Mülkiyetin (ve sermayenin) türkleştirilmesi

Mülkiyetin Türkleştirilmesi, temelde Türk milliyetçiliği ekonomi politiğinin esas amaçlarından biridir. Ekonomi politik olarak hedef, milleten Türk ve dinen (Sünni) Müslüman olmayan ‘öteki’nin demografik ve ekonomik yapıdan tasfiyesidir. Böylesi bir ekonomi politiğin sonucundadır ki, 1914’te Osmanlı’nın resmi sayımına göre, bugünkü TC sınırları içinde toplam nüfusta yüzde 20’ye yaklaşan Hıristiyan ve Musevi’nin payı  bir asır sonrasında tahminen binde 1’lere geriledi. Sonunda binlerce yıllık geçmişi olan ve bu toprağın kadim halkı Hıristiyanlar, Anadolu’dan temizlendi. Ekonomik cephede de, mülkiyet ve sermayenin transferi sonunda Hıristiyanlar ve Museviler, ekonomiden silindi.

Ekonomiyi Türkleştirmenin üç unsuru vardı. Bunun birincisi, mülkiyetin (ve sermayenin) Türkleştirilmesidir. İkincisi, istihdamın ve üçüncüsü de dilin Türkleştirilmesidir. Bu üç unsuru gerçekleştirmeye yönelik politikalar 1915 yılında temellendirildi ve 1920’ler de bunun üzerine bina edildi. Öylesine temel bir program belirlendi ki, İttihat ve Terakki’den AKP’ye aynı program uygulanageldi. Böylesi bir program sürekliliğinden dolayıdır, bugün Kürt ve Alevi sorunu çözülmüş ve Ermenilerin asırlık adalet talebi karşılanmış değildir.
Şunu da hatırlatmak isterim ki, bugün AKP iktidarının Kürt sorunu çözmek gerekçesiyle taraf olduğu sürecin gelişimi, 1908 Devrimi sonrasında 1915’lere kadar İttihat ve Terakki hükümetiyle Ermeni partileri arasında ilişkiye benzemektedir. 1908-1915 dönemi Ermeni partileri İttihatçılarla birlikte seçime girdiği halde, Ermeni taleplerinin çözümü hep ertelenmiştir.
İttihatçı hükümet politikalarının vardığı sonuç, Ermeni soykırımı olmuştur.
Bu süreçte mülkiyetin ve sermayenin Türleştirilmesi, Osmanlı-Almanya ittifak antlaşması gereği olarak, bir nevi Almanya’nın fiili işgali altında gerçekleştirilmiştir. Antlaşmadaki imza karşılığında Osmanlı askerini Alman generaline  ve maliyesini de Alman markına  teslim etmiştir. 
Maliye Nazırı Cavit, harbin finansmanını Almanya’dan aldığı borçla karşıladığını açıkladı. 1914-Mart 1918 döneminde harp masrafı 225 milyon lira olup, bunun finansmanında Almanya’dan alınan dış borç 199 milyon lirayı aşıyor.
Alman Tuğgeneral Bronzart von Chellendraffe, Osmanlı Genelkurmay Başkanı oldu. Dünyada böyle bir örnek var mıdır?
Alman ve Osmanlı orduları o denli iç içedir ki, Alman subay bile kod ismiyle cepheye gönderildi. Kafkas Cephesinde Teşkilat-ı Mahsusa komutanlarından biri de İbrahim adıyla bilinen Alman Yüzbaşı Stange’dir. 
Almanya’nın oluşturduğu bu fiili durumun sonucundadır ki, Bulgaristan’ın Osmanlı-Almanya safında savaşa katılması karşılığında Meriç batısındaki Osmanlı toprağı Dimetoka vilayeti Bulgaristan’a hibe edilmiştir. 
İttihatçı iktidar, batıda Bulgaristan’a Osmanlı toprağını bağışlarken, şarkta toprak alacak diye Ermenilerin can ve mal güvenliğini yok etmiştir. Can güvenliği 27 Mayıs 1915 tarihli Sürgün Kanunu’yla  ve mal güvenliği de 26 Eylül 1915 tarihli Tasfiye Kanunu’yla  imha edilmiştir. Aslında bu iki kanun 1915’te dâhili harbin temel iki kanunudur.
Dâhili harp politikasının sonucunda Ermenilerin yaşadığı şudur:
1- Ermeni toprağından/yurdundan sürülmüştür.
2- Ermenin maddi yaşam/üretim varlığına devlet el koymuştur.
3- Ermenin kültürel/tarihi varlığı yok edilmiştir.
Bu üç sonuç, Ermeni soykırımın en özlü anlatımıdır.
Dâhili harbin tek kurbanı Ermeniler değildir, ama yaşadığı her yerden sürülen tek millettir. Ermeniler kadar olmasa da kitlesel sürgünü yaşayan bir diğer millet de Rumlar’dır. Diğer milletten sürülen insanlar da İttihatçı hükümetin mağduru olmuştur.

TÜRKLEŞTİRME MEVZUATI
Mülkiyetin Türkleştirilmesine, 1915’teki dâhili harp koşullarında başlanmış ve sürdürülmüştür. Sürülenin geride kalan ve Müslüman-Türk’e transferi sağlanan mülke emvâli metruke denilmiştir. Aslında ‘sahipsiz mal’ denilen emvâli metruke, 1915’te ve sonrasında sürülen insanların ‘sahipsiz bıraktırılan malına’ denilmiştir.
Bu, mülkiyeti Türkleştirmenin birinci maddesidir.
İkinci madde, bu mülkün yağmasıdır.
Üçüncü madde de, mülkü yağmalayana tapulandırılmasıdır.
Bu anlamda mülkiyetin Türkleştirilmesinin emvâli metruke mevzuatı1915’te dâhili harp koşullarında oluşturuldu.
Mülkiyeti Türkleştirmenin yani emvâli metruke mevzuatının temel kanunu: 26 Eylül 1915 tarihli Tasfiye Kanunudur. Diğer iki mevzuatı ise: 30 Mayıs 1915 tarihli İttihatçı hükümet kararı ve 10 Haziran 1915 tarihli talimatnamedir.  
26 Eylül 1915 tarihli Tasfiye Kanunu’nun tam adı:
13 Eylül 1331 (26 Eylül 1915) tarihli 14 Mayıs 1331 (27 Mayıs 1915) Tarihli Kanunu Muvakkat Mucibince Âher (başka) Mahallere Nakledilen Eşhasın Emvâl (malları), Düyun (borçları) ve Matlubatı (alacağı) Metrûkesi Hakkında Kanunu Muvakkat.
Can ve mal güvenliğini imha eden yani dâhili harbin temel iki kanunu birer geçici kanundur; Meclis’te hiç görüşülmedi. İttihat ve Terakki, 1000’i aşkın geçici kanunla  hükümet eylemiştir.
11 maddelik Tasfiye Kanunu’nun temel özelliği:
1- Sürülen her bir kişinin mülküne devlet adına el kondu.
2- Mülkiyetin Müslümsan-Türk’e transferinin sistemi oluşturuldu.
3- Tüm işlemleri Tasfiye Komisyonu’nun yapması öngörüldü.
Bu sistem 8 Ocak 1920’ye kadar uygulandı. Osmanlı hükümetinin 8 Ocak 1920 tarihli kararnamesiyle  Tasfiye Kanunu yürürlükten kaldırıldı. Fakat 9 Eylül 1922’de İzmir işgalden kurtarıldıktan 5 gün sonra 14 Eylül 1922’de TBMM kararıyla, 8 Ocak 1920 tarihli kararname yürürlükten kaldırıldı  ve İttahatçı gasp modeline dönüşün kapısı aralandı.
Birkaç ay sonra da gerekli kanuni düzenleme yapıldı. 15 Nisan 1923 tarih ve 333 sayılı kanunla İttinatçı Tasfiye Kanunu yeniden düzenlendi ve bu kanun 8 Kasım 1988’e kadar yürürlükte kaldı. 
333 no’lu kanun, mülkiyetin Türkleştirilmesinde 1915’ten 1923’e devamlılığın en temel kanunudur. 333 no’lu kanunla devletin el koyacağı mal ve mülk kapsamı genişletildi: Sürülene ek olarak, kaybolanın, mahallinden ayrılanın ve uzaklaşanın, ecnebi memlekete ve İstanbul’a gidenin geride kalanın malına, mülküne de devlet el koydu.
1915 sonrasında olduğu gibi 1923’ten itibaren devletin el koyduğu mal ve mülk dağıtıldı, satıldı ve hibe edildi. 1920’li yılların sonuna doğru ilgili kanuni düzenlemeyle de bu mülkler yeni sahiplerine tapulandırıldı  ve böylece eski tapu kayıtları yok sayıldı. Kanuni olarak mülkiyete devletin el koymasından yağmaya ve tapulandırmaya kadar tüm işlem tamamlandı.

ERMENİ VE RUM SERMAYEDARA TASFİYE
Mülkiyetin Türkleştirilmesi, elbette sermayenin Türkleştirilmesidir. 1915 ve sonrasında sermayenin Türkleştirilmesi farklı bir içeriktedir. Çünkü yaşanan, 1915’teki egemen sınıfın sermaye yapısında klikler arasındaki rekabet sonucunda bazılarının tasfiyesi değildir.
Devletteki konumunu arkasına alan Türk burjuvazisi (yani sermayedarı), aslında sermaye birikimini, 1915’teki dâhili harp ve sonrasında milleten Türk ve dinen (Sünni) Müslüman olmayanın sermayesini transferiyle temellendirmiştir.
Diğer bir deyişle Türk burjuvazisi, Osmanlının çok milletli ve çok dinli halkına karşı aynı safta bulunduğu ve birlikte olduğu Ermeni, Rum ve diğer milletten sermayedarının birikimine el koymuştur. Yani komprador burjuvazinin Türk ve (Sünni) Müslüman olanı, Rum ve Ermeni ile diğerlerinin sermaye birikimini devlet zoruyla transfer etmiştir.
Bunun içindir ki, bugünkü finans kapital oligarşisi, sermaye transferinin temellendirildiği 1915-1930 döneminin Müslüman-Türk ticaret sermayedarıdır. Bu durum, 1924’teki araştırmayla netleşmiştir. İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası’nın 1924’te yaptığı araştırmada, ekonomide gayrimüslimlerin hâkimiyeti, harbin yarattığı ortamda Türklerin iktisada yöneldiği tespiti yapılmıştır.
Odanın 50’inci yılı nedeniyle 1932’de hazırlanan kitapta da, odanın kurulduğu 1880’lerle ilgili ekonominin sektörel analizinde ortaya çıkan sonuç şöyle aktarılmıştır: 31 sektörün 4’ünde Türk, 27’sinde gayri Türk hâkimdir. Değerlendirmede de, “bütün sanayi, iktisadi ve mali faaliyet gayri Türklerin inhisarı altına girmiştir” denilmiştir.
1914-1915’lere gelindiğinde, Müslüman-Türk’ün ekonomik ağırlığı pek de değişmemiştir. Osmanlı sanayisinin sermaye dağılımı şöyle: Müslüman-Türk yüzde 15, Rum Ortodokslar yüzde 50, Ermeniler yüzde 20, Yahudiler yüzde 5 ve yabancılar yüzde 10.
Bir başka kaynak da, bu sonucu destekler bilgi içermektedir.
1912 yılı itibariyle iç ticaretle ilgili 18.063 işyerinin yüzde 85’i ve 6.507 imalathanenin yüzde 89’u gayrimüslimlere aitti ve 5264 serbest meslek sahibinin yüzde 86’sı gayrimüslimdi.  Diğer bir deyişle, iç ticaretle ilgili işyerlerinin yüzde 15’i, imalathanelerin yüzde 11’i ve serbest meslek sahibinin yüzde 14’ü Müslüman-Türk’tü.
1914-1915’ler itibarıyla, ekonomik yapılanımla ilgili üç farklı kaynağın ortaya koyduğu sonuç, birbirini destekler düzeyde olup, Müslüman-Türk’ün payı biraz aşağı-yukarı sapmayla yüzde 15 civarındadır.
1915’teki dâhili harp politikasıyla Müslüman-Türk payında hızlı artış sağlandığını öngörmek için kâhin olmaya gerek yok; çünkü milleten Türk ve dinen (Sünni) Müslüman olmayan öteki nüfus hızla eritildi.
1915-1919 döneminde tüm Ermeniler yerinden yurdun sürüldü, 1914-1919’da sürülen ve 1923’deki mübadeleyle tüm Rumlar Anadolu’dan temizlendi ve İstanbul’dakilerin bir kısmının tasfiye edilmesinin sonucundadır ki, Osmanlı’nın resmi sayımına göre bugünkü TC sınırları içinde Hıristiyan ve Musevilerin 1914’de yüzde 20’ye yaklaşan nüfus payı, 1927’deki nüfus sayımına göre yüzde 2,8’e  geriledi. Nüfustaki bu erimenin sonucunda ve 1930’lardaki devletçi politikayla Müslüman-Türk’e getirilen özel ayrıcalığın da etkisiyle, toplam sanayi sermayesinde Müslüman-Türk sermayedarın payı, yüzde 15’lerden tahminen yüzde 80’leri aştı. Böylece egemen sermayedar sınıfta Müslüman-Türk kimliği hâkim bir nitelik kazandı.
Gayri Türk’ün sadece sermayedarı değil, emekçisi de tasfiye edildi. Ermeni ve Rum yani gayri Türk işçilerin tasfiyesi Büyük Millet Meclisi kürsüsünde  dile getirildi ve gereğinin yapıldığına dikkat çekildi.

TÜRK’E TRANSFERİN KANUNLARI
1920’den sonrasında Bakanlar Kurulu kararıyla, Rum ve Ermeniler’e ait emvâli metrûkeden olan ev, han, bağ, bahçe, arsa, arazi, tarla ve fabrika vatandaşın Müslüman-Türk olanına, muhacire, memurlara, askeriyeye, İttihatçı ailelere, sefaretlere, çeşitli kurumlara, sermayedara ve ticaret odalarına ya dağıtıldı veya satıldı veyahut da bağışlandı.
Emvâli metrûkeden gayrimenkullerin Müslümanlar’a, muhacirlere, sermayedarlara, devletin memuruna, Türk Ocakları’na ve devletin diğer kurumlarına, İttihatçı ailelere verilmesi, dağıtılması ve satılması, ilgili kanun ve talimatnamelere göre gerçekleştirildi.
Bu kanunlardan belirleyebildiklerim aşağıdadır:
1- 13 Mart 1340 (1924) tarih ve 441 no’lu ve 15 Nisan 1341 (1925) tarih ve 622 no’lu kanunlarla, emlaki tahrip edilmiş ve muhtaç olana, metrûk gayrimenkulün dağıtılması ve satılması öngörüldü. 
2- Mübadele nedeniyle geleceklere gayrimenkul dağıtımı, 16 Nisan 1340 (1924) tarihli 488 no’lu Mübadeleye Tabii Ahaliye Verilecek Emvâli Gayrimenkule Hakkında Kanun’la sağlandı. 
3- Bir kısım gayrimenkuller İl Özel İdaresine devredildi. 18 Nisan 1341 (1925) tarih ve 154 no’lu 1341 senesi Muvazenei Umumiye [1925 yılı Bütçe] Kanunu, 23. maddesi V fıkrası  şöyle:
“Mübadeleye gayri tâbi [Ermeni] eşhası hükmiyeden metruk bilcümle emvâli gayri menkule kâffei hukuk ve vecaibile bulundukları vilâyetlerin idarei hususiyelerine devredilir.”
4- 22 Şubat 1926 tarih ve 748 no’lu kanunla, emvâli metrûkenin Türk sermaye birikimini güçlendirmek açısından ticaret ve sanayi odalarıyla borsalara ve ayrıca belediyelere satışı kabul edildi. 
5-13 Mart 1926 tarihli ve 781 no’lu kanunla, ismi verildiği biçimiyle Ermeniler ve Rumlar’dan metrûk gayrimenkulün 1915 yılı kayıtlı değerinden satılması öngörüldü. 
6- 31 Mayıs 1926 tarih ve 882 no’lu kanunla, ifade edildiği gibi Ermeniler’den kalan metrûk emvâlin, öldürülen ve idam edilen kimi İttihatçıların ve mutasarrıfın ailesine verilmesi sağlandı. 
7- 16 Haziran 1927 tarih ve 1080 no’lu kanunla, metrûk binaların Türk Ocakları, Mualimler Birliği ve Himayei Etfal gibi kamu yararına hizmet eden kurumlara satılması veya kiralanması kabul edildi. 
Bu kanunların sağladığı mevzuatla devletin ilgili kurumu ve kurumları, sermayedardan ahaliye mülkiyet transferini gerçekleştirdi. Mülkiyetin transferiyle ilgili Cumhuriyet’te Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi (1920-1930), Emvâl-i Metrûkenin Tasfiyesi-II kitabımdaki ilgili bölümün bazı kısmını  özetleyerek aktarıyorum:
+ Müslümanlara meskenle, bağ ile arazi satımı ve toprak dağıtımı ve Ege’de bağların kiralanması sağlandı.
+ Muhacirler de benzer politikalardan yararlandı.
+ Ermeni mülkü verilmesine sağlayan 882 no’lu kanundan sonra alınan Bakanlar Kurulu kararıyla ismi belirlenen 12 İttihatçı aileye Ermeniler’den kalan mülklerden verildi.
+ Devletin bürokratına emvâli metrûkeden ev verildiği gibi maaş ödemesi de bu tip gayrimenkullerle yapıldı.
+ Devletin pek çok kurumuna emvâli metrukeden gayrimenkuller dağıtıldı. Muallimler Birliği, Türk Ocağı’nın pek şubesi birçok vilayette bina sahibi oldu.
+ Sermayedara transferler: Bakanlar Kurulu kararıyla emvâli metrukeden, Ziraat Bankası’na Ankara’da arsa, Adana Pamuk Borsası’na bina, Tütüncüler Bankası’na tarla ve mağaza, Elazığ’da kurulacak kamu şirketine metrûk fabrika, Malatya Teşebbüsat-ı Sınaiyye Türk Anonim Şirketi’ne 80 arsa, Ergani Bakır Türk Anonim Şirketi’ne arsa ve su değirmeni, Samsun’da Çakıroğlu Arif’e arsa ve bina, İzmir Borsası’na bina, Ticaret odalarına bina ve Ereğli’de Kömür Ocağına verilmesi sağlandı.
+ İzmir Ticaret Odası Meclis Kararı: İzmir Ticaret Odasının Meclis kararıyla birçok şirketin emvâli metruke kefaleti onaylandı. Emvâli metruke kefaleti, şirketin sermayesinden sayılması ve buna göre tüccar sınıfının belirlenmesi amacıyla, şirket tarafından odaya sunulan ve şirketin emvâli metrukesinin bulunduğunu gösteren evraktır.
Tüm bunlar, mülkiyet transferinin ne denli yaygın olarak gerçekleştirildiğini ortaya koymaktadır.

DEVLETÇİ TÜRK BURJUVAZİSİ
Yukarıda yaptığım değerlendirmeyi özetlersem:
1- 1908 Devrimi, milli meseleyi çözme ve Osmanlı’nın çürümüş monarşik iktidarının halka zulmüne son verme yönünde derinleşmeyince kadük kaldı; sadece meşruti monarşiye geçiş sağlandı.
2- 1908-1915 sonunda, dönemin etkin partisi İttihat ve Terakki, ekonomi politiğini milleten Türk ve dinen (Sünni) Müslüman olmayan ’öteki’nin demografik ve ekonomik yapıda tasfiyesi esasında oluşturdu.
3- İttihat ve Terakki Hükümeti Osmanlı-Almanya İttifak Antlaşması’na attığı imzayla, Osmanlı ordusunu Alman subayların yönetmesine ve Osmanlı harp masrafını da Alman markıyla finanse etmesine ‘evet’ demiştir.
4- Osmanlı, yaptığı antlaşmanın sonucu olarak Almanya’nın fiili işgaliyle Birinci Paylaşım Savaşına katıldı, 1914 güzünde.
5- Almanya’nın belirlediği plana göre Kafkas cephesinde Rusya’ya saldıran Osmanlı ordusu, Sarıkamış’ta hezimete uğradı, 1915 başında. Böylece Van ve Erzurum, Rus işgaline açık hale geldi.
6- Sarıkamış yenilgisiyle telaşlanan İttihat ve Terakki Hükümeti, şarkta kimi yerlerde ve Zeytun ile Dörtyol’da başlattığı kısmi Ermeni sürgün politikasını, Ermenilerin olduğu tüm yerde uyguladı, 1915 Mayıs ayından itibaren.
7- Şarkta toprak istediği gerekçesiyle yaşadığı her yerde Ermenileri süren İttihatçı hükümet, Almanya-Osmanlı safında savaşa katılması karşılığında Meriç batısındaki Dimetoka vilayetini Bulgaristan’a hibe etti.
8- 1915’te İttihatçı hükümet, sadece dışarıda değil, dâhilde de milleten Türk ve dinen (Sünni) Müslüman olmayana karşı bir harbin tarafıydı. Dâhili harpte aktif olan Osmanlı devletinin ordusu ile militer güçleri olup, bunların hedefi de başta Ermeniler olmak üzere Anadolu halklarıydı. Dâhili harbin temel iki kanunu: can güvenliğini yok eden 27 Mayıs 1915 tarihli Sürgün Kanunu ve mal güvenliğini yok eden 26 Eylül 1915 tarihli Tasfiye Kanunudur.
Ermeniler özelinde yaşanansa bir soykırımdır.
9- Harici ve dâhili harp ortamında İttihatçı hükümetin ekonominin Türkleştirilmesinde, öncelik verdiği mülkiyetin Türkleştirilmesiydi. Tasfiye Kanunu ile sürdüğü herkesin malına devlet olarak el koydu. Devamında bu mülkler yağmalandı ve ardından da, yeni sahiplerine tapulandırıldı.
10- 15 Nisan 1923 tarih ve 333 no’lu kanunla, Tasfiye Kanunu yeniden düzenlendi ve Türkleştirilecek mülkiyet kapsamı genişletildi. Bu duruma imkân veren kanun 8 Kasım 1988’e kadar yürürlükte kaldı.
11- 1915’ten itibaren Osmanlı ve 1923’lerden itibaren Cumhuriyet idaresinin el koyduğu mülkler, kitlesel yağmanın yanı sıra, hükümet idaresinde dağıtıldı ve satıldı.
Yağmanın kitlesel boyutunun yarattığı perdedir ki, ancak konu 100 yıl sonra bu düzeyde tartışılıyor!
Bu yağmada, her dönemin politikacısı ve devlet kadrosu mutlaka var oldu!
Yağmada 1920’ler veya 1950’lerde politikacı ve devlet kadrosunun varlığı ile yakın dönemde İmroz özelinde yaşanan arasında elbette bir fark vardır.
12- 1915 civarında Osmanlı egemen sınıfı Osmanlı komprador burjuvazisinde milleten Türk ve dinen (Sünni) Müslüman olanların payı, dinen Hıristiyan ve Musevi toplamına kıyasla daha azdı. Komprador burjuvaziyle birlikte yine sanayi ve ticari ilişkide bulunan kesimler dikkate alındığında toplamda, Müslüman-Türk sermayedarın payı aşağı-yukarı sapmayla yüzde 15’ler civarındaydı.
13- Müslüman-Türk sermayedarın, sanayi sermayesinde yüzde 15 olan payı, 1915 sonrasında Hıristiyanlar aleyhine hızla büyüdü.
1915’ten itibaren dâhili harp, aynı zamanda Osmanlının egemen sermayedarı komprador burjuvazisinde, Türk-(Sünni) Müslüman olanın, diğerine karşı kullandığı ve ötekilerden sermaye transferinin yapıldığı yıllardı.
Bu anlamda Türk burjuvazisinin sermaye birikiminin kaynağı, kapitalizm öncesi üretim tarzının egemenler artığından değil, birlikte var olduğu ‘öteki’ yani Ermeni ve Rum ile diğer kompradorlardan sağlandı.
Bu transfer modelinin sonucudur ki, Ermeni soykırımı ve Rum mübadelesi sonrasında Müslüman-Türk sermayedarın kısa sürede birkaç misli artarak, 1930’larda tahminen yüzde 80’i aştı.
14- 1930’ların devletin silahlı gücü dâhil tüm ajanlarının devreye girdi ortamda varlığını güçlendiren Türk-(Sünni) Müslüman ticaret sermayedarı, 2015’lerin finans kapital oligarşisidir.
15- Böyle bir ekonomi politikle var olan Türk burjuvazisinin millisinin, yani milli burjuvazinin konumunu yeniden tartışmak gerekmez mi?
16- Bugün zaman zaman gündeme gelen sanayileşememenin ve marka üretememenin temelinde, 1915’lerde temellendirilen ve sonrasında sürdürülen devletçi bir yağma modeli vardır.
Türk burjuvazisinin devletçi yağmalama tavrı, yapısal bir karakteridir!
Bunun için her iktidar kendi zenginini yarattı. Yakın dönemin Özal’ın zenginleri, Demirel’in zenginleri nerede? Bu gidişle yarın da, “AKP zenginleri nerede?” diye sorulacaktır.
17- 1915’ten 2015’e Ermenilerin (ve her milleten insanın) yaşadığının telafisi mümkün değildir.
Bu dönemde Ermenilerden (ve her milleten insandan) gasp edilen ve yağmalanan mülkün her çeşit tazminiyse mümkündür.
Sonuç olarak: 1920’lerin Türk Kurtuluş Savaşı, sadece Ege’yi Yunan işgalinden ve Anadolu’yu kurtarmanın savaşı değildir. Aynı zamanda dâhilde de Ermeni ve Rum malının Müslüman-Türk’e transferinin sistemini oluşturmanın savaşıdır.
1920’ler başında İngilizlerin esas derdi Mustafa Kemal’in Anadolu’su değil, Lenin’in Bolşevik Rusya’sıydı. Bu ayrımı Churchill’in anlatımlarında  görmek mümkündür.
1915’lerde temellendirilen Türk milliyetçiliği ekonomi politiği, 1915 egemeni İttihat ve Terakki’den, 2015’in egemeni AKP’ye hiç istinasız esas program olarak uygulanmıştır.
Böylesi bir devamlılığın sonucundadır ki, bugün Kürtler demokratik vatandaşlıkla, Aleviler eşit vatandaşlıkla ve Ermeniler adaletle, eşitliği talep etmektedir!

KAYNAKÇA

Zincirin iki halkası: 24 OCAK VE 12 EYLÜL

* 24 Ocak modelinde: “Yüksek fiyat ve düşük ücret” politikasıyla burjuvaziye kaynak aktarımı sağlanıp, sermayenin yoğunlaşması destekleniyordu deneme/yanılma üzerine kurulmuş olan bu modelin özü, geleceği ipotek altına almaktı.
1980 öncesi, 79 Ekimde yapılan ara seçim sonuçlarına göre hükümeti elinde bulunduran reformist CHP kesin yenilgiye uğradı. AP ise, 33 senatörlük ve 5 milletvekilliğinin tümünü almıştı. CHP’nin bu başarısızlığı, halkın gözünde reformizmin iflasını gündeme getirirken, yönetim düzeyinde de yeni arayışlara girilmiş ve bunun sonucu olarak da dıştan MHP ve MSP destekli AP azınlık (ya da 3. MC) hükümeti kurulmuştu.
79 Kasım’ında MESS başkanı Turgut Özal, Demirel’e verdiği raporda ana problemlerin başlıcalarını “anarşi, enflasyon, döviz durumu, sendikal meseleler ve toplu sözleşmeler” olarak sıralayıp önerilerini de sunuyordu. (1)
Ekonomik ve siyasi bunalım, yönetenlerde kendi kurumlarının işlemezliğini artırırken, diğer yönden yönetilenlerde de arayışlarını netleştirme/geliştirme imkânı yaratıyordu.
Toplumun başta işçi sınıfı olmak üzere bütün sınıflara bunalımın yansıttığı sorunları çözmek açısından kendi öz sınıf programlarının olmadığı söylenemez. Bunlardan birisinin uygulanması/içinde yaşanılan toplumsal yapının ortaya çıkardığı ortamın ve dolayısıyla siyasal rejimin niteliğinin ürünüdür.
Ülkemizde tekelci burjuvazinin önerdiği program, salt kendi sınıf çıkarlarını esas alıyor. Bunalımın faturasını/bedelini diğer sınıflara ödetmek amacını ise, toplum olarak birlikte “sorunun çözümünü” üstlenme, günlük deyişle “toplumsal fedakârlık yapma” olarak yansıtıyor. Aslında böylece izlenecek “ulusal politika” ve “ülkenin bölünmez bütünlüğünün” özü kar ve artırılması şeklinde belirleniyor.
İşçi sınıfı programı bunalımın varlık sebebi olan bu sosyo-ekonomik durumun değiştirilmesiyle köklü çözümü esas almak durumundadır.
Bu genel değerlendirme ışığında, kararların alındığı tarihle anılan 24 Ocak önlemleri, ekonomik bunalıma ve diğer taraftan başta işçi sınıfı mücadelesinin grev bayrağının yükselmesini ve artan toplumsal muhalefeti bastırmanın aracı olarak da 12 Eylül gündeme geliyordu. Bu gelişmelerin dünya konjonktüründen bağımsız olduğu söylenemez.
Devrik Demirel hükümetinin ekonomik kurmayları başta Özal olmak üzere 12 Eylül sonrası daha etkin görevlere geliyorlardı. Böylece alınan ekonomik kararları uygulamada devamlılık yine aynı kadro tarafından sağlanıyordu. Zaten 12 Eylül bu devamlılığı sağlamanın bir ürünüdür.
Nitekim 12 ve 14 Eylüllerde Genelkurmay’da ekonomi konulu toplantılara katılan Özal edindiği izlenimi, “Çocuklar, … 12 Eylül bizim daha önce yapamadığımız pek çok şeyi yapma fırsatını verebilir… Grev himayesi falan yasaklanıyor. Yani daha rahat çalışma durumu çıkabilir bundan sonra…” diye çevresine anlatıyordu. İkinci toplantıdan bir gün sonra IMF’nin Avrupa masa şefi Whitton, Özal’ı Washigton’dan arar, “sizin adınız bizim için yeterlidir” der. Esas olarak MGK’nın 17 Eylülde yayınladığı bildiriyle uluslararası anlaşmalara uyulacağım açıklaması IMF’yi rahatlatmıştı. (2)
ABD Ford yönetimi eski enerji bakanı ve 79 sonrası Türkiye’nin danışman firması Lazare Frere’nin sahiplerinden Frank Zarb 1980’leri değerlendirirken “biz başladığımızda kriz sadece ekonomik değildi. Politik bir kriz de yaşanmaktaydı… Askeri yönetim sırasında tabi çok daha rahattı, kararlar kolaylıkla almıyordu…uluslararası topluluğun güveni yeniden sağlandı” (3) diyerek 12 Eylülün üslendiği fonksiyonları kısaca belirtiyordu.
24 Ocak kararlarının uygulanması ve “başarılı” olmasında 12 Eylül’ün ve de 12 Eylül’ün gelmesinde 24 Ocak’ın rolü konusunda tartışmaların vardığı sonuç: Her biri diğerini bütünleyen bir zincirin iki halkası durumundadır.
Bu gerçeğin ifadesi olarak (4): “12 Eylül olmasaydı 24 Ocak kararlarının sonucu çok dehşet verici bir tablo olurdu!’ (Danışma Meclisi üyesi Dündar Soyer)
“24 Ocak kararlarının alınması kadar 12 Eylül’den sonraki yönetimin bunlara devamlılık sağlaması da büyük önem taşımaktadır!’ (İSO Meclis Bşk. İbrahim Bodur)
Önce yasaklama ve fiilen dondurma ve sonrasında hemen yasal kılıfı hazırlama işleyişine sahip olan 24 Ocak ve 12 Eylül birlikteliğiyle daha az özgürlük, işsizliğin artması, sendikal ve sosyal hakların kısıtlanması ve gelir dağılımın dar gelirliler aleyhine bozulması sağlamış oluyordu.
Bu fonksiyon birliğine karşı tek “çatlak ses” devrik hükümetin başkanından, Demirci’den geliyordu:
“12 Eylül hadisesi, silahlı kuvvetlerin devlete el koyması hadisesidir…24 Ocak 1980 kararları, 1980 Eylül’ünde netice vermiştir… Vermeseydi belki müdahale olmazdı… 12 Eylül’den sonraki tatbik edilen ekonomik politikanın 12 Eylül’e kadar tatbik edilen politikayla münasebeti yok mudur? Vardır! (5) derken devamlılık sağlandığını vurguluyordu.

1- EN “ZENGİN”, FAKİR EKONOMİ
1.1 – Ekonomik Kriz Ve Enflasyon
’70’ler sonunda ekonomik kriz, kendisini şiddetli enflasyon, işsizliğin artışı ve bütçe açığı demek olan iç dengesizlik ve ödemeler dengesi bilançosu açığı, döviz darboğazı yani dış dengesizlik olarak gösteriyordu. Bunlar sonuç olduğuna göre krizin kaynağı neydi?
Türkiye’nin kabullendiği ithal ikameci sanayileşme politikası pazara yönelik üretimin ve birikimin esas alınmasıydı. Gerekli olan hammadde ve üretim araçları ithali için finansmanın sağlanmasında zorluklarla karşılanıyordu. Korumacı önlemler ve sabit döviz kuru politikası sonucu, ihracat artmazken ithal talebi hem artıyor ve hem de fiyatları yükseliyordu (örn: petrol). Ayrıca uluslararası konjonktürün de etkisiyle ekonomi durma noktasına geliyordu.
Uluslararası konjonktürün gelişmekte olan ülkeleri etkilenmesi: gelişmiş ülkelerde bunalımın faturasını, o ülkelerdeki işçi sınıfı ve gelişmekte olan ülke halkları, var olan ekonomik ve siyasi ilişkiler ağıyla ödemektedir. Bu anlamda gelişmekte olan ülkelerde kriz etkisini daha ağırlıkta hissettirmekte ve ekonomi politika da yürürlüğe konulurken yoğun ekonomik/siyasi ilişkide bulunulan ülke/ülkelerin “uyarıları” da dikkate alınmaktadır.
Krizin göstergesi olan enflasyon, burjuva ekonomi politiğine göre, gelirlerde meydana gelen artışın talebe yansımasına bağlı olarak fiyatların artmasıdır.
1980 sonrası ücretlerde ve bazı gıda malları fiyatında artış seyri tablo-1 de görülmektedir.

Tablo 1 – FİYAT ARTIŞI
1980-1987    1983-1987
Ekmek 1 kg.        22 kat        4 kat
Sığır eti 1 kg.        21 kat        5 kat
B.peynir 1 kg.        21 kat        5 kat
K. Fasulye 1 kg.    27 kat        8 kat
Zeytin 1 kg.        25 kat        6 kat
Tozşeker 1 kg.    19 kat        3 kat
Çiçek yağı 1 kg.    31 kat        6 kat
Tüp gaz 12 kg.    24 kat        3 kat
Elektrik KW’S        23 kat        9 kat
Aspirin            40 kat        5 kat
Şeh. içi otobüs bileti    37 kat        5 kat
Gazete            35 kat        6 kat
Ortalama işçi ücreti    7 kat        3 kat
Kaynak: ’87 Petrol-İş, Tablo-23

Genel olarak ortalama ücret artışı diğer mallara göre daha az olduğu halde, enflasyon oranı düşmemiş ve 1986’dan itibaren yeniden büyük oranda artışa geçmiştir
Dönemin HDTM Ekrem Pakdemirli: “…enflasyon devam ederse, fiyatların sabit Kalması mümkün mü? O halde enflasyon arttıkça veya devam ettikçe fiyatların da artması, zam yapılması kaçınılmazdır” diyerek, zam gerekçesini açıklıyor. Diğer taraftan “zamların nedeni nedir?” diye sorulduğunda da, enflasyonu aşağı çekmek için diye söylüyor. (6) Aslında söylemiyor: bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu! Fiyat artışı demek olan zammın, fiyat artışını önlemenin tedbiri olarak Sunulması anlaşılmaz değil! Sanki mantık oyunu oynanmak isteniyor…
Gelir dağılımı politikası gereği yıllık artışlar, o yılki bütçede öngörülen fiyat artışına yakın ya da daha altında belirlenirken, enflasyon oranı ise hiçbir zaman bütçenin önceden öngördüğü oranda olmamış hep üzerinde seyretmiş ve bazen katlamıştır. 1987 yılı enflasyonu yüzde 30 olarak programlandığı halde yüzde 60’lar olarak gerçekleşmiştir.
Kapasite kullanamama nedenlerinden iç talep yetersizliğinin payı yüzde 50’ler olup, bu, diğerlerine göre en büyük orandır (7). Diğer yönden de talep artışından kaynaklanan enflasyondan bahsedilmektedir.
Enflasyonla ilgili analizlerde benzer çelişkilerin olması, tesadüf değil; bilmezlik hiç değil! Burjuvazinin krizi kendi lehine çözmenin aracı olarak teşhis konmakta ve ona göre kararlar alınıp, uygulanmaktadır.
Ücret artışları, 1979 yılının yarattığı sorunlar, Özal icadı DÇM’ler ve son olarak da Afşin/Elbistan santralı yapımını enflasyonun nedeni olarak sunmanın mantığı: müşteriye göre mal satım politikası gereği, şartlara göre farklı nedenler ileri sürülmektedir.
Anlatımlar ışığında, ekonomide tekelci yapının yoğunlaşması ve dışarıya ucuza mal satmak için TL’nin değer yitirmesi enflasyonist politikalardır.
1.2-24 Ocak Kararlan Ve IMF:
IMF’nin özellikle gelişmekte olan ülkelere sunduğu programın benzer olması nedeni: Bu ülkelerin uluslararası ödemelerini aksatmadan yerine getirmesi için gerekli önlemlerin alınmasına bağlı olarak, uluslararası işbölümü ve ticaretin gelişmesinin sağlanmasıydı.
Esas olarak ödemeler dengesi bilançosunun sorunlarının giderilmesi hedeflenmekte ve buna uygun politikalar izlenmektedir. Dış istikrarsızlık iç ve dış fiyatlar arasındaki farkın bir sonucu ve böylece de parasal bir sorun olarak tanımlanmaktadır. Oysa dış dengesizlik artan ithalattan ya da üretimin önemli bir bölümünün yurt içinde tüketiminden de kaynaklanabilir.
Dengesizliğin giderilmesi için sunulan çözümler: Birincisi devalüasyon yapılması ve böylece ihracat teşvik edilirken, ithalat sınırlandırılmaktadır. İkincisi gelir dağılımında “ücretlerin dondurulması”. Bununla ithal talebi ve yurtiçi tüketimde daralma sağlanması ve ihraç edilebilir mal miktarının artması hedeflenmektedir. Diğer taraftan da firma giderlerinin azalması sonucu ekonomide yeniden canlanma olacaktır. Üçüncüsü kamu harcamalarının kısılması, ithalat ve tüketimin azalmasına ve öte yandan para hacminin daralmasına neden olacaktır. IMF’nin önermiş olduğu çözümler kısaca bunlardır. (8)
Türkiye ile yakın ilişki içinde bulunan ve esas fonksiyonları denetlemek olan uluslararası mali kuruluşlardan bazıları: IMF, OECD ve Dünya Bankası’dır. Bu kuruluşlarla TCMB arasında iktisadi politikanın izlenmesi için kurulan ilişki, “dış mali kurumların iki dudağı arasına bırakılması” (9) anlamındadır.
24 Ocak’ta uygulamaya konulan ekonomik politikanın esası IMF’nin önerdiği çözümler olduğu incelendiğinde anlaşılmaktadır.
1980’lere kadar uygulanmakta olan sanayileşme politikasındaki tıkanıklığın krizin kaynağı olduğu kabulünden hareketle ithal ikameci politika yerine yeni sermaye birikim tarzı olarak ihracata yönelik sanayileşme politikası benimseniyordu.
Aslında ithal ikameci ya da sunulan ihracata yönelik birikim modeli olsun, her ikisi de komprador tekelci burjuvazinin birer sanayileşme politikasıydı. O anlamda birer sermaye birikim modelleriydi.
Sermayenin bu yeni oluşumunun sağlanması için, içyapısı yani ayak uyduramayanların iflası ile emek piyasasını değiştirmek gerekiyordu. Bu anlamda 24 Ocak kararları tarımdan sanayiye (iç ticaret hadleri düşmesi), ücretliden sermayeye (fiyat artışları ve gerçek ücretlerin düşmesi), küçük üreticiden büyük üreticiye (tekelleşme/yoğunlaşma artması), üretici kesimden yüksek faizle bankacılık sektörüne (rant gelirleri artması), kamudan özel sektöre (vergi indirimi, teşvikler ve kamunun daraltılması, özelleştirme) ve içeriden dışarıya (dış ticaret hadleri düşmesi ve dış borç ödemeleri) kaynak transferi modeliydi. Bu yeni oluşumların gerçekleştirilmesine uygun programın belirlenmesi ve kendi alanlarında somutlaştırarak uygulanması gündeme geliyordu.
Bunlar:
1- Para politikası: Emisyon artışlarının denetime alınması ve kredi miktarının sınırlandırılması ve yüksek faiz politikasının izlenmesi,
2- Kambiyo politikası: TL’si büyük ölçüde devalüe edildikten sonra 1981-1 Mayıs’tan itibaren TCMB kontrolünde günlük belirlenmesi.
3- Dış ticaret politikası: Esas olarak ihracatı teşvik etme ve ithalatın liberalleştirilmesi.
4- Maliye politikası: Ekonomide kamu kesimi ağırlığını azaltma ve KİT açıklarının zamlarla karşılanması, vergi indirimleri ve sübvansiyonların azaltılması ve teşvik alanının genişletilmesi.
5- Gelir dağılımı politikası: Ücret ve taban fiyatlarının enflasyon oranı gerisinde (reel düşme) artırılması.
6- Piyasada rekabetin etkinliğinin sağlanması.
7- Yabancı sermayenin teşviki ve özendirilmesi.
Bugün varılan sonuç değerlendirildiğinde 24 Ocak kararlarının esas gayesinin dış dengenin sağlanması olduğu görülebilmektedir. Dış borçların aksatılmadan ödenmesi ve ödemeler dengesi bilançosu açısından döviz darboğazına düşmeme hedeflenmektedir. Gerçi nasıl borç ödeme ki, her yıl borç servisi arttığı halde toplam borçlarda benzer yönde artış kaydetmektedir: Hem ödeniyor ve hem de artıyor.
Sorunlara yaklaşım her ne kadar uzun vadeli düşünüldüğü biçimde açıklanıyorsa da, günlük yaşanmaktadır. Sık sık değişikliğin olması bundandır. Hatırlanabilenler Temmuz 1982, 1984 kışı, Aralık 1985, Mart 1986 ve Şubat 1988 ve de daha pek çok küçük operasyonlar.
24 Ocak kararları kendine has biçimde gerekçelerle sunuluyordu. Özmantık “bu, şunsuz olmaz” tarzında zorunluluğun öne çıkarılması biçimindeydi: IMF’nin onaylamadığı bir politikanın başarısız olacağı; KİT’lerle ilgili sorunların abartılması ve kamu ekonomisinin alanının sınıflandırılması; tasarruf açısından önemli olanın sermaye girişi olup, yabancı sermayenin bağımsızlığı etkilemediği ve makro olarak tasarrufun yüksek faiz politikasıyla artacağı ileri sürülüyordu.
Bu haliyle 24 Ocak modelinde: “Yüksek fiyat ve düşük ücret” politikasıyla burjuvaziye kaynak aktarımı sağlanıp, sermayenin yoğunlaşması destekleniyordu. Diğer bir anlatımla iç dengesizliği ortadan kaldırmadan devalüasyonlarla dış dengesizliği giderme amacıyla deneme/yanılma üzerine kurulmuş olan bu modelin özü, geleceği ipotek altına almaktı. Kim için?
Üretim sektörleri ve teknoloji açısından bu model, sermayenin yoğunlaşması/tekelleşmeyi artırmaya uygun teknolojik ve mali yapı ve yabancı sermayenin egemenlik kazanmasıdır.
1.3 – Yoksullaştıran İhracat Artışı
24 Ocak kararlarında dış dengenin sağlanması, dışa açılma ve dış ticarette liberalleşme gibi amaçların yanı sıra 1979 yılında yeni bir ödeme planına bağlanan dış borçların düzenli ödenmesi programın amaçlarındandı.
Programın temel politikası, kur politikası ile ihracatı özendirmekti. Nitekim uygulamada, bu yönde oldu.
İhracatın artışı, vergi iadesi oranlarının artması ve ucuz kredi politikası yoluyla daralan iç talepten sağlanmaktaydı. İhracatı teşvik politikasının temeli parasal önlemlerdi: İhracatı özendirilen mallar, iç talebi fiyat mekanizmasıyla sınırlandırılan mallardı. İşte iç talebi fiyat ve faiz politikasıyla sınırlandırılan sanayi üretiminin, ihracata yönelmesi kur politikası, vergi iadesi ve ucuz kredi politikası ile özendiriliyordu. Bu, sonuçta resmi kuru 575 TL olan 1 doların sıradan ihracatçı için 871.5 ve ihracatçı Sermaye şirketlerinde ise 983.6 TL olmasına neden oluyor ve böylece ihracatın her doları 927.5 TL’si oluyordu (10). 1986 için geçerli olan bu artış, 1988 Eylül’ü için düşünüldüğünde 1600 TL’ye yaklaşan resmi kura göre ihracatın 1 dolarının bedeli yaklaşık 2500 TL’den aşağı olamayacağı hesaplanabilir.
Enflasyon nedeniyle alındığı söylenen kararlarla iç talebin kısılmasında esas amacın ihraç mal miktarını artırmak olduğu, bugünden düne bakıldığında daha net gözlenmektedir. O halde enflasyonist politika, dışarıya ucuz mal satmanın bedelini halka ödetmenin aracı olmaktadır.
Evet, ihracat miktar ve tutar olarak artıyor. Neyin bedeli olarak?
Bedel, ulusal kaynakların dışarıya ucuza satılmasıdır. Yani kaynak sızmasıdır. Doğal olarak” bu süreçte hangi faktör göreli olarak ucuzluyorsa, bedeli ödüyor demektir. “Uygulamada emek gücünün giderek ucuzlamasından, bedeli bunun ödediği anlaşılmaktadır.
1973:100 endeksine göre dış ticaret haddi 1977 ve 1983 yıllarında 79.4 ve 44.3’e inmiştir. Aynı endekse göre ihracat ve ithalat miktar endeksi: 1983’de 180.0 ve 121.0’e yükselmiştir. (11) Anlamı: çok ama ucuza satıp, az ama daha pahalıya almaktır. Böylece net gelir kaybı olmaktadır. Gelir artarken olan fakirleşmenin daha da artmasıdır. Bu yüzden 1985’lerden itibaren dış ticaret haddi rakamlarının yayımı yasaklandı.
Sahibinin sesinden dışa açılma: “dolar her şeye egemen…Sonuçta daha çok malı aynı paraya satıyoruz.. Tam anlamı ile soyuluyoruz. Üretip üretip ucuza satıyoruz” diyor, HDTM E. Pakdemirli (12).
Yoksullaştıran ihracat artışı…
İhracat artışının, “ulusal bütünlüğü yaşatmanın” politikası olduğu bu yıllarda hayali ihracatın olması tesadüf değildir. Neden bu tür ihracat? Ticari değeri olmayan malların ihracı, normal ihracat fiyatının ya da miktarının fazla gösterilmesi yada ihracat yapmadan sahte belgeyle ihraç yapılmış gibi işlem yapma yöntemleriyle gerçekleştirilen hayali ihracatın miktarının hiç de az olmadığı, son günlerde yapılan yayınlardan anlaşılmaktadır. DPT yetkilisi Bülent Öztürkmen, toplam ihracatın yüzde 10 ya da 15’i kadarının hayali olduğunu söylüyor” (13). IMF’nin 1984-87 yıllarını kapsayan son 4 yıllık istatistik verilerine (söz konusu ülkelerin Türkiye’den yaptıkları/bildirdikleri ithalat rakamlarını esas alarak hesaplanmış) göre, Türkiye’nin F. Almanya, İtalya, Hollanda, İsviçre, Belçika-Lüksemburg ve Avusturya’ya yapılan toplam ihracatı 8.7 milyar iken Türkiye’nin kendi rakamı 11.9 milyar dolar görünüyor. Bu durum da, ihracatın yüzde 27’sinin yani 3.2 milyarının hayali olduğu anlaşılıyor (14). Hayali ihracat çok değil, iki yıl öncesine kadar resmi makamlarca tümden yalanlanırken, bugün ne kadar olduğu tartışılıyor.
İhracatın artışı, ekonominin kendi dinamiği sonucu kalıcı bir yapılaşmadan olmayıp, devalüasyon ve teşvikler gibi bu
gün sona eren İran-Irak savaşı gibi dış koşullardaki gelişmelere bağlıdır.
Ayrıca önemli bir konuda, makro olarak ihracatın sınırının nerede olacağının belirlenmesidir: GSMH’nin yüzde 50’lerinin hizmetler olduğu bir ekonomide, GSMH’nın yüzde 15 ve 20’leri ihraç ediliyorsa, kaynaklar açısından sınıra dayanma söz konusudur. Bu anlamda ihracatın geleceği açısından artışın devamı beklenilmemelidir. Kapasite kullanımının da sınıra dayandığı hatırlanırsa, yatırımların canlandırılması gerekmektedir.
“İhracatı teşvik Politikasının temeli parasal önlemlerdi: Enflasyonist politika, dışarıya ucuz mal satmanın bedelini halka ödetmenin aracı olmaktadır.”
1.4 – Gelir Dağılımı Ve Ücretler
Gelir dağılımı rantiye gelir sahipleri lehine, ücret ve tarım kesimi aleyhine gelişme göstermiştir.
Görüldüğü gibi tarım sektörünün toplam nüfus içinde payı yüzde 59.95’den 52.21’e ve ulusal gelirden aldığı payda yüzde 23.87’den 18.09’a inmiştir. Ücretlilerin toplam nüfusta payı yüzde 36.23’e yükselirken ulusal gelirden aldığı payı 26.66’dan 17.7’ye gerilemiştir. Rantiye gelir sahiplerinin nüfusu ise yüzde 6.78’den 11.56’a ve ulusal gelirdeki payı da yüzde 49.47’den 62.21’e yükselmiştir (Tablo 2)

Tablo. 2 – GELİR/NÜFUS DAĞILIMI (1980-86) yüzde dağılımı
TARIM             ÜCRET            Rant Gelirler(Kar, Faiz, Kira           
Nüfus Payı    Gelir Payı    Nüfus Payı    Gelir Payı    Nüfus Payı    Gelir Payı
1980    59,95        23,87        33,27        26,66        6,78        49,47
1983    55,95        20,52        34,72        24,78        9,33        54,69
1986    52,21        18,09        36,23        17,70        11,56        64,21
Kaynak: ’86 Petrol-ş, Tablo – 22

Büyüyen ulusal pastada rantiye gelir dilimleri büyürken, tarım ve ücretlilerin payı küçülmüştür. İşte 24 Ocak kararlarının hikmeti!
Gelir dağılımındaki bu rantiye yapı uluslararası konumda da uç bir örnek durumundadır: Nüfusun en yüksek ve düşük yüzde 10’unun aldığı pay, Arjantin’de (1970) yüzde 35.2 ve 4.4; Japonya’da (1979) yüzde 22.4 ve 8.7; Filipinlerde (1970-71) yüzde 38.5 ve 5.2 iken Türkiye’de (1973) yüzde 40.7 ve 3.5’dir (15).
Bir başka yönden karşılaştırma yapılırsa, faktör gelirleri içinde maaş ve ücretlerin payı yüzde olarak Cezayir’de (1979) 51.4; Sudan’da (1978) 47.6; Yunanistan’da (1982) 49.4 iken Türkiye’de (1976-1979-1986) 33.6-31.0 ve 18.6’dır. (16).
Gelir dağılımı açısından uluslararası konumda en adaletsiz ülkenin Türkiye olduğu anlaşılmaktadır.
Emek-gücü sahibi gelirleri: Ücretler ve maaşlar.
Aslında şirket müdürlerinin, yönetim kurulu üyelerinin ve yüksek kademedeki devlet memurlarının aylıklarını, ulusal gelir dağılımında ücretlere dâhil eden istatistiklerin güvenirliği tartışılmalıdır. Çünkü ücret gelirlerinin olduğundan fazla gösterilmesi söz konusudur. Yani fabrikada çalışan bir işçi ile her yönüyle burjuva sınıfına dâhil olan üst kademedeki yöneticilerin geliri aynı potada toplanıp ona göre değerlendirilmektedir. Herhalde bu iki tarafın aynı işyerinde ve aynı gelir grubunda yer almaları dışında ortak yönlerinden bahsedilemez; çünkü sınıfsal olarak biri diğerinin karşısındadır.
Gelir dağılımında ücretlilerin emek-gücü sahibi gelirlerinin ödeme yükümlülüğü:
1- Gerçek ücretler azalan bir trend izlemektedir. Tablo.3’de görüldüğü üzere 1979:100 endeksine göre, TFE 1987’de 1955.7’ye yükselirken, gerçek ücret endeksi 51.7’ye gerilemiştir. Ayrıca kişi başına düşen ulusal gelir (1963 fiyatlarıyla) 1977:100 endeksine göre, 1980de 95.3’ten 1983’de 100.7’ye ve 1987’de 193.2’ye çıkarken, aynı endekse göre ortalama gerçek ücret endeksi de 1980’de 56.6’dan 1983’de 53.3’e ve 1987’de 39.2’ye inmiştir. (17). Kişi başına düşen ulusal gelirin artan, ve ortalama ücretin azalan bir trend izlemesinden çıkarılacak sonuç, rantiye gelirlerin (kâr, faiz ve kira) artmasıdır.
Hemen burada 1983 yıl, icadı ücretlilere vergi iadesinden bahsedilecek. Bunu da dikkate alan bir çalışmaya göre vergi iadesi dâhil 1983:100 ortalama ücret endeksi 1987 yılında sigortalı için 79.1’e ve memur için 85.6’ya iniyor (18).
Ücretlerin azalan bir trend izlemesiyle, girdiler içinde maliyet payı azalmıştır. Ayrıca bu ucuzluk, yabancı sermayeye davetiyenin aracı olarak kullanılmıştır. Girdiler içinde işçilik payı 1979:100 endeksine göre 1983 ve 1985’de 50.12’ye ve 49.92’ye gerilemiştir. (19)
2- Faiz, kira ve kâr başka deyişle rant gelirlerinin reel pozitif faiz ve sermaye teşvik politikalarıyla artırılmasının faturasını emek gelir sahipleri ödemişlerdir. Önceki tabloda da görüldüğü üzere rant gelirleri sahiplerinin hem nüfus ve hem de ulusal gelirdeki payı artış kaydederken, ücretlilerin de nüfusu arttığı halde gelir paylan azalmıştır. Rant gelirleri artışının kaynağı, emek gelirlerinin azalmasıdır (tarım kesiminin geliri azalması da hatırlanmalıdır).
Ayrıca bankaların fon alış ve satış işleminde, aldığı ve verdiği faiz ve komisyonları rant gelirleri olup, bunun GSMH’ya (nominal) oranı 1984 ve 1986’da yüzde 17.24’den 22.0’ye yükselmiştir. (20)

Tablo. 3 – GEÇİNME ENDEKSİ VE ÜCRETLER (1980 -1987)
Geçinme Endeksi    Gerçek Ücret Endeksi
1979        100,0            100,0
1980        194,3            74,7
1981        267,3            69,1
1983        457,0            70,2
1985        964,6            61,1
1986        1303,3            57,5
1987        1955,7            51,7
Kaynak: ’87 Petrol-lş, Tablo 43.

Ekonomide rantiye gelirlerin artması, üretime göre ticaret ve rantiyenin tercih edilmesi sonucudur.
3- Yoksullaştıran ihracat artışının faturası da emek gelirleri sahiplerince ödeniyor.
Gelir dağılımının emek gelirleri aleyhine bozulmasının her geçen yıl daha da artmasıyla, ihracata dayalı yeni birikim tarzına kaynak yaratılmış ve sermayenin tekelleşmesi o yönde desteklenmiş oluyor. Ayrıca burjuva ekonomi politiğin sürekli tekrarladığı toplam gelir dağılımdaki artışın talebe yansımasının sonucu enflasyona sebep olduğu tezi (ücretler azalan bir trend izlediği halde enflasyon halen yüzde 70’lerdeyse) aslında burjuvaziye kaynak yaratmanın politikasıdır.
1.5 – Tekelleşme Ve Özelleştirme
1980 sonrasında tekelleşmeyi artıran politikalar arasında emek/sermaye çelişkisi açısından fiyat artışları ve gerçek ücretlerin düşmesiyle, tekelci sermaye gruplarından özellikle sermaye ihraç eden şirketlerin bazılarına pazar imkânları açılması, kamu kesiminin özel sektör lehine daraltılması ve kredi maliyetleri artışının denetiminde bankası olan holdinglerin finansman sıkıntısına düşmemesinin sağlanması sayılabilir.
Yüksek faiz politikasıyla rant gelirleri artmış ve kime ait olduğu sorulmadan mevduat sertifikalarının alınıp/satılması, günlük kur değişikliğiyle sınırlı da olsa spekülatif yatırımlar, döviz kaynağı sorulmadan döviz tevdiat hesabının açılması ve dış ticaret politikasındaki değişikliklerle hayali ihracat yolunun açılması gibi politikalar sonucu, kara para aklanmıştır. Böylece kara para sermaye birikimi, sermaye birikimi de tekelleşmeyi artıran bir kaynak olmuştur.
Nitekim hayali ihracat konusu, hükümetle özel sektörün temsilcileri arasında periyodik yapılan toplantılarda yine gündeme geldiğinde Nurullah Gezgin, Başbakan Yardımcısı Kaya Erdem’in kamuoyu önüne çıkıp da “hayali ihracat kara parayı aklamıştır” demesini bir “talihsizlik” olarak nitelemiştir. (21)
Özel sektörün gelişmesi için devlet desteği ilk dönemlerde ihaleler ve kârlı alanların özel sektöre açılmasıyla sağlanırken, sonradan yatırımlar ve ihracatı teşvik yöntemi kullanılmaya başlandı.
Kamu mülkiyetinin daraltılması ve özel sektöre devrinin aracı olan özelleştirme ile işletmecilikte rekabetin ön plana çıkması ve bu sebeple, piyasa kuralların işleyişe hâkim olması öngörülüyor. Kârlı olan KİT’ler satılırken ve satılacakken zarar edenlerin açığı yine bütçe tarafından karşılanacağına göre kârlı olanlar neden elden çıkarılmak istenir? İflas eden özel sektör kuruluşları (Asil Çelik) KİT’leşirken/devletleştirilirken kârlı çalışan KİT’lerin özelleştirilmesi çelişkisi: kamu ekonomisinin bu sistemde üstlendiği fonksiyon sonucudur.
Özelleştirmenin kademe kademe gerçekleştirileceği ve bu anlamda önce çalışanlarına ve sonra da diğer tasarruf sahiplerine satılacağı açıklandı. Çalışanların ne oranda alacağı esasında alamayacağı konusunda, gelir dağılımını dikkate alarak sonuç çıkarmak mümkün. Bu durumda sermayenin tekelleşmesi arttırılacak.
1980 sonrasında özelleştirmenin bu kadar gündeme gelmesinin bir yönü de: KİT’lerin alınan dış borç karşılığı alacaklılara satışı yoluyla yabancı sermayeyi yatırım için ülkeye çekebilmektir’22’. Bu haliyle özelleştirme, az gelişmiş borçlu ülkelerde, ödeme sorununu çözmek amacıyla borçlar karşılığı alacaklılara mülkiyet verme gerekçesi olarak sunuluyor. Nitekim Brezilya 113 milyar dolarlık borcundan 150 milyonluk bölümü için “borç karşılığı hisse senedi” yöntemini uygulamaya başladı ve alacaklılar ortalama yüzde 18.5 oranında ıskonto yaparak hisse senetlerini aldılar. (23)
Bizde de tantanayla sunulan Teletaş, bir özelleştirme değil, yalnızca yüzde 40’ı kamuya ait bir özel şirkettir. Özelleştirme öncesi, hisselerden yüzde 39’u Belçika firmasına ait iken bu firma satılan hisselerden yüzde 18’ini de almakla payını yüzde 57’ye yükseltmiştir. Yani sonuç olarak tekelleşme yabancı sermaye lehine desteklenmiş olmaktadır.
Dış ticaret politikasında yapılan değişiklikler gereği 1984 yılında yıllık ihracatı 50 milyon lirayı aşan ihracatçılara (Bunlar 16 şirkettir) belli imtiyazların (Doğu Avrupa pazarına ihracat tekeli) verilmesi ve dış ticaret firmalarının kendi örgütlerini (ör. Dış Ticaret Derneği) oluşturmaları ihracat faaliyetini esas olan yeni gelişen gruplarla sanayi işletmelerine daha çok dayalı gruplar arasında diğer bir deyişle komprador tekelci sermayenin kendi içindeki çelişmeyi artırma sonucunu verdi.
Sermayenin yoğunlaşması anlamında “el değiştirmelerin” hızlanması sonucu iflas edenlerle güçlenen büyüyenler arasındaki çelişki artıyordu; çünkü finansman sıkıntısı çeken firmaların senetlerinin protesto edilmesi ve verdiği çeklerin karşılıksız olması, çelişkiyi etkileyen önemli bir faktör olmuştur. 1988 Yılının ilk beş ayında geçen yılın aynı dönemine göre protesto edilen senet adedi yüzde 29.5 ve toplam miktarı yüzde 71.6 oranında artmıştır. (24)
Finansman sıkıntısının bir diğer yönü de bankaların tahsil edemediği alacakları günlük deyişle batık kredilerdir. Bugün bankalar tahsil etmede zorlandığı bu alacaklarını almak istediğinde, kullanıcı durumda olan firmalar zor durumda kalmıştır. Örneğin; Halit Narin’in şirketlerinin sıkıntısı böyledir.
Gelir dağılımının adilleştirildiği, tasarruf sahiplerinin korunduğu gerekçesiyle sunulan yüksek faiz politikasının bu yönde etkisi yok denecek kadar sınırlıdır. 1986 yılında 6 milyon TL altında tasarruf mevduatı olanların toplam hesap adetinde yüzde 99.5 ve mevduattaki payının ise yüzde 76.9 olması, yüksek faizlerin gelir dağılımını adilleştirici etkisinin zayıflığını gösteriyor. Çünkü hesabın yüzde 0.5’inin toplam tasarruf mevduatı içindeki payı yüzde 23.1’dir. (25). Diğer yandan bu faiz politikası, mali ve sanayi sermayesinin birlikteliğinin sağlanmasını olumlu yönde etkilemiş ve sınırlı da olsa tekelci sermaye grupları kendi mali kurumlarına ulaşmış ve holding bankaları yaygınlaşmıştır.
Bankacılık sektöründe dört büyüklerin (Ziraat, İş, Akbank ve Yapı Kredi) para piyasasında tekelci konumlarının pekiştiği görülmektedir.
Yurt içinde tekelci sermayenin gelişimine uygun olarak artık yurt dışına sermaye ihracı gündeme geliyordu. Bu durum, gelişmiş ülkenin doğrudan yabancı sermaye yatırımlarından farklıdır.
Yurt dışına sermaye ihracı, yeni şirketler kurma biçimindeydi ve bunun çeşitli nedenleri vardı: Bunlar, ilk olarak, “transfer fiyatlamasıyla” servet kaçakçılığı yapma, yani az ödeme yaptığı halde, çok fazla verilmiş gibi gösterme. İkinci olarak, teşviklerden yararlanmak için yabancı sermaye olarak Türkiye’ye gelip burada yatırım yapmak. Örneğin; Yaşar Holding bünyesinde bir kuruluş olan Pınar AŞ’nin yüzde 34.7’si yabancı sermayeye aittir ve yabancı sermayeli bu şirketin yurtdışında yine aynı holdinge ait bir şirket olan Yadex Gmbh olduğu görülmektedir. Üçüncü olarak hayali ihracat yapıp devletin sağladığı teşviklerden yararlanmak şeklinde sıralanabilir. (26)
Her yıl İSO tarafından yayınlanmakta olan 500 büyük firmanın istihdamdaki payı 1982’de yüzde 27.6 iken 1986’da yüzde 30.4’e yükselmiş ve katma değerdeki payı da aynı yönde gelişme göstererek, yüzde 37.9’dan yüzde 41.2’e çıkmıştır. (27)
Sonuç itibariyle ekonomide pek çok sektörde tekelleşme 1980 sonrasında hızlanmıştır/artmıştır.
1-6 – Yabancı Sermaye
Yabancı sermaye, ülke ekonomisinin toplam kaynaklarının yurt dışından sağlanan kısmı olup kapsamı; doğrudan yatırımlar, dış yardımlar ve dış borçlardır. Yabancı sermaye açısından önemli fonksiyonlar üstlenmiş dış yardımların kısa vadede karşılığının transfer edilmediği sanıldığı halde, uzun vadede bunun mümkün olduğu belirlenmiştir. (28)
Dış yardımlar dışında diğerleri:
1-6.1 – Yabancı Sermaye Yatırımları
1954-1979 yılları arasında 228 milyon dolar yabancı sermayeye izin verildiği halde bunun yüzde 42,6’sı gerçekleşmiş yani 97.1 milyon doları yatırım olarak ülkeye gelmiştir. Sonra ki dönemde 24 Ocak ve 12 Eylül’ün etkisiyle, izin verilen yabancı sermaye miktarı 1980-1984 arasında 976.0 milyon doların yüzde 50.3’ü olan 491.3 milyonu gerçekleşmiştir. 1980-1987 arasında izin verilen yabancı sermaye 2273 milyon olup, önceki dönemlere göre çok fazla olduğu görülmektedir. Nitekim 1954-60 arası 17.3 milyon 1961-70 arasında 88.6 milyon ve 1971-79 döneminde 122.1 milyona izin verildiği halde, 1980 sonra patlama olmuştur, denilebilir; miktarda artış anlamında… Yoksa sağlanan teşvik ve çağrılara göre miktarı çok veya az olduğu tartışılabilir. (Tablo: 4) Faaliyet göstermesine izin verilen firma sayısı 318 olup; bunun 192’si hizmetler ve 107’si imalat sanayindedir.

Tablo. 4 – YABANCI SERMAYE YATIRIMLARI (6224 ve 1567’e göre) – milyon dolar
İZİN VERİLEN (1)    GERÇEKLEŞEN (2)    2/1 %
1954 – 1979        228,0            97,1            42,6   
1980 – 1987         2273,0            –            –
1980             97,0            53,2            54,8
1981             338,0            60,0            17,7
1982             167,0            59,9            35,9
1983             103,0            72,2            70,1
1984             271,0            96,0            35,4
1985             235,0            –            –
1986             364,0            –            –
1987            698,0            –            –
GENEL TOPLAM    2501,0            588,4            23,5
KAYNAK:     TÜSİAD-T/88.1.110, sf. 134;
İSO, 1988/4, sf. 71;
YASED, yay no: 20, sf. 7.

1.6.2 – “Gittikçe Yiğitleşiyorlar”
1980 sonrası benimsenen modelde, dışa açılma ve ithalatını liberalleşmesi, dünya ekonomisi ile bütünleşmenin zorunlu koşulları olarak savunuldu. Daha çok borç ödendiği halde, toplam borç miktarı azalmayıp aksine arttı. Buna borç ödemek denemez. Tüm bunlar, zamanla alacaklıların borçlular üzerinde kontrolleri ve denetleme imkânlarını artırmalarına neden olacaktır. İşte yaşanan Osmanlı İmparatorluğu deneyimi…
Geri ödemelerde karşılaşılan tıkanmaları aşmak için alacaklılarca gündeme getirilen yeni çözüm, borç tutarına karşılık ülkedeki kamu işletmeleri hisselerinin verilmesidir. Böylece bu, özelleştirmeyi geliştirmenin politikası oluyor. Borçlar, mülkiyete dönüştürülüyor. Borç ödenerek bittiği halde, mülkiyet hakkında benzer durum ileri sürülemez, süreklilik kazanmıştır.
Uluslararası para piyasasında az gelişmiş ülkelerin 1980’de 650 milyar dolar olan toplam borcu, 1984’de 929/a 1987’de ise 1.080.0 milyar dolara yükseldi. (29) Dünya ekonomik krizinden bahsedildiği sırada az gelişmiş ülkelerin borçlarının arttığı görülüyor.
Borcun geri ödenmesinde pek çok problemlerle karşılaşıldığı halde, yine de borcun artmasının nedeni ne olabilir? Gelişmiş ülkelerde dış talebi canlandırmanın bir yolu da az gelişmiş bu ülke mallarını satın almasını sağlamaktır. Bu ülkeler bir yandan borçlandırılırken diğer yandan borçların vadeleri geldiğinde anapara ve faiz ödemelerinde, ülke için alacağını garantiye almayı sağlayacak istikrar politikaları uygulamak zorunda bırakılır. Bunda amaç bu ülkenin ithalatının da liberalleştirilmesiyle gelişmiş ülke için pazar olmasıdır. (30) Söz konusu olan krizin varlığı ile malına satacak pazar arama iç içeliği-beraberliğidir.
İşte bu mantık sonucu Özal, “her taraf mal dolu” diyebiliyor ve kaçakçıya gidecek paranın böylece devlete kaynak yarattığını söylemekle de, diğer yandan kaçakçılık karşısında devletin acizliğini teslim ediyordu. Bunu “3’e satandan 5’e verirsen alırım” diyen ve ucuza aldığını sanan tavırla sunuyor.
Bugün bunalımın yanı sıra uluslararası likiditenin artması nasıl açıklanabilir? Bunalımın faturasını ödemek durumunda kalan metropol ülke işçi sınıfı ve dünya ezilen halkları, sömürülmeleriyle likidite kaynağı finansmanı yaratmış oluyor. Dünya Bankası yetkilisi Stanley Fisher: “1987’ye değin yükün büyük bir kısmı borçlu ülkelerde ücretlilerin üstüne binmekteydi” (31) demekle, yalın gerçeği ifade etmiş oluyor.

Tablo. 5 – DIŞ BORÇLAR (1980-87) – Milyar Dolar
TOPLAM    ORTA/UZUN    KISA        KISA VADE
VADE        VADE        PAYI
1980    17,8        15,4        2,4        13,5
1982    17,6        15,8        1,8        10,2
1984    21,3        18,1        3,2        15,0
1986    31,2        24,3        6,9        22,1
1987    38,3        29,6        8,7        22,7
Tevfik Güngör, Dünya, 28.4.1988; / İSO, 1986/16, Sf. 60.

Uluslararası konjonktür içinde Türkiye: Tablo: 5’deki toplama, dövizle ödenecek döviz tevdiat hesabı da eklenince bu, 42,7 milyar olur; ayrıca askeri borçlarda dikkate alınınca söz konusu toplam 44,9 milyar dolar olmaktadır. 1987 yılında yarısı dolar ve diğer yarısı DM esasına dayalı olarak piyasaya sunulan “Döviz endeksli senetler” ya dış borca ya da resmi kurdan iç borca eklenmelidir. Son düzeltme rakamları da dikkate alınırsa dış borçlar 1980’e göre yüzde 152,2 artmıştır.
1987 yılındaki 8,7 milyar kısa vadeli dış borcun yüzde 52,5’i olan 4,6 milyar özel sektöre aittir. Aynı sektörün uzun vadeli borçlarda payı yüzde 4.05’dir.
GSMH nominal tutarı yıl sonu resmi döviz kurundan dolara çevrildiğinde bulunan miktarın toplam dış borca oranı 1980 ve 1984’de yüzde 38.2 ve 51.4 iken 1987 yılında bu oran, (borcun 38,7 ve 44,9 milyar olmasına göre) yüzde 67,4 ve 79,0’a yükselmektedir.
Önümüzdeki 4 yıl yani 1988-1991 dönemi için TCMB’nin dış borçlarla ilgili yapmış olduğu çalışmaya göre, borç servisi toplamı 29,3 milyar olup, 20,4 milyar yeni borçlanmayla net 8,9 milyar yani yıllık 2,2 milyar dolar yurt dışına kaynak transferi yapılmaktadır. Dış borç servisinin GSMH ya oranı ise yüzde 10’lar üzerindedir. (32)
Evet, bir atasözü; borç yiğidin kamçısıdır… Bu haliyle “gittikçe yiğitleşiyorlar”.
Günümüzde dış borç ödemelerinin ertelenmesi tartışması gündeme gelmiştir. Ama hükümet buna pek niyetli görünmemektedir. Çünkü tek savundukları malzeme olan “dışarıda itibarımız artıyor” savına kuşkuyla yaklaşılacağından korkuyorlar. Korkunun acele ne faydası var.
1.7 – Kamu Maliyesi
İzlenen bütçe politikası gereği, gelirlerin giderleri karşılamaması üzerine açık finansman politikasının enflasyon nedeni olduğunu hep söyledikleri halde, yine de bütçe açığı veren gelir/gider politikası izlendi.
Bütçe açığının GSMH’ye oranı, 1981’de yüzde 1.8; 1983’de yüzde 2,6 ve 1987’de yüzde 3,8’e yükselmiştir (33). Her yıl bütçe açığı artmış ve bu açıkta elbette ki, emisyon artışlarıyla karşılanmıştır. 1980’de 217,5 milyar TL olan emisyon, 1983’te 547,5 ve 1987’de 2274,8 milyara ulaşmıştır ki, 1980:100 endeksi, 1983 ve 1987 yıllarında 151,7 ve 1045,9 olmuştur (34). Açığı gidermenin bir diğer yolu da borçlanmaktır. Bunun sonucu olarak iç borçlar artmıştır.
İç borçlanmanın gerekçesi, enflasyona karşı mücadelelerin bir aracı olduğu hem emisyon artışını önlediği ve hem de tasarrufu artırdığı şeklinde açıklanıyordu. Fakat bugün hem iç borç miktarı, hem emisyon ve hem de enflasyon artmıştır ki bu iç borçlanma gerekçesiyle çelişmektedir.
1983’de 1.7 trilyon olan toplam iç borçlar, 1987 yılında yüzde 611,8 artarak 12,1 trilyona yükselmiştir ve bir yıl ve daha kısa vadeli borçlar toplamı yüzde 73,4’dür. Toplam iç borcun GSMH’ye oram 1983 ve 1987’de yüzde 15,0 ve 22.0’dir. (35)
Tahvil, bono, kısa vadeli avanslar ve konsolide borçlardan oluşan iç borçlara ödeme biçimi bakımından iç borç olan gelir ortaklığı senetlerinin de eklenmesi halinde toplam iç borç miktarı daha çok artacaktır.
Bu durum karşısında özel sektör, kamunun, iç borçlanma kanalıyla, kaynakların çok büyük miktarına el koyduğunu ve bunun, gelişmeyi ve yatırımları olumsuz etkilediğini belirtiyor.
Toplam vergi gelirleri içinde dolaylı vergilerin payı 1980’de yüzde 37,2’den 1984 ve 1986’da yüzde 41,6 ya ve 51,3’e yükselmiştir (36). Yani vergi gelirleri içinde dolaylı vergilerin artışı, verginin gelir dağılımındaki adaletsizliği gidermede bahsedilen fonksiyonunun aleyhte işlemesidir.
Bütçe gelir kalemleri dışında önemli bir kaynak da fonlardır.
50 yılda 80 tane fon kurulurken, ANAP’ın ilk 2 yılında 19 yeni fon kurulmuş ve bunlardan 11’i doğrudan Başbakanlığa bağlıdır. (37) Bu, yeni iç kaynaklara yönelme gibi görülse de, genelinde çoğunlukla geleneksel bütçe gelirlerinden ayrılan veya kaldırılan vergiler yerine konulan fon kesintileri kaynaklarım oluşturmaktadır. Bunların ek kaynak yaratması sınırlı kalmaktadır.
Fonların kullanımının parlamento, Sayıştay ve kamuoyunun denetimi ve gözetimi dışına çıkarılmasıyla iktidara yakın çevrelere seçmeci bir biçimde kullandırılma olanakları verilmektedir. Kullanımın hem ekonomik ve hem de politik bir güç sağlaması nedeniyle fon sayıları artırılmaktadır.
Üç ayda ot bile yetişmeyen ülkemizde, 3 ay içinde parti olarak kurulup hükümet olan ANAP’ın partileşmesi sürecinde gerekli finansman ihtiyacını karşılamanın yolu, devlet kaynaklarının o yöne kanalize ettirilmesidir. İşte bunun için sürekli yeni fonlar kurulmakta ve bütçe sürekli açıklar vermektedir. İşte bunun için yolsuzluklar artmaktadır.
1.8 – PARA PİYASASI
24 Ocak kararlarına uygun olarak bu piyasada ilk girişim, 1980 Temmuz’undan itibaren bankalar-ararası anlaşmalı serbest faiz uygulamasıdır. Bu, tavan oranını bazen yükselterek ve bazen de indirerek günümüze kadar sürdü.
Piyasayla ilgili olarak:
1-Yeni giriş ve bazen de çıkışlar, iflaslar (İşçi Kredi Bankası, Hisarbank, İstanbul Bankası v.s) olmasına karşın esas olarak dört büyük bankanın (Ziraat, İş, Akbank ve Yapı Kredi) etkinliği azalmakla birlikte yine de sürmüştür: Toplam kredide payı 1985’de yüzde 59 iken 1987’de yüzde 55.1’e gerilemiştir; toplam mevduattaki payı da benzer gelişme göstermiş yüzde 65.1’den yüzde 59.3’e inmiştir. Fakat aynı yıllarda, Ziraat ve İş Bankası’nın kredi payı yüzde 43.1’den yüzde 44.1’e yükselirken mevduatta payı yüzde 43,9’dan yüzde 39.7’ye düşmüştür.
2-Banka ve sanayi sermayesinin birlikteliğinin oluşumuyla var olanlara ek olarak yeni sermaye grupları oluşmuştur. Her büyük tekelci sermaye grubu finansman ihtiyacını gidermek açısından ya banka ya da birer bankerlik kuruluşu veyahut ikisini birden kurmuştur. 1980 öncesinde bu türden oluşumlar 11 bankada gözlenirken, bugün bu sayı 19’a yükselmiştir. Bunlardan bazıları Akbank, BNP-Akbank Sabancı Holding; Garanti, Doğuş Grubu; Tütünbank, Yaşar Holding; Yapı Kredi, Uluslararası ve Pamukbank Çukurova Holding; Koç Amerikan Banka AŞ, Koç Holding; Chemical Mitsui Bank, Enka Holding vb. bankerlik kuruluşuna sahip sermaye tekelleri Meban, Trastürk Holding (İflas etti); Oyak Menkul Değerler, Oyak Holding, Genborsa, Çukurova; Eczacıbaşı Menkul Değerler, Eczacıbaşı Holding vb.
3-Yabancı bankalar şube açarak yada yeni bir banka kurulması biçiminde 1980 sonrasında faaliyetleri yoğunlaşmıştır. 1980 öncesinde Banka Di Roma, Holantse Bank-Üni. N.V. ve Osmanlı Bankası olmak üzere, uzun dönem sonrasın, da 1977’de yeni kurulan Arap-Türk Bankası ile birlikte dört yabancı banka faaliyet sürdürüyordu. Bu, 1981’de 6’ya, 1982’de 9’a, 1984’de 13’e, 1986 ve 1987’de 17’ye yükseliyordu. Bunlardan bir kısmı yeni bir banka olarak kurulurken, bazıları da yabancı bankanın bir şubesi olarak faaliyet gösteriyordu. Yabancı bankaların şube sayısı 1980’de 105 iken, 1987’de 104’e iniyordu. Bu dönemde Osmanlı Bankası’nın şube sayısının 98’den 77’ye inmesinin büyük rolü vardır. Yabancı bankaların toplam kredide payı 1985 ve 1987 yıllarında yüzde 3.8’den yüzde 2.8’e inerken toplam mevduattaki payları yüzde 2.0’den yüzde 3.7’ye yükselmiştir.
4-1981 yılı sonuna doğru bankerler olayının yaşanması üzerine pek çok küçük tasarrufçunun zor durumda kaldığı sıra dönemin Maliye Bakanı Kaya Erdem “vatandaş kumar oynadı” (1981-Eylül) derken mali sistemde bankalar yerine bankerlerin ve buna yatırımda bulunanların kurban edildiğini mi vurguluyordu.
1980 sonrası para piyasasındaki gelişmeler kısaca bu şekilde sıralanabilir.

