancak, ücret düzeyleri ile kapitalistlerin yatırım kararları arasında kesin bir ilişki yoktur. Kapitalizmin tekelci aşamasında, şirketler, tekelci fiyatlama ile maliyetlerini belli sınırlamalar içerisinde fiyatlara yansıtma olanağına sahiptir. Bunun yanı sıra, üretimin, herhangi bir plana dayanmadan, piyasa anarşisi içerisinde örgütlendiği kapitalist düzende, kapitalistlerin yatırım kararı almasında psikolojik beklentiler de rol oynar. Ünlü burjuva iktisatçısı Keynes, kapitalistlerin, yatırım yaparken, hayvani içgüdülerle hareket ettiğini söylemiştir.
Öte yandan, sermaye birikim sürecinde doğal bir eğilim olarak ortaya çıkan “kâr oranının düşme eğilimi” nedeniyle patlak veren kapitalist krizler, yatırımların durmasına ve yığınsal işsizliğe yol açar. Bu sonucun ücret düzeyleri ile hiçbir ilgisi yoktur. Kapitalist ekonomi, ücretlerin yüksek olması nedeniyle değil, tam tersine, ücretleri düşürerek yığınların satın alma gücünü düşürdüğü için krize girer. Ancak kapitalizm, bitip tükenmeyen kâr hırsı ve acımasız rekabet nedeniyle krizlerden kurtulamaz.
Yüksek ücretlerin, ücretlerle verimlik arasındaki ilişkiyi ortadan kaldıracağı, bunun da işsizliğe yol açacağı yönündeki iddia ise, işçi sınıfının ücret taleplerine karşı sermayenin en sık kullandığı ideolojik silahlardan birisidir. Sermaye cephesinin bu iddiasının temelsizliğini kanıtlamak için, meseleye tersinden bakmak yeterlidir. Acaba işçi sınıfının düşük ücret düzeyini kabullenmesi, işsizlik sorununu çözer mi?
Düşük ücretlerin işsizlik sorununu çözmediğini, Türkiye işçi sınıfı halen acı bir şekilde yaşamakta olduğu deneyimden bilmektedir. Bugün, son yirmi yılın en düşük ücret düzeyleri geçerli olduğu halde, işsizlik azalmamakta, tersine artmaya devam etmektedir. Kapitalizmin yaşadığı en büyük kriz olan 1929 krizinde, ücretler çok büyük oranda düşmesine karşın, işsizlik oranları, azalmak şöyle dursun, artmaya devam etmiştir. Daha yakın bir tarihten örnek verecek olursak, 1970’li yılların sonlarından beri, başlıca ileri kapitalist ülkelerde, işsizlik oranları yüzde 10’lar civarında seyretmektedir. Aynı süreçte, kapitalist dünyanın her yerinde, reel ücretler her geçen yıl daha fazla aşınmıştır. Üstelik, toplumsal artı-değer havuzundan karşılanan ve ücretlerle yakından ilişkili olması nedeniyle toplumsal-ücret olarak adlandırılan sosyal kazanımların (eğitim, sağlık, sosyal güvenlik) budanması da, reel ücret kayıplarını derinleştirmiştir.

Şekil.1’de, 1988’den 2001 yılında kadar özel sektör imalat sanayindeki ücret ve işgücü verimlik endekslerinin seyri yer almaktadır. Kolayca görüleceği gibi, ücretler, 1989 Bahar Eylemleri’nin kazanımları ile birlikte, verimlilik artışlarını yakalamış, ne var ki, 1994 kriziyle birlikte, ücret ve verimlilik ilişkisi kopmuştur. Daha uzun zaman aralıkları için yapılan başka çalışmalarda, sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerde ücretlerin arttığı (örneğin 1970’li yılların ortaları), buna karşılık işçi sınıfının yenilgiye uğratıldığı dönemlerde (örneğin 1980 sonrası), ücretlerin azaldığı görülmektedir.
İleri kapitalist ülkeler için yapılan çalışmalarda, 1960’lı yılların sonlarından bu yana ücretlerle verimlilik ilişkisinin giderek koptuğu, reel ücretler giderek azalırken, sömürü oranının tam olmasa bile yakın bir göstergesi sayılabilecek olan işgücü verimliliğinin arttığı görülmektedir. Tüm bunlar, burjuva iktisatçılarının ücretleri işgücü verimliliğinin belirlediği tezini çürüten örneklerdir.
Ücretlerin verimliliği yansıtması gerektiği yönündeki iddia, değeri, nesnel, yani ölçülebilir bir büyüklüğe bağlayan klasik politik ekonominin aksine, metanın kullanım değeri ile ilişkili olan öznel unsurlara (fayda) bağlayan yüzeysel burjuva iktisadının teorik çerçevesinin ürünüdür. Yüzeysel burjuva iktisadı, emek-değer teorisini yadsımak için, öncelikle değeri, büyüklüğü her birey için farklı olan öznel bir unsura, faydaya bağlamıştır. Öte yandan, emeğin değerin temel kaynağı ve ölçüsü olduğu düşüncesini iktisattan silmek için, sermaye ve tabiatın da emek gibi birer üretim faktörü olduğunu öne sürmüştür. Böylece, emek değer teorisinin sonucu olan tüm değerin yaratıcısının emek olduğu gerçeği yerine, farklı bir şekilde tanımlanan “değer”in, emek, sermaye ve toprak (tabiat) şeklinde üç farklı üretim faktörü tarafından yaratıldığı iddiası geçirilmiştir.
