Emperyalist Kapitalizm Ve Çevre Krizi

Halk sağlığını ciddi bir tehditle karşı karşıya bırakan Çernobil kaynaklı radyoaktif kirlenmenin boyutlarının, üzerinden yedi yıl geçtikten sonra açığa çıkması, olayın “Radyasyon Skandalı” olarak adlandırılmasına neden oldu. Olay, günlük gazetelerin ilk sayfalarında genişçe yer aldı, her gün yeni bir ayrıntı açığa çıkarıldı ve sonuçta ciddi boyutlardaki kirlenmenin “devlet ve millet menfaati için” gizlendiği tartışma götürmez biçimde gözler önüne serildi. Aynı dönemde yaşanan başka çevre olaylarıyla birlikte, çevre kirliliği sorunu Türkiye tarihinde görülmedik ölçüde aktüelleşti,
En basta, Türkiye’nin belli başlı büyük kentlerinde, hava, solunamaz ölçüde kirlenmişti. Havaya düzenli olarak pompalanan atıklara, kış aylarında ısınmak amacıyla kullanılan yakıtların çıkardığı gazların eklenmesiyle, kapitalizmin “kabul edilebilir” saydığı oranın kat kat üzerinde kirlenme ortaya çıktı.
Diğer önemli bir tartışma, Asbestli bir geminin sökülmek üzere Tuzla Tersanesi’ne çekilmesi ekseninde yapıldı. Tam 21 yıl boyunca ABD’de sökülmeden bekletilen United States adlı gemi bir Türk armatörce “Satın alınmıştı” ve söküm işlemi Türkiye’de gerçekleştirilecekti!
Bu tartışmalar içinde nükleer santraller sorunu da gündeme geldi ve yakın bir tarihte Yatağan Termik Santrali’nin havaya saldığı, on küsur yıldır çevredeki bütün doğal kaynaklar üzerinde çok bariz etkiler bırakan zehirli gazların, Yatağan’da ve Muğla’da “radyasyon alarmı”na sebep olacak boyutta bir kirlenme yaratması, diğer çevre kirlenmeleriyle birlikte bir anda tansiyonu yükseltti.
Böylece, başta yukarıda sıraladığımız sorunlar olmak üzere çevre sorunları, çok taraflı bir tartışmanın gündemi oldu. Devlet, günlük basın, “bilim çevreleri”, çevreci gruplar, sendikalar ve meslek örgütleri tartışmaya katıldı. Günlük basın, “olayı gizleyen” “cani profesörleri” hedef tahtasına çaktı. “Radyasyonlu çay içme partileri” düzenleyen bakana veryansın edildi. Gariptir, daha altı-buçuk yıl önce kamuoyuna “tarafsızlıkla” sunulan görüşler şimdi alay konusu yapıldı. “Az radyasyon sağlığa yararlıdır” diyen K. Evren’in sözleri ancak 7 yıl sonra “eleştirildi”. Şimdi, yığınların öfkesini bulguları açıklama cesaretinden yoksun “bilim adamlarına” yöneltmeye çalışan tekelci basın, o günlerde, devletin açıklamalarını peşinen doğru kabul ettiğini, “Radyasyon cinsel gücü arttırıyor” türünden “haberlere manşetten yer verdiğini unutmuş göründü.
“Kamuoyundan özür dileyen” eski sanayi bakanının yargılanması istenedursun, görevde olan ve işi “çevreyi korumak” olan başka bir bakan, bir çevre bakanı, asbestli gemi üzerine çıkarak asbest denilen nesnenin insan sağlığı için tehlike arz etmediğini “tatbiki olarak” açıkladı.
Yığınların çevre bilincini ağacı ve otu sevmeye, pet şişesi toplamaya doğru daraltmaya çalışan ve bu cümleden olmak üzere ilkokul öğrencilerinden, üniversitelere karşı çevre grupları, vakıf ve kurumlar örgütleyen sistemin dışında da çevreye sahip çıkmak isteyenler vardı. İHD’nin düzenlediği “Radyasyonu gizleyenler yargılansın!” mitinginde ve Yatağan’da bir araya gelen binlerce insan bu ikinci gruptandı.
Asbestli gemiyi protesto eden ama hemen ardından kazandıkları “zafer”i, İstanbul Valisi’ne kutlama telgrafları yollayarak(asbestli geminin sökümüne il sınırları dâhilinde izin verilmemişti) kutlayan çevrecileri de kaydetmeden geçmek olmaz.
Burjuva basın ve politikacılar, tartışmanın yönünü bir iki bakana doğru çekerek değiştirmek isteseler ve kirlenmeyi tıpkı komünizm gibi bir “dış tehdit” olarak göstermeye çalışsalar da bazı gerçekler, bu tartışmalar içinde “kaynamayacak” kadar açık ve kesin olarak daha çok emekçi tarafından^ görülebilir duruma geldi: Çevre, “sanayicilerimiz ve devletimizin elbirliği ile” olağanüstü ölçüde kirletilmiştir ve bu sorunun çevre bakanlığıyla, “Çevre Eğitim Vakfı”yla, “Çevre Koruma ve Yeşillendirme Kurumu”yla ve çöp toplama ve ağaç dikme kampanyalarıyla önlenemeyecek derinlikte nedenleri vardır.
Aktüelleşen bütün bu çevre olayları, kapitalist emperyalizm ile doğal çevre arasındaki köklü, kapitalist sistemin varlığı koşullarında çözümsüz çelişkinin sadece göstergeleridir. Çevre, kapitalizm tarafından büyük tahribata uğratılmıştır, onun bunalımına çevre krizini de eklemek gerekiyor.
Bu yazıda, en genel hatlarıyla çevre kirlenmesinin boyutları ve bu sorunun emperyalist kapitalizmle ilişkisi üzerinde duracağız.

KRİZ BOYUTUNDA KİRLENME
Son 20 yılda çevre kirlenmesinin ulaştığı düzeyi ortaya koyan ve yerkürenin karşı karşıya bulunduğu sorunları ele alan sayısızca araştırma yayınlandı. Birleşmiş Milletlerden OECD’ye, Roma Kulübü’nden Worldwatch’a kadar resmi yarı-resmi örgütlerden çeşitli çevreci gruplara, bilim adamlarına kadar birçok örgüt ve kişi, kirlenmenin insan sağlığını ve doğayı ciddi boyutta tehdit ettiğini, “ciddi önlemler alınmazsa”, “insanlığın bir felaketle yüz yüze olduğunu” saptıyor.
Bu araştırmalar büyük bir çoğunlukla mevcut kirlenme ve tahribatı kalkınmanın, sanayileşmenin doğal bir sonucu gösterse de, kapitalizmin tükenişinin ifadesi olan ve kapitalizmin geleceğini yansıtan tabloyu insanlığın tükenişi olarak sunmak da bir gerçek, genel bir kabul görüyor: çevre, öyle sıradan girişimlerle kurtarılamayacak ölçü kirletilmiştir.
Kuşku yok ki, bu kirlenme, kapitalist sistemin doğasında barındırdığı kirliliğin doğal çevreye bulaştırılmasından başka bir şey değildir.
Sermaye sınıfı, üretim sürecinin pazara sunulan bir sonucu olarak metayı piyasaya sürerken, bunu emek-gücünü ve doğayı vahşice sömürerek, üretim sırasında ortaya çıkan ve satışın konusu olamayan atıkları doğaya akıtarak yapar. Bu çok yönlü tahribat ve kirlenmenin birleşik sonuçları, özellikle içinde yaşadığımız son yarım yüzyılda çevre krizinden söz etmeye imkân veren bir düzeye erişti. Hava, toprak, su, atmosferin yukarı katlarından okyanusların derinliklerine kadar kirletilmiş bulunuyor ve gidiş krizin derileşmesi yönünde. Çok boyutlu bu kirlenmenin en önemli bazı göstergelerini sıralarsak:
-Dünyadaki ekilebilir topraklar sürekli azalıyor, verimsizleşiyor ve çölleşiyor. Tarım alanlarının önemli bir bölümü, tarım dışı kullanıma açılıyor. Erozyon, topraktan bir defada olabildiğince çok ürün almak perspektifiyle kullanılan tarım ilaçları ve kimyasal gübreler, sulama sonucu artan tuz oranı, asit yağmuru etkisiyle toprağın verimli üst tabakası eriyor, topraklar giderek çölleşiyor
-Dünya yüzeyindeki ormanlar her geçen gün kağıt, yakacak vb. olarak azaltılıyor.
