Futbolda bir sezon daha geride kaldı. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de geniş
kitlelerin ilgi odağı olan ve sezon boyunca ülke gündeminin üst sıralarındaki yerini
koruyan futbol, kuşkusuz sezonu şampiyon olup mutlu sonla tamamlayan
kulüp kadar, bu işin çeşitli rantlarından nasiplenenleri de sevindirdi.
Örneğin, Fenerbahçe’nin şampiyonluğundan kendisine de pay çıkarmanın hesabına
girişen medya hiç zaman yitirmeden, “Şampiyonluğun Öyküsü”, “Şampiyonluğun
Fotoromanı” gibi tefrikaları devreye soktu bile.
Daha birkaç hafta öncesine kadar toz duman içinde koparılan yaygaralardan,
karşılıklı suçlamalardan, yüz kızartıcı iddialardan ise şimdi eser yok… Ne oldu onca
iddiaya, suçlamaya? Şampiyon belli oldu ya, artık sakin olma ve onun rantından
nasiplenme zamanı…
Günümüzde profesyonel futbolun, yayın hakları, hasılat, kombine bilet ve sayısız ürün
satışı, reklamlar, röportajlar, sponsorlar gibi türlü rant kaynaklarıyla koca bir
endüstriyel alan haline gelmesi, bu alana iştahla bakanların sayısını hızla çoğaltıyor.
Düzen egemenlerinin, çok boyutlu beklenti ve çıkarları gereği futbola gösterdikleri
yoğun ilgiyi olağan karşılamak mümkün. Ancak toplumun emeği ile geçinen düşük
gelirli kesimlerinin de futbola, en az bu işin kaymağını yiyenler kadar ilgi göstermesi,
üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir durum. Tuttuğu takımın
kazanmasından alacağı manevi haz dışında futboldan hiçbir çıkarı olmayan
kesimlerin, bir kulübe, belki de hayatta hiçbir şeye olmadığı kadar derin duygularla
bağlanması nasıl açıklanabilir? Futbolun kendine özgü büyüsü bir yana, bu ilginin
psikolojik, sosyolojik ve kültürel nedenleri de var elbette.
Ama ne olursa olsun; birileri için hayatlarının en önemli mutluluk ya da hüzün kaynağı
olabilecek kadar geniş manevi değere sahip futbolun, başka birileri için çok büyük
maddi çıkarlar elde etmenin keyifli bir aracı olduğu tartışılmaz.
Futbol, kitleleri adeta hipnotize etmiş gibi peşinden sürüklerken, diğer yandan
mutlak kazanmacı anlayışın baskısı altında şekillenen, sporun özüne yabancılaşmış
kültürüyle, takımlar ile kurulan en masumane gönül bağına bile sarsıcı darbeler
vuruyor artık.
YİTİRİLEN DEĞERLER
Profesyonellikle birlikte futbolun bambaşka mecralara sürüklendiği, bambaşka
hesapların nesnesi olmaya başladığı ise hiç kimsenin inkar edemeyeceği kadar
açık bir gerçek. Yeşil sahadaki mücadele, dökülen ter, ortaya konan çaba, ancak
galip gelinirse bir anlam kazanıyor. Çünkü herkes aslında galibiyetin maddi
getirisinin peşinde. Yenilen ise, bu yenilgiyle saha dışında da neler kaybettiğini
biliyor ve üzüntünün ötesinde tam bir yıkıma uğruyor. Kazanmaya koşullandırılmasının
yanı sıra, beklenti ve hedeflerinin büyük tutulması, bir spor müsabakasını
kaybetmekten duyulabilecek normal bir üzüntünün çok çok fazlasını yaşamasına
neden oluyor.
İşin sportif kısmını da düşünen, bu anlamda futbola farklı kaygılarla yaklaşan kimseler
ise neredeyse hiç kalmadı gibi. Mutlak kazanma kültürünün etkisiyle etik
değerlerden alabildiğine uzaklaşmış bir futbol ortamında, sportmence ve onurlu
mücadeleyi ön planda tutan yaklaşımların ne yazık ki artık hiçbir geçerliliği ve değeri
yok.
Lafa gelince, bu duruma karşı çıkan ya da futbolun geldiği bu noktadan hiç hoşnut
olmayan çok sayıda kişi varmış gibi görünse de, iş ciddi ciddi futbolun günümüzdeki
işlev ve misyonunun sorgulanmasına geldiğinde, nedense konu hakkında yorum
yapmaya hevesli pek kimse ortalarda görünmüyor.
