yunanistan’ın borcu: uluslararası çıkar çatışması değil sınıf çatışması

Murat Birdal

Geçtiğimiz ay Yunanistan’da yaşanan geliş- meler ekonomi ve siyaset gündemine damgasını vurdu. Önce,Tsipras’ın masadan kalkıp öneri- len anlaşmayı referanduma götürmesi. Sonra- sında ise, sandıktan çıkan güçlü bir “hayır” ile tekrar masaya oturan Tsipras’ın bu kez daha büyük bir taviz ile masadan ayrılması. Hemen referandumun ardından Varoufakis ile başlayan kabinedeki Troyka’ya muhalif isimlerin tasfiyesi ve Yunanistan halkının uluslararası sermayenin dayatmalarına karşı en güçlü duruşu sergilediği bir dönemde hükümetin tümüyle Troyka’nın bo- yunduruğu altına girmek dışında bir çıkış yolu yaratamaması. Elbette henüz her şey bitmiş değil. Troyka tarafından dayatılan programın orta-uzun vadede daha büyük toplumsal çalkan- tılara yol açmadan sürdürülmesi de mümkün gö- zükmüyor. Diğer yandan Avrupa “borç krizi”nin geldiği aşamada sermaye çevrelerinin önemli bir mevzii kazandığı, bu yolla muhalif hareketlerin güç kazandığı diğer ülkelerin halklarına gözdağı verilmek istendiği de bir gerçek.Bu yazıda, kısa- ca Yunanistan krizinin dinamiklerini ve sonra-

sındaki “istikrar” arayışlarının ardındaki sınıfsal öncelikleri değerlendireceğiz, sonrasında ise bu sürecin muhtemel sonuçlarını tartışacağız.

Yunanistan ekonomisi hiçbir dönemde sana- yinin ağırlıklı yer tuttuğu bir ekonomi olmadı. Ülkenin Avro bölgesine dahil olduğu 2001yılı sonrasında büyük yabancı fon girişleri ile yüz- de 4.2 gibi hızlı bir büyüme hızı tutturulurken, büyüyen iç talebe karşılık güçlü para birimi nedeniyle Yunanistan ekonomisinin dış rekabet gücü geriledi. Cari açık sert bir şekilde yükseldi ve 2008 yılında GSYH’nın yüzde 15’ine dayandı. Ortaya, turizm ve deniz taşımacılığı ile ayakta kalmaya çalışan ve büyük ölçüde “sıcak para” girişleriyle fonlanan bir ekonomik yapı çıktı. GS- YH’nın içerisinde sektörlerin payına baktığımız- da hizmetler sektörünün payının yüzde 80.5 gibi oldukça yüksek bir düzeyde olduğu göze çar- pıyor. Buna karşılık sanayinin ve tarımın GSYH içindeki payı ise sırasıyla yüzde 16 ve yüzde 3.5 dolayında. Turizmin GSYH içerisindeki payı ise yüzde 17 ile bu ölçekteki bir ekonomi için olduk- ça yüksek bir seviyede.

Yunanistan önemli bir laboratuvardı ve arayış hiçbir

zaman Yunanistan ekonomisini ayağa kaldırmak olmadı. Aksine, amaçlanan,

diğer borçlu ülkelerin halklarının buradan bir ders çıkarmasını sağlamaktı.

Bu denli yabancı sermaye girişlerine bağımlı bir ekonomik yapının 2008 Krizi’nden böyle- sine sert bir şekilde etkilenmesi de elbette şaşırtıcı değildi. Kü- resel ekonomi daralırken, bir yandan sermaye girişlerinin yön değiştirmesi, diğer yandan ise turizm harcamalarının ve deniz taşımacılığının sert bir şekilde daralması, hali hazırda boğazına kadar borca saplan- mış bir ekonominin çevrilme- sini imkânsızlaştırdı. Ekonomi

küçülürken kamu harcamalarının finansmanı daha da zorlaştı. 2006 yılından 2010 yılına ka- dar geçen dört yıllık süre içinde GSYH’nın yüzde 5.2’si seviyesinde olan bütçe açığı yüzde 15.7’ye, kamu borç stoğunun payı ise yüzde 100’den yüz- de 130’a tırmandı. Burada, çoğu kez kamu ke- siminin büyüklüğü nedeniyle sermaye çevreleri tarafından fazlasıyla eleştirilen Yunanistan ile ilgili bir yanlış algıya da dikkat çekmekte fayda var. Zira 2013 yılı itibariyle Yunanistan, yüzde 17.1 ile, Avusturya, Almanya ve İspanya’nın ardından AB ülkeleri içinde kamunun toplam istihdam içerisindeki payının en düşük olduğu dört ülke içerisinde yer almakta. Elbette kriz sonrasında özel sektörde istihdamın çok sert bir şekilde da- raldığı da gözden kaçırılmamalı.

2009 yılının sonlarında Yunanistan’ın borç ödemelerini gerçekleştiremeyeceğinin anlaşıl- ması, daha sonraları Avro bölgesi borç krizi ola- rak adlandırılan sürecin de başlangıcı oldu. AB, AMB ve IMF’nin oluşturduğu Troyka tarafından dayatılan kemer sıkma tedbirleri çerçevesinde Yunanistan ekonomisinin uluslararası sermaye- nin tercihleri yönünde yeniden yapılandırılma- sı ve borç servisinin aksamadan yürütülmesi amaçlandı. İşin en başından beri kreditörler Yu- nanistan krizine tekil bir kriz olarak yaklaşmadı. BIS (Bank of International Settlements) verilerine göre, 2010 yılında Fransız bankalarının elindeki sorunlu ülkelere ait finansal varlıkların toplamı 465 milyar Avro’yu bulurken, Almanya’da ise bu

bir kısmını oluşturmaktaydı. Bu nedenle, burada işlerin raydan çıkması, İspanya, Portekiz, İtalya başta olmak üzere diğer borçlu ülkelerin borcunu ödemekte ayak diremesine, dahası sermayenin dayattığı kemer sıkma politika- larına muhalif politik çizginin ağırlık kazanmasına yol açabilir- di. Bu açıdan Yunanistan önemli bir laboratuvardı ve arayış hiçbir zaman Yunanistan ekonomisini ayağa kaldırmak olmadı. Aksine, amaçlanan, diğer borçlu ülkelerin

halklarının buradan bir ders çıkarmasını sağla- maktı.

Daha 2010 yılında Troyka programının Yu- nanistan’ın sorunlarını çözemeyeceği ortadaydı. GSYH’nın yüzde 16’sına varan mali uyum dayat- malarına karşılık, IMF yetkilileri, yüzde 5 gibi bir daralma sonrasında, 2013 yılından itibaren Yu- nan ekonomisini toparlanacağını öngörüsünde bulunurken, aslında buna kendileri dahi inanmı- yordu. “Kurtarma paketi”nin görüşüldüğü IMF yönetim kurulu toplantısında, Arjantin, Brezilya, İran, Çin, Hindistan gibi ülkelerin temsilcileri bu konudaki şüphelerini açıkça vurgulamışlar, Yu- nan ekonomisinin sert bir şekilde daralmasıyla birlikte kamu dengesinin daha da bozulacağının altını çizmişlerdi. Beklendiği gibi de oldu. 2010 yılından bu yana kemer sıkma tedbirleri kap- samında kamu istihdamı yüzde 30 daraltıldı, ücretler yüzde 37, emeklilik ödemeleri yüzde 48 düşürülürken, tüketim harcamaları yüzde 33 azaldı.

Talepteki sert gerilemeye paralel olarak Yu- nan ekonomisi yüzde 25 daraldı, işsizlik yüzde 25’in üzerine tırmanırken, genç işsizliği yüzde 60’ları buldu. Aynı dönemde borç/GSYH ora- da yüzde 35 arttı, yüzde 180’lere ulaştı. Bir ülkeyi iflasa sürüklemek için ne yapılması ge- rekiyorsa, Troyka da onu yaptı. Dünya ekono- misinin krizden çıkmak, deflasyonist eğilimin üstesinden gelmek için genişlemeci politikalara yöneldiği bir dönemde, istikrar tedbirleri altında

miktar, 493 milyar civarındaydı. Yunanistan’ın yükümlülükleri ise bu varlıkların sadece ufak

istikrarsızlığı derinleştirdi, ekonomiyi çökerte- rek kamu dengesini daha da bozdu. Bugün de,

28 Murat Birdal

ekonominin hızla daraldığı bir ortamda, faiz dışı fazlanın aşamalı olarak arttırılarak, 2018 yılın- da yüzde 3.5 düzeyinde bir fazla hedeflenmesi, çöküşü hızlandırmaktan başka bir anlam taşımı- yor. Dolayısıyla sadece iktisadi bir perspektiften bakıldığında,Troyka’nın ısrarını anlamlandırmak mümkün değil. Stiglitz, Krugman, Sen gibi Nobel ödüllü iktisatçıların eleştirileri de bu noktada ortaklaşıyor. Mesele daha ziyade ideolojik, en başından bu yana.

Bugüne değin Yunanistan’a dönük iki “kur- tarma paketi” açıklandı. Mayıs 2010-Haziran 2013 tarihleri arasında süren ilk paket gereğince, IMF’den 30 milyar Avro ve AB devletlerinden 80 milyar Avro verildi. İkinci paket ise 2012 yılın- da açıklandı ve karşılığında IMF’den 19.8 milyar Avro, Avrupa Finansal İstikrar Fonu’ndan (daha sonra Avrupa İstikrar Mekanizması’na dönüştü)

144.7 milyar Avro içeriyordu. Bu fonların tümü kullanılmadı.

Troyka’nın Yunanistan’a verdiği şeklinde algı- lanan toplamı 252 milyar Avro’yu bulan paranın yüzde 90’a varan bölümü, tahvillerin geri alımı, borcun servisi ve Yunan bankalarının sermaye yapısının güçlendirilmesi için kullanıldı. Böylece, Yunanistan’ın borç yükü özel kuruluşların üstün- den alınarak “kamusallaştırıldı”. Bu miktarın sa- dece 27 milyar Avro civarında bir bölümü kamu harcamalarının finansmanına gitti. 2013 yılından beri ise kamu dengesi faiz dışı fazla vermekte olduğundan, kamuya ilave kaynak aktarımı söz konusu olmadı. Yani, “kurtarma paketi” aslına bakılırsa, Yunanistan’ı değil, başta Fransız ve Al- man bankaları olmak üzere kreditörleri kurtar- mayı amaçlıyordu. Hatırlanacağı gibi, o dönem- de IMF başkanlığını sürdüren Strauss-Kahn’ın adı Fransız devlet başkanı adaylığı için geçmek- teydi. Kahn, gelecek planlarını da düşünerek, Avrupa dışından üyelerin itirazlarına rağmen Yunanistan’ın kotasının 32 katını bulan kaynak aktarımıyla, Yunan tahvillerini elinde bulundu- ran Fransız bankalarını büyük bir krizden çekti, çıkardı. Merkel’in verdiği destek kararı da, aynı şekilde, Alman bankalarının çıkarlarını gözete- rek alınmıştı.

Bugün Yunanistan’ın toplam borç stoğunun

yüzde 78’i Troyka’ya ait durumda. Bu nedenle de borcun büyük bölümünün piyasalarda fazla bir dalgalanma yaratmaksızın azaltılarak yeni- den yapılandırılması mümkün. Ne var ki, amaç Yunanistan ekonomisini toparlamak değil. Daha ziyade, diğer borçlu Avrupa ülkelerine bu ko- nuda tavizsiz olunacağı yönünde sert bir mesaj iletmek. Özellikle Aralık ayında seçimlere gide- cek İspanya’da Podemos’un muhtemel bir seçim zaferiyle kemer sıkma politikalarına muhalif cephenin genişlemesini önlemek. Son süreçte Yunan halkının artan yoksulluğuyla İspanyolla- rın gözünü korkutmak, alternatif çıkış yolları- nın olmadığını göstermek. AB’nin referandum öncesi Yunan bankalarına verdiği acil likidite desteğini arttırmayarak bankaları kapanmaya zorlaması, sadece Yunanistan halkına geri adım attırmak için değil, aynı zamanda diğer borçlu ülkelere de gözdağı vermek amacıyla uygulanan bir taktik idi. Dünyanın dört bir yanında, ATM önünde biriken insanlara dair görüntüler ve ya- şanan zorluklara dair hikayeler gündemin en üst sıralarına taşıdı.

Herşeye rağmen referandum sonuçları ile yeni bir hamle yapabilirdi Tsipras. O ise, ban- kaların kapanmasına dahi pabuç bırakmaya- rak,Troyka’nın dayatmaları karşısında kararlı bir duruş sergileyen halkını yarı yolda bırakmayı tercih etti. Diğer borçlu ülkelerdeki siyasi kon- jonktür de düşünüldüğünde, Tsipras Hüküme- ti’nin Troyka’ya boyun eğmesi, önemli bir mevzi kazandırdı AB’ye.

Tspiras’ın muhatabına geri adım attırabilme- si için elinde güvenilir bir tehdit mekanizması olması gerekiyordu.Troyka, Yunan borç yükünün önemli bir kısmını devralarak, özel sektörün Yu-

nanistan sorununa dönük kırılganlığını büyük ölçüde sınırlandırmıştı. Bu sebeple, borç ödeme- lerinin durmasına piyasaların tepkisi beklendiği kadar sert olmadı. Dolayısıyla da, Yunanistan’ın elinden bir silah alınmış oldu. İkincisi, SYRI- ZA’nın işin en başından beri Avro Bölgesi dışında bir çıkış stratejisi geliştirmemiş olması, pazarlık masasından ne kadar hiddetle kalkarsa kalsın, eninde sonunda masaya dönmesini gerektiriyor- du. Her ne olursa olsun Avro’da kalacağız tavrı ile pazarlık yapabilmesi mümkün değildi, olma- dı da. Özel sektör borcunu “kamusallaştırarak” risklerini sınırlandıran, Yunanistan’ın Avro’dan çıkışına dönük planları ve muhtemel maliye- tine dair analizleri kamuoyunda dolaştırmaya başlayan AB yetkilileri,“biz sonuçlarına hazırız” mesajı vermekteydi. Tsipras ise, en güçlü anında dahi, çıkışın AB tarafından göze alınamayacağını vurgulamakla yetindi. Kendilerinin neleri göze alabileceğine dair en ufak bir açıklamada bulun- mayarak,“B planı” olmayan bir lider görüntüsü çizdi. Bu da, masada elini zayıflattı. Sonradan Varoufakis’in de belirttiği gibi, yerli para birimi- ne geçiş üzerine geçtiğimiz aylarda bazı konuş- malar yapılmış, hatta piyasaya sürülecek yerli paranın tasarımı dahi gerçekleştirilmişti. Ama acil durum halinde bu paranın basılması için ya- pılması gereken görevlendirmeler hiçbir zaman yapılmamıştı.

Oysa ki, referandum sonrası Tsipras’ın elin- deki tek seçenek Avro’dan çıkış alternatifi ile masaya oturmaktı. Elbette, bu süreç, Yunanistan halkı için kısa vadede daha büyük sıkıntılar an- lamına gelmekteydi. Ama pek çok iktisatçının da kabul ettiği gibi,bu yönde bir hamle, kaçınılmaz olanı daha fazla ertelememek anlamına geleceği gibi, ülke ekonomisini yeniden yapılandırmanın yollarını da aralayabilirdi. Dahası, böylesi bir

alternatifin ortaya çıkması, diğer borçlu ülkeler- de de benzer arayışları gündeme getirebileceği kaygısıyla, AB’yi geri adım atmaya zorlayabilir- di. Tsipras, hükümetini korumak adına, bu riski almaktan kaçındı ve öncüllerinin sürüklendiği yola gönülsüz de olsa adım attı. Peki ya bundan sonrası?

Öncelikle, AB’nin hegemonik gücü olarak günden güne sivrilen Almanya’nın ve uluslar arası sermeyenin kısa vadeli de olsa bir siyasi zaferinden bahsetmek mümkün. Piyasa ile uz- laşmacı ve söylemlerine rağmen baştan bu yana SYRIZA hükümeti sermayenin yeni Avrupa tasa- rımının önünde bir engel olarak algılanmaktaydı sermaye çevreleri tarafından. Mevcut plan uygu- lamaya konduğu takdirde SYRIZA’nın parti ola- rak önümüzdeki dönemde varlığını sürdürmesi pek muhtemel gözükmediği gibi, borç pazarlığı dışında bir çıkış yolu üretemeyen “sol” hükümet profili diğer borçlu ülkelerde sermayenin hege- monyasının yeniden üretilmesine kuşkusuz kat- sunacaktır.

Buna karşılık dayatılan anlaşmanın ekono- mik boyutuna baktığımızda başarısızlığı şimdi- den apaçık ortada. Bugün IMF dahi hedeflerin gerçekçi olmadığını, borçların bir bölümü silin- meden ve yeniden yapılandırılmadan bu planın işlemesinin mümkün olmadığını görüyor. Bu nedenle, hiç kuşku yok ki, sermayenin yeni Av- rupa projesi daha büyük sosyal patlamalara yol açacaktır. Burada sosyalistlere düşen görev, sa- dece Avro’dan çıkışı değil, üretime ve istihdama ağırlık veren yeni bir ekonomik modeli, sadece Almanya hegemonyasını değil,sermayenin hege- monyasını tartışmaya açacak bir alternatifi halk- ların önüne sunmaktır. Mevcut sistem içerisinde çıkış yollarını birbiri ardına tüketen Yunanistan halkı bugün böylesi bir yönelime dün olduğun- dan çok daha açıktır. Aksi takdirde, Avrupa’da sosyalistlerin dolduramadığı boşluk faşizmin üstünde kolayca yükselebileceği bir toplumsal tabanın ortaya çıkışına yol açacaktır.

30

ekonomik göstergeler ışığında akp’nin büyüme miti ve gerçekler

Uzun yıllardır hiç olmadığı kadar ekonomiye dair söylemlerin ön plana çıktığı bir seçim süreci yaşıyoruz. Elbette, bu söylemlerin gelirin yeniden dağılımına dönük (asgari ücret, emekli maaşları, sosyal amaçlı transfer harcamaları gibi) vaatlerle sınırlı kaldığı, eşitsiz bölüşümün ardındaki asli dinamiklerin sorgulandığı alternatif ekonomi po­litikalarının tartışılmadığı da bir gerçek.

Bu seçimde ekonominin ön plana çıkma­sı başlıca iki nedenden kaynaklanıyor. İlki, AKP’nin siyasi performansı ile ekonomik büyüme arasındaki güçlü ilişki. İkincisi ise, 2002’den bu yana (kısa aralıklarla sekteye uğramakla birlikte) ABD’de uygulanan geniş­lemeci para politikasının yarattığı “gelişmekte olan ülkeler”e dönük fon akışından fazlasıyla faydalanan AKP’nin ekonomi yönetiminin rüz­garın terse dönmesiyle birlikte çıkmaza sürük­leniyor olması.

Bu yazıda iktidara yakın çevreler tarafından sıkça vurgulanan “ekonomik başarı”nın daya­naklarını sorgulamakla birlikte, AKP’nin iktidarı süresince yaşanan ekonomik dönüşümü de fark­lı boyutları ile ele almaya çalışacağız. Öncelikle, işe, AKP dönemi ekonomik büyüme ortalaması­nı tarihsel ve uluslararası perspektiften inceleye­rek başlayalım.

Tarihsel olarak, Cumhuriyet ekonomisinin büyüme ortalamasına onar yıllık periyotlarla baktığımızda, AKP öncesi dönemin ortalama­sının yüzde 4.82 olduğunu, AKP dönemi orta­lamasının ise yüzde 4.8 ile bu ortalamanın az da olsa gerisinde kaldığını görüyoruz. AKP’nin ekonomik açıdan başarılı olduğu yönündeki algının temel nedeni olarak ise, önceki on yılda (1993-2002) ortalama yüzde 3.1 büyü­me ile Cumhuriyet döneminin en başarısız performansının yaşanması öne çıkıyor. Daha ilginci, ekonomik başarılarıyla anılan ANAP ve DP hükümetlerinin büyüme performansla­rının da benzer bir özellik taşıması. Her iki dönemin de performans olarak 1924-1933 ve 1963-1972 dönemlerinin belirgin bir şekilde altında kalmasına rağmen başarılı olarak algılanmasında bir önceki on yılda yaşanan düşük büyümenin rol oynadığı göze çarpıyor. 1973-1982 ve 1943-1952 dönemleri, 90’lı yılla­rın ardından en düşük ekonomik büyümenin yaşandığı on yıllık periyotlar.

AKP’nin büyüme ortalamasına uluslara­rası perspektiften baktığımızda da, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki genişlemeci para po­litikasının etkisiyle, “merkez” ülkelerindeki duraklamanın aksine “çevre” ülkelerinde hızlı bir genişlemenin yaşandığı göze çarpıyor. Dünya ekonomisinin büyüme ortalamasının yüzde 4 olduğu 2003-2014 döneminde, “ge­lişmekte olan ülkeler”in (GOÜ) büyüme or­talamasının yüzde 6.3 ile Türkiye’nin olduk­ça üzerinde olduğu dikkati çekiyor. Büyüme oranları, Asya GOÜ ülkelerinde yüzde 8.3’e kadar tırmanırken, ardından sırasıyla Afrika ve Ortadoğu geliyor. 2001 Krizini bizden çok daha ağır bir şekilde yaşayan Arjantin eko­nomisi ile yapılan karşılaştırmanın sonuçları da oldukça çarpıcı. Aynı dönemde yüzde 5.5 gibi yüksek bir büyüme hızına kavuşan Ar­jantin’de karı-koca Kirchner’lerin 2003 yılın­dan bu yana iktidarlarını koruyabilmelerinde ekonomik performansın önemli rol oynadığı bir gerçek.

Özetlersek, AKP iktidarının ekonomik per­formansını gerek tarihsel gerekse de uluslara­rası perspektifle incelediğimizde bir ekonomik başarıdan bahsetmenin mümkün olmadığı net bir şekilde ortaya çıkıyor. Bir diğer önem­li tespit ise, ABD başta olmak üzere, “merkez ülkeleri”nde yükselen faiz oranları ile yüksek dış borç/GSYH oranlarına sahip GOÜ’lerin eko­nomik performansları arasındaki ters ilişki. 1980, 1994, 2000-2001 ve 2008 Krizlerinde ABD faiz oranlarındaki yükselişin Türkiye gibi ülkele­ri oldukça sert vurduğu görülüyor. Hatırlanacağı gibi, 1980’lerin başında yüksek enflasyonla mü­cadele amacıyla dönemin Fed Bbaşkanı Volc­ker faizleri sert bir şekle yükseltmişti. “Volcker şoku” olarak da anılan bu parasal sıkılaştırma politikası, Latin Amerika başta olmak üzere, dış borç yükü yüksek ülkeleri krize sürüklemişti. Uluslararası borç krizi sonrasında borçlu ülke­lere IMF eliyle neoliberal dönüşüm politikaları dayatılmış ve otoriter rejimler eliyle uygulama­ya konulmuştu. 12 Eylül darbesi sonrası kurulan askeri dikta rejimi bu tarihlerdeki küresel dö­nüşümün en çarpıcı örneklerinden biriydi. 1994 yılında ise, tasarruf kredi birlikleri’nin (Savings and Loan Associations) içine girdiği krizi aşmak amacıyla yıl süresince faizleri yüzde 3 seviye­sinde tutan Fed, faizleri yavaş yavaş yükselte­rek, para politikasını sıkılaştırmaya yönelmişti. ABD’de yükselen faizler, Meksika’da “Tekila Kri­zi” olarak anılan sürece yol açmakla kalmamış, Türkiye’nin de içinde bulunduğu pek çok ülke­de peş peşe devalüasyonlara, ağırlaşan dış borç yüküne ve istikrarsızlığa neden olmuştu. Ben­zer şekilde 1997, 1998 yılında yükselen faizler, GOÜ’lerde, Asya Krizi ve Rusya Krizi, 2000-2001 döneminde ise Arjantin ve Türkiye ile anılan krizlere neden olmuştu.

Bu krizlerin hemen hepsinde Türkiye ekono­misinin ağır bir darbe alması ise dikkatlerden kaçmamalı. Hatta daha gerilere, 1873 yılındaki Büyük Depresyon’a baktığımızda, gelişmiş ka­pitalist ülkelerde para arzının ciddi bir şekilde daralmasının ve yükselen faizlerin, Osmanlı gibi, dış borç yükü ağırlaşan ekonomileri birbiri ar­dına iflasa sürüklediğini görmemiz mümkün. Düyun-u Umumiye de bu koşullar altında ortaya çıkmıştı. Bugün de durum çok farklı değil. Küre­sel bir dalganın sırtında yükselen Türkiye ekono­misinin, trendin yön değiştirmesi ile birlikte, sert bir şekilde yavaşlayacağını öngörebiliriz.

TÜRKİYE EKONOMİSİNDE BÜYÜMENİN DİNAMİKLERİ

AKP döneminde Türkiye ekonomisinde bü­yümenin dinamiklerine baktığımızda, iç tüketim çekişli bir büyüme modeli göze çarpıyor. 1987-1997 arasında, özel sektör ve kamu yatırımları­nın toplamını gösteren gayri safi sabit sermaye oluşumunun GSYH içindeki payı ortalama yüzde 24.5 dolaylarında seyretmekteydi. 1997 yılından sonra gerilemeye başlayan bu oran, 2001 Krizin­de yüzde 15.9’a kadar düşmüştü. 2003-2014 dö­neminde ise, yüzde 20 ile kriz dönemine (1999-2001) göre toparlanmakla birlikte, 1998 yılındaki seviyesine dahi bir daha ulaşamaması, bu duru­mun giderek yapısal bir sorun haline geldiğini gösteriyor. Aynı dönemde özel kesim tüketim harcamalarının GSYH içindeki payının yüzde 70’lerin üzerine tırmanması ise, aynı meselenin bir diğer yüzü.

Tüketim oranındaki artışın asli dinamiği ise, hanehalkı borcundaki eşi benzeri görülmemiş yükseliş oldu. 2002 yılında yüzde 2 seviyesinde olan hanehalkı borç stoğu, 2015 yılı itibariyle yüzde 19’lara kadar yükseldi. Hanehalkı borç stoğundaki sert yükseliş trendi üzerine son dö­nemde BDDK tarafından kredi kartı limitlerinin ve taksit sayılarının sınırlandırılması gibi uygu­lamalara gidilmesine rağmen, mevcut tablo ban­kacılık kesimi açısından büyük riskler barındı­rıyor.

Bir ülkenin yatırımlarının finansmanı açısın­dan başlıca kaynak iç tasarruflardır. Tasarruf oranı düşük ülkeler ise, dış alemin tasarruflarını çekmek yoluyla yatırımlarının finansmanına yö­nelirler. 2002 yılında, halihazırda yüzde 17.3 gibi oldukça düşük bir seviyede olan tasarruf oranı, özellikle 2009 sonrasında daha da bozularak, 2013 yılında yüzde 12.6’ya kadar geriledi. 2014 Uluslararası karşılaştırmalara baktığımızda ise, bu oranın OECD ortalaması olan yüzde 62 seviye­sinin oldukça üzerinde olması dikkat çekiyor. Yine son dönemde hızlı büyüme oranları ile dikkat çe­ken “gelişmekte olan” Asya ülkelerinde gayri safi sermaye oluşumunun GSYH içindeki payının belir­gin bir şekilde yüksek, özel tüketim harcamalarının payının ise düşük olduğunu belirmekte fayda var.

Tüketim oranındaki artışın asli dinamiği ise, hanehalkı borcundaki eşi benzeri görülmemiş yükseliş oldu. 2002 yılında yüzde 2 seviyesinde olan hanehalkı borç stoğu, 2015 yılı itibariyle yüzde 19’lara kadar yükseldi. Hanehalkı borç stoğundaki sert yükseliş trendi üzerine son dö­nemde BDDK tarafından kredi kartı limitlerinin ve taksit sayılarının sınırlandırılması gibi uygu­lamalara gidilmesine rağmen, mevcut tablo ban­kacılık kesimi açısından büyük riskler barındı­rıyor.

Bir ülkenin yatırımlarının finansmanı açısın­dan başlıca kaynak iç tasarruflardır. Tasarruf oranı düşük ülkeler ise, dış alemin tasarruflarını çekmek yoluyla yatırımlarının finansmanına yö­nelirler. 2002 yılında, halihazırda yüzde 17.3 gibi oldukça düşük bir seviyede olan tasarruf oranı, özellikle 2009 sonrasında daha da bozularak, 2013 yılında yüzde 12.6’ya kadar geriledi. 2014 yılında ise, yüzde 14 seviyesine ulaştı. Buna kar­şılık, 2014 yılı GOÜ ortalaması yüzde 33, Asya ülkelerinde ise yüzde 43 gibi oldukça yüksek düzeylerde. Türkiye’nin yüksek tüketim-düşük tasarruf oranına dayalı büyüme modeli, yabancı sermaye girişlerine bağımlılığını arttırdığı gibi, sermaye akımının yön değiştirmesi ihtimaline dönük kırılganlığını da arttırıyor.

AKP iktidarı süresince ülke ekonomisinin yumuşak karnı, ön plana çıkarılan, şimdiye kadar sunduğumuz verilerle bağlantılı bir diğer gösterge ise, cari açık oranı. Uluslara­rası bir çerçeveden baktığımızda, cari açığın GSYİH’ye oranının son derece yüksek oldu­ğu göze çarpmakta. Genel olarak literatür­de yüzde 5’in üzerinde bir cari açık oranı riskli ve sürdürülemez kabul edilir. Türkiye ekonomisi, 2005’den bu yana, sadece krizin en şiddetli seyrettiği 2009 yılı istisna olmak üzere, sürekli yüzde 5’in üzerinde açık ver­di. 2011 yılında ise, cari açık oranı yüzde 10 seviyesine tırmanarak tarihi zirvesine ulaştı. Bu tarihten sonra, ekonomik büyümenin de hız kesmesiyle birlikte, cari açık daralmaya başladı. Ne var ki, 2014 yılı sonu itibariyle, halen, yüzde 5.7 gibi yüksek bir seviyede seyretmekte. Bu durum, Türkiye’nin cari açık sorunun giderek kronikleşmekte olduğunun en açık göstergesi.