-İçilebilir ve kullanılabilir su sürekli azalıyor. Tarımda kullanılan zehirli ilaçlar ve asit yağmurları, su kaynaklarını sürekli zehirliyor. 1, 3 milyar insan su sıkıntısıyla yüz yüze. 1990 yılında 3 milyon çocuk içme suyu kirliliğinden kaynaklanan hastalıklar yüzünden öldü.
-Ozon tabakası inceliyor. Stratosferde bulunan, insan ye canlıları güneşin zararlı etkilerinden koruyan bu tabaka, bazı kimyasal atıklar nedeniyle sürekli inceliyor. 2000 yılına kadar Ozon tabakasının üçte-bir oranında eriyeceği tahmin ediliyor.
-Havaya boşaltılan kirletici maddeler, atmosferde geçirdikleri kimyasal bileşimler sonucu asit olarak kar ve yağmurla yağıyorlar. Bütün canlılar bundan etkileniyor. Sadece Avrupa’da yılda 10 milyon ton kükürt atmosfere yollanıyor.
-Katı yakıtlardan gökyüzüne salınan kükürt-dioksit atmosfere sera örneğinde olduğu gibi bir etki yapıyor. Böylelikle dünyaya yansıyan ısı, karbondioksit etkisiyle tutuluyor ve iklim değişikliklerine (ısınmaya) yol açıyor.
Kısaca, bir yandan doğa son kerteye kadar tüketiliyor ve böylece toprak, ormanlar, petrol b. yenilenemez hammadde kaynakları azalıyor; diğer yandan çeşitli atıklar havaya, suya ve topağa bırakılıyor ve ortaya global bir kirlenme çıkıyor. Tek tek her kirlenme, bir diğerini besliyor. Kapitalizmin diğer sonuçlarıyla birleşerek doğayı tüketiyor, açlığı kamçılıyor, insanların ve canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli doğal koşullar tehditle yüz yüze kalıyor, bitki ve canlı türleri yok oluyor
Bütün bunlar, kirlenmenin, şu ya da bu bölgenin sorunu olmaktan çıkarak dünya çapında bir çevre krizi durumuna geldiğinin gözle görülebilir işaretleri.
Emperyalizm, sermaye ilişkileriyle dünyanın her bir bölgesini emperyalist sistemin bir parçası haline getirirken çevre krizini de bir dünya sorunu durumuna getirmeden edemez. Birçok geri ülkenin sahip oldukları gelişmemiş sanayi, onların sahip oldukları kirletici kaynakların nitel ve nicel durumuyla ters orantılı bir kirlenme yaşamalarını engellemiyor. Atmosfere, okyanuslara boşaltılan zehirler, kimin daha çok payı olduğuna bakmadan bütün dünya üzerinde etkisini gösteriyor. Ama sadece bu değil.
Geri ülkeler, verimliliği düşük olsa da, kirletme konusunda “iyi verim veren” geri teknolojiler için en uygun pazar oluyor. Emperyalist tekeller ve devletler, metropollerde “pahalı” işgücü nedeniyle karı az olan ve ilkel teknolojiyle işlediği için daha yüksek oranda kirlilik üreten işletmeleri ve teknolojileri geri ülkelere kaydırıyor. Kitlelerin mücadelesi sonucu çıkarılmak zorunda kalınan bazı çevre yasalarına ve şiddetli kitle protestosuna çarpma tehlikesi, geri teknolojinin, işgücünün ucuz ve böylece ilkel teknolojiyle bile küçümsenmeyecek kar bırakan bu ülkelere transferiyle bertaraf ediliyor. Son yıllarda nükleer santraller de, emperyalist metropollerde büyük tepkiye yol açtığı için ve yine geri ülkelerde nükleer kirlenmeyi azaltacak hiç bir tedbir almadan santraller kurulabildiği için geri ülkelere kaydırılmaktadır. Yatağan’daki termik santralin yaydığı zehirin bir asit fabrikası yoluyla önemli ölçüde azaltılması mümkünken “getireceği maliyet” nedeniyle bu projenin yıllardır bekletildiği açıklandı. Ve açıklanmayan ya da daha doğru bir ifadeyle henüz açığa çıkmamış niceleri!
Emperyalist ülkelerde nükleer sanayinin ürettiği çöpün depolanması, kontrol altına alınması “pahalı”dır. Bunlardan kurtulmanın en iyi yolu, bunları geri ülkelere nakletmektir. Nasıl? Bazen zehir yüklü gemiyi o ülkeye “satmak” suretiyle resmi, bazen o ülkenin suyuna ve toprağına boşatmak suretiyle gizli bir ticaretin konusu yaparak. Rahatça söylenebilir ki, bugün, geri ülkeler, “gelişmişlerden daha çok zehire sahipler ve tam bir nükleer çöplük işlevi görmektedirler. Yılda 20 milyon ton zehirli çöpün emperyalist devletlerden geri ülkelere yollandığı, “resmi raporlar”a bile girmiştir.
Emperyalist kapitalizm, gel bunalımının olduğu gibi, çevre bunalımının da yükünü, teknolojisi, çöpü ve zehiriyle geri ülke halklarının sırtına yıkıyor.

KİRLİLİĞİN DÜNÜ, BUGÜNÜ
Çevre kirliliği, son 20-30 yılda çok yüksek düzeye vardı. Ama bu kirlenmenin kökleri sanayi devrimine kadar gerilere gider. Bugünkü içeriğiyle çevre sorunu, kapitalist sanayi süreciyle başladı.
Ama bundan sanayi devrimi öncesi kapitalist üretimin ve daha eski üretim biçimlerinin doğayı hiç tahrip etmedikleri ve kirletmedikleri anlaşılmamalı. Daha antik uygarlık döneminde tarım alanlarını genişletmek için ormanları yok eden insanlar, “ülkelerini ormanlarla birlikte suyun toplanma ve birikme merkezlerinden de yoksun bırakarak, bugünkü çölleşmenin temelini” atmışlardı(Engels). Geçmiş dönemlerdeki üretim biçimleri, ormanların yok olmasına, erozyona, sulardan yoksun kalmaya sebep olabiliyorlardı. Geniş alanlara yayılmış, geri bir teknoloji ile yürütülen manifaktür üretimi çevreye bol miktarda koku, katı ve sıvı atık salıyorlardı. Sanayi devriminin, bir ölçüde bu kirliliği ortadan kaldırdığından bile söz edilebilir.
Fakat bütün bu dönemlerde meydana gelen tahribat ve kirlenme, yeryüzü ölçeğinde bir sorun olmaktan uzaktı. Söz konusu üretim tarzlarının ve bunların dayandığı geri üretim tekniklerinin yarattığı tahribatın birçoğu, doğanın engin kaynakları tarafından onarılabilecek nitelikte olduğu gibi, teknolojinin ve bilimin geri niteliği doğayı ancak doğrudan bir etkiyle tahrip edebiliyordu, o zamanlar modern kirleticiler henüz keşfedilmemişti, üretim ilişkileri böyle yüksek düzeyde bir üretimi koşullamıyordu. Doğrudan doğruya doğa tahrip ediliyor, ormanlar yok ediliyor, ürün elde etmenin yan ürünleri olan atıklar yine doğa tarafından absorbe edilebiliyordu.
Ancak makinelere dayanan, doğadan alındıkları halleri üzerinde kimyasal değişikliğe uğratılarak kullanılan yakıtlardır ki, bildiğimiz anlamdaki çevre kirlenmesinin temelini attı.
Her geçen gün daha üst seviyede gelişen teknoloji, doğa kaynaklarını görülmedik bir oburlukla yuttu. Kimya bilimindeki gelişmelerin yardımıyla çok değişik nitelikte yakıtlar, üretime katıldı. Üretim sürecinin yan ürünü olarak, zehirli gaz, katı ve sıvı atık olarak dışarı atıldı. Bununla birlikte endüstrinin son 50 yıldaki gelişmeleri sonucu, yönlendirilmiş ve kamçılanmış tüketicilere her gün daha çok ürün sunulurken, doğaya daha fazla atık bırakıldı, doğal hammaddeler sınırsızca tüketildi. Kimyasal maddeler ayrıştırılarak ya da bileşimler elde edilecek radyoaktif ve nükleer maddeler endüstride kullanıldı.
Son.30 yılda dev nükleer tesisler inşa edildi. Radyoaktif maddelerin üretimdeki yeri daha çok arttı. Pazara her geçen gün daha çok meta sunulurken, aynı oranda doğanın yenilenemez kaynakları tüketildi, kirletildi, kullanılmaz hale getirildi; biyosfer ve atmosfer kapitalist kar hedefine ayarlı endüstri tarafından bugünkü haline getirildi.