2 – ÇALIŞMA HAYATI
2.1-  Mücadelenin Keskinleşen Boyutu Ve Burjuvazi
1980 öncesinde tekelci burjuvazinin örgütleri TİSK, MESS, TOBB ve TÜSİAD işçi sınıfının mücadelesini değerlendirdiklerinde, mücadelenin siyasi ve özellikle ideolojik olduğunun propagandasını yaptılar. Çünkü toplumsal mücadelenin vardığı düzey, varlıklarını tehdit etmekteydi ve bundan dolayıdır ki sürekli “ideolojik” olduğunu vurguluyorlardı. Diğer yönüyle de kendileri açısından zorunlu önlemlerin bir an önce alınması yönünde yasama ve yürütme makamlarını belirledikleri doğrultuda hazırlıkta bulunmaları için zorluyorlardı.
24 Ocak kararları böyle bir gelişmede önemli bir mihenk taşıydı.
1980-Mart’ı sonrasında kabul edilen “Eşel Mobil Tasarısı” ile ücret artışlarının 1.1.1981 tarihinden itibaren 5 yıl süreyle, Yüksek Uzlaştırma Kurulu tarafından fiyat ve ulusal gelir artışlarına göre saptanması öngörülüyordu. Bundan alınmak istenilen sonuç, toplu iş sözleşmesi mücadelesini baltalamak, sendikaları işlevsiz kılmak ve 24 Ocak kararlarına uygun olarak ücretlerin dondurulması idi.
Yine 3 Mart 1980’de “Toplu Sözleşme Koordinasyon Kurulu” adlı bir organ oluşturuluyor ve işçi temsilcileri de Türk-İş’ten belirleniyordu. Saptadığı çalışma ilkeleri:
-Toplu iş sözleşmelerinde yönetime müdahale niteliğinde hükümler yer almayacak ve var olanlar görüşülecek.
-Kıdem tazminatı her yıl 30 gün olmakla sınırlandırılacak.
-Sözleşme süresi en az 2 yıl olacak.
-Yıllık ücretli izin süresi uzatılmayacağı gibi haftalık çalışma süresi de indirilmeyecek.
Kurul, 12 Eylül’e kadar kamu sektöründe 264.000 işçi için toplu sözleşmeyi, tespit edilen bu ilkelere göre imzalıyordu.
Kompradar tekelci burjuvazinin ülke düzeyinde etkin örgütlerinden TİSK ve TOBB’un 1980’lerde çalışma hayatıyla ilgili olarak, yönetimden bir an önce alınmasını istedikleri önlemler nelerdi?
TİSK’in istemleri (38):
1- İşçiler aynı anda tek sendikaya üye olmalıdır.
2- “Sendika enflasyonunu” önleyecek önlemler alınmalıdır.
3-Tek sözleşme sistemi benimsenmelidir.
4- Kanuni grev cezaları artırılmalıdır, vs.
TOBB’un istemleri (39):
1- Sendikalar idari ve mali denetime tabi olmalıdır.
2- Check-off sistemi kaldırılmalıdır.
3- Toplu sözleşmelerde yetki sorunu referandum dışı yoldan çözülmelidir.
4- Kıdem tazminatı gözden geçirilmeli ve bir fon kurulmalıdır.
5-Ücret politikası eksikliği giderilmelidir, vs.
Sendikal örgütlenme özgürlüğü faaliyetini sınırlandırma ve denetlemeye yönelik istemlerini sıralayan TİSK ve TOBB, kısa zamanda değişikliklerin yapılmasını da istemektedir.
Rahatlatan değişiklik: 12 Eylül.
Çalışma hayatı mevzuatı yeniden düzenlenirken bu istemlerin dikkate alındığı, 2821 sayılı Sendika ve 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi kanunları incelendiğinde görülecektir. Bu gelişmede, sendika ağalığının, bürokrasisinin destekleyici rolü hatırlanmalıdır.
24 Ocak ve 12 Eylül gelişimi birlikteliği açısından çalışma hayatında değişikliklerin burjuvazinin istemleri yönünde olması şaşırtıcı değil. Çünkü 12 Eylül yönetiminde temsilen görev almış olanların pek çoğu tekelci burjuvaziyi temsilen iş dünyasından alınmış ve 1983 sonrası oluşumda da o dönemin 11 bakanı, özel sektörde göreve başlamıştır.
Yönetim ve burjuvazi iç içeliği…
Burjuvazinin sözü edilen istemleri ve yeni yasa oluşumların ele alındığı bu dönemde, sınıf mücadelesini bastırmak için azınlık AP hükümetince sürekli grev ertelemeleri gündeme getirilmiştir. 25 Aralık 1963’den 12 Kasım 1979 tarihine kadar geçen 15 yıl 10 ay 17 günlük sürede 112 grev geciktirilmiş ve toplam erteleme süresi 6840 gün olup, ortalama 61.07 gündür. 12 Kasım 1979’dan 11 Eylül 1980 arasındaki 10 aylık sürede de 46 grev toplam 3120 gün ertelenmiş ve ortalama süre 67.82 gündür (40). Bu (1963/1979) 190 ay ile (1979/1980) 10 ay dönemleri karşılaştırıldığında: Birincisinde ay başına 0.59 grev, ortalama 36 gün geciktirilirken; ikinci dönemde 4.6 grev, ortalama312 gün ertelenmektedir. Sınıfın şahlanışına karşı burjuvazinin kendisi açısından aldığı önlemlerin ciddiyeti daha iyi anlaşılmaktadır.
1980’de geciktirilmeden süren grevler de, 12 Eylül’le birlikte kaldırıldı. Toplam 14 işkolunda, 178 (yüzde 84.8’i DİSK’e ait) işyerini ve 53.788 işçiyi (yüzde 87.1 DİSK’li) kapsayan grevde toplam 6.427.011 işgünü (yüzde 90.97’si DİSK’çe) kaybolmuştur (41). Gerçi 1980 yılıyla ilgili grevde kaybolan işgünü sayısı hakkında değişik rakamlar verilmektedir. Önceki yıllarda en fazla iki milyon işgünü kaybı söz konusu iken yalnız 1977’de yaklaşık 5 milyon 700 bin gün kaybı dikkate alındığında, 1980’de varılan boyut daha açıklık kazanıyor.
Grev sebebiyle kaybolan işgücünü sürekli hatırlatanlar, iş kazalarından dolayı işgünü kaybının sebep olduğu iktisadi değerler üzerinde ciddiyetle durmamaktadır. Nitekim 1978-80 yılları arasında 8.148.155 işgünü ve 1981-86 döneminde 13.765.233 işgünü iş kazaları sonucu kaybolmuştur (42). İş kazalarını önleyici tedbirlerin alınması işçi sağlığı ve iş güvenliği açısından gündeme getirilmez ya da geçiştirilirken sürekli grevden dolayı kaybolan işgününü “üretim kaybı, milli kayıp” nakaratıyla hep hatırlatanların tek kuralı: Kendi kârı ve yönetimi için gösterdiği titizliği, sınıf konumu gereği çalışan için göstermemektedir. Ayrıca grevlere saldırı da çabası! Zaten göstermesini beklemek de hayaldir, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin sağlanması, sınıf mücadelesinin ekonomik haklar boyutudur.
12 Eylül’le yeni bir başlangıç söz konusuydu…
Yaşandı ve gördük.
2.2 – Eylül İcraatı
Eylül yönetiminin yayınladığı 16 numaralı bildiride “ülkemizin ekonomik durumunu düzenlemek ve daha iyiye götürmek maksadıyla yürürlüğe konulan ekonomik program ile yapılan anlaşmaların ve protokollerin uygulanmasına devam edileceğini” açıklamasıyla, beklentisi olan iç ve dış çevrelerin yüreğine su serpiyordu.
Eylül’e ait kısa kronoloji:
1-7 numaralı (12.9.1980 tarih) bildiriyle DİSK ve MİSK’in faaliyeti yasaklanır. MİSK faaliyetine yeniden 1984 Mayıs’ta başlar.
2- 8 numaralı bildiriyle DİSK, MİSK ve HAK-İŞ’in taşınır ve taşınmaz tüm varlıkları denetim altına alınır. 19.2.1981’de HAK-İŞ’in denetimi kaldırılır. TÜRK-İŞ’e resmi ideolojiye uygun olması nedeniyle ve “onlarca” bekleneni yaptığı için dokunulmaz ona bağlı Petrol-İş ve Yol-İş sendikalarının bazı illerde faaliyetleri bir süre durdurulur.
3- 14.9.1980 tarihinde yayınlanan 15 numaralı bildiri ile tüm grevler yasaklanıyor, ücret ve yan ödemelere yüzde 70 oranında avans mahiyetinde ek ödeme yapılmasına karar veriliyordu.
4- 17 Eylül’de 2320 sayılı kanunla kıdem tazminatına yıllık asgari ücretin 7.5 katı tavan olarak saptandı ve çalışanın isteğiyle ayrılması halinde, tazminat verilmesi hakkı gasp edildi.
5-19.4.1981 tarihli yasa ile ikramiyeler 4 ile sınırlandırıldı.
6-24 Ocak kararları gereği kamu harcamalarının azaltılması, devletin eğitim, sağlık, konut gibi işçiye dolaylı katkısı olan harcamaların kısılması savunuluyordu. Mart 1981’de SSK kanununda yapılan değişiklikle, işçiden kesilen sigorta primleri yüzde 4 artırılarak yüzde 14’e ve işvereninki de 19.5’e yükseltiliyordu. Ayrıca emeklilerin sağlık yardımlarından yararlanmaları için aylıklarından yüzde 2 oranında prim kesilmesi ve ilaç bedellerinin yüzde 20’sini sigortalının (çalışan ve emekli dâhil) ödemesi sağlandı; emekli aylıkları geçmişte son 5 yılın en yüksek 3 yılı ortalaması temel alınıp bunun yüzde 70’i olarak hesaplanırken, yeni düzenlemeyle son 5 yılın ortalamasına göre yüzde 60’ı olarak hesaplanıyor.
7- Geçmişte 104 gün hafta tatiline 18 gün resmi tatilin eklenmesiyle, yıllık çalışma süresi 243 gün iken, Mart-1981’de yeni düzenlemeyle resmi tatil günlerinin 12.5 güne indirilmesiyle yıllık çalışma süresi 248.5 güne çıkarılıyordu.
8- Çalışma süresinin haftalık 48’den 45 saate indirilmesi ve evlendikten sonraki bir yıl içinde kadınların işten ayrılmasıyla tazminat almaya hak kazanması, gasp edilenler yanında olumlu iki gelişme.
9-12 Eylül’ün çalışma hayatında yoğun icraatlarından biri de: sendikalar hakkında açılan mahkemeler.
Resmi görüşleri savunan sendikal anlayışa karşı ekonomik, toplumsal ve siyasi yeni koşullar arayışının ürünü olarak doğan DİSK’in 2000 dolayında üye ve yöneticisinin gözaltına alınması sonrasında, 25.6.1981’de 52 idamlı dava açıldı. Davaya 24.12.1981 tarihinde başlandı ve 23.12.1986’da birinci aşaması tamamlanarak, dosya Yargıtay’a gönderildi. Diğer sendika davaları: Bank-İş, Yeraltı Maden-İş, Türkiye Yazarlar Sendikası v.s.
10.27.1980 tarihinde kabul edilen kanunla tüm sendika üyelerini kapsayan Yüksek Hakem Kurulu uygulamasına başlandı. Artık endüstri ilişkileri alanı YHK ve Türk-İş denetimindeydi.
1984-Ocak’a kadar süreleri sona eren sözleşmeler, taraf sendikaların adına ancak onların istemeleri dışında YHK tarafından yürürlüğe kondu. Kurul işçi sınıfının tüm kazanımlarını budamayı/gasp etmeyi faaliyetinin esas amacı olarak seçmişti. Bu, sadece ekonomik haklar değil, kazanılmış demokratik haklara da sınırlama getirmek demekti.
YHK Başkanı Yargıtay’ın iş davalarına bakan 9. Daire başkanıydı ve diğer 8 üyenin 4’ü hükümet ve diğer 4 üyede eşit sayıda (2’şer) işçi ve işveren sendikaları temsilcilerinden oluşuyordu. İşçi temsilcileri Türk-İş’ten belirlenmişti.
1984 yılına kadar geçen sürede kurul, 2.130.798 işçi adına 27.744 işyeri için 4661 sözleşmesi yapıyordu.
İcraatlarının bir kısmının kısa aktarımından da anlaşıldığı gibi sendikal örgütlenme ve kazanılmış sosyal hakların gaspının hedeflendiği anlaşılmaktadır: Öyle de olmuştur.
2.3 – Yeniden Düzenleme
Kasım 1982 Anayasası ve Mayıs 1983 Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunları ile endüstri ilişkiler alanının yeniden düzenlenmesinde sendikaların, ekonomik ve demokratik (siyasi yok) mücadele! alanında sınırlı fonksiyonlar üstlenmesi sağlanıyordu.
Yeni yasalarla ilgili olarak Türk-İş Başkanı Şevket Yılmaz “Türk-İş yasalara ilişkin görüşlerini açıklarken geleceği dikkate almıştır… Yarınlar düşünülmüştür” derken, TİSK Genel Sekreteri Rafet İbrahimoğlu”… Yeni kanunların sorumlu sendikacılık anlayışı getireceği ve ekonomide aranan istikrarı sağlayacağını ümit etmekteyim. Yürürlüğe giren kanunlar… İş barışını ve toplum barışını ön planda “tuttuğunu söylemektedir (43).
Türk-İş yarınların sorumluluğunu günü yaşayıp teslimiyeti bayrak edinmesiyle duymuştur.
“Bir kişiye hem metalürji kolunda çalışıp hem de yazar olması halinde iki sendikal alandan birisini seçmesi dayatılıyor. Hatırlanacağı gibi “tek sendikaya üye olma” zorunluluğu TİSK’in istemlerindendi”.
2.3.1 – 2821 sayılı Sendikalar Yasası
Sendikalar Tanımı: Yasaya göre sendikalar işçilerin çalışma alanın da menfaatlerini korumak amacıyla kurdukları örgütler olarak tanımlanarak sendikal faaliyete siyaset yasağı getirmektedir. (Md:2) Sendikaların kendi konu ve amaçları (ki onlarda sınırlandırılmıştır) dışında toplantı ve gösteri yürüyüşü yapamayacağı öngörülüyor. (Md: 32, 33. Any.Md: 52)
Sendikaların Kuruluşu ve Kurucuları: Sendikaların izin alınmadan kurulacağını (Md: 6/1) kabulü diğer maddelerde bunun nasıl imkânsız kılınacağı hükümleri ile işlemez hale getirilmiştir. Sendikaların iş kolu düzeyinde kurulması (Md: 3) hükmü ile önceden beri burjuvazinin gündemde tuttuğu “sendikaların çokluğu” gideriliyor, sendikalar az sayıya indiriliyordu. 1980’lerde 737 olan sendika sayısı 1986’da 83’e düşüyordu. Yani benimsenen ilke: Sendikal örgütlenmeme özgürlüğü olarak beliriyordu. İş kolunda 1 yıl çalışmış ve kamu hizmetlerinden mahrum edilmemiş olma, siyasi ve ideolojik nedenlerle suç işlememiş olma gibi özellikler de kurucularda aranıyordu. (Md: 5). Diğer yandan yönetici olmak için o iş kolunda en az 10 yıldır fiilen çalışmak (Md: 14/16) şart koşuluyor ve ne kadar yöneticilik yapılacağı süre (MD: 9/5) sınırlandırılıyordu.
Sendika Üyeliği ve Sona Ermesi: Yasa sendikalara üye (öğrenciler, askeri şahıslar, özel öğretim kurumunda çalışan öğretmenler vs.) olamayacakları saymış ve bunların dışında kalanların ancak üye olabileceği (Md: 21) ve birden çok sendikaya üye olunamayacağı hükmünü (Md: 22) getirmiştir. Yani bir kişiye hem metalürji kolunda çalışıp hem de yazar olması halinde iki sendikal alandan birisini seçmesi dayatılıyor. Hatırlanacağı gibi “tek sendikaya üye olma” zorunluluğu TİSK’in istemlerindendi. İşçinin üye olması için kayıt fişinin notere tasdik ettirme zorunluluğu ve üyeliği kesinleşen (üye olma istemini sendika yönetim kurulu isterse reddedebilir) işçinin 15 gün içinde işverene bildirilmesi öngörülmüştür. (Md: 22/4). Üyelikte bürokrasinin bu derece benimsenmesi elbette ki sendikal örgütlenmeye indirilen bir başka darbedir.
Sendika üyeliği istifa ile ihraç ile ya da kendiliğinden sona ermektedir. (Md: 25). İşçilerin istifa işlemi pahalı ve zor hale sokulmuştur. İstifa işverene üç gün içinde noter kanalıyla bildirilecek ve buna rağmen istifanın geçerli sayılabilmesi için üç ay beklemesi gerekecektir. Ve bu üç aylık süre içerisinde, bir başka sendikaya üye olunamayacak ve sendika, istifa etmiş bu işçi adına toplu iş sözleşmesi yapabilecektir.
Sendika Gelirlerinde Sınırlama: Gelirler aidatla sınırlandırılmıştır. Özel grev fonu kurulamayacak ve bunun için üyelerden ek ödenti alınamayacaktır. Aidatlarda işçinin bir günlük çıplak ücretini geçemeyecektir. (Md. 23). Böylece sınıf içi dayanışmanın gelişmesine set çekilmiştir. Ayrıca sendikaların ekonomik güçsüzlüğü (gerçi güçlü olanlar veya o devri yaşayan sendikalar mücadelede ısrarlı olmaya da biliyor) yarınki mücadeleye atılımı (grev vs.) dolaylı gibi görünse de direk engellemedir.
Sendika Denetimi: Sendikalar idari ve mali yönden yılda en az bir kez Maliye ve Çalışma Bakanları’nca denetlenecektir. (Md: 47) Bu, TOBB’un istemlerindendi. Yani gelir kaynağı ve bunun kullanımı ve faaliyetini denetime alarak rahat nefes almalarını engellemektir. Nitekim bir denetimde, sendikanın hastanede yatan üye işçisine çiçek göndermesinin faaliyet dışı-yasa dışı bir işlem olduğu gerekçesiyle, sendika yetkili kurumlarca uyarılmıştır.
2.3.2 – 2822 sayılı Toplu tş Sözleşmesi-Grev ve Lokavt Kanunu
Toplu İş Sözleşmesi (TİS) Kapsamı:
“…Kanun veya tüzüklerin emredici hükümlerine aykırı hükümler konulamaz” (Md: 5) esnek hükmüyle TİS kapsamı daraltılmıştır.
TİS Yenilenmesi: Eski sözleşme sona ermeden 120 gün evvel yetki işlemlerine başlanır (Md: 7) ve sözleşmeye taraf sendika olabilmek için o iş kolunda yüzde 10 ve işyerinde en az yüzde 50+1 üyeye sahip olma zorunluluğu getirilmiştir. (Md: 12). İş kolu esasına göre örgütlenme ile getirilen sınırlama, bu hükümle daha da güçlendirilmiştir. Çünkü sözleşme için iş kolu ve iş yeri düzeyinde iki barajı aşmak gerekmektedir. Aksi halde, sendika yetki alamaz bu da yeterli değil, yetki için Çalışma Bakanlığı tarafından Ocak ve Temmuz ayında yayınlanan istatistikler esas alınır (Md: 12). Buna göre sendika ismi geçmiyorsa, yetki itirazında bulunabilir, fakat sonuç alabilirse…
Grev Tanım ve Kapsamı: TİS imzalanıncaya kadar taraflar arasında çıkacak menfaat uyuşmazlığı halinde grev yapma hükmü getirilmiştir (Md: 25)TİS;’ini imzalanmasından sonra doğan hak uyuşmazlıkları için geçmişte yapılan hak grevleri yasaklanmıştır. Hak uyuşmazlıklarının çözümünde İş Mahkemeleri yetkili kılınmıştır (Md: 60-61). Kaplumbağa adımları ile işleyen yargı sisteminde güncelleşen bir konu için mahkemeden çözüm beklemek, hem o anki potansiyeli nötralize etmek ve hem de sınıfın kendine güvenini sarsmak için gerekli görülmüştür. Nitekim Petrol-iş Sendikası tarafından grevlerin yoğun olarak uygulandığı (1987 yazı) sırada, merkez büro personeli ve stajyer öğrenciler üretimde çalıştırıldığı için açılan davaların çoğu TİS imzaladığı halde halen sürmektedir (44). Zaten taraflar arasında görüşmeler başladıktan yaklaşık dört ay sonra greve gidilebilmektedir (Md: 21-23). Grev hakkına “milli bütünlüğü tahrip edecek şekilde” kullanılamayacağı hükmü ile sınırlama getirilmiştir (Md: 47) -her zaman ve her koşulda kullanılacak esnek bir tanım-.
Grev Oylaması: Grev uygulaması için grev kararının ilanı tarihinde “işyerinde çalışan işçilerin en az dörtte-birini” istemesi halinde grev oylaması yapılmaktadır (Md: 35). Böylece işyerinde sendika üyesi olmayan işçilerde oylamaya katılmaktadır. Oylama sonucu “salt çoğunluğa” göre belirlenmekte ve greve “hayır” biçiminde sonuç alınması halinde grev yapılamamaktadır.
Grevin Yasaklanması ve Ertelenmesi: Grevin yasak olduğu iş kolları (Md: 29) ve işyerleri (Md: 30) belirtilmiş ve bunların dışında, “savaş halinde genel veya kısmi seferberlik halinde” grevlerin geçici olarak yasaklanabileceği (Md: 31), ayrıca “genel sağlığı veya milli güvenliği bozucu nitelikte” olursa karar verilmiş ya da başlanmış grevin hükümet kararıyla 60 gün ertelenebileceği kabul edilmiştir (Md: 33). Ancak bu koşullar dışında grev yapmak mümkün olacaktır! Grev esnasında üretimin süreceği ve işçilerin grev yerinde toplu olarak bulunamayacağı hükmü getirilmiştir (Md: 38). Mevzuatın uygulanmasında: Greve çıkma olasılığı olan işyerlerinde işten atılmaların artması ve grev sürerken de, kapsam dışı personele üretim yaptırma, grevci işçilerin sözleşmelerinin feshi ve işten atılmaları, geçici işçi ve stajyer öğrenci çalıştırılması, üretimin komşu işyerlerinde sürdürülmesi, makinelerin sökülüp bir başka işyerine taşınması, stok tespitine rağmen işyerine yeni hammadde sokulması gibi koşullarda grev yapılabilmektedir. (45)

GREV YASAĞI OLAN İŞKOLLARI
1- Petrol ve Petro-Kimya
2- Madencilik
3- Bankacılık/Sigortacılık
4- Enerji
5- Eğitim
6- Kara taşımacılığı
7- Demiryolları taşımacılığı
8- Deniz taşımacılığı
9- Sağlık
10- Milli Savunma

Grev Uygulaması: 2822 sayılı yasanın öngördüğü şartlarda grev yapılıp/yapılmayacağının tartışıldığı 1984 yılı sonrasında grev uygulamaları (Tablo 6).

Tablo. 6 – GREVLER (1984-1987)
Grev sayısı    Katılan işçi sayısı    Kaybolan işgünü
1984    4        56            4947
1985    21        2410            194296
1986    21        7926            234940
1987    307        29734            1961940
Kaynak: ’87 Petrol-iş. Tablo-78

Her şeye rağmen işçi sınıfı, grev silahına sahip çıkmaktadır. Burjuvazi 1987 yılına bakarak bu ve gelecek yılın tedirginliğini duyuyor.
Yasa maddelerinde grevin nasıl engelleneceği ya da grevin yapılması halinde nasıl işlevsiz kılınacağı belirtilmiş olduğu halde, sınıfın üretimden gelen gücünü kullanması olan greve 1987 yılında yoğun katılım sağlanmıştır. Toplumsal mücadelede yöneten açısından sınıf ilişkilerinin düzenlemeye yarayan yasalar, yine bu ilişki ağı içerisinde ya işlerlik kazanır veya kazanamaz. Bunda belirleyici olan sınıf gücünün/potansiyelinin hareketlenmesidir.
Sınıf mücadelesi kendi meşruluk zeminini de yaratarak gelişecek, olanaksızlaştırılmaya çalışan işçi eylemliliği kendi kanallarını açacaktır. Bu her yerde böyle oldu. Türkiye’de de başka türlü olmayacak. Dar gelen elbise sağından solundan sökülüp yırtılacak, yeni daha az dar elbiseler dikilecek, ya da elbiseler çıkarılıp kolları sıvalı gömleklerle gezilecek.
2.3.3 – 1984 Sonrası Mevzuat Değişikliği:
Sözleşmeli Personel: Sendikal mücadeleyi engellemenin aracı olarak gündeme gelen ve işveren karşısında bireysel konumu esas alan bu personel anlayışının 1984 yılında çıkarılan 233 sayılı KHK ile KİT’lerde uygulanması kabul edilmiştir.
Süper Emeklilik: Özal Hükümetinin kaynak yaratma aracı olarak gördüğü bu emeklilik uygulaması, 9.7.1987 de yürürlüğe giren kanunla gündeme getirilmiş fakat bugün mevzuatta yeri uygulamaya devam edip-etmeme yönünde belirsizleşmiştir.
1988 baharında, 2821 ve 2822 sayılı yasalarda Çalışma Bakanını deyişiyle “makyaj” olarak yapılan değişiklik, grev yasakları alanının daha da artması yönünde olmuştur. Yine Özal’ın harika çocuğu Kahveci’nin mucidi olduğu “zorunlu tasarruf kanunu” ile kendi yönetimlerine yeni kaynak yaratmak hedeflenmektedir. Fakat dar gelirlinin/ücretlinin tasarruf yapması fiilen mümkün değil denilecek kadar sınırlıdır; çünkü ücretler Hatların gerisinde seyretmektedir.
2.4 – Türk-İş
Türk-İş yönetiminin bugüne kadar aldığı eylem kararlarını uygulamaması ya da “yasak savması”, özellikle 1980 sonrasındaki genel politikasıdır. Gerçi evveliyatı da … 1982 Anayasasına “evet” diyen (zaman zaman Anayasa kefilinden yardım isteyen) ve “hele askerler gitsin biz eski haklarımızı yeniden alırız” göstermelik mantığı ile hareket eden Türk-İş yönetimi bugün tabanın baskısı ile bazı girişimlerde (miting vs.) bulunmak zorunda kalmıştır. Yeniye karşı eskiyi esas alma/savunma, günlük yaşama politikasının bir bölümüdür. Yönetimi zorlayan taban kendi içinde örgütlülüğünün zayıflığı ve var olan resmi ideolojiden yana bürokratik sendikal yapının dayatması karşısında başarılı olamamaktadır.
1980’lerden bugüne Türk-İş;
1- Kazanılmış işçi haklarının gasp edilmesinde seyirci kalmıştır.
2- Genel sekreterini 12 Eylül yönetimine bakan olarak vermiş ve onun şahsında Eylül’ün tüm uygulamalarını da imzası ile onamıştır
3- İşçilerin eğitimini ABD – CIA patentli AAFLI’ya bırakmıştır.
4- Eylül’ün çalışma hayatındaki koltuk değneği Yüksek Hakem Kuruluna üye vermiştir.
5- Toplu iş sözleşmelerinde hep işveren ve iktidarın ilkelerinin uygulanmasında seyirci kalmıştır.
6- Özal ve Evren yönetiminin de-politizasyon politikasına sessizliği ile destek olmuştur.
7- İşten çıkarmalara tavır almamıştır.
8- İşçi sınıfının gücüne güvenmeyen ve böyle bir gündeme sahip olamayan Türk-İş iktidarın belirlediği alanlarda uğraşmayı esas almıştır.
Bu anlamda Türk-İş politikası, günü yaşama ve iktidarın “nimetlerinden” yararlanmadır.
1980 ve özellikle 1984 sonrasında “yasak savma” türünden Türk-İş’in girişimleri: Bazı illerde miting yapılması, 23.3.1987’de meclise yürümeme protestosu ve 10 Şubat 1988 tarihinde başkanlar kurulu toplantısında kabul edilen (ama esasında uygulanmayan) eylem programı.
11 Mart 1988 tarihinde Türkiye çapında yemek boykotu yapılır. İstanbul’da yapılması düşünülen pahalılığı protesto mitingi, Nisanda yapılacakken Mayıs’a kalır. Ve Türk-İş yönetiminin isteği ile çakışarak, miting Vali tarafından engellenir. Mayıs 1988’de işyerinde iki saatlik oturma eylemi ve 30 Mayıs öncesi Türkiye çapında genel grevin yapılacağı tarihi belirleme toplantısı (Şubat kararlarına göre) yapılmadı.
Tabanın mücadele azmini, potansiyelini heba etmenin aracı olan yönetimi ile bürokratik sendikal örgüt Türk-İş bu seferde “başarılı” oldu: Böylece hizmetinde (yani burjuvaziye hizmetinde) kusur etmedi. Ya işçilere… Bütün bunlara rağmen sınıf kazanımı Eylül sonrası uzun bekleyişten sonra yemek boykotu ile “demek ki oluyormuş” düşüncesinin gelişmesi sendika yönetimini bu derece etkileyebilecek güçte olması ve en önemlisi zayıf yanı da, mücadelenin motoru olan tabanın muhalefet olarak örgütsüzlüğüydü…
Gelecek güven ve umut veriyor.
2.5 – SINIF
İşçi sınıfının örgütlü toplu iş sözleşmesi ve grev yapma türünden demokratik; Ücretlerin arttırılması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, işçi sağlığı ve iş güvenliği sosyal güvenlik hakları ve iş güvencesinin sağlanması gibi ekonomik; yönetme ve iktidara sahip olma gibi yasal hakları vardır. Bunların elde edilmesi ve korunması mücadelesi sınıf ideolojisi ve örgütlülüğüyle verilebildiği oranda kalıcı olacaktır.
Eylül’ün yoğun terörüne karşı, demokratik ve ekonomik haklardan kazanılmış olanların korunması ve geliştirilmesi mücadelesi anlamında sınıf tavrı olmadı. Suskunluk ve geri çekilme yaşandı. Bu şartlarda çalışma hayatının yeniden düzenlenmesi, tekelci burjuvazinin istemlerinin tek tek cevaplandırılması yönünde oldu.
Fiyatların sürekli artan trend izlemesi sonucu emek gelirleri azaldı, işsizlik oranları düşmedi aksine yükseldi, çalışma koşullarının kötüleşmesi üzerine iş kazalarının sebep olduğu sakatlık ve ölüm oranları arttı…
Toplam işe girenlerin toplam işsizliğe oranı olan iş bulma umudu 1980’de yüzde 4.56; 1983’de yüzde 2.18 iken 1986 ve 1987 yıllarında yüzde 1.96 ve 0.79’a inmiştir (46). Azalan trend izlemesinin anlamı, iş bulma umudunun zayıflığıdır. Bunun yarattığı işsiz kalma korkusu, mücadeleye katılımı frenlemektedir. Bu gözlemi başka yönden destekleyen bağımlılık oranı olup 1980 sonrası artan trend izlemiştir. Çalışma çağı dışındaki nüfusun çalışma çağı nüfusa yani, istihdama oranı (çalışan her yüz kişiye düşen çalışmayan sayısı)
1980 de 192 iken 1983 ve 1987 de 207 ve 219 a yükselmiştir (47).
Bugün gelişen sınıf mücadelesinin bastırmanın supabı durumundaki sendika yönetimleri karşısında, sınıf muhalefeti (sendikaların ilgisizliğinden) kendi içinde dayanışmanın gelişmesi ve bugüne kadar ki mücadele deneyim/kazanımları ve iş yerlerinde resmi terör yıldırıcı etkisinin kırılması gibi nedenlerden dolayı kendiliğindenci niteliktedir.
Bu çemberin kırılması halinde, seyreyle gümbürtüyü…

3- “HAYAL” AMA GERÇEK
“Eli iş tutan insanların hemen hepsi çalışıyor. Çalışmayana iyi gözle bakılmıyor. Asalaklık yok… ihracat olmadan ithalat yapılamaz! …’un hiç kimseye bir kuruş borcu yok…
Bir çöpçü ile en üst düzeyde bir memurun aldığı maaş arasında en çok iki buçuk misli fark var.
… Çalışan insanların ortalama geliri 700 lek alabilirsiniz… Otuz beş yıldır değişmeyen fiyatlara gelince: pantolon 210, palto 575, gömlek 25, yüz yapraklı defter 22, ayakkabı 70, meyve ve sebzelerin tümü (mevsime göre) 1-2 lek, süt litresi 2.5, et (kemiksiz) 12-17, ekmek (1 kg) 2, balık 2-8, yumurta 0.8, bira şarap (kalite) 5, yarım kilo rakı 12, gazete 0.3, 1 litre maden suyu 1 lek. İthal mallarına gelince: 10 ayak bir buzdolabı 4000, siyah-beyaz televizyon 3000, çamaşır makinesi 1200-3000, yerli yapım bisiklet 1800 lek.
Bunlar …’ların ekmek sorununu nasıl çözdüklerini göstermeye yeter rakamlar sanıyorum. Örneklemeyi şöyle yapabilirsiniz: Bir işçi 700 lek, karısı 600 lek. İki çocuklu. Eve giren 1300 lek. Kira, elektrik, su, çocuk, kreş, masrafı 150 lek. Kalır 1150 lek. Bununla kaç ekmek, kaç kilo et, süt v.b. alır. Peki ya bizim işçiler!’ (48)
Günümüz Türkiye’sinin durumunu açıklamanın ardından bu tür haberlerin hayal ürünü olduğu sanısına kapılmamak mümkün değil.
Günümüz Türkiye’sine göre, hayal ama gerçek ülke: Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti.
İşte iki sitem.
Birisinde başta işçi sınıfı olmak üzere halk açlığın ve yoksulluğun pençesinde yaşamı zincire vurulmuşken…
Diğerinde paylaşılan mutluluk…
İşte iki örnek.
Tercih mi?
Tabi ki mutluluk… Sosyalizm.

Kaynakça :
1- Emin Çölaşan, 24 Ocak Bir Donemin Perde Arkası, 1983, Milliyet Yay., sf. 289-299
2- Emin Çölaşan, 12 Eylül Özal Ekonomisinin Perde Arkası. 2. baskı, 1984, Milliyet Yay., sf 42-75
3- Şebnem Atiyas, Cumhuriyet, 30.5.1988
4- Cumhuriyet, 26.1.1982
5- Bilim Sanat dergisi, Şubat-1986. sayı 62
6- Yalçın Doğan, Cumhuriyet, 29.12.1985
7- İSO, 1988/11, sf. 27
8- Cevdet Erdost, İMF İstikrar Politikaları ve Türkiye içinde, 1982, Savaş Yay. sf. 103-107
9- Nazif Kocayusufoğlu, Cumhuriyet 26.1.1986
10- Yakup Kepenek, Cumhuriyet, 24.1.1986
11- Y. Kepenek/O. Türel, “Ekonominin Bugünü ve Geleceği”, Yapıt Dergisi, sy. 2, Aralık 1983/Ocak 1984
12- Hürriyet, 3.3.1985.
13- Hürriyet, 16.7.1988
14- Cumhuriyet, 10.7.1988
15- ’87 Petrol-lş, sf. 131
16 tbid, sf. 130
17. Ibid, Tablo-66
18- Ibid, Tablo-44
19. Ibid, Tablo-68
20- Türkiye Bankalar Birliği Yayınları
21- Cumhuriyet, 9.8.1988
22- J. Avlen (ILO danışmanı), İSO dergisi. Nisan 1988, sy. 266
23- Dünya, 30.3.1988
24- İSO, Temmuz-1988, sy. 36-37
25- T. Bankalar Birliği Yayınları
26- M. Sönmez, Kırk Haramiler, 3. baskı, 1988, Özlen Yay., sf 93-112
27- İSO. Özel sayı, Ekim-1987, sf. 138-140
28- Doç. Dr. Zafer Başak, Dış Yardım ve Ekonomiye Etkileri,(1960-1970), Ank. Hacettepe Ün.Yay, 1977, sf. 18
29- The Independent’ten Dünya, 17.3.1988
30- Cevdet Erdost, IMF İstikrar İçinde, 1984, Savaş Yay. sf. 104
31- Şebnem Atiyas, Cumhuriyet, 19.5.1988
32- T. Güngör. Dünya. 20.4.1988
33- TÜSİAD, T/88.4.113, sf. 5-6
34- T. İş Bankası İkt. Araştırmaları
35- TÜSİAD, T/88.4.113, sf 20-21
36- ’86 Petrol-İş, sf. 56
37- Doç. Dr. Türkan Arıkan. Dünya, 14.5.1986
38- TİSK, XIII. Kong. Rap, 1980, sf. 33, Aktaran, M. Sönmez, Özal Ekonomisi ve İşçi Hakları, 1984, Belge Yay, sf 60
39- TOBB, İktisadi Rapor, sayı: 52
40- Tunç Tayanç, Geciktirilen Grev/er Üzerine Bir değerlendirme, ODTÜ- Gelişme Dergisi, C. 7, sayı 1-2, 1980, sf. 74,
41- TİSK, Dünya’da ve Türkiye’de Ekonomik ve Sosyal Durum, 1981, Aktaran, M. Sönmez, Özal Ekonomisi ve İşçi Hakları, 1984, Belge Yay, sf 65.
42- ’87 Petrol-İş, Tablo 89.
43- Yankı, Mayıs 1983, sayı: 633
44- 63 Grev, 63 Mücadele, Petrol-İş yay., 1987/16, sf. 126-134
45- Ibid, sf. 112-119
46- ’87 Petrol-İş, Tablo-32
47- Ibid. Tablo-31
48- Kaya Öztaş, Arnavutların Arnavutluğu ’87, AKİS dergisi, Ekim 1987, sayı 26, sf. 38

Eylül 1988

Sendikal alanda tekelcilik güçlendi

Sendikalar Kanununun (2821’in) 60. maddesine göre, top lam işkolu sayısı 28 olarak belirlenmiş olup, yine madde hükmü gereği her işkolunda sigortalı çalışan ve sendikalara üye olmayan işçilerin sayıları ile bunların sendikalara dağılımı Çalışma Bakanlığınca her yıl Ocak ve Temmuz aylarında çıkartılacak istatistiklerde gösterilir.
Bu madde hükmü uyarınca hazırlanan istatistik, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca 17 Temmuz 1988 günkü Resmi Gazetede yayınlandı. Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanununun (TİSGLK) 12. maddesine göre yayınlanan bilginin gerçek olmadığı gerekçesiyle 15 gün içinde Ankara İş Mahkemesine başvurulmadığı takdirde bu istatistik kesinlik kazanır. (Örneğin: Belediye-İş Sendikası Temmuz-1987 ve Ocak-1988 ile Tek Gıda-İş ve Toleyis Sendikasının Ocak-1988 istatistiğine yaptıkları itirazlarla ilgili davalar halen devam etmektedir- Resmi Gazete, 17.7.1988) Sonuç olarak Ocak 1989’da yeni istatistik yayınlanıncaya kadar, Temmuz istatistiği geçerli olacaktır.
TİSGLK’nın aynı maddesi hükmüne gire, bir sendikanın toplu iş sözleşmesi yapabilmesi için:
– Bu istatistik uyarınca kurulu bulunduğu iş kolunda çalışan işçilerin en az yüzde 10’unu ve
– Buna ek olarak da toplu sözleşme imzalanacak işyerinde çalışan işçilerin yüzde 50 + 1’ini üye kaydetmesi gerekmektedir.
Yayınlanan istatistiğe göre bu barajı yalnızca 45 sendika aşabilmiştir. TİSGLK nın Md. 12/1’e göre bu yüzde 10’luk işkolu barajı “Tarım ve Ormancılık, Avcılık ve Balıkçılık” iş kollarında aranmamaktadır. Bu 45 sendika 27 işkoluna dağılmıştır. Bu halde (Md. 12/1 istisnası dikkate alındığında) sendikalar tüm işkollarında barajı aşmıştır.
Fakat sendikalaşma yalnızca yayınlanan istatistikte yer alanlar için olmamalıdır. Hâlbuki sendikasızlaştırma resmi politikasına göre, SSK dışında diğer sosyal güvenlik kurumları, yani emekli sandığı (memurlar) ve Bağ-Kur’a bağlı olanlar ve diğer sigortasız çalışanlar mevzuat gereği hem sendika kurma, üye olma ve hem de grev, TİS yapabilme hakkından yoksundurlar.
Nitekim yayınlanan istatistiğe göre, sendikalaşma oranı yüzde 63,93′ tür. Oranın yüksek olduğu sanısına kapılmamak mümkün değil. Toplam faal nüfusun her bir ferdinin çalışabileceği ve her çalışanın da sendikalı olması gerektiğini esas alan Uluslararası Çalışma Örgütü ILO’ya göre, sendikalaşma oranı faal nüfusa göre hesaplanmaktadır. Bu tanım gereği Temmuz 1988 de sendikalı olan ile (1988 yılı “işgücü istihdamı ve sektörel dağılımı” yılsonunda yayınlanabileceği için) 1987 yılı (faal nüfus) rakamı dikkate alındığında sendikalaşma oranı yüzde 11,8 olarak bulunmaktadır. Resmi rakama göre sendikalaşma oranı Norveç’teki düzeye erişirken, gerçekte bu oran Kenya ve Peru düzeyindedir.

Sendikalaşma Oranı
Sendikalaşma
Oranı Dilimleri        Ülkeler
% 90-80        Finlandiya, İsveç
% 80-70        Belçika
% 70-60        Norveç
% 60-50        İngiltere
% 50-40        F. Almanya
% 40-30        Şili, Yunanistan
% 30-20        Kolombiya, ABD
% 20-10        Kenya, Peru
% 10-0            Pakistan, Nepal
Kaynak: ILO, Aktaran ’87 Petrol-İş, Tablo 116.

1- SİGORTALI İŞÇİLERİN İŞKOLLARINA DAĞILIMI
Açıklanan verilere göre 3.483.212 işçi çalışmakta (sigortasızlar hatırlanmalı) olup, bunların dağıldığı 28 işkolunun 12’sinin her birinde 100 binden fazla işçi istihdam edilmektedir. 2.956.101’i, yani sigortalı olanların yüzde 84,86’sı 12 işkolunda istihdam edilirken, her birinde 200 binden fazla kişinin çalıştığı 5 işkolu toplamı genelin yüzde 56,48’idir.
Genelin yüzde 3,46’sı yani 120.808’i ise, her birinde 30 binden az kişinin istihdam edildiği 7 işkoluna dağılmıştır.
Sigortalı olarak çalışanların işkolunda bu dağılımı göz önüne alınmamış ve TİSGLK’nIn söz konusu maddesinde yer alan yüzde 10’luk baraj belirlemesinde işkollarının yapısından kaynaklanan farklı özellikler dikkate alınmamıştır, örneğin 27 no’lu Gazetecilik işkolunda toplam çalışan 8.641 kişinin istihdam edildiği 15 nolu İnşaat işkolunda en az 59.980 üye kaydetmek gerekmektedir. Anlaşıldığı üzere işkollarının yapısından kaynaklanan özellikler, barajın belirlenmesinde yeterince dikkate alınmamıştır. Örneğin Metal ve Kara Taşımacılığı işkolları, işyeri ölçekleri ve toplam istihdam edilenler açısından karşılaştırıldığında birincisinde büyük ve diğerinde dağınık/küçük işletmeler vardır… Diğer pek çok alanda da olduğu gibi, esasında, çalışma hayatı da belirtilen türden dikkatsizlikler ürünüdür. Neden, ekonomik ve siyasi alanda tekelleşmenin gelişmesi ve bunun endüstri ilişkilerine yansımasıdır.

En Çok İşçi Çalıştıran İşkolları (100 binden Fazla)
1- İnşaat (15)                599787
2- Metal (13)                430357
3- Dokuma (06)            362886
4- Tic. Büro, Eğitim (17)        295454
5- Gıda Sanayisi (04)            278947
6- Genel İşler (28)            173895
7- Madencilik (02)            161207
8- Enerji (16)                143573
9- Petro-kimya (03)            132734
10- Çimento, Toprak (12)        131562
11- Kon. Ve Eğl. Yerl. (25)        129908
12- Tarım, Orm., Av., Ba. (01)    115791
(X) İşkolu numaraları parantez içinde gösterilmiştir.

En az İşçi Çalıştıran İşkolları (30 binden az)
1- Gazetecilik (27)        8641
2- Ardiye ve Antre (22)    11569
3- Gemi (14)            12627
4- Hava Taşımacılığı (21)    13445
5- Haberleşme (23)        20781
6- Basın-Yayın (10)        26158
7- Kağıt (09)            27587

2- SENDİKALI İŞÇİLERİN İŞKOLLARINA GÖRE DAĞILIMI
Sigortalı çalışanların tümünün yüzde 63,93’ü sendika üyesi olup, bunun 1.625.273’ü yani yüzde 72,97’si her birinde 100 binden fazla kişinin sendika üyesi olduğu 8 işkolunda toplanmıştır.

En Çok Sendikalı İşçi Çalıştırılan kolları (100 binden fazla)
1- Metal (13)             352.422
2- Dokuma (06)         280.561
3- Gıda (04)             276.627
4- İnşaat (15)             175.574
5- Genel İşler (28)         170.000
6- Enerji (16)             133.402
7- Madencilik (02)         125.520
8- Tarım ve Or. Av.-Ba (01)    110.987

Tüm sendikalı işçilerin yalnızca 123 .601 ‘i yanı yüzde 5,55’i her birinde 20 binden az sendikalı üyenin istihdam edildiği 11 işkoluna dağılmıştır.

3- İŞKOLLARINA GÖRE SENDİKALAŞMA ORANI
Sendikalaşma oranının (yüzde 80 ve üstünde) en yüksek olduğu işkolları kamu sektöründe yoğunlaşmıştır.

Sendikalaşma Oranının En Yüksek Olduğu İşkolları
Yüzde
1- Gıda Sanayisi (04)        99,15
2- Genel İşler (28)        97,74
3- Tarım ve Or. Av.-Ba. (01)    95,85
4- Haberleşme (23)        94,55
5- Şeker (05)            93,98
6- Banka ve Sig. (11)        93,85
7- Milli Savunma (26)         93,42
8- Enerji (16)            92,90
9- Metal (13)            81,85

Dağınık/küçük işyerlerinden oluşan işkollarında sendikalaşma oranı (yüzde 30’un altında) en düşük olan iş kolları:

Sendikalaşma Oranının En Düşük Olduğu İşkolları
Yüzde
1. Kara Taşımacılığı (18)    10.03
2. Basın ve Yayın (10)    19.82
3. Tic. Büro, Eğ. (17)        22.46
4. Konaklama ve Eğ. (25)    23.69
5. İnşaat (15)            29.29

4- SENDİKALARIN DURUMU
80 Eylül öncesi faaliyette bulunan sendika sayısı 800’e yaklaşmaktaydı. Bugün ise bu rakam 72’ye inmiştir.
Bunun nedeni, çalışma hayatının Eylül icraatından nasibini almış olmasıdır.
80’lerde tekelci burjuvazinin TİSK ve TOB gibi kuruluşların çalışma hayatıyla ilgili istemlerinden birisi de, işkolunu esas alan örgütlenmeyle “sendika enflasyonunun” önlenmesiydi. Bununla var olan kısmi sendikal örgütlenme özgürlüğü (bu arada işverenin de anlaşabileceği türden san işyeri sendikası kurduğu hatırlanmalı) hedeflenmekte ve grup sözleşmelerine özel özen verilmekteydi. Bugün varılan sonuç, tekelci burjuvazinin istemlerinin arzuladıkları yönde gerçekleşmiş/gerçekleştirilmiş olduğu dur.
“Sendika enflasyonunu” önlemenin aracı, işçiyi belli sendikalarda toplamaktan/hapsetmekten geçiyordu. Yeni düzenleme sonrasında yaklaşık dört yıllık icraat, bunu doğruluyor. İşçi idaresinin hiçbir rol oynamadığı, zoraki ve sayısal çokluğu savunan kof birlikler olarak hedeflenen sendikalarda nicelik esas alınmıştır. Farklı bekleyiş de yanlıştır. Buna rağmen yasada “işçiler diledikleri sendikaya üye olabilirler” denmiş olmasıyla sendikal örgütlenme özgürlüğünden bahsedilemez. Çünkü serbestçe üye olunacak örgütün/sendikanın sendikal fonksiyonları yerine getirip getirmediği sorunu esastır. Sendikanın sendikal fonksiyonları yerine getirme hakkının bugün Temmuz 1988 istatistiğindeki gibi her işkolunda bir ya da iki sendikaya tanınması halinde, çalışana dilediğini seçme yani bu anlamda örgütlenme özgürlüğü hakkı tanınmış olamaz. Bununla işçiler resmi politika savunucusu sendikalardan birisini seçmeye mahkûm edilince de, sendika-işçi demokrasisinden bahsedilemez. Çünkü tekelleşmiş sendikaların örgüt içi muhalefeti nötralize etmesi hiç de zor olmayacaktır. Ekonomide siyasi hayatta tekelci oluşumun ürünü olarak çalışma hayatı da o yöne kanalize edilmekte ve tekelle-şen sendikalar karşısında üyelerin konumlan zayıflamaktadır.
Bu duruma sendikal yabancılaşma denilebilir. Bir başka anlatımla sendikalı işçi, örgütlülük içinde sınırlandırılan, bu anlamda yabancılaştırılan bir alanda tutulmaktadır. Alanın dışına çıkmanın cezası/riski, pek çok “davranışa” maruz kalmanın yanında işsizliğin de eklenmesi nedeniyle yabancılaşmanın/yalnızlaşmanın etkinlik boyutu genişlemektedir. Bugün bu nedenle işçinin sesi, gücü oranında çıkmıyor.

En Çok (yani 4 ve daha fazla) sendikanın bulunduğu işkolları:

En Çok Sendika Bulunan İşkolları
1- Metal (13)         8 sendika
2- Dokuma (06)     6 sendika
3- Gıda (04)         5 sendika
4- Banka ve Sig. (11)     5 sendika
5- Petrol, Kimya (03)     4 sendika
6- Ağaç (08)         4 sendika

Yalnız tek sendikanın faaliyette bulunduğu işkolları:

Tek Sendika Bulunan İşkolları
1- Şeker (05)
2- Kâğıt (09)
3- Basın ve Yayın (10)
4- Gemi (14)
5- Kara Taşımacılığı (18)
6- Demiryolu Taşımacılığı (19)
7- Haberleşme (23)
8- Milli Savunma (26)
9- Gazetecilik (27)

28 işkolunda faaliyette bulunan toplam 72 sendikada 45 tanesi barajı aşabilmiş olup, baraj istisnası olan Tarım ve Ormancılık, Avcılık ve Balıkçılık İşkolunun dikkate alınması halinde 3 sendikanın da eklenmesiyle toplam 48 sendika TİS’inde taraf olabilecek durumdadır.
Bunlar bir kısmı çok az farkla yüzde 10’luk barajı aşmıştır. İşkolunda çalışanların yüzde 10-12 arasında üye olduğu sendikalar:

Çok Az Farkla Barajı Aşan Sendikalar
Yüzde
1- Tümtis (18)        10,03
2- Tursan-İş (25)    10,5
3- Bank-Si-Sen (11)    10,91
4- Koop – İş (17)    11,13
5- Tez-Koop-İş (17)    11,24
6- Öz Demir-İş (13    11,34
7- Öz İplik – İş (06)    11,38
8- Bes-İş (16)        11,50
9- Öz Ağaç – İş (08)    11,56
10- Banks (11)    11,73
11- Bass (11)        11,99

Birden çok barajı aşarak TİS yapacak sendikaların bulunduğu işkolları :
Toplu Sözleşme Yapabilecek Birden Çok Sendika Bulunan İşkolları
1- Banka ve Sig (11)        5
2- Metal (13)            4
3- Gıda (04)            3
4- Tarım Or. Av.-Ba (01)    2
5- Madencilik (02)        2
6- Petrol, Kimya (03)        2
7- Dokuma (06)        2
8- Ağaç (08)            2
9- Çimento, Toprak (12)    2
10- Enerji (16)            2
11- Tic. Büro, Eg (17)        2
12- Konaklama (25)        2
13- Genel – İs (28)        2

Tek sendikanın yetkili bulunduğu işkolları:
Toplu Sözleşme Yapabilecek Tek Sendika Bulunan İşkolları
1- Şeker (05)
2- Deri (07)
3- Kağıt (09)
4- Basın ve Yayın (10)
5- Gemi (14)
6- İnşaat (15)
7- Kara Taşımacılığı (18)
8- Demiryolu Taşımacılığı (19)
9- Deniz Taşımacılığı (20)
10- Hava Taşımacılığı (21)
11- Ardiye ve Antre (22)
12- Haberleşme (23)
13- Sağlık (24)
14- Milli Savunma (26)
15- Gazetecilik (27)

Sendikalardan 15’i faaliyet sürdürdüğü işkolunda çalışanların yarısından fazlasını örgütlemişlerdir.
İşkolunun yüzde 50’den Fazlasını örgütleyen Sendikalar:
1- Türkiye Haber-İş (23)    94,55
2- Şeker-İş (05)        93,98
3- Türk Harb-İş (26)        93,42
4- Tes-İş(16)            81,40
5- Deıniryol – İş (19)        79,47
6- Belediye-İş (28)        79,03
7- Likat-İş(22)            76,03
8- Selüloz – İş (09)        69,32
9- Tek Gıda-İş (04)        68,97
10- Hava-İş (21)        63,33           
11- Petrol-İş (03)        60,29
12- Teksif (06)            59,39
13- Dok Gemi-İş (14)        58,50
14- Orman-İş (01)        51,09
15- TGS (27)            50,07

50 binden fazla üyeye sahip sendika 13 tanedir.
En Çok Üyeye Sahip Sendikalar
1- Teksif (06)            215.535
2- Tek Gıda-İş (04)        192.399
3- Yol-İş (15)            167.719
4- Türk Metal (13)        153.446
5- Belediye-İş (28)        137.442
6- Tes-İş (28)            116.878
7- Petrol-İş (03)        80.032
8- T. Maden-İş (02)        67.644
9- Orman-İş (01)        59.168
10- Genel Maden-İş (02)    57.876
11- Otomobil-İş (13)        55.457
12- Çimse-İş (12)        52.155
13- Çelik-İş (13)        51.968

5- SENDİKASIZ İŞÇİLERİN İŞKOLLARINA DAĞILIMI
Sigortalı çalışanların tamamının yüzde 36,07’si yani 1.256.183’ü sendikasızdır: faal nüfusa (1987) göre bu oran yüzde 88,2’dir. En çok (50 bin’den fazla) sendikasız işçini;; çalıştığı işkollarında toplam 955.729 işçi istihdam edilmektedir. Bu sayı, sendikasız işçilerin yüzde 76,08’ni teşkil etmektedir.
Her birinde 5 binden az sendikasız işçi çalıştırılan 10 işkolunda 33.461 kişi istihdam edilmektedir ve bu, toplam sendikasız olarak çalışanların yüzde 2.66’sıdır.
İşkolunda yüzde 50’den fazlasının sendikasız olduğu işkolları, özelliği gereği ya dağınık ya da küçük işyerleri konumundadır.

Yarıdan Fazlası Sendikasız Olan İşkolları
Yüzde
1. Kara Taşımacılığı (18)    89.97
2. Basın ve Yayın (11)     80.18
3. Tic. Büro, Eğ. (17)         77.54
4. Konaklama Eğ. (25)            76.31
5. İnşaat (15)             70.71
6. Deri (07)             66.99
7. Deniz Taşımacılığı (20)        55.72
8. Ağaç (08)             52.49

6- İŞÇİLER TİS HAKLARINI NE ORANDA KULLANABİLİYORLAR?
Çok üyeye sahip sendikaların örgütlenme alanı olarak büyük yani çok kişinin istihdam edildiği işyerlerini küçüklere göre tercih ettikleri bilinmektedir. Bu nedenle, küçük işyerlerinde küçük sendikaların örgütlenmesiyle buralarda çalışanlar TİS hakkından kısmen yararlanma imkânı bulmaktaydılar. Ne zaman mı? 80 Eylül öncesinde… Yeni getirilen baraj sistemiyle, küçük sendikalar varlık temeli bulamadılar ve bunun için de küçük işyerlerinde istihdam edilenler sendikal örgütlenme ve TİS haklarını fiilen kullanamaz oldular.
Ayrıca barajı aşmamanın çalışanlar üzerinde yarattığı tereddüt nedeniyle küçük sendikalar tercih edilmemekte: tercih edilmesi halinde, TİS hakkının kullanılmaması durumu söz konusu olmakta. Bu yüzden, sendika seçme özgürlüğü fiilen kullanılamaz olmaktadır.
İşkolu barajını aşamayan sendika üyelerinin (toplamı 84.966 kişi) yüzde 5-20 arasında oiduğu işkolları:

İşkolu Barajını Aşamayan Sendika Üyelerinin Çok Olduğu İşkolları
Yüzde
1- Metal (13)             9,91
2- Çimento, Toprak (12)     8,01
3- Deri (07)             7,72
4- Ağaç (08)             7,2
5- Dokuma (06)         6,53

Bu halde yüzde 5 altında üyeye sahip sendikaların durumu dikkate alındığında üye toplamı 103.028’e yükselmektedir. Bu, sendikalı tüm işçilerin yüzde 4,62’si kadardır. Bunlar için önlerinde iki seçenek vardır: ya TİS hakkını kullanamadan öyle kalmak ya da yetkili bir sendikaya geçmeyi tercih etmek. Demek ki, toplam sigortalı çalışanlardan sendikalı olanların ancak yüzde 59,31’i TİS hakkından yararlanabilecektir.

Yarıdan fazlasının TİS hakkını kullanamayacak olan işkolları :
TİS Hakkını Kullanamayacak İşçilerin En Çok Olduğu İşkolları
Yüzde
1- Kara Taşımacılığı (18)     89,97
2- Basın ve Yayın (10)     80,18
3- Tic. Büro, Eğ. (17)         77,63
4- Konaklama, Eğ. (25)     76,31
5- İnşaat (15)             72,04
6- Deri (07)             66,96
7- Ağaç (08)             59,69
8- Deniz Taşımacılığı (20)     56,46
9- Sağlık (24)             50,62

7- KARŞILAŞTIRMA
Değişik yönlerden incelendiği Temmuz 1988 sendikalar istatistiğini Temmuz 1984 istatistiği ile karşılaştırmamın sonuçları:
1- ’84 yılına göre sigortalı çalışanlar ve sendika üyeleri sırasıyla yüzde 36,41 ve 56,03 oranında artmıştır. Buna bağlı olarak sigortalıya göre sendikalaşma oranı yüzde 55,89’dan 63,93’e yükselmiştir.
2- Faaliyette bulunan sendika, sendika sayısı 90’dan 72’ye inerken, Temmuz 1984’de 33 ve Temmuz 1988’de 45 sendika işkolu barajını aşmıştır.
3- Her birinde 100 binden fazla işçinin istihdam edildiği işkolu sayısı ve çalışanlar toplamının (yüzde 65,95) artışına bağlı olarak, 50 binden fazla üyeye sahip sendika sayısı ve üye toplamı da (yüzde 85,75) artmıştır. Ayrıca 100 binden fazla sendika üyesinin bulunduğu/çalıştığı işkolu sayısı ve üye toplamı da (yüzde 111,98) aynı yönde gelişme göstermiştir.
4- TİS hakkından yararlanacakların (Tarım ve Ormancılık, Avcılık ve Balıkçılık işkolları hariç) toplam sendika üyelerinde payı yüzde 90,18’den 95,36’ya yükselmiştir. Birden çok sendikanın TİS yapmaya hak kazandığı işkolu 5’ten 13’e çıkarken, tek sendikanın TİS yapma yetkisine sahip olduğu işkolu 20den 15’e inmiştir.

8- SONUÇ:
İşkolunu esas alan sendika örgütlenmesine bağlı olarak, TİS yapabilme yetkisine sahip sendikalara doğru üye akımı/yoğunlaşma gözlenmektedir.
Yoğunlaşma sonucu sendikal alanda tekelcilik güçlenmiş ve ekonomik siyasi tekelciliğin boyutuna paralel gelişme göstermiştir.
Bu alanda tekelcilik, Türk-İş’te somutlanmaktadır. Barajı aşan 45 sendikadan 31’i Türk-İş’e, 5’i Hak-İş’e, 1’i Yurt-İş’e (eski MİSK) ve 8’i de bağımsız sendikalara aittir.
Bağımsız sendikalar “Banka ve Sigorta” ile “Metal” işkolunda yoğunlaşmıştır.

EK:

Baraj Sendikal Örgütlenme Özgürlüğünü kısıtlıyor
Laspatkim-İş mali Sekreteri Cemal Çelik
– “1984 ve 86 yılları arasında yayınlanan istatistiklerde SSK verileriyle Bakanlık rakamları arasında büyük farklılıklar vardı. Örneğin işçi sayısı SSK verilerine göre 1984’te 114.368, 1986’da ise 345.343 kişi daha fazla görünüyordu. Daha sonra Sendikamız açtığı davayı kazanarak, Bakanlık istatistiklerinde SSK verilerinin temel alınmasını sağladı. Bu istatistiklerin bir diğer yönü sendikalı işçi sayısındaki abartmadır. Bunun nedeni, 1984 yılında, 12 Eylül öncesi kurulmuş sendikalara tanınan Ek-6 ile üye bildiriminde bulunma sonucu sendikalı işçi sayısında gerçeği uygun olmayan bir kabarma yaratmıştır. İşkolumuzda toplam işçi sayısı 132.734 ve bunun yüzde 74,02’si sendikalı görünmektedir. Ancak iş kolumuzda Ek-6’dan yararlanan sendikaların bulunması nedeniyle bunun, gerçeğe tümüyle uygun olduğunu söyleyemeyiz.
– Yüzde 10 baraj uygulaması sendika seçme özgürlüğüne önemli bir darbe vurmaktadır. Barajla amaçlanan sınıf sendikaların güçlenmesini, kurulmasını engellemek ve işçilerin büyük çoğunluğunu egemen sınıflar tarafından denetlenebilen Türk-İş içinde toplamaktadır. 1970 yılında da DİSK’i kapatabilmek amacıyla gündeme getirilen baraj yasası bilindiği gibi 15-16 Haziran mücadelesi ile engellenmiştir. Ayrıca işkollarının özellikleri düşünüldüğünde bu uygulamanın hiç de ger çekçi olmadığı ortaya çıkar.”

Ekim 1988

“TL kaç, faiz tut!” ‘SERBEST FAİZ’ Derinleşen krizin faktörü

Hızlı kalkınmak için “borçlanıyorlar”! Enflasyon, hızlı kalkınmak için “şart”! “Kalkmıyoruz.”
Borçlan ödeyebilmek ve enflasyon oranını aşağı çekebilmek için, “fiyat ayarlaması” (zamları) yapıyorlar.
Zam dalgalan!
Yine “borçlanıyorlar.”
Filmi yeniden başa sarma.
Ne için?
“Orta direğin” bel vermesini önlemek ve “mutluluğu” için.
Nasıl mutlu olunur?
İhtiyaç duyulan mal ve hizmetleri ve satın alma gücüne sahip olarak…
Fakat yaşam, resmi ağzın (iktidarın) söylediklerinin demagoji olduğunu gösteriyor.
Peki, hızlı kalkınma edebiyatı arkasında perdelenen ne?
Varlıklarının temeli ücretli kölelik düzeni, sömürü, dolandırıcılık ve hayali ihracat…
Yine “tarihi zorunlu” bir karar olarak Ekim ekonomik önlemleri yeni bir ambalajla yürürlüğe konuldu. Tahtakale’nin önemli bir fonksiyonu kalmadı denilen ’88 yazının arkasından, Ekim ayında dolar iki bin, mark bin TL’sına yükseliyordu.
Bankacılık dünyası: Batık krediler dolayısıyla bir yandan kapkaranlık iken, diğer yandan milyarlık kadarıyla göz koyduğu işletmeleri kolayca yutabilme şansıyla bembeyaz.
TCMB’nın döviz ve para piyasalarına, Eylül çocuğu Özal’ın emriyle alınan mevduat faizlerini güdümlü “serbest” bırakma adı altında sınırlı yükseltme kararıyla girmesi neyi değiştirecek? Söylendiği gibi var olduğu iddia edilen döviz spekülasyonu duracak ve enflasyon aşağı çekilebilecek mi?
4 Şubat kararları da benzer gerekçeyle açıklanmıştı. Sonuç, 12 Ekim kararları…
Yarın yerel seçim sonrası niye yeni bir başka karar olmasın?
“Sökük genişliyor, dikiş tutmaz oldu”.
Resmi modelde öykünmecilik esas.
Osmanlı döneminde Fransız ve İngiliz hayranlığı ile başlayan model arama eğilimi, ’50’li yıllarda bir “küçük Amerika” olma özlemine, ’70 li yılların başında İtalya’nın o günkü düzeyine erişmeye ’80’li yıllarda emperyalist sermayenin uluslararası mali örgütleri IMF ve Dünya Bankası’nın direktifleri doğrultusunda Güney Kore gibi olmaya dönüşmüştür. Hayallerde/özlemlerde düşüş gözleniyor…
“Kendisini bulamama”!
Müjde, artık ’88 Türkiye’si örnek gösteriliyor. İnanmayan sahibinin sesi IMF’yi ve Özal’ı dinlesin. Eh, yoğurt yoğurdum ekşi demez ya!
Diğer tarafta işçilerin, köylülerin ve gençlerin sesi; “Sefaletin, özgürlüksüzlüğün ve eğitimsizliğin modeli”.
Günümüzde alınan ekonomik önlemlerin, yerinde kararlar olduğu açıklamasını yapan yerli ve yabancı gözlemcilerin değerlendirme yöntemi:
1- Yürürlüğe konulan kararlar öncesi ve sonrasını karşılaştırma,
2- Fiili durumla hedeflenen arasındaki farkı açıklama,
3- Fiili duruma göre yokluğu halinde kararların performansını değerlendirme,
4- Fiili duruma karşı en uygun politikaların kullanılmasıyla ortaya çıkan farklılığı gösterme,
5- Alınan önlemlerle/kararlarda bu tedbirler dışı politikaların performanslarının karşılaştırılması şeklinde sıralanabilir.
Bir başka farklı yöntem: Ekonomik ve siyasi bunalımın yansıttığı sorunları çözmek açısından, işçi sınıfının kendi öz programlarının uygulaması ve politikalarının üretilmesidir.

1- PARA SERMAYESİ VE BÖLÜŞÜM İLİŞKİLERİ
Para Sermayesi Nedir?
Para biçiminde nakit sermayeye sahip olan burjuvazi, ek para sermayesine ihtiyaç duyan diğer kapitalistlere bu sermayeyi faiz karşılığında ödünç verme olanağına sahiptir. Bu durumda para sermayesi, faiz getiren sermayeye dönüşür.
Böylece para, alacaklıya borçlunun kullanması karşılığında ek bir para sağlar. Buna, faiz denir.
Faiz getiren sermayenin ilk biçimi tefeci sermayeyken, bugünkü kapitalist ekonomik şartlar altında ödünç/para sermayesi biçimine bürünür.
Para sermayesinin sahibine alacaklı ve kullanıcıya borçlu denilmektedir.
Burjuvazi, üretimi aksaksız sürdürmek ya da yeni bir yatırım yapmak veya işletmesini genişletmek için, kendi öz sermayesi dışında ayrıca nakdi/para sermayesine ihtiyaç duyar. Bunu gidermenin iki yolu vardır: Bu ihtiyacı ya yeni hissedarlar bularak karşılayacak; ya da bulunan yetersizse, bankalara veya tahvil ve borç senedi çıkararak sermaye veya para piyasasına borçlanacaktır. Böylece kredi gereksinmesini karşılayacaktır. Borcunun vadesi geldiğinde veyahut ara taksitlerde maliyet öğesi olarak anapara yanında ek bir miktar ödemesi gerekecektir. İşte bu ek miktar faizdir. Diğer yönden faiz, paralarını işletenlerin de gelir kaynağıdır.
Kullanıcı, aldığı parayı üretimde kullanır ve buna bağlı olarak kâr (artı-değerin piyasada fiyat mekanizmasıyla gerçekleşmesi) elde eder. İşte faizin bu kârın bir kısmı olması nedeniyle, burjuvazi, önceden belirlenmiş miktarı, yani faiz borcunu o dönemde işçilerden elde ettiği artı-değerden yapar. Bu anlamda faizin kaynağı artı-değerdir.
Yani faiz, burjuvazinin elde ettiği artığın bir kısmının ödünç/para sermayesinin kullanımı karşılığında ödenmesidir. “Kârın, paranın sahibine ödenen bu kısmına faiz denir; faiz, işlev yaptığı süreçte sermayenin kendi cebine indirecek yerde, sermaye sahibine verdiği kısmına takılan bir addan ya da özel bir terimden başka bir şey değildir” (1) Bu anlamda artı-değer, kâr ya da faiz olarak bölünmüş olsun, öz olarak karşılığı “ödenmemiş emeğin maddeleşmesinden” başka bir şey değildir.
Para piyasası: Fiyatı faiz olan özel metanın, para sermayesinin satıldığı/işlem gördüğü ve aracılarının bankalar olduğu bir pazardır. Burada borçlunun alacaklıya ödediği kredi faizi, ödünç sermayenin kulanım değerini ifade eder.
Para sermayesinin önemli aracı kuruluşları başında bankalar gelir. Bankaların temel fonksiyonu, ödemelerde aracılık hizmeti yaparak, atıl para sermayesini faal, yani kâr sağlayan sermayeye dönüştürürler. Bununla her çeşit para gelirini toplayarak, burjuvazinin/kapitalistlerin hizmetine sunarlar. “Bankalar geliştikçe ve az sayıda kurumlarda yoğunlaştıkça, mütevazı aracılar olmaktan çıkıp, belli bir ülkenin ya da birçok ülkenin hammadde kaynaklarının ve üretim araçlarının çoğunu, kapitalistlerin ve küçük patronların para-sermayelerinin hemen hemen tamamını emirlerinde bulunduran muazzam tekeller haline gelirler.” (2)
Bir meta olarak para sermayesinin özellikleri:
1- Para sermayesi metasının kullanım değeri, kullanım sürecinde tüketilmez; aynı kalır, korunur. Fakat öbür metaların kullanım değeri kullanım sürecinde tamamen tüketilir.
2- Genelinde satış halinde, meta sahibi aldığı para karşılığında meta üzerinde mülkiyet hakkını kaybeder. Fakat para sermayesinin satışıma rağmen, ödünç veren mülkiyet hakkını korur. Bu nedenle alacaklı, sermaye metaı karşılığında eş değerine ek olarak belli bir faiz alır.
Faizin Kaynağı? Faizi Kim Öldürüyor?
Burjuva ekonomi politiği, üretim faktörlerini emek, sermaye, toprak ve girişimci olarak sıralar. Bunların gelirlerini de ücret, faiz, rant ve kâr olarak tanımlar. Yani işletme kârını girişimcinin faaliyetinin bir sonucu ve faizi de bizzat sermayenin bir ürünü olarak açıklar. Böylece her bir faktörün değer yarattığı anlayışından hareketle sömürü esprisi maskelenmiş olur.
Alacaklı ve borçlu, aynı para miktarını sermaye olarak harcarlar; borçlu elinde para sermaye olarak iş görür. Söz konusu işlem gören aynı miktar para sermayesidir. Fakat bu para ancak kârın bölüşülmesiyle, her iki taraf için de sermaye olarak iş görür. Burada borç verenin, yani alacaklının payına düşen kısma faiz denir.
Aslında ödünç/para sermayesi kullanan kapitalist elde edilen artığın/kârın tamamına el koyamaz. Çünkü ödünç sermayeyi verene bir kredi faizi ödemek zorundadır. Bu nedenle kâr iki bölüme ayrılır: Birincisi, para sermayesinin sahibine verilene faiz; ikincisi, üretim faaliyetinde bulunan kapitaliste kalana işletme kârı denir. “Eğer genel kâr oranı veri ise, bu ikinci kısım faiz oranı ile, eğer faiz oranı veri ise, genel kâr oranı ile belirlenir. Ve ayrıca; brüt kâr, toplam kârın fiili değeri, her özel durumda ortalama faiz ile belirlenir, çünkü bu (özel yasal sözleşmeler bir yana bırakılırsa) genel faiz oranı ile saptanmış olup, üretim süreci başlamadan önce, dolayısıyla, sürecin sonucu olan brüt kâr elde edilmeden önce verilmiş varsayılır.” (3) Esas olarak, sermayenin üretimde kullanımının “gerçek özgül ürünü artı-değerdir.” Yani emekçilerin kendi emek güçlerinin değerini (ücret) ürettikten sonra fazladan ürettikleri değerdir. Bu anlamda karşılığı ödenmemiş emektir. Bunun parasal ifadesi kârdır. Ama ödünç sermaye ile çalışan kapitalist için bu, kâr değil, kârdan faiz ödendikten sonra kendisine kalan kısmıdır.
Borç veren ve alan açısından aynı sermaye söz konusu olmaktadır. Kullanılan sermayenin ürettiği kâr, farklı yasal haklara sahip iki ayrı kimse arasında nicel olarak bölüşülmektedir. Bu, ödünç sermayenin iş gördüğü/üretimde kullanıldığı sürece burjuvazi için ve hem de ödünç sermaye için sermayesini kullanamaması nedeniyle nitel bir bölüşüm halini almaktadır. Kârın bir kısmı faiz olarak görünürken, diğer kısmı girişim kârı olarak görünür. “Birisi sırf sermaye ile iş görmenin ürünüyken, diğeri ise sermayenin kullanım-değeridir. (4)
Para piyasası, para sermayesinin özel bir meta olarak alınıp/satıldığı bir pazardır. Ve bu metaın fiyatı kredi faizidir. Genel olarak metaların fiyatı metaın değişim-değerinin para olarak ifadesiyken; para sermayesinin kendisi para biçimde olup, bu anlamda bizzat paranın parasal ifadesidir. Burada borçlunun alacaklıya ödediği kredi faizi, normal meta fiyatından farklı olarak, para sermayesinin kullanım değeridir. Bu anlamda bu metaın fiyatı, değer kanunu tarafından düzenlenemez. “Para sermayesinin fiyatına faiz diyecek olursak, bu, metaların fiyat kavramından büsbütün ayrı, irrasyonel bir fiyat şekli olur.” (5)
“Şimdi, para-kapitalistin, borç süresince elden çıkarttığı ve üretken kapitaliste -borç olarak- devrettiği kullanım değeri nedir? Bu, paranın, sermaye haline gelebilme, sermaye işlevlerini yerine getirebilme ve bu süreç sırasında kendi ilk değer büyüklüğünü koruyabilmesinin yanı sıra belirli bir artı-değer, ortalama kâr (bu ortalamanın üzerinde ya da altında olması burada sırf rastlantıya bağlı bir şey olarak görünür) yaratma gücü nedeniyle sahip olduğu kullanım-değerdir.” (6) Öbür metalar açısından, bu kullanım-değeri tamamıyla tüketilir, yani kullanımıyla birlikte ortadan kalkar. Fakat para sermayesi, kullanım-değerinin tüketimi yoluyla, yalnız aynen kalmayıp bir de artması gibi bir özelliği sahiptir.
“Borç verilen paranın kullanım-değeri, sermaye olarak hizmet edebilmesi, sermaye olarak ortalama koşullar altında ortalama kâr üretebilmesi olgusunda yatan (7) faizin, para sermayesinin arz ve talebinin etkisiyle yükselmesi ve düşmesinin sınırları vardır. Faizin üst sınırı ortalama kâr iken, öte yandan alt sınırı da sıfırdan aşağı olamaz. “Her ne olursa olsun, ortalama kâr oranına, faizin üst sınırının nihai belirleyicisi gözüyle bakılabilir.” (8) Aldığı parayı üretimde kullanan burjuvazi, kâr elde eder. İşte faiz bu kârın bir kısmı olması sebebiyle, genel olarak ortalama kâr oranını geçemez. Çünkü faiz tüm kârı yutsaydı, hiç bir kapitalist/burjuvazi kredi almaya gerek duymazdı. Çünkü faiz ortalama kârı aşarsa, o zaman para sermayesi kullanıcısı açısından talep edilmesi (bazı firmalar için istisnai durumlar dışında) anlamsız olur. Öte yandan faizin alt sınırı da sıfırdan aşağı olması mümkün değildir.
Devletin Borçlanması ve Faiz
Devlet giderlerini vergi gelirleriyle karşılayamıyorsa, tahvil çıkararak borçlanır. Genelinde bunların alıcıları, sermayedarlardır (ülkemizde bankalar, vergisi düşük olduğu için bazı şirketler ve birikimi yüksek olan özel kişiler). Önceden belirlenen vadesinde devlet anaparayla birlikte tespit edilen miktarda faiz ödemesinde bulunur. Bunu, ellerinde devlet tahvili tutanlara ödenecek faiz borcuna karşılık olarak vergi gelirlerinden bir kısmıyla yapar. Bu anlamda faiz, devlete önceden vergi olarak sağlanmış olan artığın (ki bu artı-değerdir) yeniden sermaye dara/burjuvaziye transferidir.
Bölüşüm İlişkileri ve Faiz
Bölüşüm ilişkileri temel ve tali olarak iki kısma ayrılır. İşçi sınıfıyla burjuvazi arasında ki bölüşüm ilişkisine temel bölüşüm ilişkisi denir. Buna göre, üretim araçlarına sahip bulunan burjuvazi/kapitalist, ürelim sonunda ürünlere kendiliğinden sahip olurken, üreticilerin yani işçi sınıfının payı ise, burjuvazinin ödediği ücrettir. Bu bölüşüm ilişkisinde kapitalizm de, önceki toplumlardan farklı olarak sömürü esprisi gizlidir. Onun için sınıf bilincine sahip olmayan işçiler bazı hallerde “patronun ekmeğini yiyoruz” derler. Yani burjuvazi işçiyi “doyurmaktadır.” Aslında işçi sınıfı üretimde bulunmaktadır. Burjuvazinin benzer fonksiyonu üstlendiği iddia edilemez. O halde üretmeyen bir sınıf üretici bir sınıfı besleyemez. Ancak aksi mümkündür. Burjuvazi, işçi sınıf tarafından beslenmektedir. Zaten bu ücretli kölelik düzeninde, işçi sınıfı ürettiği ürünlerin ancak bir kısmını (ücret olarak) alır ve geriye kalan, karşılığı ödenmemiş emektir. Yani artı-değerdir; bu burjuvazinin aldığı paydır. Ki bu, sistemin yaşam kaynağı olan artıktır.
Ekonomik sistemde işçi sınıfı dışında üretici sınıf ve tabakalar ile burjuvazi dışında da çalışmadan yaşayan ve üretken olmayan gruplar arasında toplam ürünün paylaşımı, tali bölüşüm ilişkilerini oluşturur.
İşçi sınıfı dışında diğer üretici sınıflar, daha çok tarım sektöründe ve sınırlı olarak da bu sektör dışında faaliyetlerde bulunan üreticilerdir. Ayrıca doğrudan üretim yapmadıkları halde ekonominin genel verimliliğini/üretkenliğini artıran doktorlar, öğretmenler ve mühendisler gibi kafa emekçileri vardır.
Toplam ürün fazlasına el koyan yalnız burjuvazi değildir. Ki günümüzde, burjuvazinin kendi içinde farklılaştığı hatırlanmalıdır. Bu sistemde üretim aletleri gelir getiren tek faktör değildir. Para sermayesine sahip olanlar, borç vermek suretiyle faiz denilen gelir elde ederler. Ayrıca toprak mülkiyeti, sahibine rant geliri kazandırır. Ek olarak sırf gayrimenkullerinin kira geliriyle yaşayanlar da vardır. Hizmetler sektörünün kazançları da üretici sınıfların yarattığı ürün fazlasının bir parçasıdır.
Ekonomide temel ve tali bölüşüm ilişkisine göre paylaşılan, ulusal gelirdir. Bu ise, üretici emeğin bir yıl içinde yarattığı yeni değer, yani üretici emeğin payı ile artı değer toplamıdır. Başka bir anlatımla ulusal gelir, üretici emeğin (yeni) yarattığı değerler toplamıdır. Bunun paylaşımında işçi sınıfının payına düşen ücrettir. Diğer tarafta artı-değer: kâr, faiz ve rant olarak bölüşülmektedir. Bunda devletin önemli fonksiyonu olduğu hatırlanmalıdır.
Sonuç
Ekonomi de paranın fonksiyonları etkinliğinin artması ya da kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak, para sermayesi, sanayi ya da üretken sermayeden; para sermayesi gelirini sahiplenen ya da bununla yaşayan rantiyeci, sanayiciden ayrılır. “Bu ayrılma, geniş ölçülere ulaştığı zaman, mali-sermayenin egemenliği ya da emperyalizm, kapitalizm en yüksek aşama çizgisine gelir.” (9)
Öbür yandan sanayi burjuvazisi ile ödünç/para veren mali sermaye sahibi burjuvazi ücretli emeğin sömürülmesi ile yaratılan artığa el koyarak yaşadıkları için, bunların işçi sınıfı karşısında ki çıkarları birdir/aynıdır. Ayrıca aynı burjuvazi kesimleri artığın paylaşılmasında kendi aralarında mücadele ederler. Ödünç veren faiz oranını artırmak, kullanıcı sanayi burjuvazisi ise düşürmek ister.