Şu bir gerçek ki, Türkiye ekonomisinin sü­rüklendiği mevcut büyüme modelinin “sıcak para” girişleri olmadığı takdirde sürdürülebilme­si olanaksız. Bu bağımlılık öylesine bir hal aldı ki, ekonominin geçtiğimiz yıl olduğu gibi yüzde 2.9 gibi ortalamanın epey altında bir büyüme hı­zına ulaşması için dahi, GSYH’nın yüzde 5.7’si dolayında bir fon ihtiyacı doğuyor. Bu durumun sadece enerji bağımlılığı ile açıklanmaya çalışıl­ması da büyük ölçüde iktidarın manipülasyonu. Bugün Türkiye tarım ve hayvancılıkta dahi dış ticaret açığı veren bir ülke.

2002-2014 döneminde cari açığın uluslarara­sı görünümüne baktığımızda, iki önemli detay göze çarpıyor. İlki, genişlemeci para politikala­rının uygulandığı bu dönemde, GOÜ’lerin ge­nelinde cari fazlanın daraldığı ya da cari açığın genişlediği görülüyor. İkincisi ise, bu dönemde Türkiye, diğer GOÜ’lerden negatif bir şekilde ay­rışıyor. 2014 yıllında GOÜ’ler ortalama yüzde 0.8 dolayında bir cari fazla verdiler. Bu oran 2002 yılında yüzde 1.3 seviyesinde idi. Yabancı fon girişlerine bağımlılıkları ile karakterize edilen “kırılgan beşli”nin (Türkiye, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika ve Endonezya) diğer üyeleri ve Ar­jantin ile yapılan karşılaştırmalarda ise, ekono­mide büyümenin sert bir şekilde yavaşlamasına rağmen, Türkiye’nin halen en yüksek cari açık oranına sahip olduğu görülmekte.

AKP iktidarı süresince yurtdışı “sıcak para” girişlerine bağımlı olarak sürdürülen büyümenin doğrudan sonucu olarak dış borç stoğunda sert bir yükseliş yaşandı. 2002 yılı sonunda 130 milyar dolar seviye­sinde olan brüt dış borç stoğu, 2014 yılı so­nunda 400 milyar dolar seviyesinin üzerine tırmandı. Bu süreçte, özellikle özel kesim dış borç stoğundaki sert yükseliş büyük rol oynadı. Ülke gruplarına göre yaptığımız uluslararası karşılaştırma, Türkiye’nin, do­lar bolluğunun yaşandığı bu dönemi avan­taja çevirmekte fazlasıyla yetersiz kaldığı­nı ortaya koyuyor. 2003-2014 döneminde, GOÜ’lerin genel olarak yüksek büyüme hızı, ucuz dolar ve faiz yükünün gerilemesi­nin etkisiyle dış borç oranlarının da belirgin bir şekilde gerilediği göze çarpıyor. Genel manzaranın aksine, Türkiye’nın dış borç oranı ise, gerilemediği gibi, GOÜ ortalama­sının neredeyse iki katı gibi oldukça yüksek bir oranda seyrediyor. Bu tablo, uluslarara­sı fon hareketlerinin yön değiştirmesi, faiz­lerin yükselmesi ve ekonominin hız kesmesi ile birlikte ciddi bir kriz potansiyeli barın­dırdığı gibi, Türkiye’nin “kırılgan ekonomi­ler” arasında başı çekmesinin de başlıca nedenlerinden biri olarak dikkat çekiyor.

BÜYÜMEDEN EMEĞİN PAYINA DÜŞEN

Bilindiği gibi, sandık sonuçları üzerinde her dönem belirleyici rol oynayan başlıca ekonomik etmen, işsizlik. Bu açıdan, 2000’li yılların pek par­lak geçmediğini baştan söylemek lazım. Ağır bir ekonomik kriz ile başlayan dönem ve sonrasın­da yaşanan ekonomik büyümeye rağmen işsizlik oranlarında aynı oranda bir toparlanma görülme­di. “İstihdam yaratmayan büyüme” tartışmaları­nın da sıklaştığı 2002-2007 döneminde, ortalama yüzde 6.8 gibi yüksek bir büyüme hızı yakalan­masına rağmen, işsizlik, yıllık bazda, yüzde 10.8 seviyesinden ancak yüzde 10.2 seviyelerine gerile­tilebildi. Bu tarihten sonra ise, yükselişe geçerek, 2009 yılında yüzde 14 seviyelerine kadar tırmandı. Ekonomik kriz sonrasında uygulanan genişlemeci politikalarla birlikte işsizlik AKP döneminde ilk kez yüzde 9 seviyelerine gerilerken, 2013 yılından iti­baren tekrar yükselişe geçerek, 2015 yılında yüzde 11.2 seviyelerine ulaştı. Kısacası, AKP iktidarı aldığı dönemden daha yüksek bir işsizlik oranı ile önü­müzdeki genel seçimlere girecek.

Burada AKP’nin büyüme stratejisinin temel eksenini oluşturan nüfus politikasına da değin­meden geçmek olmaz. Siyasi iktidar en başından beri yüksek nüfus artışı, ucuz emek yoluyla ülke­ye sermaye çekmek yönündeki çabasını ifade etti. Bu durum, bölüşüm ilişkilerine de elbette yansıdı. 1999-2002 yılları arasında, ücretlerin GSYH’dan al­dığı pay, keskin bir şekilde yüzde 52’lerden yüzde 43 seviyesine kadar gerilemişti. AKP döneminde de bu gerileme sürdü ve yüzde 32 seviyesine ulaştı. Uluslararası karşılaştırmalara baktığımızda ise, AB ortalamasının yüzde 56 dolayında olduğunu, Gü­ney Kore, Japonya gibi Asya ülkelerinde yüzde 60 dolayında seyrederken, Meksika’da ise yüzde 37 seviyelerinde kaldığını görüyoruz.

Tarihsel olarak, reel net ele geçen ücretlerin seyrine baktığımızda ise, işçi sınıfı açısından ol­dukça çarpıcı bir tablo ortaya çıkıyor. 1994’den bu yana, kamudaki işçi ücretlerinde reel olarak yüzde 13 dolayında bir gerileme yaşanırken, özel kesimde ise, reel ücretlerin ancak 2013 yılında 1994 seviyesini yakaladığı görülüyor.

Çalışma koşulları açısından yapılan karşılaş­tırmalarda, Türkiye işçi sınıfının ne denli ağır bir emek sömürüsü ile karşı karşıya olduğu daha da netleşiyor. OECD verilerine bakıldığında, Tür­kiye’nin, haftalık ortalama çalışma saatlerinin uzunluğu açısından, yaklaşık 48 saat ile ilk sı­rayı aldığı göze çarpıyor. Bu açıdan, Türkiye’nin, çalışma koşullarının ağırlığı ile bilinen Şili ve Meksika gibi Latin Amerika ülkelerini geride bı­rakması da yine çarpıcı bir istatistik.

Genel olarak değerlendirdiğimizde, AKP dö­neminde giderek kronik bir hal alan işsizlik ile birlikte emeğin milli gelirden aldığı payın da kes­kin bir şekilde gerilediği görülmekte. Bu süreçte, yüksek büyüme ile birlikte vergi gelirinin artışı ve uluslararası piyasalardaki olumlu iklim saye­sinde kamu borç yükünün gerilemesi, kamunun sosyal transfer harcamalarına daha fazla pay ayı­rabilmesinin de olanaklarını sağlamıştır. Böylece, işsizlik ve yoksulluğun pençesindeki geniş bir halk kesiminin siyasi iktidarın sağladığı nakdi ve ayni yardımlarla gündelik yaşamını sürdürebildi­ği bir tablo ortaya çıkmıştır. Diğer bir deyişle, bö­lüşüm ilişkileri sermaye lehine yeniden düzenle­nirken, artan kâr oranlarının bir bölümü vergiler ve transfer harcamaları yoluyla yoksul kesimlere transfer edilerek, siyasi iktidarın yoksul halk ke­simleri üzerindeki kontrol ve denetimi sağlam­laştırılmıştır. Bu stratejinin, bölüşüm ilişkilerinin böylesine bozulduğu bir ortamda siyasi iktidarın devamlılığı açısından ne denli önem taşıdığı or­tadadır. Ne var ki, önümüzdeki döneme dönük uluslararası piyasalardaki likidite bolluğunun sona ereceği, ülkeye dönük fon girişlerinin hız keseceği ve ekonomik büyümenin yavaşlayacağı yönündeki öngörüler, bu politikanın sürdürülebi­lirliği konusunda da kuşkuları arttırmaktadır.

Dünya ekonomisinde ayrışan eğilimler

2008 krizinin ardından akademik çevrelerde hakim iktisat paradigmasında kırılmalar yaşanmasına neden olacak bir süreçten geçtiğimiz sıkça vurgulanmaktaydı. 1970’lerden bu yana kapitalist ekonomilerde derinleşen gelir eşitsizliği, finansal kesimin denetimsizleşmesi, reel sektör ile bağının giderek zayıflaması ve toplam hasıla içerisinde artan payının uzun vadede mevcut sermaye birikim modelinin istikrarını tehdit ettiği konularında pek çok ana akım iktisatçının dahi eleştirel tutum takındığına şahit olduk. Ne var ki, 1929 krizi sonrası ile kurulan paralelliklerin ve New Deal benzeri çıkış önerilerinin sözde kaldığı, kriz ardından ortaya konulan politikaların büyük ölçüde eleştirilen finansal kurumlara kaynak aktarmaktan ibaret olduğu anlaşıldı. Sınıf mücadelesi tarafından baskılanmadığı takdirde egemen sınıfların geniş halk kesimlerine dönük ufak tavizlere dahi yanaşmayacağı bir kez daha görüldü.
Nihayetinde, başta ABD olmak üzere gelişmiş kapitalist ekonomilerde devreye sokulan genişlemeci para politikaları varlık fiyatlarını kriz öncesi seviyelere taşırken, finansal sistemin kırılganlıkları makyajlandı. Yatırım bankalarının bilançoları sisteme enjekte edilen trilyonlar ile toparlandı. Varlık balonu bir kez daha pompalanarak finansal sistem ayağa kaldırıldı.
Burada ABD ve Avro Bölgesinde uygulanan krizden çıkış politikaları arasındaki kimi belirgin farklılıkları da göz ardı etmemek gerekiyor elbette. ABD krizin hemen ardından fazla vakit kaybetmeksizin parasal genişlemeye yönelip kamu harcamalarını yükselterek tarihinin en büyük bütçe açıklarıyla krizi aşmaya çalışırken, Avro Bölgesi Almanya’nın da ağırlık koymasıyla bütçe disiplinini ön plana çıkaran bir hat izledi.
Bugün geldiğimiz noktada ABD ve Avrupa ekonomileri arasında belirgin bir ayrışma eğilimi göze çarpıyor. ABD ekonomisine baktığımızda GSYİH’nın krizin öncesinde yani 2008 yılındaki zirvesinin yüzde 8 üzerinde olduğunu görüyoruz. Euro bölgesi ise aynı dönemdeki zirvesinin halen yüzde 2 altında seyrediyor. 2014 yılının son çeyreğinde ABD ekonomisi bir önceki çeyreğe göre yüzde 2.6 büyüdü. Bu oran yaz aylarında yüzde 5’e kadar tırmanan büyüme oranı karşısında ciddi bir gerileme gibi değerlendirilebilir. Ama yazın gerçekleşen yüksek büyümenin içerisinde tek seferlik askeri alımların payı da göz önünde bulundurulmalı. Son verilerle birlikte ABD ekonomisi 2014 yılı içerisinde 2.4 oranında bir büyüme yakaladı. Bu oran 3. çeyrek verileri sonrasında yükselen beklentileri tatmin etmekten uzak olsa da, Amerikan ekonomisin 2010’dan bu yana yakaladığı en yüksek büyüme hızı.
Aynı dönemde Avro bölgesinde bir önceki çeyreğe göre yüzde 0.3, bir önceki yıla göre ise yüzde 0.9 büyüme kaydedildi. Elbette Avro bölgesin içinde de ülkelerin performansları arasında kayda değer farklılıklar mevcut. Bölge ekonomisinin motoru olarak görülen Almanya son çeyrekte beklentilerin iki katı (yüzde 0.7) dolayında büyüme kaydederek yıllık bazda yüzde 1.6’lık bir büyüme oranı yakaladı. Alman ekonomisinin son çeyrekte gösterdiği sürpriz büyümenin büyük ölçüde iç talep kaynaklı olduğu ve hane halkı harcamalarındaki hareketlenmeden kaynaklandığı görülüyor.
Avro bölgesinin ikinci büyük ekonomisi Fransa’da ise işler iyi gitmiyor. Ülke ekonomisi yılın son çeyreğinde yüzde 0.1 oranında büyüme kaydederken yıllık bazda ise yüzde 0.4 dolayında büyüdü. Bu yıl pozitif büyüme gerçekleştirmesi beklenen İtalya’da ise iç talepteki zayıflama ihracattaki büyümenin önüne geçti ve ekonomi bir kez daha geriledi (yüzde 0.4). İtalyan ekonomisi 2013 ve 2012 yıllarında da sırasıyla yüzde 1.9 ve 2.3 oranlarında daralmıştı. 
Bölgenin ihracat kapasitesi en yüksek ekonomilerinden Hollanda son çeyrekte yüzde 0.5 yıl bazında ise yüzde 1 büyüme gösterdi. İspanya ekonomisi ise geçtiğimiz çeyrekte son 7 yılın en yüksek büyüme hızına ulaşarak yüzde 0.7 büyüdü. İspanya bir önceki yılın aynı dönemine oranla ise yüzde 1.4 büyüme kaydetti. Avro bölgesinin en problemli ekonomisi Yunanistan ise hızlı daralma süreci sonrasında 2014 yılı içerisinde yüzde 1.7 dolayında büyüdü. Ne var ki, bu büyüme süreci büyük ölçüde geçmiş dönemdeki daralmanın yarattığı baz etkisinden kaynaklanıyor ve Yunan ekonomisinin önündeki belirsizlikler sürüyor. Troyka tarafından ülkeye dayatılan ağır koşullar bölgenin en güçlü ekonomisi Almanya’nın dahi yakalayamadığı bir bütçe performansını gerekli kılıyor. Uluslararası sermayenin faiz dışı fazla konusundaki kararlılığı kırılamadığı takdirde orta ve uzun vadede dahi bir toparlanma olanaksız görünüyor. Yapılan hesaplara göre Troyka tarafından sunulan orijinal plan 2020-2030 yılları arasında yüzde 7.5 gibi bir bütçe fazlası verilmesini gerektiriyor ki, bu olanaksız olduğu gibi hasta Yunan ekonomisini hayatta tutma kaygısının dahi gösterilmediğinin en açık  göstergesi. Bu açıdan anlaşmanın 1. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’ya dayatılan Versay anlaşmasından dahi ağır koşullar içerdiği söylenebilir.
ABD ve Avro ekonomileri arasındaki ayrışmanın bir diğer önemli göstergesi ise işsizlik oranları. ABD’de işsizlik yüzde 5.6 ile 2008 yılının Haziran ayındaki seviyeye geriledi Avro bölgesinde ise halen yüzde 11.4 seviyesinde. Genç nüfus işsizliği yüzde 23’ün üzerinde seyrediyor. Özellikle genç nüfustaki yüksek işsizlik oranları, vade uzadığı sürece kronik hale gelebilme tehlikesi taşımaktadır. Şöyle ki, iş piyasasına kriz sürecinde atılan ve uzunca bir süre iş bulamayıp iş tecrübesinden mahrum kalan kesimin ekonominin toparlanmaya başlaması durumunda dahi istihdamında zorluklar yaşanacaktır. İşverenler iş tecrübesi olmayan, mezuniyet sonrası yaşamını işsiz geçirmiş bireylerin istihdamı konusunda çekince gösterecek ve onlardansa yeni mezunları işe almayı tercih edecektir. Bu nedenle kriz dönemi gençliğinin istihdam olanakları ileride işler yoluna girse dahi daralacaktır.
Geçtiğimiz yıl içerisinde Avrupa ekonomisinin genel performansını belirleyen dışsal etkenlere baktığımızda üç başlık ön plana çıkıyor. Bunlardan ilki petrol fiyatlarının yüzde 50’nin üzerinde bir gerileme kaydetmesi. 2014 yılı Haziran ayında varili 115 dolar civarında olan Brent petrolünün fiyatı 2015 Ocak ayında 50 dolar seviyesinin altını gördü (Şubat ayı itibariyle halen 60 dolar seviyesini altında seyrediyor). Enerji bağımlılığı üst düzeyde olan Avrupa ekonomisi açısından bu durum üretim maliyetlerini düşürerek kâr marjlarını ve üretimi pozitif yönde etkiledi ama uzun vadede bireylerin ekonomiye dönük güven eksikliğini yansıtan tüketici talebini toparlamaya yetmedi.  
Avro bölgesinin ekonomik performansını hareketlendirebilecek bir diğer gelişme ise Avro’nun geçtiğimiz aylarda dolar başta olmak üzere yabancı para birimleri karşısında değer yitirmesi idi. Avro dolar paritesi Mayıs ayında 1.40 düzeyinden kademeli olarak 2015 Ocak ayı içerisindeki 1.11 seviyesine kadar geriledi. Kısacası yüzde 20 dolayında değer yitirdi. Avro’nun dolar karşısında aşırı değerli olduğu yönünde değerlendirmeler son on yıldır istikrarlı bir şekilde cari açık veren Fransa tarafından sıkça eleştirilmekteydi. Ne var ki, Merkel hükümeti güçlü Avro politikasından uzunca bir süre taviz vermeye yanaşmadı. Avrupa Borç Krizi’nin ardından 1.19 seviyelerine kadar çekilen parite, bölge ekonomisinin derinleşen sorunlarına rağmen FED’in doların değerini baskılayan genişlemeci politikalarının Avrupa cephesinden aynı karşılığı bulmaması nedeniyle tekrar yönün yukarıya çevirdi.
Son dönemde yaşanan Avro’daki değer kaybı petrol fiyatlarındaki düşüşün üretim maliyetleri üzerindeki etkisini sınırlandırmakla beraber ihracat üzerinde olumlu etkiler yaratacaktır. Ne var ki, aksi yöndeki gelişmeler de göz ardı edilmemeli. Ukrayna krizi nedeniyle Rusya’ya uygulanan ekonomik yaptırımlar bölge ihracatına büyük darbe vurdu. Şu ana değin uygulanan yaptırımların AB’ye toplam maliyetinin 21 milyar Avro dolayında olduğu tahmin ediliyor. Paritedeki hareketlerin Avro bölgesi ekonomilerinin ihracatı üzerindeki etkisini sınırlandıran bir diğer önemli etken ise ülkelerin dış ticaretinin önemli ölçüde birbirleriyle yani Avro bölgesi içinde gerçekleşiyor olması. Bölgede zayıflayan tüketici talebi ihracat rakamlarını da baskılıyor.
Dönem itibarıyla her iki bölgenin konjonktür dalgasının farklı aşamalarında olduğu bir gerçek. Bu nedenle Avro bölgesinde genişlemeci para politikaları bir süre daha devrede kalacak gibi görünmekle birlikte ABD’de varlık alımları halihazırda sonlandırılmış durumda. Yıl içerisinde FED’in faizleri de yükseltmeye başlaması yüksek ihtimal. Mevcut koşullar altında paritedeki aşağı yönlü hareketin süreceğini kolayca öngörebiliriz. Ne var ki, son dönemde Avro ülkelerinin dış ticarette rekabet içerisinde olduğu Japonya başta olmak üzere pek çok ülkenin de, para birimlerinin değerini düşük tutma çabası içinde olduğu bir gerçek. Bu durum paritedeki hareketlerin bölge ihracatı üzerindeki etkisini sınırlandıracaktır. Kaldı ki son dönemde Amerikan kamuoyunun sanayi üretiminin deniz aşırı ülkelere kaymasına dönük artan tepkisi ve yaklaşan kritik başkanlık seçimleri de düşünülürse, kur savaşlarının kızışması durumunda Amerika cephesinde kur politikasının revizyonu veya ithalat sınırlamaları gibi uygulamalar da gündeme gelebilir.
Avro bölgesi açısından en önemli tehditlerin başında ise hiç kuşkusuz giderek büyüyen deflasyon riski geliyor. Geçtiğimiz yıl içerisinde dünyada enflasyon hedeflemesi uygulayan 46 ülkeden 30’u enflasyon hedefinin altında kalırken, geleceğe dönük enflasyon beklentilerinde de belirgin bir düşüş göze çarpıyor. Bu tehlike özellikle Avrupa ülkelerine baktığımızda daha da belirginleşiyor. İtalya ve İspanya’nın da dahil olduğu 8 Avrupa ülkesinde deflasyon yaşanmakla birlikte, AB ülkelerinde ortalama enflasyon oranı yüzde 0.3 seviyesinde bulunuyor. İngiltere, Almanya ve Fransa’da enflasyon oranları sırasıyla yüzde 1.3, 0.8 ve 0.4 seviyelerinde. Dahası hizmet sektöründeki fiyatları bir kenara koyarsak, 15 Avrupa ülkesinin 11’inde mal fiyatlarının bir önceki yıla göre değer kaybettiği görülüyor. Finlandiya, Avusturya, İngiltere ve Almanya’da ise mal fiyatlarındaki artış yüzde 0.5’in altında kalıyor.
Tarih bize gösteriyor ki yüksek enflasyon son derece olumsuz sonuçlar doğurmakla birlikte, deflasyonun sonuçları çok daha yıkıcı oluyor. Enflasyon fiyatların yükselmesidir, dolayısıyla paranın alım gücü zaman içerisinde gerilemektedir. Bu nedenle yüksek enflasyon tüketimi tetikler. Günlük enflasyonun yüzde 40’ları bulduğu Alman hiperenflasyonu örneğinde halk kazancı eline geçtiği gibi soluğu çarşıda pazarda alıyordu, birkaç gün içerisinde harcanamayan paralar ise ya duvar kağıdı olarak ya da sobaları tutuşturmak için kullanılıyordu.
Deflasyon ise fiyatların gerilemesi, dolayısıyla paranın alım gücünün zamanla artması anlamına gelir. Deflasyonist ortamda tüketim ertelenir, talep geriler, üretim daralır. Dahası, işletmelerin borçları nominal olarak sabit kalırken, düşen fiyatlar ve daralan taleple birlikte gelirleri ve net varlıkları geriler. İflaslar artarken ekonomik kriz derinleşir, toplumsal çalkantılar artar. İngiliz tarihçi Frederick Taylor’ın da vurguladığı gibi sanılanın aksine Nazileri iktidara taşıyan asıl etken 1920’lerdeki hiperenflasyon değil, 1930’lardaki “Brüning Deflasyonu”dur. 
Gerçek şu ki, 2008 krizi sonrasında Avro bölgesi enflasyonu yüzde 2’nin altına gerilemesine rağmen FED ve Bank of England’ın aksine Avrupa Merkez Bankası (AMB) para politikasını gevşetmekte fazlasıyla direndi ve zaman kaybetti. Sıkı duruşun korunmasında en büyük pay hiç kuşku yok ki Merkel önderliğindeki Almanya’nındı. Zaman zaman AMB Başkanı Draghi ile açıktan zıtlaştıklarına dahi şahit olduk. Diğer bölge ekonomilerini yapısal reformlarla terbiye etme ve siyasi hegemonya alanını genişletme arayışındaki Merkel’in ısrarı krizi derinleştirdi. Nihayetinde, deflasyon riskinin giderek belirginleşmesi karşısında ise geri adım atmak durumunda kaldı ve AMB tarafından aylık 60 milyar Avro tutarında ve en az 2016 Eylül’üne sürdürülecek varlık alım programı devreye sokuldu. Böylece FED’in varlık alımlarını sonlandırdığı bir süreçte AMB bankası kapsamlı bir varlık alımına yönelerek iki ekonomi arasındaki ayrışmayı tescillemiş oldu.
Daha öncede belirttiğimiz gibi Avro bölgesi ve ABD ekonomileri arasındaki farklılıklar para politikası ile sınırlı değil. Avro bölgesinin patronu konumundaki Almanya’nın bütçe disiplini konusundaki ısrarı özellikle borçlu ekonomilerin toparlanmasını sağlayabilecek etkin kamu politikalarının geliştirilmesini olanaksız kılıyor. Bu açıdan SYRIZA’nın seçim zaferi diğer bölge ekonomileri için de önemli bir hareket alanı yaratabilirdi. Ne var ki, bunun farkında olan Almanya bu konuda son derece sert ve tavizsiz bir tutum sergiledi. Daha işin başında Avro’dan çekilmesinin söz konusu dahi olamayacağını belirten SYRIZA ise kendi manevra alanını daralttığı için Eurogroup ile yapılan ilk görüşmelerden bu yıl içerisinde verilmesi gereken faiz dışı fazlaya dönük ifadelerin muğlaklaştırılması dışında somut bir kazanım elde edilemedi. Dahası, Selanik programından önemli ölçüde tavizler verildi. Oysa ki, SYRIZA’nın bu süreci başarıyla sürdürebilmesi, yıl sonunda sandığa gidecek İspanyol seçmenin tercihleri üzerinde oynayacağı rol de düşünüldüğünde, bölgedeki siyasi konjonktürün yeniden şekillenmesi açısından büyük önem taşıyor. Bu nedenle, neoliberal saldırganlık karşısında gerçekçi çıkış yolları üretebilmek için SYRIZA’nın siyasi tutarsızlıklarının eleştirilmesi kadar, Yunan halkının geleceğini ipotek altına alan bir program karşısında uluslararası dayanışmanın örgütlenebilmesi de gerekmekte. Avrupa halkları kemer sıkma politikalarına karşı örgütlü bir tepki ortaya koyarak sesini yükselttikçe Yunan hükümetinin pazarlık masasında manevra alanı genişleyecektir.

Seçimler sonrası ekonomik görünüm

2014 yerel seçim sonuçları iktisadi kaygıların seçmen tercihi üzerindeki belirleyici rolünü bir kez daha doğruladı. Hükümetin 2001 öncesine referanslarla halk nezdinde pompalamaya çalıştığı “istikrarsızlık” endişesi fazlasıyla karşılık buldu.

1970’lerden bu yana hız kazanan finansallaşma süreci ile birlikte, ileri kapitalist ülkelerde, hane halkı borçlarının GSYH’ya oranında sert bir yükseliş yaşandı. Ülkemizde ise, bu süreç 2000’lerde hız kazandı. 2002 yılında AKP iş başına geldiğinde 6.3 milyar lira seviyesinde bulunan hane halkı borç yükü, geçen süre zarfında çığ gibi büyüdü. 2014 yılı itibariyle 333.6 milyar lira seviyesine ulaştı. Geçen süre zarfında, hane halkı borçlarının gelire oranı, yüzde 7’lerden yüzde 50’lere tırmandı. Maaşını aldığı gibi ATM’lerin başında borç ödemek için biriken bir toplum ortaya çıktı.

Bu durum, geçmişle kıyaslanamayacak kadar geniş bir halk kesiminin piyasalardaki sert dalgalanmalara duyarlılığını arttırdı. İşsizliğin hane halkına maliyetini tırmandırırken, tahammül gücünü geriletti. Aileler açısından, geçmişte eş, dost ve geniş aile çevresinin desteğiyle geçiştirilebilen iki, üç aylık işsizliğin dahi telafisi zor sonuçlar doğurmasına yol açtı. Bu koşullar altında, seçmenlerin önemli bir bölümünün, kısa vadede ekonomide belirsizliği derinleştirecek bir siyasi tablonun ortaya çıkmasından çekinerek siyasi tercihlerini belirlediğini gördük.

AKP iktidarının sırtını dayadığı sıcak paraya dayalı ekonomik büyüme modelinin uluslararası konjonktürdeki dalgalanmalara fazlasıyla duyarlı ve korunmasız olduğunu, geçtiğimiz dönemde de sıkça dile getirmiştik. Bugüne değin, siyasi iktidarın, ekonomideki olumsuzlukları “istikrarı” bozmak isteyen dış ve iç mihraklarla açıklamaya dönük komplo teorilerinin de toplum nezdinde karşılık bulduğu görülüyor. Gezi olaylarının, Mayıs ayında, ABD piyasasından gelen parasal genişlemenin sonlandırılacağı şeklindeki haberleri takiben patlak vermesi de, kamuoyunun bu iki gelişmenin etkilerini ayrıştırmakta zorlanmasına neden oldu. “Sıcak para”yla fonlanan Türkiye’nin de içinde bulunduğu “gelişmekte olan piyasalar”dan yüklü fon çıkışının yaşanmaya başladığı bir dönemde, hükümetin durumu “faiz lobisi” benzeri argümanlarla izaha yönelmesi, ekonomi çevrelerinde şaşkınlık yaratmıştı. Kurulan nedensellik, pek çok açıdan tutarsızlık içerse de, faizlerin oldukça yüksek seyrettiği 2000-2001 dönemi ve öncesine de göndermeler yaparak, halkın korkularını tetiklemeyi amaçlıyordu. Ve önemli ölçüde işlevini gördü. “Faiz lobisini” tespit etmeye yönelik SPK nezdinde açılan soruşturmaların ise, tıpkı meçhul “Kabataş saldırısı” gibi kamuoyu oluşturmak dışında bir amaç taşımadığı kısa sürede ortaya çıktı.