Burjuva iktisadına göre, üretim sürecine katılan üretim faktörlerinden her birisinin bir birimine yapılacak ödeme, o faktörün verimliliğini yansıtmaktadır. Sonuçta, sermayedarın ve toprak sahibinin üretim süreci sonunda ele geçirdiği artık-değer, mülk sahipliğinden dolayı değil, ellerinde bulundurdukları üretim faktörlerinin verimliliğinin karşılığı olmaktadır! Böylece, işçinin kapitalist tarafından sömürüldüğünü söylemenin bir anlamı kalmayacaktır. Keza, herkes ne üretiyorsa, onun karşılığını almaktadır. Ürünün piyasa değerinden elde edilen hasılattan, sermaye faizini, toprak sahibi kirasını, işçi ise ücretini almakta, kimse kimseyi sömürmemektedir!
Ne var ki, gerçek yaşam, bu harikalar dünyasından çok farklıdır. Öncelikle yüzeysel burjuva iktisadının sermayenin üretken olduğu tezini ele alalım.

KÂRIN KAYNAĞI SERMAYENİN ÜRETKENLİĞİ Mİ?
Kapitalist, artık-değer elde etmek amacıyla, belli bir para sermaye ile işe girişir. Bununla üretim araçlarını satın alır. Üretimde bulunmak için gereksindiği araçlar, genellikle içinde üretim yapılan bir fabrikayı, makineler ve hammaddeleri ve çeşitli yardımcı maddeleri kapsar. Ama tüm bunlar, üretime hazırlıktan başka bir şey değildir. Kapitalistin üretim sürecini gerçekleştirmek için, başka bir metaya, yani emekgücüne gereksinimi vardır. Emekgücü kendi değerinin üzerinde ve ötesinde değer yaratmaya muktedir olan tek metadır. Öncelikle, burada durup bu sermayenin nereden geldiğine bakalım.
Kapitalistin para sermayesi aracılığıyla üretim sürecine koştuğu sermaye, birikmiş emek ürünüdür. Bunlar, geçmişte, işçinin ürettiği değerlerdir. Kapitalist, bunlara, kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde el koymuştur. Ancak bu sürecin bir başlangıcı olmalıdır. Marx, Grundrisse adlı notlarında sermayenin ilk oluşumunu şöyle açıklar:
“Sermayenin ilk oluşumu sanıldığı gibi, sermayenin ihtiyaç maddelerini, iş araçlarını, hammaddeleri, kısacası emeğin topraktan bağımsızlaşmış ve insan emeğiyle ruh kazanmış olan nesnel koşullarını üst üste koymasıyla olmaz. Sermaye emeğin nesnel koşullarını yaratmaz. Sermayenin ilk oluşumu, salt parasal servet biçiminde hazır bulunan değerin, eski üretim tarzının tarihi çözülme süreci sayesinde, bir yandan emeğin nesnel koşullarını satın alabilme, bir yandan özgürleşen işçilerle para karşılığı canlı emek mübadelesine girebilme imkanına kavuşmasından ibarettir.”
Kapitalistin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti, bir zamanlar kendi üretim araçlarına sahip olan, ancak bunlardan koparılan işçinin de, hayatta kalabilmek için, sermayeye tabi olmasını zorunlu kılar. Bu nedenle sermaye, yalnızca üretim araçları ya da para değil, aynı zamanda bir toplumsal ilişkidir. Sermayenin varolma koşulları, aynı zamanda ücretli emeğin de varolma koşullarını yaratır. Bu koşullar, Batı Avrupa’da 15. yüzyıldan 19. yüzyıla uzanan dönemde, büyük bir toplumsal yıkım pahasına, kan ve şiddetle yaratılmıştır. Marx, Adam Smith’den esinlenerek ilkel birikim adını verdiği bu sürecin dehşet verici öyküsünü, Kapital’in I. Cildinin 26. Bölümü’nde çarpıcı bir dille anlatmıştır.
Sermayenin verimliliği meselesine dönelim. Sermayedarın elindeki para sermayesi ile, üretime girişmek için sabit ve dolaşan sermaye unsurlarını satın aldığını ya da elde ettiğini söylemiştik. Şimdi, bunlarla üretim yapabilmek için, emek gücüne gereksinim duyacaktır. Gereksinim duyduğu emekgücü, yukarıda anlatılan süreçle “amele pazarına” sürüklenmiş işçiler tarafından satılmayı beklemektedir.