Artık su, hava, toprak, kısaca doğal ortam, onun ürünü ve bir parçası olan canlılığın geleceğini tehdit eder ölçüde kirletilmiş, doğal kaynaklar tükenmenin eşiğine getirilmiştir ve henüz varolanlar kullanılamaz haldedir.

ÇEVRE VE KAPİTALİZM
Kuşkusuz bu kirlenme, onların ait oldukları üretim biçiminin tarzından bağımsız olarak sanayileşmenin ve teknolojinin ürünü değildir.
Peki, eğer kirlenme sanayi devrimiyle ve gelişmiş teknolojiyle mümkün oluyorsa, kirlenmenin nedeni olarak teknolojiyi ve sanayiyi göremez miyiz?
Gelişmiş bir teknoloji ve ona denk gelen sanayileşmenin mevcut kirlenmede bir araç rolü oynadığı doğrudur. Ama bunların araç olma niteliği, kirlenmenin nedenini endüstri ve teknolojide aramayı haklı çıkarmaz. Asıl neden, bu araçların kullanılış tarafında, kapitalist üretimin doğasında aranmalıdır.
Kapitalist üretimde yönlendirici amaç, artık-değerin biricik kaynağı olan emek gücünü sömürerek mümkün olan en üst sınırda kâr elde etmektir. Bu, kapitalizmin doğasına içkin, şu ya da bu kapitalistin iradesinden bağımsız, bizzat kapital bir üretim sürecinin özellikleri tarafından zorunlu koşulan mutlak bir yasadır.
Kapitalist kâr yasası, üretime kattığı işçiyi sömürün bu, kârı garantilemek için kaçınamayacağı bir şeydir. Ama sadece çalışmayla üretim gerçekleşemeyeceğine göre, üretimde kullanılan doğal kaynakları ve hammaddeleri de tıpkı işçiyi sömürüp tükettiği gibi sömürür ve tüketir.
Kâr yasası;
Birincisi, işçiyi sömürüp tüketmeyi gerektirir. Değerin biricik kaynağı işçinin emek gücüdür ve bu emek gücü ne kadar sömürülürse, kâr da o oranda garantiye alınmış olur. Ama kapitalist için, emek gücü, üretim maliyetinin sadece bir parçasıdır ve kârın, garantiye alınması, bir diğer mali girdinin de aynı ölçüde sömürülmesini gerektirir. Bunun için, kâr yasası ikinci olarak, doğal kaynakları ve hammaddeleri de olabildiğince ucuz mal edinmeyi zorunlu kılar. Bu tıpkı işçinin olduğu gibi doğanın ve onun ürünlerinin de son sınırına kadar sömürülmesi demektir. Bunun içindir ki, Marx, şunları söylemiştir:
“Kent sanayilerinde olduğu gibi, modern tarımda da üretkenliğin ve harekete geçirilen emek miktarının artışı, atıkların bırakılması ve emek gücünün hastalıklarla tüketilmesi pahasına satın alınır. Bunun da ötesinde kapitalist tarımda bütün İlerleme, yalnızca isçinin değil, aynı zamanda toprağın da soyulması sanatının ilerleme’ sidir.”
Ve üçüncü olarak, kapitalist, mal edindiği hammaddelerden ve işgücünden daha fazla kâr elde etmek için, kârlılığı artıracak teknolojiye ihtiyaç duyar. Bu teknolojik ilerleme, tamamen azami kâr hedefine bağlanmıştır. Verimi artıracak ve kapitalistin rakiplerine karşı konumunu güçlendirecek teknolojik adımların işçi üzerinde ve doğada nasıl bir etki yaratacağı onu pek ilgilendirmez. Her ne kadar, teknolojideki gelişme, insanlığın gelişmesi gibi gösterilip sunulsa ve objektif olarak bir ilerleme sayılsa da, bunun sınırı, kârlılığın tehlikeye girdiği yere kadardır. İşçinin durumunu düzletecek ya da doğayı koruyacak bir teknoloji hep ikinci sıradadır, “Kapitalist üretim teknolojiyi geliştirir ve farklı süreçleri bir toplumsal bütün halinde bir araya getirir ama bunu ancak bütün zenginliklerin orijinal kaynaklarını, toprağı ve işçiyi kemirerek yapar.” (Marx)
Bugünkü kirlenmenin, doğanın orijinal kaynaklarının en ilkel tarzda tahrip edilmesi kadar ve hatta ondan daha çok doğaya salınan atıklarla oluştuğu biliniyor. Kapitalistin, üretim süreciyle ilgisi, bu süreçte tamamlanan metanın piyasaya sunulmasıyla sona erer. O, herhangi bir ürünle ve üretim sürecinin yan ürünleriyle, piyasada değişim konusu olduğu ölçüde ilgilenir. Fakat kapitalist üretim ve özellikle onun çok karmaşık kimyasal maddelerin, radyoaktif nitelikli maddelerin kullanıldığı bugünkü biçimi, piyasaya sunduğu meta dışında şeyler de üretir: Çok miktarda zehirli gaz, katı ve sıvı kimyasal atık. Kapitalist, bunlar, piyasada satış konusu olmadıkları ölçüde, bu kimyasal atıklardan en ucuz yoldan kurtulmayı seçer. Onları havaya, suya ve toprağa boşaltır. Çeşitli biçimlerdeki bu sanayi çöpleri, havayı, suyu ve toprağı zehirler.
Aslında bunun böyle olması, kar hedefine göre ayarlanmış teknolojinin bir sonucudur. Bu çok karmaşık, kirletme gücü yüksek ama atıkları çok zor değerlendirilebilen(ve bugünkü teknoloji açısından çoğunlukla değerlendirilemeyen), depolanması zor ve maliyetli olan kimyasal bileşimleri sanayiye aktaracak teknolojilerin geliştirilmesine, atıkları değerlendirecek ya da doğal çevreye zarar vermeden ortadan kaldıracak teknolojik gelişme eşlik etmez. Bunların sırf depolanması bile önemli bir teknolojik yatırım gerektirir ve bu kapitalist için kârlı değildir. Bu bakımdan sanayileşme, kalkınma ve üretimin anlamı mevcut üretim ilişkileri çerçevesinde, en ilkel yöntemlerle, daha ucuz sanayi işletmeleriyle daha çok ve derinden yağmalamaktan başka bir şey değildir.
Öyle ki, kurtulunması gereken sanayi artıkları ikinci elden bir ticaretin konusu olmaktadır. Tıpkı uyuşturucu kazakçılığı, gizli silah-ticareti gibi bir sektör, bu teknolojik gelişmenin çocuğu olarak doğmuştur. Bütün bu artıkların denizlere, geri ülkelere gizli yollardan ve parayla tutulmuş adamlarca götürülmesi, gömülmesi, okyanuslara terk edilmesi, Karadeniz sahillerine vuran zehir yüklü variller, bu gayri-resmi ticaretin “sahile vurmasının” örneği olurken, Asbest yüklü ABD gemisinin Tuzla Tersanesi’nde söküme alınması bu ticarete resmi bir kılıf geçirilmesinin örneği olmaktadır.
Bütün bu kirlenmeyi kamçılayıp körükleyen bir etken olarak sınır tanımaz bir tüketimden de söz etmek gerekir. Her biri bir kirletme kaynağı olan metaların sınırsız sayıda tüketimi, kullan ve at “teknolojisi”, daha çok üretim demektir. Kapitalist nitelikteki bu üretimin daha çok kirlenmeden başka bir şey olmadığı gerçeğinde hareketle, bu tüketim çılgınlığına ve savurganlığına karşı protestoların ve ahlaki çağrıların tekrarlanmasına sıkça tanık oluyoruz. Bu “çılgınlığın” ahlaki çağrılarla önüne geçilmesi mümkün olmayan nedenleri vardır kuşkusuz.
Daha çok tüketimin, her zaman daha çok ihtiyaçtan kaynaklanmadığı söylenmelidir. Kapitalizm, ihtiyaçların yön verdiği planlı bir sistem değil, belirsiz bir pazar için üretim yapan plansız ve anarşik bir üretim sistemidir. Kapitalizm pazara, her geçen gün daha çok miktarda ürün fırlatırken, tüketicisini de yaratmak zorundadır. Meta üreticisi ve tüketici, kapitalist pazarın iki ucunda yer alır. Kapitalist, ürettiği ürünün tüketicisini de yaratmak zorundadır. Kapitalizmin yönlendirdiği ihtiyaçlar doğal ve insani ihtiyaçlar değil, yönlendirilmiş ihtiyaçlardır. Marx, buna “ihtiyaçların yabancılaşması” adını veriyor. Bunun insanlığın genişleyen ihtiyaçlarıyla bir ilgisi yoktur. Kapitalizm, insanların ihtiyaçlarını kendi egemenliğinin araçları haline getirmiştir artık.