2014 YILINA DÖNÜK BEKLENTİLER

AKP’nin, şu ana değin, uluslararası konjonktüre sırtına yaslayıp, mevcut ekonomi modelini, 1990’larda birbiri ardına yaşadığı krizlerden bir türlü belini doğrultmaya fırsat bulamamış bir topluma güzel pazarladığı bir gerçek. Ne var ki, tarihte böylesi “merkez”den “çevre”ye dönük fon akışlarının yoğun yaşandığı dönemleri, genelde büyük borç krizleri izlemiştir. Bugün de, Türkiye’nin başını çektiği pek çok ülke için farklı bir senaryo çizmemiz mümkün görünmüyor. Ekonomiden az çok anlayan herkes piyasalardaki likidite bolluğunun sonsuza dek süremeyeceğinin farkında. Elbet bir noktada, sıkı olmasa dahi, kontrollü olarak niteleyebileceğimiz para politikaları devreye sokulacak, faizler yükseltilecek. Merak edilen, öngörülmeye çalışılan bu dönüşümün zamanlaması.

2008 Krizi sonrasında, ABD başta olmak üzere, “gelişmiş kapitalist ülkelerde” uygulamaya konan genişlemeci para politikaları, Türkiye gibi “gelişmekte olan” piyasalara dönük sermaye akımlarına hız kazandırmıştı. Bu durum, “gelişmekte olan piyasalarda”  büyümeyi hızlandırırken, diğer yandan bu ülkelerin dış borç stoğunun hızla büyümesine yol açmıştı. 2013 Mayıs ayından bu yana ise, ABD ekonomisinden gelen toparlanma sinyalleri ile birlikte para musluğunun kısılmaya başlandığını ve faizlerin tırmanışa geçtiğini izledik. Bu durum, Türkiye gibi ekonomisini “sıcak para” girişleriyle finanse eden ülkeler için kötü haber idi. Bu dönemden sonra, ABD’den gelen her olumlu haber, Türkiye ekonomisine olumsuz yansıdı.

AKP’nin “sıcak para”ya dayalı büyüme modelinin giderek tıkanmaya başladığı bir dönemde, imdadına Euro bölgesinden gelen olumsuz göstergeler yetişti. Mart ayı itibariyle bölgede enflasyonun yüzde 0.5 gibi 2009’dan bu yana en düşük seviyelere inerek, AMB’nın  (Avrupa Merkez Bankası) hedefi olan yüzde 2’nin oldukça altında kalması, AMB’nın da FED benzeri bir varlık alımı programı başlatması beklentisine yol açtı. Giderek büyüyen deflasyon riski karşısında henüz alınacak önlemler netleşmese de, küresel piyasalarda, faizlerin artacağı yönündeki beklentiyi kırdı. Sıcak paraya dayalı “gelişmekte” olan piyasaları en azından bir süreliğine rahatlattı.

Son verilere baktığımızda, ABD’de oldukça sert geçen kışın istihdamdaki toparlanmayı sınırladığı; sanayi üretimi, perakende satışlar ve konut sektörü verilerinin ise beklentilerin altında kalmasına neden olduğu görülüyor. Her ne olursa olsun, yüzde 6.7 seviyesine gerileyen işsizlik oranı önemli ölçüde bir toparlanmaya işaret ediyor. Hatırlanacağı gibi, FED, daha önceleri, yüzde 6.5 işsizlik seviyesini, faizlerin yükseltilmeye başlanacağı hedef işsizlik oranı olarak belirlemişti. Ne var ki, hedefe yaklaşılmasına rağmen, fiyatlarda beklenen yukarı yönlü hareketin görülmemesi ve diğer göstergelerde kırılganlıkların sürmesi üzerine, bu hedefi terk etmişti. Şu an için beklentiler, ağırlıklı olarak, faizlerin yükseltilmesinin 2015 yılını bulacağı yönünde. Diğer yandan, parasal genişlemede, varlık alımları, daha önce açıklandığı gibi sınırlandırılmaya devam ediyor. Aylık 85 milyar dolar seviyesinde başlayan varlık alımları, halihazırda 55 milyar dolar seviyesine çekilmiş durumda. Olağanüstü bir durum olmadığı takdirde, Nisan sonunda 10 milyar dolarlık ek bir kesinti gelecek gibi görünüyor.

Avro bölgesine döndüğümüzde ise, işsizlik oranlarının oldukça yüksek seyri göze çarpıyor.  Avro bölgesi genelinde yüzde 11.9 seviyesinde olan işsizlik oranı, İspanya’da yüzde 25.6, Yunanistan’da ise yüzde 27.5 dolayında. Avro bölgesinin dinamosu durumundaki Almanya’da ise, işsizliğin yüzde 5.1 seviyesinde olduğu göze çarpıyor. Daha önemlisi ise, Avro bölgesi genelinde (Almanya istisnası ile) işsizlik oranlarının geçtiğimiz yıla göre artış kaydetmesi. İşsizliğin en hızlı arttığı ülkeler arasında ise, Kıbrıs’ı (yüzde 2), Yunanistan ve İtalya (yüzde 1.2) takip ediyor. İstihdamdaki gelişmeler, yüzde 0.2’lik zayıf büyüme ve bölgedeki deflasyonist eğilimle birlikte okunduğunda, genişlemeci politika beklentileri artıyor. Avro bölgesinden gelen olumsuz haberler, son dönemde yeni “sıcak para” girişleri beklentisindeki Türk piyasalarında heyecan yaratsa da, bölgedeki yavaşlamanın, ülkedeki ihracatçı sektörlere olumsuz etkileri de göz ardı edilmemeli.

Genel tabloya baktığımızda, seçimlerin öncesi ve sonrasında Türkiye ekonomisi açısından değişen somut bir şey yok. Ülkeye dönük “sıcak para” girişleri sürdüğü müddetçe yapısal sorunların üzeri örtülecek. Uzun vadede ise, “balon” büyüdükçe kırılganlık artacak. Gerçek şu ki, “gelişmekte olan” piyasalara dönük “sıcak para” girişlerinin yoğun olarak yaşandığı bir dönemi Türkiye iyi değerlendiremedi.

Sabit sermaye yatırımlarının GSYH’ya payı düşük kalırken, dış borçlarla tüketici talebi pompalanmaya çalışıldı. Bu dönemde inşaat sektörü büyümenin temel dinamiğini oluştururken, katma değeri yüksek alanlarda uzmanlaşacak bir kalkınma stratejisi oluşturulamadı. Bunun en önemli sebebi ise, siyasi iktidarların başlıca manevra alanı olarak görülen eğitim sisteminin yap-boz tahtasına dönüşmesi, kamunun maddi olanaklarının böylesine genişlediği bir dönemde dahi eğitimde niteliksel bir dönüşüm kaydedilememesiydi. Yıllardır PISA test skorlarında OECD ortalamasının oldukça altında yer alan öğrencilerimizin durumu da, bunun açık bir kanıtı. Dünyada PISA test skorlarına bakıldığında ise, araştırmaya dahil edilen diğer İslam ülkelerinin Türkiye’nin de altında yer alıyor olması da, dikkat çekici bir ayrıntı. Nihayetinde, yaygınlaşan imam hatip okulları ve bilimsel akıldan uzaklaşan eğitim sisteminin farklı bir sonuç doğurması da beklenemezdi elbet.

Hükümete cephesine döndüğümüzde ise, çok daha kısa vadeli düşünüldüğünü, tüm hesapların Cumhurbaşkanlığı seçimini kazasız belasız atlatmak üzere yapıldığını görüyoruz. Bu açıdan, iç talebin desteklenmesi, özellikle de emlak piyasasındaki büyümenin en azından seçim sonrasına kadar sürdürülmesi fazlasıyla önemseniyor. Son dönemde Merkez Bankası üzerinde kurulmaya çalışılan faiz baskısı da, bu sebepten kaynaklanıyor. Tüm göstergeler ve raporlar hane halkı borcunun kritik seviyelere ulaştığını gösterse de, enflasyon hedefleri aşılsa da, Hükümet, faiz oranları düşük tutularak, uluslararası ekonomik konjonktürü iyi değerlendirmeyi amaçlıyor. Sonrasına dair bir plan, bir çıkış stratejisi ise, hiçbir bakan tarafından henüz telaffuz edilmemiş durumda. Hükümet seçimlere kadar ekonomideki “balon”un şişmesine müsaade eden, patladığı noktada ise, daha önce olduğu gibi içeride muhalefeti, dışarıda muhtelif lobileri suçlamayı öngören bir strateji izliyor.

Hiç kuşku yok ki, Türkiye ekonomisi giderek daha büyük bir açmazın içine sürükleniyor. Ekonominin mevcut borçluluk düzeyini göz önüne aldığımızda, ekonomide yaşanacak bir daralmanın geçmiş ekonomik krizlere göre çok daha yıkıcı sonuçlar doğuracağı aşikardır. Bu nedenle, mevcut ekonomik büyüme modelinin açmazlarını, uzun vadede sürdürülebilirliğini kamuoyu nezdinde sorgulamak, ifşa etmek; önümüzdeki dönemde, kitleleri, iktidarın bugüne kadar başarıyla uyguladığı algı yönetimi politikasından koparmak açısından büyük önem taşımaktadır. Ve unutulmamalıdır ki, böylesi bir dönemde kitlelerin önüne halkın somut taleplerine cevap verebilen alternatif bir ekonomi ve toplum modeli ile çıkılamadığı sürece sistem kendi alternatiflerini üretmeye devam edecektir.

 

Ekonomideki istikrarsızlığın sorumlusu “faiz lobisi” mi?

Son aylarda Türkiye ekonomisinin “sıcak para” girişlerine bağımlı ekonomik büyüme modelinin tıkanmakta olduğunu görüyoruz. Büyüme rakamları aşağı doğru revize edilirken, TL, dolar ve Avro karşısında hızla değer yitiriyor. Döviz kurundaki bu sert tırmanış önümüzdeki döneme ilişkin enflasyon hedefini de gerçekçi olmaktan uzaklaştırıyor.
Ekonomideki belirsizliğin derinleştiği, kamuoyunun ise kaygıyla izlediği bu süreç karşısında, hükümet komplo teorilerine sarıldı. Böylece hem yaklaşan ekonomik açmazın politik sonuçlarından sıyrılmayı, hem de içerideki demokratik muhalefetin toplum nezdinde mahkum edilmesini amaçladı.
Son dönemde kamuoyu tarafından çokça tartışılan “faiz lobisi” söylemi işte böylesi bir ortamda filizlendi. Gezi olayları ve sonrasında yaşanan fon çıkışları ekonomiyi istikrarsızlaştırmaya ve faizleri tırmandırmaya çalışan bir “faiz lobisi”nin eseriydi, hükümet çevrelerine göre. Komplo teorileri burada da kalmadı. Türkiye’nin IMF’ye olan borcunu ödemesini ve ekonomik bağımsızlığını ele almasını kaldıramayan uluslararası sermaye çevrelerine kadar uzandı suçlamalar. Muhatabı çoğu zaman belirsiz bu kompo teorilerinin arka planını sorgulayarak işe başlayalım, dilerseniz.

GEZİ OLAYLARI İSTİKRARSIZLIĞIN ANA KAYNAĞI OLABİLİR Mİ?

Gezi eylemleri sonrasında Başbakan’ın açıklamalarıyla derinleşen siyasi istikrasızlık ortamının ülkeden yabancı sermaye çıkışına neden olduğu muhakkak. Şu unutulmalı, Gezi eylemlerinin ülke çapında kitlesel bir eylem dalgasına dönüştüğü 31 Mayıs gecesi, Cuma gününe denk geliyordu. Piyasaların kapalı olduğu iki gün boyunca hükümetin gerginliği düşürmesi ve bu olayların piyasalara yansımasına engel olabilmesi mümkündü. Bu yol, o veya bu nedenle tercih edilmedi. Madem öyle işte böyle denildi, sokaktaki halka rest çekildi. Piyasalar çakıldı.
Her ne olursa olsun, altını çizmeliyiz ki, Gezi eylemleri ekonomideki mevcut tablonun asli sebebi değildir. Olsa olsa, ülkeden sermaye çıkışını hızlandıran bir etken olarak değerlendirilebilir. Türkiye ekonomisi, uzunca bir süredir, kısa vadeli yabancı sermaye girişleri tarafından fonlanan bir ekonomik büyüme süreci yaşamaktaydı. Bu büyümenin asli dayanağı, ABD Merkez Bankası’nın (FED) sürdürdüğü genişlemeci para politikası ve düşük faizlerdi. Dünyadaki dolar bolluğu, Türkiye gibi dış borçla dönen ekonomilere yaradı. Özel sektör, düşük faizli dolarla borçlanarak, yeni yatırımlara girişti. Ekonomi büyüdü büyümesine, ama dış borç stoğu da tırmandı. Giderek kronikleşen bir cari açık sorunu ortaya çıktı. Bu pembe tablonun sonsuza kadar sürmeyeceği ortadaydı. FED’in parasal genişleme poltikasının sonlanması ve ABD’de faizlerin yükselmeye başlaması ile birlikte sıcak paranın yön değiştireceği ve bunun, Türkiye gibi sıcak para girişlerine bağımlı bir ülke üzerinde yıkıcı etkiler yaratabileceği elbet biliniyordu. Yaşanan da bu oldu. FED’in para politikasını sıkılaştıracağına dönük ilk sinyaller ile birlikte gelişmekte olan piyasalardan para çıkışı yaşanmaya başladı. Türkiye, bu piyasalar arasında başı çekiyordu.
Tarihsel olarak baktığımızda da, ekonomiye dönük olumsuz algının olaylardan önceki günlerde oluşmakta olduğunu görüyoruz. BIST 100 endeksi, 22 Mayıs tarıhinde 93,398 ile tarihi zirvesine ulaşmış, ama bu tarihten itibaren düşüşünü sürdürmüş ve 31 Mayıs günü içerisinde, olayların patladığı gecenin hemen öncesinde 85.000 seviyesinin altına kadar gerilemişti. Kısacası, olaylar patlamadan önceki on günlük süre içerisinde, borsada, hali hazırda yüzde 9’luk bir gerileme yaşanmıştı. Hem de hükümet çevrelerinin orta-uzun vadede yerli varlık alımlarını arttırır diyerek, tasarruf sahiplerini borsaya çekmeye dönük beyanlarda bulunduğu, 16 Mayıs tarihli Moodys’in kredi notu arttırımı kararına rağmen.
Sonraki günlerde de, borsadaki değer kayıplarının ve doların yukarı yönlü hareketinin, büyük ölçüde, FED’in açıklamalarından ve ABD’de açıklanan ekonomik göstergelerin sıkı para politikasına dönüş yönündeki algıyı güçlendirmesinden kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Kısacası, ekonomideki gidişatın bir sorumlusu var ise, o da, hükümettir. Yurtiçi ve yurtdışındaki birçok iktisatçının uyarılarına kulak asmamış, kredi notunu yatırım seviyesinin altında tutan kredi derecelendirme kuruluşlarını suçlayarak, işi, “ben de kendi kredi notumu kendim veririm” diyecek noktaya vardırmıştır. Bugün de, yeni senaryolar icat ederek, yaklaşan krizin sorumluluğunu üstünden atmaya çabalamaktadır.

FAİZ LOBİSİ SÖYLEMİNİN ARKAPLANI
Başbakan’ın “faiz lobisi” söyleminin, eylemlerin ilk günlerinden itibaren hedef gösterdiği Koç grubu (Yapı Kredi Bankası) ve tüm sadakatine rağmen iktidara bir türlü tam olarak yaranamayan Doğuş grubu (Garanti Bankası) üzerinden, bankacılık kesimini, daha doğrusu özel bankaları hedef aldığı anlaşılıyor. Burada, özellikle izleyicisini neredeyse tümüyle karşısına almak pahasına Gezi olaylarını görmezden gelen, olayları konu eden sayısı nedeniyle tarih dergisinin yayımını durduran Doğuş Grubu’nun (NTV), bunca çabasına karşın, yapılan protestolar karşısında çareyi eylemcilerle birlikte kapı önüne çıkmakta bulan Garanti Bankası Genel Müdürü’nün tek bir hareketi nedeniyle hedef haline gelmesi de ibret verci bir durum.
Başbakan, faiz lobisi söylemi ile, toplumun iki farklı kesimine mesaj veriyor. İlk olarak İslami kesimin faiz konusundaki hassasiyetlerine seslenerek, “kendi” kitlesini mobilize etmeyi amaçladığı anlaşılıyor. Diğer yandan ise, özellikle gecelik repo faizlerinin yüzde yüzün üzerinde seyrettiği 2000 öncesi döneme referans veriyor. İşçi ücretlerinin gecelik repoda değerlendirildiği için gecikmeyle ödendiği, yatırımların durma noktasına geldiği bir dönem hatırlatılarak, o dönemi yaşayan geniş halk kesimleri üzerinde geçmişe dönüş korkusu yaratılmak isteniyor.
Peki, iktidar yanlısı kesimin iddia ettiği gibi, bankaların sistemi istikrarsızlığa sürükleyerek faizleri tırmandırmak istemesi ne kadar gerçekçi bir açıklama? Öncelikle şunu netleştirelim, bankaların faizlerin yükselmesinden kâr edecekleri düşüncesi yanlıştır. Bankalar, genel olarak açtıkları uzun vadeli kredileri kısa vadeli borçlanmayla finanse ettikleri için, faiz oranlarındaki sert yükselişler, bankacılık sektörü açısından büyük riskler taşır. Bu nedenle, büyük bankacılık krizleri, faizlerin gerilediği değil, aksine yükseldiği dönemlerde ortaya çıkmıştır. Yine, döviz kurunun yukarı yönlü hareketi, borsadaki gerileme ve bunların sonucunda kredi geri dönüşlerinde yaşanabilecek aksaklıklar, bankacılık kesimini büyük bir riskle karşı karşıya bırakacaktır.
Kaldı ki, bankaların iktidar partisini doğrudan hedef almaları için herhangi bir neden bulmak da zor. Aksine, AKP iktidarı süresince ülkemizdeki bankaların kârları ve piyasa değerleri katlanarak armıştır. Şöyle bir örnek verelim. 2001 yılı sonunda halka açık 8 bankanın toplam zararı o dönemki para birimiyle 1.1 katrilyonu (bugünkü milyar TL) buluyordu. Aynı yıl 226 trilyon (milyon) zarar açıklayan Garanti Bankası’nın 2012 yılı karı ise, 3.3.milyar TL olarak açıklandı. Yine, 2001 yılında İMKB’nin en değerli 3 şirketi arasında sadece 1, 10 şirket arasında ise 3 banka bulunurken; 2013 yılı itibariyle, en değerli 3 şirketin tümü, 10 şirketin ise 5’i bankalardan oluşuyor. Kısacası, AKP iktidarından en fazla nemalanan kesim “faiz lobisi” olmuştur.
Tüm bunların ötesinde, ortada bir faiz lobisi aranacaksa, bu lobinin, bizzat hükümetin kendisi olduğunu da pekala söyleyebiliriz. Özellikle eylemlerin ilk döneminde, Başbakan’ın her konuşması sonrasında faiz hadlerinde yükselme yaşanmıştır.
Burada, reel faiz hadlerinin sıfıra çekildiği iddiasıyla dindar kesime göz kırpan söylemi de kısaca cevaplayalım. Günümüzde, halen pek çok ülkede olduğu gibi, bizde de politika, faizin sıfır seviyesinde tutulmasıdır. Bu demek değildir ki, piyasada reel faiz oranları sıfır seviyesindedir. Denemesi kolay, başvurun bir bankaya ihtiyaç kredisi için, dosya masrafı vb. gibi, aslında faiz ikamesi olarak devreye sokulan ek maliyetleri katın toplam maliyetin içine. Bakın bakalım, faiz sıfırlanmış mı, sıfırlanmamış mı?
Buradaki esas sorun şu, hükümet, bugüne kadar dünyadaki düşük faiz hadleri sayesinde ülkedeki faiz hadlerini düşük seviyelerde tutabildi. Ama şimdi durum değişiyor. Henüz ABD bu yönde herhangi bir adım atmamasına rağmen, bunun beklentisi bile, pek çok ülkede faizleri yükseltmeye başladı. Tüm dünyada faizlerin yükselmeye başladığı bir dönemde düşük faiz politikasının sürdürelemeyeceğini iyi bilen hükümet, bu durumun faturasını muhayyel lobilere ve muhaliflere kesmenin hesaplarını yapmakta.

ULUSLARARASI SERMAYE ÇEVRELERİNİN “İSTİKRARI” BOZMA ÇABALARI
Son dönemde hükümet cephesinden sıkça dile getirilen bir diğer komplo teorisi ise, Türkiye’nin IMF’ye dönük borcunu kapatarak “ekonomik bağımsızlığını kazanmasının” uluslararası sermaye çevrelerini kaygılandırması ve bu nedenle bu çevrelerin istikrarı bozacak girişimlere destek vermeleri şeklinde. Yeryüzünde, bu denli bir dışa bağımlı bir büyüme modeli sürdürmekte olup, yine de ekonomik bağımsızlıktan dem vuran bir iktidar yoktur herhalde, olamaz. Her neyse, biz, yine de, neresinden tuttsanız elinizde kalacak bu komplo teorisini de ciddiyetle ele alarak tartışalım.
Öncelikle, Türkiye’nin IMF’ye olan borcunun kapatılması mitine değinelim. Bugün IMF’den yeni bir kredi arayışına girilmemesi, Türkiye’nin yabancı kaynak ihtiyacının azaldığı anlamına gelmiyor. Aksine, ülkenin brüt dış borç stoğu 2002 yılında 129 milyar seviyesinde iken, 2012 yılı sonu itibariyle 336 milyar doları buldu. Bu rakamın 226 milyar doları özel sektöre ait. 2005 yılında dış borcun GSYİH’ya oranı yüzde 35.4 seviyesindeyken, yüksek büyüme hızına rağmen, bu oran, yüzde 42.8’e ulaşmış durumda. Kısacası, kronikleşen cari açıkla birlikte dış borç stoğumuz da katlanıyor.
Yabancı sermayenın borsadaki (BIST 100 endeksindeki şirketlerin takasındaki) payı, 23 Mayıs tarihinden bu yana, 66.40 seviyesinden yüzde 63.50 seviyesine geriledi. Bu demektir ki, borsadan hatırı sayılır miktarda bir yabancı çıkışı yaşandı. Ne var ki, görüldüğü gibi, halen daha borsada aslan payı yabancılara aittir. Hal böyle iken, uluslararası sermaye çevrelerinin borsanın çakılmasına dönük bir komplo içerisine girmeleri düşünülemez. Aksine, borsada yabancı fonların böylesine ağırlıklı yer tutması, çıkışı zorlaştıran etkenlerin başında gelmektedir. Çünkü, yaşanacak bir panik dalgasının faturasını büyük oranda kendileri ödeyecektir.
Aynı şekilde, ülkeden çıkacak sermayeyi en rahatsız edecek durum, TL’nin diğer para birimleri karşısında değer yitirmesidir. Son günlerde açtığı büyük miktarlı döviz satım ihaleleri ile Merkez Bankası, ucuz döviz satarak, ülkeden çıkacak fonların elini rahatlatmaktadır.
Hükümete yakın çevrelerin açıklamalarında, eğer FED başkanı Bernanke kast ediliyorsa, ki artık suçlamaların nereye kadar uzanacağını kestirmekte zorlanıyoruz, o zaman, konu farklı bir boyut kazanıyor. Bernanke’nin açıklamalarının, diğer ülkeler üzerinde olduğu gibi, Türkiye ekonomisi üzerinde de olumlu ya da olumsuz sert etkileri olduğu muhakkak. Bu açıklamaların Türkiye ekonomisini aşağı çekmeye yönelik bir kasıt taşıdığını düşünenler, eğer ki varsa, bu durumda, Türkiye ekonomisinin yabancı sermayeye bağımlılığını sorgulamalıdırlar. Eğer başka bir ülkenin Merkez Bankası Başkanı, bir açıklamayla senin ekonomini alt üst edebiliyorsa, bu, IMF’ye olan borcun kapatılmasının ülke ekonomisinin dışa bağımlılığı açısından en ufak bir değişimi işaret etmediğinin en belirgin göstergesidir.

EKONOMİNİN DÜMENİNDE BERNANKE OTURUYOR
Dolayısıyla Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığını kazandığı söylemi, miting meydanlarında tekrarlanan pek çok söylem gibi, altı boş bir slogandan ibaret. İşin aslı, şu an, tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de, finans çevreleri soluğunu tutmuş, Bernanke’nin kriz sonrasında ekonomiyi hareketlendirmek için devreye soktuğu genişlemeci para poltikasının sona ereceği tarihi bekliyor. Genişlemeci para politikası doları ucuzlattı, varlık fiyatlarını (hisse senedi, emlak, emtia fiyatları gibi..) ise şişirdi. Önümüzdeki dönemde dolar arzındaki genişleme hızının gerilemesi ya da durması, varlık fiyatlarında gerileme yaratacaktır. Dahası, bunun yaratacağı  faiz oranlarındaki artış, hali hazırda aşırı değerli olduğu tartışılan TL’nin yabancı para birimleri karşısında değer kaybını hızlandıracaktır. Dolardaki yükseliş, enflasyon rakamlarının yanı sıra yurt içindeki reel faiz hadlerini de yukarı taşıyacak, ekonominin büyüme hızının sert bir şekilde gerilemesine yol açacaktır. Faizlerdeki yükselişin özellikle emlak sektörünü sert bir şekilde vuracağını söyleyebiliriz.
Burada, son dönemde kamuoyunda kafa karışıklığı yaratan bir noktaya da kısaca açıklama getirelim. Geçmişte, ABD ekonomisinden gelen olumlu haberler ülkemizde de olumlu etki yaratır, içerideki varlık fiyatlarının (hisse senetleri başta olmak üzere) artmasına neden olurdu. Son dönemde ise, tam tersi bir duruma şahit olmaktayız. ABD piyasasından gelen olumlu haberler piyasalarda olumsuz bir hava yaratıyor ve piyasalar arasındaki ilişkinin bu şekilde terse dönmesine kamuoyunun önemli bir bölümü anlam vermekte zorlanıyor.
Bunun temel nedeni şu: 2008 Krizi’nin hemen sonrasında, ABD ekonomisindeki toparlanma sinyalleri dünya ekonomisine dönük olumlu beklentileri güçlendirmekte ve bu da, içeride ihracatçı sektörler başta olmak üzere, ekonominin geneline dönük olumlu bir algı yaratmaktaydı. Bu dönemde, halen ABD’deki işsizlik haddi oldukça yüksek olduğundan, genişlemeci para politikasının daha uzunca bir süre sürdüreleceği öngörülmekteydi. Dolayısıyla, bu süre zarfında, ABD borsa endeksleri ile Türkiye ve diğer “gelişmekte olan ülkelerin” endeksleri paralel bir seyir izledi.
Bugün ise durum farklı. ABD’den gelen son istihdam rakamları, genişlemeci para politikasının sonuna yaklaştığımız şeklinde bir algı yaratıyor. Tarım dışı istihdam, Haziran ayında, piyasa beklentisinin (160 bin) oldukça üzerinde arttı (195 bin). Para politikası açısından, yine, saat başı ücretlerdeki yükseliş dikkat çekici. Bu haberler sonrasında, bankalar başta olmak üzere, BIST 100 endeksi sert bir şekilde gerilerken, dolar, TL karşısında 1.97 seviyesini gördü. ABD’de işsizlik oranının yüzde 7.6 seviyesinde kalmasının temel nedeni ise, işgücüne katılım oranının yüzde 63.4’den yüzde 63.5’a yükselmesi. Bu sinyaller, toparlanma yönünde güçlü bir kanaat oluşturmak için elbette yeterli değildir. Son olarak, Bernanke’nin yaptığı ve piyasaları kısmen rahatlatarak, doların 1.92 seviyesine kadar çekilmesini sağlayan açıklamalar da, bu yönde. Ama ücretlerdeki yukarı yönlü hareket, para politikasının yönünü değiştirmek yönündeki baskıları arttıracaktır. Hele FED içerisindeki sıkılaştırma yanlısı seslerin de giderek çoğaldığı düşünülürse. Özellikle sonbahar aylarından itibaren, FED’in varlık alımlarına sona vereceği tartşmalarının tekrar hararetlenmesini bekleyebiliriz.