İşçi, hayatta kalabilmek için emekgücünü satmak zorundadır. Aksi halde açlıktan ölme özgürlüğüne sahiptir. Eğer işçi, malların mübadele edildiği pazara kendi emekgücü dışında satacak bir şey getirebilseydi, sözgelimi, satacak bir dikiş makinesi olsaydı, karşısındaki alıcı (diyelim ki kapitalist), bu alışverişten herhangi bir kâr sağlayamaz, herhangi bir artı-değer gerçekleştiremezdi; çünkü değer yasasına göre, eşdeğerler değişilir; bir emek miktarı eşit miktarda emekle değişilir. Oysa işçinin satacak bir dikiş makinesi yoktur. O, pazara, yalnızca kendi emekgücünü getirmiştir. Ancak sattığı bu emekgücü, başka mallardan farklı bir özelliğe sahiptir. İşçinin emek-gücü, kendi içinde gerçekleştirilen emekten daha fazla maddeleşmiş emeği gerçekleştirme özelliğine sahiptir. Başka bir deyişle, işçinin emekgücü, emek-gücünün yarattığı üründen daha az değere sahiptir. İşçinin emekgücünün değerinin parasal karşılığı “ücret”tir. Ücret, işçinin emekgücünün yeniden üretilmesi için gerekli zorunlu gereksinim maddelerinden ya da bu maddelerin değerinden oluşur. Ancak vurguladığımız gibi, emekgücünün değeri, yarattığı değerden daha düşüktür. Aradaki bu farkı, kapitalist, kâr olarak cebe indirir. Bütün üretim sürecinin temel amacı, işçinin ürettiği bu fazlalığa el koymaktır.
Kapitalist düzende, sermaye sahibinin, üretim sürecini gerçekleştirmek için işçilere teslim ettiği sabit sermaye ve döner sermayenin değeri, yeni üretilen metalara aynen aktarılır. Bu nedenle, bu sermaye unsurlarına, değişmeyen sermaye denilir. Ancak, işçinin emekgücünü kullanarak elde ettiği yeni metada, işçinin emekgücünün değerinden, yani ücretten daha fazla bir değer gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle, kapitalist için emekgücü, değişken sermayedir. Yani yeni metaya kendi değerinin üzerinde bir değer aktaran bir sermaye unsurudur. Dolayısıyla, emekgücüne yapılan yatırım, patron için bir sermaye yatırımıdır. Başka bir deyişle, patron, iş vermemekte, sermaye yatırımı yapmaktadır.
Sermaye kendi başına üretken kapasiteye sahip olmadığına ve yalnızca emek sayesinde değer yaratılmasına aracılık ettiğine göre, sermayedarın sahip olduğu sermaye ile faiz ve kâr elde etmesinin geçerli bir nedeni var mıdır? Sermaye sözcüleri ‘evet’ diye yanıt verirler; sermayedar, elindeki para-sermayeyi hemen tüketmek yerine, “yatırım yaparak”, tüketimden feragat etmiş, fedakarlık yapmıştır. Dahası, yatırım yaparak işsizlere “iş vermiş”, onlara gelir sağlamıştır. Üretimden elde edeceği faiz de, bu fedakarlığın, paradan uzak kalmanın ödülüdür. Anaokullarında bile okutulmaması gereken bu gülünç iddia, ne yazık ki, üniversitelerde okutulmaktadır.
Burjuva iktisadı, derinde yatan gerçek süreçlerle değil, görünümlerle ilgilendiği için, akla yatkın görünen bir mantık yürütür. Faizi sermayenin üretkenliğinin ödülü olarak gösterirken, kategorik olarak bir artık değer unsuru olan kârı, kapitalistin (burjuva iktisadının dilinde girişimcinin) karşılaştığı riskin ve belirsizliğin ödülü olarak yansıtır.
Kapitalist üretim tarzının temel amacı, yatırım yaparak işsizliği azaltmak ve halkın tüketim gereksinimlerini karşılamak değildir. Kapitalistlerin temel amacı kâr elde etmektir. Kapitalistler, belli bir yatırımı yaparken, o yatırımın sağlayacağı istihdam düzeyi ya da halkın o yatırımın sonucu olan mal ve hizmetleri daha kaliteli ve ucuz bir şekilde elde etmesi ile değil, söz konusu yatırımın kâr potansiyeli ile ilgilenirler. Dolayısıyla, kapitalistin karşılaştığı risk, fabrikasında üretilen malları değerinin altında satma riskidir. Bu durumun tüm kapitalistler için genelleşmesi halinde, bir iktisadi krizden söz edilir. Kriz anında kapitalistin ilk tepkisi ise, işçilerine kapıyı göstermektir. Patron, işlerin düzelmesi ile er ya da geç malını satacaktır. Yani asıl risk, işçinin riskidir. Patronlar, kriz çıktığında, iflas bile etse, aç kalma riski ile karşılaşmaz, işçi ise işini kaybettiğinde, kendisi ve ailesi çok kısa sürede açlığın kollarına düşer.