2- GÜNÜMÜZDE FAİZ POLİTİKASI
Üç’lü Sarmal Yapı: Zam, Faiz, Döviz Kuru
Yeni ekonomik kararlar alınıp-uygulanması, daha kısa sürelerle gündeme gelmesine rağmen, yine de bundan çıkarılacak sonuç, başlanılan yerde olunmadığıdır. Ayrıca her alınan kararın geçici olduğunun söylenmesi ve değişikliğin sık sık gündeme gelmesi ekonomik krizin sürdüğünün göstergesidir.
Bu değişikliklere rağmen ekonomik politikada değişmeyen tek şey var, o da amacı: yurt içinde işçiden, köylüden, memurdan, küçük ve orta ölçekli üreticiden faiz, fiyat ve vergi politikalarıyla tekelci burjuvaziye, kambiyo kuru ve dış ticaret politikalarıyla da yurt dışına kaynak aktarımı, yani krizin faturasını işçi sınıfına ve halka ödetmek. Belirtilen amaca ulaşılması anlamında, iktidar başarılıdır.
Ne adına?
“Serbest” piyasa ekonomisi veya “liberal” sistem tekerlemeleriyle, ücretlerin ve maaşların, faizlerin ve döviz kurunun, ihracatta teşviklerin bir merkezden belirlenmesi: kâğıt, demir-çelik, bakır, elektrik, maden kömürü, havayolu ve demiryollarının v.s. devlet tekelinde olması ve para politikasının TCMB denetiminde izlenmesi, tekelci yapının birer göstergesidir. Tekelci yapı çağımızın demode modası “liberalizm” adına üstlendiği fonksiyonları yerine getirmektedir.
Fiyatlar söylendiği gibi piyasada serbestçe belirlenmeyip, maliyet tutarına belli bir oranda kâr marjı eklenerek saptanır. Ayrıca firma, talep düzeyine göre fiyatlar yerine, üretimini/arzı değiştirerek uyum sağlar. Ekonomide fiyatları oluşturan belli başlı maliyet öğeleri: dışa bağımlılık nedeniyle döviz kuru, ekonomide devletin etkinliği sonucu KİT ürünleri fiyatları, kullanılan işgücü fiyatı olarak ücret ve öz-kaynak dışında yabancı kaynak kullanımı sebebiyle faiz haddidir.
İzlenmekte olan ekonomi politikanın özünü; düşük ücret, yüksek faiz, gerçekçi kur adına her gün devalüasyon ve KİT fiyatlarını ayarlama/zamlama oluşturuyor.
Ücretlerin sürekli düşürülmüş olduğu açık, ulusal gelir içinde ücretliler payı hep azalmış ve üretim değeri içinde işçilik payı 1979:100 endeksine göre 1983’de 59, 12 ve 1985’de 46,92’ye gerilemiştir. (10)
Sanayinin yapısal olarak dışarıya bağımlılığı sonucu, bazı girdilerin ithali zorunluluğu sebebiyle, döviz kurunun yükselmesi bu girdilerin fiyatını aynı yönde etkilemektedir. Esnek kambiyo kuru politikasıyla TL’sının değerinin yabancı paralar karşısında her gün belirlenmesini öngören bu aracın bir başka adı da sürekli devalüasyondur. Bununla döviz gelirlerinin artışı hedeflenmiştir. Uygulamada ise iç fiyat artışlarını yani enflasyonu körükleyici bir etkisi olmuştur.
Ekonomide özel sektöre karşın kamu payının büyük olmasından dolayı, günlük deyişle KİT fiyatlarının ayarlanması sonucu, yerli girdilerin maliyetini yükseltmektedir. Fiyatlar nasıl mı oluşuyor? Yetkili ağız Özal: “Fiyatların kontrolü bizim takdirimizde değildir. O, Allah’ın taktiridir (burjuva ekonomi politiğine böylesine katkı). Ben, kimsenin hakkını kimseye (işçiler ve dar gelirler hariç) vermem. Serbest bırakın” der. (11)
Faizlerin yükselmesi, kredi faizlerini de artırması sebebiyle yabancı kaynak kullanan firmaların cari işletme giderlerini artırmakta, sanayi ve tarım sektörlerinde iflaslara yol açmaktadır. Yüksek ya da “güdümlü serbest” faiz politikasıyla enflasyon oranı üzerinde faiz yahut reel pozitif faiz uygulamasıyla “tasarruf sahiplerinin sömürülmemesi” amaçlandığı açıklanmaktadır. Aslında sürekli devalüasyon yapıldığı sırada düşük faiz politikası izlenememektedir. Ve bununla yurt içi kaynakların dövize dönüşerek yurtdışına transferi engellenmeye çalışılmaktadır. Ayrıca günlük döviz kuru belirleme sonucu, dövizle ödenecek dış borçların TL karşılıkları, arttığı ve yüksek faiz politikası ile de iç finansman sorununu gündeme getirdiği gözlenmektedir. Bu, dolaşıma çıkarılan kağıt para miktarı yani emisyon hacminde önemli artışları beraberinde getirirken, öbür taraftan da KİT fiyat ayarlamaları/zam yapma ve devletin iç borçlanmasının artışına neden olmaktadır.
Artık bugün birinde yapılan yeni bir değişikliğin diğerlerini de değiştirmenin nedeni olduğu yüksek faiz, günlük döviz kuru ve fiyat ayarlamalarından oluşan üçlü sarmalın meydana getirdiği oluşum söz konusudur. Bu anlamda enflasyon, işsizlik ve ödemeler bilançosu dengesinin sağlandığı iddia edildiği halde dış borçlar sürekli artmıştır. Özal’ın ödemeler dengesine bu derece önem vermesinin nedeni, (12) döviz darboğazının Türkiye’de askeri darbelere yol açtığı iddiasıdır. Emperyalist sermaye ve askeri cuntanın gerekçesi… Türkiye’ye has “demokrasinin” en büyük güvencesi, döviz darboğazına girmemek şeklinde tanımlanmış oluyor.
Bu gelişmeler, yatırımları olumsuz etkilemekte ve işsizlik artmaktadır. Diğer yandan Özal ise “son yıllarda gelişme hızı yüzde 7’nin üzerinde bunun işsizliğe olumsuz katkısı var” (13) demekte, işsizliğin nedeni olarak büyümeyi göstermektedir. Bu ise, burjuva ekonomi politiği açısından yanlış bir analizdir. Nasıl büyümedir ki, işsizlik artmaktadır. Ayrıca GSMH’nın % 20’si oranında yatırımla yüzde 7 üzerinde büyümenin olması, şaşırtıcıdır. Çünkü Güney Kore GSMH’nın yüzde 31’i yatırımıyla ancak yüzde 7 büyümektedir. İkisinden birisi doğru.
Yüksek faiz politikasıyla kredi maliyetinin artmasına bağlı olarak, yabancı kaynak kullanımının, azalacağı ve bu sebeple firmaların öz kaynağıyla faaliyeti sürdürmeyi esas alacağı açıklanıyor. Fakat bankalar yüksek faizle toplanan fonları, kredi olarak plase etmemeleri durumunda ne yapacaktır; topla ama kullanma. Bu işlemezlik bile sistemi çökertmeye yeter. Yüzde 850lere varan faizle fon toplanmasının anlamı: bunu kredi olarak plase etmektir. Edenin yanında edemeyen ve iflas edenlerin olacağı da beklenilmeli.
Gayri Resmi Piyasa
Türkiye’de mali sistem, örgütlenmiş/resmi ve örgütlenmemiş/gayrı-resmi para-kredi piyasasından oluşur. Aslında ekonomik yapı da benzer sektörel ayrıma tabi tutulabilir. Resmi para piyasasının mali aracı kurumları bankalar ve sermaye piyasası kuruluşlarıdır. Gayri resmi piyasa ise bu mali aracı kurumlarının yapamadıklarını yapmak amacıyla vardır. Faizlerin yükseltilmesiyle önce resmi piyasada mevduat faizleri ve kredi maliyeti artar. Bu artışlar, daha yüksek oranlarda diğer piyasaya yansır.
Gayri resmi piyasada kazanılan ya da yasal işlemlerden kazanılmış ama vergisi beyan edilmemiş paralara kara para denir. ’80’lerde bu biriminin, aklanması ya da resmi sistem içine çekilmesi yolları: mevduat sertifikaları ve hayali ticaretin (başta ihracat) her türlüsüdür. Buradan şu anlaşılmasın: birikimleri resmi piyasaya belirtilen yollardan akıtılmadan önce bu tür kaynak sahipleri yine ihtiyaçlarını gideriyorlardı: örneğin yat, villa vs. alımlarında değerinden küçük göstererek birikimlerini kullanma imkânı bulabiliyordu.
Gayri resmi ekonominin önemli bir sektörü kaçakçılık olup, belirgin 4 türü vardır: Bunlar ihracat, ithalat, hammadde ve fiktif antrepo kaçakçılığı olarak açıklanıyor. (14)
İhracat kaçakçılığı, ihraç malının fiyatını gerçek fiyatından yüksek gösterme ve bunun sonucu, teşviklerden daha çok yararlanmadır.
İthalat kaçakçılığı, ithal malın değerini düşük gösterme ve getirilecek eşya miktarını artırma ve beyan edilen ile gerçek fiyat farkını yurt dışına döviz olarak çıkarmadır.
Gayri resmi ekonominin merkez bankası İstanbul’daki bir semt Tahtakale’dir. Burada döviz alıp satmak, TPKK hakkında 30 sayılı karara göre yasaldır. Tahtakale döviz fiyatları her gün arttığına ve sürekli yükselen bir trend izlediğine göre, döviz alıp saklamanın net getirişi teşvik edici olmaktadır. Ayrıca enflasyonun arttığı bir ortamda, faizlerin ve döviz kurunun da aynı yönde yükselmesi genel bir beklenti olması sebebiyle, dövize yönelik talebin azalacağını beklemek bir iyimserliktir.
Aralık 1984’de altın ithalatı, serbest bırakılır, Ocak 1985’ten itibaren TCMB altın satışına başlar. Bütün bunlarla gayri resmi altın ithalatının engelleneceği söylenir. Tablo. 1’de görüldüğü üzere uygulama sonucu: hüsran… Bu gelişmeler üzerine altın satışından vazgeçen TCMB, Ekim ’88’den itibaren yeniden başlanacağını açıklar.

Tablo.1- ALTIN İTHALATI
(1985-1987) – Ton
1985     1986     1987
Resmi yoldan giren        28    8    8
Gayri resmi yoldan giren    8    50    70
Kaynak: Tempo, 30 Ekim/5 Kasım 1988, sf. 20

Tahtakale döviz arzının artması üzerine, bankaların döviz girişlerinin kuruması, bankaların döviz yükümlülüklerini yani ithalat talepleri ve döviz kredisi geri ödemelerini yerine getirecek kadar döviz bulunamaması hali, Tahtakale krizi denilen durumdur. Evet, Tahtakale’deki talep canlılığı hep koruyacaktır.
Tekelci Burjuvazinin Yapısı Üzerine
İzlenen ekonomi politikanın (özellikle faiz politikası) değişikliğe uğratılması sonucu olarak, tekelci burjuvazinin belirleyici bir özelliği, bütünlüğü müdür yoksa bölünmüşlüğü müdür?
Zincirin iki halkası 24 Ocak ve 12 Eylül rejiminin dayandığı sınıfsal güç: komprador tekelci burjuvazi ve toprak ağalarıdır. Fakat zamanın feodalizmin aleyhine geliştiği hatırlanmalıdır. Dokuz yıldır izlenmekte olan ekonomi politikanın belirleyici özelliği, başta işçi sınıfı ve emekçi halkın “ekmeğine ve özgürlüğüne” karşı olmasıdır. Bu egemen sınıfların güçlü bir sınıf bilincine sahip olduğunun göstergesidir.
Durum buyken/böyleyken, her ekonomik önlemlerin alındığı sırada olduğu gibi son Ekim kararlan ile ilgili olarak iş çevrelerinden yani tekelci burjuvaziden yükselen “çelişki” sesler nasıl açıklanabilir? ’88 yaz’ındaki gibi durgunluk şartlarında “ağlama” feryadı daha da artmaktadır. Benzer gelişmeleri sezen Eylül çocuğu Özal: “Faizlerin serbest bırakılmasında en büyük bağırtı iş çevrelerinden gelecek. Kimse bize iş çevrelerini koruyorsunuz diyemez” 1151 der. Bu, dayandığı sınıfa ihanet etmesi/pişmanlık duyması anlamına gelmez. Ya da burjuvazi içindeki ses çatlaklığına bakarak iktidarın, bir başka sınıf dayanağı okluğu şeklinde de açıklanamaz.
Bir grup sermayedar izlenen ekonomi politikayı savunurken bir başka grup eleştiriyor, “feryat-figan” ediyor. Nitekim Sakıp Sabancı: “Mevduat sahiplerine yüzde 85 faiz verilmesi memnuniyet verici. Zaten yaşam koşullan güç olan küçük tasarruf sahipleri enflasyonun gerisinde olmayan bir faiz alırlarsa, onlara hakları verilmiş olur. Bir zaman onların haklarını yedik (kaç bir zaman). Yanlış etmiştik” (16) diye açıklama yapıyor. Destek veren net bir ses. Savunur. Çünkü yıl içinde Akbank’ın sermayesini önce ödenmiş 250 ve sonra 500 milyar TL’sına yükseltir; bu anlamda turu kuru. Ya TİSK’in başkanı Halit Narin’in durumu, iflas eşiğinde. Bütün bunlar ve yapılan değişikliklerle ekonomi politikanın ana amacına yenilik getirilmediği halde, belirtilen farklı tepkilerin varlığı, uzlaşmaz bir çelişkinin mi ürünü? Ya da sınıf içi bölünmelerin mi, yansıması?
’80 sonrasında burjuvaziye devlet desteği ücretlerin “terör” ile bastırılmasında/dondurulmasında yoğunlaştı. Gelir dağılımında ücretler payı azalırken, rant gelirleri payı ve bu anlamda sermaye birikimi arttı. Bu, iç talebin daralması ve sanayi sermayesinin dışarıda pazar arayışı içine girmesinde etken oldu. Sanayi, bu talep arayışında ve üretimin gerçekleşmesinde öz-kaynağı dışında dışarıda/yabancı kaynak kullanması üzerine, elde ettiği artığın önemli bir kısmını bankalara vermek zorunda kaldı. Fakat bu oluşum pazarlama kurumu ve bankası olan azınlık bir grup holding için fazla bir anlam ifade etmez.
Bugün özde tekelci sermaye analiz edildiğinde mali, ticari ve sanayi sermayesi ayrımın anlamı nedir2 ’88 Türkiye’sinde tekelci sermaye gruplarının hemen hemen hepsi kendi pazarlama şirketlerine sahipler. Bu anlamda bir yönüyle ticaret sermayesinin konumu/gücünün ne kadar olduğu netlik kazanmaktadır. “İhracatçı sermaye şirketi” statüsüne kavuşarak, vergi istisnası ve muafiyetleri imkânlarından ve ek teşviklerden yararlanan firma pek azdır. Hatta bazı holdinglerin kazançlarına göre ödedikleri vergi “gülünç” miktarda azdır. Bu sistemin işleyişinin bir ürünüdür. Örneğin, rant gelirlerinden devlet tahvili ve mevduat faizi gelirleri, düşük oranda vergiye tabidir. Bankacılık sektörünün ’86 ve ’87 yıllarında vergi öncesi kârı, 549,9 ve 1022,2 milyar TL’sı olduğu halde, 91,4 ve 123,6 milyar TL’sı vergi ödemişlerdir. Ve bunun vergi oranı yasada belirtildiği gibi yüzde 46 olmayıp, yüzde 16,62 ve 12,09’dur. Belirtilen iki yılda kâr toplamı içinde dört büyük bankanın payı yüzde 33,75’den 37.64’e yükselmiştir, iş Bankası, Ziraat, Akbank ve Yapı Kredi’den oluşan bu dört bankanın kredi ve mevduat toplamı içinde payı yüzde 55’lerin üzerindedir.
Ekonomide gelişmişlik düzeyine uygun olarak tekelci sermaye, holdingler halinde örgütlenmiştir. Bu holdingler, faaliyetlerini sanayi, tarım ya da hizmetler (banka vs) sektörünün birinde yoğunlaştırmış olabilir. Fakat bu, diğer sektörlerde geniş faaliyet sürdürmeyi dışlamaz. Holdingler dışında, pek çok küçük işletme holdingler, alınan ekonomik kararlan faaliyet alanıyla ilgili olarak değerlendirip buna seslerini çıkartmaktalar.
Sermaye gruplarından sesler:
“Bizim özel sektörü de hiç anlamıyorum. Çoğu yanar-döner gibi… Üç gün önce hükümete en sert eleştirileri yöneltenler, bir bakıyorsunuz ertesi sabah hükümet yanlısı kesilivermişler. Bu dalgalanmanın bir hesabı olmalı mutlaka… Bu hesap da çoğu kez kişiseldir” (Muteber bir işadamı). (17)
İstanbul Sanayi Odası Meclis toplantısından (18):
“Kimler satmamaya rağmen fiyatlarına zam yapabiliyorsa, onlar enflasyona neden olmaktadırlar” (A. Zafer TACİROĞLU).
“Türkiye’deki enflasyon değişik bir türdür. Bu, diğer ülkelerin baskılarıyla istenerek yaratılan bir enflasyondur. Enflasyon ve Türk Lirası’nın değer kaybı aynı seyri göstermektedir. Türk Lirası’nı düşürten ise Dünya Bankası ve lMF’nin baskılarıdır. Bu durumda da enflasyon yükselmektedir” (Jak KAMHİ-Profilo Holding).
“Sanayi ve ticaret kesimi açısından baktığımızda ise, bugün için iki önemli sorun hâlâ gündemde duruyor. Birincisi işletme sermayesi sorunu, diğeri de kredi faizleridir. Bu iki faktör sağlam olursa kurumlar hayatlarını sürdürebilirler… Bir taraf küçülürken, diğer taraf büyümesine büyüme katıp, belli kesimler söz sahibi olmaya başlayacaktır” (Metin Yavuz KEÇELİ).
“Bence, bizim dış ticaret sermaye şirketleri ne pazar yarattılar, ne de yeni bir takım mamuller getirdiler… Şimdi oturacağız, bunu kontrol (ihracatçı sermaye şirketlerinin dış şube bürolarını kapatmaya başlamaları durumuyla ilgili olarak) edebilmek için ihracatçının sayısını 8172’den 700-1000’e düşüreceğiz. Ve bunun için de Türkiye’nin toplam ihracatını üç-beş tane dış ticaret sermaye şirketinin eline teslim edeceğiz. Bu olmaz” (Yavuz DOĞAN).
Çeşitli sermaye grupları hem kendi sınıf konumları ve hem de kendi iş alanları açısından, ekonomik durumu Temmuz ayında böyle değerlendirirler.
Toparlayacak olursak: bütün olarak burjuvazi ve öz olarak da tekelci burjuvazi içinde var olan çelişkiler konusunda:
1- İzlenen para/kredi politikası sonucu, para piyasasında finansman ihtiyacını kolaylıkla gideren/gideremeyen ve bu anlamda etkin olanla/olmayan arasında var olan çelişki.
2- Son “Türk Devletinin milli” davası olarak bakılan ihracatın desteklenmesi için dış ticaret politikasında, ihracatta teşvik sistemi ve öngörülen (ihracatçı sermaye şirketleri v.s. Doğu Avrupa pazarının az sayıda ihracatçı şirket tekeline verilmesi) örgütlenmeyle, ihracat kanalına hâkim olan/olmayan arasında ki çelişki.
3- Sermaye birikimi açısından kazanılan gelirlerin vergilendirilmesi çok önemlidir. Bazı firmalar, konumları ve ekonomik ilişkileri ağı gereği, sistemin getirdiği muafiyet ve istisnalardan yararlanarak, neredeyse hiç vergi vermemekteler; fakat bazılarıysa zorluklarla karşılaşmaktadır. Yani vergi/maliye politikasından kaynaklanan bir çelişki.
Tekelci sermaye gruplarının kendi aralarında ki çelişkiye rağmen, başta işçi sınıfı ve emekçi halk karşısında “iktidarlarının yüzü suyu hürmetine” birliktelikleri/bütünlüğü vardır. Bu, bugünkü ücretli kölelik düzeninin varlık temelidir.
“Serbest” Faiz Politikası
Burjuva ekonomi politiğine göre, devletin, enflasyon ve işsizliğin artışı, bütçe ya da kamu açığı demek olan iç dengesizliği ve de ödemeler dengesi bilançosu açığı, döviz darboğazı demek olan dış dengesizliği gidermek için ekonomik görevleri, maliye, para, fiyat, gelir ve dış ticaret politikaları olarak sıralanıyor. Günümüzde bunlardan en çok sözü edilen ve inceleneni, konu gereği para politikasıdır.
Para politikası: para arzını yani emisyon miktarını ayarlama, kredilerin dağılımını düzenleme ve fiyat istikrarını sağlama amacına ulaşmak için faiz haddi, munzam karşılık oranı, açık piyasa işlemleri ve kredi sınırlandırmaları gibi parasal değişkenleri ayarlama politikasıdır.
Faiz, belli bir süre için ödünç borç verilen paranın, o süre içinde yüzde olarak açıklanan oranıdır. Borç alan sermayedar dar ihtiyacını gidermek için aldığı nakit karşılığında, ödemeyi, normal olarak kazandığı gelirinin bir kısmından yapar. Geliri, emek gücü sahibine karşılığı ödenmemiş artığın olması anlamında faiz, bu artığın bir parçasıdır.
“Serbest” faiz politikasıyla ilgili olarak açıklanan senaryo şöyleydi: “artan kredi maliyetlerinden dolayı kredilere olan talep azalınca bankalar önce kredi ve sonra da mevduat faiz oranlarını indirmek zorunda kalacaklar. Böylelikle paranın alım-satımında da söz sahibi piyasa, arz talep olacaktır.” Yaşam, senaryoya uymadı. Ne kredi bulundu, ne de faizi düştü: Aksine arttı.
Aslında dünya ülkelerinde de tam bir faiz “serbestisinden” bahsedilemez. Para otoritelerinin dolaylı ya da dolaysız yollardan faiz oranının saptamaları mümkündür. Faizin “serbest” bırakıldığı ’80-Temmuz’unda ve sonrasında olduğu gibi bu son kararlarda da güdümlü (para piyasasına egemen tekelci yapının sonucu) “serbest” faiz politikasından bahsedilebilir.
“Serbest” faiz politikasının gerekçeleri nelerdir?
“Faizler yükselecek, vatandaş daha çok tasarruf edecek, ekonomide tüketim harcamaları azalırken, yatırım-tasarruf dengesi sağlanacak, kaynaklar daha iyi kullanılacak, vatandaş reel pozitif faiz elde edecek, gelir dağılımı düzelecek, bütün bunlar faiz oranlarında yapılan ayarlamalarla veya serbest faizle sağlanacak.” Sistemin “sihirli” anahtarı fiyat mekanizması anlayışına uygun olarak, “serbest” faize de pek çok fonksiyon yüklenmektedir.
Başlıklar halinde sıralanırsa:
Tasarrufları arttırdığı iddiası: Tasarruf, klasik iktisatçılara göre faizin ve Keynes’e göre gelirin bir fonksiyonudur. Klasiklerin tasarrufun faize bağlı olduğu tezinin yerine, Keynes tasarrufun gelir düzeyine bağlı olduğu tezini getirmiştir. ANAP’ın iktidar olduğu ’84 sonrasında resmi verilere göre ’85/86 ve ’88 (ilk yarısı) yıllarında faiz oranlan enflasyon oranı üzerindedir. Yani reel pozitif faiz söz konusudur. ’85 ve ’86 yıllarında özel tasarruf oranı GSMH’nın yüzde 11,4 ve 14,5’i iken reel faizin negatif olduğu ’87’de yüzde 19,3’e yükselmiştir. Fakat aynı yıllarda tasarruf mevduatı artış oranı, enflasyon oranı altında seyretmiştir. Ayrıca ’80 sonrasında toplam mevduat oranı içinde tasarruf mevduatının payı yüzde 47,4’den ’87’de yüzde 37,3’e kadar gerilemiştir. Demek ki: mevduat faizleri ve diğer faizler, rantiyelerin kaynaklarını nereye yatıracaklarını belirler. Bir başka anlatımla, kaynakların altına ya da dövize veyahut bankaya yatırılması v.s. ile ilgili bir karar olup, esasında tasarruflara ne artırır, ne de azaltır.
Enflasyona karşın etkin bir mücadele oluşturduğu: “serbest” faiz politikasına bağlı olarak kredi faizlerinin artacağı ve bunun sonucu yatırımların olumsuz etkileneceği ve bundan dolayı da toplam talebin kısılacağı beklenmektedir. Bu durum, ’88 yazında yaşandığı gibi piyasada durgunluk içinde fiyatların artması demek olan stagflasyona neden olmaktadır. Çünkü firmaların, öz-kaynakları dışında yabancı kaynağa ihtiyaç duyması ve bunun, yani faizin ek külfetini de toplam maliyetlere eklemesi dolayısıyla kredi faizi de önemli bir maliyet unsurudur. Artışı, fiyatları artırır.
Gelir dağılımını adilleştirdiği: “serbest “faizle bankalarda mevduatın toplanmasıyla hem tasarrufların ve hem de bu tasarruf sahiplerini gelirleri artacağı iddia edilmektedir. Buna bağlı olarak bozuk gelir dağılımının adilleşeceği belirtilmektedir. Tablo-2’de görüldüğü üzere ’86 ve ’87 yıllarında hesap adedi 29,8 milyondan 28,0 milyona gerilerken; toplam tasarruf mevduatı 5,2 trilyondan 6,9 trilyona yükselmiştir. 3 milyon altında mevduat hesabına sahip olanların oranı yaklaşık olarak yüzde 97,8 ile aynı kalırken, toplam tasarruf mevduatında payı yüzde 44,6’dan 36,4’e gerilemiştir. Öbür yandan yüzde 2,2 hesap sahibinin mevduat payı ’86’da yüzde 55,4 iken ’87’de 63,6 olmuştur. Ki kaynakların birden fazla mevduat hesabına yatırıldığı hatırlanırsa, gerçekte büyük mevduat sahiplerinin sayısının yüzde 2,2’den çok az olduğu anlaşılacaktır. Görülüyor ki, faizlerde yükselmenin hesap sahiplerinin yüzde 97,8’sinin gelirleri üzerinde ki etkisi hemen hemen çok gibidir.
Geçmişte çok ele alınıp bugün unutturulan bir konu da konvertibilite. Hatta “serbest” faizin ve günlük döviz kuru belirlemenin bu konuda atılmış önemli adımlar/politikalar olduğu hep vurgulanırdı. Sonuç; artık lafı bile edilmez oldu.

Tablo.2-
TASARRUF MEVDUATININ DAĞILIMI (1986-1987)- Yüzde olarak
1986        1987
T    H    T    H
0-3 milyon            44,6    97,8    36,4    97,76   
3000001-6 milyon        32,3    1,7    31,2    1,75
6000001-25 milyon        14,8    0,4    16,3    0,43
25000001-50 milyon        3,3    0,05    4,6    0,04
50000001-100 milyon        2,1    0,006    3,2    0,001
100000001+            2,9    0,004    8,3    0,01
AÇIKLAMA:     T- Mevduat tutar payı
H- Hesap adedi
Kaynak: Türkiye Bankalar Birliği Yayını

Konvertibilite, bir paranın diğer bir ülke parasıyla cari kur üzerinden serbestçe değiştirilmesidir. Konvertibiliteye geçiş için ileri sürülen şartlar; İç ekonomik dengenin sağlanması, istikrarlı bir büyüme hızına ulaşılması, para ve sermaye piyasalarının geliştirilmesi, dış dengenin sağlanması, yeterli döviz rezervine sahip olunması ve etkin bir kambiyo piyasasının oluşturulması olarak sağlanmaktadır. (19) Belirtilen koşullar incelendiğin de konvertibilite için işte “şu kadar kaldı” türünden açıklamaların ciddiyeti ve hiç konu bile edilmemesi daha iyi anlaşılmaktadır.
Hayali ihracat, zamanla yurtdışına çıkan/kaçan sermayenin tekrar geri dönmesinin bir aracı olmuştur. Bunda döviz kurunun sürekli artışı ve dövizin faiz geliri önemli bir etkendir. Yüksek faiz bu haliyle sermaye girişi sağladığı halde, kontrolsüz dış borçlanmayı artırır. ’80’lerde özel kişilerin, şirketlerin, bankaların, belediyelerin ve KİT’lerin ellerinde döviz tutma ve dışarıdan borçlanma imkânları artırılmıştır. Bu koşullarda yüksek faiz uygulamasıyla, rantiyeler kaynaklarını Türkiye’de tutarken, içerde fon maliyetinin artışı sonucu yurtdışından borçlanma artar. Bunun sonucu ki, dış borçlanmada büyük artışlar olmuştur. (20)
Faizi Kim Ödüyor?
Serbest” faiz konusunda Özal ve kurmay heyeti Keynes’i kıskandırırcasına burjuva ekonomi politiğine katkı da bulunarak, faizin gelir dağılımını düzeltici fonksiyonundan bahsederler. Bunu enflasyon şartlarında tasarruf sahiplerini “holdinglere” karşı korumanın bir aracı olarak sunarlar.
Öyle mi?
Eğer gelir dağılımını düzeltici bir fonksiyonu varsa, neden “serbest” faiz politikasının izlendiği ’80 Temmuz’undan sonra, ulusal gelirin dağılımın da rant gelirleri payı artarken diğer iki kesimin (tarım ve ücretliler) ki azaldı?
Faizi ödeyen kimdir? Ya da faizi kim ödüyor?
Bu soruların cevaplandırılması halinde, “serbest” faizin ne tür bir fonksiyonu olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Başka bir yönden konuya yaklaşılırsa, hane-halkı gelirinin kaynakları nelerdir?
Yapılan bir araştırmaya göre yukarıda ki soru yüzde 53,3’ü ücretler, yüzde 47,6’sı üretim ve yüzde 3,8 sermaye-faiz (ki, en düşük oran) vd. olarak cevaplandırılmış. (21) Gerçi yüzdeler toplamı sonunda 146,4 vermesi nedeni, hanelerin yarısına çok yakın bir kısmının birden fazla gelir kaynağına sahip olmasındandır. Araştırmadan çıkarılacak önemli bir sonuç, faiz gelirinin gelir dağılımında geniş kitle açısından önemli bir işlevinin olmadığıdır.
Ücretlilerin faiz gelin açısından bir örnek;
Ücretlerden kesilen konut yardım fonuyla ilgili resmi açıklamalarda, toplanacak para devlet tahvili, hazine bonosu ve gelir ortaklığı senedine yatırılacak, bankada kalan bakiyeye de 6 ay vadeli mevduata uygulanan faiz oranı uygulanacaktı. Peki, söylendiği gibi mi oldu? 18 ay sonra bu para konut edinirken faiz geliriyle birlikte bir işe yarayacaktı. Sanılmasın ki yaradı. Ne yapıldı? Hesapta 156.000 TL birikti. Biriken paraya neye göre belirlendiği belli olmayan yüzde 4,7 faiz işletildi. Böylece de dağ fare doğurdu. Bu toplamla isteyen çekecek ve 75 m2 konutların 60 m2’lik kısmı için kullanacak. (22) Ne zaman mı? Geçmişe rücu edilemeyeceğine göre, bugün bu parayla, ancak birkaç torba çimento alınabilir.
Faizin gelir dağılımında düzeltici fonksiyonunun olmamasına rağmen, faizin yükseltilmesinden ekonomide oluşan yükü, kredi kullanan yatırımcının ya da tahvil çıkaran şirketin/devletin ödeyeceğini sanmak, saflıktır.
Ne yatırımcı, ne de devlet bu yükü kaldıramaz. Çünkü faizin getirdiği ek yükün kullanıcının üzerinde kalması halinde bunlar batarlar. Peki, yük, nereye yansıtılır? Halka yansıtılır/aktarılır.
Krediyi kullanan yatırımcı, finansman maliyetlerini (toplam maliyete eklemesi sebebiyle) fiyatlara yansıtmaktadır. Sistemin sihirli anahtarı fiyat mekanizmasıyla, faizin yükü tüketiciye yani halka yüklenmiş olmaktadır. Bu, tüketici/halkın nihai faturayı ödemeye mahkûm olduğu bir sistemdir.
Burada şu soru akla gelebilir: tüketici faizin faturasını ödüyor, fakat tasarruflara ödenen faiz bu faturayı karşılamaz mı?
Her tüketicinin tüketimi ölçüsünde tasarruf sahibi olması mümkün değildir. Tasarruf miktarı gelir dağılımıyla ilişkili olup, geniş emekçi kesim, gelir düzeyinin düşüklüğü nedeniyle tasarruf şansı olmadığından faturanın ağırlığı altında ezilmeye mahkûmdur.
Devletin iç ve dış borçlarıyla ilgili faizleri bu değerlendirmeden ayırmak mümkün değildir.
Demek ki, faizi halka ödetmenin yolları ürünün fiyatının artırılması ile, artırılan vergi ile ya da enflasyonist politika ile gerçekleştirilir. Yani faizin ek maliyeti zam ve vergi olarak halkın cebinden çıkmaktadır.
Bu aktarmayı, tekelci yapı daha kolaylaştırır.
Peki, faiz gelirleri kimin cebine girmektedir: rantiyelerin. Çünkü rantiyeler dışında işçi sınıfı ve emekçi halk, faize yatıracak para birikiminden yoksundur. Bu anlamda cebine girecek faiz gelirinden bahsedilemez.
Türkiye’de rantiye gelir kaynağı, büyük oranda faiz ve spekülatif yatırımlar olup birikim araçları ise döviz, devlet tahvili ve hazine bonosudur.
Devlet para basıyor. Ve bunu faiz vererek yeniden topluyor/iç borçlanma. Sonra ödemede bulunmak için tekrar para basıyor. Bunun sonucu, bir kesimde büyük miktarda rant birikimine neden ‘ oluyor. Bu birikim, gelir dağılımının bozulması ve döviz kurunun yükselmesine yol açıyor.
Fazla yoruma gerek yok. Gelir dağılımında ki adaletsizlik, büyümenin “arttığı” son 3 yılda daha da artmıştır. Hem gelir dağılımı bozuluyor, hem de işsizlik artıyor ve hem de büyüme gerçekleşiyor. İzahı, burjuva ekonomi politiğini bile zorluyor. Tablo 3’de görüldüğü üzere tarım ve ücretlilerin payı küçülürken, rant gelirleri payı büyümüştür. Bu, faiz ödemelerinin bir anlamda bu gelir transferiyle yapıldığının açık örneğidir. Gelir dağılımı o kadar bozuk ki, Sakıp SABANCI: “Beni biraz (fazla değil!) üzen, dar gelirlilerin, dengesiz dağıtım nedeniyle ezilen kitlenin daha fazla ezilmiş olması. Bu kaygı yaratıyor” (23) diyerek, timsah gözyaşlarını döküyor. Kaygı ücretlilerin yaratacağı güç birliğinden kaynaklanıyor.
Sistem işleyişi içinde fiyat mekanizması kanalıyla, “serbest” faiz faturası başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi halka ödetiliyor.
Ekim Kararları
Şubat kararlarının alınması üzerinden daha 6 ay geçmişti ki, yeni bir ekonomik önlemler paketi açıklandı. Hem de “işte Şubat tedbirlerinin olumlu sonuçları görülmeye başladı” denildiği ve bunun üzerine faizler de inmelerin yapıldığı Ağustos’tan bir ay sonra. Kararlarla birlikte açıldık getirdikleri bir konu da, geçici bir süre için bu türden önlemler alındığı şeklinde. ’80’den bu tarafa bu kaçmaydı…
Şubat sonrasında Nisan, Mayıs ve Haziran aylarında doların resmi ve serbest kuru arasındaki farkın 5 ile 10 TL’si civarında seyretmesi ve hatta 24 Mayıs’ta resmi kurun 4 TL’si fazla 1312 TL’si olduğu dönemde, kararların isabetliliğinden ve doğruluğundan sürekli bahsedildi. Fakat ne olduysa Eylül sonrasında oldu. Hem resmi ve hem de serbest kur büyük oranlarda arttı ve bu iki kur arasında ki fark da büyüdü. Fark 4 Ekim’de 63 TL’yken, ayın 12’inde 97 TL’si oluyordu: yani serbest kur 1955 TL’ye yükseliyordu. Sonrasında düşmeye başlayan kurlar, 31 Ekim sonrasında yeniden artar.
Kurlarda ki bu gelişme farklı yorumlara tabi tutulur: döviz girişinde özellikle hayali ihracatta ilgili olarak soruşturmanın genişletilmesi sonucu ihracatta beklenen gelişmenin sağlanamaması ve ithalatın hızlı artması ve de dış borç taksitlerinin vadesi gelmesi gelişmelerin nedeni olarak değerlendirilir. Bütün bunlar, TL’si yerine dövizin tercih nedeni olarak açıklanır. Ayrıca da enflasyon oranının resmi olarak yüzde 80’ler üzerinde olduğu açıklanır.
12 Ekim’de faizlerin önce “serbest” bırakıldığının açıklanmasından sonra geçen 2 günün izlenimleri sonucu, faizlere yüzde 85 tavanı getirildi. Tavanı belirleme önceden düşünülememişti. Maliye ve dış ticaretle ilgili pek çok kararlar alında ve yürürlüğe kondu. 4 Şubat kararlarının mimarı TCMB başkanı Rüştü Saraçoğlu, Ekim kararlarını “siyasi olarak değerlendirdi.” (24) Hükümetle çelişkiye düşüyordu.
Tedbirler alınmazdan bir kaç ay öncesinde gelişmeleri, Özal şöyle değerlendirir:
“Enflasyon yüzde 50 olur, faizler yılın ikinci yarısında düşer.” (25)
“Bugünkü enflasyon geçen yıldan sarkmadır. Önümüzdeki aylarda mutlaka düşecektir.” (26)
“1989 Nisanında enflasyon bugünkünün yansıra düşecek.” (27)
Kendi tabiriyle bir “hesap adamı” olarak Özal, faizin ve enflasyonun düşeceğini söylüyor. Diğer konularda da olduğu gibi yaşam, 5 ay öncesini görmeyen Özal’ı yalanladı. “Tövbe” tutması da beklenilmemeli.
“Böyle büyük bir paket, büyük bir operasyon bahis konusu değil… Zam paketi, söz konusu değil” diyordu. Özal Venedik’te yapılan röportajda. (28) Herhalde Venedik’in güzelliği çarptı.
Evet, Özal, Özal’a karşıydı.
Çok değil, 10 gün sonra Ekim kararları yürürlüğe konuldu. Söylediği gibi küçük değil, büyük bir operasyon yapıldı, zam sağanağı da hemen yağdı.
Aslında Özal’ın ne yapacağı, Ağustos ’88 tarihli IMF’nin raporunda madde madde belirtilmişti (bazıları):
1- Eğitim, sağlık ve benzeri sosyal alanlardaki yatırım ve harcamalar azaltılmalı/kısıtlanmalı (öyle yapılır, ’89 bütçesinde bu tür yatırımların payı küçültülür),
2- Faizler enflasyonun altında kalmamalı,
3- TL’den kaçış engellenmeli şeklinde sıralanmaktadır.
Beklentilere uygun kararlar, bir ay gibi kısa süreli gecikmeyle gündeme alınır. Bu kadarı “kadı kızında” da olur.
Uyarı yalnız IMF’den gelmiyordu. İkiz kardeşi Dünya Bankası da aynı bekleyiş içerisine girer: “tedbir al.”
“Enflâsyon düşürülemezse, Türk Lirası’nın yerine döviz tutma talebi de azaltılmayacak demektir… Bundan endişe duyuyoruz ve önlemler alınması konusunu Türk yetkililerle görüşeceğiz” diyordu, Dünya Bankası Başkan yardımcısı W. Thalwitz.(29)
Yakın/kısa tarihimize bakacak olursak ya da hafızamızı zorlarsak hatırlayacağız ki, alınan ekonomik (bir yönüyle siyasi) önlemler emperyalizmin uluslararası mali ağının iki güçlü örgütü IMF ve Dünya Bankası’nın tavsiyeleri yönünde olmuştur. Bunun üzerine ki kararların uygulayıcıları, “dışarıda beğenildiklerini” ve dünya ya “örnek gösterildiklerini” açıklar.
Yaşadıklarımızı unutamayız. Sonuç ortada: işçi sınıfı ve emekçi halk işsizliğin, sömürünün ve sefaletin zincirine vurulmuşken öbür tarafta ekonominin nimetlerinden yararlanan azınlık, yani egemen sınıflar. Bu anlamda beğenilen, sömürünün/sefaletin katmerleşmesidir.
Ekim kararlarının uygulanmasını değerlendiren OECD Türkiye Konsorsiyum Başkanı W. Albert: “4 Şubat’ta alınan kararlar ile şimdi alınan kararlar arasında esas itibariyle fark yoktur… Ekim kararları doğru ve gerçek bir yolda alınmış kararlar olup, OECD bu kararları destekliyor” der. (30)

Tablo.3- GELİR DAĞILIMI (1963-1988)- Yüzde olarak
TARIM        ÜCRET    RANT GELİR
1963    41,19        21,50        37,31
1970    31,08        31,15        37,77
1975    30,76        31,51        37,73
1980    23,87        26,66        49,47
1983    20,52        24,78        54,69
1986    18,09        17,7        64,21
1987    17,06        17,6        65,40
1988    16,30        15,6        68,10
Kaynak: İSO

Ekonomiyi resmi ve gayri resmi sektörlerin bütünü oluşturduğuna göre, ikisinin arz ve talebinin birlikte dikkate alınması gerekmektedir. Bu bütünlük döviz piyasasına, dolayısıyla kuruna da yansımakta ve bunun sonucu da resmi ve serbest ikili kur oluşmaktadır.
’80 sonrasında döviz talebine yapılan ekler:
1- Döviz satın alıp birikim aracı olarak yararlanma serbestliği,
2- Döviz Tevdiat Hesabı(DTH) açmak için döviz almanın teşvik edilmesi sayılabilir.
Bunlar sonucu ekonomide, Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde olduğu gibi iki para biriminden söz edilecek gelişmeler olmuştur. Osmanlı döneminde revaçta olan yabancı para birimi Fransız frankı iken, bugün ABD dolarıdır.
Ekonomide doların tercihi ve kullanım alanları:
1- TL olarak bankaya yatırmak yerine DTH açılması daha cazip.
1983 yılı sonunda yerleşik kişiler de DTH, açma olanağı tanındı: ’85 yılında 2,6 trilyon olan DTH, ’87’de 5,6 trilyon TL’ye yükselmiştir. ’87 yılında toplam mevduat (DTH dâhil) içinde, DTH payı yüzde 23,2’dir. DTH’nın bölgesel dağılımı yüzde 42,6’sı Marmara, yüzde 15,4’ü Orta Kuzey ve yüzde 12,3’ü Ege bölgesine dağılmıştır. DTH’nın yüzde 60,8’i dört büyük bankada toplanmıştır. (31)
2- Bankaya yatırılan döviz, ekonominin çarkından çıkmaz. Sistem içinde kalır. Fakat önemlisi, döviz, gömüleme denilen yöntemle cüzdanda, yastık altında saklanarak spekülatif amaçla sistem dışına çıkarılır.
3- Bankaların “yabancı para üzerinden borçlanması” açıkça teşvik edilmiştir. Bankaların yükümlülükleri Aralık ’85’te 3192,0 milyon iken Kasım ’87’de 5006,0 milyon dolara yükselmiştir. Bunun ’88’de daha da artmış olacağı tahmin edilebilir.
4- Artık günlük işlemlerden bazıları bile dolarla yapılır olmuştur. Nitekim gayrimenkul alış/satış ve kiralama işlemleri dövizle yapılmaya başlamıştır.
5- “Dövize dayalı gelir ortaklığı senedi” uygulaması ile dövizle borçlanma kapısı açılmıştır: ’87’de döviz endeksli senetler çıkarılır.
Zamanla döviz çıkış kanalı genişlerken, giriş kanalı daralmıştır.
Dış borç açısından açmazlık: borcun borçla ödenmesidir.
Bu borç ödemelerinin önümüzdeki dönem açısından etkileri: dövizin ülke içinden toplanması halinde satın almak için TL’ye ihtiyaç duyulacak ve bu yönüyle gelişme halkı ilgilendirecektir. Örneğin 1 doların 3000 TL’ye çıkması halinde, iktidarın önümüzde ki yıl, 10 trilyonu aşkın para bulmak zorunda kalacaktır. Buna iç borç ödemeleri de eklendiğinde durumun ciddiyeti daha iyi görülecektir. Emisyon artışının faturasını emekçi halk ödeyecektir. Bu anlamda ’89 yılında ekonomik krizin daha da artacağı gözlenebilir. Ayrıca devlet güvencesiyle dışarıya borçlanan özel sektörün geri ödemelerinde maliyet artışının fiyatlara yansıması üzerine faturayı yine halk ödeyecektir.
“Bu yıl (1988) herhangi bir sorun görmüyorum. Ancak orta ve uzun vadede sorunlar olacak. Bununla 1989-90 yıllarını kastediyorum” diyordu, OECD Türkiye Konsorsiyumu Başkanı Dr. W. Albert. (32)
Evet; ’89 yılının başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi halk için zorlu bir yıl olacağının pek çok işareti vardır.
Döviz gelirlerinde en büyük paya sahip olan ihracat gelirinin daha da artırılması koşulları zayıf görünüyor. Çünkü ihracat yeni yatırımların üretimiyle beslenmeyip, esas olarak kapasite kullanımında ki artıştan kaynaklanmaktadır. Gerçi stagflasyon şartları sebebiyle, kapasite kullanımı düşmeye başlamıştır. Ayrıca yüzde 50’den fazlasının hizmetler sektörü olan GSMH’nın yüzde 10’u aşkın payı dış ticaret ödemeleriyle yurt dışına transfer edilirken, geriye kalandan yüzde 20’lere yaklaşan kısmı ihraç edilmektedir. Bu anlamda da ihracat sınırına da-yanılmıştır. Ve önemlisi vergi iadelerinin ’89 yılı başından itibaren kaldırılacağının açıklanması üzerine, teşviklere bağlı ihracatın azalacağı tahmin edilebilir.
Döviz taleplerinden önemli bir kalem, ithalat: teminatların artırılması, ithalat talebini olumsuz etkileyecektir. Bunun yatıran malları ithal talebine yansımasıyla, ekonomik krizin artacağı gözlenebilir. Diğer taraftan lux tüketim mallan ithalatı sürekli artmaktadır: ’85’de 12,2 milyon iken ’87’de 34,5 milyon dolara yükselmiştir. Lüks tüketim mallarını, rantiye gelir sahipleri talep etmektedir.
Döviz arz ve talebinin kalemlerindeki değişikliklerin ekonomik yaşantıya etkisi değişik boyutlarda olmaktadır. Genelinde beklenti, ’89 yılında krizin daha da artacağıdır.

3- BEKLENTİ/SONUÇ YERİNE
Geleceğe yönelik beklentiler:
1- Yüzde 85 mevduat faizliyle fon toplayan bankanın sıfır kâr marjıyla bunu değerlendirmesi halinde, kredi faizinin yüzde 129,4 olması gerekmektedir. Bu sebeple kredi faizi yüzde 140’ları aşacağı beklenmelidir. Bundan yatırımları olumsuz etkilenecek ve bu yüzden işsizlik oranı daha da artacaktır. Nitekim 88 yılının Ocak-Mayıs döneminde bir önceki yıla göre yeni kurulan şirket sayısı yüzde 11,8 ve sermayesi toplamında yüzde -51,0 oranında artmıştır. Bu oranlar 1987-86 mukayesesin de yüzde 22,1 ve yüzde 337 olmuştur. ’89 yılı içinde daha da küçük olacağı gözlenebilir.
2- Kredi faizlerinin artması, 16 trilyon TL olduğu söylenen (33) batık kredi miktarını daha da artıracaktır. 1987 yılında bankacılık sektöründe kullanılan toplam kredi miktarının 17 trilyon TL olduğu hatırlandığında, bu sektörün sorunlarının artacağını belirtmek hiç de kehanet değildir. Bunun üzerine bazı bankaların yıldızı kayabilir.
Diğer taraftan yüksek maliyetli kaynak kullanımı sonucu iflasların olması üzerine, bu firmalar yönetiminin fon veren bankalarda toplanması gündeme gelebilir.
ABD patentli ithal bürokratlardan Konutbank Gnl. Md. Bülent ŞEMİLER “İnşallah birkaç banka kapanır… Birkaç bankanın kapanması faydalı olur… Zaten çok banka var” diye demeç verir. Anlamı, sistemin feda edeceği en azından 4-5 bankanın bulunduğudur. Özel bankaların holdingler bünyesinde toplandığı ve konumlarını sağlamlaştırdığı ama kamu bankaların ise mali bünyelerinde sarsıntılar başladığı dikkate alınırsa, yıldızı kayanlar kamu bankaları mı olacak? Ayrıca, mevduat sahiplerine seslenen yetkililer “paranızı sağlam bankaya yatırın” demekle, sağlam olmayanı da açıklamış oluyorlar. Ya da bankerler meselesinde olduğu gibi yine, “halk kumar mı oynadı” demenin, yolları aranıyor?
’87 yılında, TÖBANK ve Anadolu Bankası’na yönelik olarak gerçekleştirilen “kurtarma operasyonları’ ilk kez resmi belgelerde yer aldı. Tasarruf mevduatı sigorta fonundan bu operasyonlar sırasında TÖBANK’a (reklam, sağlam! alternatif ama ne sağlam?) 26,5 milyar, Anadolu Bankası’na 15 milyar TL tutarında mali destek sağlandığı açıklandı.
3- Mevduatı toplayan banka, kredi faizlerinin yükselmesi ve batık kredi miktarının artması gibi nedenlerle, toplamış olduğu fonu plasmanda zorlanınca, dövize yönelme durumunda kalabilir. Zaten kambiyo işlemleri, bankaları zor durumdan kurtaran stepne durumundadır. Dövize artan talep, kurların yükselmesine ve yine TL’den kaçışa neden olabilir ki, bu başlanılan yere tekrar dönüş demektir.
4- Şubat kararları sonrasında, ekonomiye hakim olan stagflasyon şartlarının devam edeceği beklenebilir.
5- Toplamı 32,5 trilyon TL olarak belirlenen ’89 bütçesinin, 9,1’i dış ve 7,6’sı iç borç olmak üzere toplam 16,7 trilyon TL borç ödemelerine ayrılmıştır. Önceki yıllarda ki gibi hedeflenen 5 trilyonluk açık daha da artacak ve bu nedenle emisyon miktarı da artacaktır.
6- Her bütçenin hazırlanışında belirlenen hedeflerin gerçekleştirilmesi için çok ciddi önlemler alındığı açıklanır. Fakat hedeflerin, en azından gerçekleşenin yarısı kadar olduğu yılsonunda anlaşılır. ’89 bütçesinde enflasyon oranının yüzde 30’lar da olacağı tahmin edilmiştir. Ulusal gelir deflatörünün yüzde 48 olarak alınması ve faizlerin yüzde 85’lerde seyretmesi, fiyatların ve bu anlamda enflasyonun daha da artacağının göstergeleridir.
7- Bütçe programlarında sadık kalman tek rakam ücret ve taban fiyatlarının artış miktarıdır. Ekonomik koşulların daha ağırlaşacağı ’89 yılında, gelir dağılımı dar gelirli emekçi halkın aleyhine daha da bozulacaktır. Ve bunun üzerine, talebin artmaması sonucu durgunluk daha etkin olacaktır.
8- Eskişehir Odası Başkanı Yavuz Zeytinoğlu: “1987 yılında kârlarını büyük ölçüde artıran sanayi kuruluşları, bu performanslarını bu yıl da sürdürdüler. 18’i İSO’nun 500 büyük firma sıralamasında yer alan 20 şirket, bu yılın ilk dokuz ayında kârlarını, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 98,2 artırarak 182 milyardan, 362 milyar liraya çıkardılar. Bu firmaların satış hâsılatları da aynı dönemde yüzde 90’a yükseldi” der. (34)
Ekonomik krize rağmen ekonomide tekelleşme artıyor. Benzer sermaye birikimin devamını gösteren pek çok gösterge mevcuttur.
Sonrası, yeni bir önlemler paketi mi? Yoksa…

KAYNAKÇA
1- Karl Marx. Kapital. Çes: Alaattin Bilgi. Sol Yayınları sf. 355.
2- V. İ. Lenin, Emperyalizm, Çev: Cemal Süreyya. Sol Yayınlan, 7. Bas.sf.38.
3- Karl Marx age, sf.391.
4- Ibid, sf. 393.
5- Ibid, sf. 371.
6- Ibid. sf. 368.
7- Ibid, sf. 369.
8- Ibid, sf. 377.
9- V. İ. Lenin, age. sf.7l.
10- ’87 Petrol-İş. Tablo-68.
11- Hürriyet. 23 Şubat 1988.
12- Yalcın Doğan, Cumhuriyet. 26 Eylül 1988.
13- Cumhuriyet. 14 Ekim 1988.
14- Melih Molo (Gümrükler Gn. Md. Yrd. Ekonomik Panorama, 23 Ekim 1988. sf. 11-13,
15- Cumhuriyet. 14 Ekim 1988.
16- 2000’e Doğru. 6-12 Kasını 1988. ,1.21.
17- Meral Tamer. Cumhuriyet. 15 Ekim 1988.
18- İSO Dergisi, Temmuz-1988. sası: 269
19- Öztin Akgüç. Para ve Sermaye Piyasası, Nisan- 1986. sf.9.
20- Korkut Boratav. 2000’e Doğru. 14-20 Şubat 1988.
21- TÜSİAD-T 86.92, sf,7
22- Güneş. 10.Eylül 1988.
23- 2000’e Doğru, 6-12 Kasım 1988. sf. 21
24- Cumhuriyet. 15 Ekim 1988.
25 Hürriyet. 21 Mart 1988.
26- Milliyet, 10 Mayıs 1988.
27- Milliyet, 4 Haziran 1988.
28- Cumhuriyet. .30 Eylül 1988.
29- Hürriyet. 19 Eylül 1988.
30- Tercüman. 20 Ekim 1988.
31- Türkiye Bankalar Birliği yasını.
32- Cumhuriyet. 19 Ekim 1988.
33- Faik Y. Başbuğ. Dünya. 20 Ekim 1988.
34- Cumhuriyet. 11 Kasım 1988.

Aralık 1988

500 Büyük Firmanın Analizi (1982-1987) Derinleşen ekonomik kriz. Artan sermaye birikimi/artan göreceli yoksulluk. Artan sömürü oranı.

Her yılın Ekim ya da Kasım ayında tartışılan ekonomik konulara bir yenisi daha eklenir.
Bu da, İstanbul Sanayi Odası’nın yapmış olduğu: “Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluş” çalışmasıdır.
500 Büyük Firma (500 BF) içinde yer alan her bir firmaya ait üretimden satışlar, satış hâsılatı, brüt katma değer, öz-sermaye, net aktifler, bilanço kârı, ihracat tutarı ve çalışanlarla ilgili bilgiler de yayınlanır.
Bu bilgiler, pek çok analizde kullanılır ve değerlendirilir.
Çıkarılacak önemli bir sonuç: 500 BF’nın Türkiye genelinde tekelciliğin gelişme boyutuna uygun olarak etkinliğinin arttığı yönündedir.
Gerçi ülkemizde istatistikî verilerin gereken analizleri yapmak açısından yeterli olmadığı genel kabul gören bir gözlemdir. Aynı benzer durumda bu 500 BF’nın da etkilendiği ve bilançolarında şeffaflık olmadığı için kalemlerinden bazılarının şişirildiği ve bazılarının da aksine düşük tutulduğu bilinmektedir. Çünkü firmalar bilançolarını bankanın, vergi dairesinin ya da diğer isteyen kurum ve kuruluşların istemlerine uygun olarak hazırlandığı, iş dünyasında genel geçerli olan bir anlayıştır. Buna rağmen, bulunan rakamsal sonuçların yanıltıcı payı olacağı dikkatiyle, genel olarak gelişmenin ne yönde olduğunu görmek açısından değerlendirmek mümkündür.
Fakat yapılan analizler esas olarak bir yönüyle eksik tutulmaktadır.
Eksik olan, 500 BF’da artı-değer/sömürü oranıdır.
Bu yazıda, belirtilen eksik giderilmeye çalışıldı; 500 BF’da Artı-Değer/Sömürü Oranı Üzerine Bir Deneme başlığıyla.
Ayrıca da bazı ek gözlemlerde bulunuldu.
500 BF ile ilgili verilen bilgilerden fiyat artışlarını kaynaklar yönünden incelemek mümkün değil.
Böyle bir analiz bize, burjuva ekonomi politiğince krizin gerekçesi olarak gösterilen “talep artışlarını” besleyen ücretler olduğu tezinin ne derece doğru olduğu/aslında doğru olmadığı sonucunu verecekti. Ayrıca İSO’nun yaptığı çalışmalarda, eksik/kapasite kutlanma nedenleri başında talep yetersizliğinin bulunması da genel sunulan tezle çeliştiği de hatırlanmalıdır.
1980-85 yılları arasındaki dönemde, imalat sanayisinde fiyat artışları kaynaklarının neler olduğu konusunda yapılan bir çalışmaya göre: Ücret faktörü payı yüzde 9,25; girdi (tarım, madencilik, enerji, hizmetler vs.) yüzde 64,49 ve kâr, vergi, aşınma payı yüzde 26,26’dır. (1)
Demek ki, imalat sanayinde ücretler yüzde 9,25 gibi düşük bir oranla fiyat artışlarına neden oluyorlar.
1980-85 dönemi için yapılan bu gözlemin, hem de yüzde payının küçülerek sonrası yıllar içinde doğru olduğunu düşünmek mümkün; çünkü ulusal gelir içinde ücretlilerin payı sürekli azalmış ’85’de yüzde 18,84 iken ’88’de 15,6’ya (tahmini) kadar gerilemiştir.
Demek ki fiyatlar, burjuva ekonomi politiğinin savunmasının aksine piyasada serbestçe belirlenmeyip, maliyet tutarına belli bir oranda kâr marjı eklenerek saptanıyor. Bunun sonucu da firmalar, talep düzeyine göre fiyatlar yerine, arzı yani üretimi değiştirerek uyum sağlıyor.
Yani söylendiği gibi piyasada dengelerin oluşumunda önemli fonksiyonlar üstlenen rekabetin yerine piyasa/pazara azınlık üretici firmaların etkin olduğu ve bu anlamda da, fiyatın oluşumunda firmaların üretim miktarı/arzı konusundaki kararları ile fiyatı belirleme ve bu yolla firma kârlılığını artırma olanağının bulunduğu pazar hâkimiyetinden/tekelcilikten bahsetmek mümkündür.
1982-87 döneminde 500 BF kamu ve özel sektör açısından incelendiğinde:
Kamu sektörü firma sayısı ’82’de 69 iken sonraki yıllarda artar ve 87’de 90’a çıkar.
Anılan yıllarda özel sektörün payı 431’den 410’a iner; fakat 405’den aşağı da hiç olmamıştır.
500 BF’da istihdam edilenler yani çalışanlar, ’83’de ’82’ye göre yüzde 22,6 artarak 626,6 bine çıkar ve toplamı sonraki yılların bazısında inip, çıkar ve ’87’de 666,9 bin kişiye ulaşır. 500 BF’da çalışanların Türkiye’de payı yüzde 27,6’dan ’85’de yüzde 31,5’e kadar yükselir ve son iki yılda azalarak ’87’de yüzde 29,2’ye kadar iner.
Bu nispi azalışın bedeli, bir yönüyle işsizlik değil mi?
İstihdam edilenler açısından ortalama firma büyüklüğü ’82’de 1023 kişiyken sonraki yıllarda sürekli artar ve ’87’de 1334’e kadar yükselir.

1-500 BF’yi İNCELEME
1.1- Satış Hâsılatı
82’de 3,5 trilyon TL.’sı olan satış hâsılatı, ’82’ye göre ’85’de yüzde 343,2 arttığı halde ’87’de yüzde 820,0 artarak 32,2 trilyon TL.’sına yükselir.
İncelenen dönemde satış hâsılatı bütün yıllarda enflasyon oranı üzerinde reel pozitif artış kaydeder. Diğer anlatımla hem satışlar artmış ve hem de 500 BF’nın satış hâsılatı artışları yıllık enflasyon oranından daha fazladır
Nitekim İTO-TEFE 1982: 100 endeksi ’85 ve ’87’de 265,7 ve 471,9’a yükselirken; aynı yıllarda satış hâsılatı 1982: 100 endeksi 443,2 ve 920,0 olur. Yani satış hâsılatı enflasyon oranından daha fazla artar.
Satış hâsılatı gerçek değer artışları ’82; 100 endeksi ’84 ve ’87’de 149,1 ve 194,8’e çıkar.
Ayrıca incelenen dönemde özel sektörde satış hâsılatı, yüzde 50’lerin üzerinde artarken, kamu sektörü de benzer gelişme gösterir.
Firma başına ortalama satış hâsılatı ’82’de 7,0 milyar TL.’sı olup, sonraki yıllarda sürekli artar ve ’85’de 30,9; ’87’de 64,3 milyar TL.’sına ulaşır. Aynı yıllarda çalışan kişi başına satış hâsılatı, 6,8 milyondan 24,0 ve 48,2 milyon TL.’sına yükselir.
Yukarda değinilen bu gelişmelerin anlamı: 500 BF’nın satış hâsılatının yani cirosunun artmasına bağlı olarak pazar payında önemini koruduğudur.

Tablo 1:
500 BF’da Temel Göstergeler (1982-1897) – milyar TL.
1982        1983        1984        1985        1986        1987
Satış hasılatı        3494,9        5589,8        9777,9        15490,2    21126,5    32153,8
Brüt katma değer    933,1        1071,1        1878,5        2991,0        5569,1        9078,9
Öz-sermaye        826,6        1306,5        2674,8        4637,5        5945,3        8499,1
Borç            –        3547,9        4240,6        7990,0        11768,6    18467,4
Bilanço karı        210,1        315,8        654,9        1330,8        1461,8        2625,4
İhracat            –        582,5        1136,5        1605,9        1908,9        3331,8
İstihdam (bin)        511,3        626,6        597,7        646,4        660,0        666,9
Maaş/ücretler        394,5        529,9        719,2        1073,8        1479,9        2990,2
Ödenen faizler        207,0        276,3        343,2        652,9        1475,4        2543,3

1.2- İhracat
500 BF’nın toplam ihracatının Türkiye ihracatına oranı ’82’de yüzde 42,8 iken ’87’de yüzde 36,9 olur. Benzer durum aynı yıllarda Türkiye’nin sanayi ürünleri ihracatında 500 BF’nın payı içinde geçerli olup, yüzde 63,7’den 45,1’e kadar geriler. Görüldüğü üzere 500 BF’nın toplam ihracatı nispi olarak olumsuz gelişme gösterir.
İncelenen dönemde Türkiye’nin toplam sanayide 500 BF’nın payı, ’82’de yüzde 37.9’dan ’87’de yüzde 48,4’e yükselir. Bu, sanayi sektörü unsurlarına göre yani madencilik, imalat sanayi ve enerji açısından incelendiğinde şöyle bir gelişme gösterir: Madencilikte yüzde 82,8’den 42,6’ya geriler; imalat sanayisinde yüzde 38,2’den 49,7’ye ve enerji de yüzde 1,4 (83 yılı)’den 14,0’e çıkar.
’80 sonrasında iktidarın övünç kaynağı meselesi yaparak “işte toplam ihracata sanayinin payının sürekli arttığı” iddiasını resmi verilere göre sundukları bu yıllarda, 500 BF’nın ihracat açısından benzer gelişmeyi göstermemesinin anlamı: Dış pazar yerine iç pazarın daha cazip olmasıdır. Yani “dışarıya açıldık, açılıyoruz” denilen bir dönemde, 500 BF açısından iç pazarın önem kazanması ihracatın performansı konusunda önemli ipucu veriyor; ihracatta büyük oranda artış beklemek belki de “hayal” olacaktır.
Nitekim 500 BF sanayi ürünleri ihracatı brüt katma değerine oranı ’84’de yüzde 60,5 iken ’87’de yüzde 35,3’e geriler; aynı oran Türkiye için yüzde 36,4’den 38,0’e yükselir.
Toplam ihracatta 500 BF payının azalmasına karşın toplam sanayide payının artması anlamı ya da yukarıdaki rakamların dili: Son günlerde tartışması artan hayali ihracatın diğer bir başka yönden açık anlatımıdır.
1.3- Verimlilik
Çalışan her bir kişinin ekonomik katkısını gösteren verimlilik, brüt katma değerin toplanı çalışanlara bölünmesiyle hesaplanır; diğer bir anlatımla kişi basma ortalama brüt katma değerdir.
500 BF’da verimlilik ’82 yılına göre yüzde 646,1 artarak ’87’de 13,6 trilyon TL.’sına yükselir. 500 BF’nın verimliliği, Türkiye’nin ortalamasından ’82’de yüzde 37,7 ve ’87’de yüzde 65,6 daha fazladır. Yani 500 BF. Türkiye ortalamasından daha fazla verimli faaliyet göstermiştir.
Verimliliği artırmanın yolları, ya da çalışanların toplam çalışma surelerini artırma ya da atıl kapasiteyi kullanma imkânını sağlayacak reorganizasyonun yapılmasıdır. Makro olarak işsizliğin artmasına karşın, 500 BF’da istihdam imkanları artmış olması anlamında toplam çalışma süresinin arttığından bahsedilebilir; fakat esas olarak yine İSO yayınlarında olduğu gibi (bizim gibi azgelişmiş ülkelerde olabilecek en üst sınıra ulaşan) kapasite kullanımının artması ve yüzde 75’ler (artık, ’88 yaz’ından itibaren de düşüyor) olmasının önemli etkisi vardır.
Diğer yönden ortalama brüt katma değerin artışında yalnız ’83 yılında reel negatif artış söz konusuyken, diğer yıllarda enflasyon artışı üzerinde reel pozitif artış kaydeder. Ortalama brüt katma değerin gerçek artışı ’82: 100 endeksi, ’86 yılına kadar 100’ün altında kalırken, ’86 ve ’87 yıllarında 136,2’den 158,0’e çıkar.
Ortalama ücret ve ortalama brüt katma değer gerçek artışları, ’82: 100 endeksiyle mukayese edildiğinde görülüyor ki, ücretler sürekli azalırken, ’83’de 73,2’ye inen verimlilik sonraki yıllarda artarak 87’de 158,0’e kadar yükselir. Bunun anlamı, ücret artışlarının verimlilik artışlarının gerisinde kaldığıdır.
Verimliliğin sonucu aide edilen gelirin/pastanın paylaşımı, üç durumda olabilir:
1- Genel olarak ortalama fiyat seviyesini sabit varsayımına bağlı olarak, ücretlerin anması söz konusu olabilir. Fakat yukarda değinildiği üzere ücret artışları o düzeyde değildir,
2- Diğer gelir kalemlerinin yani ücretlerin ve kâr marjının sabit varsayımıyla, ürünlerin fiyatım düşürücü etkisiyle toplumun yani tüketicilerin yararlanmasıdır. Fakat bırakın fiyatların düşmesini sabit bile kalmazken, aksine daha da artar.
3- Verimlilik anısının sermaye birikimine kaynak olmasıdır. Nitekim 500 BF açısından incelendiğinde, sermaye birikimine kaynak olduğu söylenebilir.
Bundan sonraki “gelir dağılımı” adlı bölümde, sermaye birikiminin arttığı ve bu anlamda da verimlilik artışının sermaye birikimine kaynak olduğu gösteriliyor.
Ayrıca, ortalama (kişi) brüt katma değer ile satış hâsılatı gerçek değer artışlarının 1982: 100 endeksi dikkate alındığında, görülen o ki, satış hâsılatı gerçek artış endeksi her yıl artarak ’84’de 149,1’e ve ’87’de 194,8’e yükseldiği halde, verimlilik endeksi ise ’87’de 158’e çıkar. Yani incelenen dönemde verimlilik endeksi satış hâsılatı endeksi gerisinde kalır.
Anlamı: Satış hâsılatının esas olarak verimlilik artışından beslendiği iddia edilemez. Çünkü satış hâsılatındaki artış, enflasyonist politikanın gereği olan resmi iktidar ağzıyla “fiyat ayarlaması”, yani zamlar vasıtasıyla sağlanır.

1.4- 500 BF’da Gelir Dağılımı
Faktör gelirleri toplamı olan net katma değer amortismanların ve dolaylı vergilerin eklenmesi ve sübvansiyonların çıkarılmasıyla brüt katma değer bulunur.
Burjuva ekonomi politiğine göre firmaların yarattıkları brüt katma değer, onların ulusal gelire katkısının ölçüsüdür. 500 BF’nın ulusal gelire katkısı ’82’ye göre ’87’de yüzde 873 artarak 9.1 trilyon TL.’sına ulaşır. Bu katkının GSMH’ya oranı ’85’de yüzde 10,2 iken, ( 87’de yüzde 15.7’ye yükselir.
500 BF’nın katma değerinin Türkiye genelinde sanayi sektöründeki payı ’87’de yüzde 48,4’e kadar çıkar ve bu, tekelciliğin boyutunun açık örneğidir.
Brüt katma değer içinde net katma değerin payı, ’85 yılına kadar artarak, yüzde 88,8’e kadar yükseldiği halde, sonraki yıllarda azalır ve ’87’de yüzde 73,4’e geriler.
Yine aynı ekonomi politiğe göre emek, sermaye, girişimci (yatırımcı) ve toprak olarak sayılan üretim faktörleri geliri sırasıyla ücret, faiz, kâr ve rant olup, toplamı net katma değeri oluşturur.
Kazanılan gelirin niteliği açısından maaş ve ücretler bir kutupta, diğer rant gelir kalemleri (faiz, kâr, kira) başka bir kutupta toplanır. Rant gelirlerinin sayılan unsurları, üretim sürecinde emek gücünün kullanımının yarattığı artı-değerin birer parçasıdır. Sermaye birikiminin özü, diğer bir anlatımla kaynağı artı-değerdir. Bu anlamda, makro olarak rant gelirlerin artması sermaye birikiminin de artmasıdır.
Maaş ve ücretlerin net katma değerde payı ’82’de brüt olarak yüzde 52,6 iken, aynı yılda mevzuat gereği kesintiler (genelinde, brüt ücret/maaş gelirini sigortalı kabul edip ona göre neti hesaplanmıştır) sonrası geriye kalan (yaklaşık) olarak net ücretin payı yüzde 28,6’dır; ’87 yılında brütte payı yüzde 34,4’e gerilerken, nette payı yüzde 22,2’ye geriler. Görüldüğü üzere, işçiye/çalışana ayni ve nakdi olarak yapılan ödemelerin hepsini kapsayan brüt ücret toplamı azaldığı halde, çalışanın eline geçen net ücret miktarı da benzer gelişme gösterir. Yani, göreceli olarak yoksulluğun arttığı söylenebilir. Diğer kutupta rant gelirleri payı sürekli artar ve kapsamı brüt ya da net ücretler toplamına göre değişir. ’87 yılında net katma değer içinde brüt ücrete göre payı yüzde 65,6 iken net ücrete göre yüzde 77,8 olmaktadır. Rant gelirleri içinde en fazla artış faiz gelirlerinden olup bunu, kâr takip eder. İzlenen ekonomi politikaya bağlı olarak enflasyonist rant gelirleri payının arttığı ve bu anlamda sermaye birikiminin olumlu yönde etkilendiği sonucunu çıkarmak mümkündür.
İncelenen bu dönemde 500 BF’nın kaynak yapısı dağılımında öz-kaynakların payı artar ve buna karşın işletme dışı kaynakların, yani borçların payı azalır. Gerçekten ’83 yılında 500 BF’nın kaynaklarının yüzde 31,4’ünü öz-kaynakları oluşturur ve ’87 de bu pay % 38’e yükselir.
Son yıllarda özel sektör firmalarında dönem kârının kaynaklar içindeki payı yükselir ve kamu sektöründe tersi gelişme sonucu azalır.
’82-’87 yılları arasında 500 BF’ye ait zarar sonrası net bilanço karı (faaliyet dışı diğer gelir kalemleri dâhil) toplamı sürekli artar. ’87’de. ’85’e göre yüzde 97,3 artarak 2,6 trilyon TL’sına ulaşır. ’86 yılı dışında diğer yıllarda reel pozitif artış söz konusudur.
Toplam bilanço kârı içinde kamunun payı ’85 yılında yüzde 67,4 iken ‘87’de 39,3’e geriler. Aynı yıllarda özel sektörün payı ise yüzde 32,6’dan yüzde60,7’ye yükselir. Kamu sektörü ’86 yılı istisna olmak üzere yıllık bilanço karı artışları enflasyon oranı üzerinde reel pozitif artış gerçekleştirir. Özel sektörde benzer gelişme yaşanmıştır. Bununla yüksek oranda bilanço karının zamlardan kaynaklandığı anlaşılır. Satış hasılatı kârlılığı incelenen dönemde sürekli artar ve ’87’de yüzde 10,0’a yükselir. Öz-sermaye kârlılığı da benzer gelişme gösterir ve son yılda yüzde 56,9 olur. Kârlılık oranlarının bu derece yüksek olmasının anlamı, kâr marjının yüksek olmasıdır.
Fiyatların piyasada remi ağızla söylendiği gibi arz ve talebe göre belirlenmeyip, esas olarak toplam maliyeti belli bir oranda kâr marjı eklenmesiyle belirlenen sanayinin yapısında marjın yüksek tutulmasıyla elbette ki o anlamda bundan sermaye birikimi olumlu yönde etkilenir. Fakat  bedeli nihai tüketici, yani emekçi halk öder. Bunun da adı “sosyal adalet!”
Evet, kim için “sosyal” adalet? 
500 BF’nın öz-sermaye toplamı her yıl farklı oranlarda artar. Yapısı incelendiğinde görülen o ki, ödenmiş sermaye payı artar; ’83’te yüzde 38,9’dan, ’87’de yüzde 50,4’e kadar yükselir ve artış fonu payı yüzde 33,1’den yüzde 39,6’ya ulaşır.
Günümüzde derinleşen kriz şartlarında ödenmiş sermaye payının artması, sermaye birikiminin olumlu yönde geliştiğinin göstergesidir. Geçmişte daha çok borçlanarak finanse edilen (500 BF) kuruluşların, ekonomik krizin arttığı son yıllarda öz-sermayenin, bir anlamda sermaye birikiminin artması bir rastlantı mıdır?
Aslında artan göreceli yoksulluk, sermaye birikimi hacminin artmasının esas kaynağıdır. Bu birikimin özel sektörde kamuya göre daha fazla olduğu hesaplanmaktadır.
Ortalama brüt ücret tutarı açısından 500 BF, Türkiye geneli ile karşılaştırıldığında ’82’de yüzde 275,2 olan bu oran, ’83’de yüzde 220,8’e iner ve sonraki yıllarda sürekli artış kaydederek, ’87’de yüzde 247’ye ulaşır. Demek ki, 500 BF’da (brüt) ücretler Türkiye geneline göre daha fazla artar.
Ortalama brüt ücret tutan ile enflasyon oranı karşılaştırıldığında ’86 ve ’87 yılları dışında diğer yıllarda reel negatif artış sağlanır. Diğer yandan, ortalama brüt ücret gerçek artış ’82: 100 endeksi sürekli azalır ve ’87’de 94,3 olur.
Bunlar, artan göreceli yoksulluğun bariz göstergeleridir.
İncelenen bu dönemde, enflasyonist rant gelirleri sürekli artar ve her yılda enflasyon oram üzerinde reel pozitif artış kaydeder. Ayrıca, bu rant gelirleri gerçek değeri de (’82: 100 endeksi) benzer gelişme gösterir.
Bu yıllarda sermaye birikiminin finans kaynağı rant gelirleri artar.

Tablo 2:
GERÇEK DEĞER ARTIŞI KARŞILAŞTIRMA (1982-1987) (1982:100)
Ortalama Ücret         Verimlilik
Gerçek Artışı Endeksi     Gerçek Artışı Endeksi
1982        100                100
1983        85,7                73,2
1984        82,8                91,8
1985        81,1                95,4
1986        85,1                136,2
1987        94,3                158,0
AÇIKLAMA: Hem bu tablodaki ve hem de yazı içinde geçen bütün gerçek değer artışları,
İTO—TEFE (1963:100) 1963 fiyatlarına göre hesaplanmıştır.
KAYNAK: İSO Dergileri

Tablo 2’de görüldüğü üzere, ücret ve rant gelirleri endeksi karşılaştırıldığında çıkan sonuç, rant gelirlerinin ekonomik krizin derinleştiği ’85 sonrasında daha hızlı artmış olmasıdır.
Benzer karşılaştırma ortalama, yani kişi başına isabet eden ücret ve rant gelirleri acısından ’82: 100 endeksi incelenen dönemde ücretler ’82 düzeyine erişemez yani yüzde 5,7 gerileyerek 94,3 olurken, rant gelirleri ’87’de yüzde 101,1 artış kaydederek 201,1’e yükselir.
Anlamı: Göreceli olarak yoksulluğun artmasına karşın, sermaye birikiminin de artmasıdır.
Evet, ücretli kölelik düzeninde bu gelişmeyi artan sömürü beslemektedir.

2.5- BF’da ÜÇ BÜYÜKLER VE YABANCI SERMAYE
2.1- Yabancı Sermayeli Firmalar (1980-1985)
YASED- “Yabancı Sermaye Koordinasyon Derneği, 1980-1985 döneminde 500 BF içinde yer alan kamu ve özel sektörün işbirliği yaptığı yabancı sermayeli firmaları tek tek tespit ederek onlarla ilgili bilgileri değişik açılardan analiz yaptığı (2) halde, son iki yıldır ’86 ve ’87 yılları için benzer çalışmayı yapmamıştır. Bu tür bir çalışmayı da yapmak hayli zaman alacaktır; çünkü İSO yayınlarında firmaların hangilerinin yabancı sermayeli olduğu konusunda herhangi bilgi verilmemiştir.
500 BF içinde yabancı sermayeli olan firma sayısı ’80’de 44 iken sonraki yıllarda sürekli artar ve ’85’de 61’e kadar yükselir. Bu firmalarda çalışanlar toplamı 36,6 bin kişiden 49,3 bine çıkar. Yabancı sermayeli firmalar sayısı ve bunlarda istihdam edilenlerin artan bir trend izlediği anlaşılıyor.
Toplam öz-sermaye tutarı ’80’de 29, milyar TL.’sı iken ’83 ve ’85’de 134,6 ve 424,6 milyar olur. Bunun, BF içinde payı ’80’de yüzde 6,6 ile ’85’de 9,2’ye yükselir. Anlaşıldığı üzere bu firmalarda da 500 BF’dakine benzer gelişme ve sermaye birikiminin arttığı gözlenmektedir.
Bu firmaların bilanço kârları topla mı ’85’de yüzde 14,5 olup, sonraki yıllarda azalır ve ’85’de yüzde 11,3’e kadar geriler. Bu nispi azalışın sebebi aynı yıllarda 500 BF’nın bilanço kârının daha hızlı artmasındandır.
Bu firmaların ’80’de 188,3 milyar TL.’sı olan satış hâsılatı ’82 ve ’85 yıllarında 517,8 ve 2319,4 milyar TL.’sına yükselir. Bunların 500 BF içinde payı sırasıyla yüzde 11,0; yüzde 14,8 ve 15,0 olur. Yani artar.
Satış hâsılatının ne kadarının kâr olduğunu gösteren kâr/satış hâsılatı oranı ’80’de yüzde 9,5 iken sonraki yıllarda sürekli azalır ve ’85’de yüzde 6,5’e geriler. Bu düşüşün sebebi, yıllık bilanço kârı artışlarının satış hâsılatına göre az olmasındandır. Fakat aynı oran, 500 BF açısından incelendiğinde incelenen dönemde sürekli artar ve ’85’de yüzde 10,1’e yükselir. Yani 500 BF’nın ortalama satış kârlılığı yabancı sermayeli firmalarınkinden daha fazladır.
Öz-sermayenin ne kadar verimli kullanıldığını gösteren öz-sermaye kârlılığı oram, satış kârlılığına benzer gelişme gösterir ve sürekli azalır; ’80’de yüzde 62,1 iken ’85’de yüzde 35,4’e kadar iner.
Ortalama brüt katma değer (yani verimlilik) oranı, ’82’de 3,1 milyon TL. iken ’85’de yüzde 174,2 artarak 8,5 milyon TL.’sına yükselir. Fakat 500 BF’da aynı oran ’82 ve ’85’de 1,8 ve 4,6 milyon TL.’sı olarak gerçekleşir. Bu da göstermekte ki, yabancı sermayeli firmalar daha verimli olarak faaliyet sürdürmüşlerdir.
Bu firmaların 500 BF ihracatında payı ’83’de yüzde 12,4 iken ’85’de yüzde 13,1’e yükselir. Brüt katma değerinde ihracat pay aynı yıllarda yüzde 50,4’den 59,8’e geriler. Fakat bu dönemde 500 BF’nın brüt katma değerde ihracat payı yüzde 50’ler üzerindedir.
İncelenen 1980-85 döneminde kamu ve özel sektörün işbirliği yaptığı yabancı sermayeli firmaların 500 BF içinde öz-sermayeye tutan yüzde 6,6’dan 9,2’ye ve satış hâsılatı da yüzde 11,0’den 15,0’e yükseldiği halde, bilanço kârı yüzde 14,5’den 11,3’e kadar iner. Satış ve öz-sermaye kârlılığı da azalır. Çünkü satış hâsılatının artmasına karşın bilanço kârı azalmıştır. Fakat kişi başına brüt katma değer yani verimlilik açısından 500 BF ile karşılaştırıldığında, bu firmaların daha verimli çalıştıkları anlaşılır. Demek ki bu artışta, satış hâsılatının artmasına neden oluyor. Ayrıca brüt katma değerde ihracat payının az da olsa gerilemesinin anlamı, dış pazara göre iç pazarın cazip olmasıdır. Fakat 3BH’ye göre daha fazla ihracata önem verdiği görülüyor.

Tablo 3:
GERÇEK DEĞER ARTIŞI KARŞILAŞTIRMA
TOPLAM (1982-1987) (1982:100)
Toplam Brüt Ücretler        Toplam Rant
Gerçek Artışı            Gelirleri Gerçek Artışı
1982    100                100
1983    105,6                110,5
1984    97,7                127,4
1985    103,4                177,9
1986    111,2                206,3
1987    161,8                261,1
KAYNAK: İSO Dergilerı

2.2- Üç Büyük Holding-3 BH (1985-1987)
İSO’nun yaptığı ve yayınladığı 500 BF içinde üç büyüklere yani İş Bankası, Koç ve Sabancı Holdinge (3BH) bağlı firmalar toplamı, son üç yılda (yani ’85-’87 arası) 57; 56 ve 60’dır. Bu, genel toplam içinde Koç 71 ile ilk sırayı alırken, Sabancı 35 firma ile sonuncudur.
3BH’nin çalışanları toplamı 59,0 binden 71,0 bine kadar yükselir ve bunlar 500 BF’ya oranlandığında yüzde 9,2 ve 10; özel sektör (bu 3BH incelenmesinde özel sektör, 500 BF’da yer alan özel sektör firmaları toplamıdır) için aynı oranlama yapıldığında yüzde 22,0 ve 23,7 bulunur. Bu 3BH içinde İş Bankası payı yüzde 40’lar kadarken, Koç’unki yüzde 35’ler kadardır.
Adı geçen 3BH’in satış hâsılatı ’87’de ’85’e göre yüzde 148,1 artarak 4,1 trilyon TL.’sına ulaşır ve bu iki yılda 500 BF içinde bunların payı yüzde 10,6’dan 12,7’ye yükselir. Fakat aynı oranlama özel sektörde yüzde 23’ler civarındadır. 3BH içinde satış hâsılatı yüzde 40’lar ile Koç birinci olup, bunu yüzde 30’lar ile İş Bankası izler. Fakat firma başına düşen ortalama satış hâsılatı 500 BF’da ’85 ve ’87 yıllarında 30,9 ve 64,3 milyar; özel sektörde 17,6 ve 42,3 milyar TL.’sı iken, 3BH ise 28,9 ve 68,2 milyardır. Yani 3BH’in ortalaması, genelinde 500 BF ve özel sektör ortalamasından fazladır.
3BH’in brüt katma değer toplamı ’85’de 422,2 milyarken, ’87’de 1274,7 milyar TL.’sına ulaşır. Bu 3BH’in brüt katma değer toplamı 500 BF ve özel sektör içinde payı yüzde 14’ler ve 28’ler kadardır. 3BH’in genele göre özel sektör katma değerde payı, hayli büyüktür. Firma başına isabet eden brüt katma değer ’85 ve ’87 yıllarında 500 BF’nın 5,9 ve 18,2 milyar; özel sektörün ki 3,8 ve 11,1 milyarken; 3BH’in ki 7,4 ve 21,2 milyar TL.’sidir. Görüldüğü üzere bu ortalama özel sektöre göre yaklaşık yüzde 100 daha fazladır. Çalışan her bir kişiye düşen ortalama brüt katma değeri (verimlilik), hem 500 BF ve hem de özel sektöre göre 3BH’inki daha büyüktür. 3BH’in öz-sermaye toplamı ’87’de ’85’e göre yüzde 140,5 artarak 847,1 milyara yükselir ve bunun 500 BF’ya oranı yüzde 10,0 iken, bu oran özel sektörde yüzde 28,9’dur. Holdingler içinde ilk sırayı İş Bankası alırken, Sabancı sonuncudur. Fakat üç yıl içinde öz-sermaye artış hızı bakımından ile sıra, Koç grubundur.
’85’de 126,2 milyar olan 3BH’in bilanço kârı, ’87’de 423,7 milyar TL.’sına yükselir. Her iki yılda 3BH’in 500 BF’ya oranı yüzde 9,5’den 20,8’e çıkar. Aynı oranlama yine ’85 ve ’87 yıllarında özel sektör içinde yüzde 29,1 ve 34,3 olarak bulunur. Bilanço kârı yıllarında özel sektör içinde yüzde 29,1 ve 34,3 olarak bulunur. Bilanço kârı toplamında ilk sıra Koç’a aittir.
3BH’in satış kârlılığı ’85’de yüzde 7,6 iken ’87’de 13,3 olur; bu holdinglerin satış kârlılığı, son iki yılda 500 BF oranından daha fazladır, benzer durum özel sektör satış kârlılığı içinde geçerlidir.
Öz-sermaye kârlılığı yüzde 35,8’den 64,5’e kadar çıkar ve bu oranlar, 500 BF ve özel sektör için bulunan oranlardan çok yüksektir. Bu anlamda, 3BH öz-sermayesini daha verimli kullandığı sonucu çıkar.
3BH ihracat açısından incelendiğinde İş Bankası ilk sırayı alırken, Sabancı ikincidir, 500 BF’nın sanayi ihracatı içinde 3BH’in payı yüzde 15’den 18’e kadar yükselir. Aynı yıllarda 500 BF’nın Türkiye genelinde ihracatta ki payı yüzde 46,6’dan 45,1’e geriler. 3BH’in sanayi ürünleri ihracatının brüt katma değerde payı, yüzde 56,8’den 45,6’ya iner. 500 BF’nın aynı oranı benzer gelişme gösterir ve azalır. Yani ihracat “patlamasına” karşın 3BH için iç pazar, dış pazara göre daha çok önem kazanır. Hem 500 BF ve hem de 3BH’nin brüt katma değerde sanayi ürünleri ihracatı payı azalan bir trend izler. Peki, ihracat kimin için cazip? Ya da ihracat içinde “hayali” sanayi ürünleri payı mı artıyor?
3BH’nin 500 BF içinde istihdam ve brüt katma değer payı yüzde 10 ve 14’ler kadardır. Firma başına ortalama brüt katma değer açısından karşılaştırıldığında 3BH’inki, özel sektöre göre yüzde 100 daha büyüktür. İşte bunun sonucu olarak 5BH-Firmaları özel sektör firmalarına göre daha veremli faaliyet sürdürürler. Diğer bir deyişle, 3BH’in çalışanları daha üretkendir. Verimliliğin artışına karşın, toplam ücret ödemeleri ve amortisman tutarı bilgileri eksikliğinden, sömürü oranı hesaplanamadı. Ayrıca 3BH’in satış hâsılatı ve bilanço kârı artışları 500 BF ve özel sektörünkinden daha fazladır. Bu sebeple, artış hâsılatı içinde kâr payını gösteren satış kârlılığı ile öz-sermayenin verimliliğini gösteren öz-sermaye kârlılığı oranları açısından karşılaştırıldığında 3BH’inki, 500 BF ve özel sektöre göre daha büyüktür.
Yapılan analizlerden çıkarılacak önemli bir sonuç, derinleşen kriz şartlarında, sermayenin yoğunlaşmasına bağlı olarak, tekelci eğilimlerin arttığı yönündedir. Nitekim 3BH’in ’87 yılı itibariyle özel sektörde payı istihdamda yüzde 23,7; satış hâsılatında yüzde 23,3; brüt katma değerde yüzde 28,1: öz-sermayede yüzde 28,9 ve bilanço kârında yüzde 34,3 olup, önceki yıllara göre artan bu oranların anlamı, güçlenen tekelciliktir. Belirtilen yönlerden karşılaştırmayı sadece 3BH açısından değil de sayının on ya da en fazla 25’e çıkması halinde, yukarda bulunan sonuçların etkinlik boyutunun daha da artacağı tahmin edilebilir.
1985 yılı itibariyle 3BH’in ve 25BH’in özel sektörde payları, satış hâsılatında yüzde 23,8 ve 53,0; istihdamda yüzde 22,0 ve 48,0; brüt katma değerde yüzde 26,0 ve 53,0 ve de bilanço kârında yüzde 29,1 ve 58,0’dır. (3)
3BH’in ’85’e göre ’87’de etkinliğinin artmasına benzer gelişme 25BH için de düşünülürse, çıkarılacak sonuç, tekelciliğin boyutunu daha bariz gösterecektir.