KUR POLİTİKASI NEDEN ÖNEMLİ?
Türkiye’de reel TL kurunun aşırı değerlendiği uzunca bir süredir pek çok iktisatçı tarafından vurgulanmakta. Teoride ülkemizde dalgalı kur rejimi uygulanmakla birlikte, Merkez Bankası’nın kimi zaman doğrudan döviz alım-satımı yoluyla piyasalara müdahale ettiğini ve doları önce 1.90 sonra  2 seviyesinin altında tutmak adına önemli ölçüde rezerv tükettiğini biliyoruz. Bu durumda, ister istemez kamuoyunda Merkez Bankası’nın döviz kurundaki hareketleri neden bir öncelik olarak ele aldığı sorgulanıyor.
Döviz kurunun istikrarı, hükümetin ekonomi politikasında çok önemli bir yer tutuyor. Öyle ki, TL’nin yabancı para birimleri karşısında hızlı bir değer kaybına uğramasının son derece yıkıcı sonuçları olabilir. Kısaca özetlersek: Öncelikli olarak, özel sektörün borç yükü son derece riskli boyutta ve bunun önemli bir kısmı dolar cinsi kredilerden oluşuyor. Dolardaki (ve Avrodaki) yukarı yönlü sert hareketlerin, borcun çevrilmesinde sorunlar yaratacağı ve şirket bilançolarını bozarak risk primini yükselteceği, yeni kredi imkanlarını daraltacağı, maliyetlerini yükselteceği öngörülüyor.
İkinci çeyrek bilançolarında oluşacak toplam kur zararının 17 milyar dolar civarında olduğu belirtilmekte. Bu, birçok şirketin ikinci çeyrek bilançolarında zarar açıklayacağı anlamına geliyor. Bilançolardaki bozulma, devletin vergi gelirlerinde de ciddi bir gerileme yaratacaktır.
Döviz kurundaki artış, elbette yurt içindeki fiyatlara da yanısıyacak. Bu durumda, mevcut enflasyon hedeflerinin tutturulması da imkansızlaşacak. Merkez Bankası son dönemde faiz oranlarını mevcut seviyesinde tutarak, önceliğinin, halen ekonomik büyüme olduğunu gösterdi. Ama günler geçtikçe bu faiz politikasının sürdürülemez olduğunu görüyoruz. Son olarak, Erdem Başçı’nın faizlerin yükseltilebileceği şeklindeki açıklaması da, bu argümanı teyit eder nitelikte. Hükümet de, zaten, “faiz lobisi” argümanını geliştirerek, faizlerdeki yükselişin yolunu yapmaktaydı.
Geçtiğimiz günlerde yaşananlar, Merkez Bankası’nın faizleri devreye sokmadan TL’nin değerini korumasının mümkün olmadığını gösterdi. Merkez Bankası, şu ana kadar, döviz ihaleleri ile piyasaya müdahale ediyor. Bu müdahelelerin ne denli başarılı olduğu ise büyük bir soru işareti. 11 Haziran’dan itibaren TCMB 6.25 milyar dolar sattı, buna rağmen doları ancak 1.96 TL civarında tutabildi. Doları geri çekmekte yetersiz kalsa da, uygulanan politikanın daha sert bir artışı engellediği bir gerçek. İşte bu noktada, Merkez Bankası’nın ülkeden çıkmayı amaçlayan yabancı sermayeyi ucuz döviz satarak fonladığı, kurun uzun süre bu seviyede kalmasının imkansız olduğu vurgulanmaktaydı.
Sonraki süreçte ise, önce Erdem Başçı’nın faiz artışı sinyali veren açıklaması, sonra ise Bernanke’nin FED’in varlık alımlarının sona ermesi için gerekli ortamın henüz oluşmadığı şeklindeki söylemi, doların 1.92 seviyesine gerilemesini sağladı. Şunun altını çizmek lazım ki, bir kez daha ABD’den gelen açıklamalar bu süreçte belirleyici oldu.
Döviz ihalelerine dayalı kur istikrarı politikasının sürdürülebilirliğine gelince… Merkez Bankası’nın brüt döviz rezervi, Mayıs ayı içerisinde, 113 milyar dolar seviyesine yükselmişti. 5 Temmuz itibariyle ise, 107 milyar seviyesine gerilediği görülüyor. Daha da önemlisi, net döviz rezervi, yani bu rezervin  Merkez Bankasına ait bölümü 43 milyar dolar civarında. Geri kalan bölümü ise, bankaların merkez bankası nezdine tuttukları zorunlu karşılıklardan oluşuyor. Geçmişte, bankalar, sadece döviz tevdiatına karşılık olarak Merkez Bankası’nda rezerv bulundurmak durumundaydı. Son dönemde devreye sokulan ROK (Rezerv opsiyon katsayısı) uygulaması ile, bankalara, TL mevduatı karşılığında da döviz karşılığı bulundurma opsiyonu tanındı. Bu uygulama, bankaların Merkez Bankası nezdinde tuttuğu döviz rezervlerinin atmasında önemli bir rol oynadı. Bundan sonraki süreçte, özellikle dolar faizlerinin tırmanması ile, bankaların ROK uygulaması çerçevesinde tuttuğu döviz karşılıklarının da azalması beklenebilir.
Görüldüğü gibi, Merkez Bankası’nın döviz rezervleri, yapılan müdahalelerin boyutu da düşünüldüğünde, öyle büyütülecek bir miktarda değil. Özellikle net rezervin hızla azaldığı bir ortamda, Merkez Bankası’nın geçtiğimiz haftalardaki müdahalelerini sıkça tekrarlaması mümkün olmayacaktır. Mevcut döviz talebi sürdüğü takdirde, kur ve fiyat istikrarı açısından, faizlerde de sert bir yükseliş kaçınılmaz hale gelecektir.
Şu an, uluslararası sermayenin yüzünü tekrar ABD’ye dönmeye başladığı ve “gelişmekte olan piyasalar”dan çekildiği bir süreçten geçiyoruz. Bu eğilimin devamı ve güçlenmesi halinde, Brezilya’da olduğu gibi, faiz politikasının yabancı sermayeye yön vermedeki etkinliği de sınırlı kalacaktır.

ÖNÜMÜZDEKİ GÜNLERDE BİZİ NELER BEKLİYOR?

Gezi olaylarının başlangıcından bu yana yaklaşık iki ayı geride bıraktık. Bugün geldiğimiz aşamada, içi pek doldurulamayan “faiz lobisi” kavramından ziyade, uluslararası dinamiklerin ekonomideki gidişatın başlıca sorumlusu olduğunu hükümet çevrelerinin de kabul ettiğini görüyoruz. Son olarak, Merkez Bankası da, uluslararası piyasalarda faizlerin gösterdiği artış eğilimi ile dolar ihaleleriyle mücadele edemeyeceğini kavradı ve faiz artışı sinyalleri verdi.
Burada, Başbakan için ayrı bir parantez açmak gerek. Çünkü o, “faiz lobisi” söylemini daha fazla açmaktan imtina etse dahi, arkasında durmaya devam ediyor. Son olarak, bankaların kredi kartı aidatlarını (faiz dışı gelirlerini) hedef aldığı açıklamasında dahi, “boşuna faiz lobisi demedik” gibi bir vurguyu ihmal etmedi. Yüksek kredi kartı aidatları uzun zamandır kamuoyunda tartışılmaktaydı. Bu şikayetlere uzun süre kulaklarını tıkayan hükümetin, faiz lobisi suçlamalarının hemen ardından, önce faiz artışı sinyalleri vermesi, sonrasında ise, bu kez bankaların kredi kartı aidatlarını gündeme getirmesi oldukça manidar. Dahası, 10 yılı aşkın bir süredir icra makamında bulunan birinin, sokakta televizyona röportaj veren sade vatandaş edasıyla şikayetlenmesi, ikna edici olmaktan çok uzak.
Diğer yandan, Merkez Bankası’nın uzunca bir süredir kredi genişlemesini kontrol altına almaya çalıştığını ve Haziran ayı sonu itibari ile toplam kredi hacmindeki artış oranının yıllık hedefin üzerine tırmandığını görüyoruz. 2008 Krizi öncesinde ABD ekonomisinde görüldüğü üzere, parasal genişleme dönemlerinde artan kredi borçları, para politikasının sıkılaşmasıyla birlikte, ekonomilerin üzerinde büyük yük oluşturuyor. Yükselen faizleri ile birlikte borcun çevrilmesinin maliyeti de tırmanıyor ve batık krediler bankacılık sistemini zorlamaya başlıyor. Bu anlamda, Erdoğan’ın halka dönük “kredi kartı kullanmayın” şeklindeki çağrısı, (somut bir karşılığı olmayacağı aşikar olmakla beraber), faizlerde artışın ilk sinyalleriyle birlikte yaşanacak sorunların faturasını bankacılık kesimine kesme çabası olarak da değerlendirilebilir.
Peki önümüzdeki günler ekonomide ne getirir? ABD ekonomisinden gelecek verilerin, pek çok ülke açısından olduğu gibi, Türkiye açısından da belirleyici rol oynayacağı kesin. Türkiye’nin sürdüregeldiği yüksek cari açığa dayalı büyüme sürecinin de sonuna yaklaşıyoruz. Büyüme tahminlerinin pek çok kurum tarafından aşağı doğru revize edilmesi de, bu nedenle. Kura gelince, Merkez Bankası, ilk aşamada faiz koridorunu genişleterek, yani gecelik borç verme faizini 50-100 baz puan seviyesinde arttırarak, piyasaya müdahale edebilir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, piyasalar tarafından hali hazırda büyük ölçüde fiyatlanan bu müdahalenin etkinliği, büyük ölçüde FED’in politikalarına bağlı. Yurt dışı piyasalarda yükselen faizler, yurt içindeki faizleri de yukarı doğru itecek ve ekonomik büyümedeki yavaşlama eğilimini besleyecektir.
Görüldüğü gibi, iktidara ne denli yakın olursanız olun, ekonomi alanında geleceğe dönük pembe tablolar çizmek pek mümkün değil. Ucuz para dönemi elbet bir gün sona erecekti. Artık o sona yaklaşıyoruz. Bizdeki gibi, sıcak para ile fonlanan ekonomiler, bunun karşılığında elbet bir bedel ödeyecek. Siyasi iktidar bunun fazlasıyla farkında ve o yüzden şimdiden yaşanacak istikrarsızlığın faturasını toplumsal muhalefete kesmenin yollarını arıyor.

Osmanlı’dan günümüze dış borçlar ve yapısal dönüşüm

Avrupa ülkelerindeki yüksek kamu borçlarının ekonomi gündeminin ilk sıralarına oturduğu, borçlu ülkelerde iktidarların peşi sıra değiştiği ve sermaye akışını güvence altına alacak istikrar paketlerinin uygulamaya konulduğu bir dönemden geçiyoruz. Bir kez daha görülüyor ki, “borç krizleri”, finansman sorunu yaşayan ülkeler karşısında kapitalist dünya sistemindeki hegemonik aktörlerin elini güçlendiriyor ve taleplerini yaşama geçirebilecekleri kapsamlı bir yapısal dönüşüm için zemin hazırlıyor.
Ülkemiz böylesi borç krizlerine ve sonrasında dayatılan ağır koşullara pek de yabancı değil. Osmanlı Devleti’nin Kırım Savaşı nedeniyle aldığı ilk dış borçtan bugüne 150 yılın üzerinde zaman geçti. 1929 Buhranı, İkinci Dünya Savaşı gibi dünya ekonomisinin en sorunlu dönemlerinde, bu ülke ekonomisi, yurt dışına kaynak aktarmayı sürdürdü. Boğaz kıyılarındaki heybetli sarayların, açık deniz görmeden kıyıda çürümeye terk edilen donanmaların, kimilerinin adını bile duymadığı coğrafyalarda sürdürülen savaşların borcunu ödemeye devam etti Anadolu insanı, tamı tamına yüzyıl boyunca. Osmanlı’nın Türkiye’ye mirası olan dış borçlar ancak 1954 yılında tümüyle geri ödendi.
Osmanlı borçlarının tasfiyesiyle birlikte, artık tarih kitaplarında kalan bir geçmişe ait bir defter daha kapanmıştı belki. Ama Türkiye’nin dış borç macerası bitmek bilmedi. Bugün 300 milyar doların üzerine tırmanan dış borç stoğu ve bu borcun getirdiği faiz yükü, yüzyıl önce olduğu gibi, Türkiye halkının belini büküyor. Geçmişte Düyun-u Umumiye yetkililerinin denetiminde gerçekleşen dış borç ödemeleri yakın geçmişe kadar IMF denetiminde gerçekleşirken, bu durum, yaklaşık yüzyıl arayla ülke ekonomisinde söz sahibi olan bu iki uluslararası kurum arasında karşılaştırmaları da kaçınılmaz kılıyor.
19. yüzyılın ortalarında ilk kez uluslararası piyasalardan borçlanan Osmanlı Devleti kısa bir süre sonra kendini büyük bir borç açmazının içerisinde bulmuş ve böylece en önemli mali kaynaklarını Düyun-u Umumiye’nin kontrolüne devretmiştir. Düyun-u Umumiye döneminde, Osmanlı’da yabancı yatırımlar çarpıcı bir hızla artmış ve yine dış ticaretinin toplam ekonomik büyüklüğe oranı da yükselmiştir. Bu makalede, Osmanlı’nın küresel ekonomiye entegrasyonunda Düyun-u Umumiye’nin işlevi detaylı bir şekilde tartışılacaktır.
Türkiye ekonomisinin küresel ekonomiye entegrasyonunda bir diğer önemli dönüm noktası ise, IMF tarafından dayatılan 24 Ocak 1980 Kararları ve bu kararlara eşlik eden 12 Eylül askeri darbesi sonrasında uygulamaya konulan ekonomi politikalarıdır. Türkiye, 1980’lerde yaşanan ve Latin Amerika ülkeleri başta olmak üzere çevre ülkeleri derinden etkileyen uluslararası borç krizinin dışında kalmayı başaramamış ve uluslararası piyasalardan kredi temin edebilmek amacıyla bir kez daha IMF’nin kapısını çalmıştır. Buna karşılık, borç kriziyle birlikte alacaklı ülkelerin tahsildarlığına soyunan IMF, Türkiye’nin önüne kapsamlı bir neoliberal dönüşüm programı koymuştur. 1980 sonrası süreçte IMF’nin Türkiye üzerindeki ağırlığı artarak sürmüş ve ekonomi politikalarına dair en önemli karar mercii haline gelmiştir. Bu süreçte uygulamaya konulan politikalar, Türkiye ekonomisinin “ithal ikameci sanayileşme modeli”nden “ihracata dönük sanayileşme modeli”ne geçişi açısından bir dönüm noktası olmuş; dış ticaretin ekonomi içerisindeki payı artarken, ülkeye dönük yabancı sermaye girişleri de hız kazanmıştır. Çalışmanın son bölümünde, ülke ekonomisinin uluslararası sermayenin gereksinimleri doğrultusunda yeniden yapılandırılması ve küresel ekonomiye entegrasyonu açısından Düyun-u Umumiye ile IMF’nin işlevleri karşılaştırılacaktır.

DÜYUN-U UMUMİYE’NİN TARİHSEL ARKAPLANI
1881 yılında kurulan ve 1897 yılından itibaren Cağaloğlu’nda bugün İstanbul Lisesi’ne ait olan görkemli binada faaliyet gösteren Düyun-u Umumiye idaresi, son dönem Osmanlı tarihinin en önemli ve en çok tartışılan aktörlerinden birisidir. Düyun-u Umumiye’nin ortaya çıkışının nedenlerini ve Osmanlı ekonomisinin yeniden yapılanmasındaki rolünü daha iyi anlamak için Osmanlı’nın borç serüvenine kısaca göz atmakta fayda bulunmaktadır.
Osmanlı Devleti’nde 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren coğrafi genişlemenin duraklaması ve modern merkezi orduya dönük ihtiyacın ortaya çıkışı ile birlikte merkezi idarenin kaynak ihtiyacı da artmıştır. Bu süreç, geleneksel tımar sisteminin çözülmesine ve merkeze kaynak akışını sağlayacak iltizam ve sonrasında malikane sisteminin ortaya çıkışına yol açmıştır. Ne var ki, vergi sistemindeki bu yapısal değişiklikler de ihtiyacı karşılamakta yetersiz kalmış ve sık sık sikkenin tağşişine* başvurulmuştur. 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı devleti borçlanma araçlarını çeşitlendirmek, sınırlı sayıdaki sarrafların ötesinde daha geniş bir kesimden borçlanabilmek amacıyla iç borç tahvilleri (esham ve sonrasında sergi) piyasaya sürmüştür (Birdal, 2010:23).
Osmanlı’nın iç borçlanma amacıyla piyasaya sürdüğü bir diğer araç ise, kaime adı verilen banknotlardır. İlk olarak 1840 yılında faiz getirili bir hazine bonosu niteliğinde piyasaya sürülen kaimeler, zamanla kağıt para niteliğine bürünmüş ve üzerinde faiz taşımaksızın yaygın olarak piyasaya sürülmüştür. Mali sıkıntı içindeki Osmanlı, başı sıkıştığında kaime emisyonuna başvururken, diğer yandan büyük miktarda sahte kaime de piyasaya sürülmüş ve kaimenin değeri hızla gerilmeye başlamıştır. 1850’lerde kaimelere karşı güven büyük ölçüde kaybolmuş ve kaimelerin piyasadan çekilmesi, ekonominin ve maliyenin istikrarı açısından öncelikli konulardan biri haline gelmiştir (Clay, 2000:20-21). Kırım Savaşı ile birlikte tedavüle sürülen kaimelerin kısa sürede yüzde 30 değer yitirmesi ve maliyeye büyük yük bindirmesi, Osmanlı’nın finansal kaynak ihtiyacı için başka araçlara yönelmesine yol açmıştır.
Osmanlı’nın, maliyenin nispeten sınırlı borç ihtiyaçları için başvurduğu bir diğer kaynak ise, Galata bankerleridir. Genellikle esham karşılığı gerçekleştirilen borçların faizi genelde yüzde 10-18 arasında değişmekle birlikte, kimi zaman çok daha yüksek olabilmiştir (Clay, 2000:20-21). Galata bankerlerinden alınan borçların faizlerinin bu denli yüksek olması, sermaye kıtlığının yanı sıra borçların geri ödenmesinde yaşanan belirsizlik ve yüksek işlem maliyetleri ile açıklanabilir. Özellikle ödeme tarihlerine dair belirsizlik nedeniyle esham ve sergi sahipleri belli bir iskonto ile ellerindeki tahvilleri Galata Bankerlerine satmakta, bankerler ise, devlet kademelerindeki üst düzey bağlantıları sayesinde borçların geri ödenmesini sağlamaktadırlar. Böylece devletin borç geri ödemesindeki belirsizlikler ve yaptırım mekanizmalarının eksikliği, ufak bir azınlığın kamunun sırtından büyük kârlar elde ettiği bir ekonomik yapı ortaya çıkarmıştır. Galata Bankerlerinin elde ettiği yüksek kârlar yabancı basının da ilgisini çekmiş ve “Galata Vampirleri” olarak nitelendirilmelerine yol açmıştır (Times,16.12.1880).
1854 yılında Kırım Savaşı’nın başlamasıyla, Osmanlı kendini büyük bir finansal darboğazda bulmuştur. İç borçların hıza yükselen maliyeti ve kaime emisyonunun ekonomide yarattığı istikrarsızlık, hükümeti dış borç arayışına sürüklemiştir. 1854 yılında alınan ilk dış borç için Bank of England’a yatırılan Mısır vergisi karşılık gösterilmiştir. İngiltere ve Fransa’da piyasaya sürülen tahvillerin üzerindeki efektif faiz oranı yüzde 7.9 seviyesindedir ve aynı dönemde Galata Bankerlerinden alınan borçlarda uygulanan faiz oranının epey altındadır. Yine Kırım Savaşı nedeniyle, bu kez Osmanlı’nın savaştaki müttefikleri İngiltere ve Fransa’nın garantisi ile alınan 1855 borçlanması dışarıda bırakılırsa, 1854 borçlanması, Osmanlı’nın en düşük maliyetle yaptığı borçlanmadır. 1855 yılında ise, Mısır vergisinin yanı sıra İzmir ve Suriye gümrük vergilerinin karşılık gösterildiğ borçlanma, Osmanlı açısından büyük başarıyla sonuçlanmış ve efektif faiz oranı yüzde 4’ün altına gerilemiştir (Birdal, 2010:25-27).
Daha sonraları “Mısır Vergisi Borçları” olarak da adlandırılan bu iki borçlanmanın başarısı, borca karşılık gösterilen gelir kaynaklarının likiditesi (ve elbette ikincisinde tahvillerin piyasaya sürüldüğü ülkelerin resmi garantisinin alınması) ile de doğrudan ilintilidir.
Kırım Savaşı’nın yarattığı finansal darboğaz, Osmanlı’yı yeni borçlanma olanakları ile tanıştırmıştır. Yüzyılı aşkın bir süre önce, Morawitz’in de belirttiği gibi, “bazı şeyler çabucak öğrenilir. Borçluluk sanatı da bunlardan biridir. Osmanlı da bu alanda ilk adımı attıktan sonra çok hızlı yol almıştır” (Morawitz,1902). Dış piyasalara açılarak, daha geniş bir yatırımcı havuzuna daha düşük maliyetle ulaşma olanağıyla tanışan Osmanlı, gerçekten de kısa zamanda büyük bir dış borç sarmalının içine sürüklenmiştir. Ne var ki, borç stoğu arttıkça ve karşılık olarak gösterilecek gelir kaynaklarının güvenilirliği ve likiditesi düştükçe, Osmanlı tahvillerinin risk primi artmış, ilk borçlardaki düşük maliyetler giderek yükselmeye başlamıştır. 1865 yılından itibaren borca karşılık gösterecek cazip gelir kaynakları bulmakta zorlanılmış ve Osmanlı tahvillerinin efektif faiz oranı yüzde 10’lara tırmanmış, 1874 yılında ise yüzde 11.5 seviyesine erişilmiştir.
1875 yılında, toplam dış borç 252 milyon sterlin’e ulaşmıştır. Aynı dönemde, hazinenin gelirleri, resmi kayıtlara göre, bu rakamın ancak yüzde 9’u civarındadır (Birdal, 2010:54). Giderek ağırlaşan borç stoğu karşısında, borç servisinde zorlanan Osmanlı Devleti 1875 yılında iflas bayrağını çekmiş, uluslararası pazarlıklar sonucu, 1881 yılındaki Muharrem Kararnamesi uyarınca, Düyun-u Umumiye İdaresi kurulmuştur. Kararnameyle birlikte tuz ve tütün tekelleri, balık, alkol, damga vergisi, bazı bölgelerin ipek vergisi, Bulgaristan ve Doğu Rumeli vergileri ile Kıbrıs vergisi fazlasından elde edilen gelirler ve idaresi Düyun-u Umumiye İdaresi’ne terk edilmiştir. İdare heyeti, Fransa’dan iki, Almanya, Avusturya, İtalya, Osmanlı Hükümeti’nden ve İngiltere ile Hollanda’dan ortaklaşa seçilen birer temsilciden oluşmaktaydı. İdare heyetinin yabancı üyeleri, İtalya dışında, tahvil sahiplerince seçilmiş temsilcilerden oluşuyordu. İtalyan temsilci ise, Roma ticaret odası tarafından belirlenmekteydi (Birdal, 2010:103-104).
Düyun-u Umumiye İdaresi’nin kuruluş amacı dış borçların düzenli ödenmesini sağlamak olsa da, kurum, zamanla yeni borç anlaşmalarında da (Osmanlı hükümetinin de ısrarıyla) garantörlük görevi üstleniyor ve her yeni borca karşılık tahsis edilen gelir kaynakları idareye devrediliyordu. 1903-1904 yılında Düyun-u Umumiye İdaresi’nin gelirleri toplam hazine gelirleri içerisinde yüzde 13’lük bir paya sahipken, 1911 yılında bu oran yüzde 17’ye tırmandı. Osmanlı borçları arttıkça yetki alanı genişleyen idarenin çalışan sayısı, 1912 yılında, Maliye Nezareti’ndeki çalışan sayısını geçmişti (Birdal, 2010:104).

OSMANLI EKONOMİSİNİN KÜRESEL KAPİTALİZME ENTEGRASYONUNDA DÜYUN-U UMUMİYE’NİN ROLÜ
Osmanlı tarihi yazınında 19. yüzyılda Osmanlı ekonomisinin dünya ekonomisine entegrasyonu açısından ağırlıklı olarak 1838 Ticaret anlaşmasının üzerinde durulmaktadır. 1838 anlaşması, Osmanlı tarafından Batılı devletlere tanınan ne ilk ne de son kapitülasyondur. Ne var ki, devlet tekellerinin oluşumuna dair getirilen kısıtlamalar ve ihracat kısıtlamalarının kaldırılması açısından daha önceki kapitülasyonların çok ötesine geçmiştir. 1838 anlaşması, Osmanlı’nın mali bağımsızlığını ciddi ölçüde sınırlandırması açısından da, büyük önem taşımaktadır. Yine yabancı tüccarlara getirilen iç vergi muafiyetleri ile yabancı tüccarlara yerli nüfus karşısında büyük avantajlar sağlamış, yabancı malların ülkenin iç kesimlerine girişini kolaylaştırmıştır.

Grafik 1. Osmanlı Dış Ticareti 1830- 1913 (milyon Sterlin)

Kaynak: Pamuk, 1994:24.

Grafik 1.’de sunulan veriler de, 1838 anlaşmasının Osmanlı dış ticareti açısından önemini doğrulamaktadır. 1838 sonrasında, Osmanlı dış ticareti 1870’lere kadar istikrarlı bir artış kaydetmiş, bu tarihten sonra ise duraklama göstermiş, hatta kısmen gerilemiştir. Bu duraklamanın temel nedenleri arasında, dünya ekonomisindeki gelişmeler kadar (1873 Büyük Depresyonu gibi), Osmanlı ekonomisinin büyük ölçüde geçimlik üretime dayalı yapısı ve dış ticaretin daha fazla gelişmesi için gerekli altyapıya sahip olmaması da gösterilebilir. Osmanlı dış ticaretinin hızla artış gösterdiği bir diğer dönem ise 1890 sonrasıdır. Bu dönemde Düyun-u Umumiye tarafından gerçekleştirilen kurumsal değişiklikler Osmanlı’ya dönük fon akışını hızlandırmakla kalmamış, dış ticaretin de hızla artış gösterdiği ikinci bir kırılma yaratmıştır. Özellikle büyük ölçüde Düyun-u Umumiye’nin işbirliği ile gerçekleştirilen demiryolu yatırımları geçimlik üretimin çözülmesini hızlandırmış, Avrupa mallarının iç pazarlara erişimini kolaylaştırmıştır.
Muharrem Kararnamesi ile birlikte Osmanlı mali bağımsızlığını büyük ölçüde yitirmiştir. Buna karşılık, Avrupa piyasalarına daha öncesine göre daha düşük faiz oranlarından erişme olanağı bularak, kısa vadeli kaynak sorununu kısmen çözmüştür. Grafik 2.’de görüldüğü gibi, 1854-1881 dönemi ile karşılaştırıldığında, 1881 sonrasında Osmanlı tahvillerinin efektif faiz oranları ortalama yüzde 5 seviyesinde gerilemiştir.

Grafik 2. Osmanlı Tahvillerinin Efektif Faiz Oranı: 1854-1914

Kaynak: Birdal, 2010:86.

Elbette burada, Osmanlı tahvillerinin faizindeki gerilemenin, kapitalist merkez ekonomilerinin faiz oranlarındaki düşüşten ve bunun yarattığı düşük maliyetli fon akımından kaynaklandığı düşünülebilir. Bu etkiyi ortadan kaldırmak amacıyla, Osmanlı tahvillerinin getirisi ile yüzde 2.5’lik İngiliz konsollarının getirisi arasındaki farkın tarihsel seyrine gözatmak gereklidir. İngiliz konsolları 19. yüzyılda en güvenli, risksiz, uzun vadeli yatırım aracı olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle Osmanlı tahvilleri ile İngiliz konsollarının getirisi arasındaki fark (spread), bize Osmanlı tahvillerinin risk primini vermektedir. Grafik 3’ten de görüldüğü gibi, 1854-1855 borçlarından sonra Osmanlı tahvillerinin üzerindeki risk primi yüzde 5 seviyesinin üzerinde seyretmiş, iflas sonrası çıkarılan 1877 tahvillerinde ise yüzde 7 seviyesine ulaşmıştır. Düyun-u Umumiye sonrasında ise risk primi keskin bir düşüş göstermiş ve yüzde 3.5 seviyesinin üstüne çıkmamıştır. Düyun-u Umumiye öncesinde ortalama yüzde 5.7 olan risk primi, sonraki dönemde ortalama yüzde 2.1 seviyesine gerilemiştir.

Grafik 3. Osmanlı Tahvilleri ile İngiliz Konsolların Getirisi Arasındaki Fark

Kaynak: Birdal, 2010:87.