HEPİMİZ AYNI GEMİDE MİYİZ?
Sermaye sözcüleri, özellikle kriz dönemlerinde, ekonominin zor günler geçirdiğini, bu nedenle, işçi patron, herkesin elini taşın altına koyarak fedakarlık yapması gerektiğini söylerler. 1994 krizinde, bu amaçla, basın yayın organları aracılığıyla etkili bir kampanya yürütülmüştü. Kampanyanın ana slogan ise şöyleydi; “Türkiye için çalışıyorum, Türkiye için üretiyorum, Başka Türkiye yok”. Kriz döneminde, işini kaybetmekle karşı karşıya olan işçi sınıfı, sermaye medyasının sözcülüğünü üstlendiği “ülkenin geleceği için, ücret artışı yönündeki taleplerin, ekonominin düze çıkacağı güne kadar ertelenmesi” yollu çağrılara olumlu yanıt verdi. Sonuç ise, şu oldu; 1994 yılında, bir önceki yıla göre ücret ve maaş gelirleri yüzde 5,8 azalırken, işçi ve emekçilere, “hepimiz aynı gemideyiz” diyerek fedakarlık çağrıları yapan patronların kâr, faiz ve rant biçimdeki gelirleri aynı oranda arttı. Sonuçta, krizin faturasını işçi ve emekçiler, yoksullaşarak ödediler. Üstelik, sermayenin tek kazancı bu olmadı; işçilere yapılan ikiyüzlü yurtseverlik propagandasının sağladığı milliyetçi atmosferde, yoksul Kürtlere yönelik saldırılar da büyük bir hız kazandı. Halka karşı yapılan “bin operasyon”un önemli bir bölümü bu dönemde icra edildi.
İşçilerin 1994 krizinde karşılaştıkları durum, işyeri düzeyinde de yaşanmaktadır. Özellikle ücret artış dönemlerinde, işçilerin patronla yaptıkları görüşmelerde sıkça karşılaştıkları yanıtlardan birisi, patronun, işlerin kötü gittiğini öne sürerek, ücret artışı yapamayacağını, aksi halde fabrikanın ya da işyerinin kapanmasının kaçınılmaz olduğunu ileri sürmesidir. Böylece işçiler, “insanca yaşamaya yetecek bir ücret mi yoksa işsizlik mi” seçeneği ile baş başa bırakılır. Eğer, sözkonusu işçiler sendikalı değilse, patronun tehdidi daha da etkili olur. Bu sorunu bütün işyerleri açısından ele aldığımızda, bütün kapitalistlerin, ücret artışı talebine değişik biçimlerde de olsa aynı yanıtı verdiğini görürürüz. Kapitalizmin acımasız rekabet koşulları altında, gerçekten, belli bir işyeri zor koşullar altında olabilir. Ama patron, zor koşullar altında olduğunu öne sürerek, işçiden fedakarlık istemesine karşın, işlerin iyiye gittiği dönemde, işçilere fazladan bir ödeme yapmaya yeltenmez. Örneklerini sıkça gördüğümüz gibi, evini ve arabasını değiştirir.
Kapitalistler, kriz dönemlerinde, ücret düzeyini düşürüp, daha fazla mesai ve daha verimli çalışma yöntemleri geliştirerek, sömürü oranını artırmaya çalışır. Yukarıda, 5 Nisan 1994 Krizi’nden sonra, işçi sınıfının fedakarlık çağrılarına olumlu yanıt verdiğini vurgulamıştık. Ancak kapitalist düzende işçiler ve patronlar aynı gemide değildir. İşçi emeğini satmadığı zaman, aç kalır. Patronlar için böyle bir risk yoktur. Üstelik, kriz, kapitalist üretim tarzının işleyişinin doğal bir sonucudur. Bu durumda, işçilerin patronlara, büyük bir özgüvenle, “kriz sizin kriziniz, fedakarlığı siz yapın” demesi gerekir.
Kapitalist üretim tarzı hiç bitmeyen bir kâr arzusu peşinde koşar. Bu nedenle, kapitalistler, bıkıp usanmadan her çareye başvurarak, emek tarafından yaratılan değerlerdeki payını çoğaltmaya ve işçiye ücret olarak giden payı azaltmaya çalışır.
Meseleyi daha anlaşılır kılmak için, işçi tarafından yaratılan değere “E” diyelim. Bu büyüklük, işçinin ürettiği metada cisimleşen canlı emek zamanıdır. Başka bir deyişle, işçinin metaya kattığı yeni değerdir. İşçilerin “E” için üretim sürecinde fiilen harcadıkları zaman, işgününün uzunluğu ile belirlenir. “E” büyüklüğü, birincisi, işçiye karşılığı ücret olarak ödenen gerekli emek zamanı, diğeri ise, patron tarafından el konulan artık emek zamanı olmak üzere, iki kısımdan oluşur. İşçilerin kendilerini yeniden üretmelerini için gerekli zaman, hem hayatta kalabilmek için tükettikleri malların miktarı hem de bu malları üretmek için gerekli zamanla belirlenir. Gerekli emek miktarına değişken sermayenin kısaltması olarak “d”, artık emek zamanına “a” diyelim. Artı-değerin ücretlere oranı (a/d), artı değer oranı ya da sömürü oranı olarak adlandırılır.