3- 500 BF’da ARTI-DEĞER/SÖMÜRÜ ORANI ÜZERİNE BİR DENEME
Günümüz kapitalizmde, ücretli işçinin çalışma süresi yani işgünü, gerekli çalışma süresi ile artı/fazla ya da ek çalışma süresinden oluşur. Buna uygun olarak işçinin emeği de gerekli ve artı-emek olarak ikiye ayrılır. Emek-gücü sahibi ücretlinin kendisini yeniden üretmesinde ya da bir başka anlatımla işçi, gerekli çalışma süresinde iş gücünün değerine eşit bir değer yaratırken, buna karşılık artı-çalışma süresinde ise hiçbir değer karşılığı olmadan burjuvazi/kapitalist tarafından karşılıksız el konulan artı-değeri üretir.
“İşçinin, emek-sürecinin bir kısmında yalnızca kendi emek-gücünün değerini yani yaşaması için gerekli tüketim araçlarını ürettiğini… İşgücünün bu yeniden-üretimin yapıldığı kısmına ben “gerekli” emek-zamanı ve bu sürede harcanan emeğe “gerekli”-emek diyorum… Emek sürecinin, emeğinin artık gerekli olmadığı ikinci dönemi boyunca da işçinin çalıştığı ve emek-gücü harcadığı doğrudur, ama onun emeği artık gerekli-emek olmadığından kendisi için bir değer yaratmaz. Bu dönemde, kapitalist için, hiç yoktan yaratmanın bütün güzelliklerini taşıyan artı-değeri yaratır. İşgücünün bu kısmına ben artı-emek zamanı ve bu zaman da harcanan emeğe artı-emek adım veriyorum.” (4)
Değerin kaynağı işgücünün tüketimidir.
Bu anlamda artı-değerin üretilmesi, emek gücünün yani ücretli işçinin kendi değeri karşılığının üretilmesinin sona erdiği andan itibaren devam ettirilmesidir.
3.1- Sömürünün Tarihçesi
Köleci ve feodal toplumlarda üreticinin yani çalışanın sömürülmesi, ayrıca onun sömürü için çalışmaya açıkça zorlanması yani ekonomi dış zor uygulanması biçimindeydi. Adı geçen toplumlarda köle sahipleri ya da feodal beylerin köleler yahut serflerin sırtından yaşamış oldukları gayet belirgindi. Çünkü bu çalışanlar kesiminin alınıp-satılması ve hatta öldürülmesi sisteminin normal işleyişiydi.
Fakat günümüzde ücretli kölelik düzeni/kapitalist toplumda sömürü ise, hâkim üretim ilişkileri meta-para ilişkileri ağıyla gizlenmiştir. Şöyle ki; ücretli işçi ile kapitalist hukuken “eşit” haklara sahip ve “özgür” olduğu, kişisel bağımlılık ilişkilerinin “bulunmadığı” görünümündedir. Bu aldatıcı görüntü altında, kapitalist üretimin amacının artı-değer yaratmak olduğunun biçimsel “hukuki eşitliğin” arkasındaki derin ekonomik eşitsizliği ortaya çıkarmak gerekiyordu. Bu durumun aydınlatılması/açıklanması, işçi sınıfının iktidar mücadelesinde son derece önemlidir.
3.2- Ücretli Kölelik Düzeyinde Sömürü Analizi.
Üretim süresinde işlev gören sermaye, üretim araçlarında (bina, makineler yakıtlar vs.) maddeleşen değişmeyen ve işgücü harcamalarına ayrılan değişen sermayeden oluşur. Sermayenin bu iki bölümü değerlenme sürecinde farklı fonksiyonlar üstlenirler.
Üretim araçlarının değeri sadece onların katılmasıyla yaratılan yeni kullanım değerlerine aktarılır. Bunun büyüklüğü üretim sırasında değişikliğe uğramaz, yani yeni bir değer yaratmasından bahsedilemez. Diğer bir anlatımla, sermayenin üretim araçlarına harcanan ve üretim süreci içinde hiçbir değer değişikliğine uğramayan girdiler ve üretim araçları aşınma payından (amortismandan) oluşur. Ve buna değişmeyen sermaye (C) denmektedir.
Sermayenin üretim araçları, hammadde, yardımcı malzemeler vs. temsil edilen kısmı, üretim sırasında “nicel bakımdan bir değer değişimine” uğramadığı için sermayenin bu değişmeyen kısmına “değişmeyen sermaye adını veriyorum” (5)
Özal’ın izlediği enflasyonist politika, emekçileri göreceli olarak yoksullaştırırken, enflasyonist rant gelir sahiplerini yani kapitalistleri besleyen bir katalizör görevi görmektedir.
Emek-gücünün satın alınmasında kullanılan sermayenin bu bölümü büyüklüğü üretim sürecinde değişir; çünkü işgücünün tüketimi sırasında ücretli işçiler işgüçlerinin satın alınması için harcanmış değerden daha fazla bir değer yaratırlar. Başka söyleyişle sermayenin emek-gücü gelirine ayrılan kısmı, hem kendi değerine eş bir değeri tekrar yaratır (ödenmiş emek) ve hem de üretim sürecinden artık emek üretmek suretiyle çoğalan hacimle (ödenmiş emek), yani değeri değişerek çıkar. İşte bu yüzden değişen sermaye (V) denilmektedir.
Sermayenin emek-gücü tarafından temsil edilen kısmı, üretim süreci sırasında kendi değerinin eşdeğerini yeniden ürettiği ayrıca birde değişen koşullara göre az ya da çok olabilen bir fazlalığı yani bir “artı-değeri de ürettiği” için bu kısma “değişen sermaye diyorum” (6)
“Kapitalistin emek-gücünü kullanmak için emekçiye ödediği paranın, emekçiye geçim araçlarının genel eşdeğeri biçiminde ne fazla ne de eksik olduğunu daha önce de gösterdik (1. cilt kastediliyor). Bu bakımdan değişen sermaye, öz olarak geçim araçlarım kapsar… Kapitalist emekçinin geçim araçlarını değil, emek-gücünü satın alır… Emek-gücü karşılığında aldığı parayı geçim araçlarına dönüştüren emekçinin kendisidir ve bunu, geçim araçlarını tekrar emek-gücüne dönüştürmek, yaşamını sürdürmek için yapar… Emek-gücünün, o, belli bir fiyata ve bu fiyatın bir kısmının da geçim araçları olarak eline geçeceği düşüncesiyle satar.” (7)
Değişen sermaye, üretim süreci içinde büyüklüğü değişen üretim sermayesinin bir kışını olup, işçilerin çalıştırılması için harcanır ve onlara, ücret olarak ödenir. Bu tanımlama gereği, emekçinin ihtiyaçlarını gidererek kendini yeniden üretebilmesi için gerekli olan ücretin brüt mü? net mi? kavranılması gerektiği sanırım gündeme gelir. Eğer emekçinin eline geçen kavranıyorsa, ücretin net olarak anlaşılması gerekir. Ki sanırım doğrusu da budur. Fakat kapitalist açıdan işçinin maliyeti daha geniş anlamı içerir ve bu da brüt ücrettir. Yani değişen sermayenin işçi ve kapitalist -iki- taraf açısından görünümü bu anlamda farklıdır. Çünkü sistem kendince belirlediği mevzuat gereği işçinin geliri ücretten pek çok gerekçelerle (vergi, SSK primi, zorunlu tasarruf fonu vs.) kesinti yapılmaktadır. Nitekim ilerde verilen üç örnekten ikisinde değişen sermaye tutarı ödenen ücretler toplamı olarak gösterilir.
Değişen sermaye, gerekli çalışma sürecinde gerekli emek tarafından yeniden üretilir. Artı-değer (S) ise, artı çalışma süresinde artı emek tarafından üretilir. Bir başka anlatımla artı-değer, emek-gücünün kendi değerini (V) ürettikten soma fazladan ürettiği artıktır (S).
Bu halde, üretilen metaın değeri = C + V + S; yani, metaın üretimi sırasında kullanılan üretim araçlarının aktarılan değeri (C) ile yeni harcanan ödenmiş (değişen sermaye-V) ve ödenmemiş (artı-değer, S) emeğe eşit olan yeni değerin toplamıdır. Bu anlamda V + S, yeni yaratılan değerdir. Görüldüğü üzere artı-değer/ödenmemiş emek ile değişen sermaye/ödenmiş emek arasında yakın ilişki vardır. Değerler bakımından artı-değerin değişen sermayeye oranına (yani S/V) artı-değer/sömürü oranı denilmektedir.
8 SAATLİK ÇALIŞMA SÜRESİ YARATILAN TOPLAM DEĞER
2 saat geçerli                6 saat art
Çalışma süresi            çalışma süresi

İşçinin kendisi                İşçinin kapitalist
İçin çalıştığı süre            için çalıştığı süre

Ödenmiş emek            Ödenmemiş emek

Ücret (V)                Artı-değer (S)

“Değişen sermayenin değerindeki bu nispi artışa ya da artı-değerin nispi büyüklüğüne, ben ‘artı-değer oranı’ adını veriyorum… Artı-değer oranı… işçinin kapitalist tarafından sömürülme derecesinin tam ve kesin ifadesidir.” (8)
Diğer yönden, emek gücü kullanımı ya da değerlerin üretildikleri zaman süreci açısından bu oran, artı-emek süre sinin gerekli-emek süresine bölüşüme eşittir.
ARTI-DEĞER              ARTI-EMEK
ARTI-DEGER ORANI =   —————————-     =   ———————–
DEĞİŞEN SERMAYE        GEREKLİ EMEK
Her iki orantı da, “aynı şeyi değişik biçimlerde ifade ederler; birinde somutlaşmış, maddeleşmiş emek, diğerinde canlı, akıcı emek biçiminde.” (aynı yerde bir dipnot) “Artı-değer oranı, emek-gücünün sömürü derecesini gösteren kesin bir ifade olmakla birlikte, sömürünün mutlak büyüklüğünü hiç bir zaman ifade edemez. Örneğin, gerekli-emek = 5 saat ve artı-emek = 5 saat ise, sömürü derecesi yüzde 100’dür. Sömürme büyüklüğü burada 5 saat ile ölçülmüştür. Oysa gerekli -emek = 6 saat olsaydı, sömürme derecesi gene eskisi gibi yüzde 100 olurdu, ama fiili sömürü miktarı yüzde 20 artmış olurdu, yani beş saatten altı saate çıkardı.” (9)
3.3- Artı Değer Oranını Hesaplama Yöntemi
Artı-değer oranını yukarda açıklanan biçimde bulmaya yönelik çalışmanın esasını emek-değer oranını yukarda açıklanan biçimde bulmaya yönelik çalışmanın esasını emek-değer teorisi oluşturuyor. Buna göre, bütün meralarda var olan ve onları birbiriyle değişir kılan ortak nesne, emektir. Diğer bir deyişle değerin kaynağının emek olduğunu açıklayan bir teoridir. Yani metalar emek ürünüdür. Ama burjuva ekonomi politiği ise, üretime katılan her bir faktör değer yaratır demektir ve bu sömürüyü gizleyen bir açıklamadır; emek kendi faaliyetinin, sermaye kendi faaliyetinin karşılığını aldığı için bir faktörün payı diğerine geçmez. Fakat öyle mi? Hiçte değil.
Metalarda maddeleşen emek, değerin özüdür. Onun için metaın değerinin büyüklüğü onun üretilmesi için gerekli emek miktarına bağlıdır ve bunun ölçüsü, bir anlamda da değerin de ölçüsü emek süresidir.
Buna göre metanın değerini o metaın üretimi için harcanan emek miktarı belirler.
Ürünün toplam değerinin (C + V + S) alır ve bundan görünen değişmeyen sermaye sıfıra eşitlendiğinde, geriye kalan meta üretimi sürecinde yaratılan biricik değerdir. “Eğer artı-değer miktarı verilmişse, değişen sermayeyi bulmak için yapılacak tek şey bu artı-değeri geriye kalan değer-üründen çıkarmaktır.” Şayet değişen sermaye verilmişse ve artı-değeri bulmak istiyorsak, “işlemi ters yönden yaparız.” Her ikisinin de verilmesi halinde, artı-değeri değişen sermayeye oranını hesaplamak kalıyor. (10)
Sermayenin üretim süreci incelenirken, üretici sermayenin, artı-değer yaratılmasından aldıkları fonksiyonlara göre değişmeyen ve değişen sermayelere ayrıldığına değindim.
Ayrıca da yaratılan sermayenin üretim ve dolaşım alanından geçerek artı-değerle geri gelme evresi, sermayenin dönme süreci olup, işte bu oluşumda üretici sermaye sabit ve döner sermaye şeklinde ayrılır. Sermayenin üretim alanında bulunduğu süre üretim süresiyken (işte değer ve artı-değer bu dönemde yaratılır), dolaşım alanında bulunduğu süre de dolaşım süresi olup, bu da; metaların üreticiden alıp pazarına götürmesi süresini, metaların stok edilme süresini ve satın alma ve satış sürelerini kapsar. Bu anlamda bu süre ne kadar uzarsa, sermayenin dönme hızı o kadar düşük olur ve o kadar çok sermaye yatırılması gerekir. Aksi de doğrudur. Yani sermayenin dolaşım alanında uzun süre kalması (alacakların zamanında tahsil edilmesi v.s) sermayenin üretim alanından almasını engeller (nakit sıkıntısı doğar). Bunun anlamı, değer ve artı-değerin dolaysız üretiminde o kadar az sermaye vardır anlamına gelir. Bu sebeple, kapitalist dolaşım süresini kısıtlamaya ve bu sayede sermayenin dönmesini hızlandırmaya bir yönüyle de üretici sermayeyi büyütmeye ve dolaşım maliyetlerini düşürmeye çalışır.
Günümüzde firmanın durumunun ne olduğunu öğrenmek açısından, mali tabloların analizinde kullanılan teknikler şunlardır:
1- Firmanın kısa vadeli borçlarını ödeme gücünü ölçmek, işletme sermayesinin yeterli olup olmadığını saptayabilmek için likidite oranları kullanılmaktadır.
2- Firmanın faaliyet sonucu zarar etmesi, aktiflerin değerinin düşmesi veya gelecek yıllarda tahmin edilen tutarda fon/kaynak yaratamaması halinde söz konusu firmanın, uzun vadeli yükümlülüklerini yerine getirip getirmeyeceği konusunda bilgi veren, mali bünye/finansal yapı oranlarından yararlanılmaktadır.
3- Firmanın dönem sonu kârının yeterli olup olmadığı konusunda, kârlılık oranları hesaplanmaktadır.
4- İktisadi varlıkların/aktiflerin kullanılışı ile ilgili aktivite oranları, yukarda sermayenin dolaşım süresiyle ilgili yapılan analizler bu tür oranlarla hesaplanmaktadır. Çıkan sonuçlar da ona göre yorumlanmaktadır. Alacakların paraya dönüşüm çabukluğu denilen alacak devir hızı, firmanın alacaklarının tahsil süresini ve likiditesini gösteren önemli bir ölçüdür. Bir başka analiz yöntemi de, firmanın öz sermayesinin ne ölçüde verimli kullandığını gösteren, satışlar/öz sermaye yani öz-sermaye devir hızı, 500 BF’da ’85 sonrasında sürekli artarak ’87’de 3,78’e yükselmiştir. Bu yükselme satışların, öz sermayeden daha hızlı artığını göstermektedir.
Sabit sermaye: Üretken sermayenin değerini bir üretim döneminde değil, birçok üretim döneminde, parça parça ürün değeri içine aktaran kısmıdır. Bir başka anlatımla, değerini bir üretim döneminde ve tamamen değil, birçok üretim döneminde parça parça ürün değeri içine katılır; bina, fabrika tesisleri, makineler ve aletler gibi.
“Üretim araçlarına yatırılan sermaye-değerin bir kısmının, sabit sermaye niteliğine sahip bulunmasını belirleyen şey, salt bu değerin kendine özgü dolaşım biçimidir. Bu belirli dolaşım biçimi, emek aletlerinin değerini ürüne aktardıkları ya da üretim süreci sırasında değer yaratıcısı olarak hareket ettikleri belirli biçimde doğar” der Marx ve devamında ürünü sabit sermaye yapan şeyin üretim sürecinde emek aleti olarak işlev yapması ve bu aletlerin dayanıklılığı ile sabitlik derecesinin arttığını ve “değerin aşınıp yıpranmasıyla maddi biçimini kaybeden kısmı, ürünün değerinin bir kısmı olarak” dolaştığını belirtir.” (11)
Döner sermaye: Değeri sadece bir üretim dönemi içinde tamamen ürün değeri içine katılır ve üretilen metaların satılmasıyla tamamen (ve fazlasıyla) kapitaliste geri gelen sermaye kısmıdır. Ham ve yardımcı maddeler, yakıt vs. gibi değişmez sermaye unsurlarıyla ücretleri, yani değişen sermayenin tamamım kapsar.
“Üretken sermayenin geri kalan öğeleri, kısmen, yardımcı ve hammadde olarak var olan değişmeyen-sermaye öğelerini, kısmen de emek-gücüne yatırılan değişken-sermaye öğelerini içerir” diye sabit sermaye karşısında, “döner ya da akıcı sermaye” olarak tanımlar, Marx ve devamında değişmeyen sermayenin yardımcı ve hammaddeleri kapsayan kısmının değeri, tıpkı sabit sermayede olduğu gibi ürünün değerinde “yalnızca aktarılmış değer olarak” tekrar ortaya çıktığı halde, emek-gücü ürüne kendi değerinin değerini “fiilen yeniden üretir” diye açıklar. (12)
Anlaşıldığı üzere, sabit sermayenin bir kere değerini tamamen üretilen ürünler değeri içine aktarılması için geçecek süre içinde, döner sermaye birçok kereler devreder.
Döner sermayenin üretilen metaların satışından sonra tamamı ve fazlasıyla kapitaliste geri gelir. Bunun aynen geri gelen kısmı değişmeyen sermayenin döner sermaye kısmıdır. Ve fazlasıyla geri gelen kısmı ise, emek gücünü kullanmak için yapılan harcamalar olup, döner sermayenin bu kısmı, kapitaliste bir artı-değer ilavesiyle geriye gelir.
Üretim sürecine giren döner sermaye, bütün değerini ürüne aktarır ve bunun için üretimin aksamasız yürümesi, metaın/ürünün satışıyla, sürekli “aynı olarak yerine” konulması gerekir. Fakat sabit sermaye, değerinin ancak bir (aşınan ve yıpranan) kısmını ürüne aktarır ve buna rağmen, üretim sürecinde fonksiyonunu devam ettirir. Bu sebeple uzun süre geçmedikçe döner sermaye kadar sık bir biçimde aynı olarak yerine konmasına gerek yoktur. (13)
Döner ve sabit sermaye nitelendirilmesine göre, satılan ürünün unsurları:
1- Sabit sermayenin ürünü değeri içine katılmış bulunan kısmı yani aşınma payı/amortisman (C,).
“Aşınma ve yıpranma” her şeyden önce bir kullanımın sonucu olup, bununla yani sabit sermayenin kullanılmak suretiyle, kullanım-değerindeki “ortalama kaybı oranında” yavaş yavaş ürüne aktardığı değer anlatılmak istenmektedir. Zaten sabit sermayenin aşınan ve yıpranan kısmı, ürüne aktardığı “değer kısmını” içerir. (14)
2- Döner sermaye değeri, değişmeyen sermayenin döner sermaye kısmı (C2) ve ücretler (V).
3- Artı değer (S)
Değişmeyen sermaye, C = C1 + C2
Toplam metanın değeri = C + V + S
Yaratılan değer = V + S

Artı-değer oranıyla ilgili örnekler (değer = fiyat varsayımı): (15)
1. Örnek: Verilerin kısaca dökümü:
Haftalık diğer hammadde    342 sterlin
Amortisman            20 sterlin
Kira                6 sterlin
Kömür                4,5 sterlin
Gaz vs.            5,5 sterlin

Değişmeyen sermaye (C) =     378 sterlin Haftalık değişen
sermaye/ödenen ücret (V) =     52 sterlin
toplamı             430 sterlin
Haftalık ürün
değeri/çıktı/hasıla            512 sterlin
Toplam = C + V + S
512 = 378 + 52 + S
S = 82 sterlin

Varsayım: Ürünün değerinin değişmeyen kısmını yani C’yi, yeni değerin yaratılmasında bir rol oynamadığı için “sıfıra eşitliyoruz”. Yani C = 0.
Bu durumda:
Yaratılan değer =     V + S
52 + 82 = 134 sterlin
Artı-değer oranı = 10 saat
Artı-emek süresi: 6 saat 12 dk.

2. Örnek:
Tohum 1 sterlin 9 şilin
Gübre 2 sterlin 10 şilin
Değişmeyen sermaye (C) 3 sterlin 19 şilin
Değişen sermaye/ücret (V) 3 sterlin 10 şilin
Ondalık ve vergi 1 sterlin 1 şilin
kira 1 sterlin 8 şilin
Kâr ve faiz 1 sterlin 2 şilin
Artı-değer (S) 3 sterlin 11 şilin
Yaratılan değer = 6 sterlin 21 şilin
Artı-değer oranı = % 100’den fazla

3. Örnek (16)  1908 yılı verilen
Ödenen ücret toplamı = 555,7 milyar ruble
Kapitalistler kârı = 568,7 milyar ruble
Çalışanlar = 2.254.000 kişi
Ortalama ödenen ücret (kişi) = 246 ruble
Ortalama kâr payı (kişi) = 252 ruble
Artı-değer oranı = 252/256 = 102,4
Önemli Not: 1. ve 3. örnekte değişen sermaye ÖDENEN ÜCRET toplamı olarak alınmasıyla vurgulanan, işçinin eline geçen net tutar olduğu kanısındayım.
3-4-Artı-Değeri Artırma Yollan
Kapitalizmin artı-değeri artırabilmek için kullandığı en belirgin yol işgünü-nün uzatılmasıdır. Hatırlanacağı gibi, ücretli işçinin işgünü gerekli ve artı-emek süresinden ibarettir: 8 saat olan işgününün 4 saati gerekli ve diğer 4 saati artı-emek süresi olsun. Gerekli-emek süresinin aynı kalması halinde işgününün 2 saat daha uzatıldığı varsayılırsa, o zaman artı-emek süresi 6 saat olur. Görüldüğü üzere artı-emek süresi bununla da artı-değer mutlak olarak artmıştır. Bu anlamda sömürü oranı da artmıştır; eskiden 4/4= yüzde 100 iken, 6/4 = yüzde 150 olur. Yani yüzde 50 artış söz konusudur.
Şu da açık ki, işgününün bu tarzda da uzatılmasının mutlak bir sınırı vardır. Ayrıca günümüzde işgününün kısaltılması mücadelesi dikkate alınırsa, artı-değer oranının yükseltilmesinin oldukça dar sınırlarla karşılaştığı hatırlanabilir. Fakat yaşam hiç de öyle değil; çünkü, kapitalistler, artı-değer oranının aynı zamanda verili bir işgünü süresinde gerekli -emek süresini kısaltıp buna uygun olarak artı-emek süresini artırabilir. Yani emek verimliliğinin yükselmesi, çalışan kişi başına ürünün/hasılanın artmasıdır. Bununla gerekli-emek süresinin kısaltılması ve buna uygun olarak artı-emek süresinin uzatılması sonucu oluşan artı-değer, nispi artı-değer denir. Yukarıdaki örnekte gerekli -emek süresinin 4 saatten 2,5 saate inmesi halinde, işgünü yine 8 saat olduğu halde sömürü oranı 5,5/2,5 = yüzde 220’ye yükselmektedir.
Ücretli işçinin sömürülmesi oranı, aynı emek verimliliğinde işgünün uzatılmasıyla (mutlak artı-değer) ya da işgününün uzatılmayıp emek verimliliğinin yükseltilmesiyle (nispi artı-değer) artırılır
3.5- 500 BF’da Artı-Değer/Sömürü Oranı
Elimizdeki istatistikî veriler burjuva ekonomi politiğin tezlerine göre belirlenmiştir. Bu sebeple, artı-değer oranını hesaplamak bakımından yapılacak işlemlerde, bazı varsayımlara başvurmak zorunda kalınacaktır. Öz olarak emek-değer kuramı üretici emeğin ürünlerinin toplamını esas aldığı halde, burjuva ekonomi politiği üretici emek olmayan hizmetleri de yaratılan katma değer toplamına dâhil etmektedir. Bu anlamda brüt katma değer hesabında, yıl içinde üretilen mal ve hizmetlerin toplamı dikkate alınmıştır. Toplam, dolaylı vergileri (KDV, vs.) ekleme/toplama ve sübvansiyonları (vergi iadesi KDV iadesi) çıkarma suretiyle üretici fiyatlar açısından brüt katma değer bulunmaktadır. Ya da şöyle söylenebilir; net katma / yaratılan değer (faktör fiyatlarıyla) ve amortismanlar toplamına, devletin keyfi olarak belirlediği oranlarda uygulanan mal ve hizmet fiyatlarına yapılan (yüzde 10 KDV gibi) dolaylı vergiler (aslında fon kesintileri de bu tür bir vergi olarak dikkate alınmalıdır) ile yine özel sermayeyi / sektörü / kapitalisti destek anlamında uygulanan sübvansiyonlar eksi yönde etkiler. Nitekim incelenen dönem, ’82 ile ’87 yılları arasında ’83 ve ’85 yıllarında, sübvansiyonlar toplamı dolaylı vergiler toplamından daha büyük olması anlamında, devlet dolaylı vergi olarak aldığından daha çoğunu vermiş olduğu sonucu çıkmaktadır. Aslında emek-değer teorisine göre vergi de karşılığı ödenmemiş emek olması sebebiyle, artı değerin bir parçasıdır.
Şayet brüt katma değer verilmemiş olsaydı, şöyle bir çalışma yapmak gerekecekti:
Katma değer, ürünlerin nihai değeri / çıktılar ile başlangıçtaki değeri / girdiler arasındaki farka eşittir.
1. Katma Değer = Çıktılar – Girdiler Çıktılar, bir yönüyle başlangıçtaki değeri yani girdileri diğer yönüyle de, dağıtılan kârlar ve ücretlerden oluşan yeni değerden meydana gelir.
Girdiler, üretim esnasında yapılan harcamalardır.
2. Katma Değer = Aşınma payı (amortisman) + İşçi ücretleri + Artı-değer
Demek ki, İSO verilerinde brüt katma değer (üretici fiyatlarıyla verildiği için, 2. denklem kullanılarak, artı-değeri bulmak mümkün olacaktır. Dolayısıyla artı değer oranı da bulunabilir.
Oluşan bu artı-değer, ekonomide hâkim bölüşüm ilişkileri gereği olarak kâr, faiz, kira ve vergi olarak paylaşılır. Zaten İSO’nun çalışmasında da böyle bir paylaşımın toplamı olarak, katma değer miktarı bulunmuştur.
Bulunan sonuçlar, genel eğitimi açıklayan ya da trendi belirleyen tahmini değerler olacaktır.
Döner sermayenin değişen kısmı ücret ödemeleri kapsamı belirgin olmayıp maaş-ücret gelir sahibi olan herkes mavi ve beyaz (teknik/idari personel) yakalıların tümünü kapsadığı anlaşılmaktadır. Ayrıca yalnızca aylığının maaş olması dışında ücretlilerle ortak yönlü olmayan şirket müdürleri, yönetim kurulu üyeleri ve yüksek kademedeki devlet memurları da bu kapsama dâhil edilmiştir. Ulusal gelir hesaplamalarında da yine bu kesim ücretliler içinde gösterilirler. Nitekim bunlar milyarder ücretliler (17) diye tanımlanmışlardır. Ve bunlar, 24 Ocak ve artı 12 Eylülün kerameti sayesinde bu derece gelişebilmişler, prim ve yan gelirler hariç genel müdürlerin yıllık geliri 100-950 milyon TL arasındayken, genel müdür yardımcılarının ki ise 80-100 milyon TL.’sı kadardır. Ve bu miktarların ’89’da yüzde 70-100 arası artacağı belirtiliyor. Ücret sıralamasında bankacılık sektörü ilk sırayı alırken bunu dış ticaret takip etmekte ve en altta sanayi ve tarım yer almaktadır. Bu kadar yüksek gelir sahibi kişilerin işçi sınıfı ile aynı gelir grubu (yani biçimsel anlamda, aylık maaş/ücret almaları gibi) içinde bulunmaları dışında, üretimdeki konum itibariyle hiçbir ortak yönleri bulunmamaktadır. Öyle işyerleri vardır ki, birkaç yöneticiye verdikleri yıllık ücret toplamı çalışan 100’e yakın işçinin yıllık toplum ücretlerine eşit düzeydedir. Buna rağmen ikisi de aynı gelir grubu içersinde değerlendiriliyor.
Ayrıca günümüzde hükümetin icraatları sonucu, konut edindirme fonu ya da zorunlu tasarruf fonu gibi uygulamalar da ücret tutarlarını şişiren kalemler olmaktadır. İşverene çalışanın maliyetini artıran bir başka etmenlerdir.
Ek olarak, hem değişen sermayenin tanımından ve hem de artı-değer oranıyla ilgili örneklerden hareketle, toplam ayni ve nakdi tutarların toplamı olan brüt ücretlerden mevzuat gereği (genelinde, brüt ücret/maaş toplamı, çalışanı sigortalı kabul edip ona göre) zorunlu kesintiler çıkarılarak ödenen net ücret miktarı yaklaşık olarak hesaplanmıştır. Çünkü çalışanı ilgilendiren, yaşamını sürdürebilmesi iç in eline geçen ücret, olup, bu da net ücrettir.
Neti kapsayan brüt ücret toplamı, kapitalist için bir maliyet unsurudur. Fakat emekçi açısından gelir unsuru ücretler, ancak net olarak değerlendirilmelidir. Çünkü çalışan emekçinin eline geçen brüt ücret değildir. Bu anlamda kapitalist ve emekçi açısından ücreti, farklı iki fonksiyonundan bahsedilebilir.
Döner sermayenin değişmeyen kısmı, firma bilançolarıyla ilgili verilen bilgiler içersinde olmadığı gibi ayrıca da brüt ( katma değerin içersinde bir unsuru olarak gösterilmemiştir. Yani C2 = 0 varsayımından hareket etmek durumundayız.
Sabit sermayenin aşınma ve yıpranma pay amortismanlar, brüt katma değerin bir unsuru olarak belirtilmiştir.
Üretici fiyatlarıyla hesaplanan brüt katma değer içinde, brüt (dikkat net değil) ücretler toplamının payı ’82’de yüzde 42,3 iken sonraki yıllarda sürekli azalarak ’87’de yüzde 25,2’ye kadar gerilemiştir. Fakat aynı yıllarda amortisman haricinde rant gelirleri payı ’82’de yüzde 52,8 olup, diğer devamı yıllarda sürekli artmış ve son ’87 yılında yüzde 63,7 kadar yükselmiştir. Bu şu anlama gelmektedir: Ülke düzeyinde ücretlerin reel olarak azalmasına uygunluk gösterip 500 BF’da da ücretlerin azaldığı ve bunun karşılığında da enflasyonist rant gelirleri payının ise sürekli arttığıdır. Yani 500 BF’da büyüyen pastanın paylaşımında, emekçilerin payı azalırken kapitalistin ki ise artmıştır. Bu anlamda enflasyonist kriz politikası emekçileri ekonomik olarak ezen ve rant gelir sahipleri yani kapitalistleri (özellikle tekelleri) besleyen bir katalizör görevi görmektedir. Bir diğer anlamda, farklı kutuplarda yer alan yoksulluğun ve sermaye birikiminin ters yönde gelişme gösterdiği, yani artan göreceli yoksulluğun sermaye birikiminin kaynağı olduğudur.
500 BF’da Artı-Değer Oranı:
İncelenen dönem ’82-’87 yılları arasında artı-değer oranı, ’82’de yüzde 307,2 iken bir yıl sonrasında yüzde 206,4’e inmiş ve sonraki yıllarda da sürekli artarak ’87’de 398,7 ye kadar yükselmiştir. ’83 yılında bu derece düşüş sebebi amortisman miktarı bir yıl öncesine göre yüzde 236.0 oranında artması yani 136,9 milyona ulaşması ve brüt katma değer payı yüzde 6.2’den 12,8’e yükselmesiyle birlikte, istihdam edilenlerde yüzde 22,5 oranında artış sebebiyle toplam ücret tutarının da artış kaydetmesidir. Bunun sonucu olarak, bulunan artı-değer oranı da azalmıştır. Ayrıca brüt katma değerde sübvansiyonların dolaylı vergiler payından büyük olduğu ’83 ve ’85 yıllarında, artı-değer oranı bir öndeki yıla göre gerilemiştir. Bir işgününde artı-değer üretimi için gereken artı-emek süresi 5 saat 24 dk. (’83) ile 6 saat 24 dk. (’87) arasında gelişme göstermiş ve aynı yıllarda emekçinin yaşamını sürdürebilmesi için zorunlu gerekli-emek süresi 2 saat 36 dk. ile 1 saat 46 dk olarak bulunmuştur. Bir başka açıdan incelendiğinde, yaratılan her 100 TL.’sının 68 ile 80 TL.’sı arasında değişen miktarları burjuvaziye artık olarak kaldığı halde emekçi ancak 32 ile 20 TL’sını almaktadır.

Tablo 1: 500 BF’da Temel Göstergeler (1982-1897) – milyar TL.
1982        1983        1984        1985        1986        1987
Brüt katma değer        933,1        1071,0        1878,5        2991,0        5569,1        9078,9
Net ücretler (1)        214,5        304,9        439,2        698,8        956,1        1480,2
Amortisman            58,0        136,9        310,8        522,6        937,3        1697,7
Artı-değer (2)            660,6        629,2        1128,5        1769,6        3674,9        5901
Artı-değer oranı %2/1        307,7        206,4        256,9        253,2        384,0        398,7
Artı-emek süresi        6 saat        5 saat        5 saat        5 saat        6 saat        6 saat
(İşgününde)            2 dk.        24 dk.        46 dk.        44 dk.        21 dk.        24 dk.
100 TL kadar artık        75        68        72        72        79        80
Haftalık artı-çalışma(saat)    34        30,3        32,5        32,3        35,7        36
Kaynak: İSO Dergilerinde hazırlanmıştır.

Lenin’in 1908 yılıyla ilgili olarak 1912 yılında yaptığı çalışmanın benzeri yapılması halinde, yukarda da gösterilen gelişmeyi doğrulayıcı sonuçlar bulunmaktadır. Yalnız bu tür çalışma da yalnızca kâr miktarı alınmayıp, artığın diğer unsurları da dikkate alınmıştır. Yani çalışan kişi başına isabet eden ortalama rant gelirleri bulunmuş ve ortalama kesintiler sonrası net ücretle mukayese edilmiştir.
Net katma değeri toplamı içinde, kesintiler sonrası net ücretlerle net rant gelirleri, arasında artı-değer oranı bulma işlemi yapıldığında ortaya çıkan tablo yine önceki çalışmalara uygunluk arz etmiştir.
Özel ve kamu sektörü açısından artı-değer oranları yalnızca ’82 ve ’87 yılları için hesaplanmıştır. Bu oran özel sektörde yüzde 376,4 ile yüzde 449,2 olarak gerçekleşmiş ve artı-emek süresi de 6 saat 19 dk ile 6 saat 32 dk. olmuştur. Yaratılan bir 100 TL.’sının 79 ve 82 TL.’sı kapitaliste kalırken çalışanın/işçinin eline geçen 21 ve 18 TL.’sı olup, gerekli-emek süresi de 1 saat 41 dk. ve 1 saat 28 dk olarak bulunmuştur. Kamu sektöründe de şöyle gelişme göstermiş ve artı-değer oranı yüzde 249,6’dan 353,2’ye artarken, artı-emek süresi de 5 saat 42 dk.’dan 6 saat 14 dk.’ya yükselmiştir. Bu sektörde yaratılan her 100 TL.’sından devlet kapitalizmin yani kamunun aldığı pay 71 ve 78 TL.’sı olmuştur. Görüldüğü üzere yukarıdaki gelişmeler açısından kamu sektöründe artış oranları ve miktarı özel sektöre göre daha fazla olmasına rağmen; mutlak değerler açısından özel sektörün rakamları daha büyüktür.
Ekonomide tekelci ilişkilerin etkin olduğu ve bunun özendirildiği bugünkü koşullarda, ekonomik sektörün en büyükleri olarak sunular 500 BF’da sermayenin yoğunluğunun artmasına bağlı olarak verimliliğin de arttığı ve bunun da artı-değer oranına etkisinin olumu, yani büyütücü yönünde etkisinin olduğu gözlenmektedir. Yani kapitalizmin gelişimi, bu oram artırıcı yönde etkilemektedir.
Yukarıdaki analizde verilmeye çalışıldığı gibi 8 saatlik işgünü içinde artı-emek süresinin artması, diğer yönden gerekli -emek süresinin azalması demektir. Bu ise, nispi artı-değerin artmasıdır. Bu anlamda enflasyonist kriz politikasının izlenmekte olduğu bugünkü koşullarda, göreceli olarak yoksulluğun artması karşılığında sermayenin palazlandığı ve birikimin de arttığı görülmektedir.
Toplam gerçek -brüt- ücret miktarı ’82 sonrasında yalnız ’84 yılı haricinde sürekli artmış ve ’82: 100 endeksi ’87’de    161,8’e ulaşmıştır. Fakat kişi başına ortalama gerçek ücret ’82: 100 endeksi, ’83’de 85,7’ye ve ’85’de 81,1’e gerilerken sonraki yıllarda artmış ve son ’87 yılında 94,3’e kadar yükselmiştir. Zaten ortalama ücret artış oranları, genellikle fiilen gerçekleşenin yarısı kadar açıklanan resmi enflasyon oranıyla karşılaştırıldığında, yalnız ’86 ve ’87 yıllarında reel pozitif artış söz konusudur. Bu açıklamalar ’82 sonrasında bazı yıllarda ortalama gerçek ücretin artmış olmasına karşın yine de ’82: 100 endeksine göre ’87’de 94,3 olmasının anlamı göreceli yoksulluğun arttığı ve devam ettiğidir.
Sermaye cephesinde ise gelişme şöyledir: Toplam rant gelirleri gerçek artışı ’82: 100 endeksi, sonraki yıllarda sürekli artarak ’87’de 261,1’e kadar çıkmıştır. Ortalama çalışan kişi başına isabet eden rant gelirleri ’82: 100 endeksi ’83’de 90,2’ye gerilerken sonraki yıllarda hep artmış ve ’87’de 201’de 201,2’e kadar yükselmiştir. Zaten esas olarak sermayenin özünü artı-değer kütlesi oluşturur ve rakamlar da bu kütlenin arttığını gösteriyor. Ayrıca incelenen bu dönemde, 500 BF’da kaynak yapısının dağılımında öz kaynakların payının artmasına karşın, işletme dışı kaynakların yani borçların payı azalmıştır. Bütün bunlardan artığın gerisin geri sermayeye dönmesi demek olan sermaye birikimi olumlu yönde gelişme göstermiştir.
Yani bir cephede artan göreceli yoksulluk ve diğer karşı cephede artan sermaye birikimi.
Diğer bir anlatımla, göreceli olarak yoksullaşan işçi sınıfı gelirlerinden sermayeye kaynak transferi olduğunun açık göstergesi, sömürü oranının artmış olmasıdır.
Diğer koşulların sabit olması varsayımıyla, sömürü derecesi ne kadar artarsa el konulan artı-değer miktarı ve bu sebeple de sermaye birikimi artar. Bu anlamda, incelenen dönemde artı-değer oranının artması sermaye birikim hacmini büyütür.
Peki, bedeli ödeyen kimdir?
Esas olarak işçi sınıfı olmak üzere halktır.
4- Son Söz
500 BF ile ilgili veriler burjuva ekonomi politiğine göre hazırlanmış olup, bunların da güvenilirliği tartışma götürür. Tüm bunlara karşın, yapılan analizlerde yayınlanan bu bilgileri kullanmak durumundayız.
Günümüz ücretli kölelik düzeni/kapitalist toplumda sömürü: önceki toplumlarda olduğu gibi ekonomik dışı zorla yapılmayıp, hakim üretim ilişkileri yeni meta-para ilişkileri ağzıyla gizlenmiştir. Bu durumun açıklanması yani perdenin aralanması, işçi sınıfının iktidar mücadelesi için önemli bir kilometre taşıdır.
Üretilen ürün değeri değişen ve değişmeyen sermaye ile artı-değer toplamı olduğu halde, yaratılan ürün ise değişik sermaye ve artı-değer toplamıdır. Çünkü üretimde kullanılan üretim araçları ve tesisler aşınma payları kadar ürünün değerine katılırken, diğer bir deyişle var olan değerin aktarımı söz konusuyken, emek-gücünün yeni canlı emeğin ürünü ise veni yaratılan değerdir. Bu sebeple, değişmeyen sermaye sıfıra eşit olması varsayımıyla, yaratılan değerde değişen sermayenin artı-değer oranı artı-değer/sömürü oranıdır.
Ve bu oran ’82 sonrasında sürekli artar ve ’87’de yüzde 398,7’ye kadar çıkar. Buna bağlı olarak da artı-emek süresi 6 saat 24 dk olur. Bir başka yönden incelendiğinde de, çalışanın kendisini yeniden üretmek için gerekli ihtiyaçlarını giderebilecek gelire sahip olmasını sağlayacak (işgünü içinde çalıştığı) süre, gerekli-emek süresi 1 saat 36 dk olup, artı-emek süresinin artmasından olumsuz yönde etkilenir.
İncelenen bu dönemde özel sektörün kamuya göre sömürü oranı daha büyüktür.
Sermaye birikiminin özü/kaynağı, artı-emek süresinde üretilen artı-değerdir.
Kişi başına ortalama brüt katma değer payı yani verimliliğin artmasına bağlı olarak oluşan pastanın paylaşımı; ya da çalışana verilmesi, ya da ücret ve kârın sabit varsayımıyla ürün fiyatlarını düşürücü etkisinin olması yahut da sermaye birikimine kaynak oluşturması biçiminde olabilir. Nitekim 500 BF incelemesinde görülen o ki, verimlilik artışı oranında ne ücret artmış ne de fiyatlar inmiştir; bu durumda verimlilik artışının sermaye birikimine kaynak oluşturduğu sonucu çıkabilir.
500 BF’nın Türkiye sanayi sektöründe payının artmasına karşın, toplam ihracatta payının azalmasının anlamı iç paranın esas alındığını gösterir. Demek ki Türkiye’nin “sanayi ürünleri ihracat payının” arttığı iddia edilen dönemde, hayali ihracat dışında “hayali” sanayi ürünleri payı artıyor denilebilir.
500 BF’da üretime katılan faktörler açısından gelir dağılımı incelendiğinde, ücretler reel negatif artış kaydeder ve İTO-TFE, 1963 fiyatıyla hesaplanan 1982: 100 endeksi ’87’de 34,3’e geriler. Bu durum, net ve brüt faktör gelirleri toplamında ücretler payının azalması demektir. Bunun sonucu olarak gerekli-emek süresi azalır. Ayrıca ulusal gelirler ücretlilerin aldığı pay da, azalan bir trend izler. Bütün bunlar, ücretliler açısından göreceli yoksulluğun artmasının delilleridir.
Bir anlamda da, artan göreceli yoksulluk sömürü oranında artmasıdır.
Diğer tarafta artı-değerin sermayeleştirilmesi yoluyla büyümesi sermayenin yoğunlaşmasıdır ve bunun sonucu tek tek sermayelerin hacminin genişlemesi, makro olarak toplam sermaye birikiminin artmasına yol açar.
Kazanılan gelirin niteliği açısından ücretler bir kutupta ve diğer faiz, kira ve kârdan oluşan rant gelirleri diğer kutupta toplanır. Rant gelirleri, yaratılan değerin bir parçası olan artı-değerin piyasada transformasyonu ile gerçekleşir. Bu rant gelirlerinin nominal ve gerçek (1963 fiyatıyla) miktarının artması, artı-değer oranını ve sermaye birikimini olumlu yönde etkiler.
Kısaca 500 BF’da yer alan firmalar büyüdükçe kârları daha hızlı artıyor. Bir başka deyişle de büyüdükçe (sermaye birikiminin artması) kârlılığın da büyüdüğünü ortaya koyuyor. Hem de kârlılıktaki büyüme “battık batıyoruz” yakınmalarına rağmen gerçekleşiyor.
Kaynakça
— İstanbul Sanayi Odası dergileri
— T. İş Bankası İktisadi Araştırmalar yayınları
1- Ziya Öniş-Süleyman Özmucur, Türkiye Enflasyon, İTO yayınları, 1987, sf.50.
2- YASED Bülten 986/276.
3- Mustafa sönmez, Kırk Haramiler, Özlem Yay., 3. Baskı, 1988, sf.22.
4- Karl Marx, Kapital, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yav. C.1, saf.231-232.
5- İbid, sf.225.
6- İbid, sf.225.
7- K. Marx, age, C.2, sf. 176-77.
8- K.Marx, age, C.1, sf.231, 233.
9- İbid, sf.233.
10- İbid, sf.234.
11-  K.Marx, age, C.2, saf. 171, 174.
12- İbid, sf. 176-177.
13- İbid, sf.195.
14- İbid, sf.181, 313.
15- K.Marx, age, sf.234-235.
16- Lenin, “Rusya’da İşçilerin Ücreti İle Kapitalistlerin Kârı 1912”, Manuel ‘d Economie… Paris, 1956, p., 126, Aktaran, Kenan Somer, Forum Dergisi, 1 Ekim 1968, sy: 348.
17- Ekonomik Panorama, 11 Aralık 1988, sy: 35, sf. 10-15.
(Gelecek sayı: Sendikalar ve Sendikal Mücadele.)

Ocak-Şubat 1989

Zorlu Sınava Hazırlık… Sınıfın Eylem Yılı ‘88 İşçiler: “Baskıya Son, Özgürlük İstiyoruz!”

Yapılan araştırma, Türkiye genelini kapsaması bakımından eksiklikleri taşıyor olsa da, sınıfın ’88 yılında yaptığı grev ve grev dışı diğer eylemlerin neler olduğu belirlenip ona göre değerlendirilmeye çalışıldı.

1- GREVLER VE SINIF

80 Eylül karabasanıyla ’84’e kadar hiçbir grev ve kayda değer bir eylem yapılmadı.
’84’ten ’87 yılına kadar da ekonomiyi etkileyecek grevler yaşanmadı.
Belirtilen dönemde imzalanan toplu iş sözleşmelerinde ücretler iktidarın yıllık programlarda öngördüğü enflasyona göre (ki hedeflenen enflasyon oranı, gerçekleşenden sürekli küçük oldu) arttı. Ama yine enflasyon durmadı.
İşte bu ’80’ler sendikal mücadelesini, Uluslararası Kamu Görevlileri Federasyonu (PUİS) Gn.Sek. Hans Engdbens “sendikacılığın S’si yoktur”, biçiminde değerlendirilir (1).
Bunlar enflasyonun nedeni işçi ücretleri olduğu ve grevleri sorumlu tutan politikaların/tezlerin iflas ettiğinin göstergeleridir.
Ana sorun: Ekonomik ve siyasi yapının çürümüşlüğüdür.
Nitekim ’80 sonrası adı “istikrar” olar, ekonomi politikaların izlendiği dönemde, ücretlerin reel olarak sürekli düştüğü konusunda pek çok çalışma var. Aksi mümkün değil. Eğer ücretler reel olarak düşmemiş olsa, her yıl çalışmanın da arttığı dikkate alınması halinde ulusal gelir pastasından ücretlilerin payı artması ya da en kötü ihtimalle eski payını koruması gerekirdi ama azalmış; ’80’de yüzde 27’îerde olan oran ’88’de yüzde 15’ler kadar geriler.
Burjuvazi, büyüyen ulusal pastadan daha çok pay almanın mücadelesini ‘milli bütünlüğü koruma ve kollama’ adına yapıyor
Evet: bu “bütünlükte” işçilere verilen değer…
Bu yıllarda sözleşmeli personel uygulaması, resmi sendikasızlaştırma politikasının ürünü olarak yürürlüğe girer. Bir yönüyle de, örgütlü kitlelerin gücünün verdiği korku ve bunun karşısında iktidarın benimsediği örgütsüzleştirme politikası. Nitekim Ziraat Bankası Genel Müdürü Ulusoy, ’88 yılı içinde toplu sözleşme görüşmelerinde ufak miktarda ücret artışını kabullenmezken, çalışan personele gönderdiği yazıda “sözleşmeli personel olmanız halinde, ücretlerin net yüzde 100” artacağını bildirir. Evet, bu neyin bonkörlüğü.
Bu koşullarda ’88’c girildi ve yaşandı.
1.1- İşçiler
İşçi sınıfı, burjuvazinin ekonomik, siyasal ve ideolojik baskısı altında varlığını sürdürüyor.
Bu halde işçi sınıfı kendi ayakları üzerinde duramadığı sürece, ücretli, kölelik düzenin paslı zincirlerinden kurtulamayacaktır.
Ekonomik haklar ki başta ücret bilinci olup, işçinin temel sınıf bilincidir. Bu; var olan ücretli kölelik düzenin tüm sonuçlarına karsı olma ve kendi efendisi olduğu sistemini kurma için gerekli siyasal bilinçle birleştirilmesi halinde, tarihi misyonlarına uygun tavır içinde kendisi İçin sınıf olacaktır.
Eylül sonrasında yıldırıcı resmi terörle yaratılan karanlık ortamda, işçi sınıfı kendisi için sınıf olma fonksiyonlarını yerine getirdiği söylenemez.
’84’de toplu iş sözleşme görüşmelerinin yeniden başlamasıyla sınıf, ’80-’84 arasında gasp edilen haklarını diğer bir deyişle “kaybettiklerimizi alırız” diye aklından geçirdiği halde (ki sanırım sendika yöneticileri de benzer düşünceyi paylaşıyordu), ’89’a gelindi ama beklentilerin gerçekleşmediği görülüyor.
Bugün işçilere, bilinç düzesi ve örgütlülük durumun sonucu olarak kendiliğindenci mücadele anlayışı hâkim; fakat her geçen gün, bir anlayışın ürünü.
Zaten ’88’de grevler ve diğer eylemler bunun sonucu olarak yaygınlaşıyor…
Bunda, gelecek şekilleniyor.
Sınıftan “vebadan kaçar” gibi kaçan bürokrat sendikacıların işverenle uzlaşmacı politikaları da, işçileri üretim birimlerinde dalga dalga genişleyen kendiliğinden eylemlere itiyor.
Önümüzdeki dönem, bu tür eylemlerin artacağı ve yaygınlaşacağı bir süreç olma özelliği taşıyor; fakat bir yönüyle de işçiler kendiliğindenciliği aştığı oranda güçlenecek ve güvenle yürüyecektir.
1.2- Sendikalar/Tür-İş
Türk-İş’in politikası; kurulduğu tarihten (1952) bugüne, iktidarla öz olarak hükümet olan parti ile iyi geçinme ve sorun yaratır duruma düşmeme titizliğiyle hareket etmedir. Varlık-temeli “partiler üstü” politikasıdır. Diğer bir anlatımla, günü yaşama ve iktidarın “nimetlerinden” yararlanmadır.
Türk-İş yetkili kurullarıyla, politikasıyla çelişen eylem kararları alıyor. Fakat bu kararların tamamen benimsenip uygulandığı söylenemez; sonuç olarak sulandırıp savsaklıyorlar.
Nitekim Şubat ’88 ve Kasım ’88 kararları en önemlileri.
Bu gelişmede geleceğe umutla bakmanın tohumu var: O da, sınıfın duyarlılığı ve mücadeleyi sahiplenmesi… Zaten sendika üst yönetimi o eylem kararlarını almaya iten de bu gelişmedir. Bu, alınan kararlan uygulatacak etkinlikte bugün olmayabilir ama yarın neden olmasın…
Türk-İş’in politikası esas olarak hükümetlerle iyi geçinme denen “partiler-üstü politikasıydı”. Gerçi buna “resmi ideolojiyi” savunmada denilebilir. Türk-İş’in bu politikasında belirgin ilk değişiklik ’87 Referandumunda yaşandı. Arkasından aynı yıl seçimlerde ve ’88 Referandumu’nda benimsediği tavır, geleneksel politikasında bir değişikliğin göstergeleridir denilebilir mi?
Esas olarak, vurgulanan değişikliğin boyutu abartılmamalı. Fakat hiçbir gelişme olmuyor da denemez.
Türk-İş’in referandum ve seçimlerde aldığı tavrı, benimsemek ya da benimsememek ayrı bir konu olup: burada dikkate alınması gereken nokta, partiler-üstü politikayla çelişen bir davranış içine giriyor olmasıdır.
Evet; Türk-İş belirtilen politikalar ek olarak beklenmeyen çıkışlar yapmakta, uygulanmayan eylem kararlan almaktadırlar. Hem de resmi sendikal anlayışlarına ters düşerek… Bu davranışların nedeni, sınıfın tabandan gelişen muhalefetidir.
Sendikaları denetleyen ve-yönlendi-ren işçilerin etkinliğinin zayıf olması, gündelik mücadeleyi sendika bürokratlarının yönlendirmesine neden oluyor. Fakat bütünleşmemiş ama gelişen muhalefet, günü yaşayan sendikal anlayışın etkisi altında kalmamış olan nitelikli işçilerin omuzlarında gelişip, yaygınlaşıyor.
Gelişmelerin boyutunu T. Harb-İş Sen. Başkanı Kenan Durukan şöyle ‘ değerlendiriyor: “Ortak sorunları çözüme ancak Türk-İş götürür. Sorunların çözümsüzlüğü de Türk-İş’i götürür(2).
Belirtilen türden işçilerin sendikal örgütlülükte güçlenmesi halinde, sınıfın sorunları çözümlenebilecektir. Aksine esaret zinciri var, hep olacaktır.
1.3- Sendika-İşçi İlişkisi
Sınıfın mücadelesinin boyutunu değerlendirmek için yasada yer alan grev ve grev dışı eylemlerin birlikte ele alınması gerekiyor. Aksine yapılacak gözlem eksik kalmış olacaktır.
Elbette eylemlerdeki bütünsellik sendika-işçi ilişkisini de etkiliyor.
İşçilerin sendikaya kendi dışında talepleri için mücadele ecen örgütler olarak bakması ve sınıfın gücünün boyutunu görememesi üzerine, kendisini sendikal örgütlülük içinde yalnız hissetmesi anlamında yabancılaşmıştır denebilir.
Belirtilen bu anlayış yeni sendika-‘ iara olan güvensizlik, yerini adım adım sendikalara sahip çıkmaya ve “sendika yöneticileri yapamıyorsa, biz yaparız” anlayışına dönüşmektedir. Oysa yakın zamana kadar, “sendika bana ne veriyor ki, boşu boşuna aidat ödeyeyim” anlayışı hâkimdi.
Yani sınıf, yeni ve de gasp edilmiş haklarını nasıl alabileceği sürecini yaşıyor.
Yaşanılanların sınıfı etkileme boyutu: işçilerin yaklaşık yüzde Elik kısmı sendikanın tavrını benimsiyor ve siyasi iktidarla (bugün ANAP’la) iyi geçinmek istiyor ve eylemlere karşı çıkıyor; yüzde 49’luk bir kısmı eyleme hazır olmayıp, sendikaların kendileri yerine hak almasını ve bu anlamda da gelişmelerin içinde aktif rol almak istemiyor ve geriye kalan diğer yüzde 50’lik kısmı ise şartların değiştiğinin farkında ve eyleme taraftar(3).
Belirtilen oranlar değişebilir, üç aşağı beş yukarı olabilir; ama yapılabilecek bir gözlem var ki, o da işçilerin ekonomik ve siyasi hayattaki gelişmeleri izlediği ve sınıf olarak mücadele azminin arttığıdır. Bu, ’80 öncesindeki gibi şu partili ya da bu partili gibi farklılaşmalar yaratılmadan sağlanıyor olması da bir başka güçlendirici noktadır.
İşçilerde belirtilen bu gelişmeler, sendikacıları siyasal iktidardan umutlu bekleyiş içinde olan yani statükoyu korumayı savunanlar ile savunmayanlar arasındaki çelişmeyi, safların netleşmesi yönünde etkilemektedir. Nitekim yaşanan bu çelişmede güçlenen ve gelişen kanat, iktidardan bekleyiş içinde olmayan ve gücünü sınıftan alan ve de işçilerle kader birliği yapmış olanlardır.
Geleceğin garantisi: Bu birliktir.
1.4- Toplu Sözleşmeler ve İşçiler
Gelir dağılımının bu kadar adaletsiz olduğu koşullarda sınıfın toplu sözleşmelerde parasal/ekonomik taleplerle ilgili maddelerde hassaslaşma-sı anlaşılır bir durum.
İşçi ile işveren diğer bir deyimle emek ile sermaye arasında uyuşmazlık konulan, işkolu ve işyerinin özgül konumuna göre değişse de, genellikle ekonomik taleplerden ücretlerin artırılmasında yoğunlaştığı gözlenebilir.
Zaten bunun sonucu olarak ki. sendikanın “mücadelesinde kararlı ve iyi olduğu” konusunda genel eğilim, parasal gelir sağlamasıdır. Bu, işçilerin içinde bulunduğu koşulların zorunlu sonucudur.
Diğer yanda da sendikaların mali kaynaklarının yetersizliğinden grevci işçilere ya para verilmiyor, ya da çok yetersiz miktarda verilmesine karşın, grev yapılıyor ve diğer eylemlerle birlikte yaygınlaşıyorsa bu durum; sınıfın mücadeleyi sahiplenmesi ve gücünün boyutunu görme sürecinde olmasıdır.
Günümüzde “en çok” gelir artışı sağlayan toplu sözleşmelerin gelir katkısı, enflasyonla kısa zamanda sıfırlanıyor.
Ayrıca toplu sözleşmenin imzalanması sonrasında bazı işyerlerinde tek tek ve bazılarında topluca (NE-TAŞ) işçi çıkarmaları yaşanıyor. Bu halde sınıf, toplu sözleşme görüşmelerinde “iş güvencesinin sağlanmasına” yönelik (ki bununla sınırlı değil) taleplere önem vermek durumundadır.
’88 içerisinde imzalanan toplu sözleşmelerde taraf sendikanın üye işçileri, işverenin teklif ettiği ücret artışlarının yetersiz olduğunu ve toplu iş sözleşmesinin imzalanmaması taban olarak istendiği halde, yine de sendikalar bir bir sözleşmeleri bağıtladılar.
Otomobil-İş ile MESS, Genel Maden-İş ile TKİ ve T. Harb-İş ile yabancı sermayeli/Amerikan işverenle imzalanan sözleşmeler, tabanın “grev” demesine karşın imzalandı.
Bu sebeple sınıfın doğan tepkilerine karşı, “aba altından sopa gösterenler” bile oldu.
Türk Harb-İş Sendikası’nın Amerikan kökenli HNSI, Tuslog, AFES, Contact ve Combustion ile sözleşmenin 27 Eylül’de imzalanması tabanın tepkisini çeker. Bunun üzerine sendikanın yayın organında(4) Başkan Kenan Durukan köşesinde “beyni kafasından iki karış yukarıda hayal peşinde koşan maceraperestlerin provokasyonlarından uzak durmaya ve böylelerini, olası ise ıslah etmeye olmuyorsa dışlamaya mecburdurlar” diye yazar ve işçilere karşı tehditkâr bir dil kullanır.
Zonguldak maden işçilerinin yoğun baskısı üzerine şubelerden (ikişer kişi; beş şube var) temsilcilerin katılımıyla ve genel merkez yönetiminde yer aldığı, bir komisyon oluşturulur. 20.000 kişiyi kapsayan bir anket sonucu, toplu sözleşme taslağı hazırlanır. Taslak Mayıs ’88’de sendika yönetimine 11.000 imzalı bir dilekçeyle sunulur. İşçilerin taleplerinden bazıları yüzde 200 net çıplak ücret artışı, haftalık 30 saatlik çalışma süresi vs. Grev 29 Kasım’da başlayacaktı. Ama 9 saat kala anlaşılır ve sözleşme kamu işveren sendikası ile Genel Maden-İş Sendikası arasında imzalanır. Taleplerinin yarısının bile alınmadığını belirten işçiler “SATILDIK” derler. Zonguldak’ın tarihinde ilk defa grev görmesi de böylece engelleniyordu.
Dipten gelen dalga, sistemi ve bürokratik sendikal yapıyı zorluyor.
1.5- Devlet-İşçi İlişkileri
İşyerinin çalışan/emekçi/işçi ve çalışmayan/sermayedar/işvereni ile bir bütün oluşturduğunu ve aynı alanda bulunan bu tarafların çıkarlarının, “birlik ve beraberlik” nakaratlarıyla “ortak” olduğu anlayışı hâkim kılınmak ve yaşatılmak istenmektedir.
Aslında taraflar açısından mekân/alan ortaklığı dışında, çıkar ortaklığının olması “eşyanın tabiatına” aykırıdır. Çünkü emek ve sermaye karşıt/farklı kutuplarda yer alır.
Nitekim geçen yıl işçiler “eşyanın tabiatına uygun anlayışla, yarınların gerçek sahipleri olduklarının örneklerini vermiştir.
Bu gelişmede devletin yeri: Günümüzün devleti: Üretim araçları üstünde özel mülkiyen ve yaratılan ürünün çalışmayanlar/burjuvazi tarafından gasp olayını yasallaştıran bir hukuk düzenlemesi, güvenlik ve yargı da yasalarca belirlenen düzen-koruyucu sınırların korunmasını amaçlayan kurumlar bütünüdür. Kısaca bu oluşumun özellikler:
1- Toplum-üstü bir oluşum olmaması anlamında sınıfsal içeriği olduğu,
2- Çalışan ve işvereniyle bir bütün oluşturmadığı,
3- İşveren olarak çalışan karşısında yer alması hallerinde işyeri uzlaşmazlığı nedeni nc olursa olsun, ilişkilerin altında (emek-sermaye) uzlaşmazlığın yattığı sayılabilir.
Bu yapılanım işçilerin isteklerini bürokratik örgütünde gereğince dikkate almaması ve onların horlanması, onların sendikal mücadelesinin gelişmesini engellemesi ve eylemlerini kırması gibi yaklaşım içinde bulunması, esas davranış biçimidir. .
1.6- ’88 Grevleri
Tespit edebildiğim kadarıyla Türk-İş’e bağlı 12 sendika, Hak-İş’e bağlı 4 sendika ve Bağımsız 2 sendika üyesi 30.147 işçi tarafından 357 işyerinde grev yapılmıştır. İşçi toplamının yüzde 87,7’si Türk-İş’e bağlı sendikaların üyesidir. 15.330 işçinin yani toplamın yüzde 50,85’inin sürdürdüğü grev ’88 yılı içerisinde biterken, diğer geri kalan ise ’89 yılma sarkmıştır. Bunlar içinde ’87 yılında çıkılan grevler bile vardır (Doğu Galvaniz -17.9.1987; Motif Duvar – 30.10.1987 ve Sace -9,11.1987). Belirleyebildiğim kadarıyla 4592 gün grevlerde geçmiş olup, bu sebeple kaybolan işgünü sayısı yaklaşık iki milyondur. Bu yıl İçinde 521.544 işçi adına 2.140 tane toplu iş sözleşmesi imzalanır. YHK ise 11.558 işçiyi kapsayan 30 toplu iş sözleşmesi imzalar.

GREVLER
Grev sayısı    Kat. İşçi sayısı        Kaybolan işgünü
1984    4        56            4947
1985    21        2410            194296
1986    21        7926            234940
1987    307        29734            1961940
1988    357        30147           
Kaynak: ’87 Petrol-İş, Tablo-78; Tuba Ajansı ’88 sayıları

Tablo’da görüldüğü üzere ’84 sonrasında grev ve katılan işçi sayısı artmakta olup, kaybolan işgünü sayısı da benzer gelişme gösterir.
Örnek Grev: SEKA…
SEKA’da grev (6 Eylül) öncesinde, iktidar (1 Eylül) kâğıt ithaline ilişkin gümrük ve ithal vergisi, resim ve harçlarını kaldırmayı kararlaştırır. 13 Eylül’de yani grevden bir hafta sonra yayımlanan bir kararname ile gazete kâğıdı ithalinde gümrük vergisi kaldırılır. Bu davranışın temelinde, işveren olarak devletin salt ekonomik davranmamalıdır.
Ve o anlamda ideolojiktir.
Aksi, varlığıyla çelişir.
İşçilerin bir yıl için istediği ücret zammı toplamı 95 milyar TL’yken, 4 aylık grevin yarattığı üretim kaybının toplam değeri 189 milyar TL’dir. Bu süre içerisinde ithal edilen kâğıdın toplam değeri 277,5 milyardır. Kâğıt üreticisi ve ithalatçısı. Halis Toprak’tan inciler “grevden sonra aylık satışını 6 milyardan 12 milyar liraya çıktı” der(5). Yani satışta ve dolayısıyla kârda yüzde 100’lük bir artış.
Bunlar, ekonomik gerekçeyle hareket etmemenin ya da etmek istememenin göstergeleridir.
Evet; “hesap” adamı Özal’ın rakamları.
Ayrıca toplu iş sözleşmesi imzalanması (14 Ocak) sonrasında, “hesap” adamının yerli “süper” beyni Kahveci “bizim işçiler -yani SEKA işçileri N.O.- yapılan zamma rağmen bir İsveçli, bir Kanadalı işçisinin ancak beşte biri kadar ücret alıyorlar” der(6); yavuz hırsız misali…
Kâğıdın tonu, Avrupalaştı, yani söyledikleri gibi uluslararası fiyatı yakaladı, hatta geçiyor; ama nedense onu üreten işçilerin ücreti Avrupalaşamaz? Hatta daha kötüsü olur…
Fiyat Avrupalı; ücretler Afrikalı…
Biraz tarih: Avrupa’nın sömürgesi Afrika, kölelik zincirini kırıyor…
Bazı malların fiyatı (TL) Türkiye ve Almanya ile karşılaştırmak olarak(7); süt (1 lt.), 1200-1300; domates (1 kg.), 2300-2000; margarin (500 gr), 1040-3400; pirinç (1 kg.), 2200-3250;muz (1 kg.), 4000-1250 ve patates (1 kg.), 350-500. Ya ücretler yine aynı sıralama ile doktor, 300 bin – 7 milyon; lise öğretmeni 22C – 3 milyon 300 bin; sanayi işçisi, 250 bin – 3 milyon 600 bin ve postacı 180 bin – 2 milyon 200 bin.
Ayrıca ’80 yılında 16 bin TL alan bir SEKA işçisi, bin TL daha ekleyerek bir ton kâğıt alırken aynı işçi bugün 90 bin TL alır ama kâğıdın tonunun 870 bin TL’ye yükselmesi sebebiyle, ancak 9,6 aylık maaşıyla alabilecektir. Evet, üretilen ürünün ve emeğin fiyatlandırılmasının güzel örneği (bunlar, Aralık ’88’de bir SEKA işçisinin anlatımlarıdır).
Rakamlar için fazla yoruma ne gerek?
Bu durumda tabi ki, SEKA ’87’de 2 milyarı aşkın kâr eder (’88 yılı yayımlanmadı).
Bu da, KİT’leri bütçeye yük etmeme ve fiyatların serbest bırakılmasının ya da fiyat ayarlamaların, yani zamların kerametidir. Madem bu kadar kârlı, ya “çalışanına verilmesi” ya da “fiyatlarının artırılmaması” önerilerine karşı olarak da “kârların fiktif” olduğu söyleniyor. Yani kâr rakamları şişirmeymiş. İki durum var, ikisini de söyleyen aynı ağız…
Yine ayin ağzı söyleten kafanın bir başka uygulaması, elektriğin bir kilovat saati ülke içinde tüketimi. 136 TL’yken, aynı miktar İtalya’ya 54 TL’ye satılmak isteniyor(8). İtalya’ya 54 TL’ye satılarak kâr edildiğine göre, yurt içinde daha ucuza satılması gerekir… Olur mu? Ne diyor, Özal, “fiyatların takdiri Allah’a kaldı. Fiyatlara karışmam”. Fakat İtalya tüketicilerine lâyık gördüğünü “vatandaşları” olan Türkiye tüketicilerinden esirgiyor: bu da, bir başka “yurtseverlik” örneği. Ya da “dışarıda itibarımızın arttığının göstergesi”…
Bunlar, Çağ Atlaya(maya)n Türkiye’den kesitler…
Gözlem
Grevin sonuç itibariyle etkisi iki başlık altında toplanabilir: çalışana ekonomik katkısı, yani gelir artışı ve sınıfın güvenini artırması sayılabilir. Ayrıca sendikal örgütte yaşanılan sıcaklık gereği sendika yönetimi ile işçiler/taban arasında ilişkilerin artması sonucu, var olan çelişkiler su yüzüne çıkar. Çelişkilerin demokrasinin işleyişi ya da işletilmesi temelinde çözümü sınıfın birliğini pekiştirir ve gücünü artırır.
Ekonomik kazanımların korunabilmesi ve artırılmasının garantisi, mücadelesinin boyutunun genişletilmesinden ve sınıfın güç birliğinden geçer.
Sınıfın mücadelesinin önünde iki barikat: ekonomik kazanımlarla yetinme (gerçi böyle bir sınırlama ile ne kadar kazanım korunabileceği açık) yani ekonomizm ve sendikal örgütlülüğün esas işlevini ekonomik kazanımlarla sınırlama, siyasi faaliyetlerde bulunmama yani sendikalizmdir.
İşçilerin/emeğin sermayeye karşı mücadelesi bu iki akıma karşıda verilmek zorunda; çünkü belirtilen bütünlüğün sağlanamaması halinde, bedeli pahalıya ödenmektedir.
Yakın tarihten, Eylül karanlığı ve suskunluk…
Sınıf artan sorunlarının çözümünün genelleşmesine bağlı olarak, bu anlamda politikleşmektedir. Tek tek işyerlerinde birbirinden kopuk olarak toplu iş sözleşmesi alanında verilen mücadele boyutunu aşmaktadır. Sınıfın çektiği sıkıntıya bağlı olarak da, duydukları tepki artmaktadır(9). Tepki, esas olarak sermayeye karşı duyulurken, aynı zamanda mücadeleye gerekli duyarlılığı göstermeyen sendika ve sendikacılara yani sendikal bürokrasiye de yönelmekledir.
Sendikal bürokrasi; imtiyazlı durum, yaşam tarzı, alışkanlıkları ve ilişkileriyle sınıf içinde bir tabakadır. Bu anlamda varlığı düzenle birleşmiştir. Bugün sendikalara esas olarak bu kesim hâkimdir.
İşçi sınıfının mücadelesi grevleriyle ve diğer eylemleriyle, sendikal örgütlerde belirtilen engelleri aşmasına ve tabandan denetimin sağlanmasına paralel yükselecek ve kitleselleşecektir.
1.7- Grevlere Destek
Burada esas olarak, işçi sınıfı dışında toplumu oluşturan diğer sınıf ve tabakaların grevlere yaklaşımı üzerinde gözlemlerde bulunulacaktır. Sınıf içi dayanışma, grev dışında diğer eylemler kısmında ele alınacaktır.
Geçmişte ekonomik krizin sebebi “aşın miktarda anan işçi ücretleri, kıdem tazminatları ve ideolojik nitelikli grevler” olduğu tezlerinin yoğun işlenmesinden ve propagandasının yapılmasından işi iyi gitmeyen küçük üreticiler ve dükkânını hiç satış yapmadan kapatan esnaf etkilenir; elbette ki bundan işçi sınıfına ve mücadelesine “hoş olmayan gözle” bakıldığı sonucu çıkarılamaz.
Ama gelinen ’88 yılında hem işçilerin ekonomik sorunları ve hem de küçük üretici ve esnafların sıkıntılarının halen devam etmesinin zamanlama açısından çakışması sonucunda; toplumun bu kesimlerinin sınıfın eylemlerine artık açıktan sempatiyle baktığının örnekleri yaşanıyor.
Zonguldak’ta yıllar sonrasında yaşanan grev heyecanı esnafı da etkiledi: Bu ilde berber İsmail Baş haftalar öncesinden “grevci işçiye tıraş karşılıksız” diye söyler. Yine Maden Mühendisleri Odası, Esnaf Kefalet Kooperatifleri ve Şoförler Derneği de grevi desteklediklerini açıklarlar(10).
Geçen ’87 yılında Seydişehir’de yapılan grevde esnafın söylenen desteği yaşanır.
Bir yönüyle grev sonrasında işçilerin gelirlerinin artacağına ve bu sebeple kendisinin de yani esnafın da iflastan kurtulacağı umuduyla bakışın sonucu destek verilmektedir.
İstanbul Umum Pazarcılar Derneği SEKA-İzmit’i ziyaret ederek, bir kamyon sebze ve meyveyi grevci işçilere götürüp, dağıtır(11).
İşçilerin eylemi toplumun diğer sınıf ve tabakalardan destek görmesi anlamında toplumsallaşmayı, eylemin boyutunun işyerinin dışına taşmasıdır.
Bu gelişme, emek ve sermaye kutuplaşmasının ve saflaşmasının arttığının diğer bir göstergesidir.
1.8- Grevlerin Süresi
Grev sürdürülen işyerlerinde, tarafların davranış biçimine/mücadelesine bağlı olarak, süreleri uzamakta ya da kısa olmaktadır.
Bunda işkolu ve işyerinin özgül konumu da önemli olduğu gibi makro olarak ülkenin içinde bulunduğu konjonktürel durumda etkili olur.
Yaşanan ekonomik krizin grevlerin süresi üzerinde etkisi olup, gelişmeler salt bu sebeple açıklanamaz.
Nitekim SEKA grevinde olduğu gibi kamu işvereninin tavrı yalnız ekonomik olmayıp ideolojiktir de; çünkü işyeri üretimde bulunamazken (bunun yarattığı maddi kayıp, işçilerin istemlerinin ek maliyet yükünü kat be kat aştı) bazı kâğıt ithalatçısı firmalar (ör: Toprak Kâğıt) “bayram eder” oldu (bu sebeple kâğıttaki fiyat artışının kültürel faaliyete etkisi de hatırlanmalı).
Kamu ve özel sektör işbirliği yani sermayenin (devlet ve tekelci sermayenin) dayanışması konumunda açıklayıcı bir örnek.
Emek cephesi açısından işçinin istemlerinde kararlı ye azimli olması da, grevin uzamasının bir başka nedeni olabilir.
Sermayenin grevlerin süresiyle ilgili değerlendirmesi, TİSK Genel Sek. Kubilay ATASAYAR: “Grevlerin uzamasındaki temel neden olan ekonomik şartların yanında siyasal bazı şartlara da işaret etmek yerinde olacaktır” diyerek, grevlerin neden utmadığı konusunda açıklamada bulunur.
Tabi ki, bununla SEKA örneğinde olduğu gibi işverenin durumundan ziyade yine grevlerin yoğunlaştığı ve işçiler arası dayanışmanın geliştiği dönemde, “grevlerin ideolojik olduğu” bakışıyla “memleket ekonomisinde şu kadar kayıp oldu” yaygarası sürdürülecek.
Kim tarafından mı?
Elbette ki, sermaye ve onun en üst kurumu tarafından…
Ülke ekonomisinin kalkınmasıyla siğili diğer kayıp gerekçeleri “nedense” dikkate alınmaz ya da doğrusu alınmak istenmez. Hayali ihracat, lüks ithalat ve artan dış borçlanma vs. ile ülke kaynaklan yurt dışına transfer edilir ve bunun da adı onlara göre “yurtseverlik.”
Pardon, aslında yurt-satarlık.
1964 ve 1980 yılları arasında grev sonucu kaybolan işgünü toplam 21,1 milyon iken iş kazaları sebebiyle kaybolan işgünü 43,5 milyondur(13). Bunlardan grevin sebep olduğu işgünü kaybı rakamı gerçeği aşağı yukarı tam yansıtırken, iş kazaları için aynı düşünce geçerli değil; çünkü sigortasızlık ve iş kazaları için aynı düşünce geçerli değil; çünkü sigortasızlık ve iş kazasının işyerine yönelik getireceği yaptırımlardan dolayı, iş kazaları bilgisinin eksikliği anlaşılır. Grevin sebep olduğu kaybolan işgünü rakamı, iş kazalarının sebep olduğunun yüzde 48,5’i kadardır. Grevlerle kaybolan iş-gününün “milli” ekonomi ve kalkınma açısından ciddi bir sorun olduğunu ileri sürenler (ki bu sermayedarlardır), çalışma koşullarında ve işyerlerinde sağlıklı ve güvenli çalışma ortamı bulunmamasından nedense hiç mi hiç bahsetmezler.
Çünkü o işyerinin sahipleri kendileri…
Çünkü bu yaklaşım, “onların” insana bakışının ifadesi…
Evet, iş kazalarının çokluğu Eylül’e sebep olmazken, ya grevler…
Ekonomi için en büyük kaynak ve önemli temel değer emektir. Grev esnasında emeğe bir şey olmayıp, bu değer sadece geçici bir süre için üretimden çekilir. Aynı durum iş kazaları için geçerli değildir. Çünkü iş kazaları emeği “tahrip etmekte” ve bu anlamda da ekonomide yerine konamayacak kaybın nedenidir.
Sınıfının eylemlerinin ve bunlardan bir tanesi olan grevin süresi, mücadelenin boyutuna ve işçilerin örgütlülük düzeyine bağlıdır.