Şiddet, kavga, küfür, şike hatta cinayet gibi yaşanan onca olumsuzluğa karşın,
futbolun estetik ya da eğlenceli yanlarını ön plana çıkararak onu masum göstermeye,
idealize etmeye çalışanların sesi hâlâ daha gür çıkıyor. Tek derdi, tiraj ve reyting
olan medya, güzellikleri sunma görüntüsü altında, futbolu makyajlama işinin de başını
çekiyor.
Oysa oyun niteliğini neredeyse tümden yitirmiş ve artık düpedüz bir rant aracına
dönüştürülmüş futbol, bu haliyle, esaslı bir sorgulanmayı, hatta deyim yerindeyse
ipliğinin pazara çıkarılmasını çoktandır hak ediyor.
ŞİRKET-MÜŞTERİ İLİŞKİSİ
Sahada kazanmanın, rant pastasından daha büyük dilim kapmak anlamına
gelmesine bağlı olarak futbol kültürü de kaçınılmaz olarak değişmeye başladı.
Centilmence, sportmence, onurlu ve dürüst mücadele gibi kaygılar bir kenara
fırlatılırken, futbolun ekonomik rantından mümkün olan en büyük pastayı nasiplenme
hedefiyle birlikte, “ne pahasına olursa olsun kazanma” anlayışı, futbol kültürüne tam
anlamıyla damgasını vurdu. Sporun ruhu ve felsefesiyle tamamen çelişen böyle bir
kültürün, böyle bir yaklaşımın, kaçınılmaz sonucu olarak, şiddet, şike, teşvik primi,
doping gibi yozlaşmışlıklar, giderek futbolda daha çok boy göstermeye başladı.
Aslında paranın borusunun öttüğü bir toplumsal düzende, büyük bir ekonomik rant
oluşturan profesyonel (endüstriyel) futbola her türlü kirli elin uzanması, hiç de şaşırtıcı
değil. Rant pastası büyüdükçe, futbolun içinde dönen tezgahların çoğalması da bu
bağlamda doğal karşılanmalı.
Kulüplerin giderek birer ticari şirket haline dönüşmesi, taraftarları da ister istemez
müşteri konumuna sürüklüyor. Kulüp yöneticileri, sponsorlar ve işin içindeki diğer
şirketlerin, taraftarların kulübe olan gönül bağını sömürmek için kullanmadıkları
yöntem kalmıyor. Sürekli olarak çıkarılan yeni ürünler, ekonomik niyetleri ortaya
koyuyor. Formalar sık sık değişiyor. Çünkü her yeni forma yeni bir pazar anlamına
geliyor. Galip gelinen önemli bir maçın ardından birkaç gün içinde, o maçın anısına
çıkarılan formalar piyasaya sürülüyor ve galibiyetin rantı daha bir katmerleniyor.
Kulüpler diğer yandan, yurdun dört bir yanına açtıkları dükkanlar ya da gezici tırlar
aracılığıyla, pazarı daha da genişletme çabalarını sürdürmekten geri durmuyorlar.
Gelişen iletişim teknolojisi ile birlikte pazarlama yöntemleri de giderek çeşitleniyor.
Örneğin son dönemlerde, futbolcunun gol attığı forma, kalecinin penaltı kurtardığı
eldiven gibi malzemelerin internet üzerinden açık artırma ile satılışına tanık oluyoruz.
Görüldüğü gibi kulüpler, forma sevgisini, renk aşkını paraya tahvil etmek konusunda
oldukça kararlı ve azimliler.
Avrupa futbolunun en yetkili kurumu olan UEFA’nın belirlediği ekonomik kriterlere
uygun bir mali yapıya sahip olma zorunluluğu da kulüpleri bu tür ticari girişimlerde
bulunmaya zorluyor.
BIR YANILSAMA
Endüstriyel futbol ortamında şirketleşen ya da şirketleşme yolunda adım atmaya
çalışan kulüplerin adeta birer soygun mekanizmasına dönüştüğü gerçeğini
görmezden gelerek, bazı kulüpleri, “emekçi takımı”, “işçi sınıfının takımı” gibi
payelerle etiketleme gayretkeşliği ise son derece boş, safiyane ve gereksiz bir
çaba. Bu tür yanılsamalar, aldatmacalar ancak taraftarlıklarına gerekçe arayanların
gözünde bir anlam taşıyabilir. Rant hedeflerinin, ticari hesapların temel belirleyici
olduğu bir futbol ortamında hiçbir takım, “emekçi” ya da ” işçi sınıfı” takımı olarak
nitelendirilemez. Bu kulüplerde yönetici sıfatıyla kimlerin görev yaptığını görüyoruz.