Kapitalistin amacı sömürü oranını artırmaktır. Bunun için ya artı-değerin değerini artıracak ya da işçiye ödediği ücreti azaltacaktır. Artık-değerin büyüklüğü ve sömürü oranı, ya işgününün uzunluğunu artırarak dolaysız bir şekilde ya da belirli bir işgününün daha büyük bir kısmının artık-değer üretimine harcanmasını sağlayacak şekilde gerekli emek zamanını azaltarak, dolaylı biçimde artırılabilir. Artık-değeri ve sömürü oranını yükseltmenin bu ikinci yöntemi, ya işçilerin gerçek ücretlerinin azaltılmasını ya da emek üretkenliğinin artırılması yoluyla, işçilerin tüketim araçlarının daha kısa sürede üretilmesini gerektirir.
Artık-değer oranını yükseltmek için, kapitalistler sürekli bir mücadele yürütürler. Ne var ki, zaman içerisinde, işçi sınıfının artan gücü, işgününü uzatma ve ücretleri düşürme yönündeki çabaları sınırlamıştır. Bu durumda, artı-değer oranını yükseltmenin temel yöntemi, emeğin üretkenliğini artırmak olmuştur. Emeğin üretkenliği; ya işçiyi aynı ücret karşılığında saat başına daha fazla çalışmaya zorlamak yoluyla ya da üretim yöntemlerini geliştirerek, saat başına üretimi artırarak yükseltilir.
Kapitalist sınıf, her türlü yönteme başvurarak, işçilerin emeğiyle yaratılan yeni değerlerdeki payını artırmaya çalışır. Bu nedenle, kapitalistlerle işçilerin çıkarları birbirine taban tabana karşıttır. İşçiler ücretleri, patronlar ise, kârları artırmaya çalışır. Kapitalizmin tarihi, işçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasındaki bu mücadelelerin tarihidir. Sonuç olarak, işgününün gerekli zaman ve artık zaman arasında hangi orana göre bölüneceğini belirleyen bu mücadele, sınıf mücadelesinin iktisadi temelini oluşturur. Sınıf mücadelesi, masa başında oluşturulmuş tasarımların değil, kapitalist düzenin işleyişinin olağan bir sonucudur.
Kapitalist sınıf, kapitalist düzendeki temel çelişkiyi gözlerden saklamak ve işçilerin birleşik eylemini engellemek için, polisiye tedbirler almakla yetinmez, işçiler arasında, din, mezhep, etnik köken ve bölgesel farklılıkları kışkırtarak, düzenini korumaya çalışır. İşçilerin artan sömürüye karşı birleşik mücadeleye yönelmelerini engellemek için en sık başvurduğu yöntemlerden birisi de, işçilerin vatan sevgisini ve ulusal duyarlılıklarını istismar etmektir. Bu nedenle, özellikle kriz dönemlerinde, “hepimiz aynı gemideyiz” söylemine başvurur. Yaratılan milliyetçi atmosfer içerisinde, sınıf bilinçli işçilerin, “hepimiz aynı gemideysek, biz neden hep farelerin cirit attığı kazan dairesinde çalışırken, siz balo salonlarında içkilerinizi yudumlayıp keyif çatıyorsunuz?” şeklindeki itirazları gürültüye getirilir.
Kapitalist düzenin II. Dünya Savaşı’nı izleyen 20 yıl boyunca yaşadığı genişleme döneminde, Sovyetler Birliği’nin öncülük ettiği sosyalist dünyanın yarattığı baskının da etkisiyle, Batı dünyasında, işçi sınıfları, güçlü sendikalar aracılığıyla oldukça geniş kazanımlar elde etmiştir. Bu kazanımlar karşılığında, sendikalar, devlet ve kapitalistler arasında kapitalist düzenin bekası konusunda sağlanan bir konsensüs oluşturulmuştur. Bu konsensüs, korporatizm denilen işbirlikçi bir anlayışa yaslanan sendikal çizgiyi güçlendirmiştir. Kapitalist düzen, bugün, “küreselleşmenin kaçınılmazlığı” propagandası ile yeni bir işbirlikçi çizgiyi hakim kılmaya çalışmaktadır. 2005 yılı 1 Mayıs’ında DİSK’in taşıdığı “İşimi Seviyorum”, “Fabrikamı Seviyorum” pankartları, bu çizginin utanç verici bir gösterisi olarak tarihe geçmiştir. DİSK Başkanı, o günlerde, eski tipte sendikacılığın gününün geçtiğini, işyerinin sürekliliğini esas alan bir sendikacılık anlayışını benimsedikleri söylüyordu. Ona göre, fabrika kâr ederse, yeni yatırımlar olacaktı, bu da, işçilerin lehine bir gelişmeydi. DİSK Başkanı’na kapitalist birikimin sonuçlarını kısaca hatırlatalım.