2- GREV DIŞI EYLEMLER

Yaptığımız bu araştırmada ’88 yılına ait yasada yer almayan ya da belirtilmeyen ama sınıf tarafından kabul gören ve bu temelde sahiplenip uygulanan grev dışı eylemlerin neler olduğu, kronolojik olarak sıralanmış ve incelenmiştir. Bu çalışma, Türkiye genelini kapsaması bakımından eksiklikleri taşıyor olsa da, sınıfın genel eğilimini görmek imkânını verebilir. Hatırlanırsa:
’84 Mayıs’ında bir grup aydının hazırlayıp devletin en üst katında yer alanlara sunduğu dilekçe, “gizli bir örgüt” oluşturmanın delili olarak değerlendirilir ve buna göre yapılan yargılamayla, Eylül sonrası kıpırdanma hemen anında bastırılmak istenir. Hatta yargılamanın sürdüğü sıra, dönemin devlet başkanı yaptığı bildik gezi konuşmalarının birinde, dilekçeyi verenleri yurt dışına karşı ülkeyi “jurnalleyenler” olarak tanımlar.
Nitekim yine *84-’85 öğretim yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden pek çok öğrenci kaydının silinmesi nedeni ile dekanlığa verdiği dilekçeler de kavuşturmaya uğrar.
Bugün…
Değil topluca dilekçe vermek, yürümek bile artık toplum nezdinde sıradanlaşıyor. Bir başka açıdan “meşru” görmek zorunda kalıyorlar.
Zaten hukukta “meşru müdafaa” diye bir savunma mekanizması vardır. Buna göre, zorda kalınan anda, kişinin kendisini savunmak durumunda olması halinde eylem, cezayı gerektiren suç olmadığı varsayılır.
Benzer durum sınıfsal mevziilenim için de geçerlidir.
Yaşadığımız bugünde, sınıfın yasada belirtilmeyen grev dışı eylemleri birer “meşru müdafaanın” aracıdır. Ve bu halde de yapılan eylem, yasada var mıdır, yok mudur tartışması yapılmaz. Örneklendirecek olursak; bıçakla birisine karşı savunmaya kalkmak toplum (ve hukuk) gözünde suçtur. Fakat aynı durum, elinde baltayla saldırana karşı olma halinde “meşru müdafaadır”… İşte GREV DIŞI EYLEMLER, sınıfın belirtilen türde bir savunması ve bir yönüyle de varlığını güçlendirmesidir.
2.1- Yasal ve Toplumsal Meşruluk.
Kişi/grup davranışlarının yasaya uygunluğu, yasal meşruluk.
Yasaya karşı meşruluk, toplumsal mücadelenin gelişme boyutuna paralel olarak davranışların yasaya uygunsuzluğunun genelinde/toplumda kabul görmesidir. Bu bazen yasanın yorumunun genişletilmesiyle de yasal taban bulmaktadır. Açılımı anlamın da pek çok örnekten bir tanesi: DİSK aynı TCK maddelerinin yürürlükle bulunduğu sıra faaliyetlerinden dolayı varlığını yok edecek derecede kovuşturmaya uğramazken, Eylül sonrası yaşadığı süreci yaşar, ya da yaşatılır.
Yani aynı yasa maddelerinin farklı yorumu.
İnsanlık tarihi yasaya karşın meşruluğun ürünüdür.
Öz olarak yasaların işlevsizliği sınıfsal mevzilenmeye bağlı olup, bu sebeple yeniden düzenlemeye gidilir.
Değişimin sınıfsal güç ilişkilerine göre ileri ya da geri düzeyde olması mümkündür.
Eylül sonrası topluma ve özelinde sınıfa giydirilen dar elbisenin sökülmeye başladığı süreci yaşıyoruz.
Yıldırıcı resmi terörün geriletilme-si ve bürokratik sendikal örgütlülüğe karşı sınıfın gücünün boyutunu görmesi, kendine olan güvenin artması temelinde, toplumsal meşruluğun gelişmesi devam edecektir.
Bugünden yaşanılan zorluklar, yarınlara yürüyüşün/varışın güvencesidir.
2.2- Grev Dışı Eylemler
Sınıfın ’88 yılı içerisinde, yoğun katılımıyla en çok başvurduğu eylem türü yemek boykotudur.
11 Mart’taki yemek boykotu, eylem-öncesi ve sonrasında Özal’ın da katılımıyla yoğun tartışma konusu olur. Eylem öncesinde Özal “yemek nimettir… tepmek hoş bir şey değil” derken, sonrasında ise “yemeğe küsmek, Türk geleneklerine aykırıdır. Başka gösteri yapabilirlerdi” der. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı İmren Hanım, önce ‘”isçilerin hiçbir şekilde yasadışı eylemlere girişmesini istemiyorum” derken, sonra ise “uygulamanın yasalara aykırı olmadığı kanaatindeyim” diye görüş belirtir.
Belirgin düşünce değişikliğinin esas sebebi, eylemin başarıyla uygulanmış olmasıdır. Ayrıca kamu işyerlerinin başvuru üzerine Samsun Cumhuriyet Savcılığı, “yemek boykotunun yasadışı olmadığına” karar verir.
Sınıf tarafından benimsenen ve uygulanan eylemin meşruluk kazanmasının güzel bir örneği.
Türkiye çapında gerçekleşen bu eylem sonrasında sınıfın kendine güveninin artması üzerine, grev dışı eylemlere daha sık başvurduğu gözleniyor.
Sınıfın zengin eylem biçimlen olduğu görülüyor. Yarınlarda sınıf olarak yönetebileceğinin kaynağı bu zenginlikte yatıyor.
11 Mart – Yemek Boykotu sonrasında yoğun, katılımlı ikinci eylem yine yemek boykotu olup; bunu da, Petrol-İş toplu sözleşme uyuşmazlıklarını ve Petlas’ta YHK’ca imzalanan sözleşmeyi protesto etmek ve SEKA grevini desteklemek amacıyla, 8 Kasım’da 80000 kişinin katılımıyla yapar.
Yine ’83 yılı içinde yoğun katılımlı üçüncü eylemde yemek boykotudur; Eskişehir Şeker Fabrikasında meydana gelen iş kazasında (12 Aralık) iki işçinin ölümü üzerine, bu ilde Türk-İş’e bağlı 18 sendika şubesinin örgütlü olduğu işyerlerinde, 35.000 kişinin katılımıyla 15 Aralık’ta yapılır.
Sınıfın bütün eylemleri ve özelinde direkt üretimle ilgili olarak işi yavaşlatma eylemi konusunda, TİSK Başkan Vekili Refik Baydur: “Türkiye’de uygulandığı haliyle grev yasağının kimseye hayrı yok. Yasağın olduğu sektörlerde meydana gelen direniş ve iş yavaşlatmalarının maliyeti, grevden daha fazla” diye açıklama yapar.
Bu düşünce, eylemlerin gücünün ve etkinliğinin sermaye tarafından nasıl yorumlandığının bir tür itirafıdır; bir yönüyle de sınıfın verdiği derstir.
Evet; verilecek diğer bir başka yönüyle de “alınacak” çok ders var.
2-3- Nedenleri?
Bunlar:
Çalışanların işten çıkarılması, toplu sözleşme görüşmelerinde uyuşmazlık, toplu iş sözleşmesi hükümlerinin işveren tarafından uygulanmaması, ücretlerin düşük olması ve zamanında ödenmemesi, zamların yapılması ve hayat pahalılığın artması, sınıf içi dayanışmanın gereği ve “diğerleri” olarak sıralanabilir. “Diğerleri” işverenin hakaret etmesi ve birikmiş alacağın olması vs. şeklinde sayılabilir.
Günümüzde yaşanılan, işten çıkarmalara salt “finansman sorunu” olarak bakılamaz. Çünkü üretim maliyeti içinde emeğin payı öz olarak azalan bir trend izliyor. O halde, buna ek başka gerekçeler neler olabilir? İşçileri sendikasızlaştırman sendikal mücadeleyi baltalamak ve yükselen hak alma mücadelesini bastırmak sayılabilir.
Toplu sözleşme görüşmelerinde uyuşmazlığın belirmesi üzerine, grev öncesinde sınıfın eylemlere girmesi çok önemli; çünkü böylece, gelişmeleri izleyen işçiler mücadeleyi sahiplenerek kararlılıklarını göstermiş oluyorlar.
Grev dışı eylemlerin bir gerekçesi de toplu iş sözleşmesi hükümlerinin işveren/sermaye tarafından uygulanmamasından doğan hak uyuşmazlığıdır. Bu ‘80 öncesinde Hak Grevleriyle çözülürken, yeni yasada yargı kanalıyla çözülmesi hükmü getirilmiştir. İşverenleri bu tür uyuşmazlıkları yaratmaya iren (bir başka) sebep, yargının “kaplumbağa” adımlarla denemesidir. Bu halde, demek ki toplu iş sözleşmesinin uygulanabilirliği işçilerin duyarlılığına ve kararlılığına bağlıdır.
Grev dışı eylemler, nedenlerinin çokluğu temelinde besleniyor/çeşitleniyor.
2.4- Katılım
Emek-sermaye temel çelişmesine bağlı olarak, emek faktörünün işyeri düzeyinde de olsa sorunlarını çözme ve yönelik her girişimi esasında belirtilen çelişki temelinde sermayeye karşı bir tavırdır.
Ve bu, önceleri işyerleri düzeyinde sınırlı kalırken; ele alman sorunun genelleşmesine bağlı olarak aygınlaştığı ve bu anlamda da sınıfın güçlendiğini söylemek mümkündür. Bir başka anlatımla, sınıfın varlığını koruması ve geliştirmesi eylemlerin yaygınlaşması temelinde katılımın artmasına paralel bir gelişme gösterir.   Bugün yaşananlar, yarınlara yeni’ katılımlarla yürüyüşün garantisidir.
2.5- Dayanışma
Sınıf içi dayanışma ruhu henüz “sermayenin dayatmalarını” aşacak düzeyde ve örgütlülükte olmadığını görmek mümkün. Esas olarak kendiliğinden de olsa sendikal mücadelede dayanışmanın güçlendirilmesi yönünde atılan adımlar sıklaşmakta…
Sınıfın dayanışması, ele alman sorunun kitlesellik boyutuna ve mücadeleye bakışma bağlı olarak gelişiyor.
İşçiler onurlu bu kavgasında yalnız kendi basma olmayıp, toplumun diğer sınıf ve tabakalarından da destek alıyor.
İşte SEKA grevinde yaşanılanlar, sınıf-içi dayanışma açısından önemli bir gelişme… Son anda, işçilerin istemesine karşın engellenen Zonguldak TKİ grevinin tartışıldığı sırada esnafın destekleyen yaklaşımı…
Yarınlar, bu temelde aydınlanıyor/şekilleniyor.
2.6- Sendika-İşçi İlişkisi
Sendikaların “olmazsa olmaz” koşulu, sınıfın sermayeye karış mücadelesinde işlevlerini yerme getirmesidir.
Varlık koşulu bu, olmalıdır.
Geçen yıl ’88’de sınıfın grev dışı eylemlerinde sendikalar, hâkim “bürokratik sendikal” anlayışına karşın, işlevlerinin gereğim az da olsa yerine getirmek zorunda kalırlar.
Zaten işçilerin düşünce bazında birey olmaktan kurtulup, bütün-birlik sınıf olmasının yarattığı gücü görmesi, ilk aşamada sendikalarda oluşmak durumundadır.
Bu, sınıfın kendisine yönelmesinin başlangıcı olan bir süreçtir.
Grev dışı eylemlerde, işçilerin sendikadan bekleyişi, kendiliğindenciliğin aşılmasına bağlı olarak aşılacak ve o oranda da sınıf kendisine yönelecektir. Bu, sendikal bürokrasinin panzehiridir.
Bu eylemlerde Türk-İş ve bağlı sendikalardan Petrol-İş, Yol-İş, Deri-İş, Selüloz-İş, Tümtis, Teksif ve Bağımsız Otomobil-İş’in yer alması, bir yönüyle de hâkim “bürokratik sendikal” anlayışta açılan gediklerdi, denebilir mi?
Mevcut sendikal örgütlerin eylemlerde yer almasının özü: Sınıf tabanının mücadele azminin artmasındandır.
2.7- Devlet-İşçi İlişkisi
Hem yasama-yargı ve yürütme güçlerini bünyesinde toplayan bir üst Örgütlenme kurumu olması ve hem de ekonomik olarak işveren niteliğine sahip/sermayedar olması sebebiyle, devlet genellikle grev dışı eylemlere karşı ”güvenlik” güçleriyle müdahalede bulunur. Sonrası mahkemelerde devam eder. Ayrıca sınıf, devletin bazı hizmetlerinden yararlandırılmaz.
Televizyon, sınıfın güçlü eylemi 11 Mart-Yemek Boykotunu 45 saniye gösterirken, Alaska’da buzullar arasında sıkışan balinaları bir hafta boyu (belki daha fazla) her akşam 3-5 dakika gösterdi.
Balıkesir’de eylem yapan sendika şubelerinin ortaklaşa hazırlayıp üyelerine gönderdiği bildiriler PTT tarafından dağıtılmaz; “hizmet” parasıyla da olsa yaptırılmaz.
Neden?
Kısaca bunlar, devletin emek-sermaye çelişmesinde taraf olduğunun ve “milli” ekonominin yaratıcıları işçilere nasıl baktığının göstergesidir.

3- SON SÖZ

’88 yılında işçilerin yaptığı grevler ve grev dışındaki diğer eylemleri birlikte bütün olarak, işçilerin kendindeki gelişmeler sendika ve devlet ilişki boyutuyla incelenmeye çalışıldı.
Yeni yasal düzenleme ’84 sonrasında yapılan grev sayısı ve katılan işçi sayısı ile bu eylemin sebep olduğu kaybolan işgünü her yıl artan bir trend izliyor.
Ayrıca Aralık “88 sonu itibariyle toplu sözleşme görüşmelerinde 54.131 işçiyi kapsayan 58 işven için 19 sendika uyuşmazlık ve 8.767 işçiyi kapsayan 28 işyerinde 11 sendika grev kararı aşamasındadır. Buna ek olarak. ’89 yılı içinde kamuya ait işyerlerinde 650.000 işçiyi kapsayan görüşmelerin yapılacak olması, yılın “sıcak” geçeceğinin diğer bir etkenidir.
Sermayenin egemen olmasına bağlı olarak devleti de üretim faaliyetinde bulunması yanı devletin işverenliği durumlarında, gerek devletin yürütme organı olan hükümet, gerekse bürokratik içeriğini oluşturan yöneticiler ve gerekse de devletin ekonomik müdahaleciliğini meydana getiren/ci-simleştiren işletme yetkilileri kapitalist işvereni andırır davranışla, işçi karşısında yer almaktadırlar.
Kapitalist üretim tarzının temel çelişkisi, üretim faaliyetinin giderek edindiği “sosyal/toplumsal” nitelikte, üretim ilişkilerinin (mülkiyet, bölüşüm ve toplumda alt-üst ilişkilerinin bütünü) özel mülkiyetçe belirlenen “özel” tabanı arasındaki çelişkidir. Yani emek-sermaye çelişkisi.
İşyeri düzeyinde işçi ile işveren/burjuvazi arasındaki çelişkiler, esas itibariyle belirtilen emek-sermaye çelişkisi temelinde gelişmekte ve somutlaşmaktadır.
Yarınlar, bu çelişkinin çözümü a ürürünü olacaktır…

KAYNAKÇA:

1- TUBA Ajansı, 25 Nisan 1988 sf, 651
2- Harb-İş Sendikası dergisi, Ocak 1989
3- Yıldırım Koç. 11 Şubat 1989 tarihli Otomobil-İş paneli
4- Harb-İş Sendikası dergisi, Ekim 1988
5- Celal PİR, Milliyet, 10 Ocak J989
6- Milliyet, 19 Ocak 1989
7- Sabah. 16 Şubat 1989
8- Milliyet, 3 Şubat 1989
9- Yıldırım Koç, Demokrat Ekonomist, sy:. 6, sf. 15.
10- 2000’e Doğru, 4 Aralık 1988
11- Cumhuriyet, 25 Aralık 1988
12- TURA Ajansı, 2 Ocak 1989, sy: 687.
13- Türkiye’de Yapılan Grevlerin Nicel ve Nitel Değerlendirilmesi (1963-1980), Türkiye Denizciler Sendikası Eğitim Dizisi-8, sf: 45.
14- Gazeteler, Dergiler ve Tüba Ajansı sayılarında hazırlanmıştır.

EK:
GREV DIŞI EYLEMLERİN DÖKÜMÜ-1988

OCAK ‘88
1 OCAK- 60 işyerinde Laspetkm-İş’e üye 15.000 işçi, hükümeti ve hayat pahalılığını, zamları protesto için, öğle yemeğinden önce, topluca 1 dakikalık “ALKIŞLAMA” kararı aldılar. Ve eylem kararı uygulanır.
21 OCAK- Trakya Döküm’de 11 işçinin işten çıkarılması üzerine, 20 Ocak’ta işçiler İŞBAŞI YAPMAZLAR.  21 Ocak’ta da işbaşı yapmak isteyen işçileri işveren işyerine almaz. Bunun üzerine Muratlı, Ahmetbeş ve Büyükkarıştıran Belediyeleri sendikal mücadele nedeniyle işçi çıkarmayı doğru bulmadıklarını açıklarlar.
OCAK- Îstanbul/Sefaköy, Korozan Ambalaj Sanayi Fabrikasında çalışan 200 işçi işten çıkarılan arkadaşları Ali Güler’in yeniden işe alınması için işyeri önünde GÖSTERİ yaptılar.

ŞUBAT ’88
ŞUBAT- İşten çıkarılan 500 Otomobil-İş üyesi, İstanbul Valisi ile görüşmek isterler. Fakat vali görüşmeyi kabul etmez; bunun üzerine işçiler Sultanahmet Parkı’na kadar topluca YÜRÜRLER.
8/10 ŞUBAT- 5 ve 6 Şubat günleri, işverenin 45 işçiyi topluca işten çıkaracağının anlaşılması üzerine, NETAŞ işçileri, yemekhanede toplanır ve işyerinden Otomobil-İş’in Ümraniye Şube binasına kadar YÜRÜRLER. 8 Şubat’ta İŞBAŞI YAPMAZLAR. Ve işveren işçileri 1 günlük izinli saydığını açıklar; fakat direniş 9 ve 10 Şubat’ta da devam eder. İşveren 10 Şubat’ta sendika temsilcisi 9 işçiyi daha işten çıkarır. 11 Şubat’ta işbaşı yaparlar.
22 ŞUBAT- Güney Ege Linyitleri İşletmesi’nin Yatağan Termik Santralı’nda çalışan 2000 işçi enflasyonla erozyona uğrayan işçi ücretlerinden yapılan kesintilerin yüksekliğini protesto amacıyla, yeni bir eylem türü geliştirdiler: İşçiler, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile Türk-İş Başkanlığı’na birer MUTEMET DİLEKÇESİ gönderirler ve dilekçeye bordrolarını da eklerler, Bakan ve Başkan’dan evlerini bu parayla/aylıklarıyla (en kıdemlisi 90.000 TL alıyor) geçindirmelerini isterler. Ayrıca, kesintilerin azaltılmaması halinde ücretlerin alınmayacağını da belirtiyorlar…
24 ŞUBAT- Etibank’a bağlı Bandırma Boraks-Asit Fabrikası işçileri, servis arabalarının gecikmeli gelmesi, nedeniyle, toplam çalışan 120 işçi servislere binmezler ve fabrikadan evlerine kadar YÜRÜRLER.
ŞUBAT- Beymen ve Altınyıldız’da çalışan 2800 işçi, ücretlerin yetersizliği, ek zam isteği ve işçi çıkarmalarını protesto için 5 gün YEMEK BOYKOTU yaparlar…
25 ŞUBAT- Taksim Dünya Sineması işçilerinden 12’si işten çıkarılması üzerine, tekrar “işe alınıncaya” kadar olmak üzere, AÇLIK GREVİNE başlarlar.

MART ’88
5 MART- İzmir’de yapılan, Türk-İş bölge toplantısında, işçiler ellerinde kuru ekmekler; “açız” “asgari ücretimiz kuru ekmeğe bile yetmiyor” diye sloganlar attılar.
MART- Hak-İş’e bağlı Hizmet-İş Sendikası İstanbul Şube Başkanı ve Mali Sekreteri Türk-İş yönetimi ve sendikaların tutumunu protesto amacıyla; 3 gün süreli AÇLIK GREVİ yaptılar.
8/9 MART- Çalışanlar üzerindeki baskıları ve zamları protesto etmek amacıyla, Türk-İş’e bağlı sendikaların Balıkesir’de kurulu şubelerinin başkanları 8 ve 9 Mart’ta 2 günlük bir AÇLIK GREVİ yaptılar. Eylemlerinde Türk-İş yönetiminin de kendilerini desteklemelerini isterler. Sendika şube başkanlarının eyleme başlarken işçiler için hazırladıkları ortak bildiri, PTT tarafından işçi üyelere dağıtılmaz. Açlık grevi eylemini desteklemek için İş-bir’de çalışan 250 işçi bir YÜRÜYÜŞ yaparlar.
11 MART Ülke çapında 1.500.000’i aşkın işçinin katılımıyla YEMEK BOYKOTU yaparlar. Eylemle ilgili olarak yapılan açıklamalar, eylem öncesi:
– Özal (Başbakan): “Yemek nimettir. Nimeti tepmek hoş bir şey değil.”
– Bakan İmren Hanım: “…işçilerin hiçbir şekilde yasadışı eylemlere girişmesini istemiyorum.”
TİSK kendi üyelerine gönderdiği genelgede, yemek boykotunun yasadışı olduğu ve boykota katılanların işverenlerce savcılara bildirilmesi gerektiğini açıklar.
– Kamu İşveren Sendikaları, Türk-İş’in eylem kararlarının yaşama geçirilmesini, “Türkiye’nin tansiyonu uygun olmadığından imkânsız” görüyor.
— Hak-İş “destek” kararı almaz; katılan üye, işçiler olur.
– Eylemi, öğrenciler de destekler. Yemek boykotu eylemi başarıyla gerçekleştirildi. Eylem sonrası:
– Özal, ‘Yemek boykotunun tutmadığını, başarısız olduğunu’ açıklar ve “boykotu/düzenleyenler yanlış yaptılar, bu işçinin kabahati değil… Yemeğe küsmek, Türk geleneklerine aykırıdır. Başka gösteri yapabilirlerdi” der.
– İmren Hanım: Uygulamanın yasalara aykırı olmadığı kanaatindeyim. İşçilerimize her zaman güveniyorum.”
Yemek boykotu eylemiyle ilgili olarak yapılan soruşturma sonucu Samsun Cumhuriyet Savcılığa “yemek boykotunun Ceza Yasası, Sendikal ve Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt yasaları açısından, suç oluşturmadığına” karar verir. Savcılıkça soruşturma, Samsun’da kurulu kimi kamu işyerlerinin başvurusu üzerine başlatılmıştı.
24-26 MART- 22Mart’ta olağanüstü toplanan Öz Demir-İş Başkanlar Kurulu, 24 ve 26 Mart tarihleri arasında 3 gün uygulamak üzere, ek zammın ödenmediği işyerlerinde yemek boykotu ve diğer eylemler kararı aldılar. Teksan, Testaş ve Türnosan ve Gerkonsan’da oluşan 13 işyerinde toplam 6.500 işçi çalışır. Kurulun eylem programı: 3 gün süreyle yemek boykotu, 3 gün süreyle servise binmeme, 3 gün süreyle oturma eylemi ve son olarak tüm bunlara karşın anılan uygulamanın yapılmaması halinde daha katı eyleme başvurulması hedeflenir. İlk planda YEMEK BOYKOTU başarıyla yapılır. Yalnız Kayseri’de eyleme katılan 1200 işçi polisle çatışır.
EK ZAM: Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı ile TİSK Başkanı yaptığı görüşmeden sonra; tartışılan ek zammın aylık 10.000 TL olarak, toplusözleşmenin bitimine en az 9 ay kalmış işçilere uygulanması yönünde bir tavsiye kararı aldı. Kamu İşveren sendikaları da karara uyacaklarını açıklar.
MART- Yol-İş Sendikası ek zammı kabullenemeyip, “Sadakaya Hayır” kampanyası açar. Ve bunun gereği olarak ek zammın yasal dayanağı bulunmadığını, ödeyen işverenlerin mahkemeye verileceğini işverenlere bildirir. Bu sendikanın sözleşmede taraf bulunduğu işyerlerinde, ek zammın ödenmesi için işverenler Maliye ve Gümrük Bakanlığı’na başvurarak, ödemenin yasal gerekçesinin kendilerine iletilmesini isterler ve Bakanlık da bir açıklama yapar.
MART- Dok Gemi-İş Sendikası İstanbul Şubesi üyeleri Camialtı, Haliç, İstinye ve Pendik tersanelerinde ek zammı protesto için aralarında topladıkları 100’er TL’yi Özal’a gönderirler.
1 MART- İstanbul Bakırköy’de kurulu Emayetaş fabrikasında Otomobil-İş’e üye işçiler üç aydır ikramiyelerinin ödenmediğini açıklayarak, işyeri bahçesinde bir OTURMA EYLEMİ yaparlar
26 MART- Türk-İş Adapazarı’nda miting yapar. Konuşmacılardan Türk Metal Başkanı Mustafa ÖZBEK,”Mayıs ayında süreli ya da süresiz olarak üretimi durduracağız” dedi. Niye durdurulmadı?

NİSAN ‘88
NİSAN- Türk-İş Adana’da miting yapar.
5 NİSAN- Sınıfın eylemlerinin arttığı bu dönemde, Türk-İş Yönetim Kurulu YHK’ya katılma kararı alır.
5/7 NİSAN- Tüpraş’ın Aliağa, Batman, Yarımca ve Kırıkkale işyerlerinde çalışan Petrol-İş üyesi 4.000 işçi, toplu sözleşmede öngörülen ücret skalalarına oturtulmalarındaki gecikmeye karşı Mart sonuna değin başlayan eylemleri Nisan ayının ilk haftasında da sürer, eylemleri YEMEK BOYKOTU, SERVİSE BİNMEME, SAKAL BIRAKMA ve TOPLU VİZİTEYE ÇIKMA biçimindeydi.
14 NİSAN- Türk-İş’e bağlı Deri-İş,’ Petrol-İş, Kristal-İş ve Tümtis ile bağımsız Otomobil-İş ve Banksen “1 MAYIS MİTİNGİ” için İstanbul Valiliği”ne başvururlar. Valilik 18 Nisan’da yaptığı açıklamada izin vermediğini bildirir.
NİSAN- Safranbolu’da bir konfeksiyon atölyesinde çalışan 38 işçinin, ücret artışı sağlamak amacıyla İŞ BIRAKMA eylemi yaparlar ve polis tarafından gözaltına alınırlar.
NİSAN- Meva Mekanik Ev Aletleri ve Ternal Soğutma Cihazları işyerinde, 3 işçinin işten çıkarılması üzerine Otomobil-:İş üyesi işçiler YEMEK BOYKOTU yaparlar ve arkasından iki saat süreyle İŞİ BIRAKIRLAR.
16 NİSAN- Çimse-İş’in uyuşmazlıkta bulunduğu 26 kamu işyerinden biri olan Yarımca-Seramik’te işçiler, protesto YÜRÜYÜŞÜ yaparlar. Mitinge dönüşen eylemde, polislerin sendikacıları gözaltına alma girişimi işçiler tarafından engellenir.
İGSAŞ’taki sessiz protesto halen devam ediyor.
27 NİSAN- Günlük gazetelere verilen ilanlarla 11 sendika ve 400’ü aşkın kişi 1 MAYIS’A ÇAĞRI yapar.
Başkan ŞEVKET- “Bugünkü koşullarda 1 Mayıs’tan daha önce çözümlenmesi gereken sorunlar var.” “Var”dıysa, çözdünüz mü? Neyi?
NİSAN- TÜMTİS’in örgütlü olduğu Topkapı Ambarlar’ında Ağustos ‘87’de önce 65 ve sonra 70 işyerinde başlatılan grev tüm zorluklara karşın, başarıyla toplu sözleşmenin imzalanması üzerine ’88 Nisan’ında bitirilir. Grev kırıcı girişimlerin neler olduğu günlük basında pek çok sefer yer alır. Yaklaşık 240 işyerinin bulunduğu Ambarlarda başlatılan grev üzerine, İşveren Sendikası NAK-İŞ grev dışında kalan işyerlerinde “Dayanışma Lokavtı” uygular. Fakat grevci işçilerin ve sendikanın kararlılığı sonucu, NAK-İŞ dışında bazı üye işverenlerle; yapılan görüşmelerde, “peyderpey” anlaşmaların yapılması üzerine, bu işyerleri faaliyete başlar. Bu sıra, Zeytinburnu Belediyesi ambarların rahatsız olduğu gerekçesiyle işyerlerini mühürler. Fakat işçilerin de çalışmak istemesi sonucu mühürler sökülür. Zabıta gelişmeler karşısında yetersiz kalınca, polis çağırır; 300Çevik Kuvvet işçileri çembere alır. Polislerin sebep olduğu gelişmeler sonrası, bir işçi kalp krizi geçirir; Grevi kırma girişimi salt, bunlarla da sınırlı olmayıp, grev sebebiyle “Anadolu’ya mal sevkiyatı durdu”, “nakliye felç” ve “MAFYA mal sevkiyatıyla 100 milyar vurdu” gibi gerekçelerle, Topkapı Ambarlarda Koç Expres’in işvereni -ANAP’ın İstanbul Milletvekili Sadi ABBASOĞLU’nun ‘girişimleriyle korsan’ ambar (BİRNAK) kurulur. Nitekim BİRNAK (Birleşik Taşımacılık Taahhüt Paz. AŞ),Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı Denizcilik İşletmeleri Genel Müdürlüğü’ne ait Kadıköy-Küçükbakkalköy’deki bir depoda faaliyete başladığını ilân eder. İşçilerin duyarlılığı meyvesini verir ve bu korsan ambarda faaliyet polis denetiminde sürdürülür. Tüm bunlara yani ANAP milletvekilinin, belediyenin ve polisin grev kırıcı davranışlarına karşın, grev, toplu sözleşmenin (ücretlerde yüzde 212 artış saptanması ve diğer haklar) imzalanmasıyla Nisan ’88’de biter…

MAYIS 88
1 MAYIS- 1 Mayıs İŞÇİ BAYRAMI kutlamalarına izin verilmez… Buna karşın yapılan çeşitli gösterilerde 85 kişi gözaltına alınır. İstanbul’da istiklâl Caddesi’nde yaklaşık 1000 kişinin katıldığı gösteri yapılır.
MAYIS- Ücretlerin azlığı sebebiyle, Yatağan ve Yeniköy Termik Santralleri’nde işçileri toplu istifaya bağladılar. Yatağan’da 15, Yeniköy’de de 70 işçi istifa eder.
10 MAYIS- Polisan Boya Fabrikası’nda toplu sözleşmeden doğan hakların verilmemesi, yemeklerin kalitesinin bozulması, ambulans hizmetinin kaldırılması nedeniyle yapılan servis arabalarına binmeme eylemi, gerekçe gösterilerek işten çıkanları işçilerden 7’si 10 Mayıs’ta AÇLIK GREVİNE başlar ve eylemlerini Petrol-İş Gebze Şubesi’nde sürdürürler.
MAYIS- Türkiye Taşkömürü Kurumu odalarında Genel Maden-İş üyesi işçiler üç saat süren bir direniş yaparlar.
20 MAYIS- Çorlu Ünilever/Karsan Nakliye’de 102 işçiden 55’inin işten çıkarılması üzerine işçiler işyerine girmeyerek eylem yaparlar. İşçiler sendikal örgütlenmenin işten atılmanın gerekçesi olduğunu açıklar.

HAZİRAN 88
2 HAZİRAN- 2821 ve2822 sayılı yasalarda bazı maddeler değiştirilir ve 2 Haziran’da RG’de yayınlanır. Değişiklik sonrası işçi direnişlerinin yaygınlaştığı gözleniyor. Ve bu da değişikliğin ne oranda sınıfın ihtiyaçlarını giderdiğinin bir ifadesidir. Özellikle, Petrol-İş’in örgütlü bulunduğu “petrol, kimya ve lastik” işkolunda yaygınlaşan direnişin üç nedeni bu işkolunun grev yasağı kapsamına sokulması, toplu sözleşme görüşmelerinde uyuşmazlıklar (Shell, BP ve Mobil) ve imzalanmış toplu sözleşmelerin uygulanmasındaki gecikmeler (Tüpraş)… Eylemler TOPLU VİZİTEYE çıkma, SAKAL BIRAKMA, YEMEK BOYKOTU, SERVİSE BİNMEME ve İŞ YAVAŞLATMA biçiminde sürüyor. Eylemler yaygınlaşır. Marshall, Fital-İş, Aysan, Pimaş, Lever-İş ve Solventaş işyerleri de katılır.
Bu eylemler 20 Haziran’da Türkiye petrollerinde son bulurken, TÜGAŞ’a bağlı gübre fiyatlarında devam eder.
– “Genel İşler” işkolunda dört büyük ilde, toplu sözleşme uyuşmazlıklarının giderilmemesi üzerine belediye işçileri yeniden direnişe başlar ve uyuşmazlık 22 Haziran’da son bulur.
– Türkiye Şişe Ve Cam Fabrikalarına bağlı Çayırova Cam, Cam Elyaf ve Cam İsletme Tesisleri’nde çalışan 2300 işçi toplu sözleşme hükümleri işveren tarafından uygulanmadığı için YEMEK BOYKOTU ve SERVİSE BİNMEME biçiminde eylemler yaparlar.
– “Madencilik” işkolunda grev yasağının kaldırılmış olmasına karşın yine de TKİ 30,000 işçinin grev yapması mümkün değil çünkü Yasa’nın “işletme, sözleşmesi” konusundaki hükmü TKİ işyerlerini bir tek sözleşme çerçevesinde ele alan işletme sözleşmesi nedeniyle, termik santrallere kömür vermeyen ocakların işçileri de grev hakkını kullanamazlar.
– İstanbul TEK’de İşçi sağlığı-iş güvenliği tedbirlerinin yetersizliği sebebiyle süren eylem Ege’ye de yayılır.
– Özal “yasalarımız meselelerin iş yavaşlatma ve direnişlerle çözümlenmesine müsait değildir. Kanunsuz direnişin ağır sorumluluğu vardır” der.
TİSK Başkan Vekili Refik Baydur, “Grev yasaklarının iş hayatının çok önemli sorunlarından birini oluşturuyor… Türkiye’de uygulandığı haliyle grev yasağının kimseye hayrı yok. Yasağın olduğu sektörlerde meydana gelen direniş ve iş yavaşlatmalarının maliyeti, grevden daha fazla… Grevi tamamıyla kaldıramayacağımıza göre, sınırını iyi çizmeliyiz. Örneğin bankacılık işkolunda neden grev yasağı var, anlamıyorum” der.
Sınıfın yakınma yerine, daha yasalarda yapılan değişikliğin mürekkebi kurumadan grev dışı eylemlere girişmesi, duyarlılığı ve sahiplenmesi açısından önemli bir gelişmedir.
8 HAZİRAN- Belediye işçilerinin eylemi sonucu İzmir Karşıyaka Belediye Başkanı Nevzat Çobanoğlu, Kamu İşveren Sendikası TÜHİS üyeliğinden ayrılmak zorunda kalır.
11 HAZİRAN- Türk-İş Örgütlenme Sekreteri Orhan Balaban, yaygınlaşan eylemlerin üç nedeni olduğunu açıklar ve sırasıyla, ücretlerin yetersizliği, işverenlerin işçi sağlığı ve iş güvenliği konularına olumsuz yaklaşımı, toplu sözleşmelere getirilen kısıtlamalar olarak sıralar.
12 HAZİRAN- Yol-İş Sendikası Başkanlar Kurulu bildirisi ”Türk-İş’in, işçinin gücünü göstermesi için eylemleri sürdürmesi”‘ ister ve devamında “bıçak kemiğe dayanmıştır” der.
HAZİRAN- Türkiye Denizcilik İşletmeleri Genel Müdürlüğü’ne Türkiye Gemi Sanayi AŞ tarafından üretilen üç geminin devir-teslim töreninde, Ulaştırma Bakanı Ekrem Pakdemirli’nin kürsüye gelmesiyle birlikte, İstinye Tersanesi işçileri alandan “Açız, aç”, “Aldığımız para ev kirasına yetmiyor”, “Sadaka değil, hakkımızı istiyoruz” sloganlarını atarak ayrılırlar ve spor sahasında toplanırlar; burada Dok Gemi-İş İstanbul Şube Başkanı Cemal Özgül, “toplu sözleşme ile verilmiş haklarımızı işveren vermeyecek” diye konuşur. O gün YEMEK BOYKOTU yaparlar.
22 HAZİRAN- 22 Haziran günü E-5 Karayolu’nda yürüyüş yapmayı. 20 Haziran’da kararlaştıran sendikalar şunlar: İzzet Çetin (T. Harb-İş/Kocaeli Şb.Bş.); Cemal Sinliova (Kristal-İş/Kocaeli Şb. Bş.); Mehmet Sucu (Çimse-İş Hereke Şb. Bş.); Necati Aydın (Tümtis/Kocaeli Şb. Bş.); Nuri Tekin (Petrol-İş/Gebze Şb. Bş.); Bahtiyar Demir (Belediye-İş/Sakarya Şb. Bş.); Ali Oskay (Teksif/Kocaeli Şb. Bş.); Mehmet Tura (Teksif/Hereke Şb. Bş.); Hüseyin Miralay.(Tes-İş/Sakarya Şb. Bş.); Bu 10 sendika yöneticisi: “Türk-İş yönetimini ve Başkanlar kurulu’nu uyarmak, Hükümet’in işçilere yönelik hasmane tutumunu protesto etmek, başta Anayasa olmak üzere, 2821 ve 2822 sayılı yasalardaki anti-demokratik hükümleri kaldırmak vs. amacıyla, 22 Haziran’da E-5’te yürümek isterler. Yürüyüş polis tarafından engellenir. Yürüyüşçülerden altısı izinsiz gösteri yapmaktan gözaltına alınır. Sonra serbest bırakılırlar. Yaptıkları ortak açıklamada Türk-İş yönetimini ve tüm sendikacıları “aktif eylemlere davet ediyoruz” derler.
HAZİRAN- işçinin çalıştığı MAFER ilâç fabrikasında 12 işçinin çıkarılması üzerine işçiler; direnişe geçerler. İşverenin sendikalaşma nedeniyle işçi çıkardığı ve üretimi durduğu görüşünde olan işçiler işyerinde toplanarak işvereni ALKIŞLAMA eylemi yaparlar.
19 HAZİRAN- Türk-İş ve Teksif’in “değişmez” Başkanı Şevket Yılmaz, kalp spazmı geçirir, tedavisine İstanbul-Amerikan Hastanesi’nde devam eder.
“Sınıf yastadır!”
Bakan İmren Hanım, “Yılmaz’ın rahatsızlığının yansıtıldığı ölçüde ciddi olmadığını açıklar.
Rastlantı hiç değil! Eylem kararları ve hastalık…
Yılmaz’ın hastalığı nedeniyle Türk-İş Başkanlar Kurulu toplantısının ertelenmesini Petrol-iş Başkanı Münir Ceylan “yanlış olduğunu” açıklar. O sıra genel kanı “Yılmaz’ın gerçeklen hasta olmadığı teşkilat içi sorunları hafifletmek ve kabul edilen Şubat 88 eylem kararları uygulanamaz hale getirmek için bu yolu seçtiği” ileri sürülür.
Fazla söze ne gerek…

TEMMUZ 88
13 TEMMUZ- Şubat 88 Eylem Kararları için Türk-İş Yönetimi ve Başkanlar Kurulu üyelerinin “yasadışı greve teşvik” iddiasıyla yargılandıkları dava, Ankara 10. Asliye Hukuk Mahkemesinde başlar.
16 TEMMUZ- SEKA görüşmelerinde uyuşmazlık çıkması üzerine İzmit’teki işyerinde çalışan 4000 işçi, viziteye çıkma istemlerinin reddedilmesi üzerine OTURMA EYLEMİ yaparlar. SEKA’ya ait diğer işyerlerinde\toplu sözleşme uyuşmazlığı nedeniyle başlayan eylemlerinde, işyeri yemeklerini ailelere dağıtma, alkışlama ve bozuk paraları SEKA Gn. Md. önüne yağma biçiminde devam eder.
20 TEMMUZ- Deva’da kıdem ortalaması on yılı aşan 5 işçinin iş akitlerinin fethedilmesi üzerine 220 işçi atılan arkadaşlarının işe alınmasını sağlamak amacıyla İŞBAŞI YAPMAZ. Eylem üç gün sürer.
TEMMUZ- Akfa özel çay şirketi Kıyıcık Çay Fabrikasında 300 işçi Haziran ayı ücretlerinin ödenmemesini protesto için, 20 Temmuzda İŞBAŞI YAPMAZ.
23 TEMMUZ- Eskişehir’de değişik işkollarında kurulu işyerlerinde çalışan işçiler, düşük ücretleri protesto etmek için ücret bordrolarım Özal ve Aykut’a (Bakan)’ postalarlar.
29 TEMMUZ- SEKA’ya bağlı işyerlerinde 16 Temmuz’da başlayan eylemler devam eder.
30 TEMMUZ- Hak-İş’e bağlı Hizmet-İş Sendikası Genel Başkanı Muzaffer Ünlü, 30 Temmuz’da kefen giyerek yaptığı basın toplantısında “kapıcıların sorunlarına ilgisiz kalan hükümeti, siyasi partileri ve sendika ağalarını protesto etmek için, diri diri mezara gömülmüş gibi yaşayan kapıcıları çağrıştırmak için bu protestoyu düzenlediklerini”, açıklar.
31 TEMMUZ- 18 ABD üssünde, Harb-İş’e bağlı işçiler toplu sözleşme görüşmelerindeki uyuşmazlık nedeniyle, fazla çalışmalara kalmama eylemi başlar.

AĞUSTOS 88
1 AĞUSTOS- Üç aydır grevde olan Ege Plas’da işçiler işyerinde üretimin devam etmesini fabrika önünde toplanarak protesto ederler.
3 AĞUSTOS- iki aydır ücretlerini alamadıklarını ileri süren Yenimahalle (Ankara) Belediyesi işçileri, Belediye Başkanlığı önünde toplanarak boş ceplerini gösterirler.
SEKA işyerlerinde eylemler devam eder.
8 AĞUSTOS- Yerel seçimlerle ilgili referandumda, Türk-İş “Hayır” yönünde oy kullanacağını açıklar Hak-İş ise “Evet” der.
18 AĞUSTOS- MESS ile sürdürülen sözleşme görüşmeleri uyuşmazlığa giren bir grup Türk Metal üyesi işçiler, durumu “yalınayak yürüyerek” protesto ederler.
AĞUSTOS- Mersin’de kurulu Anadolu Cam Sanayinde Kristal-İş üyesi 300 işçi, Ağustos’un 2. haftası içinde, Sinop Cam Sanayisinde çalışan 3 işçinin işten çıkarılmasını ve işten atmalara karşı iş çıkışı otobüse binmeyerek yaklaşık 2 kilometre yürürler.
AĞUSTOS- İstanbul/Taşkızak Tersanesi’nde çalışan Harb-İş üyesi işçiler, “enflasyonu ve yetersiz toplu sözleşme ücretlerini” protesto için ücret bordrolarını toptan, Milli Savunma Bakanı Ercan Vuralhan’a postalarlar. Ayrıca sendikanın bu durum karşısında ilgisiz, kaldığını açıklarlar.
18 AĞUSTOS- 16 Ağustos’ta eyleme teşvik gerekçesiyle Eskişehir-Cicisan’da 10’u kadın 28 işçi, işten çıkarılırlar, işten atılan bu 28 işçi, AÇLIK GREVİNE başlar ve Cicisan’da çalışan 300 işçi de katılır. İki hafta kadar süren açlık grevi sonucu 28 işçiden 22’si işe alınır; diğer 6’sı da ödencelerini/alacaklarını alarak işten ayrılırlar.
22 AĞUSTOS- Cicisan’dan çıkarılan 28 işçinin açlık grevini desteklemek üzere, Eskişehir’de kurulu 10 sendika şube başkanı ve yöneticisi AÇLIK GREVİNE başlarlar. Katılan sendikalar; Tek Gıda İş ve Harb-İş’ten 2’şer yönetici; Tarım-İş, Belediye-İş, Türk Metal, Şeker-İş, Teksif, Kristal-İş, Çimse-İş ve Tez Koop-İş sendikalarının şube başkanları katılırlar.
24 AĞUSTOS- Yürürlükteki toplu iş sözleşmesine işverenin uymadığı gerekçesiyle Likat-İş Sendikası Genel Başkanı ve yönetim kurulu üyelerinin 3 günlük AÇLIK GREVİNE başladıkları açıklanır.
AĞUSTOS- Şeker-İş Sendikası Ankara şubesine üye 1100 işçinin ortak hazırladığı dilekçede, Şubat 88 Başkanlar Kurulu gelen kararlarının uygulanmaması sebebiyle Türk-İş ve Şeker-İş yönetimi protesto edilir.

EYLÜL 88
3 EYLÜL- Harb-İş Genel Merkezindeki AÇLIK GREVİNE 6 kişi katılır ve bunları 21 şube yöneticisi de destekler. Eyleme katılan Harb-İş Başkanı Kenan Durukan, “Amacımız, Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı işyerlerindeki ikinci yıl zamlarının yetersizliğini, kamuoyuna duyurmak ve 650.000 kamu işçinin ücretlerine ilgisiz kalan yetkilileri uyarmaktı” diye açıklama yapar. Türk-İş yöneticileri sendika merkezini ziyaret ederler.
EYLÜL- Bitaş’ta çalışan işçiler, Demokratik Kadın Derneği’ne üye bir işçinin işten çıkarılması nedeniyle YEMEK BOYKOTU yaparlar.
EYLÜL- Toplu sözleşme hükümlerinin uygulanması üzerine, İstanbul Cam’da Kristal-İş üyesi 350 işçi toplu VİZİTEYE ÇIKMA eylemi yaparlar.
EYLÜL- Hasel Halı Fabrikasında 100 dolayında işçinin işten çıkarılması işçilerin düzenlediği bir YEMEK BOYKOTUYLA protesto edilir. İşçiler “toplu sözleşme görüşmelerine bir ay kala işçi çıkarmanın sendikal amaçlı olduğunu” açıklarlar.
EYLÜL- Uşak Şeker Fabrikası’nda çalışan Şeker-İş üyesi 970 işçi ücret artırımı için işverene yaptıkları başvuruya yanıt alamayınca, kampanya törenlerine katılmazlar.
EYLÜL- Kocaeli, İstanbul ve Bursa’da bağımsız Otomobil-İş Sendikası’nın MESS ile uyuşmazlığa düştüğü işyerlerinde çalışan işçiler, Eylül’ün 2. haftasında, kahverengi şapkalı (ki bu renk, Referandum’da “Hayır” rengi) bir yürüyüş yaparlar. Kahverengi şapkalarıyla çalışan ve servise binmeden yürüyen işçiler, polisle çatışırlar; yaklaşık 200 kişi gözaltına alınır.
25 EYLÜL- Türk-İş ve bağlı sendikaların yöneticileri, yapılacak erken yerel seçimlere ilişkin Anayasa değişikliği Referandumunda “HAYİR” der; Hak-İş “EVET”, bu konfederasyona bağlı ÖzDemir-İş ve bazı sendika şubeleri de “HAYIR” der.

EKİM ’88
22 EKİM- Petkim işyerlerinde toplu sözleşme görüşmesi uyuşmazlığı nedeniyle Petrol-İş’in başlattığı kademeli AÇLIK GREVİ ikinci gününde, devam eder.
23 EKİM- 20 kadar ‘sendikanın İstanbul şubeleri ortak olarak, SEKA (İzmit) grevini ziyaret ederler, yardımda bulunurlar. Ayrıca Doğu Galvaniz, TOE ve Hurma Elektronik grevlerini de ziyaret ederler.
25 EKİM- Alpet’te açlık grevine katılan işçi sayısı 3500’e yükselir.
EKİM- Eskişehir’de kurulu Entil Fabrikası’nda çalışan; 500 dolayındaki işçi, Otomobil-İş Sendikası’nın aldığı karara uyarak bıraktığı sakallarını, sendikanın MESS’Ie toplu iş sözleşmesi imzalanması üzerine keserler. İşçiler “MESS’in katı tutumuna karşı başlattığımız SAKAL BIRAKMA eylemimiz 1,5 aydır sürüyordu” derler
EKİM- Güney Ege linyitlerinde çalışan 6000 dolayındaki işçi, SEKA grevini sürdüren işçilerle dayanışmak amacıyla, aralarında para toplayıp aldıkları gıda maddelerini SEKA grevcilerine gönderirler.
29 EKİM- Petrol-İş Ankara Şubesi yöneticileri, Petkim işyerlerindeki açlık grevlerini desteklemek amacıyla AÇLIK GREVİ yaparlar.

KASIM 88
3 KASİM- Belediyelerde işsizlik haklarının ödenmesindeki gecikmeler ve işçi başına 600.000 TL’yi bulan alacaklarını tahsil edebilmek amacıyla, İstanbul-Bakırköy Belediyesi işçileri VEZNE ÖNÜNDE BEKLEME eylemi yaparlar. Bakırköy Belediyesi işçilerinin yoğun oturduğu semtlerde kadınların gruplar oluşturarak, belediye şube ve merkez bürolarına gelerek yetkililerle tartışırlar ve hizmetlerin aksamasından hoşnutsuzluklarını dile getirirler.
8 KASIM- Petrol-İş Sendikası 8 Kasım’da 620 işyerinde 80.000 üyesi ile bir YEMEK BOYKOTU yaparlar. Bu, 11 Mart yemek boykotundan sonra en geniş katılımlı ikinci eylemdir. Petkim’e bağlı işyerlerindeki toplu sözleşme uyuşmazlıklarını ve Petlas’ta TKK’ca imzalanan toplu iş sözleşmesini protesto eden Petrol-İş üyeleri “SEKA’daki grevle dayanışmalarını da bu yolla dile getirdiklerini” açıklarlar.
Petrol-İş’in Alpet’teki açlık grevi ise 15 gündür sürüyor.
10 KASIM- Selüloz-İş Sendikası SEKA’dan sonra özel sektör kâğıt fabrikalarında da greve çıkmak üzere Türkiye Kâğıt İşverenleri Sendikası ile yürütülen toplu sözleşme görüşmeleri uyuşmazlığa giren işyerlerinden 17’sinde 5500 işçi ile YEMEK BOYKOTU yapar.
16 KASIM- Deniz Binbaşı Mesut Kamacı’nın Gölcük Tersanesi’nde 80 dolayında işçiye hakaret etmesi üzerine 4500 işçi 2 günlük YEMEK BOYKOTU yaparlar: 16 Kasım günü Harb-İş Sendikası şube binasına doğru topluca YÜRÜMESİ nedeniyle, E-130 Karayolu yarım saat kadar trafiğe kapanır. İşçiler yürüyüş sırasında “BASKIYA SON, ÖZGÜRLÜK İSTİYORUZ!” sloganını atarlar.
18 KASIM- Türk-İş’e bağlı Yol-İş Sendikası Genel Başkanı Bayram Meral: “170.000 Yol-İş’li işçinin SEKA grevcileriyle dayanışma amacıyla, her üyeden ayda bir ekmek, 200 TL kampanyası başlattıklarını” açıklar.
KASIM- Petkim ve Alpet’te uyuşmazlık nedeniyle başlatılan açlık grevi 25 Ekim’den bu yana sürüyor. Kasım’ın ikinci haftası içinde, açlık grevindeki işçileri desteklemek için eşleri de AÇLIK GREVİ yaparlar.
21 KASIM- Selüloz-İş İzmit Şubesi’nde, SEKA grevi nedeniyle, 2 günlük AÇLIK GREVİNE başlarlar.
22 KASIM- Zonguldak’ta toplu sözleşme görüşmeleri uyuşmazlığa giren ve 29 Kasım’da greve çıkacak kömür işçilerinden 22’si uyarı niteliğinde AÇLIK GREVİ yapar.
KASIM- Tariş’e verdikleri pamukların bedellerini alamayan Aydınlı pamuk üreticileri, Tariş’te 14 saat vezne önünde bekleme eylemi yaparlar. Üreticilerin 23 Ekim’e kadar teslimat yapmış olanlarına alacaklarının ancak yüzde 50’sinin ödendiğini açıkladılar.

ARALIK ‘S8
1 ARALIK- ’87 Referandumunda Türk-İş’in “yasaksız bir demokrasi için EVET” kampanyası ile ilgili dava, beraatla sonuçlanır.
ARALIK- Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı yetkili organlarınca yapılan incelemelerde varılan sonuçlara göre, Zonguldak’taki kömür, ocakları, iş ve işçi sağlığı açısından çalışabilir durumda değil raporu verirler. Yine çalışanlar var; işçiye verilen kıymet.
8 ARALIK- ÖzDemir-İş’in uzun süredir grevde bulunduğu TOE-Çayırova Fabrikasında grev kapsamı dışındaki 90 işçinin, ücretlerinin ödenmemesi sebebiyle işyeri veznesi önünde bekleme eylemi yaparlar. Fabrikanın aşçıları da protesto eylemine vezne önünde beklemenin yanı sıra, yemek yapmadan katılıyorlar.
15 ARALIK- Eskişehir Şeker Fabrikası’nda 12 Aralık’ta meydana gelen iş kazasında iki işçinin ölümünü protesto eden ve iş güvenliğinin sağlanmasını isteyen 35.000 işçi Eskişehir’de YEMEK BOYKOTU yapar. Bu, bu yıl içinde 11 Mart’ta Türk-İş’in ve 8 Kasım’da Petrol-İş’in yemek boykotundan sonra geniş katılımlı 3. eylem oluyor. Eyleme, Türk-İş’e bağlı 18 sendikanın üye işçileri katılır.
15 ARALIK- Türk-İş Başkanlar Kurulu yayımladığı 11 Şubat tarihli bildiride, işçilere işi yavaşlatma çağrısı yaptığı ve 2822’nin md. 70/1’i ihlal ettiği gerekçesiyle 1 aydan 3 aya kadar hapis ve 30 bin-80 bin TL ağır para cezası ile cezalandırılması istemiyle açılan dava, sonuçlanır ve yöneticiler beraat ederler.
ARALIK- STFA tarafından yürütülen Yeni Galata Köprüsü inşaatında çalışan işçiler, ücret ödemelerinin sürekli olarak 4-5 gün gecikmeli yapılmasını hafta içinde yaptıkları bir YEMEK BOYKOTU ile protesto ederler. Boykota aylıkların ödenmesi ile eyleme son verilir.
ARALIK- Ankara ASELSAN’da ücretler arasında büyük farklılıkların olması sebebiyle, işçiler bir günlük YEMEK BOYKOTU yaparlar; eyleme 2000 işçi katılır.
ARALIK- Finansman sıkıntısına düştüğü için Hasbi Menteşoğlu’na satılan Tu-Pi Tavukçulukta işçiler, ücretlerini alamadıkları için “Kuru Ekmekli Protesto” eylemi yaparlar.
ARALIK- Türk-İş yılbaşını grevde geçiren SEKA işçisine bir ödemede bulunur. Türk-İş’e bağlı sendikalardan toplanan 450 milyon TL Selüloz-İş Sendikası Başkanı İsmail Önay’a çek olarak verilir. Türk-İş Genel Örg. Sek. Orhan Balaban, “Grevlerin desteklenebilmesi amacıyla, her işçiden ayda bin lira sloganlı bir dayanışma kampanyasının başlatıldığını ve sürdürüleceğini” açıklar. …
Diğer bir deyimle Türk-İş ve bağlı sendikalar ilk kez, grevdeki sendikaları dayanışma için FON oluşturur.
Türk-İş Başkanlar Kurulumun 27 Aralık’taki toplantısında, bu fonda toplanan ve sendikaların yeni katkılarıyla 450 milyon TL’ye ulaşan paradan grevdeki SEKA işçilerine verilmesini kabul eder. İşçiler yeni yıla girmeden bir gün önce 60000’er TL alırlar. SEKA grevi 14 Ocak 1989’da biter.

Mart 1989

Geçmişe İlişkin Eleştirel Bir Yaklaşım

Eylül, Türkiye’nin siyasal yapısına köklü değişiklikler getirdi. Bu siyasal değişiklikler yalnızca gericilik cephesini ilgilendirseydi belki üzerinde çokça durulmasını gerektirmezdi. Ne var ki 12 Eylül’ün getirdiği siyasal değişiklikler, ezilen halk kitlelerini de ilgilendirmekle kalmıyor, onların bir parçası durumunda olan devrimci ve Marksist-Leninist hareketleri de geçmişlerini yeniden gözden geçirmek göreviyle karşı karşıya bırakıyor. Marksist-Leninistler yöntem olarak zaten sık sık geçmişlerini irdeleme, geçmiş deneylerden dersler çıkarma, geçmişte düşülen hataları tekrarlamamak üzere onları ve kendilerini eleştirme, geçmişte doğru ve militan olan ne varsa ona sahip çıkma ve onu geliştirme biçiminde bir yol izlerler. Her önemli darboğaz ya da ciddi dönemeçte bu tür bir gereksinim, hele Marksist-Leninist hareketler ciddi darbelere maruz kalmışlarsa bir zorunluluk halini alır.
12 Eylül, Türkiye halklarının ve işçi sınıfının, ilerici, devrimci, demokrat ve komünistlerinin karşı karşıya kaldıkları en azgın, en kapsamlı ve en gerici karşı-devrim saldırılarından biridir. 12 Eylül’de karşı devrimin saldırılarına uğrayan ilerici-devrimci-demokrat ve komünist hareketlerin büyük bir bölümü hâlâ toparlanamamıştır. Bu hareketlerin bir kısmı ya tamamen yok olmuş ya da henüz toparlanamayacakları ölçüde ağır darbeler sonucu ciddi bir dağınıklık içindedirler. 12 Eylül’ün, hiç değilse 12 Mart yarı-askeri faşist darbesinden -ve diğer birçok karşı devrimci saldırıdan da- farkı, çok kapsamlı bir ideolojik kampanya ile yürütülmüş olması ve önemli ölçüde, “ideolojik saldırısıyla birlikte” başarılı olmasıdır. Bu başarı, kendini, devrim cephesindeki ideolojik dağınıklık, bölünmüşlük, ilkelerden yoksunluk, bireycilik, halkın sorunları karşısında ilgisizlik vb. biçimlerinde gösteriyor. Polisiye ve yasal önlemler bir yana, birçok insan ve hareket, yalnızca cuntanın ve düzenin çok yönlü ideolojik saldırısı sonucu tam bir karmaşa yaşıyor. Cuntanın darbesinin bu kadar etkili olması, bir başka anlatımla devrimci-demokrat ve komünistlerin bunca kolay tasfiye edilebilmesi düşündürücüdür ve bu hareketlerin geçmişinin ciddi bir şekilde irdelenmesini gerektirir. Birçok şeyin yanı sıra, devrimci hareketlerin neden bu kadar kolay tasfiye edilebildiklerinin ortaya çıkarılması, herkese ait hataların tespit edilmesi ve geçmişten geleceği aydınlatmak üzere dersler çıkarılması açısından geçmişin bir muhasebesini yapmak gerekmektedir. Kuşkusuz bu, oldukça kapsamlı bir konudur ve bir yazının kapsamı içerisinde çok net ve kesin sonuçlar çıkarılabilmesi beklenmemelidir. Bu kapsamdaki bir yazı olsa olsa bir başlangıç olabilir ancak…

Cuntanın İşbaşına Getirildiği Koşullar
Cunta, aşağı yukarı 400.000 işçiyi kapsayan büyük bir ekonomik grev dalgasının sinyal verdiği, 80.000 işçinin ise fiilen grevde olduğu ve Türkiye’nin dört bir yanında devrimcilerin önderliğinde halkın ileri kesimlerinin kıyasıya bir anti-faşist mücadele verdiği koşullarda tezgâhlandı.
İşbirlikçi egemen sınıfların askeri diktatörlüğü, doğrudan ve tek iktidar gücü olarak devreye sokmalarının nedeni, acil ihtiyaç duydukları siyasi istikrarı sağlayarak, ekonomik istikrara ulaşmanın koşullarını sağlayabilmekti. Siyasi istikranın sağlanması, öz olarak, işçi ve halk hareketinin ezilmesi, devrimci örgütlerin dağıtılması ve egemen sınıf cephesindeki dağılma ve parçalanmalara son verilmesi, zor yoluyla karşı devrim cephesinin ve faşist diktatörlüğün sağ-lamlaştırılmasıydı. Ekonomik istikrar ise, ekonomik krizin bütün yüklerinin işçi sınıfı ve emekçi halka yıkılarak, sömürüyü olağanüstü düzeylerde artırma yoluyla kapitalist ekonominin restore edilmesi, uluslararası sermayenin ve işbirlikçi tekellerin ekonomik programlarının yerine getirilmesi anlamlarını ifade ediyor. Artı-değer sömürüsünün mutlak ve nispi olarak yoğunlaştırılması yoluyla sömürü ve soygun planlarının uygulanması, işçi ve emekçi kitlelerin mücadelelerinin ezilmesi ve devrimci ve Marksist-Leninist parti ve hareketlerin dağıtılması ile yakından ilgilidir. Burjuvazi ve gericiliğin, işçi sınıfı ve halk hareketini ezmeden ekonomik istikrarı sağlaması mümkün değildi. Cunta bu amaçla işbaşına getirildi.
Buna bağlı olarak 12 Eylül Cuntası’nın işbaşına getirilmesinin bir başka nedeni, Türkiye’de yükselen devrimci dalga ve gericiliğin saflarındaki parçalanma, dağılma ve panik belirtilerine yol açan ve tehlike olarak görülen devrim ihmali idi. Bu ihtimalin zayıf olması, henüz gerçekleşebilirliğinin tartışılabilir olması ayrı bir şey. Ancak bu ihtimal de var ve zaten, cuntanın başı, darbeden sonra yaptığı bir konuşmada “Biz darbe yapmasaydık şimdi benim yerime onlar konuşuyor olacaktı…” diyerek bu ihtimalin onlar açısından ne ifade ettiğini anlatmaya çalışıyordu. Bu da, egemen sınıfların, emperyalistlerin ve faşist diktatörlüğü, mevcut güçleriyle ve içine düştükleri kriz koşullarında, yükselen devrimci hareketi, işçi ve halk hareketini bastıramaz duruma gelmesi anlamına gelir
12 Eylül askeri darbesi, işçi ve emekçiler üzerinde yalnızca topyekûn bir silahlı terör uygulaması olmasıyla değil, üzerine oturduğu geleneksel demagojik platformu ve başvurduğu propagandayla da etkili oldu. Bu iki saldırı biçiminin birleşik etkisi yığınlar üzerinde yıldırıcı rol oynadı ve karşı devrimcilerin umduklarının ötesinde sonuçlar verdi. Faşist demagoji malzemeleri başlıca “baba devlet”, “kardeş kavgasının önlenmesi”, “milletin ve devletin bölünmezliği”, “anarşi ve teröre karşı can güvenliği”, “istikrar ve huzur”, “parlamenter demokrasiye bağlılık” gibi malzemelerdi. Tarihsel olarak kamu düzeninin şekillenmesinde bu demagojilerin ve ordunun oynadığı etkin rol ve yığınlar nezdindeki etkisiyle faşist diktatörlüğün en az yıpranmış “zinde” gücü olan askeri kliğin propagandası, halk kitleleri üzerinde pasifleştirici sonuçlara yol açtı. Özellikle halkın henüz hareketlenen ve daha geri kesimleri üzerinde bu demagojiler çok etkili oldu. Sözde ilerici bazı “aydınların, revizyonist ve reformist mihrakların, ta Ecevit döneminde ilan edilmiş bulunan sıkıyönetim, sıkıyönetim uygulamaları ve ordu hakkında yürüttükleri reformist ve uyuşturucu propagandanın işçiler ve emekçilerin en uyanmış kesimlerinin üzerinde bile ciddi uyuşturucu etkisi vardı.
Bu ve buna benzer birçok faktör, cuntanın silahlı terörünü etkin ve kalıcı kıldı. Cunta grevleri kaldırmayı, DİSK’i kapatmayı, tüm demokratik hak ve özgürlükleri yok etmeyi ciddi bir engelle karşılaşmaksızın başardı. Bu arada Cunta yalnızca soyut demagojilerle yetinmedi. İşçi ve köylülere bazı vaatlerde bulunmayı da ihmal etmedi. Köylüleri toprak reformu, demagojisiyle yanına çekmeye çalıştı. Cunta işçi sınıfı ve halkın politikleşmekte olan ileri kesimlerinin muhalefetini bazen zor, bazen faşist demagoji ve bazen de sahte vaat ve tavizlerle (ücretlere % 70 zammı gibi) durdurmayı başarırken, askerlerin yanında yer almaya çoktan hazır durumda bulunan aydın ve küçük burjuvaların bir bölümünü tarafsızlaştırmayı kısa sürede başardı.
Cunta ilk iş olarak, karşı devrimci, düzen savunucusu kampı birleştirmeyi hedefledi, işbirlikçi tekelci gruplar tümüyle askerlerin etrafında birleşti. Cunta, faşist ve reformist eski parlamenter parti ve liderlerini kendisini desteklemeye zorladı ve bu “birleştirici” tutumuna dayanarak güç toplama ve düşman ya da düşman olması muhtemel (en azından muhalif) cepheyi daraltma politikası izledi. Bu partiler, aktif ve kamuoyunca hissedilen bir destek vermemekle birlikte, generallere karşı somut bir tavır almadılar ya da tarafsızlaştılar. Faşist ve reformist partilerin yöneticilerinin yalnızca bir bölümü cuntacı generallerin akıl hocalığına ve yardımcılığına soyundular. Basın Cunta’yı “kurtarıcı” olarak ilan etmekte gecikmemişti elbette.
Süngü zoru ve demagojilerle kitle hareketinin durdurulması ve bir direnmenin ortaya çıkmaması, öte yandan karşı devrim kampındaki çelişmelerin etkisizleştirilip çatışma öğelerinin geri plana atılmasıyla, temeli çok sağlam olmasa da, Cunta bir “siyasal istikrar” sağladı. Bu durum, devrimci ve Marksist-Leninist parti ve hareketleri generallerin doğrudan hedefi durumuna getirdi. Cunta çok kısa sürede devrimci örgütlere ağır darbeler vurmayı başardı. Kimilerini tasfiye etti, kimi örgütleri önemli ölçüde etkisizleştirdi. Uluslararası sermayenin ve komprador kapitalizmin yüklerini halkın sırtına yıkabileceği, iç ve dış gericiliğin halka dayattığı “ekonomik istikrar programı”nı pervasızca uygulayabileceği sömürü ve soygun ortamını yaratmayı ve zeminini genişletmeyi başardı.
Cunta işçi ve halk hareketinin, devrimci ve Marksist-Leninist hareketin, örgütsel ve ideolojik zaaflarından yararlanarak başarıya ulaşmıştır, işçi hareketinin, devrimci demokrasi cephesinin görülebilen ve görülmeyen, ya da görüldüğü halde anlamı devrimciler ve Marksist-Leninistler tarafından kavranamayan zaafları, gerçekte göründüğü kadar güçlü olmayan askeri cuntayı güçlü kıldı, başarısının koşullarını doğurdu. Durumu tam olarak somutlayabilmek için 1980 Eylül öncesi kitle hareketinin durumunu kısaca da olsa değerlendirmek gerekiyor:

Eylül Öncesinde Kitle Hareketi ve devrim Cephesinin Durumu

– İşçi sınıfı ve halk hareketi esas olarak kendiliğinden bir karaktere sahipti. İşçi sınıfının bilinci kendiliğinden ekonomik bilinci aşamamıştı. İşçi sınıfı ve halkın içinde yer altığı anti-faşist direniş ve mücadeleler, siyasal içeriği sınırlı talepler üzerinde gelişmişti. Bu, gerçek bir siyasal deneyim ve bilince yol açamazdı. Anti-faşist halk ve gençlik hareketi, esas olarak MHP ve dönemin hükümetlerine karşı mücadeleler içinde zenginleştirilemedi, mücadele, faşist diktatörlüğe, militarist aygıtlara ve düzenin kendisine yöneltilemedi. 1980 öncesi kitle hareketi, egemen düzenin kendine değil, kitleleri doğrudan etkileyen ekonomik ve siyasal sonuçlarının bir kısmını ortadan kaldırmaya yönelik olarak gelişmişti.
– Hemen hemen bütün sendikalar revizyonist ve faşist sendika ağası kliklerin denetimindeydi. Oysa sendikalar, işçi sınıfının kapitalizme ve faşizme karşı mücadelesinin başlıca dayanaklarıdırlar. Faşizme karşı halkın mücadelesinin başarıya ulaşmasının gerçek güvencesi olan işçi sınıfının, reformist, revizyonist ve faşist etkiler altındayken, işçi sendikaları devletçi bir geleneğe sahip sendikal kliklerin dindeyken, faşizme ve kapitalizme karşı tüm güçlerini seferber edemeyeceği ve mücadelesinin kalıcı sonuçlar elde edemeyeceği açıktı. Darbe sonrası bir kısım sendika ağası, doğrudan generallerin yanında yer alırken, bir bölümü teslim olma kararı aldı. Revizyonist sendika ağaları, sendikaların kapısına kilit asarak ortadan kayboldu. (Zaten başka türlü de davranamazlardı. Ne mücadeleci bir gelenek yaratmışlar ne de mücadeleci bir gelenek yaratma perspektifine sahiptiler. Yaptıkları, yapabileceklerinin son sınırıydı.) işçi sınıfı yalnızca geri bilinç içinde değildi, işçi örgütlerini, 12 Eylülcü saldırıya teslim teslim eden sendika ağaları tarafından örgütsüz de bırakılmıştı. İşçi sınıfının en deneyimli, sosyalizme en yakın ve 15-16 Haziran direnişinin en önünde yer almış olan metal işçilerinin mücadelesi ve örgütlenmesi, bir yandan devletin ve onun gerici yasalarının saldırıları, diğer yandan onun bir başka açıdan tamamlayıcısı rolündeki revizyonist sendika ağalan tarafından öncelikle yetmişli yılların son yarısından itibaren 1980’e gelinceye kadar sürekli olarak baltalanmış ve parçalanmıştı. DGM direnişleri, metal işçilerinin etkin olduğu son mücadeleler oldu. Sendika ağaları ve revizyonist TKP bütün dönem boyunca, metal işçilerini işçi sınıfının diğer kesimlerinden soyutlamaya çalıştı, MESS grevlerinin başarısız sonuçları 1980’e gelindiğinde metal işçilerinin morali olabilecek en kötü noktasındaydı. 15-16 Haziran direnişlerinden sonra Türkiye işçi sınıfının en militan ve en büyük direnişlerinden biri olan Tariş Dermişinde de DİSK’li sendika ağaları yalnızca direnişi ve direnişin sıkıyönetim komutanlarınca ezilişini seyretmekle yetindiler. Bu da sınıfın moralinin bozulmasına yol açan bir unsur oldu.
Konuyla doğrudan doğruya bir ilgisi olmasa da 12 Eylül 1980 öncesi mücadeleleri ve işçi hareketine özellik kazandıran bir olgudan daha söz etmek gerekiyor. Altmış yıllık reformizm ve revizyonizm Türkiye sol hareketinde teorik ve siyasal yozlaşmaya yol açmakla kalmamış, bu süre boyunca aydınları, ileri işçileri, toplumun dinamik ve uyanmış kesimlerini devrim ve görevleri karşısında tavır, tutum, toplumsal ilişkiler, yaşam tarzı ve emekçi kitleler karşısında konum açısından da ciddi olarak etkilemişti. Marksist-Leninistler teorik ve siyasal bakımdan revizyonist ve reformist yozlaşmayı aştılar. Devrimci demokrat akımlar 1968’lerden itibaren nispeten revizyonizmin ve reformizmin etkilerinden sıyrılabilecek bir platforma ulaştılar. Ancak tavırda, tarih, toplum ve mücadeleyi kavrayış ve yaşam tarzında ve toplumsal ilişkiler alanında, reformist geleneklerin dönüşümünde tam bir başarı elde edemediler. 11 Eylül öncesi mücadelelerde, Marksist-Leninistlerin ve devrimcilerin olumlulukları ve olumsuzluklarıyla birlikte, tavır alış konusunda, özellikle işçi sınıfı hareketi üzerinde etkili olan reformist tutumlar bir arada, hareketin kendiliğindenci karakterinden gelen özelliklerin yanı sıra var oldu. Altmış yıllık revizyonizm ve reformizmin, devrimin ileri insan gücü üzerindeki tahribatının aşılamamış olması sonucu, 1980 öncesi devrimci hareketler, işçi ve halk hareketi, militan-devrimci özellikler açısından önemli zaaflar taşıyordu. İşçi sınıfı -elbette öncüsü aracılığıyla- bu zaafları aşma konusunda ciddi bir hesaplaşmaya girme fırsatını ele geçiremedi, işçi sınıfının generallere karşı tavırsız kaldığından söz edildiğinde, bu durum hatırlanmalıdır. Örneğin, kapsamı, biçimi ve kazandığı boyut göz önüne alındığında işçi sınıfı hareketinin doruğu sayılması gereken 1970 15-16 Haziran direnişinin militan tutum ve örgütlenme pratiğinin ne ölçüde işçi sınıfını etkilediği sorulduğunda ve bu etki araştırıldığında görülecek olan, daha çok, teslimiyetçi sendika ağalarının reformcu ve teslimiyetçi propagandalarının etkisidir. Kemal Türkler vb. sendika ağaları direniş anında direnişi kırmakla ve bu konuda devlet güçlerine yardımcı olmakla kalmamış, daha sonraları da bu direniş karşıtı tutumlarını ideolojik bakımdan işçi sınıfına empoze etmeye çalışmışlardır. İşçi sınıfı yıllar boyunca bu tür bir gerici, reformcu ve pasifist eğitim bombardımanına maruz kalmıştır. İşçi sınıfı hareketi tarihinde, sendika ağalarının teslimiyetçi tutumlarının “mücadele” tutumu olarak lanse edilmesi, reformist ve revizyonist düşüncelerin etkin olmasının yanı sıra, işçi sınıfının devrimci siyasal deneyim kazanmasına engel teşkil etmiştir. Bu türden bir eğitimin de işçi sınıfının generallerin faşist saldırısı karşısında tavırsız kalmasında rolü vardır ye tarihsel olarak oluşmuş (ya da oluşturulmuş) bu rol Türkiye devrimci hareketinin diğer herhangi bir zaafı kadar önemlidir.
– 12 Eylül öncesinde Marksist-Leninist hareketin işçi sınıfıyla bağları önemli ölçüde zayıftı. Marksist-Leninist hareket işçi sınıfını kazanma çabasında kökeninden, oluşumundan ve 60 yıllık reformizm ve revizyonizmin Türkiye devrimci hareketi üzerindeki etkilerinden tam olarak kurtulamamış olmaktan kaynaklanan zaaflar nedeniyle hatalar yaptı ve işçi sınıfını kazanma ve onu doğru ilkeler temelinde eğitme yolunda, 1980’e gelinceye kadar ciddi adımlar atamadı. Marksist-Leninist hareket uzun vadeli olmayan eylemler temelinde işçi sınıfıyla ve onun militan mücadelesiyle zaman zaman birleşmeyi başarabildiyse de bu birleşmeler, Marksist-Leninist hareketin hataları, taktik örgütlenme politikasındaki hataları ve bünyesel zaaflar sonucu, işçi sınıfı ile Marksist-Leninist hareketin bağlarının güçlenmesine hizmet etmedi. 10-24 Eylül Adana işçilerinin direnişinde, Tariş’te, Kemal Türkler’in öldürülmesini protesto eyleminde, 29-30 Nisan direnişlerinde Marksist-Leninist hareket sınıfla çok iyi bir diyalog kurdu, onun önünde yürüyebileceğinin somut örneklerini verdi, ancak bu, ne genelleştirilebildi ne de süreklilik kazandı. Yaşandı ve yaşandığıyla kaldı. Bu temelde sınıfla ciddi bağlar kurmak ve bunları ilerleterek sürdürmek mümkün olmadı.
Marksist-Leninist hareket, Eylül öncesi ve sonrası dönemde, işçilerin ileri kesimi açısından yer yer dikkatleri üstüne toplayabilen bir odak olmayı başarmakla birlikte, özellikle Eylül sonrası dönemince işçilerin gözünde yeni bir sınav dönemine girmişti. Nitekim bütün hata ve eksikliklerine karşın Marksist-Leninist hareket, dar bir çevre de olsa takındığı militan mücadeleci tutumuyla, ileri işçiler ve devrimciler açısından ciddi bir mihrak olarak görülme konumuna geliyordu. Marksist-Leninist hareket, zaaflarını tespit ederek aşma, kendini yenileyerek uzun süreli bir mücadeleye hazırlanma tutumuna giremedi. Özellikle 1981’in ilk dört ayında cuntanın ardı ardına vurduğu darbeler, Marksist-Leninist hareketin yeni sınav döneminde yetersizliğini ortaya koydu. Hareket ciddi bir yenilgiye uğradı. Marksist-Leninist hareket bu dönemde işçi sınıfı önünde iyi bir sınav veremedi.
– 12 Eylül öncesinde devrimci demokrasi güçlerinin işçi sınıfıyla bağları yetersiz ve zayıf olmasına karşın, hiç de küçümsenmeyecek bir kitleyi etkiledikleri ve harekete geçirebildikleri de bir gerçektir. Bu güçler koşullara bağlı olarak yer yer eylem birlikleri yapabilmelerine karşılık, bırakalım kapitalizmi, güncel bir tehlike olan faşizme karşı bile devrimci bir blok oluşturamadılar. Bu durum, karşı devrim kampına karşılık, emekçi kitlelerin devrimci, güven verici, güçlü bir alternatifinin yaratılamamasına ve böylesi bir alternatifin sağlayabileceği avantajdan yararlanamamasına yol açtı. Emekçi kitlelerin kafasında kendi alternatifleri düşüncesi oluşmadı. Karşı-devrim de bu yüzden daha pervasız davranabildi. Cuntanın karşısında devrimci hareketler, parçalanmış tek tek hedefler olarak kaldılar. Bu, generallerin işini kolaylaştıran bir zaaf oldu. Türkiye Devrimci hareketinin, var olduğundan bu yana aşamadığı bir zaaf… 12 Eylül’den sonra devrimci demokrasi güçleri, birleşik bir güç olarak bir yana, ortak bir mücadele, tutumu bile geliştiremediler. Birleşik bir güç olma isteği, yalnızca, muhatabı bile belli olmayan çağrılarda kaldı.
– Eylül öncesinde faşizme karşı mücadelenin zayıflamasına, kitlelerin daha geniş kesimlerinin mücadeleye çekilememesine yol açan nedenlerden biri de, bireysel terörü esas alan (ya da yaptıkları şeyler itibarıyla başka bir anlama gelmeyen) grupların bir kısmının başıboş kör terördür. Diktatörlük, geniş halk kitlelerini kitle hareketinin etkinliği dışında tutmak istiyor, bu amaç için faşist MHP’yi bir araç olarak kullanıyordu. Sonuç olarak geniş halk kitlelerinin gözünde anti-faşist mücadele önemli ölçüde resmî propagandanın da bu doğrultudaki propagandasıyla içeriğinden boşaltılmış bir “sağ-sol” çatışması anlamı kazandı. Maceracı küçük grupların başıboş ve kör terörü, gericiliğe bol bir demagoji malzemesi vermekle kalmadı, düello mantığı ile tırmandırılan terör, kitlelerin düzenden daha büyük bir hızla kopuşunu ve dikkatlerin kitle eylemine yönelmesini engelledi. Nitekim bu çatışmalardan olumsuz yönde etkilenen geniş emekçi kitleler üzerinde cuntanın demagojilerinin etkili olmasında, bu durum önemli rol oynadı. Marksist-Leninist hareketin o dönemde devrimci demokrat güçlerin bir kısmının başıboş terörünü eleştirmesi doğru olmakla birlikte, kitle hareketiyle faşistlere karşı devrimci terörü birleştirmek konusunda üstüne düşeni layıkıyla yerine getirememesi, bu alanda önderliği adeta başkalarına terk etmesi, olması gerekenin en iyi örneği olamaması, hem başıboş terörün başını alıp gitmesine ve hem de Marksist-Leninist hareketin bu alanda usta bir savaşçı haline gelememesine yol açtı. Bu zaaf üzerinde vurguyla durulmalıdır.
Genel olarak işçi ve halk hareketinin içinde bulunduğu zaaflar ve açmazlar, cuntacı generallerin başarıyla ulaşmasında başlıca faktörler oldu.