Düyun-u Umumiye döneminde geçekleştirilen 25 borçlanmanın 18’inde, kurum, borca tahsis edilen gelir kaynaklarının idaresinde sorumluluk almıştur. Bu borçlara karşılık olarak, genelde Düyun-u Umumiye gelirlerinin fazlasının, gümrük ve çeşitli bölgelerin öşür gelirlerinin ipotek edildiği görülmektedir. Geri kalan borçlanmalarda ise, hükümetin Reji şirketindeki payı ya da yine Reji aracılığıyla toplanan tütün öşürü geliri gibi, doğrudan hükümetin denetiminde olmayan, kolay denetlenebilecek ve güvenilir gelir kaynaklarının ipotek edildiği görülmektedir.
İngiliz yurtdışı tahvil sahiplerini temsil eden CFB (Council of Foreign Bondholders) raporlarından, Düyun-u Umumiye’nin ilk başlarda yeni borçlanmalara aracılık etmekte çekimser bir tutum takındığı anlaşılmaktadır (CFB:1895-1896:328-329). Bunun temel nedeni olarak, tahvil sahiplerinin, kurumun geri ödenmesi ile yükümlü olduğu borç stoğunun büyümesi ile birlikte kredibilitesinin azalması ve dolayısıyla da elde bulundurdukları tahvillerin değer yitirebileceği kaygısı gösterilebilir. Diğer yandan, imparatorluk üzerindeki siyasi hegemonyasını geliştirme arayışındaki Batılı devletler açısından Düyun-u Umumiye’nin Osmanlı ekonomisinin üzerindeki hakimiyet alanının genişlemesi önemli bir fırsat oluşturmaktaydı. Aynı şekilde, imparatorluk topraklarında yapacağı yatırımlar için Düyun-u Umumiye’nin işbirliğini arayan Avrupa sermayesi, özellikle demiryolu şirketlerinin çıkarları da bunu gerektirmekteydi. Kaldı ki, Düyun-u Umumiye Konseyi’nin üyelerinin önemli bir bölümü aynı zamanda bu şirketlerde yönetici konumundaydı ve bu şirketlere ait yatırımların güvence altına alınması kişisel çıkarları doğrultusunda idi. Yine bu dönemdeki birçok borç anlaşmasının, Osmanlı devletinin yabancı şirketlere dönük yükümlülüklerini yerine getirebilmek için yapıldığını vurgulamak gerekir.
Sonuç olarak, Düyun-u Umumiye İdaresi’nin Osmanlı’nın gelir kaynakları üzerindeki kontrolü, Muharrem Kararnamesi’nde tanımlananın çok ötesine geçmiştir. 1898 yılında kararname sonrası idareye aktarılan kaynaklardan elde edilen gelir, 1881 yılında aktarılan kaynaklardan elde edilen gelirin 1 milyon sterlin üzerindedir (Birdal, 2010:91). Kendi coğrafyasında mali ve elbette siyasi otoritesini giderek yitiren Osmanlı hükümeti, kuşkusuz ki bu durumdan rahatsızlık duymuştur. Ne var ki, kısa vadeli likidite ihtiyacı içerisinde hükümet borçlanmaya devam etmiş, her yeni borç ile Osmanlı’nın ekonomik bağımsızlığının sınırları daha da daralmıştır.
1881-1914 dönemi Osmanlı borçlarının bir diğer önemli özelliği ise, sarayın lüks harcamaları ve ordunun ihtiyaçlarından kaynaklı bütçe açıklarını kapatmaya dönük önceki dönem borçlanmalarının aksine, önemli bir bölümünün altyapı yatırımlarına tahsis edilmeleridir. Bu dönemdeki 25 borçlanmanın 6’sı demiryolları, biri ise liman yapımı için alınmıştır. Aynı dönemdeki bir diğer borçlanma ise, Osmanlı döneminin en büyük tarım projesi olarak gösterilen 1913 Konya Ovası Sulama projesi için yapılmıştır (Issawi,1980:204). Bu yatırımların ortak özelliği, Osmanlı ekonomisi açısından olduğu kadar, yabancı yatırımcılar açısından da büyük önem taşımalarıdır. Örneğin, Konya bölgesinin öşürü Bağdat demiryolu şirketine tahsis edilmiş ve sulama projesi de, ilk olarak, vergi gelirini arttırmak isteyen şirket tarafından hükümete teklif edilmiştir (Issawi,1980:200). Demiryolu (ve liman) yatırımları ise, Osmanlı’ya dönük mal ihracı ve Osmanlı’dan hammadde ithalatını geliştirmenin yanı sıra Avrupalı kapitalistlere (Düyun-u Umumiye’nin garantisi altında) cazip ve güvenli bir kâr olanağı sunmuştur.
Düyun-u Umumiye’nin kuruluşu ve sonrasında gerçekleştirilen finansal reformlar sadece Osmanlı’nın tahvil ihracını kolaylaştırmakla kalmamış, doğrudan yatırımlarda da büyük artış yaşanmasına neden olmuştur. Özellikle 1875 yılındaki iflas sonrasında Avrupalı kapitalistlerin Osmanlı hükümeti ile iş yapmaktan kaçındıkları bir ortamda, Düyun-u Umumiye’nin varlığı, yabancı sermaye açısından önemli bir teminat oluşturmuştur. Zaman içerisinde kurum, Osmanlı tahvil sahiplerinin temsilciliğinden, Blaisdell’in deyimiyle, yabancı sermayenin “bekçi köpeği”ne dönüşmüştür (Blaisdell, 1929: 152).

Grafik 4. Doğrudan Yabancı Yatırımdan Kaynaklanan Fon Akımı: 1859-1913

Kaynak: Pamuk, 1994:197-200.

Grafik 4, 1859-1913 yılları arasında doğrudan yabancı yatırımların gelişimini göstermektedir. DYY’lar, 1860’larda başlamakla birlikte, Düyun-u Umumiye sonrasına değin belirginlik kazanmamıştır. 1859-1881 yılları arasında ülkeye dönük net DYY girişi, yıllık ortalama 548 bin sterlin seviyesinde kalmıştır. 1882-1913 yılları arasında ise, yıllık net DYY girişi 1,996 milyon sterlin seviyesine tırmanmıştır. Osmanlı ekonomisine dönük en yüksek DYY girişi, 1888-1896 yılları arasında gerçekleşmiş ve toplam DYY girişinin yüzde 40’ını oluşturmuştur. Bu dönemdeki yatırımların önemli bir bölümünü, Düyun-u Umumiye’nin idaresi altında gerçekleştirilen demiryolu yatırımları oluşturmuştur. Aynı grafikten 1876-1887 ve 1897-1913 yılları arasından kâr transferlerinin DYY girişinin üzerinde kaldığı ve net sermaye çıkışı gerçekleştiği görülmektedir. Bu durum, Düyun-u Umumiye’nin çevreden merkeze dönük kaynak aktarımını sağlamakta Batı emperyalizminin başlıca araçlarından biri olduğu yönündeki argümanı doğrular niteliktedir.

Grafik 5. 1914 Yılı İtibariyle DYY’ın Sektörel Dağılımı

Kaynak: Pamuk, 1994: 74.

Osmanlı’daki DYY’ların sektörel dağılımına bakıldığında, Düyun-u Umumiye’nin yabancı yatırımları ülkeye yönlendirmekteki önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Grafik 5’te de görüldüğü gibi, DYY’ın sadece yüzde 5.3 dolayında bir kısmı endüstriye gitmiştir. Büyük bir bölümü ise, gerek imparatorluk içinde, gerekse de Avrupa ile ticareti arttırmaya dönük demiryolu ve liman yatırımlarına yönelmiştir. Bankacılık ve sigortacılık faaliyetlerine yönelen yatırımlar da bu kategori altında değerlendirilebilir. Önemli bir bölümü Düyun-u Umumiye’nin gelir idaresine dayalı olarak gerçekleştrilen demiryolu yatırımları, toplam DYY içinde yüzde 63 gibi büyük bir pay tutmaktadır.
Düyun-u Umumiye, Osmanlı ekonomisinin küresel kapitalizme entegrasyonunda, diğer bir deyişle Batı emperyalizminin ülkede hakimiyetini arttırmasında kuşkusuz büyük rol oynamıştır.  Bu dönemde, Osmanlı maliyesinin borç taleplerini karşılamaya yönelik dolaylı yabancı yatırımlar iflasa rağmen kurumun yarattığı güvenle ülkeye akmaya devam etmiş, doğrudan yabancı yatırımlar ise benzeri görülmemiş bir seviyeye ulaşmıştır. Doğrudan yatırımların büyük kısmı Düyun-u Umumiye garantisi altında gerçekleştirilen demiryolu yatırımlarına akmakla birlikte, ülke içerisinde taşımacılık olanaklarının genişlemesi, içerideki geçimli üretim tarzında çözülmeyi hızlandırdığı gibi, Batı ürünlerinin iç pazarlara ulaşımını da mümkün kılmıştır. Bundan dolayı aynı dönemde sadece yabancı yatırımlar değil, dış ticaret de büyük ivme kazanmış, kapitalist merkezde sıkışan sermaye güvenli ve cazip yeni yatırım olanaklarına kavuşmuştur.

1980 BORÇ KRİZİ VE TÜRKİYE EKONOMİSİNDE DÖNÜŞÜM
Lozan anlaşması sonrasında borç ödemeleri konusunda alacaklı ülkelerle yeniden anlaşmaya varılmış ve Düyun-u Umumiye İdaresi ülke dışına çıkarılarak gelir kaynakları Türkiye’ye devredilmişti. Bundan sonraki süreçte borç taksitlerinin ödenmesinde bir aracı rolü üstlenmenin ötesinde başka işlevi olmayan kurumun Türkiye ekonomisi üzerinde herhangi bir yaptırım gücü de kalmamıştı.
Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra da devralınıp ödemelerine devam edilen Osmanlı borçları, ancak 1954 yılında tamamen geri ödenebilmiştir. Tabii ki, bu tarih, Türkiye’nin dışa bağımlılığı üzerinden attığı bir dönemin başlangıcı sayılamaz. Osmanlı’nın borçları bitse de, genç Türkiye Cumhuriyeti yeni borçlar yaratmaktaydı. Aynı yıl, dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar 300 milyon dolarlık bir yardım almak için Amerika’ya gitmişti. Yine Menderes’in yoğun çabaları ve Bonn ziyareti sonucunda, Almanya’dan 450 milyon marklık bir kredi alınmıştı (Birdal, 1999:12).
Marshall yardımıyla Türkiye üzerinde hegemonyasını kurmaya başlayan ABD ve sonraki yıllarda ekonomiyi kontrolü altına alacak olan IMF ile daha 1947 yılında tanışmıştık bile. Belki Düyunu Umumiye ortadan kalkmıştı, ama onu hiç de aratmayacak bir IMF vardı. 1970’lerdeki pervasız borçlanmayı izleyen borç krizi sonrasında IMF herkesin hayatına girmişti artık. Kuruluşunda, üye ülkelerin “arızi likidite sorunlarını çözmek amacıyla” oluşturulduğu ifade edilen IMF, 1980’li yıllarda yeni bir kimlikle ve dünya ekonomisinde büyüyen rolüyle karşımıza çıkmaktaydı. IMF’nin yeni misyonu ise, Düyun-u Umumiye’yi hatırlatmaktaydı: “Alacaklı ülkelerin tahsildarlığı”.
Dünya ekonomisinde istikrarsızlığın en büyük sorun olarak belirginleştiği bir dönemde, Türkiye, istikrarı sağlamaktaki yegane aracı olan plan disiplininden tamamen uzaklaşmıştı. 1974 yılında meydana gelen petrol fiyat artışına ve dünya ekonomisinin içine sürüklenmekte olduğu krize, sürekli bir seçim konjonktürü içinde, kısa vadeli borçlanma kanallarını sonuna kadar zorlayarak, ithalat ve milli gelirdeki büyüme hızlarını sürdürmeye çalışarak tepki göstermişti. Bunun sonucunda, 1974-75 yıllarında planlı önlemler ile daha hafif atlatılabilecek bir bunalım, 1977’de üç yıl gecikme ile, ama olanca şiddetiyle kendini göstermişti (Boratav, 1995:115). Böylece Türkiye, krize, 1977’de, yani 1979’daki ikinci petrol krizinden ve 1982’de Meksika ile patlayan borç krizinden önce adım atıyordu.
Bu krizin göstergelerini aşağıdaki gibi özetlemek mümkündür:
Türkiye ekonomisi 1974 yılında da büyüme kaydederken, kriz geciktirilmekteydi. Dünyada üretim hızının (hizmet ve inşaat sektörleri hariç) %2’lere düştüğü 1975 yılında da, Türkiye %8.0 oranında büyüme kaydetmişti. Bu dönemin faturası ise, 1977 yılından itibaren ödenmeye başlanmıştı. 1977’de büyüme hızının %4’lere düşmesiyle başlayan gerileme, 1978’de %3, 1979’da %-0.3, 80’de ise %-0.7 ile doruğa ulaşmıştı (Başkaya,1986a: 159).
Aynı yıl içerisinde dış ticaret göstergeleri şiddetle bozulmaktaydı. İhracat bir önceki yıla göre 200 milyon dolar gerilerken, ithalat %13 oranında, yani 660 milyon dolar arttırılmış, bunun sonucunda ihracatın ithalatı karşılama oranı da % 30’lara gerilemişti. Dış ticaret açığı ise 4 milyarı aşmaktaydı. Milli hasılanın %5’e varan bir oranda büyümesine imkan veren, kısa dönemli, yüksek faizli DÇM (Dövize Çevrilebilir Türk Lirası Mevduat Hesapları), banker borçları ve ticari kredilerle mümkün kılınan bu zorlama, yıl sonu geldiğinde patlak vermişti. Artık bütün kredi kanalları tıkanmış ve petrol dahil tüm ithalatın peşin ödeme ile yapılması zorunluluk halini almıştı (Boratav, 1995: 115).
Dış ticaret hadlerinde de Türkiye aleyhine bir gelişme göze çarpmaktaydı. 1973 yılını yüz olarak alırsak, Türkiye’nin dış ticaret hadleri, dolar cinsinden, 1974’te 92.0, 1975’te 77.7, 1978’de ise 73.8 olarak belirmekteydi. 1973-1979 yılları arasında Türkiye’nin ihraç fiyatları %82.4 oranında artarken, aynı dönemde ithal malları fiyatlarındaki artış %147.5 olmuştu (Başkaya,1986a:149).  Nitekim toplam dış borcun GSMH’ye oranı 1974’te % 11.7 iken, 1977’de % 27.4’e yükselmiştir. Toplam dış borcun ihracat gelirlerine oranı, aynı yıllarda, sırasıyla % 178.4 ve % 491.9’dur. Dış borcun artan baskısı karşısında, 1974-78 kesitinde, dış borç ödeme yükümlülüğü uluslararası rezervler eritilerek yerine getirilirken, özellikle kısa vadeli borçların tırmanmasında DÇM’ler çok önemli bir rol oynamıştır (Sönmez, 1998:468). Tırmanan dış borçlar karşısında, 1977 yılı sonunda dış kaynak girişinin de tıkanmış olması, ekonominin içine girdiği çıkmazı derinleştirmiştir. 1976’da 278 milyon dolar fazlayı işaret eden net dış borçlanma dengesi, 1977’de –38, 1978’de –85, 1979’da –22 milyon dolar olarak sürekli açık vermiştir (Sönmez,1998: 468).
Bütün bunların neticesinde, bilhassa 1978-79 yıllarında, Türkiye ciddi bir ekonomik krizle karşı karşıya kalmış, ithal malı bulamaz olmuş, fabrikalar elektrik kısıntılarından çalışamaz hale gelmiştir (Gürsoy,1989: 241). Türkiye’nin pazarlık gücünün en az olduğu böylesi bir noktada, IMF, OECD, Dünya Bankası üçlüsünün pazarlık gücü ise doruk noktasına ulaşmıştır. Türkiye, yeni borç ertelemeleri olmazsa borç ödeyemeyecek bir hale girecek, taze krediler bulunamazsa ekonomi yönetilemeyecek bir duruma gelecektir. OECD, 1979’da 989.3 milyon dolar kredi vermeyi taahhüt ettiği halde, sadece 253.7 milyon dolar ödemişti. Suudi Arabistan’dan da kredi talebinde bulunulmuş, ama alınamamıştı. Türkiye’nin ivedi bir şekilde OECD ülkelerine olan borçlarını ertelemesi ve buna ilaveten en az 1-1.5 milyar tutarında taze kredi bulması zorunluydu (Kazgan,1988:26).
Özellikle azgelişmiş ülkelerin borçlarını ödeyemez hale gelmesiyle birlikte, uluslararası bankalar, Dünya Bankası ve IMF işbirliğine gidilerek, ekonomi yakın takibe alınmış, IMF onayına bağlı kredi sistemine geçilmişti. Bu yüzden, Türkiye’nin IMF onayı olmadan resmi nitelikli herhangi bir kredi alması söz konusu bile olamazdı. Bunu çok iyi bilen hükümet, IMF’nin onaylayacağını bildiği, neoliberal bir çerçevede şekillenen ve ekonominin dışa açılmasını öngören 24 Ocak programını hazırladı. Bu tarih, Türkiye’nin sözde dışa açılmaya başladığı, gerçekte ise uluslararası sömürüye karşı tümüyle korumasız kalmasına giden bir sürecin başlangıcını ifade etmekteydi.
1970’lerin “ithal ikameci sanayileşme ve birikim tarzı”, 1980’lere gelindiğinde, yerini, Türkiye’ye dünya kapitalizmi tarafından biçilen role uygun bir iktisadi entegrasyon modeline bırakmıştır. Bu modelin işleyebilmesi için, Türkiye’nin, özellikle dış ilişkilerinde “neo-liberal” bir politika izlemesi; iç üretim maliyetlerini düşürmesi için de, ücretliler üzerinde çok daha yoğun ve siyasal baskının eşlik ettiği bir ekonomik baskı yaratması gerekli olmuştur. Toplam talep içinde ağırlığı artması amaçlanan dış talebe uygun bir üretim yapısını, belirli alanlarda uzmanlaşarak gerçekleştirmek, ekonominin yeniden yapılanmasını da gerektirmektedir. İthalatta korunma oranları düşürülerek yerli üretimi dış rekabete açmak, yabancı sermayenin girişini kolaylaştırmak, kamu kesiminin ekonomideki yerini küçültmeye çalışmak, orta ve uzun vadede varılması hedeflenen amaçlar olarak, bu dönemde gündeme girmiştir. İhracatta bir sıçrama yapılması ise, uzun dönemli bir politika aracı olduğu kadar, kısa dönemde gerçekleştirilmesi gereken öncelikli bir hedef olarak da kendisini dayatmış ve kaynaklar bu yolda sarfedilmiştir (Oyan,1989:110). Bu doğrultuda hazırlanan 24 Ocak programının içeriğini ve amaçlarını kısaca şöyle özetleyebiliriz (Kazgan, 1995:186-188):
1) Dış ticarette serbestleşme, devalüasyonlar ve mali desteklerle ihracatın arttırılması: Reel devalüasyonlar ve mali desteklerle ihracat arttırılacak, öte yandan gümrük vergilerinin kademeli olarak azaltılmasıyla ithalat serbestleştirilecekti. İhracatta gerçekleşecek artış ile birlikte uluslararası finans çevrelerinin güveni kazanılacak ve taze kredi bulabilme olanakları genişleyecekti.
2) Döviz piyasasında ve sermaye girişlerinde serbestleşme, günlük kur uygulamasına geçilmesi: Döviz fiyatının belirlenmesi Merkez Bankası’na bırakıldı ve 1981 yılında günlük kur uygulamasına geçildi. Yabancı sermaye girişlerini arttırmak amacıyla dolaysız yatırımlar üzerindeki denetim gevşetildi.
3) Devlet kesiminin küçültülmesi, KİT’lerin özelleştirilmesi: KİT’lere yapılan mali desteğin azaltılması ile iç fiyatlar piyasa denge fiyatını yansıtacak, KİT ürünlerine sürekli zam yapılacak ve hizmet kapsamları daraltılacaktı. KİT’lere yapılan mali desteğin azaltılmasıyla, KİT’ler teknolojik olarak geri bırakılmıştı, böylece özelleştirilmeye zemin hazırlanmış oluyordu.
Özelleştirme, 1980’li yıllarda, borç tuzağına düşen ülkeler için “merkez ülkeleri”nin ortaya koyduğu başlıca çözümdür. Böylece, borç faizlerini dahi ödeyemez duruma düşen ülkelerden, borç karşılığı hisse senedi alınacak; borç ödemeleri garanti altına alınırken, “merkez ülkeleri” de, kendi iç piyasalarındaki durgunluğu yeni yatırım alanları kazanarak aşacaklardı. Bu dönemden sonra, özelleştirmenin evrensel boyutta haberleşme, ulaştırma, enerji, yeraltı kaynakları ve benzeri sektörlerde yoğunlaşmasının nedeni ise, sermayenin kâr haddinin arttırma arayışıdır. Doğal tekel konumundaki bu sektörlerde, kamu tekelleri, kamu hizmeti yerine getirdikleri için düşük fiyat uygularlar ki, bu da kâr haddini düşük tutar. Bunun sonucunda, bu sektörlerdeki özelleştirmeden uluslararası ve yerli sermaye iki taraflı yarar sağlayacaktır. İlki, KİT’lerin düşük kâr haddinden dolayı sermaye piyasasında oluşacak düşük satış fiyatından sağlanacak kâr; ikincisi ise, özel tekele dönüştüğünde uygulanacak tekel fiyatından sağlanacak kârdır.
4) Para miktarının denetlenmesi ve faiz hadlerinin serbestleştirilmesi:1985’e kadar süren IMF denetimindeki süreçte, enflasyonun düşürülmesi için, para miktarının belirlenmesi öngörülüyordu. Bu, kamu kesiminin TCMB’den alacağı kredilerin kısıtlanması anlamına gelmekteydi. Faiz hadleri ise serbestleştirilecek ve reel pozitif düzeye ulaştırılacak, bu sayede artan tasarrufların sabit sermaye yatırımına dönüşmesiyle ekonomi gelişecekti.
5) Sermaye üzerindeki vergilerin hafifletilmesi: Laffer kuramından esinlenerek sermaye üzerindeki vergilerin düşürülmesiyle yatırımın, üretimin ve buna bağlı olarak toplam vergi gelirinin arttırılması öngörülmüştür. Para miktarının denetlenmesine vergilerin hafifletilmesi eşlik edince, kamu kesiminde iç borçlanma politikası ağırlık kazanmaya başlamış ve bu da reel faizlerin yükselmesini sağlamıştır.
6) Reel ücretlerin ve tarım fiyatlarının baskı altında tutulması: Ücretlerin geçmiş değil beklenen enflasyona göre ayarlanması yoluna gidilerek, reel ücretler düşürülmüştür. Bu politika sonucu, reel ücretler 1988’de dibe vurmuş, 1977’deki düzeyine göre %55 oranında azalmıştı. Ücretlerin baskı altında tutulacak olması, kısacası enflasyonun dar gelirli kesimin sırtından düşürülmesi politikası, 12 Eylül rejimi ile birlikte siyasal güvencesini de oluşturmuştu.
12 Eylül 1980’deki askeri rejimi izleyerek, bazı sendikalar ve konfederasyonların faaliyeti yasaklandı; grev ve lokavt hakkı Milli Güvenlik Kurulu tarafından ertelenerek, “süresi sona eren toplu iş sözleşmelerinin sosyal zorunluluk hallerinde yeniden yürürlüğe konması” için 24/12/1980 tarihli ve 2364 No.lu yasa çıkarıldı ve Yüksek Hakem Kurulu kuruldu. Yüksek Hakem Kurulu, süresi sona eren toplu iş sözleşmelerini yeni duruma göre yenileyerek yürürlüğe koyma işlevini üstlendi (Kazgan,1988:352-353). Tarım sektöründe ise, tarım destekleme politikalarındaki değişiklikler sonucu kapsama alanı daraltıldı; kimyasal gübre dışındaki girdi fiyatları serbest bırakılırken, kamu kurumlarınca alınan ürünlerde ödemeler geciktirildi.
Bu uygulamalar, 12 Eylül iktidarının sınıf karakterini de açıkça gözler önüne sermektedir. 1980 sonrasındaki uygulamalar sayesinde devlet eliyle yeni bir rantiye kesimi yaratılırken, ücretli kesimin ve tarım kesiminin yaşam koşulları zorlaştırılmıştır. Ücretler enflasyon karşısında hızla erirken, buradan tasarruf edilen kaynaklar belirli bir kesime teşvik adı altında aktarılmıştır. Bunların sonucunda ise, gelir dağılımının hızla bozulması kaçınılmaz hale gelmiştir.
24 Ocak Kararları 12 Eylül sonrasında uygulama zemini bulmuş, ama ilk yıllarda yabancı sermaye girişleri, başta ABD olmak üzere gelişmiş kapitalist ülkelerde uygulanan daraltıcı para politikaları ve yüksek enflasyon hadleri nedeniyle oldukça sınırlı kalmıştır. 1979-1981 yılları arasında, Paul Volcker’in başkanlığındaki FED, faiz oranlarını yüzde 11’den yüzde 20 gibi rekor bir seviyeye çekerek, katı bir enflasyonla mücadele programı uygulamaya koymuştur. Yine Latin Amerika başta olmak üzere küresel borç krizinin şiddetlenmesi nedeniyle “gelişmekte olan piyasalar”a dönük risk algısı artmış ve sermaye akımlarını sınırlandırmıştır. Ülkedeki siyasi istikrarsızlık ortamı ve askeri dikta rejiminin uluslararası kamuoyundaki yansımaları da, ülkeye dönük yabancı sermaye girişinin beklenen seviyede olmamasına yol açmıştır.
Grafik 6’da, 1980 sonrası Türkiye’ye dönük net yabancı sermaye girişi gösterilmektedir. 1980 yılında 672 milyon dolar seviyesinde seyreden net yabancı sermaye girişi, 1985’de 1 milyar dolara yükselmiş, 1990’da 4 milyar dolara, 2000’de ise 9,6 milyar dolar seviyesine tırmanmıştır. 1991’de Körfez Krizi, 1994’de 5 Nisan Krizi ve 1998’deki Asya ve Rusya krizlerinde ise, sırasıyla, 1991’de yaklaşık 2,5 milyar dolar, 1994’de 4,3 milyar dolar ve 1998’de 840 milyon dolar net sermaye çıkışı gerçekleştiği izlenmektedir. 1980 sonrasında ülke ekonomisi dış piyasalarda yaşanan gelişmelere daha da duyarlı hale gelmiş, özellikle sıcak para giriş ve çıkışları dönem dönem ülke ekonomisini büyük istikrarsızlığa sürüklemiştir.

Grafik 6. 1980 sonrası Türkiye’ye Dönük Net Yabancı Sermaye Girişi (milyon dolar)

Kaynak: Güven:2008:78.

DYY rakamlarına bakıldığında benzer bir durum görülmektedir. 1954-1980 arasında 200 milyon dolar seviyesinde kalan DYY rakamları, 1980 sonrasında artış eğilimine girmiş, ama özellikle 1988 yılına kadar ülke ekonomisindeki rolü oldukça sınırlı kalmıştır. Ülkeye dönük DYY, 1980 yılındaki 18 milyon dolar seviyesinden, 1981 yılında 95 milyon milyon dolara, 1987 yılında 354, 1988’de 663, 1991 yılında ise 783 milyon dolar seviyesine tırmanmıştır. Asya ve Rusya Krizi sonrasında, “gelişmekte olan piyasalar”daki istikrarsızlık, içerideki siyasi istikrarsızlık ortamı ile birleşince, 1990’ların sonunda, DYY’ların sert bir şekilde gerilediği görülmektedir. Bu dönemde, yabancı yatırımların, ağırlıklı olarak bankacılık, sigortacılık ve turizm sektörlerinin yanı sıra yap işlet devret modeli çerçevesinde hayata geçirilen altyapı yatırımlarına yöneldiği görülmektedir (Güven:2008:80).

Grafik 7. 1980 sonrası Türkiye’ye Dönük DYY Girişi (milyon dolar)

Kaynak: Güven:2008:78.

DÜYUN-U UMUMİYE’DEN IMF’YE BORÇ VE YAPISAL DÖNÜŞÜM
Sunulan çerçeve içerisinde, “çevre”den “merkez”e kaynak aktarımı sürecinde oynadığı rol göz önüne alındığında, Düyun-u Umumiye’nin işlevi ile 24 Ocak sonrası Türkiye ekonomisinde IMF’nin işlevi büyük oranda örtüşmektedir. Bu açıdan Düyun-u Umumiye ile IMF arasında sıkça kurulan paralellikler doğrulanmaktadır. Ancak kimi araştırmacıların gözden kaçırdığı farklılıklar da vardır. Öncelikle, IMF tarafından borçlu ülkelere dayatılan politikalar demeti, devletin ekonomi alanındaki rolünü kısıtlamanın yanı sıra gümrüklerin düşürülmesi ve piyasa ekonomisinin önündeki engellerin koşulsuz kaldırılmasını da getirmektedir. Düyun-u Umumiye örneğinde ise durum farklıdır. Düyun-u Umumiye, tütün (daha sonra yine Düyun-u Umumiye ortaklığında kurulan Reji şirketine devredilmiştir) ve tuz tekeli de dahil olmak üzere, farklı alanlarda faaliyet gösteren, diğer bazı ekonomik aktiviteler üzerinden doğrudan vergi toplayan bir nevi “şirket”tir. Temsilcileri, her ne kadar kimi zaman hükümetlerin tavsiyesiyle atansalar da, öncelikle tahvil sahiplerine karşı sorumluluk taşımaktaydılar. Bu yüzden IMF’nin sahip olduğu kimi politik öncelikler, çıkarları Osmanlı ekonomisine bağlı olan ve başarısı elde ettiği kâr oranıyla ölçülen Düyun-u Umumiye örneğinde ikinci plana itilmekteydi. Bu nedenle, Düyun-u Umumiye yetkilileri, “şirket”in ekonomik çıkarları temsil edilen ülkelerin politikalarıyla çatıştığı kimi durumlarda, “şirket”in çıkarlarını ön plana çıkarmışlardır.
IMF politikaları birçok sektörde yerli üretimin aşamalı olarak tasfiyesini getirirken, Düyun-u Umumiye, gelirini arttırmak için, sorumluluk alanında bulunan sektörlerde üretimi geliştirmeye yönelik teknoloji transferinden, teknik okullar açmaya kadar birçok yatırımda bulunmuştur. IMF dayatmaları çerçevesinde tasfiye edilen KİT’lerin temelini teşkil eden TEKEL idaresi, Düyun-u Umumiye’den devralınmıştır. Cumhuriyet hükümeti kurumu kamusallaştırmakla yetinmiş, devraldığı kurumsal yapıyı ve kadroları büyük ölçüde korumuştur.
Düyun-u Umumiye yetkilileri, çıkarları doğrultusunda, sık sık kapitülasyonların adaletsizliğinden yakınmış, tümüyle korumasız kalan ekonominin gelişmesinin mümkün olmadığını vurgulamış ve hatta gümrüklerin yükseltilmesi için hükümetleri nezdinde lobi faaliyeti yürütmüştür. 1903 yılında sağlanan gümrük artışı bu faaliyetlerin bir sonucu olduğu gibi, geliri de, borçların geri ödenmesinde kullanılmak üzere, yine Düyun-u Umumiye’ye bırakılmıştır. Batılı devletlerin, vatandaşlarına vergiden muafiyet sağlayan kimi ayrıcalıkları daha da genişletmeye çalıştığı bir dönemde (damga vergisi örneğinde olduğu gibi), Düyun-u Umumiye, bu ayrıcalıkların tümüyle kaldırılması gerektiğini savunmuştur. Çünkü bu ayrıcalıklar, Osmanlı’yı zarara uğrattığı gibi, bazı vergi gelirlerini idaresinde bulunduran Düyun-u Umumiye’yi de zarara uğratmaktadır.
“Şirket”in çıkarları Batılı devletlerle denk düştüğünde ise, elbette Düyun-u Umumiye yetkilileri, Osmanlı aleyhine kararlar almakta gözlerini kırpmamıştır. Sözgelimi, Osmanlı’dan elde ettiği gelirlerle, İtalyanlar’a, Trablusgarp’ta Osmanlı’ya karşı savaşması için kredi açmakta bir sakınca görmemişlerdir.  Yine eklemek gerekir ki, Düyun-u Umumiye yönetiminde, bir yanda Almanya, diğer yanda ise İngiltere, Fransa, İtalya gibi güçler dengesinin iki farklı yanında yer alan ülkelerin aynı anda temsil edilmeleri de, bir ülkenin kurum içerisinde ağırlık kazanmasını engellemiştir.
Düyun-u Umumiye de, tıpkı IMF’nin 1980’lerde yaptığı gibi, bir borç krizi sonrasında ülkenin yeniden yapılandırılmasında ve dünya kapitalizminin ihtiyaçlarına yönelik olarak yeniden şekillendirilmesinde önemli rol oynamıştır. Ne var ki, bu temelde örtüşen işlevlerinin ötesinde ayrılan yönleri olduğu gibi, dikkatle incelendiğinde, IMF politikalarının tahrip gücünün çok daha yüksek olduğu gözden kaçmayacaktır.