“Sadece tüketimin konusu değil, aynı zamanda tarzı da, üretim tarzı tarafından üretilmektedir… Yani üretim tüketiciyi yaratmaktadır.” (Marx) Üretimdeki konumlarıyla güdülenmiş insanlar, doğal ihtiyaçlarının dışında, kapitalistin ürünlerini büyük bir açgözlülükle tüketmeye mahkum edilmişlerdir. Bu tüketimi koşullayan sistemi değiştirmeksizin insanların sağduyusuna ve ahlakına seslenen çağrıların ne kadar boş olduğu açık değil mi?
Kapitalist üretim sürecinin artık içsel bir özellik taşıyan amacı, azami kârı gerçekleştirmek üzere doğayı mümkün en çok miktarda dönüştürmek, dolayısıyla tahrip etmek tüketmek; işçiyi sömürmek, hastalık ve yorgunlukla baş başa bırakmaktır. Bu içsel özellik, doğayı kirletmenin yüksek maliyetine katlanmayı kabul edilmez kılar. Teknolojik icatlar, ancak ve yalnız piyasa koşulları tarafından, kâr ve rekabet tarafından koşullandırılır.
Açıkça söylenmelidir: Ekolojik dengenin bozulmasının, tüketilmiş biyosfer ve atmosferin, canlı türleri üzerindeki yok alma tehdidinin yegâne suçlusu, bütün “uygarlığı” ve “insaniliği” ile emperyalist kapitalizmdir. Kirlenme, kalkınmanın, endüstriyel gelişmenin, yenilenen teknolojinin sonucu değil, artı-değer oranını yükseltmek, rekabet ve silahlanmada önde olmak kaygısıyla geliştirilen tek yanlı teknolojinin kapitalist kullanılış tarzının sonucudur.

EMPERYALİST KAPİTALİZMİN ÇEVRE POLİTİKALARI
Emperyalist kapitalist politika, özellikle son çeyrek yüzyılda “çevre sorunlarını gündemine almış bulunuyor. Son 20 yıl boyunca sayısızca raporlar, anlaşmalar, protokoller, kıta çapında toplantılar ve nihayet dünya çapında iki konferans…
Niçin?
Bütün bu toplantıların çevreyi kurtarmak için yapılmadığı kesin.
Öncelikle yığınların tepkisi onları çevre sorunlarına sahip çıkar görünmeye zorlamaktadır. Çünkü 1968’den bu tarafa başlıca emperyalist ülkelerde, çevre kirlenmesine karşı tepki her geçen gün büyümekte, zaman zaman kirletici kaynaklara (örneğin nükleer santrallere) karşı saldırıya bile dönüşmektedir.
Çevre sorunu, kapitalizm ile çevre arasındaki antagonizmayı kriz düzeyinde açığa çıkarmaktadır. Kapitalizm, çözümsüz de olsa, kendini soruna el atmak zorunda hissetmekte, kendisi ile kirlilik arasında özdeşlik kurmaya elverişli görünümü tersine çevirmek için çabalamaktadır.
Bunun için, emperyalist politika, yığınların tepkisini kendi kanallarına hapsetmek amacıyla çevre krizinin kaynağına ve çözümüne ilişkin yanılsamalı bir tablo çizmektedir. Yığınlara şunları şırınga etmeye çalışıyorlar:
Çevre krizi, kapitalist sistemin işleyişiyle, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyede ve sömürüyle alakası bulunmayan, endüstriyel gelişim ve teknolojik yenilmenin doğal sonucu olan genel bir insanlık krizidir. Bu kriz, yoksul-zengin bütün ülke ve sınıfların elbirliği ve çabasıyla çözülebilir.
Çevre krizini, yaratığı teknoloji ile onu doğuran kapitalizm çözecektir. Kapitalizm, çevre krizinin üstesinden gelebilecek potansiyellere sahiptir, yeter ki soruna global ölçüde bakılabilsin.
Bu ideolojik temalar, bütün çevre konferanslarının ruhu olmakta ama bir türlü gelişme sağlanmadığı gibi, her konferans krizin yeni öğelerle beslendiğine dair veriler sunmaktadır.
Çevre sorunu, ilk defa 1972’de Stockholm’de toplanan Birleşmiş Milletler Çevre ve İnsan Konferansı’yla bir dünya sorunu olarak resmileştirildi. İrili ufaklı sayısıza protokol ve bölgesel anlaşmadan sonra 1992 Haziranı’nda Rio de Janerio’da toplanan B.M. Çevre Zirvesi, kapitalist devletlerin insanlık sorunlarına el attıklarını reklâm ettikleri bir arena işlevi gördü. 140 civarında devletin devlet ve hükümet başkanlarınca temsil edildiği Zirve’nin “umut verici”, “dünyanın geleceğini ilgilendiren” önemli kararlarla son bulduğu açıklanırken, iki BM konferansı arasındaki 20 yıl boyunca çevre krizinin daha da boyutlandığı, bizzat katılımcı emperyalist devletlerin raporlarında yer aldı.
Bu zirvenin göze batan özelliklerinin başında şu geliyordu: Çevreyi korumak ya da en azından kirlenme hızını yavaşlatmak için mali fedakârlık gerektiği üzerinde bütün politikacılar hemfikirdi. Fakat bu paranın kimden çıkacağı, emperyalist devletlerle geri ülkeler ve emperyalistlerin kendi arasında pazarlık, tehdit ve dalaşma konusu oluyordu.
Daha zirve öncesinde, 30 Mayıs 1992 günü, Zirve’de devlet başkanı sıfatıyla ABD’yi temsil edecek olan G. Bush şunları söylemişti:
“Aşırı çevrecilerin, Amerikalıların hayatını söndürmelerine izin vermeyeceğiz.” Ve iki gün sonra: “Çok katı çevre düzenlemeleri yavaş yavaş düzelmekte olan ABD ekonomisine fazla bir yük getirecektir. Sadece büyüyen bir ekonomi çevre korunmasında kullanılacak kaynakları yaratabilir ve bu ancak uzun dönemde yararlı olabilir.”
ABD, birçok anlaşma maddesine imza koymadığı gibi birçok maddenin anlaşma metninden çıkarılması için baskı yaptı. ABD heyet başkanının, ele geçirilen notlarından “Bitki ve Hayvan Türlerinin Korunması Anlaşmasının, ABD’nin biyo-teknoloji endüstrisine zarar vereceği gerekçesiyle değiştirilmesi için Brezilya’yı aracı ettiği anlaşıldı.
Diğer emperyalistlerin tutumu da farklı olmadı. Almanya ve diğer Avrupalı emperyalistler, rekabet koşulları yüzünden çevre tahribine karşı alınacak önlemlerin öncüsü olmayacaklarını açıkladılar.
Sonuçta zirvede yüzlerce sayfa tutan çeşitli anlaşmalar yapıldı. Ama bunun hiçbir bağlayıcılığı yoktu. Zirve, çevre tahribinin önlenmesini, dev tekellerin ve onların yönlendiriciliğindeki emperyalist hükümetlerin “iyi niyet ve ortaklık ruhuna” havale etmiş ve böylece dağılmıştı.
Zirve’ye sunulan ve bağlayıcı olmayan bir anlaşma olarak resmileşen bir rapora göre çevre konusunda köklü önlemler almak için yıllık 625 milyar dolara ihtiyaç var. Peki, kim verecek?
Emperyalist devletlerin bütün çabalarının temsil ettikleri tekellerin azami kârının güvence altında tutulması yönünde olduğu, kirlenme sorununun emperyalist rekabet ilişkilerinden, uluslararası politik ilişkilerden sonra geldiği, Zirve’nin ekolojik olmaktan çok politik görüşmelere perde rolü oynamasından da anlaşıldı.
Kapitalist politika, sermayenin yeniden ve genişletilmiş yeniden üretiminin temeli üzerinde yükselen bir etkinliktir. Diğer konular gibi, kapitalist devletlerin çevre politikasını da sermayenin yeniden ve genişletilmiş yeniden üretiminin ihtiyaçları koşullar ve belirler. Kirletici sektörlerin ezici bir bölümünü ellerinde bulunduran, mümkün en az maliyetle en yüksek verim elde etmek için dev rakipleriyle boğuşan tekellerin kârlarından fedakârlık etmeleri onlar için pek katlanılır bir durum olmasa gerek. Bir araştırmaya göre dünyanın en büyük ilk 500 şirketi, dünya ticaretinin % 70’ini, doğrudan dış yatırımların % 80’ini ellerinde bulunduruyor. Ekonomik alandaki bu tartışılmaz üstünlüğün politikada belirleyici olmamasını düşünme olanağı yok. BM Genel Sekreteri, ekonomik hayata damgalarını basan büyük şirketler için “pek çok’ ülkenin iktisadi ve sosyal performansını kontrol ediyor, tüketim biçimlerini ve tüketici tatlarını belirliyor” saptaması yapıyor.