Cunta… Halk Hareketi ve Marksist-Leninist Hareketin Tutumu…
Söylenen ve söylenebilecek her şeye karşın yadsınmaması gereken bir şey var: ’80 Eylül’e kadarki kitle hareketi içinde Marksist-Leninist hareket genel olarak devrimci bir rol oynadı, devrimci bir misyon yüklendi. Kitle mücadelesini yükseltme çizgisini benimsedi, uygulamaya çalıştı, militan bir kitle çizgisi geleneği yaratmaya ve bu geleneği kalıcı kılmaya çalıştı. Marksist-Leninist hareketin hatalarının olduğu da doğru, ancak bu gerçek de doğru… Ne doğru tavır ve tutumlar atlanmalı, ne de hatalar görmezden gelinmeli. Her şey neyse o…
Eylül öncesinde faşist diktatörlük, içinde bulunduğu krizin yüklerini, işçi sınıfı ve halka yıkarak kapitalist ekonomiye ve faşist rejime istikrar kazandırma çabası içindeydi. Çok yönlü faşist saldırı ve terör, halka boyun eğdirmeyi, emekçi kitleler üzerinde gitgide azgınlaştırılmaya çalışılan sömürüye süreklilik kazandırmayı hedeflemişti. İşçi ve emekçi kitleler ya bu saldırıya boyun eğecek ya da mücadeleye atılarak bu saldırıyı püskürtecek, ekonomik krizin faturasını burjuvazi ve gericiliğe yıkarak düzeni ve diktatörlüğü daha büyük açmazlara itecek, düzeni daha da sarsacaktı. Marksist-Leninist hareket, o dönemde, kitlelerin eğiliminin; faşist ve kapitalist saldırıya boyun eğme yolunda olmadığını tespit etti. Nitekim sonraki gelişmeler emekçi kitlelerin, boyun eğme tutumunu kabullenmediklerini gösterdiler. Yetmişli yılların sonuna doğru, emekçi kitlelerin içine girdiği mücadeleler, daha etkin ve ileri mücadele biçimlerinin gündeme gelmekte olduğunu gösteriyordu. Marksist-Leninist hareket, o dönemde, faşizme, gericiliğe ve genel olarak sermayenin saldırılarına karşı, kitlelerin cepheden saldırısının hazırlanması taktiğini benimsedi. İşçi ve emekçi kitlelerin içinde bulunduğu kaynaşmaya, farklı sınıf ve tabakaların taleplerinin giderek çakışma eğilimi içine girmesine, emekçi sınıf ve tabakaların faşist saldın karşısında, karşılıklı olarak birbirini destekleme eğilimlerine bağlı olarak Marksist-Leninist hareket, faşizme ve sermayenin saldırılarına karşı genel grev ve genel direniş çağrıları yaptı ve bunları örgütlemeye girişti. Bu çağrılar ’80 Eylül’üne gelinceye kadar, nesnel toplumsal duruma uygun düştü: 24 Aralık 1979, Tekel ve Tariş direnişleri, 29-30 Nisan (1 Mayıs’a hazırlık eylemleri) genel direnişi, Çeltek madencilerinin ve Çorum halkının direnişleri ve bu direnişlerin emekçi yığınlar üzerinde yarattığı eğilimler; genel grev ve direniş çağrısının ve Marksist-Leninist hareketin benimsediği “cepheden saldırıyı hazırlama” taktiğinin o günkü siyasal ve toplumsal duruma, -sözü edilen ve daha başka bazı eksikleri ve yanlışlarıyla birlikte- uygun düştüğünü doğrulayan olgulardır.
Tüm bunlara karşılık Marksist-Leninist hareketin, 12 Eylül öncesi ve sonrasında önemli hatalar yaptığını vurgulamak gerekir. İşçi ve emekçi kitlelerin mücadelesinin sorunlarını çözmede ve önderlik görevlerini üstlenmede Marksist-Leninist hareketin, üzerine düşen görevleri yerine getirdiği söylenemez. Marksist-Leninist hareketin şahsında ve eyleminde, faşizme karşı mücadelenin önemli kazanımları olmasına karşın önemli hatalar yapıldığını, 12 Eylül darbesinin yol açtığı son sekiz yıllık dönemin şekillendirdiği devrim ve karşı-devrim arasındaki ilişkilerin yaşandığı biçimde şekillenmesinde Marksist-Leninist hareketin hatalarının da payı olduğunu görmek gerekir.
Önce Marksist-Leninist hareketin sosyal ve siyasal olgu ve olaylardan çıkardığı sonuçlar üzerinde durmak gerekiyor. Marksist-Leninist hareket, işçi ve emekçi kitlelerin anti-faşist hareketini tehdit eden karşı-devrim kampındaki gelişme ve değişmeleri izleyip değerlendirmede hatalar yaptı. Bu hataların başlıcaları şunlar: Askeri kliğin yükselişi, somut ve tehdit edici bir güç, özellikle bir başka burjuva alternatif yönetici gücü haline getiriliş süreci iyi izlenip değerlendirilemedi. Dolayısıyla da askeri kliğe ve tırmandırılan cunta tehlikesine karşı kitleler eğitilip bu güncel tehlikeye karşı seferber edilemedi. Karşı devrimci kamptaki bu değişim ve ortaya çıkan yeni olgunun görülememesi, Marksist-Leninist hareketin siyasal taktiğini -kitle hareketinin genel gelişim düzeyi ve yönüne uygun düşse bile- kaçınılmaz olarak etkileyecek ve slogan ve çağrılarında, belirlediği görevlerinde, ister istemez hatalara yol açacaktı. Cuntadan sonraki birkaç ay içinde Marksist-Leninist hareketin yaptığı siyasal durum değerlendirmesi yanlıştı ve nesnel olgu ve olaylara uygunluk göstermekten uzaktı. Üstelik bu yanlış, -aşağıda açıklanacak olan- son iki yılın siyasal olgu ve olaylarını değerlendirmede düşülen hataların bir sonucuydu. Dahası bu yanlış tahlil ve saptamalar, sonraki dönemde de düzeltilemedi. Marksist-Leninist hareket, 12 Eylülcü generallerin işbaşına getirilmesini, karşıdevrimci kampta hemen 12 Eylül öncesinden ortaya çıkan yeni gelişme ve değişmelerin basit -hiç de olağanüstü olmayan- bir sonucu olarak görmeye ve o şekilde davranmaya devam etti. Ne var ki durum farklıydı.
Oysa Marksist-Leninist hareket 1979’in ilk ayında, CHP Hükümeti eliyle sıkıyönetim ilan edilmiş olmasının anlamını doğru ve gerçeğe uygun olarak değerlendirmişti. Aralık 1978’de sıkıyönetimin ilanı ile ilgili yazılan yazı ve yapılan çağrılarda doğru tespit, tahlil ve doğru görev belirlemeleri üzerinde durulmaktadır. Ancak günlük mücadeleler ve “sıkıyönetime ve orduya karşı tavır” polemikleri içinde doğru tespit ve görev belirlemeleri kayboldu. Süreç içinde askeri kliğin tırmanışı, askeri faşist diktatörlüğe geçiş eğilim ve çabaları görülmez hale geldi. Bu durum, sıkıyönetim yasak ve uygulamalarına karşı verilmekte olan mücadelenin, ordu ve yükselen askeri kliğe karşı mücadelenin yerine geçmesine, askeri kliğe karşı verilmesi gereken mücadelenin kapsamının daralmasına yol açtı. Önceden doğru olarak saptanan perspektif daraldı ve giderek kayboldu.
Sıkıyönetimin ilanının ve faşist terörün yoğunlaştırılmasının, gericiliğin dizginsiz bir rejime geçme adımı olarak saptanması doğruydu. Yine aynı şekilde, faşist diktatörlüğü yıkma mücadelesine bağlı olarak, dizginsiz faşist askeri diktatörlüğe geçişin önünü kesme görevinin gündeme getirilmesi de doğruydu. Ne var ki bu tahlil ve tespitlerin gereği yapılamadı. Bu tespitlerden çıkan sonuçlar, kitle mücadelesinin günlü şiarları haline gelemedi.
Bu doğru tespitlerin yitirilmesinde, -darbe olasılığını akla getirmeyen- dizginsiz bir rejime geçişin yalnızca kitle hareketinin, olağanüstü önlemlere başvurulmaksızın, ezilmesi sonucu olacağı/olabileceği düşüncesi rol oynadı. O dönemin yazılı belgeleri, gericiliğin ve burjuvazinin hedefinin kitle hareketini ezip dizginsiz bir rejime geçme olduğunu tespit ediyordu. Bu tespitler doğruydu. Ne var ki darbe olasılığına değinmiyordu. Ne olacaksa, ne yapılmak istenecekse olağan rejim içinde gerçekleştirilmeye çalışılacakmış gibi ele almıyordu. Ne var ki egemen sınıflar, yükselen kitle hareketinin zaaflarından ve ihtimal ki darbenin akla getirilmemesinden doğan avantajdan yararlanarak darbeyi gerçekleştirdiler. Kitle hareketinin, artan faşist saldırılar ve sıkıyönetime rağmen yükselmeye devam etmesi, darbe olasılığını, kitle hareketinin ezilmesinden sonraki olası bir girişim olarak varsaydı ve bu yüzden de esas olarak kitle hareketini ezdirmemek için yükseltme taktiği izlendi. Ağırlık -olabildiği kadarıyla- bu noktaya verildi. Dolayısıyla da Marksist-Leninist hareketin tespitlerinde darbe olasılığı çok geri plana düştü. Marksist-Leninist hareket, diğer hareketlerden farklı olarak, faşizme karşı mücadelenin, kapsamını genişletmeye, zenginleştirmeye ve gerçek bir demokratik muhtevaya ulaştırmaya çalıştı. MHP ile sınırlı bir anti-faşist mücadele anlayışını, faşizmi, maddi temellerinden kopararak bir avuç ırkçı fanatiğin hareketi olarak görme tutum ve düşüncelerini eleştirdi. Demokrasi ve özgürlük mücadelesini, faşizmin yıkılması mücadelesi olarak gördü, buna uygun davranmaya çalıştı. Faşizme karşı mücadelenin içinde bulunduğu zaafların, bu anlayışlardan kaynaklandığını doğru olarak tespit etti.
1977 1 Mayıs, 1978 Maraş Katliamı, Ecevit’e suikast girişimi, Çorum’daki faşist saldırı, MİT ve kontrgerilla’nın provokatif eylemleri, MHP ve genel olarak faşist diktatörlükle bağlantı içinde ele alındı. Bu doğruydu. Öte yandan sıkıyönetimin ilanı, bir yanıyla mevcut düzenin içinde kitle hareketini bastırmanın bir yolu iken, bir başka yazıyla da, dizginsiz bir rejime geçişin bir adımıydı, askeri kliğin, ipleri doğrudan ele alması doğrultusunda atılmış bir adımdı. Generallerin verdiği muhtıranın anlamı da, aynı şekilde, o dönemde doğru değerlendirilemedi. Muhtıra, askeri kliğin, CHP ve AP gibi partileri birleştirme isteği olarak yorumlandı. Oysa muhtıra askeri kliğin açık bir müdahalesiydi. Gericilik aslında, o koşullarda, CHP ve AP gibi partileri -isteği bu yönde olmasına karşın- birleştirebilme olanaklarına büyük ölçüde sahip değildi. Böyle bir birleşme, gerici saflarda birliğe değil, parçalanmalara yol açabilirdi. Aslında bu partilerin birleşmeleri, karşı-devrim için bir çözüm değildi. Muhtıra, parlamenter siyasal kliklerin bir kenara itilmesi ve askeri kliğin devreye doğrudan sokulmasının bir adımıydı. Gerçekten de muhtıra, hükümet ve muhalefet partilerini ve liderlerini itibarsızlaştırdı ve generalleri “vatan kurtaran aslanlar” olarak ön plana çıkaran bir rol oynadı. Parti liderleri kendilerini savunamaz, yetkilerini kullanamaz duruma düştüler. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra geriye bakıldığında, muhtıra ile birlikte, cuntanın koşullarının o zaman olgunlaşmaya başladığı daha iyi görülebiliyor.
Eylül öncesinde ülkemizdeki toplumsal, siyasal durumun, karşı-devrimci kamptaki gelişme ve değişimin özelliklerinin doğru değerlendirilememesi, ordudaki cuntacı girişimlerin güçlenmesinin ve askeri kliğin hazırlıklarının görülememesi, faşizme karşı demokrasi mücadelesinin kapsamının dar kalmasına yol açtı. İşçi ve emekçi kitleler, yükselen silahlı saldırıya karşı uyarılıp aydınlatılamadı ve seferber edilemedi. Mücadele, bu yanıyla doğru hedeflere yönlendirilemedi. Sıkıyönetimin yasak ve baskılarına karşı mücadele, askeri kliği teşhir etse bile bu, yeterli olamazdı. Amerikancı generallerin eylemleri, yönelimleri ve faşist darbe hazırlıkları görülemediği için cuntanın planları, hazırlıkları ve girişimleri deşifre edilemedi. Generallerin saldırılarını kitlelerin karşı koyuşuyla, daha hazırlık ve teşebbüs halindeyken püskürtecek bir mücadele yürütülemedi. Askeri kliğin, emperyalistler ve egemen sınıflar tarafından öne sürülüşü, tırmandırılıp yükseltilişi ve darbe hazırlıklarının deşifre edilerek kitlelerin bu temelde harekete geçirilmesi, demokrasi mücadelesinin kapsamım genişletip zenginleştirilebilirdi. Böyle bir mücadeleyle, askeri kliğin ve darbe tehditlerinin geriye atılmasının koşulları yaratılabilirdi. 12 Eylül darbesi geriye atılamasa ve püskürtülemese bile (çünkü tarihte, hatta Türkiye tarihinde darbeden önce darbeden haberdar olup darbeyi engelleye-meme örnekleri epeyce kabarık…) darbe sonrası sürecin işçi ve emekçiler açısından farklı bir yol izlenmesine yol açacak bir deney birikimi elde edilebilirdi. İşçi ve emekçi kitleler, askeri faşist darbeye karşı, kendi öz deneyimleriyle daha hazırlıklı bir konuma çekilebilirlerdi. Yenilgi sonrası süreç, yenilgi kaçınılmaz olsa bile farklı koşullar yaratılarak yaşanabilirdi.
Marksist-Leninist hareketin siyasal ve toplumsal durum üzerine yaptığı ve büyük ölçüde doğruları içeren çözüm ve değerlendirmelerin sözü edildiği anlamda kaybedilmesi (ve benzer bir süreci hemen hemen tüm Türkiye devrimci örgütlerinin yaşaması) askeri kliğe ve darbe hazırlıklarına karşı mücadeleyi zaafa uğratmakla kalmamış, 12 Eylül darbesinin hemen öncesinde, Marksist-Leninist hareketin, MHP’yi öne çıkaran, gericiliğin krizini çözüm olanaklarım parlamenter sınırlarla esas olarak sınırlayan reformcu tahlil ve değerlendirmeler yapmasını beslemiştir. Siyasal durumun, olgu ve olayların gerçek bağlantı ve anlamlarıyla doğru tahlil edilememesi ve doğru sonuçlar çıkarılamaması, hem kitlelerin deneyimlerindeki çarpıklığın devam etmesine yol açmış, hem de Marksist-Leninist hareketin ve devrimci örgütlerin moral ve pratik olarak hazırlıksız kalmaları sonucunu doğurmuştur. 12 Eylül’ün devrimci saflarda ve kitleler üzerinde şok etkisi yaptığı bellidir ve nedeni de budur.
Marksist-Leninist hareket, askeri kliğin 12 Eylül cuntasıyla doğrudan devreye sokulmasını, karşı-devrim cephesinde hemen o günlerde ortaya çıkan değişikliklere ve çözümsüzlüklere (hiçbir partinin mecliste çoğunluk oluşturamaması, koalisyonlara gidilememesi, cumhurbaşkanı seçilememesi, AP-CHP koalisyonunun gerçekleştirilememesi, parlamentonun tıkanması vb. vb.) bağlamıştır. Oysa cuntacı generallerin açıklamaları bile tek başına, gerçeğin bu olmadığını göstermektedir. Kaldı ki, askeri kliğin, sıkıyönetimin ilanı ile birlikte devreye sokulması, sıkıyönetim öncesi ve sonrası dönemde, emperyalistlerin, burjuvazinin ve gericiliğin 1977’den itibaren, planlarını, askeri diktatörlüğe geçiş hedefine göre düzenlediklerini açıkça gösteriyor. MC hükümetlerinin ve CHP reformistlerinin iflası, gericilik açısından askeri kliği tek alternatif haline getirmişti. 1980’de gerçekleştirilebilecek bir erken seçim ve bu seçimlerle ortaya çıkacak bir AP-MHP koalisyonuna dayalı bir hükümetin, Türkiye’de çözebileceği hiçbir şey yoktu ve zaten bu hükümet biçimi daha önce denenmiş, kitlelerin ileri kesimlerinin kitlesel mücadeleleri karşısında çökmüştü. Gericiliğin sorunu, parlamento ya da yasa çıkarılamaması sorunu değil, kitlelerin yasalara karşın fiili direnişlerinin ezilememesi sorunudur. AP-MHP hükümetlerinin ve seçimlerin bu konuda burjuvazinin elinde ciddi bir silah olamayacağı açıktır, 1979 başlarından itibaren MHP’nin kendisini değil sürekli olarak askeri kliği alternatif göstermesi, terör ve katliam planlarını buna göre yapması ve MHP eylemlerinin büyük patronlar ve generallerin yönettiği örgütler tarafından desteklenmesi bile karşı devrimin o dönemdeki yönelimini açıklamaya yeterlidir.
Bu noktada önemli olan sorun cuntanın darbe tarihinin tespit edilip edilememesi değildir. Sorun, Marksist-Leninist hareketin, sınıf-güç ilişkilerini, karşı devrimci kampın ilişkilerini ve bu ilişkilerdeki değişimi, değişimin doğrultu ve özelliklerini, karşı devrimci kamptaki değişim ve gelişmeleri, devrim ve demokrasi cephesini hangi biçimlerde ve nasıl etkileyebileceğini, devrim ve demokrasi cephesinin dinamiklerini ve bu değişim ve gelişmelerden doğan sorunlarını tahlil edip doğru sonuçlara varıp varamama sorunudur. Bir Marksist-Leninist hareket, yaşayan dönemi belirleyen olay ve olguları, gerçek bağlantı ve özellikleriyle doğru değerlendiremez ve doğru sonuçlar çıkaramazsa, yolunu şaşırmaktan kurtulamaz.
Gelecek sayıda, kaldığımız yerden devam edeceğiz.

Nisan 1989

’89 Ekonomik Panorama

Yıllık programlar, DPT tarafından uzun vadeli kalkınma stratejilerine uygun biçimde kabul edilen beşer yıllık kalkınma planlarının, yıllık uygulama dilimlerini belirler. Ve bütçeler, programlarda yer alan dengelere ve kabul edilen yatırımlara göre hazırlanır.
Programların uygulanırlığı konusunda genel eğilim, bunlara bir formalite olarak bakmak olduğu söylenebilir.
Programın ve bütçenin hazırlanmasında kullanılan veriler DİE tarafından toplanır. Bu verilerin güvenirliği sürekli tartışma konusu olur. Bu durum sonucu, kurum başkam Prof. Dr. Orhan Güvener “korkmadan söylüyorum, ilân ettiğimiz rakamlarda artı, eksi 15 puan hata payı olabilir” der. (1) Aynı hata payı, Batı’da “binde” ile ölçülür. Kurum yetkilisinin açıklamasına göre, DİE-TFE ’88 yılı için yüzde 75,2 olmasının anlamı yüzde 60,2 ya da yüzde 90,2 olmasıdır. Mevduat faizinin yüzde 85 olduğu koşullarda enflasyonun yüzde 60,2 olması beklenemez.
’88 yıllık programında enflasyon yüzde 33,0 olarak öngörülmüştü.
Öngörülen enflasyon oranı, rant gelirleri dışında diğer gelirlerin (işçinin ücreti, köylünün ürün fiyatı vs.) artış oranını belirlemede esas alınıyor. Bunun, enflasyona karşı mücadelenin gereği olarak yapıldığı, burjuvazi tarafından sürekli açıklanır. Uygulamada böyle bir işlevi var. Fakat gerçekleşen enflasyon oranı, program hedefinden sürekli fazla olur.
Böyle bir işleyişin ürünü olarak ’89 yılı programı yapılır ve bütçesi hazırlanır, yürürlüğe konur.

1- Büyüyemedik
DİE, makro olarak ekonominin altı, dokuz ve on iki aylık gelişmelerini değerlendirerek üç milli gelir tahmini yapar. Birinci tahmin, 88 Ağustos ayında yapılmıştı. Fakat ikinci tahmin normal olarak Kasım ayı içinde yayınlanması gerekiyordu; ama yayınlanmadı. Çünkü ikinci tahminde kalkınma hızının düşük çıkması açıklamanın geciktirilmesine neden oldu. Birinci tahminde GSMH cari fiyatlarla yüzde 72,6 artar ve sabit fiyatlarla büyümede yüzde 7,2 olarak hesaplanır. Yapılan ikinci tahminde büyüme yüzde 5,2 olarak bulunur. Ama geç açıklanan süre içinde bütçe görüşmelerinde “büyüdük ve onun için enflasyonda bu kadar artış var” tezi sürekli işlenir. Ayrıca kasımda mahalli seçimler düşünüldüğünden, ikinci tahmin açıklanmaz. Neymiş, enflasyonun (resmi rakam) yüzde 80’lerde olması büyümenin bedeliymiş. Yapılacak olan üçüncü tahminin ne olacağı şimdiden (bu çalışmanın yapıldığı sıra) bilinmese de, ikinci tahminin yüzde 5,2 olması, ’87 yılı yüzde 7,4 büyümesine göre, hayli düşük.
Aslında birinci tahmine göre hesaplanan ’89 yılı makro ekonomi dengeleri, büyümenin yüzde 7,2 değil 5,2 olmasına göre (gerçi üçüncü tahminde bunun daha da düşeceği konusunda ciddi kuşkular var) yeniden belirlenmesi ve ona uygun olarak hazırlanması gerekmektedir.
Yani, son iki yıl karşılaştırıldığında enflasyon artarken, büyüme düşmüştür. Hani enflasyon, büyümenin sonucuydu. Yaşanan ekonomik koşullarda açmazların egemen sınıflar adına mucidi ANAP hükümetinin, burjuva ekonomi politiğine bulunduğu “katkıların” balonu, çabuk sönüyor.
Nedense büyüdük nakaratı yapılırken, ne kadar kalkındığımız hiç tartışılmaz.
Ekonomide görülen “gelişmeye” karşılık, fiyatlarda görülen hızlı artış, işsizliğin büyük boyutlarda olması, gelir dağılımında emek gelirleri aleyhine hızlı bozulma, ekonomik refahın dengeli bir şekilde dağıtılmaması kalkınmanın gerçekleşmediğini ortaya koymaktadır.
’89 yılında büyüme hızı yüzde 5 ve GSMH deflatörü yani, GSMH’nın faaliyet kollan için ortak tespit edilen fiyat artış oranı yüzde 49 iken, yıl sonu itibariyle enflasyon hedefi yüzde 38 olarak öngörülmüştür.
Hedeflenen büyümenin sağlanabilmesi konusunda ciddi şüpheler vardır:
Ekonominin ve sanayinin önemli sektörü imalat sanayinin ’88’e ait gelişme rakamları, İSO’nun yaptığı bulgulardır; buna göre, imalat sanayisi ilk üç ayda yüzde + 16; ikinci üç ayda yüzde + 1,6; üçüncü ayda yüzde-5’e dördüncü üç ayda (tahmini) yüzde -6 olarak gelişme gösterir. Görüldüğü üzere üçüncü ve dördüncü üç ayda, eksi (-) büyüme sebebiyle üretim artmayıp, daralmıştır.
Büyümenin birinci tahmini hesaplanırken imalat sanayisi sektörüyle ilgili olarak dikkate alman veriler, birinci ve ikinci üç aya ait olan yüzde + 16 ve + 1,6’dır. Buna göre sanayisi sektörünün alt faaliyet kolu imalat sanayi yüzde + 10,0 büyür.
Fakat ikinci tahmin için üçüncü üç aylık yüzde -5,6 alındığında, imalat Sanayisi yıllık büyümesi yüzde + 6,0 olarak hesaplanır.
Birinci ve ikinci tahmin arasında büyük fark; yüzde 10,0’dan 6,0’a geriliyor. Aynı tahminler sanayisi için ise, yüzde 8,8’den 5,5’e iniyor.
Büyümenin 3 üncü tahmini için imalat sanayinin tahmini gelişmesi yüzde -6,0’ın dikkate alınması gerekecek; bu, hem imalat sanayi büyümesini ve dolayısıyla sanayi sektörünün de daha çok gerilemesine sebep olabilir. Bunun diğer sektörleri de etkileyeceği hatırlanırsa, ’88 yılına ait büyümenin yüzde 3’lere düşeceği beklenebilir.
’88 yılında belirtilen koşullarda kaynakları daralan gelişmeyi devralan ’89 ekonomisinin, sanayinin yüzde 6,5’i ve GSMH’nın 5,0 büyümeyi gerçekleştirmesi olası görülmemekte.
Çünkü bu büyüme hedefi, birinci tahmin çalışmalarına göre öngörülmüştür. Ama ikinci tahmini büyümede gerilemenin olduğu hesaplanıyor. Bu halde, 88’den alınan kaynaklarda o anlamda azalma olduğu ve bu sebeple sağlayacağı büyüme miktarını da etkilemesi düşünülmelidir.
Çünkü imalat sanayi örneğinde görülen gelişmenin diğer faaliyet kollarını da etkilemiş olması ve ’89’a bu koşullarda yani gerileyen bir konjonktür içinde girilmesi ve bu sebeple, bu yıl ekonominin iyi bir performans göstermeyeceği konusunda kuşkulan artırıyor.
Ayrıca ekonominin bu konjonktürden kurtulması zor görülüyor; çünkü ücretlerin ve tarım ürünleri fiyatlarının düşük tutulması ve de yatırımların artırılması gibi ekonomi politikaların izlenmesi öngörülmektedir.
Yani ’89 yılında öngörülen büyümeyi gerçekleştirmek zor; çünkü kamu sektörü yatırımları en alt düzeye indirmesi ve durgunluğun devam etmesi beklendiği (2) için özel sektöründe özellikle imalat sanayisinde yeni yatırımlara istekli olmadığı ve tarım sektörünün de yüzde 5’ler altında büyüme sağlayacağı hatırlanmalıdır.

2- Yine Enflasyon Üzerine
‘89 yılı programında öngörülen enflasyon oranı yüzde 38’dir. ANAP iktidarının bu konudaki özelliği de, gerçekleşen enflasyon oranının hedeflenenden sürekli fazla olmasıdır. Geçen ’87 ve ’88 yıllarında yüzde 20 ve 33 olarak öngörülen enflasyon oranı, sırasıyla yüzde 48,9 ve 80 olarak gerçekleşir (bunlar, resmi rakamlar).
Bu halde Özal’ın bu yıl da “ilkesizlik” yapacağı beklenilmemeli…
’87 yılının son dört ayında (Eylül – Aralık) ücretliler, perakende ya da tüketici fiyatları endeksi (TFE – DİE) artan bir trend izleyerek yüzde 2,1’den 10,8’e yükselir; ve ’88’in ilk iki ayında azalır, yüzde 6,2’ye kadar iner; fakat Mart ayında tekrar yüzde 7,0’ye çıkar. Yine aynı dönem itibariyle toptana ya da Toptan Eşya Fiyatları (TEFE-DİE) ’87 yılı kasım ayında yüzde 6,2’ye yükselirken, aralıkta yüzde 1,2’ye düşer ve geçen yılın ilk iki ayında artar ve Mart’ta yüzde 7,6’ya kadar yükselir.
Geçen yılın sonuna doğru tüketici ve toptan fiyat endeksleri azalan bir trend izler, sırasıyla yüzde 4,3 ve 3,9 olur. Her iki endekste yılsonuna göre, bu yılın ilk iki ayında artar.
Yılsonu itibariyle aylık fiyat artışlarında denetim alınıyor görülen gelişme, yılın başından itibaren bazen artan ve bazen de azalan bir gelişme gösterir.
Ocak ve şubat aylarını kapsayan ikişer aylık tüketici endeksi ’88’de yüzde 5,9’dan, ’89’da yüzde 13,2’ye çıkar; toptan fiyat endeksi benzer gelişme gösterir yüzde 5,7’den 10’a yükselir.
Ocak ve şubata aylarında 12’şer aylık tüketici endeksi geçen yılda yüzde 23,5 ve 23,4 iken, bu yılda yüzde 71 ve 69,3 olur. Yine aynı dönemler itibariyle toptan fiyat endeksi, her iki ayda sırasıyla yüzde 30,2 olarak gerçekleşirken bu yılda yüzde 69,3 e 72.5 olur.
Genel de Şubat ve Eylül ayları, giyim eşyalarındaki mevsim sonu indirimli satışlar sebebiyle, enflasyonun daha düşük çıktığı aylar olur. Ancak, bu kez şubatta ocak ayma oranla düşme olduysa da, yine de yüksektir. Bu, ’88 sonuna doğru yaşanan tırmanmanın etkisinin devamından kaynaklanmaktadır. Yani enflasyon konjonktürel olarak yükseliş çizgisine özellikle son iki yıldır yerleşmiştir. Aylık gelişmelerde böyle olduğu gibi iki ve on iki aylık dönemler itibariyle bakıldığında benzer gelişme gözleniyor.
Bu, izlenen ekonomi politikanın enflasyonu düşürme konusunda başarılı olamadığının ve bir yönüyle de olamayacağının göstergesidir.
İzlenen enflasyonist politikanın sonucu olarak, enflasyonun kurumsallaştığından söz edilebilir.
Üretimde girdi maliyetlerini etkilemesi nedeniyle, kamu kuruluşlarının zamları enflasyonu besleyen önemli bir faktördür, önemli maliyet öğelerinden biri de, ekonomide devletin etkinliği sonucu KİT ürünleri fiyatlarıdır. Bunların ar tısı fiyatları yükselten bir sebep olabilmektedir. Ayrıca bir yönüyle özel sektöre emsal oluşturuyor; yani özel sektör fiyat artışlarını da teşvik ediyor. Elde mevcut veriler, hem özel hem de kamu sektörünün hemen hemen aynı oranda zam yaptıklarını göstermektedir. Ekim ’87 ile Ekim ’88 arasında imalat sanayisi sektöründe devlet fiyatlarını yüzde 93,6 oranında, özel sektör ise yüzde 90,5 oranında artırmıştır.
Enflasyonu kurumsallaştıran temel öğeler: Yukarıda belirttiğim gibi KİT’lerin ürettiği mal ve hizmet fiyatlarının sürekli artırılması / zamlar biçimindeki fiyat politikası; “serbest” ya da “yüksek” faiz politikası ve günlük kur uygulaması denilen “gerçekçi” kambiyo kuru politikasıdır. Yani zamlar, döviz ve faiz politikalarının oluşturduğu 3’lü sarmal yapının ürünü; enflasyonun kurumsallaşmasıdır.
Şu da tartışılabilir: belirtilen politikalar, enflasyonun bir türevi mi, yoksa enflasyon bu politikaların bir türevi mi?
’80’li yıllar gösterdi ki üçlü sarmal yapı enflasyonsuz var olamaz.
Bu anlamda, enflasyon yapısal bir olgudur.
Ya da enflasyon, krizin belirgin dışa vurumudur.
Bir dönem ekonomik gelişmenin iyi olmadığı konusun da çıkışlar! yapan ve sesini yükselten, fakat somadan “dut yemiş bülbül gibi” sesi-soluğu kesilen TİSK başkanı Halit Narin ” ’89’da enflasyonun düşeceğini söylesem, sanayicilere ayıp olacak; düşmeyeceğini söylesem, hükümete ayıp olacak” diyerek, bugünkü ekonomik koşulları yorumlar. Devamında sanayici olarak her ayın sonu “bir sene kadar uzun ve bu sebeple ’89 yılında on iki sene” yaşanacağım söyler. (3)
Enflasyonu düşürücü etkisinin olacağı iddiasıyla, emisyon artışını frenlemesi anlamında iç borçlanmaya gidilir. Bunun sonucu ’84 sonrasında iç borç sürekli artar; ’87 yılı sonunda 15,8 trilyon olan borç geçen yıl içinde yüzde 57,6 artarak 24,9 trilyona yükselir.
Bu artışın yarattığı sorunları Özal’ın, yerli prenslerinden Adnan KAHVECİ şöyle açıklar: Ülkemizde enflasyonun bir nedeni de (çok değil, iki yıl öncede enflasyona karşı mücadelenin önemli bir aracıydı, bugün nedeni) “birikmiş borçların ödemek zorunda kaldığımız faizleridir” (deneme-yanılma yöntemi ve maliyeti) ve bu faizleri ödemek için “günde 1,3 milyar lira basmak zorundayız” ve bunu ’89 Ekim’ine kadar devam ettirmeye mecburuz, “o zamanda enflasyon durmaz” (4).
Bütçe açığının 4,4 trilyon olarak öngörüldüğü halde geçen yıllarda olduğu gibi yüzde 100 artmasıyla 9 trilyon olarak gerçekleşmesi ve borç ödemelerini kapsayan transfer harcamalarında bütçenin yüzde 50’si kadar olması gibi koşulların emisyonu artırıcı etkisi olacak. Bu halde izlenen açık finansman politikasını enflasyon üzerinde katalizör etkisi olacağı hatırlanmalıdır.
KAHVECİ’nin görev aldığı hükümet, bu şartlarda enflasyonun düşebileceği propagandasını yapıyor olmakla “ciddiyetlerini” itiraf etmiş oluyorlar.
Hem de bu gelişmenin salt bu yılla sınırlı kalmayacağı anlaşılıyor. Çünkü hükümet yetkilisi Elazığ’daki burjuvazinin ülke çapında merkezi örgütü TOBB’nin bölge toplantısında “1992’ye kadar sabır tavsiye ediyor” (5).
Peki iç borçlanmanın arttığı bu sürede emisyon hacmi artmadı mı? Evet, arttı; ’87 yılı sonuna göre yaklaşık yüzde 50 artarak, geçen yılda 4,5 trilyona çıkar. Ayrıca, ’88’in son dört ayında emisyon artış oranları, ’87 yılının aynı döneminden daha fazladır. Geçen yılın ocak ayında emisyon yüzde 3 daralır ve şubatta yüzde 0,2 genişler. Buna karşılık bu yıl her iki ayda da yüzde 2,8 ve 9,2 artar.
Şu biliniyor ki, emisyonda artış / genişleme fiyatlara etkisini belli bir süre sonra gösterir. Yani, gecikmeyle yansır.
Enflasyon konjonktürel olarak yükseliş çizgisine yerleşmiş durumda ve bu yüzden ’89 için açıklanan yüzde 38’lik enflasyon hedefinin üçte biri şimdiden iki ayda gitmiştir.
Diğer yandan bu yılki programda GSMH ile ilgili hesaplarında deflatörün yüzde 49’un belirlenmesinin anlamı; bu, iktidarın enflasyondaki tırmanışın süreceğini kabullenmesidir. Açık olan şu ki; iki aylık veriler enflasyonun devam edeceğini ve yüzde 49’luk deflatörü de fazlasıyla geçeceğini gösteriyor.
Yerel seçimlerin ardından nisan-mayıs aylarındaki gerçekleşmeler, bu durumu daha iyi ortaya koyacaktır.

3- Bankalar: “Enflasyon Düşmesin!”
Önümüzdeki dönemde enflasyonun “düşmesi” halinde, kredi maliyetlerinin de buna paralel olarak düşmesini, kredi kullanıcıları / sanayiciler talep edecek; çünkü kredinin kullanımından doğan faiz, 3 aylık dönemler halinde ödeniyor. Krediyi plase eden bankalar ise mevduata vadesinde faiz ödüyor; bu süre, genellikle bir yıl.
Yüksek enflasyon bankalara kâr getirir, fakat yüksek kredi faizli dış kaynak kullanımı ve geri ödemelerdeki zorlanmalar da “sanayiciye huzursuzluk” getirir. (6) Tabi ki bundan bankası olan azınlık holding grupları kastedilmiyor. Bunun sonucu olarak Akbank geçen yılda sermayesini 120 milyardan 500 milyara çıkarır ve vergi sonrası net kârı da 306 milyara yükselir.
Enflasyon oranı ola ki düşerse, para sermayesinin kullanıcısı yani krediyi alan faizinin düşmesini, diğer yandan da mevduat sahibi, faizin düşmemesini isteyecek. Yani faizin indirilmesine enflasyon engeli… Para sermayesini yatıran ile kullanan arasında, faiz konusundaki çelişki kendisini bu şekilde gösterecek. Bu anlamda faizin inmesinden dolayı arada bir fark doğacak ve bu da, para sermayesini toplayan ve plase eden bankalara ilerde ek maliyet demektir. Topladığı mevduatın maliyetini, o’nun kullanımından yani kredi faizinin geliri ile karşılaması zor olacaktır. Toplanan mevduatın plase edilememesi, bugün bankalar bu sıkıntıyı yaşıyor ve edildiğinde de geri transfer edilememeleri bankaların ve bu anlamda finans sektörünün krizini derinleştirir, aynı şekilde enflasyon oranının inmesinin de benzer sonuca sebep olacağı düşünülebilir.
’89’da enflasyon hedefi yüzde 38 iken diğer yandan mevduat faizinin yüzde 70’ler üzerinde olması hali, makro politika açısından ne denli gerçekçi?
Enflasyon oranı yüzde 30’lara ya da 40’lara inecekse (!) elinde yüzde 85’lik mevduat bulundurması banka açısından zararlı olduğu açık. Banka daha düşük maliyetli para sağlamak olanağı varken, daha önceden söz verdik diye o dönemdeki mevduata, dönemin şartlarına göre layık olduğundan daha fazla bir para vermek zorunda kalacaktır. Ve banka o gün ona o faizi verirken, o mudiinin mevduatından kâr değil, zarar edecektir. Bu halde, bankacılık sektörü geçmiş kârlı yıllara özlem mi duyacaktır?
Ayrıca imalat sanayi büyük bir finansman sıkıntısı içinde olup, iç talep de düştü ve buna bağlı olarak kapasite kullanımı da azalıyor. Ülkemiz de sanayi öz kaynaklara dayalı olarak değil de borçlanmaya dayalı olarak geliştiği için, kısıtlayıcı ekonomi politikaları döneminde sanayi finansman krizine giriyor. Finansman krizi bir süre sonra bankacılık krizini doğuracaktır. Bu halde, ’89’da bankacılık sektöründe bir kriz yaşanabilir mi?
Sektöre yönelik bu analiz bazı bankalar şahsiyetinde somutlaşacak ve krizi yaşarken, bazıları da kârlılıklarını devam ettirecekler.
Sonuç olarak; Belirtilen hallerde, yani enflasyon oranı ile mevduat faizi arasında farkın büyük olması ve plase edilen kaynakların geri ödenmemesi koşullarında, sektörün ve özelinde bazı bankaların ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kalmaları şaşırtıcı olmayacaktır.

4- Bütçe: “40 Yamalı Bohça!”
‘80’ler Türkiye’sinde bütçe bir formalite gibi değerlendirilmekte…
Bu sebeple bütçe, gelir ve gideri dengeleyen bir hesap tablosu değil; Ekonominin dengelerini kuracak bir önlemler paketi olarak hazırlanır ve “Egemenlik, Kayıtsız Şartsız Milletindir”in sahnesi parlamentoda tartışılır; ama sonuç yine de bir formaliteden öte gitmez.
Bütçenin gelir kaynakları ve sağlanması, yatırım, cari ve transfer harcamalarının belirlenmesi ile ilgili tercihler belli bir hedef doğrultusunda dengelenmemiş ise, bütçeler ekonomide krizi arttırmanın aracı olabilir.
Farklı olduğunu iddia etmek ne mümkün?
’89 Bütçesi’nin de farklı özelliği olduğu iddia edilemez.
Genellikle parlamentoda konuşulan bütçelerle yıl içinde uygulanan bütçeler arasında hiçbir ilişki kalmamaktadır. Bu ülkemizde iktidarın taviz vermediği özelliğidir.
Ayrıca tüm gelir ve gider kalemlerinin bütçede şu ya da bu gerekçeyle gösterilmemesi hali de bütçenin genelliği, birliği ve halka “açıklığı” ilkeleriyle çelişmektedir. Öyle kurumlar vardır ki (örn: MİT), yaptığı harcama ve gelir kaynağı bütçede gösterilmez.
’84’lerden sonra yoğunlaşan fonların, bütçe dışında tutulması da öz olarak yine bir çelişkidir.
Bu durum bir yönüyle de işleyen burjuva çarkının, yasama ile yürütme organı arasındaki ilişkinin örneğidir.
’89 yılı için öngörülen bütçede gider 32,7 trilyon ve gelir 28,3 trilyon olup; açık 4,4 trilyondur. İlk defa olarak açık bu kadar büyük miktarda ve yüzde 13,5 oranında öngörülüyor. Gerçi bütçenin hazırlanmasında belirtilen açık oranı, ’85 sonrasında sürekli artar; 86’da yüzde 6,9 iken 88 yılında ise 10,4’e yükselir.
Yine bütçede açığın borçlanma ile karşılanacağı belirtilir.
Bir yandan borçlanmanın ekonomiye getirdiği yükü anlat; diğer taraftan yeniden borçlan ve bunu da “hesap bilirlik” olarak sun.

BÜTÇE GELİR, GİDER FARKI (1985-1989)
FARK
GELİR     GİDER     GERÇEKLEŞEN     ÖNGÖRÜLEN
1985        4467        5263        787            510
1986        7153        8311        1158            504
1987        10540        12697        2157            931
1988-(1)    17375        21473        4098            2157
1989-(2)    28256        32733        –            4477
AÇIKLAMA:     (1) Tahmini-gerçekleşme DİE
(2) Program hedefi

Tabloda görüldüğü üzere, son dört yılda bütçe açıklan programlanandan yüzde 100 daha fazladır. Benzer gelişme bu yıl da yaşanacağı için, açığın yaklaşık 9 trilyon olacağı tahmin edilebilinir ki, yüzde 50’sinin transfer harcamaları olan bütçede yaklaşık yüzde 27,5’i de açık olacaktır. Bu bütçeye “iyi” diyebilen cahil bile değildir…
Bütçe açıklarının artması sonucu, bu açığın GSMH oranı yüzde 2,8’den 5’lere yükselir.
Bütçe gelir kalemleri: Her yıl bir önceki yıla göre yüzde 50’ler üzerinde artacağı öngörülmüş ve buna uygun oranda gerçekleşen artış kaydetmiştir. Bütçe gelirleri ’86 ve ’87 yıllarında yüzde 5’ler oranında daha fazla gerçekleşirken geçen yılda ise yüzde 5,5 kadar azaldığı tahmin edilmektedir. Gelirlerin hedeflenenden fazla gerçekleşmesi üzerine yetkililer sevinerek bunu ifade ederler; “işte aldığım önlemlerin başarısı”… Aslında böyle bir artışta, enflasyonun gelir yaratıcı etkisi dikkate alınmak istenmez.
’89’da bütçe gelirleri içinde vergi kalemleri tutarı 24,4 trilyon olup, bunun yüzde 32,4’ü gelir yüzde 13,1’i de kurumlar vergisine aittir. Öyle bir mali sistem benimsenmiştir ki, istisnalar sebebiyle bazı firmalar hiç vergi vermemektedir. Aynı benzer istisna ücretli için geçerli değil! Vergi gelirlerinin GSMH’ya oranı demek olan vergi yükü, bu yıl yüzde 17,5 olarak hesaplanır; kamunun tüm gelirleri dikkate (fonlar vs.) alındığında vergi yükü 36, Te yükselmektedir. Bu halde makro olarak iç tasarrufun daha artmasından bahsedilemez; çünkü biliniyor ki, gelir dağılımı çalışan emekçi aleyhine her geçen yıl daha da bozuluyor ve vergi yükünün de bu oranda olması, geriye kalan gelir ancak marjinal yaşamaya yetecek kadardır. Onun için iç tasarrufların yüzde 35’lerin üzerine çıkacağını tahmin etmek büyük oranda zorlamayla olacaktır. Bu anlamda iç tasarrufların daha fazla olması ne mümkün ne de gerçekçidir.
Kamu’nun 58,2 trilyon lira gelirin sadece yüzde 48,6’sını bütçe geliri olarak gösterilirken, geriye kalan para ne oluyor? Kamunun gelirinin çok büyük kısmının bütçe dışına kaydırıldığı anlaşılıyor.
Vergi Gelirleri Dağılım: ’80’ler döneminde bütçede vergi gelirleri içinde dolaylı vergiler payı artan, dolaysız vergilerinki de azalan bir trend izler. Kamu gelirlerinin bütünü açısından incelendiğinde dolaylı vergilerin payının daha fazla artacağı gözlenmektedir. Burjuva ekonomi politiğin maliye politikası açısından vergi gelirlerinin belirtilen dolaylı ve dolaysız ayrımı ve topluma etkisinin farklılığı nedeniyle, dolaysız vergilerin artmasını kabul görür; çünkü tüketilen mal ve hizmetlerin vergilendirilmesi demek olan dolaylı vergiler, tüketicilerin bütününü yani emekçi halkı ve burjuvaziyi aynı oranda etkiler. Yani zengin-fakir, varlıklı-yoksul ayrımı yapmaz. Bu durumda verginin “gelir dağılımını adilleştirici” işlevini yerine getirmediği sonucu çıkar; hani ne denir! Az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alınacağı söylenir. Fakat dolaylı vergilerin (örn: KDV, taşıt alım vergisi, harçlar vs.) çok kazanandan az, az kazanandan çok alımı sağlar. Bir başka anlatımla tüketime ayrılan paranın harcanması sırasında vergilendirilmesi dolaylı vergidir.
Sabancı’nın toplam geliri içinde tüketime ayırdığı miktar küçük bir tutar iken, bir Akbank’ta ya da Bossa’da çalışan işçi ise gelirinin hemen hemen tümünü ayırmak zorunda kalır ve her ikisi de aynı oranda (yüzde 10 gibi) KDV verir. Sakıp Ağa TV’ye KDV reklamı için neden çıkıyor ya da neyi meşrulaştırmanın aracı olarak reklam yapıyor?
Söylendiği gibi dolaylı verginin, gelir dağılımını adilleştirici bir yönü yok; çünkü kapitalist bir toplumda tasarruf eden kişiler esas olarak burjuvalardır. Burjuvazi de ne kadar zenginse tasarruf etme gücü o kadar fazladır. Tüketimden alınan dolaylı vergiler, gelirin tüketilen kısmına yüklenir ve tasarrufları vergiden muaf tutar; sistemin işleyişi, sermaye birikimin sağlanması ve yatırımların yapılması içindir.
İşçiler ile burjuvazi ayırt edilmeden, tüketim harcamaları yüzde 10 KDV’ye tabidir. Bu durumda işçiler gelirlerinin hepsini tükettikleri için toplam gelirinin (gelir vergisine ek olarak) yüzde 10’unu vergi olarak öderken; burjuvazi ise, toplam gelirinin yüzde 40’nı tüketiyorsa, sadece bu bölüm üzerinden yüzde 10 vergi öder. Bu halde işçi gelirinin yüzde 10’unu ve burjuvazide toplam gelirinin yüzde 4’ünü (ki, harcanabilir gelir oranının azalmasına bağlı olarak bu pay da azalır, örn: yüzde 40’ını değil de, yüzde 10’nu tüketseydi toplam gelirinin yüzde 1’ini) vergi olarak devlete verecektir. Yani, toplam gelir içinde, tüketime ayrılan kısım azaldıkça, dolaylı vergi oranının toplam gelire oranı da paralel bir gelişme gösterir ve bu anlamda ödediği vergi de azalacaktır.
Görüldüğü üzere gelir dağılımını değil “adilleştirici”, daha da bozduğu anlaşılmaktadır.
Vergi gelirleri toplamı içinde dolaylı vergilerin payı ’81’de yüzde 35,5 iken bu oran, sonrası yıllarda artarak ’87’de yüzde 50,2’ye kadar yükselir.
Aslında bütçe açıklarının giderek büyümesine sebep olan faktörler, vergi gelirleri içinde dolaylı vergilerin ağırlığının önemli oranda arttığı bir yapı haline dönüşmesine neden olmuştur.
Bunun gereği olarak, ’89’da dolaylı vergilerin payının yüzde 54,5’e yükselmesi öngörülmüştür.
Emek gelirleri açısından, fiili tüketim gelirinin azalmasını sağlayan bu oran ile yoksulluk daha da artacaktır.
Bütçe giderleri; yüzde 60’ları aşan artışla bütçe giderleri programlanır. ’86 ve ’87 yıllarında gerçekleşen miktarlar öngörülenlerden yüzde 14’ler kadar daha fazladır ve bu fark, ’88’de yüzde 3’e iner. Bütçe giderleri kendi içinde karşılaştırıldığında Diyanet İşleri Başkanlığı 232,6 milyar TL bütçesi ile yedi bakanlık (Çalışma ve Sosyal Güvenlik, Sanayi ve Ticaret vs.) bütçesinden daha fazla ödeneğe sahip olduğu görülmektedir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın bütçesi 32 milyar TL’dir. Ayrıca Emniyet Genel Müdürlüğü’nün bütçesi ise 797 milyar olup, İçişleri Bakanlığının ise 192,3 milyardır. Bunun da adı, sosyal adaleti “sağlayacak” bir bütçe, oluyor!
Ayrıca 32,9 trilyonluk gider bütçesinin yüzde 49,8’i transfer, yüzde 12,7’si cari ve yüzde 16,2’si yatırımlara ayrılmış olup, geri kalan yüzde 21,3’ü personel giderleridir. Personel giderlerinin cari veya transfer gider olarak değerlendirilmesine bağlı olarak, bu oranlarda büyük miktarda artış olacaktır. Görüldüğü üzere bütçenin borç ödemelerine ayrılmış olmasının anlamı, hem açığın ve hem de ekonomiye yarattığı sorunlara karşın borçlanmanın yine de artacağıdır. Yatırımlara ayrılan payın düşük olmasının, büyümeye ve istihdama etkisi olumsuz yönde olacaktır. Yani büyüme öngörülenden düşük olabileceği gibi işsizlikte azalmayıp artabilecektir.
Özal döneminde uygulanan bütçelerde, gerçekleşen açıklar öngörülenden yüzde 100 daha fazla olduğu için bu yılda bütçe açığının yaklaşık 9 trilyon (gider bütçesinin yüzde 27,5’i) olacağının beklenmesi ve borç ödemelerini kapsayan transfer harcamalarının da bütçenin yaklaşık yüzde 50’si olması gibi etkenlere bağlı olarak, emisyon miktarının bir hayli artacağı (ki ’89’de yüzde 49,3 artar ve 4,4 trilyon olur) tahmin edilebilir ki yaklaşık 7 trilyon civarında olacağı beklenebilir.
Bu da enflasyonun yükselmesi demektir.
Belirtilen koşullarda ’89 Bütçesi, “kırk yamalı bohçadır…”

5- Özelleştirme: “Devlet Malı Deniz” mi?
Kamu işletmeciliğine ANAP’ın yaklaşımı, “hükümet olduğumuzdan beri KÎT’ler kâr ediyor” tâbi ki zamlar sayesinde; kârlı oldukları halde zamların yapılmasını / devamını ise “kârlar fiktif” diye açıklarlar. Bukalemun’a taş çıkartacak yaklaşım… Pek çok işlevleri üstlenen bir ekonomi politika olarak gündeme getirilen ve TELETAŞ’la başlayan özelleştirme, diğer bazı kuruluşların satışıyla güncelliğini korur.
Özal’ın özelleştirmeden sorumlu ithal prensi Cengiz İsrafil, geçen yıl içinde görevinden alınır.
Cengiz İsrafil, ABD Kongresi’nde de konu olur. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı’nın, Teletaş’ın yabancı sermayeli ortağı Bell Ma. Co. (Belçika) şirketi ve Cengiz İsrafil ile olan ilişkisinin Kongre’de soruşturulması kabul edilir.
Geçen yıl 5 bin TL’si olarak piyasaya sürülen hisse senetleri, yakın dönemde sermaye piyasasında yarı fiyattan işlem görür. Son bir yılda dört aracı banka TEB, İktisat, Tekstil ve Vakıfbank’ın borsada işlem gören 705 bin senetten 430 binin (yüzde 61’dir) Cengiz İsrafil tarafından Belçikalı yabancı ortak (bunun payı yüzde 39) adına topladığı ve senetlerin DPT-Yabancı Sermaye Dairesi’nin izni ile yabancı sermayeli Bell şirketine devredilebileceği basında yer alır. (7) Yabancı sermaye lehine, tekelcilik güçlendirilir.
Bürokratların yabancı sermaye ile ne tür ilişki içerisinde görev yaptıklarını gösteren güzel bir örnek.
Kamu kuruluşlarının zarar edenleri halka fatura edilirken, zamlar sayesinde kârlı olanlarda özelleştirme gereği satılır.
Kime? Nasıl mı?
Bir başka örnek: (8)
Boğaziçi Hava Taşımacılığı (BHT) ESKA, NET, SİLKAR ve AER LİNGUS (İrlanda) konsorsiyumuna halktan gizli tutularak, hırsız malı misali 2 Boeing 727 yolcu uçağı, 2 Boeing 727 Kargo uçağı ve 2 DC-10 uçağı 7 milyon dolara (yaklaşık 14 milyar TL) satılır. BHT’nin yüzde 49 hissesini ve yönetimini AER LİNGUS alırken, diğer ü firma yüzde 17’şer eşit payda hisseye sahip olurlar. İlk uçağı ’88 Mayıs’ta uçan BHT’nin yedi aylık net kârı 6 milyar olup, 25 milyar mal varlığına sahiptir.
Bu haliyle BHT: “Satılmadı, hibe edildi.”
Bununla da “mülkiyeti tabana yayma” ve “iktisadi demokrasiyi gerçekleştirme” sağlanıyordu.
BHT’nin ardından USAŞ, 9 Şubat 1989’da İskandinav Hava Yolları’na halktan gizli tutularak satılır. Geçen yıl geliri 36 milyar 102 Milyon olan USAŞ’ın bilanço kârı 15 milyar 289 milyondur. Toplam özvarlıkları 33 milyar 311 milyon olan USAŞ, 27 milyar 888 milyon (14 milyon 450 bin dolara) satılır. Fakat aynı USAŞ’a ABD – Morgan Guaranty firması 1984 yılı sonu itibariyle 64 milyon dolar fiyat belirlediği hatırlandığında; USAŞ’ın da hibe edildiği anlaşılıyor.
Ve diğerleri…
Evet; “devlet malı deniz” mi?
Görüldüğü üzere özelleştirme, başlangıçtan itibaren gelişmelerin halktan gizli tutularak kamu malının yabana sermaye ve özel sektöre peşkeş çekilmesinin (iflas eden özel sektör kuruluşlarının devletleştirildiği hatırlanmalı, ör: Asil Çelik), ucuza kaynak aktarımının sağlanmasıyla tekelciliğin güçlendirilmesinin ve sermaye piyasasının geliştirilmemesinin politikası oluyor.
Ya da özelleştirmenin diğer adı yabancı sermayeyi teşvik etmek mi? Yahut devletin sanayiden çekilmesi mi?

6- Daralan İmalat Sanayi
Türkiye’de ’80’li yıllarda izlenen ekonomi politikanın sonucu, imalat sanayi dalında ekonomik “büyüklükte” ileri teknolojiye dayanan bir yatırım yapılmaz. Yapılanlar ise mevcutları büyütme ve modernleştirmedir. Buna karşın bu sanayi dalında üretim artışının esas sebebi kapasite kullanımındaki gelişmelerdir. Geçen yılın sonuna doğru, kapasite kullanım oranı yüzde 72’ye kadar geriler. Bu yıllarda üretim artışının en yüksek (1. üç ay yüzde 16,2 genişlerken) seviyesi ile üretim azalışının (3. üç ayda yüzde -5,6 azalır) birlikte yaşandığı ve bu haliyle genel dengesizliği yansıtan bir yıl olur.
Sektörler itibariyle sabit sermaye yatırımlardaki gelişme incelendiğinde, imalat sanayi dalı ’84’de yüzde 22,3 payı birinci sektör iken, bu oran yıllar itibariyle küçülerek geçen yılda yüzde 14,8’e iner; demek ki, imalat sanayi yatırımlarından bir kaçış olduğu gözleniyor.
Bu sanayi dalının üretim artışında ve kapasite kullanımdaki düşüşe bağlı olarak, ortalama büyümesi Eylül verilerine göre yıllık yüzde 6,1 tahminin, 4. üç aylık gelişmelerinde dikkate alınmasıyla yapılacak hesaplamada yüzde 3’lerin altına düşmesi bekleniyor.
Sanayide büyümenin etkenleri yeni yatarımlar ve var olan atıl kapasitenin kullanımıdır. ’80’li yıllarda modernleştirme dışında yeni yatırımlar yapılmayıp, atıl kapasite kullanımına ağırlık verilmiştir. Fakat geçen yılda imalat sanayisinde bununla ilgili gelişmelerin olumsuz olduğu görülüyor. İmalat sanayi katma değer içinde özel sektörün payı ’85 göre ’88’de yüzde 4,5 artarak 69,6’ya yükselir. Bu durumda, bu sanayi dalında büyümenin motoru özel sektör olduğu halde, onunda öngörülen gelişmeyi sağlayacak yönelim içinde olmadığı gözleniyor. Diğer yandan kamu yatırımlarının yavaşlatılması, mahalli idare / belediye yatırımlarının kısılması doğrudan ve dolaylı biçimde hem bu sanayi dalını ve hem de istihdamı daraltacak (işsizliği artıracak) önemli bir başka faktördür.
Ayrıca sabit sermaye yatırımları içinde imalat sanayi payının azalması, üretimde ve kapasite kullanımda düşüşlerin yaşanması gibi koşullarla ’89’a giren bu sanayi dalında yeni yılın “hayati önemi tevsi yatırımlarıyla” (9) geçebileceğidir.
Yıllık üretimden satışları trilyonları bulan, ülke ihracatında önemli paylan bulunan ve pek çok işçiyi istihdam eden KOÇ, Sabancı, Profilo, Eczacıbaşı, Bodur Grubu, Alarko, ENKA ve TEKFEN’in bu yıla ait yatırım programları incelendiğinde görünen “bu yılın modernizasyon ve büyüme” işlemlerine ağırlık verileceğidir. Bu önde gelen holdingler, bu yılda daha çok istihdamı geliştirici değil kısıcı yatırımlar diğer bir ifadeyle modernizasyon ve gelişme projeleri uygulayacaklardır. Bu duruma, özel sektörün genel eğilimi olarak bakılabilir.
Bu koşullarda sanayide öngörülen büyümenin (yüzde 6,5) sağlanacağı, yatırımların artacağı ve işsizliğin azalacağı beklenilmemeli; yatırımlardan vazgeçilmesinin sonucu olarak, işsizlikte artacaktır.

7- Cari İşlem “Nasıl Fazla Verdi?”
Hayali ihracat tartışmaları ve mahkemeleri açılan dosyalar sebebiyle, ’89 yılında da süreceği beklenmelidir. Bir zamanlar “hayali ihracat diye bir şey yoktur” diyen resmi ağızlar birden fikir” değiştirdiler.” Evet; soygunun bir türü hayali ihracat Özal’a karşın soruşturulmaya başlandı! Çünkü yolsuzluk kara çamur olup, boğazlarına kadar batmışlar. Belirlendiği kadarıyla 346 firmaya, hazineden ödenen 121 milyarı geri almak için kaplumbağa adımlarla maliye “harekete” geçer.
İncelenmeye alınan 346 firmadan 300’ü aşkının ne adresi belli ne de sorumluları ortadaymış. Bu halde kala kala adresi, sorumlusu belli firmalar yani İhracatçı Sermaye Şirketi diye bilinen ve toplam ihracatın büyük miktarını gerçekleştiren, “şu veya bu” şekilde hayali ihracat işine bulaşan firmalar yani dış ticarette ihracat tekelleri (Koç’un Ram’ı, ENKA ve Penta şirketleri…) ortada kalıyormuş. Bu, ihracat tekellerinin soruşturmaya uğraması basında bu şekilde ele alınır.
ENKA’nın Pazarlama Genel Müdürü Uğur Özler, hayali ihracattan “en fazla etkilenen şirketler bizim” diyerek şöyle devam eder:’ ‘Geçmişte üzerimizden (dönemin modasıydı, çünkü bununla pek çok teşvikten yararlanıyordu N.O.) ihracat yapılmıştı ve sonradan bu ihracatın hayali olduğunun yayılması üzerine, devlet bizden parayı almak istiyor.” (10)
İsmi geçen üç büyük firma yetkilileri yaptıkları açıklamada ortak istekleri: hayali ihracattan “tahsil edilen vergi iadeleri” Hazine’ye geri ödenecekse, bunlar ödeme planına bağlanarak “taksitlendirilmelidir”; gecikme faizi istenilmemelidir ve bu işlemler “TCMB’de tahakkuk etmiş, ödeme durumuna gelmiş vergi iadeleri ile kanştırılmama-lı, yani mahsup yapılmamalıdır.” (11)
Bunlardan hayali ihracatın yapıldığı ve kredi faizinin yüzde 140’lar olduğu günümüzde ucuza finansman sağlandığı gibi sonuçlar çıkarılabilir.
Villa tutkusuyla ve hayali ihracatçı olmasıyla ünlü Uğur Süzer yaptığı basın toplantısında belli itiraflarda bulunur: “Elimde gördüğünüz kablo, zil teli şekline sokulmuş altındır. Onun için normal zil telini üç sent’ten ben bunu bir dolardan ihraç ettim. Bu teli satın alanlar, pek tabi bunu zil bağlantısında kullanmayacaktır” diye uzun uzun anlatır (12); ortada yalan beyan vermekten başlayıp, devleti “kandırmaya” kadar pek çok suçun işlendiği halde zevat serbestçe dolaşır ve hatta “milli ekonomiye” bilmem ne katkısından! dolayı da ödüllendirilir.
Evet; kim için özgürlük?
Uğur Süzer’ler için…
Hayali ihracatın döviz gelirlerinde önemli bir paya sahip olduğu herkesçe bilinir ve hayali ihracatın etkisi ile ödemeler dengesi bilançosundaki gelişmelerde incelenir.
Geçen yıl için iktidar, “işte cari işlemler fazla veriyor bu önemli bir gelişmedir” diye açıklamalarda bulunur. Hatta Özal TV’de bildik konuşmalarından birisinde, iddiayı öyle bir zamanlama içinde sunar ki, değil Cumhuriyet tarihini Osmanlı dönemini de katarak “150 yıldır ilk defa cari işlemlerde bu derece olumlu gelişme oluyor ve fazla veriyor” der.
Her konuda olduğu gibi bunu da Özal yine yanlış biliyordu; çünkü Cumhuriyet tarihinde 1932-1947 yıllan arasındaki dönemde ve yakın 1973 yılında, cari işlemler fazlalık vermişti.
Aslında her geçen günün yeni bir ekonomik paketin açılabileceği sinyallerinin verildiği bugünkü koşullarda, cari işlemlerin fazla vermesinin pek fazla bir önemi yoktur. Çünkü yeni bir “önlemler” paketinin hazırlanmasının anlamı, cari işlemlerde fazlalık! veren ekonomi politikanın değiştirilmesi demektir.
Ülkenin döviz gelirleriyle giderleri arasındaki farkın kapanarak, cari işlemlerin fazla vermesi başarı gibi görünse de dışarıya kaynak aktarılmış olur; açığın anlamı ise, ülke ekonomisine yani kendi kaynaklarına ek kaynak kullanımıdır. Öz olarak dış borç ödeyebilmek için ithalatı kısma, yatırımları durdurma ve iç tüketimi daraltma cari işlemlerdeki fazlalığın kaynağıdır.
Cari işlemlerde gider kalemleri azaltılırken, gelir kalemlerinin abartılı artışı bu fazlalığın kaynağı olmaktadır.
Şöyle ki;
1- İthalat artışı sınırlı kalmış, ocak-kasım dönemi itibariyle ’87’de yüzde 23,6 oranında genişlediği halde, bu artış oranı geçen yıl yüzde 3,7 olur.
2- Yine aynı dönemde turizm giderleri ’87 yılma göre artmayıp yüzde 13,7 oranında azalır.
3- Önemli döviz kalemi ihracat, ocak-kasım dönemi itibariyle ’87 yılında yüzde 36,3 artarken, ’88’de ancak yüzde 14,8 oranında artar.
4- Turizm gelirleri aynı dönemde ’87’ye göre yüzde 43,4 artarak 2027,0 milyon dolara yükselir.
Uluslararası sermayenin ekonomik örgütü OECD’yi bile turizm gelirleri hesaplamalarında şişirme olabileceğinden kuşkuyla yaklaştığı bilinmektedir.
Turizm sektörü açısından’ Avusturya’nın, Fransa’nın, İtalya’nın ve Portekiz’in Türkiye’den üstün olduğu malum; ama sayılan ülkelerin (sırasıyla) turist başına geliri 563; 326; 570 ve 561 dolarken Türkiye’ninki ise 647 dolardır. (13) Diğer bir deyişle her bir turistten Türkiye, sayılan ülkelerden daha çok gelir elde etmektedir. Öyle ki bu fark, Fransa’ya göre yüzde 98,5 daha fazladır.
Evet, rakamlar “çağ atladığının” göstergeleri, hem de Avrupa’ya bile fark atarak!…
Yalnız gelir kalemlerinde şişirme olmayıp, bazı döviz girdileri mükerrer/ tekrardan yazılıyor. Örneğin hah. Turistlerin halı alarak bıraktıkları dövizler hem turizm gelirlerine hem de ihracat gelirlerine yazılıyor.
Başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin pek çok turistik yörelerindeki mağazalarda turistlere halı satışı yapan Net Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Besim Tibuk: “Evet, bu durumda halının hem turizm gelirine hem de ihracat gelirine girişi söz konusu olabilir” der. (14)
5- İşçi dövizleri de aynı dönemde (ocak-kasım) yüzde 15,9 artar.
Ayrıca ödemeler bilançosu açısından salt cari işlemlere bakmak yeterli değil; diğer ana kalem sermaye hareketlerine bakmak gerekir. ’87 yılı cari işlemler açığı ocak-kasım döneminde 529 milyon dolar, 2944,0 milyon dolar (kısa ve uzun vadeli anapara) dış borç ödeme rakamına eklendiğinde toplam döviz çıkışı 3473,0 milyon; aynı dönemde geçen yıl cari işlem fazlası 742 milyon dolar, 4702,0 milyon dış borç ödeme rakamından (ki bu, ’87’ye göre yüzde 35,4 daha büyüktür) düşülmesiyle, bulunan 3960,0 milyon dolardan küçük olduğu görülüyor. Yani geçen yıl bir önceki yıla göre daha fazla döviz yurtdışına çıkmıştır. Ki bu da, o derece iyi bir durum olmayıp, yurtiçi kaynakların yurtdışına transferi, işte cari işlemler fazla veriyor nakaratıyla bastırılmaktadır.
Aslında resmi ağzın “fazla veriyoruz” yoğun propagandasıyla ihracattaki olumsuz gelişme ve hayali ihracat örtbas edilmek istenmektedir.
Hayali ihracatla ilgili olarak soruşturmanın sürdürülmesi üzerine, bu kanalla gelen dövizde azalmaya sebep olacaktır. Bu, ihracat gelirini olumsuz etkiler. İhracat teşviklerinde ’89 yılı başında değişiklerin yapılmasında (ihracatçıya vergi iadesinin ’89-Ocak itibariyle kaldırılması vs.) bir diğer etkendir.
Teşviklerde değişikliğin sebebi, hayali ihracat tartışmalarıdır.
İşte, hayali ihracat soruşturmasında ihracatçı sermaye şirketlerinde etkilenmesi ve teşviklerin kademeli olarak kaldırılması ’89 yılında ihracatın duraklayacağının koşullarıdır. Bu sebeple olacak ki, yıllık programda ihracat yüzde 1,6 artarak 12,5 milyar dolar olması öngörülür. Geçen yılın ocak-kasım döneminde 10,2 milyar olan ihracatın, öngörülen 12,3 milyarı tutturması imkânsız görülüyor.
Bu yılın ihracatıyla ilgili olarak Türk Dış Tic. Der. Başkanı Mustafa Süzer, biriken belli başlı sorunların altında faaliyetlerini güçlükle yürütebilen Dış Ticaret Sermaye Şirketleri’nin, var olan teşvikler geri alındığında “hayatiyetlerini devam ettirmeleri büyük sorun” olacaktır ve bu durumda ihracatın “ciddi biçimde azalacağı kesindir” diye belirtir; ve devamında Türkiye ihracatının yansının 30 dolayında Dış Ticaret Sermaye Şirketi’nin yaptığını ve bunlarda meydana gelebilecek herhangi bir krizin imalatçı firmaları da etkileyeceğini açıklar. (15)
İhracatta beklenilebilecek gelişmeler ve tekelleşmenin boyutu, burjuvazi tarafından bu şekilde değerlendirilir.
’83 sonrası 50 milyon dolar sınırını aşan şirketlerin dış ticaret sermaye şirketi sayılması; bunlara Doğu Avrupa ülkelerinden ithalat yapma hakkının bir ayrıcalık olarak verilmesi ve geçen yılda ise Eximbank kredilerinin genellikle 100 milyon doların üzerinde ihracat yapan firmalara kullandırılması gibi koşullar, bu alandaki hem tekelleşmenin ve hem de bu firmalar arasındaki çelişkinin sebepleridir.
Tekelci dış ticaret sermaye şirketleri arasındaki çelişkinin ihracata etkisi, pazar elde etme mücadelesinde önemini hissettirir. Geçen yılda bazı malları ülkeler itibariyle ihraç fiyatları: 38 mm çapındaki ve 590 mm boyundaki flüoresan ampulleri Irak’a, 0,8 sente ve Libya’ya 15,5 dolara; buzdolabı Irak’a 183 dolara ve ABD’ye 143 dolara; renkli televizyon Irak’a 325 dolara ve İngiltere’ye 203 dolara satılır .(16) Yani sürekli TL değerini düşürmek suretiyle ihracat teşvik edilmek isteniyor ama Batı ülkeler pazarına büyük oranda fiyat kırılarak girilmekte olmanın anlamı; ihraç fiyatlarının gerilemesiyle, Türkiye’den yurtdışına ucuz emek ya da kaynak transferine olanak sağlanmasıdır. Bunun teknik anlatımı dış ticaret hadleridir ve bu sebeple olacak ki, Özal hükümeti ’85’lerden sonra ticaret hadlerinin yayımını yasaklar. (Burada Emin Çölaşan’ın son kitabı “Turgut Nereden Koşuyor”a atıf yapmak zorundayım:
Dönemin DPT Müsteşarı Özal, bir gün Maliye Müfettişi C. Tayyar Sadıklar’a yeni bir keşfini anlatır; “dört gün kapanıp çalıştım ve bir şey ortaya çıkardım… sana da anlatayım…” der ve Sadıklar da, “yeni bir keşif değil… Buna ‘ticaret hadleri’ denir. Bizim Mülkiye’nin birinci sınıfındaki der kitaplarında okutulur” diye yanıtlar, sf 57/58. İşte o zaman Müsteşar Özal bozulur! ve hükümetin başı Özal, halen ticaret hadlerine bozuktur. Bunun için “yasaklar!”
Kısaca: Geçen yılda ödemeler dengesi bilançosundaki “iyileşme” abartılmamalı; çünkü ’88 yılında ihracatta öngörülen rakama ulaşılmadığı gibi bu yılda da benzer durağan gelişmenin devam edeceği beklenilmektedir.

8- Dış Borç “Bilmecesi”
Dış ödemeler dengesi bilançosunun cari işlemlerdeki açıktan dolayı, dış borçlarda artış olduğu tezi Özal tarafından hep söylenir. Bedelsiz ithalat ve bağış, sermaye hareketleri kısmında gösterilmeyip cari işlemlere alınmamış ise cari işlemler açığından düşüp (aksine, cari işlemlere alınmış ise düşmemiz gerekmeyecek), buna döviz rezervlerindeki artış eklenmelidir.
Dış Borçlardaki Artış = Cari İşlemler Açığı
Bağış ve Bedelsiz İthalat + Döviz Rezervlerindeki Artış
1984-1987 yılları arasında cari işlemler açığı 4,9 milyar, döviz rezervlerindeki artış 1,8 milyar olup toplamı 6,7 milyar dolardır.
Aynı yıllarda toplam dış borç bakiyesindeki artış ise 19,9 milyardır (resmi rakam-askeri krediler ve döviz tevdiat hesapları hariç).
Aslında yukarıdaki tez’e göre, dış borçlarda olması gereken artış miktarı 6,7 milyar iken, 13,2 milyar daha fazla artış olduğu görülüyor.
Bir başka örnek: ’87 yılı cari işlemler açığı yaklaşık 1 milyar dolar ve yine o kadar da döviz rezervlerindeki artış eklenince, ’86 yılında 31,2 milyar olan dış borç toplamının bir yıl sonra 33,2 milyar olması gerekirken 5,1 milyar daha fazla 38,3 milyar dolardır.
Her iki durumda gösterilen fark, nereden kaynaklanıyor?
İşte dış borç “bilmecesi” bu…
Yine karşımıza hayali ihracat (’87 yılında ihracat bir önceki yıla göre yüzde 35,5 artar, bunda hayalinin katkısı hatırlanmalı) çıkıyor ve bunu diğer istatistikî verilerde olduğu gibi bilanço kalemlerinden bazılarının şişirilmesi (turizm gelirleri) ve bunlara ek olarak bazı gelir kalemlerinin çifte / mükerrer yazılması izliyor. Ve bu sebeple, dış borç toplamı, cari işlemler açığı ve döviz rezerv artışı toplamından fazla artış kaydediyor.
Cari işlemlerde iktidarın söylediği ve öyle gösterilen “olumlu” gelişme sonucu, Türkiye’nin dış piyasada riskini azalttığı tespiti yapılır; fakat dış borç faizlerinin yükselmesi belirtilen riski artırır. Ki Türkiye, dış borç taksitlerini düzenli olarak ödediği halde riskin artmasının sebebi?
Yurtiçinde kredi maliyetinin artması sebebiyle, artan kredi talebi yurtdışından karşılanmaya çalışılır. Çünkü TL’ndeki değer kaybının yüzde 50 dolayında olacağını tahmin eden işverenler, yüzde 15 faizi ekleyince kredi maliyetinin yüzde 60-70 arasında olacağını ve bunun da, yurtiçi kredilerine göre ucuz olacağı biliniyor. Ve bunun sonucu, dış mali piyasada Türkiye’ye uygulanan faiz oranı (Londra para piyasası bankalar arası-Libor’a yüzde 1,5 eklenmesiyle) yüzde 15’lere yükselir. Bu yükselme sebebiyle, belirtilen piyasada Türkiye’nin kredi riski artar. (17)

9- Ya da Eskiyen Bir “Yenisi” mi?
Genellikle her yıl bir kere ekonomik önlemler paketi açıklanırken, geçen yılda iki tane yürürlüğe konulur, tiki 4 Şubat.
TL’den kaçışı önlemek; ’87 yılında emisyon ve vadesiz mevduatta görülen hızlı artış sebebiyle M1 dar tanımlı para arzında meydana gelen genişlemeyi, geniş tanımlı para arzına M2’ye kaydırmak ve dış ticarette ihracat gelirlerini kısa zamanda tahsil etmek amacıyla, 4 Şubat 1988’de birdi-zi kararlar alınır.
Bunlar; TCMB’ye daha fazla döviz akımını sağlayacak önlemler (ihracat dövizi girişi kontrol altına alma, döviz tevdiat hesabının munzam karşılığı oranını yüzde 23’den 27’ye yükseltme vs.); ithalatı pahalandıracak, döviz talebini kısacak tedbirler (ithalat teminatlarını yüzde 7’den 25’e çıkarma); mevduat faizlerinde değişikler (mevduat faizini yüzde 65’e yükseltme) ve kredi fiyatlarını artırıcı, kredi talebini kısıcı kararlar (disponibilite oranı ve reeskont faizlerini artırma vs.) olarak sayılabilir.
Bu kararlara karşılık geçen yılda öngörülen enflasyon oranı (ki bu yüzde 35 idi) daha yılın ilk yarısında aşılmış olması üzerine, tasarrufların tekrar döviz piyasasına yönelmesine yol açtı ve bunun üzerine ekim ayının ilk yarısı içinde dolar yüzde 15 ve DM ise yüzde 19’luk prim yapar.
Yine film “başa” sarılır ve tekrar gösterilmeye başlanır. Aynı yılda ikinci bir önlemler paketi olarak 12 Ekim Kararlarıyla TL’den kaçışı önlemek, döviz piyasasına olan talebi daraltmak ve tasarruflar, bankacılık sektörüne yöneltmek amacıyla, faiz politikası yine değiştirilir; faize yüzde 85 tavanı getirilir.
Böylece bu faiz tavanıyla iktidar, o yıl ki enflasyon oranının yüzde 80’lerde olacağı haberini veriyordu. Yanılmadılar. Öyle de oldu.
Belirlenen mevduat faiz oranlan vade yapısı, enflasyonda bir yıllık süre içinde önemli bir düşme beklenmediği izlenimi veriyordu. Çünkü eğer enflasyonda kısa bir süre sonra gerileme bekleniyorsa, bir yıl vadeli mevduata ödenecek yıllık bileşik faiz oranlarından daha düşük olması gerekiyordu. Fakat faiz oranlarından daha düşük olması gerekiyordu. Fakat faiz oranlarının mevcut vade yapısı bu tür beklentiyi yansıtmamaktadır.
Önlemlerin uygulanması sonucunda, kredi faizleri artar ve bunun üzerine dış kaynak kullanımının artan maliyetinden dolayı, hem bankaların batık kredi miktarı ve hem de sanayi üzerinde etkinliği artar. Ayrıca mevduat toplayan banka bunu kredi olarak plase etmede zorlanması halinde yine dövize yönelmesi beklenir. O sebeple ki, döviz kuru suni olarak düşük tutulur.
Ekonomik krizin vardığı boyut, iktidarı yeni bir ekonomik önlemleri hazırlamaya zorlamakta; gerçi, diğer önlemlerin ne derece “başarılı” olduğunu yaşadık.
O derece “başarılı” oldular ki, yaklaşık 15 ayda üçüncüsü (mü)?
Dikiş tutmaz oldu! Sökük genişliyor.
Tekelci burjuvazi de yeni bir paketin açılacağı bekleyişi içindeler. İzlenen ekonomi politikanın öz olarak doğru olduğunu ama TL’nin aşın değer yitirmesi, faizlerin aşın yükseltilmesi gibi politikanın esasıyla ilgili olmayıp uygulamalara yönelik yanlışların giderilmesi için “yeni bir paketin hazırlanmakta” olduğunu belirtiyor, TOBB Konsey Başkanı ve Ege Böl. San. Od. Meclisi Başkanı Şinasi Ertan (18).
Daralan talebe ve sanayide durgunluğa karşın fiyatların halen artması, ihracatta beklenen performansın gerçekleşmemesi, bütçe açıklarının artması ve dış borç ödemelerin varlığı gibi koşullar; Özal’ın TV’de bilfiil anlatmadığı icraatı olup, Çağ Atlaya(maya)n Türkiye’nin ve yürürlüğe konulan önlemlerin ne kadar ilaç olduğunun göstergeleridir.
Bunlar, aynı zamanda yerel seçim sonrası yine söylenecek “olumlu” gelişmeyi sağlamak için (kaçıncı?) eski bir “yeni” önlemlerin sebebidir.
İşte ekonomi politika da gerekli önlemler (ki esas olarak zamlar) yerel seçim öncesinde uygulanmadı diye her zamanki “ağızla” ileri sürülen gerekçe asılsız; çünkü bu yılın iki aylık enflasyon oranı yüzde 13,2’dir. Ki bu, yıllık yüzde 79,2 demektir.
Ücretlilerden sermayeye kaynak aktarmanın önemli bir aracı fiyat ayarlamaları yani zamlardır. Burjuvazinin ücretlilere karşı sürekli olarak kullandığı ekonomik “silah” zamlar sonucu, pazarda satılan malın fiyatı arttığından buna karşın ücretlinin alım gücü / reel ücreti düşer.
Burjuvazinin varlık sebebi, ücretliden kaynak aktarımını sağlayacak ekonomi politikanın uygulanmasıdır.
Ki, Özal iktidarı da bunun için var…

10- Sonuç
İmalat sanayinde gerek üretim artış hızının gerekse yatırımdaki gelişmelerin ve kapasite kullanımının gerilediği, mamul mal stokların arttığı ve iç pazarın daraldığı yani gerileyen konjonktüre ek olarak ihracatta öngörülen miktara ulaşılmadığı, bütçe açığının ve gelir dağılımında adaletsizliğin arttığı ve büyümenin düştüğü koşullarda, bu yıla girilmiştir.
Ekonomide gelişmelerin gecikmeli yansıma kuralına uygun olarak, belirtilen koşulların etkisi sonucu, bu yılda ekonomik sorunların daha da artacağı beklenilebilir.
Artık uluslararası mali kuruluşlar da gelişmelerden duydukları kuşkuları ifade eder oldular. Verdikleri sermayenin transferinde karşılaşılacak sorunların varlığı, bu kuşkuların esas sebebidir. IMF, gelişmeleri endişeyle izlediğini belirtmekte ve “Türkiye Riskli” demektedir. (19)
Burada risk, verdiği veya yatırdığı sermayenin geliri ile birlikte transferinde karşılaşacak sorunun varlığı anlamındadır.
Kaygılarında “haksız” değiller; ya sermayelerini transfer edemezlerse…
Emperyalist sermaye bizim gibi ülkelere “sağımlık inek” gözüyle baktığından hep sağmak ister.
Geçen yılda her ne kadar işsizliğin azaldığı tahmin ediliyorsa da, aksine arttığı gözlenebilir. Çünkü işçi çıkarmalar ve “zorunlu” izinlerin hep artması, vardiya sayılarının azalması ve toptancı piyasasının tıkanması gibi koşullar, derinlesin krizin göstergesidir. Ayrıca protesto edilen senetlerin adet ve tutarları her yıl artar; toplam adedi ’87’de yüzde 21,4, ’88’de yüzde 4,7 ve tutarları ise aynı yıllarda yüzde 50 ve 75,8 oranında artar (20). Geçen yılda senet adeti ve tutarı artış oranların anlamı; protesto edilen senetlerin miktarının büyük olmasıdır.
İflaslar ve konkordato ilanları ekonomik yaşamın güncelleşen konularından; üçüncü sefer zıplayan çekirge Kastelli, tarihin en büyük 150 Milyarlık konkordato ilanını, tek sütuna 5 cm. boyutlarında verir. (21) Ki bu tür ilanlara göre, çok küçüktür. Yani bir şeyler gizliyor olmanın telaşı mı? Yine ANAP’ın İzmir il eski Başkanı Atilla Yurtçu (Kongreye karşın, Özal’ın direktifiyle atanır) yüksek kredi faizinin kurbanı olur; (22) İzdaş’a bağlı İzmir Demir-Çelik ve Asmaş’ta yönetim krediyi veren İş Bankası’nın eline geçer. Bir zamanlar “kartaldı”; İzmir Demir-Çelik’in bilanço karı ’87’de ’80’e göre yüzde 669,9 artarak 5 milyar 774 milyona yükseldiği halde, ’88’de yönetimde değişiklik zorunluluk olur.
Benzer gelişmelerin krizin bir sonucu olarak yaygınlaşacağı beklenilmekte…
Kısaca:
Büyümenin motoru sanayi (özellikle imalat sanayi) sektöründe üretim artışında ve kapasite kullanımında görülen olumsuz gelişmeler sebebiyle geçen yıl için öngörülen büyüme sağlanamadı, hatta azaldı. Bu yılda hedeflenen büyümenin gerçekleşebilmesi oldukça zor…
Enflasyonun kontrol altına alınabilmesi için, varoluş sebeplerinin de ortadan kaldırılması gerekir!
Sorunun özü: Sosyo-ekonomik yapısal durumla ilgili…
Türkiye’de iç borçların yıllık faiz yükü ile dış borçların faiz ve anapara ödemelerini karşılayacak dövizin satın alınması için gerekli finansman yükü hazineyi zorluyor. Bu durumda da enflasyonist politika sürekli besleniyor. Bu sebeple ’89’da enflasyon, programda belirtildiği gibi yüzde 38 değil bunu ikiye katlayacağı kesin olup daha artacağı da beklenilebilir; TÜSİAD, yüzde 65 ya da 90 olur diye tahmin ediyor.
Tekelci sermayenin ekonomik örgütü TÜSİAD bile, gelir dağılımında emek aleyhine gelişmeyi tespit ediyor. Gelir dağılımında belirtilen gelişme, özellikle 1984-1988 (yani ANAP) döneminde büyük artış göstermiştir. Emek gelirlerinin reel olarak azaldığı (GÖRECELİ YOKSULLUĞUN ARTTIĞI) bu dönemde sermaye gelirleri reel olarak (SERMAYE BİRİKİMİ) artmıştır. (23). Belirtilen kutuplaşmanın yoğunlaşmasına bağlı olarak, iç pazarın daha da daralacağı beklenebilir.
Para sermayesinin geliri faiz karşısında döviz, altın ve gayrimenkuller alternatif yatırımlar olup, faizin düşmesi halinde diğerleri tercih edileceği için (ki iktidar aynı gerekçeyle faizi yükseltir), faiz oranlarında büyük düşme hayaldir.
TCMB’nin günlük müdahaleleriyle 2000 TL altında dolaşan dolar, bugün için suni operasyonlarla aşağıda tutulmakta ve bu hazineyi ve ihracatı zorladığından ’89 için öngörülen 2200 TL değil 3000 olacağı tahmin ediliyor.
Bu yıla girilen konjonktürün piyasanın daralmasına bağlı olarak devam edeceği beklenilmekte.
Dövizin fiyatı suni önlemlerle gerçek kurun altına düşmesi, ihracatçı sermaye şirketlerin yarattığı sorunların olması ve teşviklerin kademeli olarak değiştirilmesi sonucu ihracatın öngörülen miktara yükselmesi zor görünmekte; bir yönüyle ihracat duraklayacaktır.
Yatırımın niceliği ve niteliği önemli olup, ’80’li yıllarda “imalat sanayi dalında” ekonomik büyüklükte, ileri teknolojiye dayanan yeni projelerle ilgili yatırım yapılmıyor. Yapılanlar ise mevcutları yenileştirme ve büyütmedir ki ’89’da bu türden yatırımların esas alınmış olduğundan işsizliğin artacağı beklenilmelidir.
Sonuç: Bu yıl da işlerin iyi gideceği söylenebilir mi?
Bu halde krizin daha da derinleşeceği gözleniyor!
Belirtilen gözlemi doğrulayan bir anket araştırması: Gallup Avrupa, Amerika ve diğer kıtalardan 34 ülke halkı için yaptırdığı araştırmayı, PİAR-Türkiye için yapar. Ankete göre bu yıla geçen yıldan “daha kötü” olacak diyenler yüzde 43 (aksini söyleyenlerin ki, yüzde 20) olup, bu 34 ülke içinde en yüksek oran; yine bir başka soruda grevler ele alınır, ’89’da grevlerin artacağı oranı yüzde 55 (bu, Brezilya’dan sonra ikinci) iken, azalacak diyenlerin payı yüzde 6’dır. (24)
Ekonomi politika açısından, “yeni” önlemler paketine hazırlık yapan iktidar, bunu, seçimler sonrası yürürlüğe koyduğunda “zam sağanağı” yağacak…
Geçen yıllarda Mısır, Tunus, Zaire, Sudan (’88-Aralık) ve özellikle Cezayir halkının zamlara karşı mücadelesi, meyvesini verir; iktidarlar, zamları geri almak ZORUNDA kalırlar…
Darısı basımıza… Neden Olmasın?