KAYNAKÇA

Başkaya, F.1986. Borç Krizi Üzerine Bir Deneme. Ankara: Birlik Yayıncılık.
Başkaya, F.1986a. Devletçilikten 24 Ocak Kararlarına. Ankara: Birlik Yayıncılık.
Birdal, M.2010. The Political Economy of Ottoman Public Debt: Insolvency and European Financial Control in the Late Nineteenth Century. London: IB Tauris.
Birdal, M.1999. Uluslararası Borç Krizi ve Çevre Ülkelerde Yapısal Dönüşüm. Yayınlanmamış Yüksek  Lisans Tezi.
Blaisdell, D.1929. European Financial Control in the Ottoman Empire: A Study of the Establishment, Activities, and Significance of the Administration of the Ottoman Public Debt. New York: Columbia University Press.
Boratav, K. 1995. 1980’li Yıllarda Türkiye’de Sınıflar ve Sosyal Bölüşüm. 2.b. İstanbul: Gerçek Yayınevi.
Boratav, K.1995a. Türkiye İktisat Tarihi 1908-1985. 5.b. İstanbul: Gerçek Yayınevi.
Clay, C. 2000. Gold for the Sultan. London: I.B.Tauris.
Council of Foreign Bondholders. Newspaper Cutting Files of the Council of Foreign Bondholders,   1870 – 1914.
Gürsoy, M.1989. Dünyadaki Büyük Ekonomik Krizler ve Türkiye Ekonomisine Etkileri. İstanbul: Metis Yayınları.
Güven,Y. 2008. “Türkiye’de 1980 Sonrası Dönemde Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımlarının Sektörel Analizi ve Ekonomik Kalkınmaya Etkisi”. Osmangazi İİBF Dergisi, 3(1):75-97.
Issawi, C. 1980. The Economic History of Turkey, 1800-1914. Chicago: The University of Chicago Press.
Kazgan, G. 1988. Ekonomide Dışa Açık Büyüme. 2.b. İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi.
Morawitz, C. 1902. “Public Debt of Turkey.” The North American Review 175: 275-288.
Oyan, O. 1989. Dışa açılma ve Mali Politikalar, Türkiye:1980-1989. Ankara: V Yayınları.
Pamuk, Ş. 1994. Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme. İstanbul: Türkiye Toplumsal Tarih Vakfı.
Sönmez, S. 1998. Dünya Ekonomisinde Dönüşüm. Ankara: İmge Kitabevi.
Times. 16.12.1880.CFB, Reel 200, vol.XVI.

Küresel finans piyasalarında istikrarsızlık ve Türkiye ekonomisine yansımaları

2008 yılında ortaya çıkan kriz ile birlikte kredi piyasalarında ve reel ekonomide sert bir daralma yaşanmıştır. Krizin başlangıcından itibaren başta ABD olmak üzere birçok ülkede genişlemeci para politikaları uygulamaya konulmuş, kasalarındaki sorunlu varlıklar karşılığında bankalara uzun vadeli krediler açılmış, faizler hızla aşağı çekilirken, devlet harcamaları ekonomideki talep yetersizliğini gidermek üzere arttırılmıştır. Aynı süreçte uygulamaya konulan vergi indirimleri ve daralan üretim nedeniyle vergi gelirlerinde sert düşüş yaşanmış, dev bütçe açıkları ortaya çıkmıştır.
Bugün geldiğimiz noktada ABD’de ve Avrupa’da bütçe açıklarına ve kamu borç yüküne dair artan endişelerin küresel piyasalardaki istikrarsızlığın ardındaki temel etken haline dönüştüğünü izliyoruz.
Geçtiğimiz Ağustos ayı içerisinde uluslararası kredi derecelendirilme kuruluşu olan Standard and Poors tarafından ABD’nin kredi notunun düşürülmesi ve negatif yönlü izlemeye alınması, önümüzdeki dönemde piyasalarda istikrarsızlığın hızla tırmanacağını ve dikkatlerin uzunca bir süre daha bütçe açıklarına yoğunlaşacağını göstermektedir. Mevcut koşullar altında bugün Yunanistan, İspanya, Portekiz, İtalya gibi ülkelerde “istikrar tedbirleri” adı altında uygulamaya konulan politikaların daha geniş bir coğrafyada uygulama alanı bulacağı ve bütçe açıkları bahanesiyle emekçi sınıfların yüz yılı aşkın bir mücadele sonucu elde ettiği kazanımların kalan kısmının da büyük ölçüde tasfiyesinin amaçlandığı görülmektedir.

SERMAYEYE KAYNAK AKTARIMI İÇİN KULLANILAN KRİZ ÖNLEM PAKETLERİNİN BEDELİ EMEKÇİLERE ÖDETTİRİLMEK İSTENMEKTEDİR
Yaşanan kriz, sosyal demokrat-Keynezyen iktisatçıların beklentilerinin aksine, iktisat politikasında yoksul kesimler lehine yeniden dağılımcı bir paradigma kırılması yaratmamış, önceki krizlerde olduğu gibi işçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarının hızla bozulmasına yol açmıştır. Kredi piyaslarını ayakta tutmak adına finans sektörüne aktarılan trilyonlarca dolar finans sektöründeki kârların kısa sürede eski seviyelere ulaşmasını sağlamış, finans sektörü, birçok ülkede 2010 yılını en kârlı kapatan sektörlerin başında gelmiştir.
Reel sektörde de kriz bahanesiyle yaşanan işten çıkarmalar, ücretlerde yapılan kesintiler ve işçilere dayatılan karşılıksız mesailer kârlılığın hızla toparlanmasına yol açmıştır. Ülkemizde de, birçok dev sanayi kuruluşunun, işçi ücretlerinde kriz nedeniyle uygulanan kesintilerin sürdüğü dönemde rekor kârlar açıkladığı izlenmiştir. Bugün birçok şirketin piyasa değerleri kriz öncesindeki seviyelerin çok üzerine tırmanmasına rağmen reel ücretlerin kriz öncesinin altında kalması, krizin bölüşüme dair etkilerini gözler önüne sermesi açısından önem taşımaktadır.
Kriz sonrasında alınan önlemlerin yarattığı bütçe açıkları ise bir kez daha ücretli kesim üstünden yapılan kesintilerle kapatılmak istenmekte, dolayısıyla gelir dağılımı eşitsizliği giderek büyümektedir. Yine, yatırımları teşvik amacıyla geliştirilen düzenlemelerin yanında yarı zamanlı istihdamın geliştirilmesi ve kıdem tazminatının kaldırılmasının planlanması gibi önlemler, emekçi kesimin yoksullaşması, güvencesizliğin artması, çalışma koşullarının ve “istihdamın niteliğinde bozulma” gibi sonuçlara yol açmaktadır.
Bu duruma, kriz sonrasında istihdamdaki toparlanmanın değerlendirildiği 2011 yılı ILO raporunda da vurgu yapılmaktadır.

AVRUPA BORÇ KRİZİ VE SONUÇLARI
Son dönemde dünya piyasalarında istikrarsızlığın ardındaki temel unsurlardan başlıcası Avrupa ülkelerinde hızla tırmanan bütçe açıkları ve artan temerrüt* riski olmuştur. Yunanistan ile başlayan kriz dalgasının, sonrasında İrlanda, Portekiz, İspanya ve İtalya ile sürdüğünü görmekteyiz.
Mayıs ayında kredi derecelendirme kuruluşu Fitch tarafından kredi notu üç kademe birden düşürülen Yunanistan’da, on yıllık devlet tahvillerinin faiz oranı, bir yıl öncesine göre ikiye katlanarak, yüzde 17’lere dayandı. Bu durum, borcun piyasaya yeni tahvil sürerek döndürülmesinin sadece daha maliyetli hale gelmesine değil, aynı zamanda da giderek imkansızlaşmasına yol açtı.
Avrupa istikrar fonu tarafından yapılan müdahale şimdilik Yunanistan’a dair endişelerin ikinci plana atılmasına neden olsa da, İspanya ve İtalya gibi daha büyük ülkelerde de temmerüt riskinin hızla artması, borç krizinin giderek başa çıkılamaz bir hale gelmesine neden oluyor. Yunanistan’daki krize daha etkin müdahale amacıyla ve çetin pazarlıklar sonrasında kredi kapasitesi ancak 440 milyara çıkartılan Avrupa istikar fonunun, daha anlaşmanın mürekkebi kurumadan 1 trilyon Avro gibi bir büyüklüğe ulaşması gerektiği dile getirilmekteydi. Bu fon üye ülkelerin hazineleri tarafından karşılandığından, böylesi bir genişlemenin uygulanabilmesi açısından mali yükü büyük oranda göğüsleyecek Fransa ve Almanya’nın onayı büyük önem taşıyordu. Ekim ayının son günlerinde varılan anlaşma kısa vadede Avro bölgesinin borç ödemelerine dair kaygıları dindirse de, uzun vadede ortak para biriminin geleceğine dönük belirsizlik sürüyor.
Doların anahtar para rolünü kaybedeceğine dönük beklentilerin güç kazandığı bir dönemde Avro’ya karşı güven kaybı yaşanması, Avro-Dolar paritesinde sert dalgalanmalara neden olduğu gibi, altın fiyatlarındaki hızlı artışın ardındaki temel etkenlerden biri durumunda. Avrupa’daki yüksek kamu borçları sadece Avro bölgesiyle de sınırlı kalmıyor. İngiltere’de kamu borç stoğu 1.2 trilyon pound civarında ve GSYİH’nın yüzde 76’sını buluyor.
Avrupa ekonomisinin içinden geçtiği bu çalkantılı dönemde para birliğinin geleceğine dair kehanetler de havalarda uçuşuyor. Aslına bakılırsa, herkesin Avro bölgesinin dağılabileceğini tartıştığı bir süreçte karar mekanizması giderek merkezileşiyor. Yakın zamana değin Avro bölgesinin en büyük sorunu olarak gösterilen ortak para birimine rağmen maliye politikalarının koordine olamaması durumu, yerini Almanya ve (kısmen Fransa’nın) sorunlu ülkelerin maliye politikalarına doğrudan müdahale edebildiği bir duruma bırakıyor. Merkel Eurobond ihracı konusunda ayak diredikçe, Yunanistan ve diğer sorunlu ülkeler üzerindeki yaptırım güçleri artıyor. Daha önce dayatılması mümkün gözükmeyen “tasarruf paketleri”, ülkenin sosyal patlamanın eşiğine gelmesi pahasına uygulamaya sokuluyor. Papandreu, Berlin’de Alman sermayesine, koltuğuna mal olacak olsa da dayatılan programın arkasında duracağının sözünü veriyor. Avro bölgesi liderleri krize çözüm bulmak amacıyla son 21 ay içerisinde 13 kez toplanırken, Merkel her toplantı öncesinde, borçlu ülkelerin kulağını çekmeden ve koşulsuz bir kurtarma olamayacağını hatırlatmadan edemiyor. Son zirve öncesinde de Berlusconi hükümetine çatan Merkel, borçlu ülkelerin ayağını yorganına göre uzatmasının gerekliliğini vurgulayarak, GSYİH’nın yüzde 120’sine ulaşan kamu borcunu aşağı çekecek tedbirlerin ivedilikle devreye sokulmasını talep ediyor. Avro’yu savunacaklarını, ama “krizin ana kaynağını” da (Merkel, burada kamu borçlarını kastediyor) asla unutmayacaklarını vurgularken, borçlu ülkelere de aba altından sopa gösteriyor.
Kamu borç yükünün düşürülmesinin iki yolu var. İlki, kamunun vergi gelirlerini yükseltmek, dolayısıyla da vergileri arttırmak. Sermayenin uluslararası hareketliliğinin en üst düzeyde olduğu günümüz kapitalizminde sermeyenin üzerindeki vergilerin arttırılmaya çalışılması, yoğun sermaye çıkışını tetikleyerek, ekonomik büyüklüğün daha da daralmasına ve de toplam vergi gelirlerin azalmasına neden olabileceği için, (mevcut sistemin sınırları içerisinde) böylesi politikaların uygulanabilirliği zorlaşıyor. İktidardaki hükümetlerin de pek böyle bir arayışı yok zaten. Bu noktada en pratik çözüm dolaylı vergilerin arttırılması oluyor ki, bu da, giderek yoksullaşan geniş halk kitlelerin üstündeki vergi yükünün büyümesi ve gelir dağılımının daha da bozulmasına neden oluyor.
Kamu borcunun düşürülmesinin bir diğer yolu da, hepimizin çok iyi bildiği gibi, ücretlerin sınırlandırılması ve sosyal harcamalardaki kesintiler başta olmak üzere, kamu harcamalarının kısılması. Çoğu zaman dolaylı vergilerdeki artış ile birlikte devreye sokulan ücret kesintileri krizin emekçilere yansıyan faturasını ağırlaştırırken, kamu kesimindeki ücret kesintileriyle birlikte özel sektördeki ücretler de gerilemeye başlıyor. Dolayısıyla, sermayenin kâr oranlarında da bir artış yaşanıyor.
Bugün Avrupa’da yaşananlar tarihsel bir kırılma noktasından geçtiğimizi göstermekte. Kriz, Avro bölgesinin borçlu ülkelerinde kapsamlı bir dönüşümü de beraberinde getiriyor. Fatura bir kez daha emekçilere kesilirken, “sosyal devlet”in son kalıntıları da tasfiye ediliyor. Büyüyen borç sarmalı ve kredi derecelendirme kuruluşlarının artan baskısı karşısında devreye sokulan özelleştirmeler ve bütçe kesintilerinin gelecekte daha da büyüyeceğini ve Yunanistan’da izlediğimiz senaryonun Avrupa’nın diğer borçlu ülkelerinde de tekrarlanacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.

ULUSLARARASI KREDİ KURULUŞLARININ YAPTIRIM GÜCÜ
Son yıllarda küresel ekonomide yaşanan gelişmeler, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının rolünün ve tarafsızlığının ana akım medya tarafından da sorgulanmasına yol açmıştır. Moodys, Standard and Poors, Fitch aynı zamanda dev fonlara yatırım danışmanlığı yapan şirketlerdir. Bu durum, onlara biçilen uluslararası denetim göreviyle çelişmekte ve çıkar çatışmasında yanlılık ve üstünlük etkeni olmaktadır. Aynı kurumların, kredi notu tehdidi ile, birçok geç kapitalistleşmiş ülkede zorla özelleştirmelere neden olduğu bilinmektedir. Yine dünyanın en bilinen borsa spekülatörlerinden Warren Buffet’in aynı zamanda Moodys’in başlıca hissedarlarından olduğunun, Standard and Poors’un ise bünyesinde bulundurduğu yayınevinin yanı sıra yatırım danışmalığı konusunda uzmanlaşan McGraw Hill’e ait olduğunun da altını çizelim.
Uluslararası finans sermayesinin bir uzantısı olan bu kredi derecelendirme kuruluşları, günümüzde ülkelerin kaderini iki dudağı arasında bulunduran talepleri yerine getirilmediğinde, söz konusu ülkelerin notlarını kırarak ya da talepleri karşılığında not arttırımına giderek, uluslararası sermaye hareketlerine yön veren, iktidarlar değiştirebilen dev bir güç olarak karşımıza çıkmaktadırlar. ABD’de yaklaşan seçimler öncesi yaşanan not indirimi, her ne kadar ülke tahvillerine dönük uluslararası talepte büyük bir gerileme yaratmasa da, Obama iktidarına vurulmuş en büyük darbelerden biri olarak görülmektedir. Böylesi bir durumun daha ufak birçok ülkeninin temerrüde düşmesi için tek başına yeterli olacak kadar yıkıcı etkiler yaratacağı not edilmelidir. Bu yönüyle, kredi derecelendirme kuruluşlarının küçük-orta büyüklükteki ekonomiler üzerinde büyük yaptırım gücüne sahip olduğunu söylemek mümkündür.

“İKİNCİ DİP” SENARYOLARI VE TÜRKİYE EKONOMİSİNE OLASI ETKİLERİ
Türkiye ekonomisinin hemen her büyüme döneminde olduğu gibi, kriz sonrasındaki ekonomik toparlanma süreci ile birlikte cari açık da hızla tırmanmaya başladı. 2011 seçimlerinden sonra uluslararası kredi kuruluşlarının da uyarıları üzerine, Merkez Bankası öncelikle cari açık sorununa odaklı bir strateji izlemek amacıyla ekonominin daha fazla ısınmasını önleyecek tedbirler aldı, ama Ağustos ayının başında finans piyasalarındaki sert dalgalanma sonrasında, bir süre daha ekonomik büyümeye odaklanacağının sinyallerini verdi.
2011 yılının ilk üç ayından itibaren ekonomi gündeminin ilk sıralarına yerleşen cari açığa dönük endişelere uluslararası piyasalardaki kriz beklentisi de eşlik edince, son aylarda TL’den hızlı bir kaçış yaşandı. 2003 yılını baz alarak oluşturulan endekse göre, geçtiğimiz yıl bu aylarda reel Türk Lirası kuru, gelişmiş ülke para birimleri karşısında yüzde 40, diğer gelişmekte olan ülke para birimleri karşısında ise yüzde 10 civarında değer kazanmış durumdaydı. Dolayısıyla, Türk Lirası’nın yaz aylarından bugüne diğer para birimleri karşısında yaşadığı sert değer kaybı pek de sürpriz sayılmamalı. Ne var ki, kurdaki bu sert düzeltmenin tek başına Türkiye’nin cari açık sorununa çözüm olacağı da beklenmemeli.
Ülkenin ithalatında yüzde 40 dolayında yer tutan enerji kaynaklarının fiyatlarındaki gelişmeler cari açığın başlıca belirleyicisi olarak göze çarpıyor. Üretim genişledikçe, enerji ithalatı ve de cari açık tırmanıyor. Bu noktada, gerek Türkiye, gerekse de dünya ekonomisindeki yavaşlamanın önümüzdeki süreçte cari açık kaygısını bir süreliğine arka plana atacağını söyleyebiliriz. Geleceğe dönük beklentilerdeki olumsuz hava enerji fiyatlarının da düşmesine yol açtığı için cari açığı geriletiyor. Petrol fiyatlarında yaşanan her 10 dolarlık düşüş, Türkiye’nin ithalatında kabaca 4 milyar dolarlık bir gerilemeye yol açıyor. Kurdaki bu sert hareketin cari açık üzerindeki etkisini önümüzdeki aylarda daha net göreceğiz.
Diğer yandan, kurun mevcut seviyleri koruması durumunda, bunun enflasyonist bir etki yaratacağı da muhakkaktır. Merkez Bankası’nın, son kararlarından, kurdaki bu sert hareketin yol açacağı tek seferlik artışın orta vadede ekonomik büyümenin yavaşlaması ile büyük ölçüde giderileceği kanaatinde olduğu anlaşılmaktadır.
Yine özel sektörün yabancı para cinsinden yükümlülüklerinin TL karşılığının hızla artması, şirket bilançolarına da olumsuz olarak yansıyacak, şirketlerin kredibilitesini düşürerek, borç çevrimini zorlaştıracaktır. Böylesi bir ortamda, iç piyasaya dönük sektörlerde kâr marjları daralacak ve bu da, işçi ücretleri üzerinde büyük baskı yaratacaktır.
Yukarıda çizilen senaryo çerçevesinde, önümüzdeki yasama yılında, kıdem tazminatı, bölgesel asgari ücret ve benzeri yasal düzenlemelerle emekçi sınıfların yasal kazanımlarının tasfiyesi ve sermayenin kârlılığını koruyacak tedbirlerin devreye sokulması kaçınılmaz olacaktır. Böylesi bir süreçte, sermayenin bir kez daha “krizin yükünü paylaşma” söyleminin arkasına sığınacağını biliyoruz. Sermayenin bu yöndeki propagandasına, geçmiş krizden elde edilen tecrübeleri de ön plana çıkartarak cevap verilmelidir.  Böylesi bir ortamda işçi sınıfınn örgütsüz ve dağınık bir duruş sergilemesi durumunda, zaten iyice zayıflamış sendikal hareketin tarihinin en ağır darbelerinden birini alacağı da hatırlanmalıdır.

Obama neden kazandı?

ABD ekonomisi son dönemde tarihinin en uzun durgunluklarından birini yaşıyor. Dahası tünelin sonunda henüz ışık görünmüyor. Ülkenin içinde bulunduğu mali darboğaz her geçen gün daha da büyüyor. İşsizlik oranı, yüzde 8 gibi, ABD için oldukça yüksek sayılabilecek bir seviyede. Toplam kamu borç stoğu 16 trilyon doları aşmış durumda, bütçe açığı ise 1 trilyon doların üzerinde (GSYİH’nın % 8.7’si) seyrediyor. Bir de son günlerde çokça tartışılan “mali uçurum” meselesi var. Eğer Kongre Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasında yeni bir anlaşma sağlanamazsa yıl sonu itibariyle vergi indirimleri sona erecek. Kamu harcamalarında ise önemli kesintiler yaşanacak. Ülke ekonomisinde sert bir daralmaya neden olabileceği tartışılan bu durum, ABD kamuoyunda mali uçurum olarak adlandırılıyor.
Obama, daha önce de, 2010 yılında, Bush’un zenginlere dönük vergi indirimini iki yıl uzatarak ve 2011 yılındaki borç tavanı pazarlıkları sırasında sosyal amaçlı harcamalarda kesintilere giderek, Cumhuriyetçilere önemli tavizler vermişti. Paul Krugman gibi kimi Demokrat yazarlar, “Olmayan bir anlaşma, kötü bir anlaşmadan daha iyidir” şiarıyla Obama’nın bu kez şantaja boyun eğmemesi gerektiğini belirtiyor. Cumhuriyetçiler ise, Bush’un zenginlere dönük uyguladığı vergi kesintisinin uzatılması için bu durumu kullanıyor, zengin düşmanı olarak nitelendirdikleri hükümetten tavizler koparmadan uzlaşmaya yanaşmıyor.
Peki, ABD ekonomisinin böylesine büyük bir açmaza sürüklendiği bir dönemde Obama’nın seçim zaferini nasıl yorumlamalıyız? Bunun için öncelikle Amerikan seçim sistemini ana hatlarıyla özetleyerek işe başlayalım.

SALINCAK EYALETLERİN BELİRLEYİCİ ROLÜ
ABD’de başkan doğrudan seçmenler tarafından değil, seçmenler tarafından verilen oylar doğrultusunda siyasi partilerce belirlenen 538 üyeli bir “seçici kurul” tarafından seçiliyor. Her eyaletin seçiciler kuruluna göndereceği üye sayısı ise nüfusuna orantılı olarak belirleniyor. Örneğin 37 milyonu aşan nüfusu ile California’nın toplamda 55 üyesi bulunurken, bu sayı 1 milyon nüfuslu Montana’da 3’e geriliyor. Maine ve Nebraska dışındaki tüm eyaletlerde çoğunluğu kazanan parti eyaletin seçici kurula göndereceği tüm üyeleri belirleme hakkına sahip oluyor. Dolayısıyla California gibi büyük bir eyalette küçük bir oy farkıyla seçimin kaybedilmesi 55 oyun karşı partiye geçmesi anlamına geliyor. Bu nedenle, eyalet bazındaki seçim sonuçları büyük önem taşıyor ve başkan adaylarının, ülke genelinde, rakiplerinden belirgin biçimde daha fazla oy almasına rağmen seçimi kaybetmesi de mümkün hale geliyor. Son olarak 2000 seçimlerinde, Bush ülke genelinde daha az oy almasına rağmen başkanlık koltuğuna oturmaya hak kazanmıştı.
Son seçimlere bakıldığında, ülkenin belirgin bir şekilde iki parti tarafından paylaşıldığı görülüyor. Demokratlar New York, New Jersey, California, Washington, Illinois gibi şehirleşme oranının yüksek olduğu genelde kıyı bölgelerinde hakimiyet oluştururken, Cumhuriyetçiler ise Arizona, Teksas, Missisipi, Kentucky gibi kırsal nüfusun ağırlıklı yer tuttuğu iç bölgelerde büyük bir üstünlüğe sahip. Her iki partinin birbirine büyük bir üstünlük kuramadığı bazı eyaletlerde ise seçimin galibi ufak marjlarla belirleniyor. Seçim sonuçları üzerinde oynadıkları belirleyici rol nedeniyle partilerin, üzerine ağırlıkla eğildiği bu eyaletler “salıncak eyaletler” veya “anahtar eyaletler” olarak da adlandırılıyor. Obama’nın neden yarışı kazandığını anlayabilmek için öncelikle bu eyaletlerdeki sosyo-ekonomik dinamiklere göz atmakta fayda var.
Anahtar eyaletlerin başında, bilindiği gibi, 2000 seçimlerinde kıyasıya rekabete sahne olan bir yarış sonrasında belirleyici rol oynayarak Bush’u Gore karşısında başkanlığa taşıyan Florida geliyor. 2008 yılında emlak balonunun patlamasıyla ortaya çıkan krizden en sert şekilde etkilenen eyaletlerden biri olan Florida, son seçimlerde oyunu Obama’dan yana kullanmıştı. 2008’de McCain’e Florida’da yüzde 3 dolayında fark atan Obama, bu seçimde kılpayı da olsa (yüzde 1’in altında bir farkla) seçiciler kurulunda 29 oya sahip bulunan en önemli anahtar eyaleti kazandı. Eyaletin nüfusunun yüzde 18’ini oluşturan Hispanik oylarının yüzde 61 gibi bir oranda Obama’ya yönelmesi seçimin galibini de tayin etti. Burada ilginç olan bir diğer sonuç ise, bölgede Hispanik nüfusun önemli bir kısmını teşkil eden ve anti-komünist kimlikleriyle her dönem Cumhuriyetçilere yakın duran Kübalı göçmenlerin dahi yüzde 48 gibi bir oranda Obama’ya oy vermesi.
Bir diğer anahtar eyalet ise Ohio. Eyalet tarihsel açıdan da önem taşıyor. Bugüne kadar hiçbir Cumhuriyetçi aday Ohio’yu almadan başkanlığı kazanamamıştı. Bu seçimler de istisna olmadı. 2000 ve 2004 seçimlerinde Cumhuriyetçilerin kazandığı Ohio da, Florida gibi 2008 krizinden şiddetle etkilenmiş ve yüzde 5 kadar bir farkla tercihini Obama’dan yana kullanmıştı. 2012 seçiminde de yüzde 2 gibi bir oranla Obama seçimi aldı. Burada, eyalette özellikle otomotiv sektöründe örgütlü işçilerin seçim sonuçları üzerinde belirleyici rolü göze çarpıyor.
Virginia, Wisconsin, New Hampshire, Iowa, Nevada, Colorado gibi diğer “salıncak eyaletler”de ise, işçi oylarının yanı sıra azınlıklardan, gençlerden ve kadınlardan aldıkları oyun, ibreyi Demokratların lehine döndürdüğü görülüyor. Romney’nin doğum yeri olan, babasının valilik yaptığı, işçi nüfusunun yoğunluğuyla bilinen Michigan’da ve Romney’nin daha önce valisi olduğu Massachusetts’de Obama’nın seçimi kazanması da dikkat çeken bir diğer ayrıntı.