Bu bakımdan emperyalist devletler, tekellerin azami kâr gerçekleştirme pahasına yaydıkları kirlenmeyi olanakları ölçüsünde örtüyor ve gizliyorlar. Radyasyon skandalı örneğinde görüldüğü gibi Türkiye bunu en kaba şekilde yaparken, hiçbir emperyalist ülke de bu tutumdan azada değil. Bütün büyük kirlenme olayları, gizlilik perdesinin bir skandalla patlamasına yol açıyor. Avrupa’nın “açık toplumlarının da yıllarca uyutularak birçok çevre felaketinin gizlendiğine dair sayısızca örnek var. Çeşitli gıda maddelerinin, deterjanların vb. kanserojen maddeler içerdiği, sadece Türkiye’de değil, aydınlarımızda “açık toplum” özeliklerine gizlenmeyen bir hayranlık beslenen emperyalist ülkelerde de, namuslu bir bilim adamı açıklamadan önce yıllarca gizlendiği artık sır değildir.
Çernobil’deki nükleer patlamanın ardından Avrupa hükümetleri hiç de gönül rızasıyla kamuoyunu bilgilendirmediler. Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir haberi göre elektrik enerjisinin % 75’ini nükleer enerjiyle karşılayan Fransa’da bol miktarda radyoaktif madde sızdıran nükleer santraller, onarımı yüklü bir para gerektirdiği için kullanılmaya devam edildi ve olay uzun süre gizlendi. Eski “sosyalist” hükümetin başbakanı ve iki bakanı AİDS virüstü kanın kullanılmasından haberdar oldukları halde engel olmadıkları için yüce divanda yargılanıyor vb… Emperyalist ve gerici politika için açıklık, sermaye ve siyasal sistemin çıkarlarının tehlikeye düşmeyeceği noktadan öteye geçmez.

EMPERYALİZM, ÇEVRE KRİZİ KARŞISINDA ÇÖZÜMSÜZ
Emperyalizm, çeşitli türden örgütleri, özel uzmanlar ordusuyla çevre krizini aşacak önlemlerden söz edip duruyor. Fakat o sihirli formül bulunamadı. Bütün formüller, kârı azaltmayı önermek gibi bir “eksikliğe” sahipler. İster enerji ye hammadde fiyatlarının çevrenin korunmasına uygun seviyeye çıkarılması talebi olsun, ister çevreyi kimin nasıl kirlettiğinin saptanması önerisi olsun. Bütün formüller, kapitalistin karını riske atar. Oysa sermaye sahibi, can damarları olan enerji ve hammaddenin pahalı olmasını kabul etmez, Onun istediği politik düzenleme, ona daha çok serbestlik tanıyacak düzenlemelerin toplamından ibarettir.
Bu durumda merkezi ABD’de bulunan WorldWatch isimli çevre kuruluşunun dünyanın en zengin 202 dolar milyarderi ve 3 milyon milyonere yaptığı çağrının, eğer bir aldatmaca taktiği değilse, aptalca bir çağrı olduğu açık değil mi? “Tahrip olmuş bir dünyada zenginliğin ne anlamı var!” Kapitalizmin, iradenin rolünü etkisizleştiren daha güçlü işleyiş yasaları vardır.
Çevrelerine “bilim adamları”nı ve aydınları toplayan büyük burjuvaların oluşturduğu Roma Kulübü’nün de bir önerisi var. Bu öneriye göre, kirlenmenin azaltılması için büyümenin yavaşlatılması ve hatta sıfır noktaya çekilmesi gerekiyor. Bu öneri, iki şeyi açıklıkla ve “uzman ağzından” ortaya koyuyor. Çevre ile kapitalizm arasında bir antagonizma vardır, kapitalizm gelişmek için attığı her adımda çevreyi bir parça daha tüketmek zorundadır; bu birincisi ve ikincisi: Eğer Roma Kulübü’nün, bu saygın ve basılı eserleri milyonlarca satan muhafazakâr üyelerinin dediği doğruysa -ki doğru- kapitalizm, çevreyi kirletmeden büyüyemiyorsa, onun gelişmesi, üretim güçlerinde bir tahrip anlamına geliyorsa, o zaman o, kendisini ayakta tutacak yeni üretici güçler geliştirememektedir.
Kapitalizm, bir yandan doğal hammadde kaynaklarını tüketmekte ama öte yandan yerine yenisini koyamamaktadır. Hem doğaya bağımlıdır, hem de gelişmesi onu tüketmeksizin imkânsızdır. Bir yandan, yüksek derecede çevreyi kirleten maddeler üretime sokmaktadır ama diğer yandan bunların zararlarını ortadan kaldıracak teknolojiler geliştirememektedir.
O halde çevrenin tükenişi, kapitalizmin tükenişidir!

KAYNAKÇA
1- Yeşil Politika, Jonathon Porrit, Çeviren: Alev Türker, Ayrıntı Yay., 2. Basım, Ekim 1989
2- Nasıl Sosyalizm? Hangi Yeşil? Ne İçin Sanayi? Rudolf Bahro, Derleyen: Tanü Bora, Ayrıntı Yay., Eylül 1989
3- Yeşiller ve Sosyalizm, Derleyen: Tanıl Bora, İletişim Yay., 1988
4- Çevre Sorunları ve Kapitalizm, Göksel Demirer, Sorun Yay., Ekim 1992
5- Rio Ya Da Üçüncü Devrim (makale) Thies Gleiss.

Mart 1993

Dünya Çevre Günü ve Burjuvazinin Yeşil Tutkusu

1972’de Stockholm’de toplanan “Birleş¬miş Milletler Çevre ve İnsan Konferansı” ile çevre sorunlarının, dünya çapında bir sorun özelliği kazandığı resmen teyit edil¬miş oldu. Çevrenin korunması için “uluslara¬rası işbirliği ve dayanışma” çağrısı ile sona eren konferansın toplandığı 5 Haziran günü, 1973 yılından beri “Dünya Çevre Günü” ola¬rak kutlanıyor. Yaklaşık bir çeyrek yüzyıldır, çevrenin kirletilmesinin ve doğanın yağmalanmasının müsebbibi olan burjuva devlet¬ler, kritik bir hal almış çevre sorunlarından söz ediyorlar ve “gezegenimize sahip çıka¬lım” yollu çağrılar yapıyorlar. Bu konferansa katılarak sonuç metinlerine imza koyan 113 devletten biri olan Türkiye de 5 Haziran’ı çevre günü olarak kutluyor. Her yıl olduğu gibi bu yıl da burjuvazi, politikacısı, uzmanı ve gönüllü kuruluşlarıyla gösterişli kutlama¬lar örgütleyecek, paneller, sempozyumlar düzenleyecek, çevreyi koruma çağrıları yapa¬cak.
Burjuvazinin, çevre sorununu resmi bir kutlama ve çağrı günüyle geçiştirdiğini, yılın geri kalan günlerinde bu sorunu unuttuğunu söylemek gerçekçi bir saptama olmaz. Çevre sorunlarını, Avrupalı olmanın bir gereği ola-rak gündeme getirerek çevre korumayı ana¬yasa maddesi halinde kesinliğe kavuşturan generaller cuntası, belki de ilerleyen yıllarda çevre sorunlarının Türkiye bakımından da bu denli aktüelleşeceğini tahmin etmemişlerdir.