KAYNAKÇA:
1- Hürriyet, 3 Ocak 1980
2- TÜSİAD, 1989 Yılına Girerken Türk Ekonomisi, Ocak 1989, sf. 1.
3- Kapital Dergisi, Mart 1989
4- agd. Aralık 1988
5- İSO Dergisi, sy: 273.
6- Halit Narin (TİSK Başkanı), Kapital Dergisi, Mart 1989
7- Cumhuriyet ve Tercüman, 14 Mart 1989
8- Celal Pir, Milliyet, 7 Şubat 1989; Ekonomik Panorama, 19 Şubat 1989.
9- İbrahim Bodur (İSO Mec. Bş.), Kapital Dergisi, Mart 1989.
10- agd. Mart 1989.
11- Cumhuriyet, 12 Ocak 1989
12- Hürriyet, 4 Eylül 1989
13- Ali Rıza Kardüz, Sabah, 9 Mart 1989
14- Milliyet, 15 Mart 1989
15- İSO Dergisi, Ocak 1989
16- Prof. Dr. Cem Alpar, Ekonomik Panorama, 26 Şubat 1989
17- Hayri Çetinkaya, Hürriyet, 15 Mart 1989
18- Kapital Dergisi, Ocak 1989
19- Atilla Karaosmanoğlu (Dünya Bankası Bş. Yrd.), Milliyet, 27 Ocak 1989
20- İSO, Şubat 1989
21- Milliyet, 14 Şubat 1989
22- Kapital Dergisi, Mart 1989
23- TÜSİAD, age, sf. 2.
24- Sabah, 1 Ocak 1989.

Nisan 1989

Asfaltı Üreten Bölge’nin Yollan Patika… Bölgesel Analiz – Bir Deneme (1979-1986)

– “Batıya fabrika yol; Doğuya komando, karakol!”
– “Dipçik değil, el isteriz!”
– “Batıya Medeniyet, Doğuya Cehalet, Neden?”
– “Batıya İmar, Doğuya İstismar!”
1967 Doğu Mitingleri Dövizlerinden

Güncelliğini kaybetmeyen ya da güncelliği kaybettirilemeyen bir konu… Dostun da, düşmanın da incelediği bir konu…
Resmî ideolojinin “birlik-bütün-lük” edebiyatına karşın var olan bir konu…
İktidarın tabu olarak gösterdiği bir konu…
Burjuvazinin “unutturamadık” diye yakındığı bir konu… Konu… Konu…
Cumhuriyet tarihinde coğrafi konumundan dolayı, esas bölge ismi yerine Doğu ve Güneydoğu Anadolu denilen bölgenin ekonomik ve toplumsal sorunu…
Kürt sorunu…
Bölge; kimi çalışmada 17 (1) ya da 19 (2) il olarak belirlenirken genelinde 18 (3) il olarak incelenmektedir (yazı içerisinde Bölge olarak ele alınacak).
Bölge alanı, iklim ve bitki örtüsü şartlarına göre belirlenemez.
Çünkü yapısal analizde, benzer ekonomik ve toplumsal özellikler gösteren yerleşim birimlerin oluşturduğu bütünlük esas alınmalıdır.
Bölgenin yüzölçümü 222,3 bin km2 olup; Türkiye’nin yüzde 28,5’i kadardır. Toplam köy sayısı ’75 yılına göre 2 tane artarak, ’85’de 9334’e yükselmiştir. Bu, toplam köy sayısının yüzde 26,5’dir.
Ülke bütünselliğinde bölgenin, ekonomik yönden geri düzeyde olduğu genel kabul gören bir gözlemdir.
’60’lı ve ’70’li yıllarda gelişen değişim ekonomisinin ’80’lerde hâkim olması, şehirleşme, işbölümünün gelişmesi ve gelir dağılımı bakımından karşılaştırıldığında, bölgenin genelinde Türkiye ortalamasının altında olduğu sonucu ortaya çıkar.
Bu anlamda; Kürtlerin de yoğunlukta yaşadığı, kendine özgü ekonomik, toplumsal ve kültürel özellikleri ve sorunları olan “gelişmemiş” bir bölge.
Aslında Bölge’nin sorununa yalnızca ekonomik açıdan gelişmişlik ya da geri kalmışlık olarak bakılamaz.
Bakılamaz; çünkü Türkiye’nin de ne derece gelişmiş ya da gelişmemiş olduğu açık değil mi?
Bunun için sanayileşme, Türkiye’nin de sorunudur.
Göz ardı edilmemesi gereken, bölgenin farklı yerinin özelliğinin varlığıdır.
Bölgeye yönelik yapılan incelemelerde, sorunların kaynağı olarak gösterilen siyasi iktidarın izlediği yanlış politika ya da bölgede feodal kalıntıların etkinliği, konuyu açıklayan sebep olmaktan çok esas olarak birer sonuçtur.
Öz olarak sebep; belirten sonucu var eden, sosyo-ekonomik ve siyasi yapılanımdır!
Geniş bir araştırmanın ilk notları olan bu yazıdan, bölgenin ’80’li yılları bazı yönlerden incelenmeye çalışıldı.
Analizde kullanılan veriler için İSO’nun DİE yayınlarına dayanarak yaptığı tahmini çalışmalardan ve DİE yayınlarından yararlanıldı.
Ayrıca çıkarılan rakamsal sonuçlar (genel olarak verilerin güvenirliği sürekli tartışılmasına karşın), genel yönelimi belirlemek ya da trendi göstermek amacıyla kullanıldı ve o yönde analiz yapılmaya çalışıldı.

1- Soruna Yaklaşım 1. 1- Sunuş
Genel olarak bölgelerarası dengesizlikler doğal ya da coğrafi, ekonomik ve sosyal olarak üçe ayrılabilir. Birincisi insan iradesi dışında doğal koşulların ürünüyken, diğer ikisi ise toplumsal koşulların (bu anlamda insan iradesinin rolü de dikkate alınmalı) ürünüdür.
Hâkim üretim ilişkilerinden kaynaklanan koşulların tümü, toplumsal koşulları oluşturur.
İncelenen konu gereği olarak, burada, esas olarak toplumsal koşullardan kaynaklanan bölgelerarası dengesizlik üzerinde duracağız; bazı gözlemlerde bulunacağız.
Günümüz dünyasında kapitalist bir ülkede hâkim üretim ilişkisine bağlı olarak, bölgeler arasında ekonomik ve sosyal dengesizlikler vardır. Çünkü ekonomide yönlendirici işlevi olan değer ve eşitsiz gelişim kanunları sonucu, kârı azamileştirecek işkollarına ve bölgelere yatırım yapılması da belirtilen türde dengesizliğin sebebi olabilmektedir.
Ülkemizdeki bölgelerarası dengesizlik bu şekilde açıklanabilinir mi?
Bölgelerarası dengesizliğin ekonomik gelişme ve sanayileşme faaliyetlerinin bir sonucu olarak ortaya çıktığını belirten görüşe göre;
“Sorun; ekonomiktir!”(4).
Yani, bölgelerin üretiminin niteliği ve üretim ilişkileri ülke düzeyinde bütünlenmeye elverişli değildi. Bölgeye hâkim ekonomik faaliyetin tarım olması ve imalat sanayinin düşük gelişme göstermesi (sanayi sektöründe ana sürükleyici faaliyet kolu olmaması) sorunun kaynağı sebepler olarak sıralanmaktadır. O sebeple, sanayileşmenin gerçekleşmesiyle sorun da sona erecektir. İşte bunun için sürekli olarak günümüzde GAP konuşulmaktadır.
Ekonomik kalkınma ile “bu tür” bölgelerarası dengesizliklerin çözümü mümkün olsaydı bugün Doğu’ya göre hayali sanayileşmiş olan Bask’ın durumu nasıl açıklanabilir? Sanayileşmenin artmasına karşın, sorunun varlığım devam ettirmesi nasıl yorumlanabilir?
Aslında salt bu Bölge için değil ülke bütünselliği açısından da, bir sanayileşme sorunu vardır. Bu, bir gerçek; fakat sanayileşme, uluslararası emperyalist sermayenin denetiminde ve çıkarlarına uygun yönlendirmesinde değil, ülkenin bağımsız olarak kendi kaynaklarını kullanma özgürlüğüyle gerçekleşecektir.
Sanayileşme anlamında benzer sorunlar için çözüm yollarının da benzer olması pek tabidir. Bu da, toprak reformu ve sanayileşme ile birlikte emekçi halkın fiili katılımı ve demokrasinin yaşatılmasıyla olacaktır.
Ayrıca azınlıkta olan bir başka anlayış, sorunun esası yukarda belirtildiği gibi ekonomik/maddi olmayıp bu Bölge halkının “manevi/kültürel bakımdan gelişmesinin” sağlanamamasıdır. Onun için gerekli önlemlerin alınması istenmektedir. Bu düşüncenin öncülüğünü, 1960’larda A. Hamdi Başar’ın çıkardığı Barış Dünyası dergisi yapmaktadır. Dergiye göre “şimdi realite şudur ki, Doğu’da Kürt vatandaşı devletin bedava dağıttığı ilacından bile korkuyor” ve “korkuyu Doğu’da da yok etmek, birinci işimiz olmalıdır” diyerek, devamında “dil ayrılığı realitede yaşarken, bunu inkâr etmek milleti parçalar” demektedir. Ve dergi, yayınlarında, sorunun esasında kültürel faaliyet olduğu üzerinde yoğunlaşır ve ek olarak ekonomik kalkınma da işlenir. Çözümü de: Kürtçe eğitim yapacak okulların açılması ve bu dilde kültürel faaliyetin sürdürülmesi olarak açıklanır (5).
Bu yaklaşım soruna ekonomik yönden sahiplenme kadar geniş kabul görmez ve ’80’lerde ise hiç gündeme gelmez.
Ayrıca günümüzde, devletin öncülüğünde “din birliği”nin yoğun olarak işletildiği gözleniyor.
Bu bölgeyi kapsayan bir sorunun varlığını genel kabulden hareketle, yapılan değerlendirmeye bağlı olarak da çözümler önerilmekte.
Her iki anlayış da soruna, bir yönüyle bakmaktalar… Bunlar devletin bölgeye yönelik ekonomik ya da sosyal politikasının değişimini esas almaktalar…
Çözüm olarak sunulan düşüncelerde, Bölge’ye yönelik sömürü ve baskıyı gizlemenin telaşı var…
Toplumsal ve ekonomik sorunun varlık boyutuna uygun olarak, Bölge’ye yönelik yapılan bu tahlillerin doğru olduğu söylenemez.
Çünkü sorunun; ekonomik, etnik ve aynı zamanda sınıfsal yanları vardır.
Doğru gözlem, bu bütünlüğü taşımak zorunda.
Ekonomik bir gerçek: Bölge’nin, “geri” kalması anlamında sömürüldüğü…
Toplumsal ve sosyolojik bir gerçek: Kürtlerin var olduğu…
Sosyolojik bir gerçek: Kürtçenin var olduğu…
Soruna yönelik bakış, teşhiste bu bütünlüğü görmek zorunda ki, çözümü sağlayabilsin!
Dil konusunda resmî ideoloji; Kürtçe diye bir dil olmadığını, Arapça, Farsça ve Türkçenin karışımı bir dil olduğunu ya da Türkçenin bozulmuş bir biçimi olduğunu iddia etmektedir. Yıllardır…
Fakat var olan sosyolojik gerçek değişmemiştir.
Dil ve kültür farklılığının varlığı, toplumsal ve sosyolojik bir gerçeğin ifadesinden başka bir şey değil.
Yasalarla resmî dil belirlemesine karşın, bu sosyal gerçek yok sayılamaz.
Çünkü toplumsal kanunlar resmî yasalara karşın varlığını ısrarla sürdürür. Ayrıca bu, sorunun yarın da sürdüreceğinin bir ifadesidir.
Kısa vadede resmî yasalarla toplumsal kanunlar (toplumsal meşruluk) yok sayılırsa da, uzun vadede toplumsal kanunlar yasalara (yasal meşruluk) yön verip onu yönlendirecektir.
İnsanlık tarihi; bu gerçeğin tarihidir!
1960 ve 1965 yıllarında yapılan iki çalışmada, Bölge’de Türkçe bilmeyenlerin, bir diğer anlatımla anadili Kürtçe olanların oranının hayli yüksek olduğu görülüyor. 1960’da 11 ilden 7’sinde ve 1965’de de 18 ilden 10’unda, anadili Kürtçe olanların oranı nüfusun yarıdan fazlası olup, özellikle güneyde sınıra yakın illerde bu oran artıyor; Urfa’da yüzde 61 ‘ini, Diyarbakır’da yüzde 69’unu, Siirt ve Mardin’de yüzde 92’sini buluyor (6).
Benzer çalışmayı 1975 ve 1980 yılları için yapmak istedim. Fakat “anadiliniz Türkçe değilse, nedir?” sorusu nüfus sayım forumlarında olduğu halde, sonuçlarla ilgili bilgi bulamadım.
Yayınlanmamasının sebebi ne olabilir? diye sormaya gerek yok…
Toplumsal ve ekonomik gelişmeye, yalnızca, nüfusun şehirleşme oranı, sanayileşme derecesi, birey başına düşen ulusal gelir ve eğitim düzeyi olarak bakmak eksik olur. Bu gelişmelerin önemsiz olduğu söylenemez, fakat yeterli değildir.
O halde gelişme; toplumsal yapıyı oluşturan çelişkinin çözümü, zorunlu uygunluk kanununa göre, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişmesine uygun olarak değişmesi, sınıfsal çelişkinin çözülmesi, sömürünün ortadan kalkması, insanların sosyal ve kültürel gelişme potansiyellerini tam olarak gerçekleştirmesidir.
Toplumsal yapıyı şekillendiren belirleyici faktör; mülkiyet, bölüşüm ve yönetim ilişkilerini kapsayan üretim ilişkileridir. Toplumun bu yeni ilişkiler temelinde şekillenmesi anlamında, ilişkilerin değişmesine bağlı olarak şekillenmesi anlamında, toplum bünyesinde de değişiklik yaşanır.
Toplumsal yapı değişim sürecinde olup, dinamiktir. Ve toplumsal gelişmenin önüne konulan engeller, belirtilen dinamiklik temelinde aşılır.
İşte ekonomik ve sosyal bakımdan gelişmeye uygun, siyasi yapıya, toplumun bu dinamikliği temelinde ulaşılacaktır.
Toplumsal konumu gereği, dinamikliğin lokomotifi: İşçi Sınıfıdır.
Bölge’nin sorununa; ekonomik, toplumsal ve sosyolojik gerçeklerin oluşturduğu bütünsellik temelinde, ancak kalıcı çözümler üretmek mümkündür.

1. 2- Resmî İdeoloji
Cumhuriyet’in ilanına kadar Kürdistan olan bölgenin adı, sonrasında burjuvazi tarafından “Doğu ve Güneydoğu Anadolu” olarak adlandırılır.
1920’li yılların başında işgal döneminde Anadolu’da anti-emperyalist mücadelenin verildiği ve geliştiği yıllarda Türk-Kürt kardeşliği sık sık işlenen bir konu olduğu halde, yine Cumhuriyet ilanı sonrasında yerini tekliğe, yalnız Türk’e bırakır.
Esas olarak ülkenin vatandaşı olmakla ulusun ferdi olmak, bilinçlice birbirine karıştırılır.
Bunun üzerine inşa edilen ve yıllardır devam eden “birlik-beraberlik” resmî edebiyatı sürdürülür.
’88 Ağustosu’nda Irak’ta Kürt ulusuna karşı girişilen soykırımdan kaçanların ülkemize sığınmaları üzerine yine konu, tartışmada canlılık kazanır.
Basın, binlerce Kürt’ün Türkiye’ye sığındığını yazar.
Sığman Kürtlerle ilgili olarak hükümet başkanı Özal: “Bu gelenler bizde soydaşları olan insanlardır” diye açıklamada bulunur (7).
Gerçek söyletiyor…
Uluslar yaşamında özü asimilasyon olan bölücülüğün, burjuva literatüründe adı; “birlik ve beraberliktir!”

2- Ekonomik Analiz

2. 1- Nüfus
Türkiye’nin toplam nüfusu ’85 yılında ’75 yılına göre yüzde 25,6 artarak 50,6 milyon olur. Aynı dönemde Bölge’nin nüfusu ise yüzde 26,1 artışla 9,5 milyona çıkar (DİE).
’75’te toplam nüfusta yüzde 18,7 olan Bölge’nin payı ’80 ve ’85 yıllarında yüzde 18,6 ve 18,8 olur. Nüfusun bölgesel dağılımında önemli bir değişikliğin olmadığı görülüyor. Ki 1965’te Bölge’nin payı yüzde 19,6’ya kadar yükselmişti.
Ülkenin ’75’de 51,8 olan nüfus yoğunluğu artarak ’85’de 65,0’e yükselir. Aynı oran Bölge’de ise 33,9’dan 42,8’e çıkar.
Ülke genelinde ’75 ve ’80 yıllarında yüzde 41,8 ve 43,9 olan şehirli nüfus payı ’85’de yüzde 53,0 olur. ’80 sonrasında beş yıl içinde şehirli nüfus payının artış sebebi ne olabilir? Hangi iktisadı ya da siyasi faktörün etkisiyle şehirli nüfus bu kadar arttı?
Şehirleşme olgusu ekonomik kalkınma ve bu anlamda yatırımların direkt artışıyla ve sanayinin gelişmesiyle doğrudan ilgili bir konu. Çünkü sanayinin sermaye birikimi kaynağı tarımsal artığa el koymak olduğu gibi, sanayileşmenin iş gücü arzı kaynağı da yine yoksullaşan tarımsal/kırsal kesim işgücüdür. Yani sanayinin parasal ve emek-gücü kaynağı, tarım sektörüdür.
Yoksa yoksulluğun ve zulmün artması mı, kırsal kesimi yaşanmaz kıldı? Eğer beş yıl gibi kısa zamanda bu kesimde yüzde 10,0’a yaklaşan azalma oluyorsa, bu sorun başka türlü açıklanabilir mi?
Yani kırsal kesimin parçalanması ve buna bağlı olarak da kitlesel göç yaşanıyor.
Bölge’de şehirli nüfusun payı yüzde 36,0’dan 42,4’e çıkar. Diğer 49 ilde şehirli nüfusun payı yüzde 43,1 ‘den 55,0’e yükselir.
Şehirli nüfusun payının hızlı artışı karşılığında kırsal kesimin nüfus payının da azaldığı görülüyor.
Aslında şehri cazibeli kılan ne yatırımların artıyor olması ne de tarımda yapılan birikimlerin şehirde yatırılmasıdır.
Şehir nüfusundaki bu patlamanın, ülkenin yakın geleceğinde önemli etkisi olacağı beklenebilir.
Hızlı kentleşme, hem işçi kitlesinin ve hem de var olan işsizler yedek sanayi ordusunun artması ve iç pazarın büyümesi gibi değişikliklerin, kırsal kesimden kitlesel göçün beklenilebilecek etkileri olarak sıralanabilir.
Zaten burjuvazinin bu gelişmeyi değerlendirdiği anlaşılıyor. Şöyle ki, ’80 sonrasında hem işsizler artmış ve hem de bu yedek sanayi ordusunun etkisiyle ücretler artışı enflasyona göre hayli düşük olmuş ve ücretlerin satın alma gücü sürekli düşmüştür. Ve bunun üzerine adil olmayan gelir dağılımı, emek gelirleri aleyhine daha çok bozulmuştur.
Eee… burjuvazi rüzgâr ekti, fırtına biçecek… Bugün işçiler yollarda ekmek ve yaşam kavgası yürüyüşü yapıyor.
Zorlu sınava hazırlık antrenmanları…

Tablo. 1
NÜFUS DAĞILIMINDA 18 İLİN PAYI (Yüzde olarak) (1975-1985)

1975     1980     1985
Genel olarak    18,7    18,6    18,8
Şehirli nüfusta    16,1    16,3    15,0
Faal nüfusta    16,9    18,4    23,0
Kaynak: DİE

Nüfusun yaş grupları itibariyle dağılımı; nüfus 0-14, 15-64 ve 65 ve yukarı yaşlar itibariyle üç gruba ayrılır. Ve bunlardan ikinci gruba çağ-içi nüfus, çalışma çağı nüfus ya da iktisaden faal nüfus denir.
Ülke genelinde tarım sektörünün faal nüfusta payı ’80 yılında, ’75’e göre yüzde 7,4 oranında gerileyerek yüzde 59,9’a (11.104,5 bin kişi) iner. Aynı yılda imalat sanayinin payı yüzde 2,2 artarak yüzde 10,6’ya (1975,6 bin kişi) çıkar. Faal nüfusun yansından fazlası tarım sektöründe yaşama olanağı buluyor. Bu durumda da burjuvazi “çağ atlayarak sanayileşmeden” bahsediyor. Kandırmaca…
Tarım sektörü faal nüfusunda Bölge’nin payı, ’75’e göre yüzde 1,6 oranında azalarak ’80 yılında yüzde 13,1’e (2425,2 bin) geriler. Diğer sektörlerde yüzde 01 puan gibi artışlar olmasına karşın, bu sektör ülke genelinde incelendiğinde, faal nüfustaki payının, yüzde 1’lerin altında olduğu bulunur.
Toplam faal nüfusta sektörler açısından Bölge’nin ’80 ve ’85 yıllarında payı; tarım sektörü yüzde 0,5 azalarak 69,6; ’80’e göre yüzde 0,6 gerileyen imalat sanayinin oranı yüzde 3,4; 85’de ticaret ve inşaat sektörünün payları 3,8 ve 2,6 olur.
Görüldüğü üzere, Bölge’de tanır faaliyeti hâkim sektör durumundadır Karşılığında da imalat sanayinin payı artmayıp aksine azalmıştır.
Ayrıca iktisaden faal olan kişinin geçindirmekle yükümlü olduğu kişi sayısını gösteren bağımlılık oranı; ülke genelinde her 100 faal kişinin bakmak zorunda kaldığı sayıyı verir. Bu oran, ülke düzeyinde 1955’te 75,3 iken 1970’de 83,6’ya çıkar, fakat 1980’de 64,2’ye kadar iner. Aynı oranın Avrupa’da 40-50 kişi civarında olduğu hatırlandığında; ülkemizde bağımlılık oranının ne kadar yüksek olduğu görülür. Ayrıca Bölge’de bağımlılık oranı 1955’te 90,7; 1970’de 111,3; 1980’de 107,6 ve 1985’de 102,6 olur. Azalan bir seyir izliyor olsa da, her iktisaden faal kişinin bir kişiye bakmak zorunda olduğu anlaşılır.
Gerçek anlamda bağımlılık oranı açısından, iktisaden faal nüfustan işsizleri çıkarmak suretiyle her çalışan 100 kişinin geçindirmekle yükümlü olduğu kişi sayısı ülke genelinde bire bir yaklaşılabileceği gibi, Bölge açısından da (tarımda gizli işsizlik de dikkate alındığında) 1’e 1,5 olacağı hesaplanabilir. Bu halde olan koşullarda şehirleşen nüfusun payı artıyor.
Bu; göreceli olarak artan yoksulluk demektir.
Ekonomik olarak iki kutuptan birinin yoksullaşması, diğer kutbun -ki bu da sermaye- birikiminin artmasıdır.
Bu iki kutup, emek ve sermaye çelişmesi temelinde var oluyor. O halde çelişmenin çözümü yani sermayenin egemenliğine son verme, yoksulluğa son verme ve “emeğin demokrasi bayrağının dalgalanmasıdır.

2. 2- Bankalar; Mevduat ve Kredi
Türkiye Bankalar Birliği yıllık bankalar raporunda ülkemizi, kendi idari yapısına göre dokuz bölgeye ayırmış; bunlardan üçü Kuzey Doğu, Güney ve Orta Doğu olup, toplam 21 ili kapsar. Gaziantep toplamda yer almazken; Artvin, Amasya, Sivas ve Tokat bölgeye dahil edilir. Bu halde tümden Bölge ya da Doğu denildiğinde, 21 il’e ait veriler dikkate alınacaktır.
Banka Şubelerinin Bölgesel Dağılımı; 1964-1986 dönemi incelendiğinde, banka şubelerinin, ülkenin “gelişmiş” yörelerinde/bölgelerinde ve büyük kentlerinde yoğunlaştığı görülüyor. Gerçekten bu 21 il’i kapsayan bölgede banka şubelerinin toplam banka şube sayısına oranı 1964 yılında yüzde 14,8 (282 tane) iken, bu pay azalarak 1986’da yüzde 11,4’e (723 tane) düşer. Nispi olarak yüzde dağılımında bir azalma gözlenir. Üç büyük şehrin banka şube sayısı ise, toplamın yüzde 35’ini (yalnız İstanbul’unki yüzde 19,0) oluşturur.
Mevduatın Bölgesel Dağılımı; 1970-1986 dönemi gibi 16 yıllık bir zaman boyutu içinde incelendiğinde, toplam mevduatta Marmara Bölgesi’nin payı yükseldiği (yüzde 2,8 artarak 41,9) diğer bölgelerin (özellikle Doğu’nun) paylarının azaldığı görülüyor. 21 il’i kapsayan Doğu’nun payı ’70 yılında yüzde 6,5 1978’de yüzde 5,5 ve ’86’da yüzde 4,4 olarak azalan bir trend izler.
Demek ki, bölgesel düzeyde gelir dağılımındaki bozulmanın sonucu, bankalarda toplanan fonun nispi olarak payı ülke genelinde azalmıştır. Bu, hem bireylerin birikiminden oluşan tasarrufların azlığı ve hem de faiz gelirin ana kaynağı para sermayesinin ülkenin diğer bölgelerinde özellikle Marmara’da yoğunlaştığının ifadesidir.
Bölge açısından, mevduatın ana gruplar itibariyle dağılımı incelendiğinde; resmi ve ticari mevduatın payı yüzde 4,5’ler ve 4,0’lar civarında seyrederken; tasarruf mevduatının payı ’70’de yüzde 7,3’den ’78 yılında yüzde 7,8’e yükselir. Fakat sonraki yıllarda sürekli azalarak ’86’da yüzde 5,9’a düşer. Aynı dönemde, Marmara Bölgesi’nin tasarruf mevduatında payı yüzde 3,8 artarak 40,9’a çıkar.
Bu, özel tasarruf oranının, ülke geneli ortalamasından küçük olduğunu gösterir. Yani hem gelir düzeylerinin düşüklüğü ve hem de kazanılan gelirin çoğunun tüketim harcamalarında kullanıldığı anlamına gelir. Yoksa “Doğu”, Ucuz emek pazarı Türkiye’nin, daha da ucuz bir emek pazarının olduğu bir bölgesi mi?
Kişi başına düşen mevduat; toplam mevduatın nüfus toplamına bölümüyle bulunan kişi başına mevduat, ’80 ve ’85 yıllarında Doğu’da 4847,9 ve 37882,8 TL iken, Türkiye’de 18190,8 ve 173964,7 TL olup, diğer 46 il’de 22147,4 ve 20549,5 TL’dir. Doğu’nun tutarı küçük olduğu gibi ayrıca artış oranı da düşüktür.
Kredilerin Bölgelerarası Dağılımı: 1970-1986 dönemi itibariyle kredilerin bölgelerarası dağılımındaki dengesizlik devam etmiştir. Bazı yıllar itibarıyla Marmara ya da Ege’nin payında düşmeler (ki esas olarak küçük miktarda, ’85’de yüzde 39,9 iken ’86’da 39,7) olsa da, kredilerin dağılımı dengeli hale gelmemiştir. Bu dönemde izlenen kredi politikasının dengesizliği gidermediği, aksine, artırdığı gözleniyor; Bölge’nin ’70’te payı yüzde 5,5 iken bu oran ’86 yılında yüzde 3,6’ya geriler. Aynı yıllarda Marmara’nın payı yüzde 35,6’dan 39,7’ye yükselir.
Bankalarda toplanan fonların/kaynakların, izlenen yatırım ve kredi politikası sebebiyle, ülkenin belli bir bölgesinde yoğunlaştığı görülüyor.

Tablo.2
KİŞİ BAŞINA MEVDUAT VE KREDİ DAĞILIMI ENDEKSİ (Türkiye: 100)

Türkiye        46 İl            21 İl
1980    1985        1980    1985        1980    1985
Mevduat    100     100        121,8    118,1        26,7    21,8       
Kredi        100    100        122,9    118,6        22,0    19,4
Kaynak: Türkiye Barolar Birliği yayınları.

Kişi başına düşen kredi; toplam kredi miktarının toplam nüfusa bölümüyle bulunan kişi başına düşen kredi miktarı ’80 ve ’85 yıllarında Doğu’nunki 4643,9 ve 24904,9 TL; Türkiye’nin 21083,2 ve 128431,6 TL ve 46 il’inki ise 25901,7 ve 19 2377,0 TL’dir Görüldüğü üzere miktar olarak en az olduğu gibi, ayrıca artış hızı da en az olan, Doğu bölgesidir.
Kredi/Mevduat Oranı, toplam mevduatın/kaynağın ne kadarının o bölgede kredi olarak plase edildiğini gösterir. 1979-86 döneminde, ilk iki yılda krediler toplamı mevduat toplamından fazla iken sonraki yıllarda daha azdır. Bu, kaynakların diğer alanlara (devlet tahvili hazine bonosu alımı ve iştiraklerde bulunma v.s.) yatırım yapılmasından dolayıdır.
Belirtilen oran, genel olarak ’79’da yüzde 110,4 iken sonraki yıllarda azalarak ’86 yılında yüzde 72,8’e geriler. 21 il’in bulunduğu Bölge’de ise krediler, mevduat toplamından sürekli az olmuş ve ’80’de yüzde 95,8 olan kredi/mevduat oranı ’86’da yüzde 60,4’e düşer. GAP’ın ’84 sonrasında yarattığı canlılık da dikkate alınması halinde bile kullanılan kredi miktarı azdır. 46 il için adı geçen oran, yüzde 113,5’den 73,3’e iner. Genel olarak Doğu’da oranın düşük olmasının anlamı; toplanan kaynakların diğer bölgelere transfer edilişidir.
Bankaların topladığı fonların plase edilmesi, hem resmî para-kredi politikasına ve hem de bankaların merkezin belirlediği politikaya uygun olarak yapılır. Genel gözlem:
Kişi başına mevduat ve kredi dağılımı (Türkiye: 100) endeksi hesaplandığında görülen o ki, Doğu’nun payı genel olarak 1985’e göre azaldığı halde, diğer 46 il’in payı artmıştır.
Her iki yılda ülke ortalamasında bir insanın 100 TL mevduatı varsa (ya da 100 TL kredi alıyorsa) Doğu’da bir kişinin 26,7 ve 21,8 TL var (22,0 ve 19,4 TL kredi alıyor) anlamında olup; mevduat ve kredi payının azaldığı görülüyor. 46 il’inki ise artıyor.
Kişi başına mevduat ve kredi dağılımı tutarları kredi/mevduat oranı açısından incelendiğinde, Doğu’nunki yüzde 95,8 ve 65,7; Türkiye’ninki yüzde 115,9 ve 73,8 ve 46 ilinki ise 116,9 ve 74,2 bulunur (kaynakların kredi dışında da plase edildiği hatırlanmalıdır).
Sonuç: Doğu’da mevduat olarak toplanan kaynağın azlığı, adil olmayan gelir dağılımıdır ve bu, ekonomik anlamda bir sömürünün ürünüdür. Ayrıca toplanan fonların Bölge’de kullanılmamış olması bölge dışına kaynak transferi demektir.
Mevduat toplamı ve kredi dağılımında yabancı bankaların fazla önemli bir işlevi yoktur.

2. 3- Kaynak Transferi
Ülkemizde toplanan kaynakların yurtdışına transferinin belli başlı yolları;
1- Yatırım yapan yabancı sermayenin kâr transfer etmesi,
2- Dış borç faiz ödemesi,
3- Dış ticaret hadleri vasıtasıyla, ihraç edilen malın fiyatı ucuzlarken (ucuza satıp) buna karşın ithal ettiği malın fiyatının artması (pahalı almak),
4- Uluslararası emperyalist sermayenin dış borç ödemelerinde yeni bir yöntem olarak gündeme getirdiği özelleştirme ile blok satışların olması, şeklinde sıralanabilir.
İlk üç yöntemin uygulamaları gayet açık belirgin olup, dördüncüsü yeni yeni gündeme geliyor. Bunun gereği olarak son özelleştirme (Boğaziçi Havayolları, USAŞ vs.) denemelerinde, satışlar “sahibi” olduğu söylenen halktan gizli tutularak birkaç tekelci kuruluşa (yerli ve yabancı sermayenin oluşturduğu konsorsiyumlara) ölü fiyatına satılıyor.
Özeleştirmenin bir amacının mülkiyeti tabana yaymak olduğu anlatılır.
Belirtilen satışlar, bu anlatıma ters düşmüyor.
Çünkü “taban”dan ne anlatılmak isteniyor, ona bağlı?
Taban derken işçi ve emekçi halk anlaşılmasın. Ayrıca alacak ekonomik güçleri de yoktur.
Burjuva literatüründe, bu ve benzer konularda taban: Sermaye demektir.
İşte sunulan demokrasi de, sermaye için demokrasidir. Yani sermayenin gelişip güçleneceği ortamın var edilmesi ve korunmasıdır.
Sınıfsal anlamda, burjuvazi için demokrasidir.
Emek için ise, sömürü ve zulümdür.
Sermayenin “yerlisi ve yabancısının ayrımını yapacak değiller ya!
Yani özelleştirme, sermayeyi teşvik amacıyla esas işlevini yerine getirmiş oluyor.
Zaten bugünkü ekonomik ve siyasi yapılanımın “olmazsa olmaz” koşulu, sermayeye dayanmak ve istemlerine uygun işlevlerini yerine getirmektir. Bu, mekanik kavranılmamalıdır.
Peki, yurtiçinde kaynak biriktirmenin yolları nelerdir?
Genel olarak işleyiş: İç ticaret hadlerinin düşmesiyle tarımdan sanayiye; ücretlerin satmalına gücünün düşmesiyle ücretli çalışandan sermayeye; tekelleşmenin etkisiyle küçük üreticiden büyük üreticiye; yüksek faizin etkisi sonucu rantiye gelirlerin artmasından dolayı üretici kesimden bankacılık sektörüne ve özelleştirme sayesinde kamudan özel sektöre kaynak aktarımı yönünde olmaktadır.
Kısaca üretim sonucu elde edilen hâsılanın emek aleyhine azaltan ve sermaye lehine artıran bir mekanizmanın işlemesidir.
Zaten yurtdışına transfer edilen kaynaklar, bu işleyişe bağlı olarak elde ediliyor.
Bölgeler arasında kaynak aktarımı:
Bir bölgenin gelişmiş ya da gelişmemiş olmasında, coğrafi ve doğal şartlar ile devlet müdahalesi sonucu bir bölgenin merkezi haline getirilmesinin etkisi olur. Ayrıca kapitalist ekonomik düzen içinde gelişmiş bir bölgenin varlığı, başka bölgelerin gelişmesini engelleyici yönde etkiler.
Bunun koşulları; üstün rekabet şartları, başka bölgelerin yetişkin ve genç emek kaynağı ile sermayesini çekmesi, ayrıca gelişmiş bölgenin mamulleri ile geri kalmış bölgenin tarımsal maddeleri arasındaki fiyat farkı (yani iç ticaret hadleri) sayılabilir.
Belirtilen şartların gereği olarak ülke içinde bir bölgeden diğer bir bölgeye kaynak transferi yapılır.
Ek olarak, topluma hâkim emek ve sermayenin oluşturduğu temel gelişmeye bağlı olarak, emekten sermaye kaynak transferi yapıldığı da hatırlanmalıdır.
Tarım sektöründen sanayiye kaynak transferinin belirgin iki yolu; birincisi bu sektörü vergilendirme ve ikincisi tarımsal ürün fiyatlarını nispeten düşük tutmaktır. Böylece aynı mamul için bu sektör çalışanları daha fazla ürün vereceklerinden, tarımsal fazla (artık) sanayicilerin eline geçmiş olacaktır.
Ülkede tarımsal malların fiyat endeksinin sanayi mamulleri fiyat endeksine oranı demek olan iç ticaret hadlerinin düşüyor olmasının anlamı; yukarıdaki anlatıma uygun olarak Kaynak aktarımının olduğu şeklinde yorumlanabilir.
DİE’nin yaptığı bir çalışmaya göre: 1975 yılında 118,86 olan iç ticaret hadleri, ’70’lerin sonuna doğru ve ’80’lerde krizi etkisiyle sürekli düşmüş ve ’82’de 86,51’e kadar inmiştir. Sonraki yıllarda artarak ’86’da 112,17 ye kadar yükselir. Bu gelişmenin sanayi ve tarım sektörü ürünlerinin birbirleriyle değişimine yansıması; ’75 Yılında 1 traktör 29,7 ton buğdaya, 1 büyük tüp gaz 15 kg. ve 1 litre gazyağı 0,9 kg. buğdaya satın alınır. ’86’da sırasıyla miktarların değişimi şöyledir: 56,3 ton, 32,9 kg. ve 2,5 kg. buğdaya yükselir, yani bu iki sektör ürünlerinin fiyatlarındaki değişiklikler iç ticaret hadlerini o yönde etkiler. Anlaşıldığı üzere daha çok tarımsal ürünle aynı miktarda sanayi ürünü alındığı görülür.
Ülkemiz bütünselliğinde, Doğu’da hâkim sektörün tarım ve onun da içinde hayvancılık alt sektörünün olması sebebiyle, yukarıda anlatıldığı biçimiyle buradan diğer sanayi yönü gelişkin bölgelere bir kaynak transferi olduğundan bahsetmek mümkündür.
Öz olarak: yurtiçinde ve yurtdışında kaynak aktarımı mekanizmasına değindim.

2. 4- Ulusal Gelir ve GYSİH

Burjuva ekonomi politiğine göre, ulusal gelir: Ülkede, bir yıl içinde üretilen mal ve hizmetlerin parasal değerleri toplamıdır. Yani ulusal gelirin, üretildiği aşamada belirlenmesidir. Bir başka tanıma göre, bir yıl içinde mal ve hizmet üretimine katılan üretim faktörlerinin paylarına düşen gelirlerin toplam değeridir. Bu ise, ulusal gelirin, kişilerin eline geçtiği yani bölüşüm aşamasıdır.
Gelirin doğuşu ve üretim faktörleri arasında paylaşılması dışında, ulusal geliri hesaplamada kullanılan üçüncü yol; önceden doğan ve sonradan üretim faktörlerine dağılan gelirin, mal ve hizmetler alımında harcamaların toplamıdır. Bu, ulusal gelirin harcama aşamasında belirlenmesidir.
İşte, büyüyüp esas kalkınamamanın sırrı bu tanımlamalarda yatmaktadır. Ulusal gelirin (GSMH anlamında) yıllık artışları olan büyüme oranı yüzde 7,8’lerde ama refahın artışı ve dağılımı o boyutta olamıyor.
Üç tanımlamada da dikkat çekilmesi gereken önemli bir nokta, o yıl üretim faaliyetinde yaratılan ile genel toplam değerin karıştırılıyor olmasıdır. Onun için de ulusal gelir hesaplamalarında -yeni değer yaratmayan anlamında- üretici olmayan emeğin hizmetlerin de toplama katılmasıdır.
Bununla yıllık toplumsal ürünün gerçek değer büyüklüğü ile yaratılan yeni değer birbirine karıştırılır.
Emek-değer teorisine göre, değerin özü; metalarda maddeleşen emektir. O sebeple metanın değerinin büyüklüğü onun üretilmesi için gerekli emek miktarına bağlıdır. Bunun ölçüsü, aynı zamanda değerin de ölçüsü, emek kullanım süresidir. Buna göre, metanın üretimi için harcanan emek miktarı metaın değerini belirler.
Emek: İnsanların ihtiyaçlarını gidermek için doğal nesneleri işlemesi ve malların üretimini sağlayan bir faaliyettir. Ayrıca ürünlerin değişim değerinde ifadesini bulan emek, üretici ve toplumsaldır.
Emek-değer teorisine göre analiz yapıldığında, bir ekonomide toplam yıllık değer makro olarak değişen ve değişmeyen sermaye ile birlikte artı-değer toplamı (GSMH-Gayri Safi Milli Hâsıla) iken, yaratılan yıllık yeni değer değişen sermaye ve artı-değer toplamıdır (Ulusal Gelir).
O yıl boyunca kullanılmakta olan emeğin sonucu toplam yıllık değerin ancak bir kısmı yaratılmış olup, bu kısım, “yıllık değer-üründür”. O süre içerisinde harcanan “emek miktarı bu üründe temsil edilmektedir.” İşte yıllık yeniden-üretim o yıla ait emeğin ürünüdür. Bu yaratılan toplam, o sürede harcanan emek gücünün katılmış olduğu toplam değerinden küçüktür. Böylece metalarda yaratılan yıllık değer-ürünün, “bütün yıl boyunca imal edilen metalar” toplam değerinden küçük olduğu anlaşılmaktadır. (8)

Tablo.3
GSYİH’DA TARIM VE SANAYİNİN PAYI (1979-1986) Yüzde Dağılım (1979 Sabit Üretici Fiyatlarıyla)
18 İL         49 İl         Türkiye

T    S    T    S    T    S
1979    45,4    10,4    19,5    25,9    21,9    24,4
1980    41,2    12,2    20,6    25,0    22,5    23,9
1981    41,2    14,0    19,5    26,1    21,6    25,0
1982    41,4    12,4    19,9    24,2    21,8    23,1
1983    41,0    13,0    19,0    27,3    21,0    26,0
1984    38,7    13,4    18,8    28,0    20,5    26,7
1985    38,6    15,5    18,2    28,1    20,0    27,0
1986    37,1    15,5    18,0    28,8    20,0    27,4
AÇIKLAMA:     T; Tarım/GSYİH oranı.
S; Sanayi/GSYİH oranı Kaynak: İSO, Mayıs-1988, 1988/8.

Buna göre:
Ulusal gelir, o yıl içinde üretici emeğin yarattığı değerler toplamıdır.
Üretici emekten, üretimde bulunan ve üretimle ilgili hizmetler yapan emek anlaşılmalıdır. Diğer faaliyette bulunan emeklere, ekonomik anlamda üretici denemez. Örneğin, satıcının malını satmak için harcadığı emek o mala hiçbir değer eklemezken, üretim için zorunlu olan hammaddeyi taşıyan emek üreticidir.
Zaten emeğin bu tür ayrımının sebebi, değerin yaratıcı kaynağının ne olduğunun belirlenmesidir.
Kapitalizmde emeğin üretici olup değer yarattığı gerçeğini inkâr için, diğer faktörlerin de değer yaratabileceğini ileri sürerek, üretimde katılan her faktörün kendi payını alıyor yorumuyla, sömürü esprisi gizlenmektedir.
Buraya kadar ulusal gelir tanımlamasını burjuva ve işçi sınıfı ekonomi politiği açısından kısaca açıkladım.
Gayri Safi Yurt İçi Hâsıla (GSYİH), ülke içinde sektörlerin ve iktisadi faaliyet kollarının ürettikleri mal ve hizmetlerin parasal değerleri toplamıdır. Bir başka anlatımla, her sektör ve alt faaliyet kollarında yaratılan katma değerler toplamı olan GSYİH; tarım, sanayi, inşaat, ticaret, ulaştırma, depoculuk ve haberleşme, bankacılık, sigortacılık ve benzeri mali faaliyetler, konut mülkiyeti, iş hizmetleri, sosyal ve kişisel hizmetler, eksi (-) banka hizmet masrafları ve devlet hizmetleri olmak üzere on kalemden oluşmaktadır. İnşaat da mal üreten ayrı sektör olarak ele alınmıştır. Bu durumda tarım, sanayi ve inşaat mal üreten sektörler olarak ortaya çıkıyor.
İşte GSYİH’ye dış âlem faktör gelirleri eklenmek suretiyle GSMH bulunur. Ayrıca GSMH’den dolayı vergilerin çıkarılması ve sübvansiyonların eklenmesiyle de GSYİH hesaplanabilir.
Bu çalışmada GSYİH kapsamına giren tarım ve sanayi sektörleri incelenirken diğerleri dikkate alınmayacak.
Sektörlerin GSMH ve öz olarak da GSYİH içinde yıllık paylarının değişimi, ülke ve bölgenin ekonomik durumu hakkında yorum yapma olanağı verir. Sanayileşmenin ilk oluşumları döneminde genellikle tarım sektörü etkinken, gelişmeye bağlı olarak bu etkinliği zayıflar ve hatta sanayileşmenin gelişmesine uygun olarak hizmetler sektörü ağırlığını hissettirir. Fakat burada şu da vurgulanmalı ki, ülkemiz açısından hizmetler sektörünün GSMH’nin yüzde 50 isini aşan paya sahip olması, elbette ki sanayileşmeyi tamamladığı anlamına gelmez.
’79 yılında 2155,8 milyar TL (sabit, ’79 üretici fiyatlarla) olan GSYİH’nin yüzde 9,4 yeni 202,2 milyarı 18 il’e aitken geriye kalan yüzde 90,6’sı 49 il’e aittir. Gerçi ülke genelinde bölgeler açısından incelendiğinde, belirtilen 49 il içinde de en büyük paya sahip olan bölge Marmara’dır. Bunu diğerleri izlerse de, Doğu Bölgesi en düşük paya sahiptir. Ve bu Bölge’nin payı, sonraki yıllarda sürekli azalır; ’83 yılında yüzde 9,0’a ve ’86 yılında yüzde 8,9’a (260,5 milyar) kadar geriler.
Fakat öyle iller var ki, 18 il’den oluşan Bölge’nin payından daha büyük paya sahiptir. Nitekim İstanbul’un ’79 yılında yüzde 21,19 olan payı ’86’da yüzde 22,02 olur. Yine aynı yıllarda İzmir ve Bursa’nın toplam payı yüzde 10,5’den 11,6’ya yükselir.
Ayrıca ’80-’86 döneminde GSYİH’nin reel büyümesi açısından incelendiğinde, ülke genelinin ortalaması 4,5 iken bölge’ninki yüzde 3,7 olup, diğer 49 ilin ortalaması ise 4,4’tür.
Bu, ülke bütünselliği açısından Bölge’nin toplam kaynağının payının azalmasıdır. Kaynağın azalması, yatırımların azalmasına bağlı olarak işsizliğin artması ve gelişmesinin bu anlamda var olan bölgelerarası ekonomik ve sosyal dengesizliğin daha da artmasıdır. Diğer bölgelerin de kaynaklarının artması sebebiyle, belirtilen türden problemlerin olmadığı anlamı çıkarılamaz.
Bunlar, genelinde ülkenin çözüm bekleyen sorunları…
Çözümü; sorunların varlık temeli ücretli kölelik düzeninin paslı zincirlerinin kırılması…
Yani emeğin demokrasi bayrağının dalgalanması…

2. 5- Sektörel Analiz
İncelenen dönemde global olarak GSYİH yüzde 36,2, tarım ve sanayi sektörleri payı ise yüzde 23,4 ve 94,2 oranında artar.
’79 sabit üretici fiyatlarıyla yapılan hesaplamalara göre, ülke genelinde toplam GSYİH’de, tarım ve sanayi sektörlerinin payı ’79 yılında yüzde 21,9 (473,4 milyar TL) ve 24,4’dür (527,2 milyar TL). Sonraki yıllarda tarımın payı azalarak ’86’da yüzde 20,0’ye (584,1 milyar TL) iner. Buna karşın sanayi sektörünün payı yüzde 27,4’e (813 milyar TL) yükselir. GSYİH oluşturan bu iki önemli sektörün toplam payı ’79 yılında yüzde 46,3 iken ’86 yılında 474’e çıkar. İncelenen bu dönemde tarımın payı yüzde 1,9 oranında azalmasına karşın sanayinin payı da yüzde 3,0 oranında artar.
Bölge’nin toplam GSYİH’da tarım ve sanayi sektörleri yüzde 3,7 ve 93,8 oranında artar.
Bölge GSYİH’da ’79 yılında yüzde 45,4 (91,6 milyar TL) olan tarım sektörünün payı ’86 yılında yüzde 37,1’e (96,8 milyar Tl) geriler. Aynı yıllarda sınayi sektörünün payı ise yüzde 10,4’den (20,9 milyar TL) 15,5’e yükselir. Yani GSYİH toplamında tarımın payı yüzde 83 gerilerken, sanayinin payı ise yüzde 5,1 oranında artar. Sanayinin payında artış zamanlama açısından ’83 yılı sonrasında yoğunlaşıyor. Öyle görünüyor ki bu yılın önemi GAP’ın başlangıcı olmasından ileri geliyor.
Ülke bütünselliği açısından 18 il dışında diğer 49 ilin toplam GSYİH’da tarımın payı ’86 yılında ’79 yılına göre yüzde 1,5 gerilerken, sanayinin payı ise yüzde 2,9 artar ve sırasıyla yüzde 18,0 ve 28,8 olur.
Global olarak toplam tarım sektörü içinde Bölge’nin ’79 yılında yüzde
19.4 olan payı, sonraki yıllarda azalarak ’86 yılında yüzde 16,5’e kadar iner. Global olarak bu sektörde Bölge’nin payı azalır. Ki aynı dönemde Bölge’nin tarım sektörü yüzde 5 artarken, ülkeninki ise yüzde 23,4 artar.
Tarımın alt iktisadi faaliyet kolları açısından incelendiğinde, bitkisel üretimde ülke bütününde Bölge’nin ’79 yılında yüzde 14,3 olan payı ’86’da yüzde 14,5’e yükselir. Fakat aynı yıllarda hayvansal üretimde Bölge’nin payı yüzde 31,3’den 27,2’ye geriler. İşte bu sebeple, Bölge tarım sektörünün de payı azalır.
Tarım sektöründe diğer 49 ilin payı ise, 18 ilin oluşturduğu Bölge’nin tersi yönde gelişme gösterir. Global olarak sektör toplamında 49 ilin payı yüzde 80,6’dan 83.5’e çıkar ve ’79 yılına göre ’86’da yüzde 27,6 oranında artar. Yani hem payı artmış ve hem de sektörün artış hızı, ülke toplamından daha büyüktür.
İncelenen dönemde sanayi sektöründe durum: Global olarak ’79 yılında 527,2 milyar TL (sabit fiyatlarla) tutarın yüzde 4,0’ü Bölge’nin payıdır. Bu payın sonraki yıllarda artarak ’86 yılında yüzde 5,0’e yükselir. Ki aynı dönemde sanayi ülke bütününde yüzde 54,2 artarak 813 milyara çıkar. Bölge’ninki ise yüzde 93,8 artarak 40.5 milyar TL’ye ulaşır.
49 ilin sanayi sektöründe payı ’86 yılında ’79’a göre yüzde 1,0 azalarak yüzde 95,0’e geriler.
Kısaca: 1979-1986 dönem başında ülke GSYİH’de yüzde 9,4 olan Bölge’nin payı, dönem sonunda yüzde 8,9’a iner. Ayrıca tarım ve sanayi toplamının ülke bütünselliği (yine iki sektör toplamında) içinde dönem başında yüzde 11,2 olan Bölge’nin payı, dönem sonunda yüzde 9,8’e geriler. Ayrıca yine dönem başında, Bölge’nin GSYİH’de iki sektör toplamının payı yüzde 55,8 iken, dönem sonunda 52,6’ya iner. Veriler Bölge payının ülke bütünselliğinde azaldığını gösteriyor. Madalyonun diğer yüzü bölgelerarasında dengesizliğin daha da artmasıdır.
Peki, bu dengesizliği besleyen nedir?
Ekonomik bir gerçek: Genelinde bölgelerarasında bir 18 ilin oluşturduğu Bölge özgülünde, ekonomik olarak ülke bütünselliği içinde iktisadi dengesizliği besleyen mekanizma nedir? sorusuna, verilecek cevap, artan sömürüdür.

2. 6- İmalat Sanayi
Tarım ve madencilik yoluyla doğrudan elde edilen maddelerin insan ihtiyaçlarım giderecek duruma getirmek üzere işlenmesine imalat ve bunun iktisadi faaliyet koluna da imalat sanayi denir. İster kişisel tüketim için isterse üretim için olsun tüketilen mallardan pek azı doğadan elde edildiği haliyle (başlıcası, yenilebilir gıda maddeleri) kullanılmaktadır. Bu sebeple, malların çok büyük kısmı imalat sanayinin ürünleridir. Bundan ötürü sanayi denilince akla önce imalat sanayi gelir. Fakat biliyoruz ki, geniş anlamda sanayi sektörünün içine, madencilik (maden çıkarma) ve enerji (elektrik, havagazı vs.) üretimi de girer. Aslında incelendiğinde görülen o ki, madenciliğin tarım sektörü niteliğinde olduğu ve enerji üretiminin de madencilik ile imalat sanayi arasında yer aldığıdır.
Kalkınmada esas olan ve sanayi denilince de anlaşılması gereken imalat sanayidir.
İmalat sanayini kendi içinde başlıca iki büyük gruba ayırabiliriz: Birinci grup, doğrudan doğruya hammaddeleri alıp işleyen ve bunları mamul ya da yan mamul hale getiren sanayilerdir. Katma değere etkisi büyük olan sanayi işletmeleridir. Bunlar gıda sanayi hariç diğer temel sanayi dallarını kapsar: Demir-çelik fabrikaları, kimya sanayi vs. İkinci grup, yan mamul maddeleri hammadde olarak kullanan sanayilerdir. Bu sanayi dalında doğrudan kişisel tüketim için malların üretimi söz konusudur.
Bu kısa tanımlama ışığında, ülkemizde ’60’lı yılların sonrasında olan gelişmelerden Bölge’nin nasibini aldığı söylenemez. Söylenmez; Çünkü hem var olan işletmelerin cesareti küçük (İ980’de 10 kişiden az kişinin çalıştığı işletmelerde Bölge Genel Toplamında payı % 94) ve hem de birinci türden imalat sanayi yatırımları bulunmamaktadır. (9) Son yıllarda Gaziantep ve Malatya’da kayda değer gelişmelerin olduğu gözleniyor.

Tablo.4
İMALAT SANAYİSİNDE YARATILAN KATMA DEĞER (Cari Fiyatla) – Yüzde Dağılımı (1975-1986)
1975     1980     1982     1984     1986
18 İl        4,8    3,4    2,8    3,4    4,2
49 İl        95,2    96,6    97,2    96,6    95,7
Türkiye    4,8    3,6    3,9    4,9    5,6
Kaynak: İSO, Ocak-1989, 1989/1

Sanayileşmede ve sermaye birikiminde Devletin yatırımlarının önemi hem Dünya genelinde ve hem de ülkemizde tartışılmayacak kadar açık “Bölge”de devletin bu türden girişimlerinin sınırlı olması anlamında, tercih edilmediği görülüyor.
Zaten göstergeler de bu gözlemi destekler yönde gelişme olduğunu açıklıyor.
Bölgenin imalat sanayinin ve yaratılan (10) katma değerde payı (Cari fiyatlarla) 1963) yılında % 7,8 olduğu halde sonraki yıllarda sürekli azalan bir trend izleyerek 1975’te % 4,8’e (4,7 Milyar TL.) iner. Bu düşüş 1982 yılında % 2,8’e kadar devam eder. Sonraki yıllarda biraz da olsa artarak 85’te % 4,3 (439,1 Milyar TL.) oluru 1)
Nispi olarak bile 75’ler seviyesi korunamamıştır.
İşte işyerlerinin yapısal özelliklerinden dolayı, yaratılan katma değerdeki payları da küçük olmaktadır.
Nüfus toplamının % 18’ine ve kapsadığı toprak parçasının alanının % 28,5’ine sahip bölgenin, sanayileşme faaliyeti açısından önemli etkisi olan imalat sanayinin yaratılan katma değerin de payının % 4’lerde olmasının anlamı; Hâkim sektör tarımdan doğan kaynakların, bölge dışına transfer edildiğidir.
Feodalizmi tamamen tasfiye etmemiş ülkelerde, tekçi burjuvazinin konumu, genelde 19. yüzyıl burjuva konumundan farkı: Devlet yönetimine ortaklaşa sahip olduğu feodal kalıntıların temsilcilerini ekonomik ve siyasi olarak tasfiye etmeyeceğidir. Ama birlikteliklerine karşın sosyoekonomik yapıda feodalizmin etkisini zayıflatan bir gelişmenin de olduğu, 1920’ler Anadolu’su ile 1980’lenn Anadolu’su karşılaştığında anlaşılmıyor mu?
Fakat toplumsal gelişme işçi sınıfı bilimi açısından analiz edildiğinde, üretici güçlerin gelişmesinin ve bu anlamda da sanayileşmenin önünde engel yalnız feodal kalıntılar değil aynı zamanda kader ortaklan burjuvazi de engeldir. Varlıklarının temeli dışa bağımlılık olup, bu da, kaynakların yurtdışına transfer edilmesi demektir. Çünkü sosyo-ekonomik yapıda üretici güçlerine engel üretim ilişkilerini sınıfsal anlamda kader birliği yapmış bu sınıflar temsil etmektedir. Aynı zamanda bu birlik, işçiden yana esen özgürlük rüzgârının da önünde engeldir.
Toplumsal gelişmenin önündeki görev: Bu barikatın aşılmasıdır.
Bu, bölgeler arası dengesizlikleri ortadan kaldırmak için de bir zorunluluktur.
Kapitalizmde sermaye birikiminin öz kaynağı emeğin yarattığı, artı-değerdir. Fakat bununla birlikte tarım sektörü de önemli bir sermaye kaynağıdır. Şöyle ki: tarım sektöründe (ya da bir bölgeden de olabilir) doğan kaynaklar, izlenen ekonomi politika gereği ürünlerin fiyatlandırılması ve bu sektörün vergilendirilmesiyle oluşturulan fonlar, sanayi sektörüne aktarılır.
Bu mekanizma işleyişi sonucunda, bütün kaynakların bölge içinde kalmadığı anlaşılıyor.
Nitekim yalnız Bursa ilinin 75’lerde yüzde 4,5 olan imalat sanayinin yaratılan katma değerindeki payı, 86 yılında, yüzde 5,6’ya yükselir.
Bir yanda 18 ilden oluşan bir Bölge’nin ve diğer yanda bir ilin imalat sanayinde yaratılan katma değerinde payları incelendiğinde görülen gerçeğin tek ifadesi var. O da, kaynakların belli yerlerde yoğunlaşmasıdır. Elbette bununla birlikte kaynağın yaratıldığı kesimin önemi hatırlanmalıdır.
Global olarak GSYİH (sabit fiyatlarla) içinde imalat sanayinin payı 79’da yüzde 21,8 (470,4 Milyar) iken, 83’de ve 86’da yüzde 23,2 (565,9 Milyar) ve 24,6 (721,8 Milyar) olarak gerçekleşir. Bu oran, sanayi sektörü açısından hesaplandığında dağılım 79’da 89,2 olup, diğer yıllarda yüzde 89,4 ve 88,8 olur. Yani GSYİH içinde imalat sanayi payı artarken, sanayi sektöründe az da olsa bir düşme söz konusudur.
Bölge açısından incelendiğinde, imalat sanayinin GSYİH içinde ’79’da yüzde 5,1 (10,3 milyar) olan payı ’83’de yüzde 5,4’e (11,8 milyar) ve ’86’da yüzde 7,2’ye (18,8 milyar) yükselir. Sanayi sektöründeki payı ise her üç yılda sırasıyla yüzde 49,3; yüzde 41,3 ve 46,4 olarak gerçekleşir.
İncelenen dönemde, Bölge’nin imalat sanayinin global sanayi sektörü içinde payı yüzde 1,9’dan yüzde 2,3’e yükselir. Ayrıca global imalat sanayi sektöründeki payı da yüzde 2,2’den yüzde 2,6’ya çıkar. Bölge açısından bir artış görülüyor; fakat buranın sosyo-ekonomik yapısında belirgin değişiklik yapacak düzey de değil.
İmalat sanayi gelirinin il (18,49 ve 67 il) bazında dağılımı dikkate alındığında, bölgeninki 1 milyarın altında iken diğer 49 ilinki ülke ortalaması üzerinde 10-15 milyar arasında gerçekleşir. Ülke ortalaması ise 7 ile 10 milyar civarındadır. Bu gelişmeyi göstermek acısından, Türkiye: 100 endeksine göre yapılan tabloda da görüldüğü gibi 18 ilinki 9 civarında iken 49 ilinki 130’lar üzerindedir.
İncelenen dönemde imalat sanayisinde gelişme, 80’ler için atfedilen “şöyle geliştik, böyle kalkındık” söylevini doğrular yönde olmadığı gibi Bölge’nin payında da önemli bir gelişme olmamıştır.
Yani ülke bütünselliğine göre sanayileşme sorunu aciliyetini bölgede daha fazla hissettiriyor.

2.7- Kişi Başına Dağılımı
Toplam GSYİH’nin toplam nüfuza bölünmesiyle bulunan kişi başına GSYİH (cari fiyatla) dağılımı tabloda görüldüğü üzere ülke, 49 il ve 18 il ortalaması genelinde artan bir trend izler. Fakat o yılki döviz kurundan dolar değerinden hesaplandığında ülke ve 49 il’inki ’79 yılına kadar artarken sonraki dönemde azalır. 1986’da tekrardan arttığı ve de 18 il’in ortalamasının ise azaldığı görülür.
Kişi başına GSYİH (1979-sabit fiyatla), 1979-1986 dönemi incelendiğinde, ülkenin ve 49 il’in ortalamasının dönem başına göre yüzde 14,7 ve 16,6 artarak 46,0 bin ve 53,7 bin TL yükselirken, 18 il’in yani Bölge’nin ortalaması ise yüzde 4,3 artarak 24,9 bin TL olur.
Kişi başına GSYİH’nin hem cari ve hem de sabit fiyatla yapılan hesaplamalardan çıkarılabilecek genel sonuç, Bölge’ye ait bulunan miktarların hem ülke ve hem de 49 il’in ortalamasından küçük olduğu ve ayrıca da artış oranının düşmekte olduğudur.
Bu gözlem, Türkiye: 100 endeksine göre 49 ve 18 il’in tutarları bulunduğunda elde edilen sonuçlarla da desteklenmektedir. Nitekim 49 il’inki Türkiye’ninkinden fazla olduğu halde, 18 il’inkinin ise hayli düşük olduğu görülüyor.
Kişi başına imalat sanayinde yaratılan katma değer (cari fiyatla), 1975-1985 döneminde genel olarak artar. Bölgeninki 619,3 TL’den 31332,3 TL’ye; 49 il’inki ise 2838,8 TL’den 161720,6 TL’ye ve ülke ortalaması da 2423,7’den 137229,2 TL’ye yükselir.
Yaratılan katma değerin imalat sanayinde her bir iktisaden faal kişiye düşen miktarı, 18 il’in artışı, ’80’li yıllarda ’70’li yıllara göre hayli fazla olur. Diğer 49 il’in ve Türkiye genel ortalaması artışında bir düşüş gözleniyor. Çünkü imalat sanayinde faal nüfus ’80 yılında 136,6 bin olan Bölge’de 1985’de 134,4 bine geriler, işte bu düşüşün etkisiyle, Bölge’nin artışı fazla olur. Hem nüfus başına ve hem de faal nüfus başına imalat sanayinde yaratılan katma değer miktarları, en az olan Bölge’ninkidir. Bu durum Türkiye: 100 endeksi ile daha açık olarak görülüyor.

Tablo.5
KİŞİ BAŞINA GSYİH (Cari Fiyatla) (1975-1986)

18 İl        49 İl        Türkiye           
1975    TL    7110,0        11534,5    10346,0
Dolar    474,0        768,0        689,7
1979    TL    23863,5    46047,2    40087,4
Dolar    714,5        1378,7        1200,2
1983    TL    102035,9    223704,7    191017,3
Dolar    360,8        791,0        675,4
1986    TL    306065,1    703378,0    596637,2
Dolar    403,9        928,0        787,3
Kaynak: İSO, 1988/8

Tablo.6
KİŞİ BAŞINA GSYİH DAĞILIMI ENDEKSİ (Türkiye: 100)

Türkiye    49 İL        18 İl
C    S    C    S    C    S
1975    100    –    111,5    –    68,7    –       
1979    100    100    114,9    114,9    59,5    59,5
1983    100    100    117,1    107,5    53,4    79,6
1986    100    100    117,9    116,9    51,3    54,1
AÇIKLAMA: C- Cari fiyatla; S- ’79 fiyatıyla Kaynak: İSO, 1988/8.

Tablo.7
İMALAT SANAYİİNDE YARATILAN KATMA DEĞERİN DAĞILIMI ENDEKSİ (Türkiye: 100)

Türkiye     49 İl         18 İL
K    F    K    F    K    F
1975     100    100    117,2    101,9    25,6    73,0
1980     100    100    123,8    103,8    18,2    49,0
1985    100    100    117,8    101,5    22,8    75,6
AÇIKLAMA:     K- Kişi başına yaratılan katma d eter.
F- Faal nüfus başına yaratılan katma değer. Kaynak: İSO, 1989/1.

Tablo.8
İMALAT SANAYİ GELİRİNİN TL BAŞINA DAĞILIMI (Türkiye: 100)

Türkiye    49 il    18 il
1979    100             134,3    8,6
1983    100        134,5    8,3
1986    100         132,4    9;3

Kişi başına GSYİH’nin ve imalat sanayinde yaratılan katma değerin dağılımı endeksi (Türkiye: 100) tabloları incelendiğinde çıkarılabilecek ortak sonuç:
Ne kadar büyüdüğü sürekli tartışma konusu olan ulusal pastadan kişilerin payının az olması sebebiyle, bu kişilerin bulunduğu bölgenin payı da azalır. Şuna dikkat çekilmeli, ortalama kişi başına gelir dağılımı denildiğinde nüfusun tümü esas alındığından dolayı ortalama miktarlar bulunmaktadır. Ama biliyoruz ki, toplam nüfus sınıflar bütününden oluşur. O halde gelirin bu temelde bölüşümü düşünülürse, çalışan emekçi kesimin payı, ortalama nüfus başına bulunan miktara eşit olmayacaktır. Nitekim bu eşit olmama durumu işverenler için de geçerlidir. Örneğin: Nüfus başına GSYİH ya da imalat sanayi katma değeri dağılımı denildiğinde, Sabancı’nın ve çalışan işçisinin payı eşit olarak incelenmektedir. Ama biliyoruz ki, bölüşüm ilişkileri açısından gerçek hayat hiç de böyle değil. Çünkü gelirin gerçek bölüşümü, kişilerin üretimindeki konumlarına göre olmaktadır. Bu analiz, Bölge için de geçerlidir.
O halde işçi sınıfı ve topraksız ya da az topraklı köylünün birlikte oluşturduğu sınıflar bloğu, hem bölgeler arasındaki adil olmayan gelir dağılımından ve hem de kendi bölgesindeki gelirin ücret, tarım ve rant geliri (yani sınıfsal) dağılımı açısından ikili kıskaçtadır. Bu, ülke düzeyinde adil olmayan gelir bölüşümünün Bölge’de daha da fazla adil olmaması anlamına gelir.
Adil gelir dağılımının olmamasının sebebi?
Var olan ekonomik ve siyasi yapılanım…
Daha adil gelir dağılımı için…

2.8- Ek Olarak Birkaç Not

Tarihi olarak Bölge’de feodal düzen; ağalık, şeyhlik ve aşiret biçimindeki toplumsal örgütlenme olarak ortaya çıkmış olup, günümüzde kendisini çözen süreçleri de yaşamakta olmasına karşın kalıntılar halinde varlığını sürdürmediği de iddia edilemez.
Bölgede ekonomik faaliyetin hâkim sektörü tarım ve bunda da çiftçilik ve hayvancılık alt faaliyet dalı etkindir. Bölge’de toplam faal nüfusun yüzde 69,6’sının (1985 için) tarımda çalışmasından ve GSYİH’da tarımın payının yüzde 37,2 (1985-79 sabit fiyatlarla) olmasından çıkarılacak sonuç; tarımın etkin sektör olduğudur.
Hem bu sebeple ve hem de Bölge’de büyük toprak mülkiyetinin ve topraksız ya da az topraklı köylülerin varlığı sebebiyle, ekonomik ve sosyal gelişmede toprak sorununun çözümünün önemi daha iyi anlaşılır.
Yıllardır çözüm bekleyen önemli bir sorun: Toprak sorunu…
Bu sorun karşısında Cumhuriyet hükümetlerinin, baştan beri ve son 1. MC’nin ’75 girişimi “yasak savma türünde” olmuş ve ’80’li yıllarda da artık hiç sözü bile edilemez olmuştur. Çünkü “sanayileştik” safsatası işleniyor… Zaman zaman yazılıyor olsa da, toprak ve tarım reformu olarak yaklaşım, yerini, sadece tarım reformuna bırakmıştır.
Bölge’de küçük çapta da olsa gelişen sanayi, bölge dışı pazarlarda rakip bölge mamulleriyle rekabet edecek nitelikte (son yıllarda Gaziantep’te gelişmeler dikkat çekici) değildir. Bu sektör daha çok yerleşik sanayi ve madencilik sektörü niteliğindedir. İmalat sanayi yeni yeni zayıf gelişmeler göstermektedir. Bölge’de ulaştırma ve pazarlama kolaylıklarının gereğince bulunmaması da, bu sektörü olumsuz yönde etkiler.
Madencilik iktisadi faaliyet kolunun ürünü, sanayinin hammaddesidir. Bu sebeple, önemli işlevi olduğu tartışılmazdır. Bölge maden rezervi açısından zengindir. Özellikle başlıca krom, bakır, demir, kurşun, çinko ve petrol bakımından Türkiye’nin önemli miktarda ihtiyacını karşılar durumdadır. Çıkarılan madenler, orada gerekli yatırımların yapılmamasından dolayı diğer bölgelerde işlenir. O sebeple, bu iktisadi faaliyet kolunun Bölge’ye etkisi; ağacın meyvesini yiyemeyip, gölgesinde oturmak gibidir. Eğer maden çıkarıldığı yerde işlenseydi genelinde bir sanayi için teşvik olacaktı; fakat olamadı? Demir, çıkarılan sahadan binlerce kilometre uzaklıkta işleniyor.
Bölge’de su kaynağının değerlendirilmesiyle ülkenin enerji ihtiyacının büyük kısmı karşılanır.
Bu koşullarda: hammadde var, enerji var ve çalışacak insan gücü var, fakat yatırım açısından Bölge’nin tercih sırası yine de en alt. Tesadüf? Hiç değil!
Yollara dökülen asfaltın hammaddesi petrol, Bölge’den çıkıyor; ama genellikle yolları patika!
Bu çelişkinin, var olan tabloyu çarpıcı bir şekilde yansıttığı açık.
GAP; Bölge’nin makûs talihini “yenebilecek” mi? Çünkü GAP, hep bu şekilde anılır ve anlatılır oldu. Özellikle, Doğu sorununa ekonomik açıdan yaklaşanlar tarafından.
Aslında sorunun, toplumsal ve sosyolojik yanı yok sayılmaz.
Toplam 13 projeden oluşan GAP’ın yapımı 2010’lu yıllara sarkıyor.
GAP’ın gerçekleşmesi pazar için üretimi artıracak; hem de bir hayli. Çünkü yılda birkaç sefer ürün alınacağından bahsediliyor.
Bu halde, GAP’ın bölgesinde toprak sahiplerine önemli bir imkân yaratılmış ve bir yönüyle de bu imkân, büyük toprak sahiplerine tanınmış oluyor.
Ayrıca projenin etkisinden, bölgede toprak talebinin arttığı basında yer alıyor.
Bir yönüyle egemen sınıflar içinde ittifakı güçlendiren ve bir yönüyle de feodal ilişkileri aşındıran etkisinden bahsedilebilir.
GAP yeni iş imkânları yaratacağı gibi, tarımın makineleşmesine paralel olarak, işsizliği de artıracağı beklenebilir.

KA YNAKÇA
1) Dr. Gülten Kazgan, İÜFM, c. 24, Ekim-1963/ Mart-1964, sf. 122; Dr. Ruşen Keleş, Şehirleşme Politikamız ve Doğu Anadolu Bölgesi, sf. 239-263.
2) Dr. Özer Ozankaya, AÜSBFD, c. 24, Eylül -1969, sf. 80; Doç. Dr. Osman Arıkan, Doğu Bölgesinin Sanayileşmesi (Doçentlik Tezi), Atatürk Üniv. İşlet. Fak. yay. 1973, sf. 21.
3) İsmail Beşikçi, Doğu Anadolu’nun Düzeni, E Yayınlan, 1970, sf. 29.
İLLER: Adıyaman, Ağrı, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, Hakkâri, Kars, Malatya, Mardin, Muş, Siirt, Tunceli, Urfa, Van.
4) Dr. Özer Ozankaya, agd, sf. 73-107; Doç. Dr. Osman Arıkan, age,
5) Barış Dünyası, Mayıs 1962, sf: 2, sf. 13 ve Kasım 1962, sf. 120 sy: 8, sf. 45.
6) Dr. Özer Ozankaya, agd, sf. 96; İsmail Beşikçi, Forum, sf: 338, 1 Mart 1968.
7) Cumhuriyet, 2 Eylül 1988
8) Karl Marx, Kapital, C.2, sol Yay. sf. 398-399.
9) DİE, aktaran, Özgür Gelecek, Aralık 1988, say: 1, sf. 23.
10) 4. BYKP, sf. 75.
11) İSO, Ocak 1989, 1989/1, sf. 39-41.

Yarının Sahibi işçi Sınıfı Konuşuyor… 15 16 HAZİRAN VE NİSAN EYLEMLERİ

Ey yeryüzü, işte altın çağ!
Hep beraber, bir güneş altında
Aydınlık, taze baharlar içinde.
Eugene POTTİER

İşçi sınıfı eylem birliğinin olmasında, neler yapabileceğini diğer bir anlatımla gücünü gösteren bir tarih…
İşçi hareketi tarihi incelendiğinde üzerinde özellikle durulan bir tarih…
Sınıfın sosyal kurtuluş mücadelesinde nihai zafer için eksiklerinin neler olduğunu gösteren bir tarih…
Hakların nasıl kazanılabileceğini ve korunabileceğini gösteren bir tarih…
Kısmi demokratik kazanımların gaspına karşı işçi sınıfının sessiz kalmadığı bir tarih…
15-16 Haziran
Ve…
İşçi eylemleri (grev, gösteri, yürüyüş ve toplantı vs.) ve örgütlenmesinin (dernek, komite, sendika ve parti) oluşturduğu İşçi Hareke-ti’ndeiönemli bir başka dönem Nisan eylemleri.
15-16 Haziran ve Nisan eylem leri nedenleri ve sonuçları itibariyle birlikte incelenmeye çalışıldı.

1-15-16 HAZİRAN VE İŞÇİ HAREKETİ

1.1 – Gelir Dağılımı (1963-1970)
1963 ile 1970 yılları arasındaki dönemde (1);
İktisaden faal nüfusun; tarım, ücretli ve kâr-faiz-kira yani rant gelir sahipleri arasında dağılımı; 1963 yılında tarımın payı nispi olarak yüzde 73,7 iken, bu oran 1965’de yüzde 71,9’a ve 70’e yüzde 67,7’e geriler. Aynı yıllarda rant gelir sahipleri payı da benzer gelişme gösterir, yüzde 8,3’den yüzde 7,8’e ve yüzde 4,7’ye kadar iner, fakat ücretlilerin payı aynı yıllarda yüzde 17,9’dan yüzde 20,3’e ve yüzde 27,6’a yükselir.
İncelenen dönemde, tarım ve rant gelir sahiplerinin iktisaden faal nüfus içinde payları sırasıyla yüzde 8,2 ve 43,3 oranında azalırken, ücretlilerin payı ise yüzde 53,6 artış kaydetmiştir.
Yurtiçi faktör gelirlerinde (yani ulusal gelirde) 1963 yılında tarımın payı yüzde 41,2’i iken 1965 ve 1970 yıllarında yüzde 35,8 ve 31,1’e geriler. Fakat aynı yıllarda kâr-faiz-kira rant gelirleri payı yüzde 37,3’den yüzde 37,2 ve 37,8’e çıkar. Az da olsa bir artış söz konusu. Ücretlilerin payı ise yüzde 21,5’den yüzde 27,0’ye ve 31,2’ye yükselir. Yani tarımın payı azalırken, diğer kesimlerin payı ise artar.
Ulusal gelirde 1963 yılına göre 1970 yılında tarımın payı yüzde 24,6 oranında azalırken, rant gelirleri ve ücretliler payı ise yüzde 1,2 ve yüzde 44,9 artış kaydeder.
Ücretliler payında artış sonucu olarak, bu dönemde reel ücretlerin de arttığı gözlenir.
İncelenen dönemde, iktisaden faal nüfus içinde ücretlilerin payı yüzde 53,6 oranında artmasına karşın, ulusal gelirde payı yüzde 44,9 artar. Diğer kesimlerin faal nüfus ve ulusal gelirin dağılımında payları; iktisaden faal nüfusta tarım ve rant gelirlerininki yüzde 43,3 ve 8,2 oranında azaldığı halde, ulusal gelirde yine tarımın payı yüzde 24,6 azalırken, rant gelirinki yüzde 1,2 oranında yükselir.
Bu koşullarda, nüfus ve gelir dağılımında paylar açısından olumsuz durumda olan tarım kesimi olup, bunu ücretliler izler. O halde iyi durumda olanlar rant gelir sahipleri olduğu anlaşılır. Çünkü faal nüfusta payı büyük oranda azalırken, ulusal gelir içinde payı az da olsa artış kaydeder. Bu karşılaştırma açısından reel ücretler arttığı halde ücretlilerin durumu iyi değil; çünkü ücretlilerin, iktisaden faal nüfusta artış oranı, ulusal gelirde artış oranından daha büyüktür.
Toplam hane halkı yüzde 20’lik dilimler halinde beş gruba ayırarak ulusal gelirden aldığı payların 1963 ve 1968 yıllarında dağılımı şöyle; en alttan en üste doğru, en alttaki ilk yüzde 20’nin 1963’de yüzde 4,5 olan payı 1968 yılında yüzde 3’e iner. İkinci ve üçüncü yüzde 20’nin payları da yüzde 8,5 ve 11,5’den yüzde 7 ve 10’a geriler. Diğerlerinin payı artar; dördüncü ve beşinci yüzde 20’nin payları yüzde 18,5 ve 57,0’den yüzde 20 ve 60’a yükselir (2).
Yani alt gelir grupların payı küçülürken üst gelir grupların payı artmış ve en çok da en üst grubunki artar. Bu yıllarda reel ücretin de bir artışın (1963’e göre 1968’de yüzde 26 artar (3) olduğu dönem olmasına karşın, ulusal gelirin paylaşımının adil olmadığı görülür.

TABLO: 1
FİYATLAR VE REEL ÜCRET ENDEKSİ (1963: 100)
Sigortalı

Fiyat Artışı             Reel Ücret
Türk-İş        DİSK        Türk-İş        DİSK
1963    100,0        100,0        100,0        100,0
1964    102,2        100,2        106,4        107,6
1965    108,4        104,8        111,2        109,5
1966    113,1        113,6        116,0        108,6
1967    120,0        129,6        120,1        103,1
1968    125,0        137,6        136,0        104,4
1969    131,2        144,2        136,6        111,2
1970    143,3        155,6        137,6        111,8
KAYNAK: TÜRK-İŞ, yayın no: 77, sf.386; DİSK, 7. Genel Kurulu, 1980, İstanbul, sf.90.