AZINLIKLAR OBAMA’YA YÖNELDİ
Son iki seçim sonuçlarını değerlendirdiğimizde etnik boyutun fazlasıyla ön plana çıktığını görüyoruz. Günümüzde Amerikan nüfusunun yüzde 72.4’ü  beyazlardan oluşuyor. Hispanik olmayan beyazların oranı ise 1960’lı yıllarda nüfusun yüzde 85’ini oluştururken, günümüzde yüzde 63.7’ye kadar gerilemiş durumda. 2050 yılında bu oranın yüzde 46’ya kadar düşeceği tahmin ediliyor. İşte bu nedenle, Amerikan siyasetinde etnik dinamikler günümüzde her zamankinden daha büyük bir önem taşıyor.
Yüzyıllardır Amerikan topraklarında ezilen, sömürülen siyahların tarihteki ilk siyah başkana ezici bir destek vermesi sürpriz sayılmamalı elbette. Toplam nüfusun yüzde 13’ünü oluşturan siyahların son seçimde özellikle kilit eyaletlerde yüksek oranda sandığa gitmesi, seçim sonuçları üzerinde belirleyici rol oynadı.
Tarihsel olarak siyahlar, Abraham Lincoln’dan itibaren Cumhuriyetçilere destek vermişlerdir. Buna karşılık Amerikan iç savaşı sonrası kölelik yandaşı Güney eyaletlerini yüzyıla yakın bir süre boyunca hegemonyası altında tutan Demokratlar, siyahların oy haklarını gaspa yönelik “oy vergisi” ve benzeri yasal düzenlemelerin yanı sıra oy kullanımını sindirmek amacıyla vahşetin de ön plana çıkarıldığı birçok eyleme imza atmışlardır. Siyahların 1924 yılına kadar Demokratların parti toplantılarına dahi alınmadığını da ekleyelim.
Demokratların Güney’in partisi olmaktan çıkması ve siyahlardan oy almaya başlaması ise, Lincoln ile birlikte ABD tarihinin en popüler başkanı olarak gösterilen Franklin D. Roosevelt döneminde gerçekleşmiştir. 1932 yılında ekonomik krizin oldukça şiddetli olduğu bir dönemde iktidara gelen Roosevelt, ünlü “New Deal” politikasını uygulamaya koymuş, müdahaleci devlet politikalarıyla ekonomiyi ayağa kaldırmaya çalışmıştır. Bu süreçte Güney ve Batı eyaletlerindeki geleneksel Demokrat kesimin yanı sıra sanayileşmiş Doğu ve Orta Batı eyaletlerindeki işçi sınıfının da desteğini arkasına alan Roosevelt, bu desteğin verdiği güvenle, partisinin siyahlara dönük politikalarında da değişime gitmiştir. New Deal kapsamındaki kamu projelerinde siyahlara dönük ayrımcılığı yasaklayan ve siyahların kamuda istihdamını hızla arttıran Roosevelt bunun karşılığını sandıkta almıştır. Demokratların siyahlardan aldığı oy, 1932 yılındaki yüzde 30 seviyesinden yüzde 70’lerin üzerine taşınmıştır. 1936 seçimleri siyahların kendilerine oy hakkı tanıyan Cumhuriyetçileri tercih etmedikleri ilk seçim olarak da tarihe geçmiştir. Seçimlere toparlanmakta olan bir ekonominin avantajıyla giren Roosevelt, iki eyalet dışında tüm eyaletleri kazanarak önemli bir seçim zaferi kazanmıştır.
Siyahların Demokratlara dönük desteği açısından bir diğer önemli dönüm noktası ise 1960’lar olmuştur. 1964 yılında çıkardığı “Yurttaş Hakları Kanunu” ile yaşamın birçok alanında etnik ayrımcılığı yasaklayan ve siyahlara temel vatandaşlık haklarını tanıyan Lyndon Johnson ile Demokratların siyahlardan aldığı oy oranı yüzde 90’lara sıçramıştır. Ne var ki, Johnson’ın bu hamlesi, özellikle güneyli beyaz seçmenin Demokratlardan uzaklaşmasına da neden olmuştur. 1964 seçimi tarihe Demokratların güneyi kaybettiği seçim olarak geçerken, bu tarihten itibaren hiçbir demokrat adayın beyazlar arasında çoğunluğu sağlayamamış olması da dikkat çekicidir.
Siyah bir başkan adayı ile birlikte siyahların Demokratlara dönük desteğinin daha da artarak 2008’de yüzde 96’ya ulaştığı, 2012’de ise yüzde 99’a tırmandığı görülüyor. Siyah nüfusun ABD ortalamasının üzerinde bir artış göstermesi ve seçimlere katılım oranının artması da, uzun vade de Demokratların elini güçlendiren bir istatistik olarak karşımıza çıkıyor.
Obama’nın, sadece siyahlar değil, diğer azınlıklar içerisinde de oyunu belirgin bir şekilde arttırdığı göze çarpıyor. ABD nüfusu içerisindeki payı hızla artan ve beyaz Amerikalıların ardından ikinci en büyük etnik grup haline gelen Hispanikler, günümüzde ABD nüfusunun yüzde 16.4’ünü oluşturuyor. Geleneksel olarak Demokratlara oy veren Hispaniklerin Cumhuriyetçilere dönük desteği, George W. Bush döneminde yüzde 40 ile zirve yapmıştı. Hispaniklerin siyasi tercihlerinde dindarlık (kürtaj, doğum kontrolü gibi başlıklar) ve göçmen politikalarına dair ayrışmalar belirgin rol oynasa da, özellikle gelir seviyesindeki farklılıkların çok daha ön plana çıktığı göze çarpıyor. 2008 yılında Hispaniklerden yüzde 65 oranında oy alan Obama, 2012’de bu oranı yüzde 73’e çıkardı. Daha da önemlisi, yıllık 30 bin doların altında kazanan alt gelir grubu arasında bu oranın yüzde 80’lerin de üzerine tırmanması. Amerikan işçi sınıfının en alt, en güvencesiz kesimini oluşturan Hispanikler, aynı zamanda yüzde 28.2 ile yoksulluk oranın en yüksek olduğu (siyahlarda yüzde 25, beyazlarda yüzde 11) etnik grup durumunda.
Eyaletler bazında bakıldığında Hispanik seçmenin oynadığı belirleyici rol daha da ön plana çıkıyor. Obama’ya seçimi kazandıran Florida, Colorado, Nevada gibi “salıncak eyaletler”deki üstünlüğün ardındaki temel etmen Hispanik oyları gibi görünüyor. Yine New Mexico eyaletinde toplamın yüzde 36’sını oluşturan Hispanik oyları Cumhuriyetçileri yarışın dışına iten başlıca faktör.
Amerikan nüfusu içinde nüfusu en hızlı artan (1996 yılından itibaren yüzde 128) ve toplam nüfusun yüzde 4.8’ini oluşturan Asyalılar da ağırlıklı olarak Obama’yı tercih ettiler bu seçimlerde. Siyahlara ve Hispaniklere oranla daha düşük (yüzde 16.7) bir yoksulluk oranına sahip olan Asyalı nüfusun önemli bir bölümü, 1940-1990 arası komünist ülkelerden göç eden anti-komünist, muhafazakar ailelerden oluşmaktadır. 1990’lara kadar beyazlardan daha muhafazakar yegâne etnik grup olarak bilinen Asyalılar’ın siyasi kompozisyonu bu tarihten itibaren birlikte hızlı bir değişime uğradı. Çin ve Hindistan gibi ülkelerden göçün ağırlık kazanması ve anti-komünist paranoyanın değişen jenerasyonla birlikte etkinliğini yitirmesi, Asyalılar’ın Cumhuriyetçilere dönük koşulsuz desteğinin de erimesine yol açtı. 1992 yılındaki seçimlerde Clinton Asyalılar’dan ancak yüzde 32 oranında oy almayı başarabilirken, sonraki seçimlerde bu oy oranı sabit bir şekilde artış gösterdi. Kerry 2004’de Asyalı Amerikalılar’ın yüzde 56’sının oyunu alırken, Obama 2008’de Asyalılar’dan yüzde 62 oranında oy aldı. Son seçimlerde ise, Asyalılar, yüzde 73 gibi büyük bir farkla Obama’yı desteklediler.
Asyalılar’ın, Obama’ya desteklerini açıklarken, ülkeye aileleri tarafından kaçak yollarla sokulan küçük yaştaki göçmenlerin geri gönderilmesinin durdurulması başta olmak üzere göçmen konusundaki tavrını ön plana çıkarttıkları görülüyor. Cumhuriyetçilere yakın kimi “sivil toplum örgütleri”nin göçmen karşıtı söylemlerinin Asyalıları ürküttüğü ve Demokratlara yönelttiği de bir gerçek.
Azınlıkların siyasi tercihlerini incelerken, burada Yahudiler için de bir parantez açmak gerekiyor. Genelde, İsrail’in ülkedeki Yahudiler üzerinde büyük etkisi olduğu, İsrail’in bu nedenle ABD’nin dış politikasını da şekillendirebildiği savunulur. Seçim sonuçları bu savı büyük ölçüde çürüttü. İsrail’in Romney’ye açıktan destek vermesine, kimi Yahudi grupların Obama’nın aslen Müslüman ve Yahudi düşmanı olduğu şeklindeki yoğun propagandasına rağmen, anketler, Yahudilerin büyük bir çoğunlukla Obama’ya oy verdiklerini gösteriyor.
Ülke nüfusunun yüzde 2.2’sini oluşturan Yahudilerin, ortalama gelir seviyesi ve eğitim düzeyi bakımından ülke ortalamasının oldukça üstünde yer aldığı bir gerçek. Bu nedenle Yahudiler, ülkede nüfusun küçüklüğüyle orantısız bir etki alanına sahip. Tarihsel olarak ABD’ye ilk göç eden Alman Yahudilerinin muhafazakar ve sermaye çevrelerine yakın bir politik tutum benimsemesine karşın, 1880’lerden sonra Doğu Avrupa’dan göç eden ve çoğunluğu teşkil eden Yahudilerin sola daha yakın durduğu ve önemli bir bölümünün işçi örgütlerinde ve sosyalist örgütlerde aktif rol aldığı biliniyor. ABD tarihinde en fazla ayrımcılığa maruz kalan topluluklardan biri olan Yahudiler, Roosevelt’e yüzde 90 oranında destek vererek, New Deal koalisyonun önemli bir bileşeni haline gelmişlerdir. Yahudiler, sonraki dönemde de, ağılıklı olarak Demokrat adayları desteklemişlerdir. İsrail’in çıkarları ile oldukça örtüşen bir dış politika izleyen George W. Bush’un dahi Yahudilerden aldığı oy oranı yüzde 25’i bulmamıştır. Sandık çıkışında yapılan anketler, 2012 seçiminde Yahudilerin yüzde 70 gibi bir oranla Obama’ya oy verdiğini gösteriyor. Bu yüksek oran (2008 seçiminde alınan yüzde 74’e göre ufak bir düşüşe işaret etse de), giderek muhafazakarlaşan Cumhuriyetçi söylemin tüm azınlıklar gibi Yahudileri de tedirgin ettiği ve Obama’ya yönlendirdiğini gösteriyor.
ABD nüfusunun yüzde 1 kadarını oluşturan Müslümanlara baktığımızda da, yüzde 85 gibi oldukça yüksek bir oranda Obama’ya oy verildiği göze çarpıyor. Bu oy oranı, 2004 seçimindeki yüzde 89’a oranla ufak bir düşüşe işaret etse de, ortalamanın halen epey üzerinde. Cumhuriyetçilere yakın bazı muhafazakar grupların son dönemde yükselttiği Müslüman karşıtı söylemin seçmen davranışı üzerinde etkili olduğu muhakkak. Bir diğer dikkat çekici nokta ise, Hispaniklerde olduğu gibi Mislümanlar arasında da gelir seviyesi yükseldikçe Cumhuriyetçilere verilen oy oranının artışı.

GENÇLER, KADINLAR VE İŞÇİLERİN SEÇMEN TERCİHLERİ
Farklı sosyal grupların seçmen tercihlerini incelediğimizde; gençlerin, kadınların, yoksulların ve işçi sınıfının ağırlıklı olarak Obama’ya yönelerek, seçim sonuçları üzerinde belirleyici rol oynadığını görüyoruz. Yaş gruplarına göre baktığımızda, Obama 18-29 yaş grubundan yüzde 60 oranında oy alırken, yüksek yaş gruplarında oyu kademeli olarak düşüş gösteriyor. 65 yaş ve üstünde, bu oran yüzde 44’e kadar geriliyor. Bu durum, geleneksel olarak yaşlı nüfusun muhafazakar değerlere daha yakın durmasıyla açıklanabileceği gibi, farklı yaş gruplarının ayrışan ekonomik kaygılarını da yansıtıyor. İş piyasasına girmeye hazırlanan veya yeni atılan gençler, istihdamın arttırılması ya da öğrenci borçlarının geri ödenmesinde sağlanan kolaylıklar gibi, Obama’nın öne çıkardığı veya daha ikna edici bulunduğu sorunlara önem verirken, hali hazırda iş sahibi ya da emekliliğini almış üst yaş grupları, birikimlerinin geleceği açısından önem taşıyan vergilerin düşürülmesi ve bütçe açığının giderilmesi gibi konulara ağırlıklı vurgu yapan Cumhuriyetçilere yöneliyorlar.
Eğitim seviyesine göre bakıldığında ise, biraz daha karmaşık bir tablo ile karşılaşıyoruz. Lise mezunu olmayanlar arasında Obama yüzde 64 gibi oy oranı sağlarken, eğitim seviyesi yükseldikçe bu oran geriliyor. Üniversite mezunları arasında yüzde 47’ye kadar düşüyor. Tablonun en tepesinde, lisans üstü eğitim almış olanlar arasında ise, bir kez daha Obama yüzde 55 ile ön plana çıkıyor. Bu durum, eğitim seviyesi arttıkça artan gelir seviyesi ile açıklanabilir. İleride daha detaylı inceleyeceğimiz üzere, gelir seviyesi yüksek olan kesimler ağırlıklı olarak Cumhuriyetçilere yöneliyorlar. Diğer yandan, toplam içerisinde sadece yüzde 3 gibi bir pay tutan lisans üstü eğitim sahipleri ise, içlerinde akademisyenler gibi geliri fazla yüksek olmayan ve sosyal duyarlılıkları daha fazla olan bir nüfusu da ağırlıklı olarak barındırdığı için bu da anlaşılır bir durum.
Dindarlar yüzde 60 gibi bir oranla Cumhuriyetçileri tercih ederken, bu oran dindar Protestanlarda yüzde 70’i buluyor. Dini ibadette bulunmadığını belirtenler arasında ise Demokratların desteği yüzde 62’ye kadar tırmanıyor. Katolikler arasında Obama’ya dönük desteğin daha fazla olması da, Hispanik nüfusun iktisadi ve sosyal tercihlerinin daha ön plana çıkmasından kaynaklanıyor.
Ülkenin meselelerine göre sıraladığımızda ise, en önemli sorunun sağlık sitemi ve dış politika olduğunu düşünenler ağırlıklı olarak Obama’ya oy verirken, bütçe açığı diyen seçmenler ise Romney’ye yönelmiş. Ekonomi cevabını verenler ise, ufak bir farkla Romney’den yana oyunu kullanmış. En önemli iktisadi problem olarak emlak piyasasının durumunu ve istihdamı işaret edenler ağırlıklı olarak Obama’ya yönelirken, yükselen fiyatlar ve vergiler diyenler ise Romney’yi tercih etmiş. Bu tablo, Obama’ya verilen desteğin FED’in sürdürdüğü genişletici para politikasına dönük bir destek olduğunu da ortaya koyuyor. Obama’nın politikalarının en çok kime fayda sağladığı sorusuna ise, seçmenlerin yüzde 44’ü “orta sınıf”, yüzde 34’ü ise “yoksullar” cevabını vermiş. İşin ilginci ise, “yoksullar” cevabını verenlerin yüzde 75’ini bu durumu onaylamayan Cumhuriyetçilerin oluşturuyor olması.
Cinsiyetler arasında da seçmen tercihinde önemli farklar göze çarpıyor. Kadınlar arasında Obama, rakibine 10 puanlık bir üstünlük sağlarken, bekar kadınlarda bu üstünlük daha da artıyor. Evli kadınlar arasında ise, az bir farkla Romney önde görünüyor. Buradan kürtaj, doğum kontrolü gibi tartışmaların (özellikle Cumhuriyetçi Todd Akin’in “meşru tecavüz” açıklamasının) bekar kadınların oyları üzerinde belirleyici bir rol oynadığı anlaşılıyor. Evli kadınların çalışma oranının bekar olanlara göre daha düşük olduğu düşünülürse, ücret ayrımcılığı gibi önemli bir diğer başlık konusunda da bekarların daha fazla hassasiyet göstermesi anlaşılır bir durum. Ayrıca, bekar kadınların genelde daha genç olduğu düşünülürse, bu durum kısmen yaş grupları ile siyasi tercihleri arasındaki ilişkiyle de açıklanabilir.
Gelir gruplarına göre baktığımızda da, daha önceki gözlemlerimize paralel olarak, yoksulların ağırlıklı olarak Obama’ya oy verdikleri görülüyor. Yıllık geliri 30 bin doların altında olan alt gelir grubunda Obama’nın oyu yüzde 63’e kadar çıkıyor, gelir seviyesi yükseldikçe kademeli olarak geriliyor. Yıllık geliri 100 bin dolar üzeri olanlar arasında Cumhuriyetçilerin oyu yüzde 54’e kadar tırmanıyor.
Obama’nın belirgin biçimde rakibinden fazla oy aldığı kesimler içerisinde sendikalı işçiler de önemli yer tutuyor. Amerikan İşçi Federasyonu’nun (AFL) anketine göre yüzde 65 oranında Obama’yı tercih eden sendikalı işçilerin, oylarının yanı sıra yürüttükleri çalışma ile Ohio, Wisconsin ve Nevada gibi kritik eyaletlerde ibreyi Demokratlardan tarafa döndürdüğü görülüyor.
Ohio’da Cumhuriyetçi valinin kamu çalışanlarının grev haklarını ellerinden alması ve toplu sözleşme haklarını sınırlaması ile birlikte sendikalı işçilerin yüzde 60 oranında Obama’ya destek verdiği ve daha da önemlisi, 800 bin seçmenle temas kurarak kapsamlı bir seçim çalışması yürüttükleri belirtiliyor. Obama’nın otomotiv endüstrisine dönük kurtarma paketinin de bölgede oy getirdiği muhakkak. Sendikaların güçlü olduğu bir diğer eyalet olan Wisconsin’de ise, sendikalar, kamu çalışanlarının sendika hakkını ellerinden almaya çalışan Cumhuriyetçi Vali Scott Walker’a karşı olan tepkinin faturasını Romney’ye kestiler. 422 bin sendikalı işçiye sahip kritik eyalette, Obama, sendikalı işçilerin oyuyla 200 bin gibi bir farkla seçimi aldı.

DEĞİŞİM UMUDU SEÇİM SLOGANLARINDA KALDI
Seçimler sonrasında, sendikaların Obama’nın seçilmesinde oynadığı belirleyici rol kamuoyunda epeyce yer buldu. Sendikalar seçim sonuçlarını kutlarken, Obama da başta Otomotiv İşçileri Sendikası (UAW)’na olmak üzere sendikalara teşekkür etti. Ne var ki, Obama ve sendikalar arasında kurulan bu yakın ilişki, ülkede sendikalaşma oranının yüzde 11.8 (özel sektörde yüzde 6.9) ile tarihsel olarak en düşük noktasında olduğu gerçeğini değiştirmiyor. İlk sınav olarak, Obama, sendika liderleriyle mali uçurum meselesini görüşmek için buluşacak ve sendikalar bir kez daha Obama gerçeği ile yüzleşecek.
ABD ekonomisinin her geçen gün büyüyen bütçe açığı sorunu ve bu konudaki hassasiyetleri bilinen Cumhuriyetçilerin Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu ellerinde bulunduruyor olması, Demokratlara fazlaca bir hareket alanı da bırakmıyor. Bütçe açıkları giderek büyüyen eyaletler için kamu çalışanlarının sendikal hakları açık hedef haline gelmiş durumda.
Obama’ya gelince, üzerine, olduğundan çok daha solda bir kıyafet giydirilmeye çalışılıyor. Amerikan tarihinde ender görülür bir şekilde toplumun ezilen kesimlerini arkasına toplamış durumda. Ne var ki, bu durum, Obama’nın söyleminden ziyade ekonomik kriz sonrası büyüyen bölüşüm sorununun sınıfsal ayrılıkları keskinleştirmesinden ve böylesi bir dönemde Cumhuriyetçilerin izlediği aşırı muhafazakar, büyük sermaye yanlısı politikalardan, işçi sınıfı ve yoksul halk kitlelerinin kazanımlarına dönük saldırgan tutumundan kaynaklanıyor. Sınıfsal kutuplaşma arttıkça iki partili sistem güçleniyor. 2000 seçimlerinde Ralph Nader’ın aldığı yüzde 2.7’lik oyla George W. Bush’a başkanlık yolunu açmasının öcü masalı gibi tekrarlanıp durduğu bir ortamda, üçüncü partilerin, alternatif çıkış arayışlarının önü tıkanıyor. Kriz sonrası süreçte büyüyen ve daha fazla mobilize olan sisteme muhalif kitleler (Wall Street’i İşgal Hareketi gibi) ise, Obama’nın arkasında yedekleniyor. Bu grupların Demokratların seçim kampanyasında aktif rol alması, Demokratları kamuoyu nezdinde daha sola kaymış gibi gösterse de, aslında partinin ideolojik duruşunda herhangi bir değişim söz konusu değil. Cumhuriyetçiler sağa kaydıkça Demokratlar daha solda gözüküyor.
Sonuç olarak, 2012 seçiminde Amerikan seçmeni ekonomik görünümün tüm olumsuzluğuna rağmen, bir kez daha Obama’ya yöneldi. Boşa çıkan vaatler, sorulmayan hesaplar, yapılamayan reformlar, derinleşen gelir uçurumu ve bir türlü gelmeyen “değişim”… Tüm bunlar giderek radikalleşen sağ söylemin, gericiliğin, ırkçılığın, güçlü sermaye ve finans lobilerinin yarattığı korkuyla unutuldu gitti. Sınıfsal ve etnik kutuplaşma toplumun ezilen kesimlerini Obama’ya yöneltti. Değişim umudu ise, bir kez daha, seçim sloganlarında kaldı.

Dinlerde Faizin Yeri ve Bankacılıkta İslami Alternatif Arayışları

Günümüz iktisat kuramında, biri geniş, diğeri ise daha dar olmak üzere iki temel faiz tanımı yapılmaktadır. Geniş olarak faiz, kullanıma sunulan üretim faktörlerinden sermayenin getirisi olarak tanımlanmaktadır. Dar tanımı itibariyle ise faiz, paranın kiralanması karşılığı talep edilen bedeldir. İki tanım arasındaki temel fark, ilk tanımın doğrudan üretime yönelen reel sermayeyi de kapsaması, dar tanımın ise, ödünç verilen fonlarla, diğer bir deyişle mali sermayeyle sınırlı olmasıdır. Bu yazıda üstüne duracağımız faiz türü, dar tanımda ifade edilen ve doğrudan üretime girmeyen parasal sermayenin karşılığı olan faizdir.

İlkçağ’dan bu yana, dinlerin, genel olarak faizi toplumsal eşitsizliği arttıran bir araç olarak algıladıkları ve faiz uygulamalarıyla, kısıtlamalar veya yasaklar aracılığıyla mücadele ettikleri bilinmektedir.Yazı içerisinde sık sık vurgulayacağımız gibi, bu yasakların temelinde ahlaki ve sosyal kaygılar bulunmakla birlikte, çoğu zaman, egemen sınıflar arasındaki çıkar savaşları dinin faiz karşısındaki tavrında belirleyici rol oynamıştır. Yine belirtmek gerekir ki, ilkçağlardan bugüne değin faiz her dönemde uygulana gelmiş, faiz üzerinde uygulanan yasaklar ise ancak kredinin risk primini, dolayısıyla da maliyetini yükselterek, faiz hadlerinin yükselmesine neden olmuştur. Özellikle parasallaşmanın (monetarizasyon) üst düzeyde olduğu ve yatırım finansmanının giderek daha büyük bir ihtiyaç halini aldığı kapitalist ekonominin gelişimiyle birlikte, dinler de, iktisadi yapıdaki dönüşümün ihtiyaçlarına göre yeniden şekillenmiştir. Bu durum, Hıristiyanlıkta büyük bir kırılma yaratıp dinin ekonomi alanından dışlamasıyla sonuçlanırken, İslam dünyasında istiğlal ve benzeri hile-i şeriyye uygulamalarıyla kendini göstermiştir.

İLKÇAĞDA FAİZ

Eski çağlarda, halk, hemen tüketemediği ürününü veya para şeklindeki tasarrufunu, en güvenli yer olarak kabul ettiği hükümdar sarayları ile tapınaklara, saklanmak üzere verirdi. Mevduat şeklinde saray ve mabetlere götürülen bu değerler, buralarda atıl olarak tutulmamakta, ihtiyacı olanlara faiz karşılığında borç olarak verilmekteydi.[1] Örneğin, arkeologlar, İ.Ö. 3400 – 3200 yılları arasında Urug’taki Kızıl Mabedin banka gibi faaliyet gösterdiğini düşündüren levhalar bulmuşlardır. Bu tapınaklar, Hititlerin ve Asurluların işgali altında dahi bankacılık görevlerini sürdürmüşlerdir.[2] Mabetler, yüzyıllarca, Anadolu ve Mezopotamya’da da asıl görevleri yanında bankacılık işlerini yaparak, ihtiyaç sahiplerine faiz karşılığı borç vermişlerdir. İlk çağda, Yunanlılar, bankacılığı Babil ve Fenike’den öğrenmişler ve onlar da mabet bankacılığını esas alan bir bankacılık sistemi oluşturmuşlardı. Örneğin; Parthenon ve Apollon tapınakları o dönemde kredi veren dini kurumlardı.[3] İlk çağdaki mabet bankacılığı döneminde, rahipler kendilerine emanet edilen değerleri büyük bir dikkatle korumuşlar, çok sağlıklı kayıtlar tutmuşlar ve ihtiyaç sahiplerine normal faizler karşılığında borç olarak kullandırmışlardır. Bu kurumlardan kredi alanlar da, tanrıları aldatarak onlara karşı günah işlememek için, tüm taahhütlerini eksiksiz olarak yerine getirmişlerdir.

İlkçağda, kredi faaliyetleri sadece dini kurumların tekelinde kalmamış, zamanla, büyük ve nüfuzlu aileler de bankacılık faaliyetine ilgi duymaya başlamışlar, böylece bankacılık sistemi laikleşme sürecine girmiştir. Sistemin laikleşmesi ile birlikte, ekonomik yaşama tefecilik hakim olmuş; çocuklar ve eşler bile, verilen krediler karşılığı teminat olarak alınmaya başlanmıştır. Bu gelişme, toplumları birçok ekonomik, sosyal, hukuki sorunlarla karşı karşıya getirmiş ve hatta toplumda güç dengeleri de değişmeye, tefeciler toplumun en güçlü kişileri haline gelmeye başlamıştır. Toplum düzenini bozan bu değişim, faize karşı tepkilerin oluşmasına neden olmuştur. Bu tepkilerin ahlaki nedenlerle oluştuğu ifade edilse de, aslında bu tepkiler, paranın ve dolayısıyla bankerlerin artan gücüne karşılık, toprak sahiplerinin kendi güçlerini devam ettirme çabasından kaynaklanmaktadır.[4] Bir başka deyişle, ilkçağda faize karşı yürütülen mücadele, aslında egemen sınıflar arası bir mücadeledir. Egemen sınıflar arasındaki bu çatışmanın, bazen bankacılık faaliyetlerinin yasaklanması, bazen de faizin üst sınırının yasalarla saptanması şeklinde sonuçlandığını görmekteyiz. Örneğin, ilk çağda İran’da faizle borç vermek kabul edilemez bir uygulama olarak görülürken, Babil’de Hammurabi döneminde faiz hadlerine yasalarla bir sınırlama getirilmiş, Mısır’da ise bileşik faiz yasaklanmıştır.[5]

 

MUSEVİLİK VE FAİZ

İbrahimi dinlerin tarım toplumlarını şekillendirdiği dönemde, bu dinlerin de faiz konusunda bir takım düzenlemeler yaptıklarını görmekteyiz. Kitabı Mukaddesin Hıristiyanlığın Musevilikle paylaştığı kutsal metinleri içeren Eski Ahit incelendiğinde, Musevi şeriatının faiz konusunda bir takım düzenlemeler yaptığı görülmektedir. Örneğin, Musa’nın 2. kitabı olan “Çıkış”ta, faizle ilgili olarak, “Eğer kavmime, yanında olan bir fakire ödünç para verirsen, onlardan murabaha almayacaksın, onun üzerine faiz koymayacaksın” hükmü yer almaktadır.[6] Musa’nın 3. kitabı “Levililer”de ise, faiz hakkında, “Eğer kardeşin fakir düşer ve senin yanında zayıf olursa ona yardım edeceksin, senin yanında garip ve misafir gibi yaşayacak. Ondan faiz ve kâr alma ve Allah’tan kork, ta ki senin yanında yaşasın. Ona gümüşü faizle vermeyeceksin ve zahireni kârla vermeyeceksin” buyruğu bulunmaktadır.[7] Musa’nın 5. kitabı “Tesmiye”de faizle ilgili düzenlemede şöyle denmektedir: “Para faizi olsun, zahire faizi olsun, yahut ödünç verilen her şeyin faizi olsun, faizle kardeşine ödünç vermeyeceksin. Yabancılara faizle ödünç verebilirsin. Ta ki, mülk olarak almak için gitmekte olduğun diyarda elini atacağın her şeyde Allah seni mübarek kılsın”.[8] Davut’a gönderilmiş olan “Mezmurlar”da da faiz konusu şu buyrukla düzenlenmiştir: “Ya Rab, çadırında kim konacak? Mukaddes dağında kim oturacak? Parasını faize vermez”.[9] Eski Ahid’in bilgelik kitaplarından birisi olan Süleyman’ın “Meseller”inde de faiz konusunda, “Faiz ve kâr ile malını artıran adam, onu yoksullara acıyan için biriktirir” söylemi bulunmaktadır (14). Nihayet İsrailoğulları’nın peygamberlerinden birisi olan Hezekiel de, “Senin için de kan dökmek için rüşvet aldılar, faiz ve murabaha kârı aldın ve beni unuttun, Rab Yahuva’nın sözü” cümleleri ile faiz konusunda görüşünü belirtmektedir.[10]

Mezmurlar’da yer alan buyruk, Musevi şeriatının faizi yasakladığı ve para ticareti yapanların Tanrı katında makbul insanlar olmadığı gibi bir düşünceye sahip olmamıza neden oluyor. Ancak, bu hüküm Musa’nın faiz konusunda yukarıda belirtilen söylemleri, Süleyman’ın Meselleri, Hezekiel’in kitabında yer alan faizle ilgili açıklamalar ve Musevilerin çağlar boyu devam eden faiz uygulamaları ile birlikte değerlendirildiğinde, farklı bir sonuca ulaşmaktayız. Buna göre, Musevi şeriatı, para ticaretinin bir sonucu olan faizi yasaklamamıştır. Aksine serbest bırakmıştır ve hatta bu konuda bir sınırlama getirmediği gibi, teşvik de etmiştir. Şeriat, Musevilere, muhtaç durumda olan yakınları ile aynı durumda olan diğer Musevilere faizle yardım yapılmasını yasaklamıştır. Bu çifte standart, Museviliğin “ulusal” karakterini vurgulamakta ve Yahudilerin diğer toplumlar üzerinde ekonomik hakimiyet kurmalarını öğütleyen bir inanç sistemi olduğu şeklinde yorumlanmaktadır.