Çevre sorunları, Türkiye’nin gündemine, Avrupa’ya kıyasla yaklaşık bir on yıl gecik¬meyle girdi. Bu gecikmeyi telafi etmek ister¬cesine, büyük bir “yeşil taarruz” başladı. Yal¬nız bu yeşil, Avrupa’dan farklı olarak biraz daha haki, biraz daha resmi bir ton taşımak¬taydı. Türkiye’de, yirminci yüzyılın son on yı¬lına girildiğinde sırf çevre konularıyla ilgili bir bakanlığa kavuştuk. Göstermelik olsa da, hayli boşluklar içerse de artık bir çevre mev-zuatı tamamlanmak üzereydi. Bütün belediye¬lerin ve bütün burjuva partilerin mutlaka çevre komisyonları vardı. Devletin resmi tele¬vizyonu, özel çevre programları düzenliyor, belgeseller yayınlıyor, program aralarını çevre bilincini geliştirici slogan ve çağrılarla değerlendiriyor. İlkokul, ortaokul ve lise müf¬redatında çevre sorunlarına ayrılmış üniteler var. İnşaat mühendisliği fakülteleri birer çevre mühendisliği bölümüne kavuşturuldu. Birçok mühendislik kolu, çevre sorunları dersi işliyor. Meslek odaları, işveren örgütleri çevre konularında sayısızca tebliğ yayınlıyor.
Çevre sorunlarına gösterilen bu resmi ilgi, devletin eteğinde konumlanmış bir dizi gö¬nüllü kuruluşla destekleniyor. Çevrecilik, yük¬sek tabakalar içinde büyük bir saygınlık ka¬zandı ve bir çeşit moda haline geldi. Hiçbir Lions ya da Rotary kulübü yoktur ki, çevre konusunda bir sempozyum düzenlemiş ve bunun tebliğlerini kitaplaştırmış olmasın. Üretici firmalar mallarına çevrecilik dolayımıyla müşteri bulmaya çalışıyorlar… Uzatmak mümkün. Ama bu kadarı bile gereğinden fazla ve sıkıcı.
Çevre sorunlarının insanlık ve doğal çevre için büyük bir tehdit oluşturduğu bir dönemde, böyle bir ilginin kötü tarafı ne ola ki? Bu soruya, bir başka soruyla cevap verile¬bilir. Madem devletimiz, gönüllü kuruluşları¬mız ve sanayicilerimiz çevrelerine gençleri ve çocukları da almış, böyle tam kadro çevre muhafızlığı yaparken nasıl oluyor da bir dizi çevre skandalı patlıyor, nasıl oluyor da çevre her geçen gün daha derinden kirleniyor?
Burjuvazi, bu resmi bombardımanla, çevre sorunlarının, kendi sisteminin doğasın¬dan kaynaklanan bir sorun olduğunun üstü¬nü örtme, genel bir insanlık ve yurttaş so¬rumluluğu sloganıyla bu sorunlardan kaynaklanan tepkileri sistem içinde eritme amacı taşıyor. Sağlam bir antikapitalist pers¬pektif taşımasa da sistem dışında gelişen çev¬reci örgütlenmeler, bu resmi-sivil ama katı bir şekilde sistemi ve devleti aklayan sahte çevreci ortamda seçilemez oluyor.
Devlet, resmi kuruluşlarıyla ve resmi pro¬paganda aygıtlarıyla kendi icraatlarını savu¬nurken; gönüllü kuruluşlar, üniversite kürsü¬leri ve bir dal olarak çevre mühendisliği, çevre sorunlarının üstünü örtmeye, bu örtüyü delerek göz önüne çıkan sivrilikleri gider¬meye yönelik bir faaliyet yürütüyorlar. Fakat devletin, üzerindeki insanlarla birlikte geniş orman alanlarını bombalamasına, yangınlar çıkartmasına, çevrenin tahribi gerekçesiyle olsa dahi karşı çıkmıyorlar.
Örneğin Türkiye’de çevre sorunlarıyla ilgi¬li çalışmalar yapan, bu konuda azımsanmayacak bir yayına da sahip “gönüllü” çevre kuru¬luşu Türkiye Çevre Sorunları Vakfı (şimdi adı T. Çevre Vakfı), çevreciliği “modern muhafazakârlık” olarak tanımlıyor ve görüşlerini bir vesileyle şöyle açıklıyor:
“Çevrecilik her şeye karşı çıkmak, yıkıcılık değildir. Aksine, devletin düzeni ve hukuk sisteminin getirdiği kurallar içinde, çevreyi koruyabilmektir. Tabiatın nimetlerini insanın en akılcı bir şekilde kullanmasını ve tabii kaynakların tahribini önlemektir.” (Aktaran R. Keleş – C. Hamamcı, Çevrebilim, İmge Yay. Mayıs 1993, sf: 210)
Doğal Hayatı Koruma Derneği, faaliyetinin merkezine, çeşitli bitki ve hayvan türlerinin korunmasını koymuştur vb.
Böylece, bu türden çevre örgütleri, tek tek olaylarla sınırlı, pürüz giderici bir işlev gör¬mektedirler; kimi talepler öne sürseler de yığın tepkisinin sistem içinde söndürülmesinin araçları işlevini görüyorlar.

ÇEVREYİ BU HALE GETİREN KİM?
Burjuvazi, çevre sorununu bu şekilde gündeme getirmekle, çevrenin geriye dönül¬mesi oldukça zor bir kirlenmeye ve tahribe uğradığını kabul etmiş olmaktadır. Ama o, fa¬turayı bir canlı türü olarak insana çıkarmaktadır. İnsanlar, gelecek nesilleri düşünmeden doğal kaynaklan özensizce kullanmış, çevreyi kirletmişlerdir. Her gün artan nüfusuyla in¬sanlık, ormanları yok etmiş, evsel atıklarını çevreye ve denizlere dökmüş, büyük şehirler¬de bozuk kentleşmeye neden olmuştur. Bu kirlenmeden insanlar olarak hepimiz sorumluyuz! Sanayicisi, üreticisi ve tüketicisiyle her¬kes.
Burjuva propaganda ışığında kirleticiye biraz daha yakından bakıldığında, karşımıza sıradan giysileri içinde mahcup tüketici çıkar. Çünkü çeşit çeşit kirletici maddeyi satın alan, aldığını tüketirken ambalajını ortaya bırakan odur. Eğitimsizliği ile çevreye olmadık zarar¬lar veren yine o!
Hal böyle olunca, çevrenin korunması için yapılan çağrılar da yine tüketiciye, bireye ya¬pılmaktadır: Daha az tüket, pet şişelerini orta¬ya, çöpünü sokağa atma! Devletin yığınlara çağrısının gelip vardığı yer, şu slogandır: Tür¬kiye’ni temiz tut, yeşili koru!
Gerçekte, çevrenin bu ölçüde kirlenmiş ol¬masının nedeni tüketici alışkanlıklarıyla açıklanamayacağı gibi, çaresi de çöp toplamak, ağaç dikmek olamaz.
Özgürlük Dünyası’nın 53. sayısında yer alan yazıda da açıklandığı gibi, kirleticilik, ka¬pitalist üretim tarzının doğasına içkin bir özelliktir. Bir üretim tarzının doğal çevreye karşı tutumu, insana karşı tutumuna kopmazcasına bağlıdır. Kapitalist üretimin temeli, meta üretimidir. O, ürettiği çok metayı asgari maliyette olabildiğince yüksek fiyata pazara çıkarmak ister. Bu ucuza mal edişin bir ucun¬da emek-gücü, diğer ucunda hammadde var¬dır. Bu iki unsuru ne kadar ucuza mal ederse, kârı o oranda büyür. Kapitalist, bu bakımdan hem emek-gücünü, hem de doğal hammadde¬yi vahşice yağmalar. Kapitalist, doğadan al¬dıklarını metaya dönüştürebildiği oranda pa¬zara sunar; pazarda satışa konu olamayacak her şey çöptür ve en ucuz yoldan üretim sü¬recinin dışına itilmelidir. Böylece, kapitalist üretim süreci, bir yandan doğal kaynaklan vahşice tüketirken, satışa konu olmayan atık¬ları da havaya, suya ve toprağa bırakarak kir¬lenmenin temel nedeni olur.
Denebilir ki, sanayi devrimi baz alınırsa, kapitalizmin 200 yıllık bir tarihi varken, çevre sorunları esas olarak son 25 yılın ürü¬nüdür. Bu, anlatılanlar bakımından bir çelişki değil mi?
Kuşku yok ki; kirleticilik, kapitalizmin son çeyrek yüzyılda kazandığı bir özellik değildir. O, hiçbir zaman doğayla uyumlu olmamış, iş¬çinin yanı sıra doğayı da sürekli kemirmiştir. Ama bu ölçüde bir kirlenme, kullandığı tek¬nolojinin son çeyrek yüzyılda artan kirlenme gücü sayesinde mümkün olmuştur. Ama çev¬reyi daha büyük ölçeklerde sömürme ve tü¬ketme, 2. Savaştan sonraki dönemde teknolo¬jide görülen dev gelişme sayesinde olmuştur. Daha yüksek teknolojinin, en çabuk yoldan kâra dönüşmesinin karşılığı, global bir kirlilik olmuştur.