1.2 – Ücretliler ve Ücretler
1965 ve 1970 yılları nüfus sayımı sonuçlarına göre, 1965 yılında iktisaden faal nüfus 13 milyon 558 bin’dir. Bu miktar 1970’te yüzde 11,5 oranında artarak 15 milyon 119 bin’e yükselir. Bu artışta iktisaden faal nüfusun alt yaş sınırının, 1965’te 15’ten 1970’de 12’ye indirilmiş olmasının da etkisi vardır (4).
Sosyal siyasette nitelendirilen biçimiyle, faal nüfusun meslekteki mevkiiye yani geliri elde etme konumuna göre dağılımı; 1965 ve 1970 yıllarında ücretlilerin payı yüzde 22,5’den yüzde 27,6’ya yükselir. İşverenin payı ise yüzde 1,0’dan 0,7’ye; kendi hesabına çalışanların payı yüzde 28,8’den 26,7’ye ve ücretsiz aile işçisi yüzde 47,7’den 45,0’a geriler. Yalnız ücretlilerin payı nispi olarak artarken, diğerlerinki azalır. Kendi hesabına çalışanların ve ücretsiz aile işçisi toplamının iktisaden faal nüfusta payı yüzde 76,5’den 71,7’ye geriler. İşverenin de payı azalır. Bu sebeple, ücretliler payında büyük artış olur.
Ücretliler yüzde 37,4 artarak, 1970’te 4 milyon 173 bin’e çıkar.
İşverenler yüzde 20,5 azalarak, 1970’te 105 bine iner.
Kendi hesabına çalışanlar 1965’e göre yüzde 3,9 artarak, 4 milyon 36 bin’e yükselir.
Ücretsiz aile işçisi yüzde 6,0 artarak, 1970’te 6 milyon 804 bin olur
Yani ücretliler hem mutlak ve hem de nispi olarak artar.
İmalat sanayi içinde alt iktisadi faaliyet dalı olan gıda ve dokumada, ücretlilerin artış oranı yüzde 41 ve 124’dür. Ki bu alt faaliyet dalları, imalat sanayisinde en etkin olanlarıdır. Bu iki dalın imalat sanayi içinde ücretliler payı 1965’de yüzde 32,2 iken, 1970’de 45,1’e yükselir.
Toplam ücretliler içinde imalat sanayinin payı 1965’de yüzde 21,2 iken, 1970’de yüzde 19,9’a geriler. Aynı yıllarda hizmetlilerin payı ise, yüzde 11,8’den yüzde 33,4’e yükselir.
Ücretlilerin dağılımının sınırlarını genel olarak incelemeye çalıştım.
Ücretlere gelince;
İncelenen bu dönemle ilgili yapılan analizlerde, 1970’li yılların sonuna doğru fiyat artışının hızlanmasına karşın yine de reel ücretlerin arttığı hesaplanır.
Hatta bu yıllar ve 1976’a kadar sarkan bir dönemin, gelir dağılımı açısından reel ücretlerin, iç ticaret hadlerinin ve katma değer içinde ücretlerin payının artıyor olması, popülizm olarak nitelendirilir (5).
Genel olarak popülizm tartışması yerine, reel ücretlerin artışı üzerinde duracak olursak;
Döneme ait verilerle Türk-Is ve DİSK’in yaptığı hesaplamalarda 1963: 100 endeksine göre fiyatlar, 1967 sonrasında hızlanır ve 1963-1970 dönemi açısından yüzde 43,3 ve 55,6 oranlarında artar. Sigortan reel ücreti de 1963:100 endeksine göre yine 1967 yılı sonrasında hızlandığı ve dönem açısından yüzde 37,6 ve 11,8 oranında arttığı gözlenir. Farklı ikişer sonuç da olsa, reel ücretlerin artışı genelinde fiyatların gerisinde kaldığıdır.
Kamu ve özel sektör açısından imalat sanayinde günlük ortalama net reel ücretin dağılımı incelendiğinde durum:
İncelenen dönem 1963:16,7 TL olan günlük ortalama net reel ücret, 1967’de 18,9 ve 1970’de 19,3 TL olur. Yani dönem açısından yüzde 15,6 artış söz konusudur. Aynı dönemde, İTO-TFE yüzde 55,6 artar. Kamu sektöründe 1963’de 19,4 TL olan günlük ortalama net gerçek/reel ücret 1967’de 22,0’ye ve 1970’de 24,8 TL yükselir. Aynı yıllarda özel sektörde ise, 19,4’den 16,6’ya ve 19,3 TL’ye geriler: yani dönem açısından ’67’ye kadar azalır, sonra tekrar artar. Kamu sektöründe ücretler yüzde 37.8 artarken, özel sektörde yüzde 0,5 oranında azalır. (1962-1968 döneminde imalat sanayi kamu sektöründe reel ücretler, Ankara ve İstanbul’da % 3,9 ve 2,4; kullanılan emeğin verimliliği yüzde 11,6 ve katma değer yüzde 15,4 oranında artar (6). Ücretlerin artışı hem emek verimliliğine ve hem de katma değer artışının çok altındadır.) Yani imalat sanayisinde günlük net reel ücret hem ortalama olarak hem de sektör (kamu ve özel) açısından fiyat artışlarına göre daha az artar. Ayrıca özel sektörünki değil reel ücretlerin artması seviyesini bile koruyamadığı görülür (7).
Genel olarak sigortalı açısından hesaplandığında durum biraz farklı; ortalama reel ücret 1%3’de 11,4 TL iken, 1967’de 13,8 ve 1970’te 15,6 TL’ye yükselir. Aynı yıllar itibariyle kamu ve özel sektörde ortalama reel ücretler; 11,1 ve 11,7’den, 14,9 ve 13,0’eve de 17,1 ve 14,6 TL’ye yükselir. Bu halde, dönem açısından ortalama reel ücretler genel olarak yüzde 36,8; kamu sektörü yüzde 54,0 ve özel sektörünki yüzde 24,8 oranında artar. Buna göre de artışlar, fiyatların gerisindedir (8).
O sebeple, özel sektöre ait işyerlerinde eylemlerin yoğunlaştığı ve bu işyerlerinde örgütlenen DİSK’in toplu sözleşmelerde kamu’da örgütlenen Türk-İş’ten farklı yöntem izlemesi zorunluluğu gündeme gelir. Bu sebeple, kitlesel katılımlı eylemler dişe diş mücadeleyle kazanımlar elde edilebilir. Ve bu gelişme, 274 ve 275 sayılı yasalardaki değişikliğin bir gerekçesidir.
Bu dönemle ilgili DİSK’in yaptığı çalışmada sömürü oram 1963’Te yüzde 230 iken, 1966’da yüzde 283, 1967’de yüzde 363 ve 1970’te yüzde 390 olur. Özellikle 1967’ye kadar hızlı arttığı ve sonrasında artışın yavaşladığı görülür. Sömürü oranındaki artışa bağlı olarak ücretlinin bir işgününde kendisi için çalıştığı gerekli çalışma süresi 1963’de 2 saat 25 dakika iken bu süre, 1970’te 1 saat 38 dakikaya iner (9). Bir başka anlatımla sermayedar için çalışılan artı çalışma süresi 5 saat 35 dakikadan 6 saat 22 dakikaya yükselir.
Bu koşullarda, reel ücretin artmış olmasına karşın, sömürünün de arttığı ve buna karşı kitlesel mücadelenin yükseldiği bir dönem yaşanır.

TABLO: 2
ÜCRETLİLERİN DAĞILIMI (1965-1980) Bin kişi

1965         1970         1975         1980
Tarım                377,0        601,7        1020,6        588,6
Madencilik            65,7        108,2        112,4        128,6
Genel        642,9        830,7        1066,1        1499,9
İmalat San    Gıda        107,0        151,4        161,0        297,8
Dokuma    99,9        224,0        252,4        374,8
İnşaat                102,7        410,7        463,4        708,7
Ticaret                48,9        207,9        334,3        343,9
Hizmetler            359,2        1410,4        1704,3        2593,4
Gnl Toplam            3038,0        4172,7        5386,5        6162,0
AÇIKLAMA: Enerji, Ulaştırma vs. dikkate alınmadı. KAYNAK: DİE; 568, 756, 988 ve 1072 no’lu yayınları.

1.3 – Grevler (1963-1970)
İncelenen dönemde grev sayısı özellikle 1967 yılı sonrasında artar ve 1970’te 111’e yükselir ve toplam 514 tane greve çıkılır. Fakat yapılan bu resmi hesaplamalarda, 1965 ve 1968 Zonguldak bölgesi grevleriyle 15-16 Haziran 1970 İstanbul ve Kocaeli grevleri yasadışı nitelendirilmesi ile dikkate alınmaz. Ayrıca kısa süreli (1 gün ve daha az) grevler de hesaplamalara dâhil edilmemiştir. Bu sebeple gerçekte yaşanılmış grevlere ilişkin rakamların daha yüksek olduğu kesindir.
Greve katılan işçi sayısı ve kaybolan işgünü de, grev sayısına benzer gelişme gösterir. Toplam katılan işçi sayısı 89 bin 509 olup, grev sebebiyle kaybolan işgünü sayısı 1 milyon 873 bindir.
Bu halde grevler fazla, üretim düşüyor v.s. türünden safsatalar hemen sıralanır. Acaba öyle mi? 1964-1970 yılları arasında iş kazaları sebebiyle kaybolan işgünü toplamı 14 milyon 687 bin’dir; yani grev sebebiyle kaybolan işgünü toplamından (1963-1970 dönemi) yüzde 684,1 oranında daha fazladır (10).
Grev başına yitirilen ortalama işgünü (3/1) 3643,3 olup, aynı dönemde Fransa’da en yüksek rakam 2510,0 (1963) ile karşılaştırıldığında hayli yüksek olduğu görülüyor.
Grevci başına ortalama işgünü süresi (3/2) 20,9’dur. Fransa’da bu ortalama 5,22’dir. Karşılaştırmada, yine Türkiye’de grevci başına kaybolan sürenin yaklaşık 4 kat daha fazla olduğu anlaşılıyor.
Greve ortalama katılım (2/1), 174,1’dir.
Bu incelemeler gösteriyor ki, grev sayısı az olduğu ve az sayıda işçi katıldığı halde, uzun süren grevler yaşanmış.
İncelenen dönem 1963-1970 yılları kendi içinde dilimlendirildiğinde, 1967-1970 yılı olarak; grev sayısının yüzde 66,7’si, grevci sayısının yüzde 73,1’i ve kaybolan işgününün yüzde 57,6’sı bu yıllarda gerçekleşir. Bu alt dönemde, greve ortalama katılım 190,7; grev başına yitirilen işgünü 3147,3 ve grevci başına ortalama süre 16,5 olarak hesaplanır. 1967 sonrasında çıkılan grev ve grevci sayısının hayli fazla olduğu halde, grevlerin süresi bütün döneme göre daha kısa olduğu anlaşılır.
1967-70 döneminde sektörel dağılımda kamunun payı; grev sayısında yüzde 35,3, grevci sayısında yüzde 63,6 ve kaybolan işgününde yüzde 40,3’dür. Yani çok sayıda işçiyle az greve çıkılmış ve grev süreleri uzun olmuştur; greve ortalama katılım 343,7, grev başına yitirilen işgünü 3594,3 ve grevci basma ortalama süre 10,5’dur. Aynı dağılımlar sırasıyla özel sektörde 107,3; 2903,7 ve 27,1 olur.
Özel sektörde daha çok greve çıkıldığı halde katılım az iken, kaybolan işgünü hayli fazladır.
Nitekim 1967-1970 dönemindeki toplam grevlerin yüzde 54,5’si, grevci işçilerin yüzde 59,7’si ve kaybolan işgününün yüzde 47,7’si imalat sanayinde gerçekleşir. Bu dağılımda kamu’nun payı sırasıyla yüzde 18,2; yüzde 67,3 ve yüzde 34,8’dir. Greve ortalama katılım 208,7; grev başına yitirilen işgünü 2752,1 ve grevci başına ortalama süre 13,2 olarak gerçekleşir; imalat sanayinde aynı hesaplamalar sırasıyla kamuda 772,3; 5275,2 ve 6,8 olarak bulunur. İmalat sanayinde çıkılan grevde ve kaybolan işgününde kamu payı az iken, greve çıkılan işçi sayısı fazladır. Bunun için bulunan ortalama (grevci başına kaybolan işgünü hariç) rakamlar da büyüktür. Özel sektörde işe yalnızca grevci başına kaybolan işgünü hayli yüksek 26,3 olarak bulunurken; greve katılım 83,5 ve grev başına yitirilen işgünü 2191,4’dür. Bu sektörde çok sayıda greve çıkılmış ve uzun grevler yaşanırken, katılan işçi sayısı azdır (demek ki, küçük işyerlerinde yoğunlaşmış).
Bu kadar grev olduğu halde, ayrıca hükümet tarafından grev ertelemesi uygulamaları da yapılır. 1963 ve 1968 yıllarında hiç erteleme yapılmamış ve diğer yıllarda toplam 40 grev ertelenmiş ve bu sebeple yapılan erteleme süresi 1560 gündür. En fazla erteleme 1966 ve 1969 yıllarında 330 gün süreyle 8’er erteleme yapılır. Ertelemeler petrol-kimya işkolunda 12, deniz taşımacıkta 10 ve milli savunmada 5 ve diğer işkollarında gerçekleştirilir (11).
274 ve 275 sayılı yasaların yeni yürürlüğe girdiği bu yıllarda, sınıf grev eylemini yasalara uygun olan-olmayan koşullarda gerçekleştirir ve 15-16 Haziran’a gelir.

1.4 – DİSK’in Kurulması
Ocak 1966 tarihinde Kristal-İş Sendikası tarafından grevin yürütümünü 20 Mart 1966 günü Türk-İş üstlenir ve ertesi gün 21 Mart’ta işveren sendikası ile anlaşarak grevi sona erdirir. Bir ihanet örneği.
Fakat Kristal-İş Sendikası anlaşmayı kabul etmez ve grevi sürdürür.
Türk-İş üyesi Petrol-İş, Maden-İş, Lastik-İş, Basın-İş ve Tez Büro-İş Sendikaları da 6 Nisan 1966 tarihinde bu grevi desteklemek için bir komite kurarlar. Aynı yılın Temmuz ayında da Lastik-İş, Maden-İş, Basın-İş ve Gıda-İş (son ikisi bağımsız) sendikaları, sendikalar arası Dayanışma Konseyi adı ile bir komite oluştururlar.
Bütün bunlar sonucu, bu beş sendika Türk-İş, Disiplin Kurulu’na geçici ihraç talebiyle verilir. 24 Kasım 1966 tarihinde bu sendikalardan Petrol-İş ve Kristal-İş 15’er ay, Maden-İş 6 ay, Lastik-İş ve Basın-İş ise 3’er ay geçici ihraç kararı ile Türk-İş’ten uzaklaştırıldılar.
Geçici ihraç cezaları yürürlükte olduğu sırada, 15 Ocak 1967 yılında İstanbul’da 17 sendikanın katıldığı bir toplantı yapılır ve bu toplantıda DİSK’in kurulması doğrultusunda karar alınır.
Toplantı sonrası yayınlanan bildiride Türk-İş’in işçi örgütü olmaktan çıktığı; Amerikan’ın para yardımıyla ayakta durduğu ve partiler üstü politika ile “işçi davalarını” savsakladığı görüşüne yer verilir.
DİSK, 13 Şubat 1967’de kurulur.
Kamu sektöründe etkin olarak örgütlenmiş olan Türk-İş’in toplu iş sözleşmesini imzalaması yönteminin benzerinin özel sektörde uygulanamaması sebebiyle, aktif kitlesel katılım yaklaşımı kabul görür. Bu yöntemin gereği olarak, DİSK doğar ve gelişir.
Buna karşın, DİSK’e reformist-revizyonist sendikal anlayış hakim olur. Hiçbir dönem sosyalist siyasal bilinci temsil edememiştir.
Haziran’dan iki yıl sonra 1972’de MESS Kongresi’nde Kemal Türkler’in yaptığı konuşma haberini, kuruluşun gazetesi şöyle verir: “DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler de yaptığı konuşmada, 45 yaşına kadar başka düşündüğünü, bu yaşa geldiğinde bir mesken sahibi olunca düşüncelerinde bir değişiklik olduğunu, mülkiyet sahibi olanların mülkiyet düşmanı olmasının böylelikle önlenebilineceğini işaret etmiş, Türk-İş ile et-tırnak gibi olduklarını… şunları söyler; … İşçiler küçük ölçüde mesken sahibi olurlarsa başka türlü düşünürler. Bu bakımdan işverenler, işçinin hiç olmazsa arsa sahibi olmasında yardımcı olsunlar” (12) diye yazar.
Yıl, 1972 Haziran; sermayedarların kongresinde Türkler’in Türk-İş’e ve mülkiyete bakışının itirafı. Sunulur.
DİSK’in Kurulduğu yıl sonunda üye sayısının 50 bin civarında olduğu sanılıyor.

TABLO: 3
GREVLER (1963-1988)

1963-1970    1971-1980    1984-1988
Grev Sayısı (1)        514        1132        710
Grevci Sayısı (2)        89509        292006    70778
Kaybolan İşgünü (3)        1872652    19267438    4388778
Ortalama Katılım (2/1)    174,1        258,0        99,7
Ortalama Süre (3/2)        20,9        66,0        62,0
Ortalama İşgünü (3/1)        3643,3        17020,7    6181,4
KAYNAK; Türk-İş, Yayın No: 67, Tablo 4; DİE. İstatistik Yıllığı, 1973, sf.179; DİE, İstatistik Yıllığı, 1981, sf.170; ’87 Petrol-İş, sf.I48; Tuba Ajansı, 1988 sayılan; TCMB, 1988 Yılı Raporu, sf.108.

1970 öncesinde DİSK örgütlenmesini özel sektöre ait işyerlerinde yoğunlaştırır; çünkü, Türk-İş’in iktidarda olan partiyle iyi geçinme ya da dümen suyuna gitme politikasının sınıf içinde yarattığı tepkiyi kendine kanalize etmeye çalışır. Kamu’da geçmişten beri Türk-İş etkin olarak örgütlendiğinden DİSK’in bu sektörde örgütlenmesi zor olacağından, özel sektörü tercih etmek zorunda kalıyor da denebilir. Bunun üzerine pek çok işyerlerinde, örgütlenmelerde hayli sancılı olur ve önder işçiler işten atılır, bir yönüyle önder kadro kıyımı gündeme gelir, işte bu ücretlerin zamanında ödenmemesi ve diğer sebeplerle, işyeri işgalleri yaygınlaşır. Öyle ki 8. Kongresi’nde (1970) Türk-İş tarafından hazırlanan raporda: “İşçi hareketi için önem taşıyan bir başkaca konu da bazı işyerlerinde öğrenci işgalleri gibi işgal hareketlerine girişilmiş olmasıdır. Türk-İş dışındaki kuruluşların teşvik ve tahriki ile girişilen işgal olayları bir ara genişleme istidadı göstermiştir” diyerek işgal eylemlerine değinir (13). Bu hareketler, esas olarak DİSK’in yönlendirdiği ve yönettiği hareketlerden çok, sınıfın kendiliğindenci tepkisinin bir ifadesidir.
İşte 15-16 Haziran böyle bir gelişmenin önemli bir halkasıdır.

1.5 – Değişiktik Taslağı
Çalışma mevzuatıyla ilgili ilk değişiklik önerisi 1969 Kasımı’nda gündeme gelir. Fakat tasarının yasada değişiklik isteyen çevrede tartışılması, istemlerin net olarak belirginleşmesi üzere, dönemin Demirel hükümeti tasarıyı meclise ancak 3 Şubat 1970 tarihinde sunar.
Tasarı, mecliste AP ve CHP’li milletvekillerinin (ki Abdullah Baştürk de üyedir) oluşturduğu komisyonda görüşülür ve meclise sunulur.
Ancak tasarının mecliste görüşülmesi ise Haziran ayında olur.
Haziran ayının ilk haftasında ve sonrasında siyasi gündemde en çok tartışılan konu “Hükümet Bunalımı”nın var olduğu ve bununla ilgili çözüm önerileridir.
Cumhuriyet gazetesi başlıkları (14)
Demirel: “Ordu, rejime sadık.”
İnönü erken seçim istedi.
Demirel: “Güvenilmezsem bir gün dahi kalmam.”
Demirel: “ihtilal yapan ordu, gücünden çok kaybeder.”
Milli Birlik Grubu Başkam Fahri Özdilek, Sunay’la görüşür: “Bunalım var, tedbir alınacaktır.”
Demirel: “Ordu sivil idare kontrolünde olmalı.”
Demirel: “istifa yok.”
Sunay: “Şartlar gerekli ise Başbakan çekilir.”
Bu alıntılar, siyasi konjonktürün ne durumda olduğunu göstermesi bakımından öğretici.
Siyasi bunalımın sonucu olarak hükümetteki AP’den 41 milletvekili, 1970 yazında ayrılırlar ve 18 Aralık 1970’te Demokratik Parti’yi kurarlar. Bu durumda Demirel, Birlik Partisi’nden yaptığı transferlerle hükümette kalır.
Benzer krizi CHP “ortanın solu” siyasetini benimsediği yularda 1967’de yaşar. 30 Nasan 1967’de CHP’den ayrılan 48 milletvekili ve senatör, 12 Mayıs 1967’de Güven Partisi’ni kurar.
Halkın kitlesel katılımıyla özgürlük ve ekmek mücadelesini sahiplenmesi karşısında; sivil faşistlerin saldırılarının artması ve ayrıca Demirel hükümetinin 7 Haziran’da daha önce gündeme gelen 274 ve 275 sayılı yasalarla yapılmak istenen değişiklik tasarısı dışında dernekler, toplantı ve gösteri yürüyüşleri, fabrika ve okullarda işgalleri önlemek bahanesiyle polisiye tedbirlerin arttırılması öngörülen kanun tasarıları da meclis gündemine getirilir.
Hatırlanırsa benzer türden yasal değişiklikler, Eylül öncesinde de yapılır.
Tasarılarla yapılmak istenen değişikliğin amacı, yükselen “Emeğin Demokrasi Mücadelesini” bastırmaktır.
Ayrıca bu dönemde, aynı yılın Ağustos ayında alınacak; ekonomik kararların gerekçesinde sunulduğu üzere, krizin derinleşmekte olduğudur.
Yapılmak istenilen yeni yasal değişikliklerle, bunalımın faturası halka ödettirilmek istenir.
Ki bu değişikliklerin yetersizliği üzerine olacak ki, orduya da davetiye çıkarılır.
Ordu, davetiyeyi 12 Mart’ta kabul ettiğini açıklar.
Sonrası halka ve devrimcilere kara çalma kampanyası ve yoğunlaşan resmi terör…
Eylül, Mart’tan bir gömlek daha üstün; çünkü burjuva yürütme, yargı ve yasama kurumları yeniden, yeniden “düzenlenir”.
Yöntem; önce yasakla sonra bu hali yasallaştırır. Bunun da adı, “Meşruiyetçilik” ve “Hukukun üstünlüğü”…
İncelediğimiz konu gereği, 274 sendikalar ve 275 toplu iş sözleşmesi, grev ve lokavt kanunlarında yapılmak istenilen değişiklikler.
Haziran öncesinde 11 Mayıs 1970 tarihinde Erzurum’da Türk-İş 8. Kongresi’ni yapar. Ve Kongre raporunda belirtilen yasalardaki değişiklik şu ifadelerle yer alır:
Değişiklik teklifinin Türk-İş Konfederasyonu bünyesinde uzun tartışmalar sonucu hazırlandığı ve bunun da sendikacı kökenli milletvekilleri aracılığıyla meclise sunulduğu belirtilir (15).
Değişiklik teklifi (16):
a) 274 sayılı yasada değişiklik (bazı maddeleri):
1- Sendika üyeliğinden ayrılmak için işçilerin tek tek noter karşısına çıkması ve kimlik saptamasından sonra imzanın onaylanması (md.6),
2- İşçi sendikasının Türkiye çapında faaliyet gösterebilmesi için o işkolundaki toplam işçi sayısının (sonra sigortalı olarak değiştirilir) en az 1/3 üye olarak örgütlenmesi) (md.9/2-a),
3- İşçi sendikaları federasyonlarının faaliyette bulunabilmesi için o işkolundaki toplam işçi sayısının en az 1/3 üye olarak bağrında toplaması (md.9/2-b),
4- İşçi sendikaları konfederasyonların kurulabilmesi için sendikanın işçi sayısının en az 1/3 üye olarak kapsaması (md.9/2-c),
5- En fazla işçiyi temsil eden konfederasyon ve bağlı sendikaların uluslararası bir örgütü kurabilmesi (md.10),
6- Sendika kurucusu olabilmek için bir kişinin, o işkolunda en az 3 yıldan beri fiilen çalışıyor olması (md.11/1),
7- Kongrenin en geç 3 yılda bir yapılması (md.25) (yasada 2 yıl), gibi hükümleri içerir.
b) 275 sayılı yasada değişiklik (bazı maddeleri);
1- Sendikadan çıkarılan veya ayrılan işçi bir başka sendikaya üye olmuş ise, yürürlükteki toplu iş sözleşmesi hükümlerinden yararlanabilmesi taraf işçi sendikasını onayının zorunluluğu (md.6),
2- Verimi herhangi bir sebep ya da maksatla düşürenlere 3 aydan 1 yıla kadar hapis ve 500.-TL. para cezası verileceği, hükümlerin yasallaşması istenir.
274 ve 275 Sayılı yasaların yürürlüğe girmesinden itibaren daha yaklaşık 7 yıl geçtiği halde, neden bu tür değişiklik teklifi istenir? Hem de bunu neden, bir işçi “sendikası” Türk-İş hazırlar ve meclise sunar? Niçin, sendikalardan istifa etmeyi noterin onaylaması zorunluluğu? Niçin sendikal faaliyet için yüzde 33’lere varan bir baraj öngörülür?
Bu ve benzer soruların değişiklik teklifleri tek tek ele alındığında daha da çoğaltılması, mümkün.
Türk-İş bir taşla iki kuş vurmak ister:
1- Dışındaki sendikaların varlığım yok etmek,
2- Kendi İçinde “partiler-üstü” politikanın yarattığı tıkanıklığı bastırarak aşmaya çalışmak olarak sıralanabilir.
Türk-İş’in kendi içinde tıkandığı ve bir arayışın ürünü olarak, sendikalar arenasında kendisine Sosyal Demokrat diyenlerin sesi duyulur. Hem de Haziran’dan 6 ay sonra, Sosyal Demokrat 4 sendikacı (A. Baştürk, F. Ş. Öğenç, H. Mısırlıoğlu, İ. Topkar)  14 Ocak 1971 günü yönetim kuruluna bir rapor verir. Raporda;
“partiler-üstü politika efsanesinin Türk-İş’in baskı grubu olma niteliğini de yitirdiği ve yardım sevenler derneği genel kurallarında bile politikanın at oynattığı bir ülkede, böylesine bir ütopyaya bel bağlamanın ve bunda ısrar etmenin işçilerin umutlarını kırdığı ve bu uygulamanın giderek Türk-İş’i partilerin oyuncağı haline getirdiği” ve devamında “işçi hareketinin bölünme tehlikeleri ile karşı karşıya geldiği ve Türk-İş’in kendi tabanını kaybetme yoluna girdiği” belirtilir. Yaklaşık 6 ay sonra Temmuz 1971’de, bu sefer 12 sendikacı (8’i Türk-İş’e bağlı, diğer 4’ü Bağımsız) yeni bir bildiri yayınlar ve bu oluşum Aralık’ta Sosyal Demokrat Sendikacılar Konseyi adını alır (17).
Genelinde sınıfın gelişen mücadelesinden hareketinden Türk-İş’te etkilenir ve olabilecek bölünme, getirilmek istenilen yeni sistemle önlenmek istenir.
Sınıfın sosyal ve ekonomik sorunlarını Sosyal Demokratların (reformistlerin) çözemediği ve çözemeyeceği konusunda, Eylül öncesi DİSK’in içinde bulunduğu durum hatırlanmalıdır.
Getirilen değişikliklerin içeriğini tartışırken, ayrıca bugün yürürlükte bulunan 2821 ve 2822 sayılı yasalara da değineceğim.
Sendika üyeliğinden istifaya noter onayı zorunluluğu, Türk-İş bünyesinden istifaları önlemenin bir aracı olarak getirilir. Çünkü Türk-İş üyelerini/tabanını kaybetmenin “korkusunu/telaşını” yaşar. Yani sınıftan korkma…
Bu korku niye?
Çünkü Türk-İş’e hâkim sendikal anlayış, işçilerin özgürlük ve ekmek mücadelesine bir destek değil; bir köstek, bir engel…
Bu sebeple Türk-İş, işçileri örgütsel yapısı içinde zorla tutmanın koşulunu arar. Onun için sendikadan istifayı hem parasal olarak külfetli bir iş ve hem de işten ayrılıp, notere gitme koşulunu getirmekle caydırıcı bir hale sokmak ister.
2822 (md.25) saydı yasaya göre, sendika üyeliğinden istifa işlemi; noterde kimliğin tespiti ve imzanın onayı ile olur. Belgenin Uç gün içinde noter kanalıyla taraflara iletilmesi gerekir. Ayrıca istifanın geçerli sayılabilmesi için üç ay beklenmesi gerekir. Ve bu süre içinde, bir başka sendikaya üye olunamaz. Sendika bu üç aylık süre içinde istifa etmiş işçi adına top lu iş sözleşmesi görüşmeleri yapabilir.
Yani 2821 saydı yasa hükmünün 274’de yapılmak istenilen değişiklikten daha geri düzeyde olduğu anlaşılır.
274 sayılı yasada diğer değişikliklerde, hem sendikanın faaliyet gösterebilmesi ve hem de federasyon örgütlenebilmesi için o işkolundaki işçi sayısının 1/3 üye yapması zorunluluğuyla yüzde 30’u aşkın işkolu barajı getirilir. Konfederasyon içinde toplu sendikalı işçi sayısının 1/3 üye olarak kapsaması yani yüzde 30’u aşkın baraj koşulu ile barajı aşamayan sendikalar toplu sözleşmede taraf olmayacağı için böylece işçilerin sendikasızlaştırılması öngörülür. Yani resmi sendikasızlaştırma politikası.
Ülke genelinde “tek-tip” ve “tek-ses” sendikalar yaratılmak istenir. Böylece sendikalarda var olan bürokratik yapı daha güçlendirilir. Bununla, 274 ve 275 sayılı yasalara karşın sınıftan yana tavır koyan embriyon halindeki gelişmelerin engellenmesi hedeflenir.
Burjuvazi bunu, Türk-İş aracılığıyla gündeme getirir.
Çalışma ekonomisi uzmanı SBF eski öğretim üyesi Prof. Dr. Cahit Talaş, yani tasan için “Bu bir AP, Türk-İş koalisyonudur” der(18).
Toplu sözleşme hakkı kısıtlanmak istenir: çünkü ücretlerin “aşırı” oranda arttığı iddia edilir.
Aslında var olan sendikal örgütlenme “özgürlüğüne” ve toplu sözleşme “hakkından” yararlananlara karşı getirilen bir kısıtlamadan ve var olan hakkı kullanıma yönelik saldırıdan başka bir şey değildir.
1965’te 343 olan işçi sendikası sayısı 1967’de 477 ve 1970’de 717’ye yükselir. O yıllarda sendikalar içinde işkolu düzeyinde örgütlenenlerin daha etkin olduğu görülür. Yine anılan yıllarda, sigortalıya göre sendikalaşma oranı yüzde 39,1 ‘den yüzde 78,1 ‘e ve yüzde 159,0’a kadar çıkar(19). 1970 yılında sigortalı olmayanların bile sendikalaştığı anlaşılır.
Bu halde, yapılmak istenilen değişiklikle işçilerin var olan sendikalaşmasına engelleme getirildiği ve örgütlü sendika sayısı azaltılmak istenildiği gibi ayrıca kurulalı 3 yıl olan DİSK’in değil gelişmesi doğrudan varlığı hedeflenir.
2821 sayılı yasada sendikanın işkolu düzeyinde kurulacağı (md.3) ve toplu sözleşmeye taraf olabilmek için o işkolundan yüzde 10 ve işyerinde en az yüzde 50+1 üyeye sahip olması zorunluluğu getirilir (2822-md.l2).
2822’ye göre daha ağır koşulu, zorunlu gördüğü anlaşılır.
Sendika kurucusu olabilmek için 274’ü değiştirmek için hazırlanan tasarıda o işkolunda en az 3 yıldan beri fiilen çalışır olmak koşulu, 2822’de 1 yıl olarak yer alır (md.5). Bu konuda da 274 değişiklik tasarısının daha ağır hüküm içerdiği görülür. Bütün bunlarla sendikal yapılanımı değil, yem katılımların olması, var olanların tasfiyesi hedeflenir.
Dayanışma aidatı ödeyerek toplu sözleşmeden yararlanma da, sendikanın onayı şartını hazırlanan değişiklik taslağı öngördüğü halde, 2822 sayılı yasa öngörmez (md.9/3).
Bu ve benzer koşulu ile toplu sözleşme hakkından en geniş katılımlı işçilerin yararlanması engellenir.
Taslak 11 Haziran’da mecliste jet hızıyla 3,5 saat gibi kısa bir sürede görüşülür ve değişiklik, 214 kişinin katılmadığı sırada, 230 kabule karşın 4 ret oyu ile kabul edilir. O dönemin hükümeti AP dışında güçlü partisi CHP’de değişiklikten yanadır.
Sınıfın güçlü tokadı 15-10 Haziran sonrası, yasalaşan değişiklik maddeleri 17 Haziran’da yeniden komisyona gönderilir; görüşülmek üzere.
Evet; bu taslakla kısa vadede, güçlenen DİSK’in varlığına son verilmek ve mücadeleci tabanın potansiyeli bastırılmak hedeflenir. Bu sebeple DİSK taslağı karşı çıkar.
Uzun vadede ise, güçlenen sınıf hareketinin örgütlenmesini ve mücadelesini, izlediği sendikal anlayışla burjuvazinin stepnesi bürokratik sendikal yapı Türk-İş denetimine alma planı yürürlüğe konulmak istenir.
Toplumsal gelişme önüne konulan yasal barikatlar, kâğıttan kaplandır.

1.6 – Haziran ve Türk-İş
1964 yılında Bursa’da yapılan Türk-İş Kongresi’nde yönetime AP’ye yakın sendikacılara gelmeleriyle kabul gören “partiler-üstü politika”, 1966’daki kongrede onaylanır ve ana tüzüğe yazılır. Gerçi bundan öncesinde, sınıftan yana bir politika izlendiği sonucu çıkarılmamalıdır.
Hükümetle iyi ilişkiler kurma, siyasal dalgalanmalardan az etkilenme ve üye kitlesini politika dışında tutma demek olan partiler-üstü politika ile sendikalar işlevsiz kılınır. Bunun gereği olarak toplu sözleşmeler, kamuya ait işyerlerinde, üst düzey görüşmeleriyle halledilir.
Türk-İş’in bu politikayı aleni olarak benimsediği yılların, Amerika’dan parasal yardımların alındığı ve Amerika’da sendikacıların eğitim gördüğü yıllara çakışması, tesadüf hiç değil.
Türk-İş “kafa ve kasa birliği”ni sağlamak amacıyla, merkezi ve daha bağımlı işkolları sendikaları biçiminde örgütlenmeye önem verir.
İşkolu esasına göre ve bağımsız sendikaların üyeleriyle meydana gelmiş federasyonları ulusal sendikalara çevirir. Böylece daha merkezi ve bürokratik yapıyı daha da güçlendiren bir yapıya ulaşır.
Amerikan İktisadi Yardım Teşkilatı (AİD)’nın, Çalışma Bakanlığı aracılığıyla yapa-geldiği “eğitim yardımı” çalışmaları, Türk-İş’in girişimiyle kanal değiştirir. Bununla AİD’nın ayırdığı milyonlar Çalışma Bakanlığı emrine değil, Türk-İş’e verilir.
Hatırlatma: Yardım eden (ya da kredi/borç veren) emperyalist bir ülkenin amacı, o bölgede izlediği politikayı yardım (ya da kredi) alan ülkenin benimsemesini/kabul etmesini sağlamaktır. Ayrıca verdiğinden fazlasını transfer etmesi de bir başka amacıdır. Yani bir taraftan bölge politikasını kabul ettirmek ve diğer yandan kaynak transferi sağlamaktır.
Bu halde sözü edilen yardımın ülkeye geliş kanalının pek önemi yok. Çünkü yardım eden bir Amerikan kurumunun amacı, Amerika’nın bölge politikasına yardımcı olmaktır. Bu, AİD için de geçerli.
Çalışma Bakanı B.Ecevit, “Bilindiği gibi, birkaç hafta önce aldığımız bir kararla, bugüne kadar Çalışma Bakanlığı AİD tarafından yürütülen ‘işçi eğitim projesi’ İşçi Sendikaları Konfederasyonu’na tam yetki ile devredilmiştir… Bu, hükümetin Türk sendikacılara güveninin bir belirtisidir” der (20).
Bu kanalla Türk-İş, 1960-1970 döneminde AİD’den 13,5 milyona yakın yardım alır. Toplam tutar, aynı dönemdeki toplam aidat hâsılatına eşit düzeydedir. Türk-İş bünyesindeki eğitim vb. isimler altında yürütülen faaliyetler ve sendika yöneticilerinin yoğun Amerikan ziyaretleri de bu etkilerin gerçekleşmesinde geniş olanaklar sağlar. Türk-İş üzerinde Amerikan etkilerinin sağlanmasında, AFL-CIO’ya bağlı AAFLI’nın diğer AIFLD’nin yoğun ve etkili bir faaliyet içinde bulunduğu görülür (21).
Türk-İş bir yandan Amerika’dan yardım alırken, diğer yandan da onlar adına faaliyet sürdürmeyi vefa borcu bilir. Bunun gereği sınıf karşıtı politikasıyla, genelinde burjuvaziye özelinde yardım aldığı AİD’ye vefa borcunu ödemeye çalışır. Çünkü kabul ettiği sendikal anlayışı ve bürokratik yapısının varlık koşutu bunu gerektirir. Aksi, varlığıyla çelişir.
Bu konumdaki Türk-İş; sınıfın “Ekmek ve özgürlük” mücadelesine destek değil, köstek olur.
Dünden bugüne bir çıkartma yapacak olursak, toplumsal mücadelenin ve sınıfın tabandan zorlamalarıyla nicel bazı “değişikler” var gözüküyorsa da, bu, esasında bir niteliksel değişiklik yapacak boyutta olmamıştır.
Türk-İş’in sendikal anlayışı sınıf karşıtı bir politika olup, örgütsel yapısı bürokratiktir.
Bu konumda olan Türk-İş, 15-16 Haziran’dan bir ay öncesinde Mayıs’ta yaptığı değerlendirme:
“Cumhuriyetimizin kurulduğu günden bu yana hiçbir dönemde aşırı akımlar geçtiğimiz dönemdeki kadar yıkıcı olmamış ve gelişme istidadı göstermemiştir.” Devamında, aşın sağı faşist bir dikta ve aşın solu komünist bir dikta rejimi çabasında olan bu akımlar; ekonomik şartlan istismar ederek, dar gelirli kişilerin imkânsızlığım fırsat bilip, yıkıcı faaliyetlerini hızlandırmışlar ve geçtiğimiz dönemde her olayın içine işçi hareketi sokulmak istenmiş (özellikle DİSK’in çabalan), fakat Türk işçisinin sağduyusu buna imkân vermemiştir der (22).
Sivil faşist saldırıların TÖS’e, ÎLK-SEN’e, TİP’e ve üniversitelere yöneldiği ve resmi terörün işyerlerinde yoğunlaştığı, hukukçulara bile cübbelerini giyerek yürüyüş yaptıkları koşullarda Türk-İş’in sağı ve solu aşın akımlar diyerek bir potada toplaması anlamlı. Faşist saldırılarla, halkın ve özellikle sınıfın hak arama, özgürlük ve ekmek mücadelesini eşdeğer görmek bir “tarafsızlık” politikası olmayıp, saldırılan onamaktan başka bir anlamı yoktur. Bu da, Türk-İş usulü partiler-üstü politika.
Bunun açılımı olarak 15-16 Haziran 1973 yılında 9. kongrede yapılan yorum: “16-17 Haziran olayları (DİKKAT -tarihi bile bilinçli olarak yanlış yazma- N.O.) temelinde bunların amacının ideolojik olduğundan ve demokrasiye karşı olduğundan en ufak bir kuşkumuz yoktur” (23).
15-16 Haziran soması Türk-İş’in yayınladığı bildiriden (24):
“Kanunda yapılacak değişikliklerle güçsüz, cılız ve sadece bir kısım yöneticilerine gelir sağlamaktan başka işçiye yararı bulunmayan sözde sendikalar ortadan kaldırılacak…
(…)
İstanbul ve Kocaeli civarında başlatılan can ve mal güvenliğini tehdit eden taşlı, sopalı saldırıların ekmek kapımız olan fabrikaları tahriplerin başlıca teşvikçilerinin Türk hâkimi tarafından yıllarca önce mahkûm edilmiş, militan komünistler ve onların işbirlikçileri oldukları kesinlikle önadıdır…
Aziz işçiler! Sendikacı, işçileri teşvik edip sokağa döken, sonra da biz bu hareketin içinde yokuz diyerek meydanı terk eden sahtekâr insan değildir. Türkiye’yi kargaşalığa sürüklemek isteyenlere inanma, onların teşvik ve tahriklerine kanma.”
Bilinen rakam olarak 113 işyerinin ve 150 bini aşkın bizzat işçinin aktif katılımıyla yapılan eylemleri, ideolojik olarak sınıf karşıtı konumda olan bir kurum ya da bu kurum yetkilileri yukarda yaptığım alıntılarda anlatılan biçimde değerlendirir.
İşçilere dağıtılan Türk-İş bildirisinde yer alan ara başlıklar (25):
“Sarı Sendikalara Ne Zaman Dur Denecek”.
“Kızıl İhtilalin Provası”.
“Değişikliği İşçi Kardeşlerimiz istiyor”.
Türk-İş Başkanı Seyfi Demirsoy, “Kanun yeni bir sistem ve nizam getiriyor, memnunluk duyuyoruz” diyerek yasa değişikliklerini savunur. Aynı kurumun Genel Sekreteri Halil Tunç, 15-16
Haziran’ı “İhtilal provası” olarak nitelendirir (26).
Bunun için Türk-İş; sıcağın etkisiyle eriyen yağ gibi, sınıfın gelişen mücadelesi karşısında erimenin korkusunu yaşıyor ve o sebeple, göz kapaklan açık görmeyen bir insanın “artık görebiliyorum” demesi gibi sarı sendikal anlayışa karşı olmanın ve Amerikan dolarları ile işçileri sevmenin ve korumanın “onurunu” taşıyor. Bu yüzden yemin tazeliyor.

1.7 – Niteliği ve Çıkarılan Dersler
1960’lar dünyasında kapitalizmin durgunluğu yaşadığı ve özellikle Güneydoğu Asya’da Vietnam, Kamboçya ve Laos’ta işgalci Amerika’ya ve kara Afrika’sında yıllardır sömüren emperyalist Avrupa ülkelerine karşı anti-emperyalist mücadelenin yükseldiği, bu anlamda Ulusal Kurtuluş Hareketleri’nin yaygınlaştığı yıllardır. Bunun kapitalist pazarı daraltıcı ve ekonomik krizi derinleştirici etkisi olur.
Bu yıllar ülkemizde devrimci ve demokrat potansiyelin kabardığı ve yükseldiği yıllardır; okullarda boykotların yaygınlaştığı, kırsal kesimde toprak işgallerinin olduğu, Doğu’nun bölgesel konumundan kaynaklanan sorunların dile getirilmesi açısından (ismiyle) Doğu Mitinglerinin yapıldığı ve işçilerin ekonomik ve demokratik talepleri için mücadelesinde kararlılığın pek çok örneğini gösterdiği yıllar yaşanır.
15-16 Haziran böyle bir kabarışın önemli bir halkası…
Ağırlıkta ekonomik talepler için mücadelenin verildiği koşullarda, var olan ve fiilen kullanılan sendikal haklara yönelik saldırılarla, bu hakların gaspı hedeflenir.
Hakkın gaspına seyirci kalmayan sınıf, üretimden gelen gücünü fiilen kullanır. 15-16 Haziran… Bu eylemde sınıf, birliğinin gücünü görür: Türk-İş’in tüm engelleme girişimlerine karşın, bu konfederasyonun örgütlü olduğu pek çok işyeri işçileri Haziran eyleminde DİSK’li işçilerle birlikte vardır. Yaratılan bu fiili birlik, 17-18 Haziran’da İzmir, Ankara ve Adana’da eylemlerini sürdürür.
Bu eylemin niteliği konusunda:
15-16 Haziran: Esas olarak sendikal örgütlenmenin etkin olduğu koşullarda fiilen kullanılmakta olunan kısmi demokratik hakları korumak amacıyla, işçilerin İstanbul ve Kocaeli’nde üretimden gelen gücünü kullanması, üretimi durdurması ve gösteri-yürüyüş yapmasıdır. Bu eylem, katılan işçilerin DİSK’li, Türk-İş’li ve bağımsız sendikalardan olması anlamında, sınıfın eylem birliğinin ürünüdür.
15-16 Haziran: Mücadelede yaşanılan sıcaklık, saflarda netlik yaratan en iyi ayraçtır.
15-16 Haziran: Mevcut siyasal düzeni hedeflemeyen bir eylem olmasına karşın, kısmi demokratik kazanımları korumak için bir bölgede üretimi durduran bir eylem olması sebebiyle, siyasal içerikli bölgesel bir genel grevdir.
15-16 Haziran: Eylem kendi içinde bir örgütlenmeyi taşıyor olsa da sınıfın bu eylemi ideolojik olarak ve işçi sınıfının henüz kendi iktidarını hedefler olmaması anlamında da kendiliğindenci nitelikte bir kitle hareketidir.
Esas olarak eylemin örgütlenişini dikkate alarak, 15-16 Haziran’a kendiliğindenci bir hareket olmadığı düşüncesi yalnızca, bu konuyla ilgili kitap çalışması yapan ve yayın faaliyetini sürdüren Sorun dergisi yazarı Sırrı Öztürk tarafından savunulmaktadır (27).
Önemli olan sendikal örgütlü olup olmamasından daha çok, ideolojik olarak eylemin iktidarı hedefleyip/hedeflememesi önemlidir. Eylemin iktidarı hedefler boyuta ulaşması da, sınıfın öncü müfrezesinin varlığına ve fiilen önderliğine bağlıdır.
15-16 Haziran: İşçi sınıfının toplumsal mücadeleye önderlik yapabileceğinin ve temel güç olduğunun somut ve canlı örneğidir.
Fakat o dönem hâkim sendikal ve siyasal anlayış, sınıfın tarihi görevini yerine getirecek misyona uygun olmadığıdır. Çünkü belirtilen anlayış da, toplumsal sorunlara var olan ekonomik ve siyasi yapılanım içinde çözüm arayışları hâkimdir.
O sebeple bu eylem; sınıfın hem kendisi için sınıf olma mücadelesinin zorunlu bir gereği ve hem de burjuvaziye karşı mücadelede zafere ulaşmasının bir gereği olarak, sınıfın öncü müfrezesi-kurmay heyeti partiye duyulan ihtiyacı göstermiştir.
O yıllarda faaliyet gösteren TİP, bu tür bir misyonu üstlenecek konumda değildir.
15-16 Haziran: Sınıfın gücü karşısında burjuvazi arayışlara girer ve iktidar, hemen sıkıyönetim ilân eder. Arkasından gelen değişiklik: 12 Mart.
15-16 Haziran eyleminde, öncesinde ve sonrasında estirilen resmi terör ve artan sivil faşist saldırılar: Toplumsal mücadelenin zoru içererek gelişmesinin yaşanan örnekleridir.

1.8 – 1970 Devalüasyonu
1960’lı ve ’70’li yıllarda benimsenen sanayileşme politikası, hızlı büyümenin bir aracı olarak benimsenir ve gerek korumacı önlemler ve gerekse de çeşitli teşvik kararlarıyla uygulanır:
1- Sanayileşme ithali kısıtlanan dayanıklı-dayanıksız tüketim mallarında yoğunlaşmış ve bu malların üretimi için gerekli olan girdi ve sermaye malları yönünden dışa bağımlılık her yıl daha da artmıştır.
2- Miktar kısıtlamaları, gümrük ve benzeri vergiler, kotalar, yasaklar biçiminde uygulanan korumacı dış ticaret politikası yurt içinde kurulmuş sanayilere önemli koruma avantajları sağlamıştır.
3- Bu sanayileşme politikası emperyalizmin dış borç ve yabancı sermaye yatırımı biçimindeki sermaye ihracı politikasına ters düşmeyen bir yöntemle uygulanmıştır. Korumacı dış ticaret politikasıyla birlikte yabancı sermayeyi teşvik edici yasaların çıkarılması; korunan bir pazara yabancı sermayeli firmaların doluşmasını ve birçok sektörde daha başta tekelci bir yapı kurmaları sonucunu doğurmuştur.
4- Bu sanayileşme politikası ile sektör ve verimlilik gibi konularda seçici davranılmamış, tüm sektörlere ve işletmelere genel bir koruma getirilmiştir.
Bu koşullarda, iç pazarı esas alan bir yapılanım hâkim olmuştur. Bunun da ’70’li yılların sonunda tıkandığı ve bu sebeple, krizin o anlamda yapısal olduğu tartışılır.
’60’lı yıllarda fiyat artışları altında reel ücretler artmış ve bununla, sanayileşme politikası gereği iç pazarda talebin canlandırılması ve o sebeple sanayileşmenin gelişmesi hedeflenir. Fakat ekonomide fiyatları oluşturan maliyet öğeleri: KİT ürünleri fiyatları, kullanılan işgünü fiyatı olan ücret, dışa bağımlılık nedeniyle döviz kuru ve öz-kaynak dışında yabancı kaynak kullanımı sebebiyle faiz haddi olarak sıralanır. ’60’lı yıllarda KİT ürünlerinin ucuz olması, faiz oranlarının düşük tutulması, kur garantisi ve düşük döviz kurları ile pek çok teşvik primleri ve vergi kolaylıkları burjuvaziye tanınan imkânlardır.
1962 yılı sonrasında uygulanan iki beşer yıllık kalkınma planlarında, hedeflenen büyümeler gerçekleşir. Fakat tarım ve sanayi sektörleri dikkate alındığında hedeflenen büyüme oranlarından hayli düşük oranlarda büyüme sağlanır. Demek ki, global olarak büyüme, hizmetler, ulaşım gibi sektörlerdeki şişmelerden kaynaklandığı anlaşılır.
Bu nasıl sağlıklı büyüme politikasıdır ki, ikinci planın uygulandığı yıllarda (1967-1972) ekonomi politikalarda değişiklikler yapılır.
Fiyatlar 1967 yılından sonra tekrar hızlı artış temposuna girer ve bugüne göre düşük ama o yıllara göre hayli yüksek oranlarda artar. Ayrıca uluslararası kapitalizmin içinde bulunduğu ekonomik durgunluk, dışa bağlı ülkeleri var olan ekonomik kanallar aracılığıyla etkiler. Dış dünyada olan gelişmeler o derece etkili olur ki, ABD 1971 Ağustos’unda doların altın konvertibilitesini tamamıyla kaldırır.
1965 yılına göre yüzde 90 artan dış borçlar 1970’de 1,9 milyar dolara yükselir. Aynı yıllarda TL ile ödenecek dış borçlar yüzde 31,3 artar ve 4,2 milyar TL’ye çıkar.
İç borçlarda artan seyir izler; 1965’e göre yüzde 70,6 artarak 1970’de 17,4 milyar TL’ye yükselir.
İncelenen bu dönemde yurtdışına işçi göçü ile istihdama kısa vadede geçici çözüm sağlanıyorsa da, uzun vadede bu etkinin zayıflayacağı bugün daha net olarak anlaşılır. 1970’de yurtdışında yaklaşık 481 bin işçi çalışır. Ülkeye getirdikleri dövizler toplamı 10,7 milyar TL ulaşır (28). Bu, o yıllarda iyi bir finansman kaynağıdır.
1970 Ağustos’unda başta kambiyo politikası olmak üzere, dış ticaret ve para-kredi ve fiyat politikalarından bir dizi ekonomik kararlar alınır. Bunun gereği olarak doların değeri 9 TL’den 15 TL’ye yükseltilir.
Ki bu 1970 yılında doların gerçek değeri 13,97 (29) iken, Demirel hükümeti bundan daha fazla miktarda belirler.
Ayrıca, bugün Özal’ın ’80’ler enflasyonunun nedeni olarak gösterdiği DÇM uygulaması; Demirel hükümeti ve DPT müsteşarı Özal’ın olduğu 1967 yılında gündeme gelir.
Bu kaçıncı deneme/yanılma.
Özal’ın tarihi: Deneme ve yanılma tarihidir.
Eh ustası Demirel’i unutmayalım…
Bu türden her kararda olduğu gibi, bu ekonomik kararlarda uluslararası finans çevresinin (Dünya Bankası, IMF) ürünü olarak gündeme gelir.
Sahibinin sesinden, o yıllarda Demirel’in DPT Müsteşarı Özal: “Para Fonu (yani IMF-N.O.) bize ilk ağızda 15 TL’yi önermeye karar vermişti. Bizim pazarlığa oturarak bunu aşağı indireceğimizi, bu yolu seçmişti. Oysa biz de devalüasyonu biraz avanslı tutmayı, ihracat ve işçi dövizi gelirlerini artırma açısından yararlı buluyorduk. Doların gerçek değeri 13-14 TL arasındaydı, ama biz bu düşünceyle gerçek değer üstünde bir fiyat saptamasından yanaydık. Bu nedenle 15 TL’lik öneriyi kabul ettik (öneren, IMF-N.O.). Bir pazarlık bekleyen Para Fonu temsilcileri bile buna şaşırdılar (köle ruhluluğun dik alası-N.O.)” der (30).
Evet, Özal, IMF temsilcilerini hep şaşırtır.
24 Ocak 1980’de böyle olur:
Yine Demirel hükümette ve DPT Müsteşarı Özal’dır. Ocak 1980 öncesi IMF Türkiye masası şefi Woodward, 1 dolara 47 TL’den Mart ayında 60 TL olacak miktarda devalüasyon yapılmasını önerir. Fakat Özal 1 doları 70 TL’ye çıkarır, 24 Ocak’ta. Woodward 160 milyarlık zam yapılmasını ister ve hatta “çok mu?” diye de sorar. Ancak Özal 400 milyarlık zam paketi hazırlar. Bu kadar zammı duyan Woodward: “Şaka yapmıyorsunuz değil mi, Mr. Özal?” der. Kalkarken de İngilizce “Aman Allah’ım, bu harika…” der. (31)
Özal IMF’yi hep şaşırtır: 1983 yılı sonrasında da olduğu gibi… Karikatürize edersek “elin gâvuru bile, Özal’dan daha insaflı”.
Yaranma ve köle ruhluluk…
1970 devalüasyonu konusunda da Demirel dış borç için “yapmak zorundaydık” der (32). Kredi alınır: 9 Ağustos kararından hemen soma üç yıl vade ile 1 milyar dolarlık kısa vadeli kredi verir, IMF (33).
Bugünün “Demokrasi” havarisi Demirel; hem işçi sınıfının demokratik kazanımlarına saldıran ve hem de IMF direktiflerini onları şaşırtan şekilde uygulayan, halkın özgürlük ve ekmek mücadelesi düşmanı, sermayenin sadık politikacısıdır. Özal da çırağıydı, ama ’80’lerde Eylül Karabasanından aldığı güçle o da ustalaştı.

KAYNAKÇA:
1- ’86 Petrol-İş, sf. 46-48
2- Türk-İş, 9. Kongresi Raporu, 1973, Yay. No: 77, sf. 504.
3- İbid, sf. 386
4- DİE, yay. no: 568, sf. 464-465; DİE, yay. no: 756, sf. 186-187.
5- Korkut Boratav, Yapıt Dergisi, sayı: 1,1983, sf. 7-18.
6- Türk-İş, 9. Kongresi, sf. 396.
7- DİE, İmalat San. Anketleri, Aktaran, Kaya Özdemir, Türk Ekonomik Hukuk Araştırmaları, Vakfı, 1982, sf. 55.
8- SSK. İstatistik Yıllıkları ve İTO-TFE, Aktaran, Doç. Dr. Alpaslan Işıklı, Ücret, Doğan Yayınevi, Ankara, 1975,eki.
9- DİSK, 7. Kongre Raporu, 1980, sf. 92.
10- Türkiye Denizciler Sendikası, Eğitim Dizisi-8, sf. 45.
11- Tunç Tayanç, ODTÜGD, 1980, C.7, sf: 1-2.
12- MESS Gazetesi, sf: 169,1 Haziran 1972, Aktaran, Yıldırım Koç, Türkiye’de Sınıf Mücadelesinin Gelişimi -1, Birlik Yayıncılık, Ankara, 1979, sf. 112.
13- Türk-İş, 8. Kongresi Raporu, Erzurum -11 Mayıs 1970, yay. no: 67, sf. 84.
14- Cumhuriyet, 3-14 Haziran 1970.
15- Türk-İş, 8. Kongresi, sf. 396.
16- İbid, sf. 429-431, 439, 457.
17- Türk-İs. 9. Kongresi, sf. 262, 276.
18- Cumhuriyet, 17 Haziran 1970. 19-DİE, İstatistik Yıllığı, 1973. sf. 177; ’86 Petrol-İş, Tablo. 104.
20- 22 Ocak 1962, III. Çalışma Meclisi Açış Konuşması, Aktaran, Kemal Sülker, age, sf. 80.
21- Alpaslan Işıklı, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yay., C. 7 sf. 1832.
22- Türk-İş, 8. Kongresi, sf. 79, 81-82.
23- Türk-İş, 9. kongresi, sf. 194, 197.
24- Cumhuriyet, 17 Haziran 1970.
25- Türk-İş, 9. Kongresi, sf. 11.
26- Cumhuriyet, 17 ve 29 Haziran 1970.
27- T. A. – S. Öztürk, age, sf. 450-455.
28- İİBK, yay. no: 111, sf. 62, Aktaran, T/B, yay. no: 12, sf. 53.
29- Anne O Krueger, … Aktaran, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ekonomisi (1923-1978), Ak bank Kültür Yayını, İstanbul, 1980, sf. 547.
30- A. Başer Kafaoğlu, Enflasyon, Tekin Yay. 2. Basım, İstanbul, 1981, sf. 302.
31- Emin Çölaşan, 24 Ocak – Bir Dönemin Perde Arkası, Milliyet Yay. İstanbul, 1983, sf. 62-85.
32- Abdi İpekçi, Röportaj, Milliyet -1971 Yıllığı, sf. 29, Aktaran, A.B. Kafaoğlu, age, sf. 304.
33- Cumhuriyet, 11 Ağustos 1970.


EK:

İŞÇİ HAREKETİNDEN BİR KESİT

1 – 1963 Öncesi Eylemler
1963 yılında 274 ve 275 sayılı yasalar kabul edilmeden önce, 1961 ile 1963 yıllan arasında yapılan eylemler (1):
25 Kasım 1961: İzmir’de Sümerbank’a bağlı işyerlerinde çalışan 5000’e yalan işçi “grevsiz sendika olmaz”, “hakkımızı biz alırız” sloganlarıyla gösteri yaparlar.
31 Aralık 1961: İstanbul’da Saraçhane’de 200 bin işçinin katıldığı miting yapılır.
Ocak 1962: İstanbul liman işçileri, Aralık 1961 sonunda işyerini terk ederek üretimi durdururlar ve işçilerin istemlerinin kabul edilmesi üzerine eylem 4’üncü gün sonrasında biter.
1962: Antalya’da işsizler miting yapar, “işçiler ekmek bulamazken, zenginler pasta yiyor” pankartını taşırlar.
3 Mayıs 1962: Ankara’da Yapı-İş Sendikası’nca miting düzenlenir ve 5 bini aşkın işçi katılır. Mitingde yapılan konuşmalarda asgari Üretim yeniden saptanması ve çalışma şartlarının düzeltilmesi istenir. Yürüyüş sonrası, yaklaşık 500 kişiyi polis tutuklar.
1962: İstanbul’da Gümüş Motor Fabrikası’nda üretim durdurulur.
Haziran 1962: Bursa’da otobüs şoförleri sefere çıkmayıp, işbaşı yapmazlar.
23 Temmuz 1962: İzmir’de 300 temizlik işçisi 16 saatlik işgünü yerine 8 saatlik işgünü ve 7 lira gündelik yerine 10 liralık gündelik talebiyle, işi durdururlar. Eylem bir gün sürer ve ordu müdahale eder. İzmir Belediyesi, isçilerin taleplerini kabul eder.
1962: İstanbul’da Derby ve Bozkurt Lastik fabrikalarında isçiler üretimi durdururlar.
1962: Zonguldak-Ereğli’de ikinci Demir Çelik Fabrikası inşaatında çalışan 103 sendikalı isçinin işten atılması üzerine isçiler, akardan işçilerin geri alınması talebiyle eylem yaparlar. 31 Ocak/4 Mart 1963-KAVEL:
Bu direniş, 1963 yılında çıkarılan yasaların mecliste görüşülürken yapıldığı ve yasaların hazırlanmasında etkili olduğu için önemlidir.
İşverenin yılbaşı ikramiyesini ödememesi üzerine, 275 Sayılı yasanın yasallaşmamasına ve var olan çalışma mevzuatında da grev yer almamasına karşın, yine de işçiler grev kararı alır.
Bunun üzerine işveren 9 Şubat 1963’te lokavt ilan eder. İşverenin lokavt kararı üzerine, 175 grevci işçi de fabrikayı işgal eder.
İşverenin çağrısı üzerine işyerine gelen polislerin sebep olduğu gelişmeler dolayısıyla, birçok işçi yaralanır. Ve pek çok işçi tutuklanır. Eylem soması 13 işçi işten atılır.
Bu eylem, genel olarak işçilerin sempatisini kazanır ve örgütlü sendika Maden-İş ve Likat-İş’in oluşturduğu grevcilere dayanışma cephesinin çalışmaları sonucu kısa bir süre içinde, işçilere 100 bin TL. yardım toplanır.
Eylem başta işçilerden olmak üzere genel olarak halktan sempati toplayan Kavel grevi ile ilgili 2 Mart 1963 tarihinde Başbakan Yardımcısı T. Feyzioğlu ile Çalışma Bakanı B. Ecevit gibi hükümet yetkililerinin de devreye girmesi üzerine, 4 Mart’ta işveren ile işçiler ortak bir protokol imzalar.
Protokol gereği olarak işveren, ikramiyeleri ödemeyi ve atılan 13 işçiyi tekrar işe almayı kabullenir.
1961-1963 döneminde (ve yalnız 1963 yılı) toplam eylemler: 16(5) grev, 6(4) oturma eylemi, 7(-) sakal bırakma eylemi, 5(-) miting ve gösteri. 12(2) sessiz yürüyüş, 126(17) bildiri ve demeç ve 10(4) diğerleri.
274 ve 275 sayılı yasaların kabul edilmesinden önce girişilen eylemlerin etkinliğinden ve sınıf tarafından da genel kabul görmesinden dolayı hükümet iş uyuşmazlıkları veya 20 Şubat 1947 tarihli 5018 sayılı kanun gereğince kurulmuş işçi örgütleri ile işverenler ve işveren örgütleri arasında çıkan uyuşmazlıklar dolayısıyla TCK 201, 258, 266 ve 273 maddeleri hükümleri ve Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun cezai hükümlerine giren suçlar ve bu suçlardan dolayı verilmiş cezalar affedilir.
Sınıf tarihi açısından bu af gerekçesi üzerine dikkatli olarak durulması gerekiyor. Çünkü iktidar, bir gücün eylemlerini dikkate almak zorunda kalıyor.
274 ve 275 sayılı yasalar, Temmuz 1963 tarihinde kabul edilir.

2 – Haziran Öncesi Eylemler
10 Mart 1965-Zonguldak, ücret artımından (50 ile 200 kuruş olan liyakat zammından) tüm çalışanların yararlandırmaması, işyeri yönetiminin baskılarım ve sendikanın tavrım protesto etmek için 5000 işçinin çalıştığı Ereğli-Kömür İşletmeleri’nin Kozan Bölgesi Gedik ocağında 1500; işçi 10 Mart’ta greve çıkar ve işyerini işgal ederler. Çalışmaya gelen diğer işçileri de engellerler.
Eylem üzerine işyeri, jandarma tarafından çevrilir. Bu koşullarda örgütlü G. Maden-İş Sendikasından 5 sendikacının işçiler ile konuşmak için işyerine gittiklerinde işçilerden, sopa yerler. Türk-İş’e bağlı Maden İşçileri Federasyonu Başkanı Kemal Özer: “Hakiki bir işçi hareketi değildir” ve o sebeple eylemin kırılması gerektiği yönünde demeç verir.
12 Mart gecesi askeri birlikler işyerine saldırır, pek çok işçi ve 15 jandarma yaralanır. Ayrıca süngü yarasıyla Mehmet Çavdar ve mermi ile Satılmış Tepe adlı iki işçi ölür.
Bu haberlerin radyodan yayınlanmasına hükümet, yayın yasağı koyar.
Eylem 13 Mart’ta biter ve işçiler 14 Mart’ta işbaşı yapar (2).
1967: Doğu Mitingleri yapılır.
8 Şubat 1968: Zonguldak, Ereğli Kömür İşletmesi Kozlu’da 6239 ve Üzülmez’de 7403 yani yaklaşık toplam 15 bine yakın maden işçisi çalışır. Toplu sözleşme görüşmelerinin uzaması üzerine işçiler, işbaşı yapmazlar-(6 Şubat). Eylemin İkinci günü 7 Şubat’ta 5 bini aşkın işçi, gelişmelere tavırsız kalan sendikayı basar. Eylem sebebiyle günlük zarar yaklaşık 5 milyon TL (abartılı miktar-N.O.) kadardır. Karabük’ten gelen polisin işçilere saldırması üzerine çıkan çatışmada pek çok işçi ve 13 polis yaralanır (8 Şubat). Eylem kırılır. Köylerine dönen işçilerden ikisi yolda öldürülür (10 Şubat) (3).
1968: Öğrenci gençliğin üniversite işgalleri.
15 Aralık 1969 – Öğretmenler Boykotu: öğretmenlere yönelik artan saldırılar üzerine, Türkiye çapında 3 günlük boykot yaparlar. Boykota TÖS ve İLK-SEN’e bağlı 100 bini aşkın öğretmen katılır (15 Aralık). Türkiye Kamu Personeli Sendikaları ile T. Sağlık Kurumları Per. Sendikası eylemi desteklediklerini açıklar. Bazı lise ve fakülteler de öğrenciler destekleme boykotu yaparlar. Eylem sebebiyle Ankara Valisi TÖS ve İLK-SEN hakkında soruşturma açar. Eylem sonrası 101 öğretmene işten el çektirilirken, 2 bini hakkında da idari soruşturma açılır (4).
Şubat 1969: Taksim’de yapılan gösteriye dinci grupların saldırısı sonucu çıkan çatışmada, Duran Erdoğan ve Turgut Aytaç adlı iki devrimci-demokrat öldürülür. Bu, katliam yapıldığı adıyla, KANLI PAZAR olarak anılır.
13 Haziran 1969-ALPAGUT: İşçiler işyerini işgalle yetinmeyip, kendileri hem üretip hem de satışını örgütlemişlerdir.
İşyeri yönetiminin keyfi davranışları sebebiyle, üretim yapılamadığı gibi işçilerinde ücretleri zamanında ödenmez. Bu sebeple de, daha önce 1968 yılında 43 gün süreyle grev yapılır.
Bu yılda: 1969’da işyerinde çalışma ve yaşam koşullarının daha da kötüleşmesi üzerine, yetkili sendika Alpagut ve Çevresi Maden İşçileri Sendikası (AÇMİS) işverene başvurur; cevap alamaz. Bu sebeple 13 Haziran’da işyeri işgal edilir.
Çalışan 786 işçinin amacı, üretimi ve satışı yaparak, ücretlerini elde etmek ve işletmenin üretken olduğunu ortaya koymaktır. Kendi aralarında işyeri örgütlülüğü oluştururlar ve işyerini yönetecek bir “İşçi Kurulunu” seçerler. Günlük 280 ton olan üretim miktarı, 480 tona çıkar.
İşçiler satışla da ilgilenirler.
Bu çalışma tarzı, köylülerin sempatisini kazanır.
Gelişmeleri izleyen zamanın Demirel hükümetinin direktifiyle valilik isçilerle görüşür ama işçiler işyerini terk etmezler. 17 Temmuz’da Ankara’da gönderilen özel jandarma birliği ve yerel polis-jandarma güçlerinin yardımıyla zorla maden ocağına girerler. Çıkan çatışma sonucu, eylem kırılır. Beşi sendikacı olmak üzere 13 işçi tutuklanır.
Yetkili sendika ile işveren Çorum İl özel İdaresi toplu iş sözleşmesi imzalar. Çıkarılan işçiler tekrardan işe alınırlar (5).
Gözlem: Alpagut olayı ile işveren/sermayedar olmadan işçinin üretimi sürdüreceğinin örneğini oluşturur. Buna karşın, işçi olmadan sermayedar olsa da, üretim yapılamaz. İşleyiş, salt üretimle sınırlı kalmaz. Ayrıca, satışıyla da ilgilenirler. Hem üretim ve hem de satış halkaları birlikte, işçilerin oluşturduğu kendi örgütleriyle yapılır. Sınıfın yönetebileceğinin canlı örneği. Eylem bir yönüyle de burjuvaziyi tedirgin eder. Çünkü üretim yerinde sermayedara ihtiyaç olmadığını göstermekle birlikte doğrudan özel mülkiyet hakkı da tehlikeye girer. O sebeple eylemin kırılması için, burjuvazi bizzat Demire iktidarı denetiminde merkezi düzeyde ilgilenir. Eylem, ülke genelinde halk tarafından desteklenir. Bir yanda burjuvazi eylemi kırmayı çalışırken diğer yanda dayanışma içinde bulunan halk güçleri eylemi yaşatma mücadelesi verir.
29 Aralık 1969.TOPKAPI/GAMAK DİRENIŞİ: 514 işçinin çalıştığı Gamak Elektrik Motorları Yapım Fabrikası’nda, 504’ü T. Maden-İş Sendikası üyesidir. Yaklaşık iki aydır 350 işçi hammadde yoktur diye çalıştırılmaz ve 22 Aralık’ta polisler bir bildiri dağıtır. Bildiride 124 işçinin işten çıkarıldığı yazılır. İşveren işçileri ücretlerini almaları için fabrikaya çağırır. İşçiler fabrikaya gittiklerinde işyeri kapısında polisle karşılaşırlar ve 36 polis, 300 işçi tarafından çembere alınır. Polis tabancasını kullanarak, işçilere saldırır. Çatışma sonunda sendikacı Şerif Aygün adlı işçi mermi ile öldürülür, 7 işçi ve 21 polis de yaralanır (6).
6-8 Şubat 1970-ZONGULDAK/KOZLU: Toplu sözleşme görüşmelerinin uzaması (3 aydır) ve ücret artışı taleplerinin yerine getirilmemesi (daimi işçilere verilen çocuk yardımının münavebeli işçilere verilmemesi) üzerine, isçiler 6 Şubat’ta ocaklara inmeyerek işbaşı yapmazlar. İşçilerden bir grubu G. Maden-İş Sendikası önünde gösteri yapar: “Satılmışlar, size güvenmiyoruz, para yiyerek sözleşmenin imzalanmasını geciktiriyorsunuz” diye slogan atarlar. Ayrıca işyerini gelen sendika arabasını da tahrip ederler. İşçilerin sendikaya karşı bu tavırları, sendikanın izlediği işçi düşmanı politikasının bir başka yönden anlatımıdır. Eylem üç gün sürer. Yapılan anlaşma üzerine işçiler, 9 Şubat’ta işbaşı yaparlar(7).

3 – Haziran’da Eylemler
Cumhuriyet gazetesi yıllıklarından yaptığım çalışmaya göre, belirleyebildiğim eylemler:
17 Mayıs 1970: ECA Pres Fabrikası’nda (İstanbul) 600’den fazla işçinin iki sendikaya birden aidat kesilmesini protesto etmek için işçiler, 10 gün süreyle direniş yaparlar.
20 Mayıs 1970: İstanbul/Alibeyköy’de Öz Kardeşler Çivi Fabrikası’nda iki işçinin işten çıkarılması üzerine, işçiler tarafından fabrika işgal edilir. Çıkarılan işçilerin tekrar işe alınmasıyla direnişe son verilir.
1 Haziran 1970: Ambarlı tesisleri grup müdürlüğünde çalışan 700 işçi, Tes-İş Sendikası ile işverenin imzaladığı toplu iş sözleşmesinden doğan hakların verilmemesi üzerine işbaşı yapmazlar.
Yine 1 Haziran’da TMMOB Personel Kanunu’ndaki yapılan değişiklik sebebiyle, 30 bine yalan mühendis ve mimar ve teknik elemanın katıldığı iki günlük boykot yapılır.
2 Haziran 1970: Silivri’ye bağlı Değirmenköy halkı, Çorlu’nun “Esece Çiftliği” topraklarını (üç bin dönüm) yeniden işgal ederler, önceki işgal sırasında ektikleri buğdayları yeşilken biçerek hayvanlarına yem yaparlar. Köylüler: “Toprağımızı kimseye yedirmeyiz; tarlalardan ölümüzü çıkarırlar” der.
3 Haziran” 1970: Ankara’da Galvaniz Fabrikası’nda çalışan 400 işçi, üç işçinin işten çıkarılmasını protesto etmek için fabrikayı işgal ederler.
5 Haziran 1970: Personel kanundaki değişiklik sebebiyle, bir grup sağlık personeli İstanbul-Beyazıt’ta çadır kurarak açlık grevine başlar.
9 Haziran 1970: 43 gündür direnişi sürdüren Günterm Fabrikası işçileri, işverenin ücret alacaklarını vermemesi üzerine fabrikayı işgal ederler. Alpagut’ta olduğu gibi kendileri üretim yaparlar.
14 Haziran 1970: İktidarın saldırılanın ve personel kanunundaki değişikliği protesto etmek amacıyla, Türk-Persen Ankara’da yürüyüş yapar.
Yine aynı gün Hayrabolu’da üç bin tarım işçisi ücretlerinin artırılması isteyerek işbaşı yaparlar. Gündeliklerinin 12,5 TL’den 17,5’e yükseltilmesiyle eyleme son verirler.
16 Haziran 1970: 14 bin aşkın pancar işçisi gündeliklerinin artırılması için gösteri yaparlar. Ayrıca Alaşehir’de binlerce bağcı miting yapar.
15-16 Haziran: 14 Haziran’da DİSK’e bağlı sendikaların İstanbul, Ankara, İzmir, Kocaeli ve Sakarya temsilcilerinin yaptığı ortak toplantıda, Meclis’teki tasarılar geri alınıncaya kadar 15 Haziran’dan itibaren işbaşı yapmama kararı alırlar.
İşçiler eylemin başarıyla yürütülebilmesi için kendi aralarında örgütlenirler.
Direnişin 1. günü 15 Haziran’da 70 bin işçi, işbaşı yapmaz. Bu işyerlerinden bazıları; Türk Demir-Döküm, Otosan, Sungurlar, Singer, Arçelik, Hoover, Rabak, Profilo, Philips, Aygaz, AEG, Grundig ve AUER vs. DİSK’e ve Türk-İş’e bağlı (sendikalara örgütlü olduğu EAS, Mutlu Akü, Koruma İlaçları, Chrysler, Makine-Tarım ve Cibali Tekel vs.) işçiler eyleme katılır.
TMMOB-İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi yayınladığı bildiride, eylemi desteklediklerini açıklar.
Ayrıca aynı gün TIPKON (memur sendikası) üyesi memurlar, personel kanununda yapılacak değişiklikleri protesto için saat 09’dan itibaren işi yavaşlatırlar ve bu direniş 16 Haziran akşamına kadar sürer.
Direnişin 2. günü 16 Haziran’da eyleme 150 bini aşkın işçi ve 113 işyeri katılır. İşçiler işbaşı yapmazlar ve ayrıca da topluca İstanbul şehrinin belirli merkezlerine doğru yürüyüşe geçerler. Polisin ve jandarmanın kurduğu barikatlar aşılır. Yürüyüş kollarının geçtiği yerlerdeki işyerlerinde çalışanlar işi bırakır ve yürüyüş kortejine, katılırlar. Böylece direnişe katılım 2. günde daha fazla olur. Barikatları aşmak için çıkan çatışmada, 16 Haziran günü Hüseyin Kahraman ve Yaşar Yıldırım (Mutlu Akü’den) adlı iki işçi ve Kadıköy’de esnaf Abdurrahman Bozkurt ölür. Ayrıca yaralı bir işçinin de, 19 Haziran’da ölmesi üzerine; toplam üç işçi hayatını kaybeder. 100’ü aşkın yaralanan işçi olur. 16 Haziran’da bir de polis ölür.
Aynı gün 16 Haziran’da İstanbul ve Kocaeli’nde bir ay süreyle sıkıyönetim ilân edilir
Aynı gün bir ses: Kemal Türkler’in radyoda yayınlanan mesajı:
“İşçi kardeşlerim… Beni iyi dinleyiniz… Bizler Anayasaya sımsıkı bağlı işçiler olduğumuz için hiçbir hareketimiz Anayasaya aykırı olamaz. Ne var ki bizim aramıza çeşitli maksatlar güden kişiler, çeşitli kılıklara bürünerek girebilir. Hatta kötüsü, gözbebeğimiz şerefli Türk Ordusunun bir mensubuna kötü maksatla taş atabilir, tahrikler yapabilir. DİSK Genel Başkanı olarak sizi uyarıyorum” (8).
Türkler’in mesajı radyodan yayınlanırken, “gözbebeği” ordu birlikleri fabrikaları sarar ve işçileri tutuklamaya başlar. Demecin, eylemin doruğunda iken yayınlanması yoksa bir tesadüf mü?
Eylem: Birleşen iki davranış.
Burjuvazi resmi terörü artırma ve sendika lideri de “yangına” su sıkma gayretinde.
Kime mi, karşı? İşçi sınıfına…
Zaten işçi sınıfı burjuvazi ile hiç teke tek karşılaşmadı! Hep sınıf içinde burjuvaziyi destekleyicilerin ihanetine uğradı.
Uğruyor: En son 1989 Mayıs’ında olduğu gibi…
Haziran’da eylem, iki gün sürer ama İstanbul’da işi yavaşlatma biçiminde eylemler (Türk Demir-Döküm, Derby, Sungurlar, Rabak, Auer, Otosan, Arçelik, Vita ve Elektro-Metal vs.) ay sonuna kadar devam eder.
Ayrıca eylem somasında işyerlerinde işçi kıyımları yaşanır:
Cumhuriyet gazetesi, 2267 işçinin işten atıldığını ve bunun 44’ünün işçi temsilcisi olduğunu ve 133’ünün tutuklandığını sonra 112’sinin tahliye edildiğini yazar (9).
Yapılan bir başka çalışmada toplam 5090 işçinin atıldığını yazar. Bazı işyerlerine ait döküm: Sungurlar 150, Otosan 756, Man 546, İzmir Aliağa 480, BMC ve Çelik Montaj 300’er, Adel Kalem 234, Otomarsan 105, Uzel Traktör 200, Haymak 150, Gıslavet 131 ve Derby 104 vs. sıralanır (10)
Eylem İstanbul ve Kocaeli ile sınırlı kalmaz (11):
İzmir’de DİSK’in örgütlü olduğu 13 işyerinde çalışanlar, 24 saat süreyle işbaşı yapmazlar (18 Haziran).
19 Haziran’da ortak bildiri yayınlayan 18 sendika, DİSK’i ve eylemci işçileri desteklediklerini açıklar.
24 Haziran’da hiçbir konfederasyona bağlı olmayan 131 (bazı yayınlarda 70) bağımsız sendika,
“Bağımsız İşçi Sendikaları Genel Direniş Komitesi” adıyla bir komite oluştururlar. Bu örgütlenme, 274 ve 275 sayılı yasalarda yapılmak istenilen değişikliğe karşı, ülke çapında eylem yapılması kararım (yapılan bir forumda) alırlar. Sıkıyönetimde açılan davalar:
7 Temmuz 1970: İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığında 85 işçi,
11 Temmuz 1970: İzmit’te yine sıkıyönetimde 11 işçi.
18 Ağustos 1970: Dev-Genç üyesi 9 öğrenci hakkında dava açılır.
Bu davaların ilginç delili, 14 Haziran 1970 tarihinde Lastik-İş Sendikası merkez binasında DİSK’e bağlı sendika yöneticileri ve temsilcilerle yapılan toplantının alındığı teyp bandı, 20 Haziran’da polisin yaptığı sırada bulunur. Savcı konuşanları mahkemeye delil olarak sunar (12).
4- Haziran Sonrası Eylemler
15-16 Haziran sonrasında 1970 yılında yapılan eylemler (13):
22 Temmuz: Fındık üreticileri düşük taban fiyatım protesto etmek için gösteri yapanlar ve polis saldırısı sonunda bir üretici ölür.
12 Ekim: 370 işçinin çalıştığı Plastel fabrikasında 20 işçinin işten çıkarılması üzerine, işçiler bu işçilerin tekrar işe alınması için 7 saat süreyle fabrikayı işgal ederler.
13 Ekim: İstanbul Gıslavet lastik fabrikasında çalışan 1300 işçi, işverenin 15-16 Haziran günlerine ait (fabrika işçileri bu eyleme katılır) ücretlerini ödememesini protesto etmemek amacı ile 13 Ekim sabahı işyerinde oturma eylemi yaparlar. İşyerinin kapılarını da kaynakla kapatırlar. Polis kapılan buldozerle kırar. Saldırı sonrası Hüseyin Çapkan adlı işçi ölür. 35’i işçi olmak üzere 50 İrişi yaralanır. Eylemin kırılması sonrasında 103 işçi işten çıkardır.
– Üç aydır ücretlerini alamayan 200 YSE işçisi (Eskişehir), işbaşı yapmaz.
– Ayrıca 250 kadar PTT işçisi oturma eylemi yapar (işyerine ait şehir ismi verilmemiş).
14 Ekim: ’70 Ağustos ekonomik kararlarını protesto etmek için bakkallar ve bayiler; Ankara, Kütahya, Kırşehir ve Trabzon’da üç günlük boykota başlarlar. İşyerlerini açmazlar.
31 Aralık: 28 Aralık’ta Türk-İş yayınladığı bildiride, “işçileri memurlaştırmayı sürdüren çalışmaların yılbaşına kadar durdurulmaması ve işçi ikramiyelerin de aynı süre içinde ödenmemesi halinde, 1 milyon üye işçimiz işi durduracaktır” der. Bundan bir gün sonra sendika genel merkezine bombalı saldırı yapılır. Bunun üzerine 31 Aralık’ta Türk-İş’e bağlı sendikalara üye işçiler, saat 09 ile 11 arasında iki saat süreyle işbaşı yapmazlar (14). Türk-İş Genel Sekreteri Halil Tunç, “Türk işçileri başarılı bir sınav vermişlerdir” diye demeç verir. Eyleme DİSK’li işçiler de katılır (15). Bu eylem ile ilgili olarak, Yol-İş Sendikası Eğitim Uzmanı Yıldırım Koç, bu genel grev girişiminin ne kadar başarıyla uygulandığı konusunda kesin verilerin mevcut olmadığını yazar (16).

KA YNAKÇA:
1- M. Şehmuz Güzel, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, iletişim Yayınlan, C.7;Kemal Sülker, 100 Soruda İşçi Hareketleri, Gerçek Yayınevi, 3. baskı, 1976.
2- Cumhuriyet, 11-17 Mart 1965.
3- Cumhuriyet, 8-11 Şubat 1968.  .
4-Cumhuriyet, 15-17-Aralık 1969.
5- M. Ş. Güzel. Ansiklopedi, C.7, sf.1864-1866.
6- Cumhuriyet, 30 Aralık, 1969
7- Cumhuriyet. 7-9 Şubat1970.
8- Milliyet, 17 Haziran 1970.
9- Cumhuriyet, 16 Eylül 1970.
10- Türkiye Solu, sy: 1, 15 Nisan 1971, Aktaran T. Arınırr – S.Öztürk, 15-16 Haziran, Sorun Yayınları, İstanbul, 1976, sf.107.
11- Cumhuriyet, 15-24 Haziran 1970.
12- T. A.-S. Ö, age, sf.182-257.
13- Cumhuriyet, 23 Temmuz, 13-21 Ekim 1970.
14- Türk-İş, 9. Kongre Raporu, 1973, sf.52-66.
15- Cumhuriyet, 1 Ocak 1971.
16- Yıldıran Koç, Türk-İş, Neden Böyle? Alan Yay., İstanbul, 19U, sf.?3.

Haziran 1989

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