 

HIRİSTİYANLIK VE FAİZ

Hıristiyanlar da, Eski Ahit’de yer alan hükümleri, Tanrı buyruğu olarak kabul etmektedirler. Bu nedenle, Hıristiyanlığın özünde de faizin yasak olmaması gerekmektedir. Nitekim, kilise tarafından kabul edilen Matta ve Luka İncillerinde de faizin yasaklanmadığını ve hatta sermayenin faiz geliri ile değerlendirilmesi izni verildiğine dair hükümler bulunmaktadır. Matta İncilinde faiz ile ilgili hüküm şöyle: “Paramı bankacılara vermem gerekti. Gelince malımı faizi ile birlikte geri alırım. Bundan böyle talantı ondan alın, on talantı olana verin”.[11] Luka İncilinde ise, “Öyle ise, paramı niçin bankaya vermedim? Geldiğim zaman onu faizi ile birlikte isterdim”.[12] Matta ve Luka İncillerinin her ikisinde de faizle ilgili söylemler bir olaya dayandırılmaktadır. Bu olaya göre, zengin birisi seyahate çıkarken, sermayesini üç bölüme ayırarak üç hizmetçisine verir. Hizmetçilerden ikisi paylarına isabet eden sermayeyi değerlendirerek, seyahat dönüşü efendilerine on misli ve beş misli olarak geri verirler. Üçüncü hizmetçi ise, parayı değerlendirmeyip, sıkı sıkıya saklayarak efendisine aynen iade eder. Her iki İncil’de, sermayeyi değerlendirmeyip atıl vaziyette tutarak efendisine aynen iade eden hizmetçiyi basiretsizlikle tanımlamakta, bu davranışı ile efendiyi faiz gelirinden mahrum kılmakla suçlamaktadır. Bu da, İsa’nın sermayenin getirisi olan faizi helal olarak kabul ettiği anlamına gelmektedir. Bu örnekler, bizi, Hıristiyanlığın özgün kaynaklarının faizi yasaklamadığı sonucuna götürmektedir. Ancak, Hıristiyanlıkta da, Musevilikte olduğu gibi, muhtaç kimselere, onların çaresizliğinden yararlanarak faizle borç vermek yasaklanmıştır. Hıristiyanlıktaki bu yasağın, Musevilikteki yasaktan farkı şudur: Musevilik “ulusal” bir din olduğu için, yasak sadece yoksul Museviler için geçerlidir. Hıristiyanlık evrensel bir din olduğundan, bu dinde yasak, tüm yoksulları kapsamaktadır.

Roma’nın yıkılmasından sonra, bu topraklar üzerinde bir siyasi otorite haline gelen kilise yönetimi, yeni sosyal yapıyı oluştururken, faiz ve boşanma hariç, diğer toplumsal ilişkilerin düzenlenmesinde, büyük ölçüde Roma yasalarından yararlanmıştır. Roma’da ve eski Yunan’da faiz yasak değildir. Ne var ki, bankerlik ve ticaret toplumca aşağı görülmüş ve genellikle Fenikeliler ve Yahudiler tarafından yapılmıştır.[13] Roma’da geniş tarım topraklarına sahip yönetici sınıf, tefecilerden yüksek faizle borç alımları nedeniyle ekonomik ve siyasi güünü yitirme tehlikesi ile karşı karşıya gelmişti. Roma’nın dağılma sürecine rastlayan bu dönemde, toplumda faize karşı büyük tepkiler oluşmaya başladı. Roma topraklarında siyasal güç haline gelen kilise, bu tepkileri de arkasına alarak, faiz konusunda daha sert önlemler alma yoluna gitmiştir. Kutsal kitaplar kadar ilahi kaynaklar olarak kabul gören kilise konseyi kararları ve papalık kararları ile faiz, kutsal kitapların açık hükümlerine rağmen, ortaçağ boyunca, yaklaşık 1500 yıl kadar yasaklanmıştır. Bu dönemde, kilisenin geniş tarım topraklarına sahip olduğu ve büyük ölçüde çiftçilik yaptığı göz önünde tutulursa, bu yasaklamanın, ahlaki nedenlerden öte, egemenler arası çıkar çatışmasından kaynaklandığını görürüz.

Kilise’nin faiz konusundaki bu katı tutumuna rağmen, her dönemde olduğu gibi, ortaçağda da, faiz yasağının kimi uygulamalarla kısmen de olsa aşıldığı görülmektedir. Örneğin, kilise yasalarını uygulayan kimi yöneticiler, Yahudilerin faizle borç verebileceklerini savunmuşlar ve her halükarda cehenneme gidecek olan Yahudilerin bankerlik yapmasının Hıristiyanların günahlarını hafifleteceğini ileri sürmüşlerdir.[14] Bu dönemde, zaman zaman Yahudi bankerlerin de cezalandırılmasına rağmen, Avrupa’da tüm ortaçağ boyunca, sadece Yahudiler bankerlik yapabilmişlerdir.

12. yüzyıldan itibaren, ekonominin daha gelişkin olduğu ve daha üst seviyede parasallaştığı bir alanda hakimiyet süren Doğu kilisesi, faiz konusundaki tutumunu gevşetmeye başlarken, Batı kilisesinin tutumu daha da sertleşmiştir. Bu süreci etkileyenlerden St. Thomas Aquinos, hem kutsal kitapları ve hem de Aristo’yu kullanarak, faizin toplumsal yaşam için ne kadar tehlikeli olduğunu vurgulamıştır. Dante de, para istikraz edenlerin cehennemin en kötü yerine gidecekleri düşüncesinin kabulünde etkili olmuştur. Ancak, bu gelişme, giderek güçlenen ticari kapitalizm için engel teşkil etmeye başlamıştır. Bilhassa, büyük ölçüde yabancı kaynağa gereksinme duyan deniz aşırı tüccarlar, ciddi finansman sorunları ile karşı karşıya kalmışlardır. Bu çelişki karşısında, ticari faaliyetlerin ve üretimin gelişimine paralel olarak faiz konusunda farklı sesler ortaya çıkmıştır. Örneğin, Paris Üniversitesi Rektörü ve dini konulardaki bilgisi nedeniyle Constance Konseyi hatibi olan John Genson, fakirlere makul oranlarda faizle borç vermek, onların kişisel mallarını çok düşük fiyattan satmalarından, hırsızlık yapmalarından, sefalet içinde yaşamalarından daha iyidir diyerek, kilisenin faiz konusundaki tutumunu değiştirmesinin daha doğru olacağı tezini savunmuştur. Ne var ki, Genson ve onun gibi düşünen din adamları, bu söylemleri ile kilisenin faiz konusundaki tutumunu yumuşatmaya, ekonomik gelişmenin önünü açmaya çalışmışlarsa da, pek başarılı olamamışlardır. Ortaçağın sonlarına doğru, Katolik kilisesinin faiz ile ilgili katı tutumunun devam ettiğini görmekteyiz. Örneğin, Papa 10. Leo, kilisenin şartlandırdığı halkın hissiyatını da arkasına alarak, faiz konusunda sertlik yanlısı bir tavır içine girmiştir. Bu dönemde, Pianza halkının, devam etmekte olan bir tufanı önlemek üzere, bir tefecinin cesedini kutsal olarak kabul edilen kilise mezarlığından çıkarıp, sürükleyerek, Po nehrine attığı bilinmektedir.[15]

Dinde reform hareketinin öncüleri olan Luther ve Calvin’in Katolik Kilisesi’nin Hıristiyanlık anlayışına karşı çıkışları ve onların geliştirdikleri Protestanlık mezhebinin yayılmaya başlaması, Avrupa’da Katolik kilisenin otoritesini ve etkinliğini sarmış ve kilisenin de faiz konusundaki tavrının değişmesine neden olmuştur. Diğer yandan, Reformasyon hareketinin liderleri, bilhassa Jean Calvin, aynı zamanda, Batıda kapitalizminin ahlaki temellerini de atmıştır. Calvin, faize önceki din adamlarının aksine sadece tüketim açısından bakmamış, üretimi de dikkate alarak, bu maksatla faizle para alınmasının kabul edilebilir olduğunu belirtmiştir. Hıristiyanlığın ekonomik hayata bakışındaki bu değişim, yeni gelişmeye başlayan ticari kapitalizmin bir sonucu olduğu gibi, aynı zamanda, sanayi kapitalizmine taşıyacak sürecin de başlıca dinamiklerindendir.

 

İSLAM’DA FAİZ

İslam’ın faize yaklaşımı konusunda başlıca iki görüş bulunmaktadır. Faiz karşıtı İslam iktisatçıları, Kuran’ın, oranına veya biçimine bakılmaksızın her türlü faiz işlemini yasakladığını öne sürerken; bir diğer görüş ise, Kuran’ın, belirli bir faiz işlemini belirten ribayı yasakladığını vurgulamakta ve bunun tüm faiz işlemlerini kapsayacak şekilde genellenemeyeceğini savunmaktadır.[16] Faiz karşıtı iktisatçılarının sıkça referans verdiği hadislerde geçen riba, İslam öncesi Arap toplumunda sıkça kullanılan ve geri ödenmemesi durumunda sermaye ve biriken faizle birlikte borcun ikiye katlanmasına dayalı bir uygulamadır. Bu uygulama, ödeme güçlüğü çeken borçluları köleliğe itecek yaptırımları içerdiği için, Arap toplumundaki toplumsal eşitsizliğin başlıca sorumlularından olarak nitelendirilmektedir. Diğer yandan ise, riba kontratlarının beraberinde getirdiği ağır yaptırım mekanizmalarının, kredi işlemlerini caydırarak ve risk faktörünün yüksek olduğu yeni sektörlere yatırımı engelleyerek, ekonominin derinleşmesine engel olduğu vurgulanmaktadır. Kuran yorumcularına göre, ribanın yasaklanma amacı, toplumsal dengesizliği şiddetlendiren bu kurumsal yapıyı ortadan kaldırmak ve borçlu-alacaklı ilişkisini daha hoşgörülü bir zemine taşımak olmuştur.

Kuran’da riba konusuna dört yerde değinilmektedir. Rûm suresi’nin 39. ayetinde şöyle denmektedir: “İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz faiz (riba), Allah katında artmaz; Allah’ın yüzünü dileyerek verdiğiniz zekât ise, katlayanlar (kat kat artıranlar) işte onlardır”. Nisa suresi’nin 160. ayetinde, “Yahudilerin zalimlikleri ve Allah yolundan çevirmeleri sebebiyle onlara helal edilmiş olan bir çok temiz ve hoş nimetleri kendilerine yasakladık” şeklinde konuya değinilmektedir. Yine aynı sure’nin 161. ayetinde ise, “Bir de kendilerine yasaklandığı halde faiz (riba) almaları ve halkın mallarını haksızlıkla yemeleri sebebiyle. Onların kâfir olarak kalanlarına acı bir azap hazırladık” denmektedir. Âl-i İmrân suresi’nin 130. ayetinde de, “Ey iman edenler, öyle kat kat katlayarak faiz (riba) yemeyin ve Allah’tan korkun ki, arzunuza ulaşasınız” şeklinde riba yoluyla kazanç elde edenler uyarılmıştır. Bakara Sûresi’nin 275. ayetinde de, ribayla kazanç elde edenleri bekleyen son belirtilmiştir: “Faiz yiyen kimseler, şeytan çarpmış kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların ticaret tıpkı faiz gibidir demeleri yüzündendir. Oysa Allah ticareti helal, faizi haram etti. Bundan böyle her kim Rabbi tarafından kendisine bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, artık geçmişte aldığı onundur ve hakkında kararı Allah verecektir. Her kim de döner, yeniden faiz alırsa, işte onlar cehennemin sakinleridirler, hep orada kalacaklardır”. Bu Sure’nin 279. ayetinde de bezer bir vurgu yapılmaktadır: “Eğer böyle yapmazsanız, o halde Allah ve O’nun elçisi tarafından bir savaş açılacağını bilin. Eğer tevbe ederseniz, ana paranız sizindir. Ne haksızlık etmiş, ne de haksızlığa uğramış olursunuz”.

İslam dininin riba konusundaki kesin hükümlerine rağmen, önceki toplumlarda olduğu gibi, İslam toplumlarında da, dinin getirdiği yasak ve kısıtlamaların sık sık aşıldığı gözlemlenmektedir. 1453-1559 yılları arasındaki Osmanlı kadı sicillerini inceleyen bir araştırma, yaygın inancın aksine, Osmanlı ekonomisinde faiz uygulamalarının geniş yer tuttuğunu belirtmekte ve faize karşı toplumda “günah” yönünden en ufak bir tepkinin oluştuğuna dair belge bulunmadığına dikkat çekmektedir.[17] Aksine, Osmanlı toplumunda hile-i şeriyye uygulamalarıyla faiz kazancı dinen geçerli kılınmıştır ve ekonomik yaşamın hukuki yaptırımlarla desteklenen önemli bir parçası haline getirilmiştir. Faiz konusunda en sık rastlanan hile-i şeriyye uygulamalarından biri istiğlal yöntemidir. Bu uygulamada kredi talebinde bulunan kişi, evini borç alacağı kuruma (vakfa) bir bedel karşılığında satar. Hemen ardından, aynı evi, tekrar, vakıftan aylık bir bedel karşılığı kiralar. Belli bir süre sonunda ise, evi, sattığı bedel üzerinden tekrar geri alır ve işlem kapanır. Bu uygulamaya, on yedinci yüzyılın ilk yarısına ait İstanbul Kadılığı kayıtlarından bir örnek verelim.

Petro, Mütevelli Mehmet ile birlikte mahkemeye gelir. Petro, sahibi olduğu evini, Mehmet’in mütevellisi olduğu vakfa, istiğlal yoluyla, 5.000 dirhem karşılığında sattığını söyler. Petro, daha sonra aynı evi, 1 yıl için 500 dirhem karşılığında vakıftan kiraladığını sözlerine ekler. Petro, Seltan’e adlı kadını da kendisine kefil olarak atadığını belirtir. Mütevelli Mehmet’in doğrulamasıyla, mahkeme bu işlemleri onaylar.[18]

Açıkça görüldüğü gibi, bu işlem, ipotek karşılığı yapılan bir kredi işlemidir. Bu uygulama yoluyla, borçlu, evin mülkiyetini vakfa devredip, faizi ev kirası şeklinde ödemekte, vade dolunca da, anaparayı ödeyip evin mülkiyetini tekrar üzerine almaktadır. Böylece faiz işlemi, İslam hukukuna uydurulmaktadır. Aynı dönemde, sıkça görülen bir diğer hile-i şeriyye uygulaması ise, faizin çuha (kumaş) bedeli adı altında tahsil edilmesidir.

Mütevelli Mehmet, Patrik Fodaftoz’un vekili ile birlikte mahkemeye gelir. Mehmet, kendisinden önce mütevelli olan Mustafa’nın, adı geçen patrike, vakıf parasından 30.000 akçe borç verdiğini söyler. Mehmet, çuha bezi parası olan 3.000 Akçe ile birlikte, toplam 33.000 akçeyi patrikten aldığını sözlerine ekler. Patrik vekilinin doğrulamasıyla, işlem mahkemece onaylanır.[19]

Bu örnekte de, borçluya, 30,000 akçe nakit paranın yanı sıra 3,000 akçelik çuha bezi satılmış gibi gösterilmiş ve yüzde on faiz, çuha bezi bedeli olarak tahsil edilerek, mahkeme kaydına geçirilmiştir. Burada (sayısız benzerlerinde olduğu gibi) çuha satışının söz konusu olmadığı mahkeme heyetince de gayet iyi bilinmesine rağmen, kayıtlara bu şekilde düşülerek, faiz işlemi şeriat hükümlerine uydurulmuştur.

MODERN BANKALARA “İSLAMİ ALTERNATİF”: İSLAM BANKACILIĞI

İslam’ın faize yaklaşımı konusundaki bazı genel yanılgıları gidermek adına vurgulamalıyız ki, İslamcı literatürde tartışılan faiz kavramı, modern ekonomi kuramında üretim faktörlerinden sermayenin getirisi olarak tanımlanan faiz değildir. Bu anlamda faize karşı geliştirilen İslami karşı duruşun, emek harcamadan gelir elde etmek gibi bir ahlaki temeli yoktur. Tersine, sermaye-emek ortaklığı şeklinde tanımlanan mudaraba ortaklıkları, İslam ekonomisinin ve İslam bankacılığının temel yapı taşlarındandır. Burada, İslam etiği açısından ayırt edici unsur, sermaye sahibinin risk altına girip girmediğidir. İslam bankacılığının da temel çıkış noktası olan bu görüşe göre, risk almadan elde edilen kazanç haksız kazanç olarak değerlendirilmektedir. Bu yaklaşıma göre, bir bankanın verdiği sanayi kredisi üzerinden faiz alması haksızlığa yol açacaktır. Çünkü banka her koşulda vade sonunda yatırımını önceden belirlenen faiziyle geri alırken, yatırımının batması durumunda dahi, sanayici, batık anaparayı faiziyle birlikte bankaya geri ödemek durumunda kalacaktır. Böylece bir taraf hiçbir risk almaksızın önceden belirlenmiş oranda kazanç elde ederken, diğer taraf, yatırımın tüm riskini göğüslemektedir.

İslam Bankacılığı, 1970’lerde yürütülen İslam ekonomisi tartışmaları üzerinden ortaya çıkmış ve Türkiye dahil birçok ülkenin ekonomisinde hızla payını arttırmıştır. 1980’li yıllarda, başta Al Baraka ve Dar al-Mal al-İslami grupları olmak üzere, Arap dünyası merkezli İslam bankalarının aktifleri yılda %18.8 oranında büyümüş ve 1980’lerin sonunda, 22.9 milyar dolara ulaşmıştır. 1990’larla birlikte İslam bankalarının büyüme hızında bir gerileme görülse de, diğer geleneksel bankalarla rekabet ettikleri Mısır ve Kuveyt gibi bazı ülkelerde, toplam banka mevduatının %20’sini kendilerine çekmeyi başarmışlardır.[20]

Riskin alacaklı ve borçlu üzerindeki asimetrik dağılımı, bir diğer ifadeyle, alacaklının risksiz kazancı, İslami kâr-zarar bankacılığının modern bankacılığa yönelttiği eleştirinin temel çıkış noktasıdır. İslam bankacılığında temel düşünce, risksiz kazancın ortadan kaldırılması ve kazancın, hem riskin hem de kârın paylaşılmasına dayanmasıdır. Ne var ki, burada, çok önemli bir detay gözden kaçmaktadır, o da, riskin ne oranda paylaşılacağıdır. Bu noktada, genel adalet anlayışına uyulması gereğine dikkat çekilmesine rağmen, bu oranın nasıl belirleneceği detaylandırılmamaktadır. Elbette burada ilk akla gelen soru, tarafların asimetrik risk taşıma kapasitelerine rağmen, riskin, risk taşıma kapasitesi yüksek tarafa yüklenmesinin neden haksızlık olarak nitelendiğidir. Sözgelimi, bir bankanın on binlerce tasarrufçusundan biri olan ve tek geliri tasarruflarının getirisi olan bir dulu ele alalım. Bu dul, elinden geldiğince riskten kaçınacaktır, çünkü herhangi başka bir sürekli gelire sahip olmadığı için, eldeki birikiminden mahrum olması durumunda, yardıma muhtaç olması kaçınılmazdır.[21] Tasarrufçunun, bankaya önceden belirlenmiş bir faiz oranı üzerinden parasını yatırması ve bunun karşılığında risk taşıma kapasitesi yüksek olan ve riski dağıtabilecek bir portföye sahip olan büyük sermayeli bir kuruluşa riski devretmesi, bu dulun, banka üzerinden haksız kazanç elde etmesi şeklinde yorumlanabilir mi?

Bir diğer gerçek ise, sabit getirili her türlü yatırımın risksiz kazanç olduğu, bu yönden de İslam devletinde yasaklanması gerektiğini öne süren İslam iktisatçılarının iddialarının aksine, aktiflerinden faiz kazanan bankaların da belli oranda bir risk üstlendiği gerçeğidir. Şöyle ki, banka açtığı kredilerin bir bölümünü toplayamayabilir, hatta ekonomik kriz dönemlerinde, batık krediler, bankanın aktiflerinde büyük yer teşkil edebilir. Böylesi bir sürecin sonunda bankaların iflaslarının da olanaklar dahilinde olduğu düşünülürse, tasarruf sahipleri de kısmen risk almaktadırlar.

Kâr-zarar ortaklığı iddiasıyla ortaya çıkan İslam Bankalarına yöneltilen en temel eleştiri, bu bankaların, geleneksel rakiplerinden ancak söylemde farklı oldukları, pratikte ise aynı yolu izledikleri yönündedir. İlk İslam bankasının kurucusu ve İslam Bankaları Birliği’nin Genel Sekreteri Ahmed Al- Naggar tarafından da saptanan bu durumun başlıca göstergesi, İslam bankalarının tasarruf sahiplerine dağıttıkları “kâr payları”ndaki dalgalanmaların faiz hareketlerini izlemesi ve bu iki getiri aracı arasındaki marjın çoğu zaman göz ardı edilebilir derecede ufak olmasıdır.[22] Türkiye’de faaliyet gösteren geleneksel ve İslami Bankaların 1990-1993 yılları arasındaki 3 ay, 6 ay ve 1 yıl vadeli nominal getirilerini yansıtan aşağıdaki grafiklerde de gözler önüne serilmektedir ki, İslam Bankalarının sözde faizsiz getirileri, geleneksel bankaların faiz dayalı getirilerine hemen hemen denk düşmektedir.[23]

Müşterilerine faizsiz kazanç taahhüt eden İslam bankaları, aktiflerini, çoğunlukla hisse senetlerine ve faiz getiren araçlara yatırmaktadırlar. Bu durum, bu bankaların müşterilerine piyasa faiz oranlarının altında kalmayacak bir getiri vaat etmelerinin arkasındaki sırrı da açıklamaktadır. Buradaki temel soru, faizsiz kazanç sloganıyla piyasalarda boy gösteren kapitalizmin “ahlaklı bankerleri”nin, neden aktiflerini büyük oranda faiz getiren araçlarda değerlendirmekte olduğudur. Keza, bu bankaların aktiflerinin yalnızca küçük bir bölümü, genelde yüzde 5’ten azı, gerçek anlamda kâr-zarar ortaklığına dayalı kredilerden oluşmaktadır.[24]

Bu durum şöyle açıklanabilir. İslam bankalarının en yaygın kullandığı finans yöntemi murabahadır. Murabaha sözleşmelerinde, bankalar, makine teçhizat vs. ihtiyacı duyan işyerine kredi açmak yerine, bu makineyi işyeri adına doğrudan kendisi alır. Banka, daha sonra, bu makineyi, malın fiyatının belli bir kâr marjıyla işyeri sahibine devreder. İşyeri sahibi ise, makine karşılığı banka tarafından tespit edilen bedeli, kontratta belirtilen vade içerisinde bankaya ödemekle yükümlüdür. Buradan da anlaşılacağı gibi, eğer banka tarafından işveren adına alınan mala eklenen kâr marjı, aynı dönemdeki piyasa faiz oranına eşitse, murabaha sözleşmeleri, faize dayalı sözleşmelerle aynı sonucu doğuracaktır. İslam iktisatçıları ise, murabaha sözleşmeleriyle tipik faize dayalı sözleşmeler arasında önemli bir ayrım olduğunu vurgularlar. Şöyle ki, murabaha sözleşmesinde, öncelikli olarak makineyi mülkiyetine alan banka, makinenin mülkiyetini işyerine devrettiği süre zarfında makinenin uğrayabileceği herhangi bir zarara karşı riski tamamıyla kendisi yüklenmektedir. Dolayısıyla elde edilen kâr marjı, banka tarafından yüklenilen riskin karşılığı olarak görülmelidir. Tabii, pratikte, bankanın makineyi mülkiyetinde tuttuğu süre saniyelerle ölçülmektedir ve üstlenilen risk bu süre zarfında deprem, sel, yangın, hırsızlık v.s. olma olasılığı kadar düşük ve önemsizdir.

Tekrar İslami bankaların neden kâr-zarar ortaklığındansa faize endeksli yatırım araçlarına yöneldiği sorusuna dönersek; bu durum, aslında İslam bankalarının, kredi başvurusunda bulunanların (kredi kararına temel oluşturan) geçmiş performansını değerlendirmekte veya (kâr ya da zararı belirleyen) gelecek performansını tespit etmekte yetersiz kalacağı, dolayısıyla da kâr-zarar ortaklıklarından, kârdan çok zarar edeceği korkusuna dayanmaktadır. Bunun da ötesinde, bir ters seçim (adverse selection) sorunu bulunmaktadır. Yatırımlarından yüksek kâr etmeyi bekleyen işverenler, kârlarını bankayla paylaşmaktansa, önceden sabitlenmiş bir faiz ödemeyi tercih edecek ve bu yüzden geleneksel bankalara yönelecektir. Aksine, düşük kâr beklentisi içinde olan riskli yatırım sahipleri, faizle borçlanmak yerine, kâr-zarar ortaklığına, yani İslam bankalarına yönelecektir. Aynı durumun tekrarlanması halinde ise, İslam bankalarının aktifleri, geleneksel bankaların belirgin şekilde altında bir getiri oranına sahip olacaktır ki, bu takdirde de, mevduat sahiplerine söz verdikleri gibi, faiz oranları seviyesinde veya üzerinde “kâr payı” dağıtmaları imkansız olacaktır.

Tüm bu örnekler açıkça göstermektedir ki, İslam bankaları biçimsel bazı farklılıkların ötesinde, temelde, geleneksel rakiplerinden farklı araçlarla çalışmamaktadırlar. Bu biçimsel farklılıklarsa, Osmanlı döneminde sıkça başvurulan istiğlal ve benzeri hile-i şeriyye uygulamalarıyla aynı işlevi göstermekte, ve bu yolla elde edilen faiz kazancına “İslam kılıfı” giydirilmektedir. Ve yine vurgulamak gerekir ki, İslam bankacılığının dayandığı ahlaki modelin kapitalistin işgücüne karşılıksız el koymasından kaynaklanan artı-değer ile en ufak bir problemi bulunmamaktadır. İslam ekonomistlerinin bu noktadaki yegane sorunsalı, sermaye sahibinin yatırımı dolayısıyla elde ettiği kâr karşılığında her hangi bir riske girip girmediğidir. Bu anlamda İslami bankaların dayandığı retorik, karşılığı ödenmemiş emeğin üzerinden elde edilen faiz kazancını kâr-zarar ortaklığı ekseninde yeniden formüle edip kapitalist sömürü koşullarına kendi varsayımları uyarınca ahlaki bir zemin oluşturma çabasının ötesine geçmemektedir.


[1] Namık Zeki Aral, Bankacılık, Yayınlanmamış Ders Notları, s. 23 – 26

[2] Feridun Ergin, Para Siyaseti, İ. Ü. İktisat Fakültesi Yayını, İstanbul, 1966, s. 18

[3] Feridun Ergin, a.g.e, s. 18

[4] Ana Britannica, Faiz Maddesi

[5] Namık Zeki Aral, a.g.e, s. 2

[6] Çıkış: 21-26

[7] Levililer : 25-36, 37-38

[8] Tesmiye : 15-5

[9] Mezmurlar : 15-5

[10] Hezekiel : 23-12

[11] Matta : 26-27

[12] Luca : 20-24

[13] Namık Zeki Aral, a.g.e, s. 24

[14] Andrew Dickson White, A History of The Warfare of Science With Theology, Dover Publications Inc., Cilt.2, New York, 1960, s. 264 – 287

[15] Andrew Dickson White, a.g.e, s. 264 – 287

[16] Kuran’ın hiçbir yerinde Arapça bir kelime olan faizden bahsedilmemektedir. Diğer yandan, yine Arapça bir kelime olan ‘riba’dan farklı ayetlerde bahsedilmekte ve kesin bir dille yasaklanmaktadır. Dilimize Arapça’dan girmiş olan faiz kelimesi, ödünç verilen paranın kârı olarak tanımlanırken, riba kelimesi ise, tefecilikte alınan faiz olarak tanımlanmaktadır. Burada dikkat çekici bir nokta, Kuran’ın İngilizce çevirilerinde riba kelimesinin karşılığı olarak, interest (faiz) kelimesi değil, usury (fahiş faiz) kelimesi kullanılırken, Türkçe çevrilerinde, riba kelimesi karşılığı olarak, aşırı faiz yerine, faiz kelimesinin kullanılmasıdır.

[17] Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi (2) 1453-1559, Barış Yayınevi, Ankara, s. 179

[18] İstanbul Kadılığı 1 Numaralı Defter, Hüküm No. 14b/2

[19] İstanbul Kadılığı 1 Numaralı Defter, Hüküm No. 10a/2

[20] Timur Kuran, İslam’ın Ekonomik Yüzler, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 82

[21] Timur Kuran, a.g.e, s. 77

[22] Al Naggar’ın İslam Bankalarının yaşadığı sorunlara dair görüşleri için bkz. Ahmed Al-Naggar, “Achievements and Problems of Islamic Banks”, Journal of Islamic Banking and Finance, vol. 1, issue 2, 1984

[23] Fehmi Köfteoğlu, “Kapitalist Sisteme Ahlaki Kılıf: İslam Ekonomisi”, İktisat Dergisi, 30 (Temmuz): 26-35

[24] Timur Kuran, a.g.e, s.84.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