Çoğu yönetici aynı zamanda işletme sahibi kapitalist patron. Kendi işletmesinde
çalıştırdığı işçilerin, emekçilerin canına okuyan biri, nasıl oluyor da “emekçi
takımı”nda yöneticilik yapabiliyor?
Ayrıca bu yöneticilerin mafya çeteleriyle ne kadar senli benli oldukları, karşılıklı çıkar
ilişkisi kurdukları da sır değil. Mafya çetelerinin desteği, onların gözünde sağlam bir
güvence. Hedeflenen başarıya ulaşmak adına, yeri geldiğinde mafyadan yardım
istemek, zaten yöneticiliğin önde gelen görevlerinden sayılıyor.
Taraftar profiline bakarak da, bir kulübün emekçi takımı olduğu iddia edilemez.
Kuşkusuz emekçiler de bir takıma gönül verebilir ama bu durum hiçbir zaman o
takıma “emekçi” niteliği kazandırmaz. Formalara alınan reklamlardan neredeyse
takımların amblemleri bile görünmezken, böyle yakıştırmalarda bulunmak son
derece ilginç.
Ne yazık ki bu konuda; futbolcusu, teknik adamı, yöneticisi ve taraftarıyla,
emekçilerin kendi takımlarını kuracakları günlerin yakın olmasını dilemekten başka
yapacak bir şey yok şimdilik.
TARAFTARLIK SORGULANMALI
Futbola gösterilen yoğun ilgiyi, ekonomik rant yanında, politik ve ideolojik açıdan da
kendi çıkarlarına tahvil etmek isteyen düzenin egemenleri, sahip oldukları kitle
iletişim araçlarının da yardımıyla doğrusu bu işi, hakkını vererek yapıyorlar. Esas
hedef ekonomik rant gibi görünse de, işin politik ve ideolojik boyutu da gözden
kaçırılmamalı. Bu açıdan, futbolun özellikle ve öncelikle taraftarlık kavramı üzerinden
düzen egemenlerine sağladığı hizmetlerin ivedilikle sorgulanması önem kazanıyor.
Günümüzde ne yazık ki pek çok insan, medyanın da önemli rol üstlendiği çok büyük
çaplı bir yönlendirme faaliyetinin etkisinde kalarak fanatik birer taraftar olmaktan
kendini alamıyor. Tutulan takımın durumu, yaşamın en öncelikli kaygıları arasında yer
almaya başladığı zaman, işin rengi de yavaş yavaş değişmeye başlıyor. Taraftarlık
dozunun masumane gönül bağından fanatizm boyutuna yükselmesi, bir süre sonra,
kaçınılmaz olarak futbola yönelik hastalıklı bakışı doğuruyor. Bir insan ne kadar
fanatik taraftar olursa, o oranda bilincini, mantığını ve sağlıklı düşünebilme yetisini
yitiriyor ve tam da düzen egemenlerinin istediği gibi yaşamla, futbol ve tuttuğu takım
dışında bağ kurmakta zorlanan, alabildiğine sığ bir insan haline geliyor.
Hastalıklı bakışın içselleştirilmesiyle işlerin nerelere vardığını ise hemen her hafta
statlarda yaşanan olaylardan görüyoruz. Kavga, dövüş, küfür artık neredeyse futbol
maçlarının olmazsa olmazı gibi sıradan ve olağan kabul ediliyor. Aslında tribünlerde
yaşanan şiddet, futbolun düzen egemenlerine ideolojik anlamda nasıl hizmet
ettiğinin en önde gelen göstergesi.
Medya aracılığıyla gerginleştirilen spor ortamında, taraftarlık olgusu üzerinden
kışkırtılarak, yapay ayrımlar tuzağına düşen aynı sınıfın insanları, birbirlerini düşman
olarak görmeye başladıkları an, düzen egemenleri ellerini ovuşturmaya başlıyor.
Kentler ve insanlar arasına atılan düşmanlık tohumlarıyla, bir anlamda sınıfsal
çatışmanın yerini, yapay ayrımlara dayalı düşmanlıklar ve çatışmalar alıyor.
Hayat kavgası içinde ortak idealler uğruna omuz omuza mücadele etmesi gereken
aynı sınıfa ait insanlar, futbol fanatizminin bilinç bulandırıcı etkisiyle birbirlerine, yok
edilmesi gereken düşman gözüyle bakabiliyorlar. Fırsatını bulduklarında da vahşet
boyutunda şiddetin uygulayıcısı olabiliyorlar. Taraftar gruplarının uyguladığı böylesi
anlamsız bir şiddeti, birilerinin büyük bir zevkle izlediğinden hiç kimsenin şüphesi
olmasın.