Kapitalist üretim tarzı, gelişme süreci boyunca, sermaye birikiminin sınır tanımayan mantığı gereği, fiziki dünyanın en ücra köşelerini meta ilişkileri içine çekmiş, toplumsal yaşamın bütün ilişkilerini ve süreçlerini metalaştırmıştır. Günümüzde daha da hız kazanan bu süreç, her geçen gün nüfusun daha da büyük bir bölümünün mülksüzleşmesi ve işçi sınıfı saflarına savrulmasını beraberinde getirmektedir. “Üçüncü dünya”nın yoksullarının ölüm riski pahasına kaçak işçi simsarlarına canlarını emanet etmeleri, hastanelerde rehin kalanlar, eğitimsiz milyonlar, yüz milyona penye atelyelerinde sabahlayan genç kızlar, DİSK Başkanı’nın savunduğu sermaye birikim sürecinin doğal sonuçlarıdır.
Bu işçileşme süreci, hali hazırda çalışmakta olan işçilerin ücretleri üzerinde bir baskı yaratan bir “yedek sanayi ordusu” oluşturur. Kapitalist birikim geliştikçe, “işçilerin verimliliği” artar, bu nedenle, mevcut işçilerin birçoğu işini kaybeder ve yedek sanayi ordusunun saflarını doldurur. 2001 Krizi’nden bu yana yaşanan büyümeye karşın işsizliğin göreli olarak artması, başka nasıl açıklanabilir? Bu nedenle, “İşimi Seviyorum”, “Fabrikamı Seviyorum” diyen işçilere, patronlar bıyık altından gülecektir. Marx’ın sözleriyle kapitalist birikim, “…bir kutupta zenginlik birikimi, aynı zamanda öteki kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye biçiminde üreten sınıfın kutbunda sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliliğin, cehaletin, vahşetin ve ahlaki çürümenin birikimidir.” Hâlâ ikna olmadıysanız, holding gazetelerinin üçüncü sayfalarını daha dikkatli okuyunuz.

YÜKSEK ÜCRETLER SERMAYEYİ KAÇIRIR MI?
Sermaye sözcülerinin sıkça dillendirdikleri bir diğer iddia, “küreselleşme çağında yüksek ücret talepleri sermayenin kaçmasına neden olmaktadır. Ücretler artarsa, sermayenin serbest dolaşımı nedeniyle Türkiye’deki firmalar fabrikalarını yurtdışına taşır. Ya da yabancı sermaye yüksek ücretleri görüp Türkiye’de yatırım yapmaz” biçimindedir. Bu iddianın dayandığı teorik yaklaşım, son 20 yıldır, bütün bilgi alanlarını istila eden küreselleşme ideolojisinin ürünüdür. “Küreselleşme” bir ideolojidir. İdeoloji kavramının yanlış bilince gönderme yapan tanımından yola çıkarak, “küreselleşme” kavramının, gerçek dünyanın çarpıtılmış bir görüntüsünü tanımladığını ve bir burjuva ütopyası olduğunu söyleyebiliriz. 1970’li yıllardan bu yana, kapitalizmin üretim, mali işlemler ve ticaret alanlarında uluslararasılaşmasında bir nicel sıçrama yaşanmıştır. Ne var ki, bu gelişme, tarihte örneği bulunmayan bir gelişme olmadığı gibi, kapitalist düzenin işleyişinde niteliksel bir dönüşüme de işaret etmemektedir.  Elbette, sözkonusu zaman kesitinde uluslararası kapitalizmin işleyişinde yeni mekanizmalar gündeme gelmiştir. Ancak küreselleşme söyleminin temel amacı, bu gelişmelerin bilimsel açıdan incelenmesi değil, uluslararası kapitalist düzenin eşitsiz ve hiyerarşik yapısını gözlerden saklamak ve sermaye sınıfının dünya çapında işçi sınıfına karşı yürüttüğü taarruza destek vermektir. Son olarak Çin ile rekabet bağlamında gündeme getirilen asgari ücret tartışmalarında görüldüğü gibi, küreselleşme ideolojisi, işçi sınıfına karşı önemli bir mevzi işlevi görmektedir.