“TÜRKİYE’NİN ÖZGÜNLÜĞÜ”!
Kapitalist üretim süreci, aynı zamanda, doğanın yağmalanması ve doğal çevrenin kir¬letilmesi sürecidir. Fakat bu kirlenmenin ne ölçüde gerçekleşeceği, başka bir dizi koşulla belirlenir. Kapitalist, azami kârı gerçekleştir¬meyi her zaman hedefler, ama bunun gerçek¬leşip gerçekleşmeyeceği ya da daha doğru bir ifadeyle azami kârın sınırının ne olacağı pat¬ron ile işçi arasındaki ilişkinin o anki niteliği¬ne, doğayı kullanılış ve işe yaramaz atıkların uzaklaştırılış maliyetine vb. bağlıdır. Kısaca, kapitalist üretim tarzı, her durumda aynı ölçüde kirletici değildir. Örneğin kamuoyu du¬yarlılığının ileri olduğu Almanya’da kapitalist, Türkiye’dekine benzer bir teknolojiyle işleye¬rek ortalığa çimento saçan bir çimento fabrikası kuramaz.
Bunun bilincinde olan Türkiye burjuvazisi de başka ülkelerdeki çevre yasalarının ya da yasakların bizde geçerli olamayacağını ifade ederek çevre politikalarının “özgünlüğüne” dikkat çekmişlerdir. Bir patron örgütünün başkanının dile getirdiği şu sözler anlamlıdır: “…Yabancı ülkelerden aynen alınan düzenle¬meler daima birtakım aksaklıklara neden olmuştur. Bu nedenle, Türkiye’nin şartlarına uygun, özellikle coğrafi konumu ve doğal kaynakları dikkate alan, en önemlisi de kal¬kınma ve sanayileşme yolunda hızla ilerle¬mekte olduğunu düşünen bir çevre politikası ile hareket etmek zorunda olduğumuzu unut¬mamalıyız.” (Yalım Erez, TOBB Çevre Kurulu Raporu, 1993)
Gerçekten de unutulmuyor, devlet ve pat¬ronlar el ele Yerip çevreyi her yol ve yöntem¬le kirletiyorlar. Çevre derinden derine yağ¬malanıyor, bütün bunlar olurken, bu yağmalama, skandal olarak yüzeye çıkıyor. Bir gün, koyun yüklü bir gemi boğazın derin¬liklerine gömülüyor ve çevre üzerinde zararlı bir etki yapmayacağı açıklanıyor. Çernobil’deki radyoaktif kazanın memleketimizi ve ürünlerimizi hiç etkilemediği açıklanıyor ve ancak yıllar sonra yüksek miktarda radyas¬yon içeren çayı afiyetle içtiğimiz anlaşılıyor. Bir başka gün zehir dolu variller sahillere vu¬ruyor. Bu varillerin ne olacağına karar verile¬miyor, çocuklar için oyuncak işlevi görüyor. Birdenbire büyük kentlerde havanın solunamayacak ölçüde kirlendiği açığa çıkıyor, İstanbul’un orta yerinde çöp patlıyor. Hükümet yetkilileri, her şeyin daha güzel olacağını açıklıyorlar; ardından termik santralın atıklarının, civarındaki bitkileri kuruttuğu görülü¬yor, içme suyuna kanalizasyon karıştığı açık¬lanıyor… Bütün bunlar, derinden yağmalamanın bir dışavurumu.
Gerçekte kirlenme çok daha derin ve çok yönlü.
Doğa, sınır tanımaz bir şekilde yağmalanıyor ve tahrip ediliyor. Batıda aşırı kirleticilikleri nedeniyle hurdaya çıkmış teknolojiler en¬düstriyel üretimin temeli haline getirilmiş, insan sağlığı ve çevre için zararlı çeşitli mad¬delerin tarımsal ilaçlarda, temizlik malzeme¬lerinde içerili olduğu, çeşitli vesilelerle açığa çıkıyor. Çeşitli Avrupa ülkelerine ait birçok zararlı atık, rahatlıkla, “inşaat malzemesi”, “gübre”, “sanayi hammaddesi” vb. adlar altın¬da ithal ediliyor ve rasgele çevreye boşaltılı¬yor.
Devlet, tüm bunları “kalkınmanın katlanıl¬ması gereken maliyeti” olarak gösteriyor, özel sektörle el ele çevreyi kirletiyor, izin ve¬riyor daha da ötesi teşvikle ödüllendiriyor. Örnek vermek gerekirse, büyük bir şaşkınlık yaratan zehirli atık ithali konusunda bir mev¬zuat oluşturulmuyor ve uzun yıllar sürünce¬mede kaldıktan sonra, en sonu bu tür madde¬lerin ithali izne bağlanıyor. Ya da Dünya Sağlık Örgütü’nün yıkanabilir ürünlerde bile tehlikeli bulduğu Malathion isimli zehirli ilaç¬la arı kovanları ilaçlanıyor ve zehire bulan¬mış bal, insan midesine iniyor. Bununla da kalmıyor; bu zehirli ilacı üreten ve dağıtan Türkiye Kalkınma Vakfı ile Tarım Bakanlığı arasında imzalanan protokolde bir de bu du¬rumu gizleyen madde bulunuyor: “Malathion aktif maddesinin arı akarı mücadelesinde kul¬lanıldığının gizliliğine devam edilecektir.” (Semra Somersan, Türkiye’de Çevre Ve Siya¬set, Metis Yay., Kasım 1993, sf: 62-63)
Son bir itiraf da, Yatağan Termik Santralı Müdürünün ağzından. Türkiye devletinin çevre politikası bu zavallı itiraftan daha iyi nasıl ifade edilebilir? Şunları söylüyor, hem de halka hitaben:
“Çevreyi kirletmeyi önlemek için bir finans ayrılması lazım. Ama, o finans da kal¬kınmaya harcanıyor. Çevreyi korumakla ilgili hazırlanan yönetmelik Almanlardan alınmış. Almanya şu an kendi ülkesinde yatırım yap¬mıyor. Gelişmekte olan ülkelerde yatırım ya¬pıyor. Almanya’nın gözü doymuş. Peki Al¬manya bu doyuma ulaşana kadar standartlara uymuş mu? Hayır. Kirlete kirlete, mahvede mahvede, bu seviyeye geldi. Şimdi diyorlar ki, ‘ey Yatağanlılar oraya 4 değil, 3 santral kuracaksınız. Bir tanesinin parasını bana vereceksiniz. Desülfirizasyon bende var.’ ” (Cumhuriyet, 2 Mart 1993)
Son derece öğretici ve birçok sonuç çıkar¬maya elverişli. Vatandaşlarına “sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı”nı anaya¬sayla garanti eden devlet, kirletme kapasitesi¬ni önemli ölçüde azaltacak bir arıtma sistemi yerine, yeni bir santral ünitesi açmayı yeğli¬yor. Şimdi bütün bunlardan sonra, çevreyi korumaktan, insan sağlığından bahsetmenin çok açık bir sahtekârlık olduğu açık değil mi?
Almanya’nın kendi ülkesinde yapmadığı yatırımı, severek ve isteyerek kendi ülkesinin bir yerleşim merkezine yapan Türkiye’nin bu “özgünlüğünü” nasıl açıklamalı?
Aslında bu, Türkiye’nin bir özgünlüğü ol¬manın ötesinde, emperyalizme bağımlı geri ülkelerin ortak bir özelliği. Bu ülkelerin, sahip oldukları sanayinin nicel büyüklüğüyle kıyaslanmayacak ölçüde yüksek bir kirleticiliğe sahip olmalarının nedenlerinin başında, bu ülke ekonomilerinin geriliği ve emperya¬lizme bağımlılığı geliyor. Artık eskimiş, hur¬daya çıkmış, verimsiz ama kirletme gücü yük¬sek teknolojilerin ihraç edilebileceği alan, bu tür ülkelerdir. Her iki tarafı da memnun eden bir alışveriş söz konusudur burada. Emperya¬list burjuvazi, kamuoyu tepkisi alan ve geri, rekabet gücü azalmış bir teknolojiyi hiç yok¬tan iyi bir fiyatla başından atarak kurtulmuş oluyor; alıcı ülke ise, bu geriliğin ucuz işgücüyle telafi edildiği. Adam Smith’ten beri “serbest mal” olarak tanımlanan çevreyi kir¬letmenin serbest olduğu bir ortamda ucuza mal edilmiş bir sanayiye sahip oluyor.