Sınıfsal kargaşaya tribünlerden başka bir örnek… Toplumsal yaşam içinde hiçbir
zaman yan yana gelmeyecek farklı sınıflara ait, çıkarları farklı insanların, aynı takıma
gönül verdikleri için tribünlerde nasıl tek bir yürek olduklarından, takımlarının
kazanması uğruna coşkuyla kaynaşmalarından, “kader birliği” etmelerinden övgüyle
söz ediliyor. Her türlü lükse ve konfora sahip korunaklı locasında içkisini
yudumlayarak maçı izleyenle, kale arkasındaki ucuz tribünlerde yeri geldiğinde
titreyerek, yeri geldiğinde güneş altında pişerek maçı izleyen garibanın “kader
birliği”, maçın bitiş düdüğü ile birlikte son buluyor halbuki. Onlar stad dışında
birbirinden çok farklı dünyaların insanları. Bu anlamda, bölümlere ayrılmış tribünler,
sınıflara bölünmüş toplumun küçük bir modeli gibi.
Futbol üzerinden düşmanlık ya da kader birliği etmenin kimlerin işine yaradığı açık
değil mi?
TRİBÜNLERDE ŞOVEN RÜZGARLAR
Futbolun ekonomik rantı kadar politik rantından da yararlanmak isteyen milliyetçi
gerici kesimlerin, elde bayrak, dilde şoven tezahüratlar eşliğinde tribünlerde tam
kadro boy göstermesi de hiç şaşırtıcı değil.
Özellikle uluslararası nitelik taşıyan karşılaşmalar öncesi ve sonrasında medyanın da
katkısıyla estirilen milliyetçi, şoven rüzgarlar, bu kesimlerin yelkenlerini alabildiğine
şişiriyor. Bayrak ve İstiklal Marşı gibi ulusal sembolleri, uluslararası nitelik taşımayan
maçlarda bile bıkmadan usanmadan istismar etmek ne anlama geliyor peki?
Milliyetçi gericilik, kendisine en çok stadyumlarda “kan” buluyor. “Bayrağımıza
hakaret ettiler” diyerek gözlerini kırpmadan 2 Leeds United taraftarını Taksim’de
bıçaklayarak öldürenler de “milliyetçi duyarlılığa” sahip futbol seyircileriydi elbette.
Ellerde bayraklar, dillerde kanlı, intikamlı, ölümlü tezahüratlar… Günümüzdeki
egemen futbol anlayışına yakışan bir manzara.
Tribünler, milliyetçilik kadar, binlerce kişinin koro halinde ettiği, feodal erkek
jargonunun en “nadide” parçaları olan küfürlerle, düzenin cinsiyetçi, baskıcı,
köhnemiş ahlak anlayışının da, yeniden üretildiği mekanlar aynı zamanda.
Günümüz futbolunun bu sportif kaygılardan uzak cinnet hali içinde medyanın rolünü
de iyi algılamak gerekiyor. Medya, yeri gelir ortamı gererken de, yeri gelir futbolun
güzelliklerini ön plana çıkarırken de aslında tek kaygıyla hareket ediyor: Reyting ve
tiraj. Çıkarı neyi gerektiriyorsa onu haber yapan, çıkarı nasıl gerektiriyorsa öyle
haber yapan ya da çoğu zaman olduğu gibi haberi tamamen uyduran medyadan
daha değişik bir futbol ortamı, daha başka bir futbol anlayışı ya da daha farklı bir
futbol kültürü için çaba göstermesini beklemek saflık olmaz mı?
ÖNEMLİ OLAN OYNAMAK
Aslında sportif amaçlarının dışına taşmamak koşulu ile oynandığında futbol
gerçekten de büyük keyif veren bir etkinlik. Diğer spor dallarıyla olduğu gibi futbolla
da en sağlıklı ilişki ancak onu uygulamakla kurulabilir. Yani aslında en amatörce
düzeyde de olsa futbol oynayabilmek, bu işin seyircisi ya da taraftarı olmaktan çok
daha önemli. Ama maalesef bu bilince sahip olanların sayısı yok denecek kadar az.
İnsanlar para vermeden spor yapabilecekleri halka açık alanlara kavuşmaktan çok,
tuttukları takımın büyük stadlar yapmasını önemsiyorlar.
Futbolla ilgiyi, sportif değerleri koruyup yaygınlaştırma ve sağlıklı olma hedefi
üzerinden değil de salt taraftarlık üzerinden kurmanın, egemenlerin değirmenine su
taşımak anlamına geleceği hiçbir zaman unutulmamalı.
Ve her zaman, futbolu izlemenin değil, oynamanın yolları, olanakları aranmalı.