Kapitalizm, sermaye birikiminin dayandığı yasalar nedeniyle, doğası gereği, dünya çapında yayılmak zorundadır. Son yirmi yılda yaşanan gelişmeler, bir işçi devletinin ve onun 1990’lara kadar yaşayan mirasının bu eğilimin karşısına çıkardığı engellerin aşılması ile, uluslararasılaşmada yeni bir sıçramaya işaret etmektedir. Ne var ki, söz konusu sıçrama, küreselleşme ideologlarının öne sürdüğü karakteristikleri taşımamaktadır. Bilindiği gibi, küreselleşme ideologları, küreselleşme süreci ile birlikte ulus-devletin sermaye birikiminin mekansal temeli olmaktan çıktığını, üretime, dünya çapında “çokuluslu” denilen uluslararası tekellerin yön verdiğini, üretim sermayesinin çok büyük bir hareket kabiliyeti ve ortamı kazandığını iddia etmektedirler. Bu iddialar abartılı ve gerçek-dışıdır. 1990 yılı için yapılan bir hesaplamaya göre, faaliyetleri bakımından  uluslararası nitelik taşıyan şirketlerin, kendi ülkeleri dışındaki üretimlerinin dünya üretimindeki payı yüzde 7 civarındadır. Aynı çalışmada, uluslararası tekellere bağlı şirketlerin üretimlerinin tüm dünyanın gayrı safi yurt içi hasılalar toplamına (GSYH) oranı, 1970’de yüzde 4,5; 1977’de yüzde 5,4; 1982’de yüzde 5,7; 1988’de yüzde 6,6; 1990’da yüzde 6,8 olarak hesaplanmıştır. Bu rakamlardan görüldüğü gibi, uluslararası tekellerin dünya üretimindeki katkısı, abartıldığı kadar büyük değildir. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi eğilimi ve buna bağlı olarak uluslararasılaşma eğilimi giderek artmakla birlikte, abartıldığı kadar yoğun bir gelişme yoktur. Üstelik, bu tür şirketlerin varlıklarının ve satışlarının çok büyük bir bölümü, hâlâ kendi ana bölge ve ülkelerindedir.
Sonuç olarak, sermayenin “vatanı” vardır ve kapitalizm koşullarında var olmaya devam edecektir. Ulus-devletler, sermaye birikiminin mekansal temeli olmaya devam etmektedir. Kapitalizm var olduğu sürece, sermaye birikiminin kurumsal çerçevesini belirleyecek, sınıf ilişkilerini denetleyecek bir devlete ihtiyaç duyulacaktır. Bu nedenle, yüksek ücretlerin sermayeyi kaçıracağı iddiası temelsizdir. Bu iddia, ileri kapitalist ülkelerin işçi sınıfına karşı kendi burjuvazilerinin savurduğu bir tehdittir. Bu tehdit yöntemi, Türkiye gibi azgelişmiş ve bağımlı ülkelerde de, işçi hareketini güçsüz düşürmek ve sömürü oranını artırmak için sıkça kullanılmaktadır. Olgular, bu tehdidin, işçi sınıfının birliğini dağıtmak amacıyla gündeme getirildiğini, sermayenin canı istediği zaman başka bir ülkeye gidebileceği yolundaki iddiaların temelsiz olduğunu kanıtlamaktadır.
Ulus devletlerin aşıldığı propagandasına örnek olarak gösterilen AB gibi bir projenin dahi, kapsadığı farklı ulusal burjuvaziler arasında ne denli büyük çelişkiler üzerinde ilerlediği, daha geçtiğimiz aylarda, İtalyan burjuvazisinin en aşırı kanadını oluşturan Kuzey Ligası’nın, euro’dan vazgeçilerek, yeniden ulusal para olan lirete dönülmesi çağrısıyla ortaya serilmiştir.
Küreselleşme söylemi etrafına örgütlenen sermaye propagandası, sermaye sınıfının tüm dünya çapında işçi sınıfına karşı yürüttüğü kapsamlı taarruzun teorik ifadesidir. Ve temelde olguların çarpıtılması üzerine kuruludur. İtalyan Marksist önder Antonio Gramsci, propagandanın gücünün kaynağının inandırıcılığında değil, sürekliliğinde olduğunu söyler. İşte tam da bu nedenle, sermaye sözcüleri, sözlerine, gerekli gereksiz, “küreselleşen dünyamızda…” diye başlamaktadır.
Küreselleşme söyleminin savunduğu fiziki sermayenin hareketliliği iddiasını çürüten en önemli örnek, Türkiye’dir . Türkiye burjuvazisi, ulusal tasarruf yaratma isteğine ve yeteneğine sahip olmadığı için, yabancı sermaye girişlerine büyük bir önem vermektedir. Bunun için de, düşük işçilik maliyetlerini koz olarak kullanmaya çalışmaktadır. Ancak, uluslararası tekeller, kapitalizmin doğasına uygun olarak, yeni yatırımlar yapmak yerine, şirket satın alma ve özelleştirme yoluyla Türkiye’ye gelmekte, daha da önemlisi, sanayi yerine, bankacılık ve perakendecilik gibi kayda değer bir istihdam ve katma değer yaratmayan sektörlere yatırım yapmaktadır.
Türkiye burjuvazisi ve hükümetlerinin yabancı sermayeye her türlü ödünü vermelerine karşın, istenen tür ve miktarda yabancı sermaye girişinin olmaması, yabancı sermayenin yalnızca düşük ücretlerle ilgilenmediği, kurumsal, sosyolojik ve siyasi yapı, pazar şartları gibi etkenleri de dikkate aldığını göstermektedir. Ne var ki, bu sorun, işçi sınıfının sorunu değildir. Çünkü yukarıda da vurguladığımız gibi, sermayenin büyümesi ve gelişmesi, işçi sınıfı için daha fazla yoksulluk ve sefalet anlamına gelmektedir. Sermaye sözcüleri, sermayenin büyümesi ile çeşitlenen ve artan meta yığınlarını göstererek, Marksistlerin bu tespitinin gerçekdışı olduğunu savunurlar. Peki, işçilere “Çin ile rekabet etmek ve yabancı sermaye çekmek için asgari ücretin düşürülmesi gerekir, bunun ilk adımı, asgari ücretin bölgelere göre farklılaştırılmasıdır” demek, kapitalizmin sefalet yarattığı gerçeğinin ikrarı değil midir?
Uluslararası sermaye ile ilişkiler bakımından önem taşıyan asıl gelişme ise, özellikle tekstil ve metal gibi alt sektörlerde, Türkiye’deki yerli şirketlerin, düşük işçilik maliyetleri nedeniyle, uluslararası tekellere fason üretim yapmalarıdır. Bu şirketler, kendi işçilerine karşı uluslararası rekabeti öne sürerek, ücret artışı yapmaktan kaçınmaktadır. İşçi sınıfının örgütsüzlüğünün yaygın olması ve yüksek işsizlik oranlarının yarattığı düşük ücret baskısı nedeniyle, özellikle ihracata yönelik sektörler, çalışma koşulları ve ücret düzeyleri bakımından birer işçi cehenneminden farksızdır.

SONUÇ: AB’NİN ÇİN’İ OLMAYA DOĞRU?
İhracata dayalı büyüme ve ücret düzeyi ilişkisini çözümlemenin anahtarı ise, devlet ile sermaye ilişkilerinde ve bu ilişkilerin çerçevesini belirleyen IMF ile ilişkilerde yatmaktadır. IMF ile imzalanan ve 2002-2005 dönemini kapsayan stand-by sürecinde, iktisat politikası, devletin sosyal harcamalardan, personel ücretlerinden ve yatırımlardan kesinti yapmasını öngören “faiz dışı fazla” aracı ile yönlendirmiştir. Geçtiğimiz aylarda imzalanan 2005-2008 yıllarını kapsayan yeni stand-by ile, bu politikaya, “düşük ücret politikası” eklenmiştir. Yeni stand-by anlaşmasının imzalanması öncesinde, Türkiye’de temaslarda bulunan IMF Başkan Vekili A. Krueger, katıldığı toplantılarda, özellikle istihdam politikalarında değişiklik yapılması ve “asgari ücret”in yüksek olduğunu söyleyerek “ortalama ücretlerin” yüksekliği üzerinde durmuştu. Yeni stand-by anlaşmasının imzalanması arefesinde, hükümet tarafından IMF’ye sunulan Niyet Mektubu’nda, bu alanlarda yeni taahhütler verilmiştir. IMF, 2002 yılında imzalanan ve dış talebe dayalı büyüme öngören stand-by anlaşmasının yaratığı yüksek cari açık sorunun çözümü için, 2005-2008 yıllarında, başta kamu kesimi olmak üzere, ücretlerin aşağıya çekilmesi yönünde telkinlerde bulunmaktadır. Elbette, IMF yöneticisi, Türkiye’de ücretlerin yüksek olmadığını bilmektedir. Türkiye’deki emek piyasası üzerine son yayınlanan Dünya Bankası raporunun da işaret ettiği gibi, Türkiye, emek maliyetlerinin katma değer içindeki payı bakımından, Latin Amerika ülkeleri ve G. Kore gibi benzer gelişmişlik düzeyindeki ülkelere kıyasla, oldukça geri sıralarda yer almaktadır. Ülkelerarası karşılaştırmalarda daha anlamlı bir gösterge olan saatlik ücret düzeyleri bakımından, Türkiye, AB’nin en yoksul ülkelerinden daha düşük ücret düzeylerine sahiptir.  Buna rağmen, işçi sınıfı ve emekçiler, ücretlerin düşürülmesi yolunda uluslararası sermaye çevreleri tarafından telkin edilen ve hükümet tarafından kararlılıkla uygulanmaya çalışılacağı anlaşılan bir saldırı dalgası ile karşı karşıyadır. Bu olgu, mücadele edilmediğinde, sermayenin sömürü oranını artırmakta sınır tanımayacağını göstermektedir.
Hükümet ve sermaye çevreleri, AB ile başlayacak müzakere sürecinde, pazarlık kozu olarak, Türkiye’yi, Avrupa Birliği’nin Çin’i yapacak bir ücret düzeyini koz olarak öne süreceklerdir. AB’yi sosyal hakları geliştirecek bir proje olarak gören işçi ve kamu emekçisi sendikalarının aklını başına alıp, sermayeye karşı birleşik bir mücadeleye girişmesi gerekmektedir. Bugün, işçi ve emekçilerin, çok küçük kazanımlar elde edebilmesi için dahi, kararlı ve birleşik bir mücadeleye ihtiyaç vardır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