Aynı şekilde, son yıllarda meydana gelen nükleer kazalarla riskli ve ortaya çıkardığı radyoaktivite içeren atıklarıyla da hayli prob¬lemli olduğu için kamuoyu tepkisiyle karşıla¬nan bir enerji kaynağı olan nükleer santraller, projelendirildikleri dönemlerdeki popülaritelerini yitirmiş bulunuyor. Dünyada¬ki 400 civarındaki nükleer santralden 112’sine sahip olan ABD, inşa aşamasına gelen 118 santralden vazgeçmek zorunda kaldı. İsveç, nükleer reaktörleri 2010 yılına kadar kapatacağına dair karar almıştır. Bütün OECD ülkeleri nükleer enerjiyi azaltma eğili¬minde… Kısaca, nükleer santraller bu ülkeler bakımından yeterince sorunlu olmanın yanın¬da kârlılığını da yitiriyor. Çünkü nükleer santrallerin enerji üretirken çıkardıkları rad¬yoaktif atıkların depolanmasının maliyeti, ka¬muoyu dikkatinin santrallere yönelmiş oldu¬ğu durumda oldukça yüksek. Ama bu santrallerin kârlı olacağı bir alan, koca geze¬genin bir yerlerinde mutlaka vardır. Burası öyle bir yer olmalı ki; çevre mevzuatı, parasız ya da ucuz kirletme hakkı versin, önlem al¬maya zorlayan bir kamuoyu duyarlılığı yeterince gelişmemiş olsun. Bu ülkeler, emperya¬lizme bağımlı ülkelerdir.
Böylelikle, emperyalizme bağımlı ülkeler¬deki bu kirlenmenin bir diğer nedenine de kendiliğinden gelmiş oluyoruz, ileri kapitalist ülkeler burjuvazisi, çevre sorununu dünyanın geleceğini tehdit eden bir tehlike olarak dek¬lare ederken, Avrupa’da bu resmi havanın içinde boğulmayacak bir emekçi tepkisi doğdu. Çevreye sahip çıkan çeşitli yeşil örgüt¬lenmelerle birlikte hareket eden milyonlarca insan her bir çevre olayının üzerine gitti, insan sağlığına yararlı olduğu söylenen besin maddelerindeki, ilaçlardaki, deterjanlardaki zehiri keşfettiler, kirletici kaynaklara karşı saldırı eylemlerine girişmeye kadar birçok eylem gerçekleştirdiler. Böylece, kendi burju¬vazilerine önemli ölçüde geri adım attırdılar, çevreyi gözeten kimi maddelerin yasalaşması¬nı ve bunların uygulanmasını sağladılar; kuş¬kusuz, burjuvazinin çevreyi kirletmesinin önüne geçemediler -ve zaten bu, kapitalizm koşullarında mümkün değildir- ama burjuva¬zinin büyük bir huzur içinde çevreyi kirletmesini de engellemiş oldular. Geri ülkelerde bu tarz muhalefetin cılızlığı burjuvazinin, ciddi bir kamuoyu engeline çarpmadan, çevre için hiçbir önlem almadan kirlilik üretmesine imkân vermektedir. Öyle ki; çevrenin kirlenmesine katkısını esirgemeyen devlet, çevre¬nin korunması için kaynak da ayırmıyor. Al¬tıncı Beş Yıllık Plan’da (1990-94) olduğu gibi. (S. Somersan, aynı yerde) Ama çevre sorunla¬rının daha bir aktüel özellik taşıdığı Avru¬pa’da milli gelirin % 1-4’ü çevreyi korumak için harcanıyor.

GİZLİLİK PERDESİNDEN “AÇIK TOPLUM”A
Türkiye’deki toplam sanayinin fiziki varlı¬ğını çok çok aşan bir kirlenmenin bir dizi çevresel felakete neden olması, aydınlarımız¬da, nostaljik ve romantik bir hüzün kabarma¬sına neden olur ve gözler Batı’ya çevrilir. Bu memlekette çevre bilinci yok, devlet halkı uyutuyor! Ve girilemeyen denizlerimiz, solunamaz havamız için iç geçirir. Büyük çevresel sorunların, burjuvazi ve devlet tarafından kalın bir gizlilik perdesiyle örtülmesi, sivil toplum örgütlerinin demokratik bir katılımcı¬lık hakkına sahip olduğu düşünülen Batı’yı daha bir cazip hale getirir. Buna bir de, Çernobil patlamasının eski Sovyetler Birliği tara¬fından gizlenmeye çalışılması ile Türkiye’nin radyoaktif kirlenmenin boyutlarını gizlemesi¬nin çakışmasının yarattığı “açık toplum” özle¬mini de eklemek gerek.
Sonuçta karşımıza şöyle bir düşünce çıkar: Bati; devleti, sanayicisi ve yurttaşıyla çevreye verdiği zararın farkına varmıştır, etkin ön¬lemlerle kirlenme en azından durdurulmuş¬tur, devlet çevre kirliliği konusunda “açık toplum” olmasının gereği olarak sürekli yurt¬taşlarını bilgilendirmektedir.
Batı ülkelerinde çevreyi korumaya yöne¬lik birtakım yasaların var olduğu ve bu yasa¬ların önemli ölçüde işlediği, sanayinin kirlet¬me kapasitesinin daraltıldığı bir gerçektir. Ama bu, Batı’nın toplum olarak çevreyi koruma bilincine sahip oluşuyla değil, yığınların gösterdiği tepkilerin sonucu elde edilmiş kazanımlarla açıklanacak bir durumdur. Emper¬yalist burjuvazi, mümkün en ucuz teknikle ve çok miktarda metayı pazarda rekabete sunar-ken, çevreyi değil kârını düşünür. O, yalnızca metropollerdeki kirlenmenin değil, kıtalarara¬sı açık ya da örtülü zehirli atık ticaretinin de, geri ülkelerin birer nükleer çöplük haline ge¬tirilişinin de baş sorumlusudur. Batı toplumu, namuslu bilim adamları, gazeteciler bilgileri açıklama cesareti gösterdikleri ölçüde açık toplumdur; yığınlar, tekelci burjuvaziye geri adım attırdığı ölçüde açık toplumdur.

“ORTAK GELECEĞİMİZ”?
Birleşmiş Milletler bünyesindeki Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu, çevre sorun¬ları üzerine hazırladığı raporuna yukarıdaki başlığı uygun görmüştü. Bu, daha önceki ortak raporların ruhuna da uygun olan, bu konuda araştırma yapmakla görevli bir uz¬manlar ordusunun da çevre sorununa yakla¬şımını ifade eden bir başlık. TOBB adlı pat¬ron kuruluşu için hazırlanan “Çevre Kurulu Raporu” adlı kitapta, 1972’deki çevre konfe-ransının en önemli sonuçlarından bir tanesi, “…insanları ve ülkeleri ‘Bir Tek Dünyamız Var’ sloganı etrafında dayanışmaya çağırmasıdır.” deniyor.
Böylece mantık tamamlanmış oluyor: Çev¬reyi ayrımsız tüm insanlık bu hale getirdiğine göre, çevrenin kurtuluşu da tüm insanlar ta¬rafından sağlanabilir. Çevre sorunları, insanlı¬ğı ortak bir tehditle karşı karşıya bırakmıştır; bu bakımdan sınıf sorunlarını ikinci plana it¬meli, gezegenin kurtarılmasını ön plana alma¬lıyız. Kirlenmenin nedenleri konusunda bur¬juva propagandaya, tümüyle ikna olmuş olmasalar da; birçok radikal yeşil hareketin, hatta birçok “Marksist’in çözüm yolları konu¬sunda bu düşünceyi benimsediği de bilinen bir şeydir.
Bir defa, çevrenin bu denli büyük ölçüde tüketilmiş olması ancak burjuva sistemin ge¬leceğinin tablosuna işaret olabilir, insanlığın değil. Burjuva sistem, çevrenin tükenişini in¬sanlığın tükenişi olarak genelleştirmeye çalışırken, bunun bir insanlık krizi olarak kabul edilmesini istiyor. Kapitalist bunalım, nasıl bir insanlık bunalımı değilse, çevre bunalımı da bir insanlık bunalımı değil, egemen siste¬min bunalımıdır. Bu krize, dünya çapında egemen bulunan emperyalist kapitalizm yol açmıştır; bu, onun insanlığa verebilecek bir şeyi olmadığını bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Emperyalist kapitalizm, kendi tükenişini in¬sanlığın tükenişi gibi göstermeye çalışsa da; tükenen, kapitalist dünyadır. Çevre sorunu, insanlığın ortak sorunu değil, kapitalizmin kronik hal almış sorunlarından bir tanesidir.
Çevre krizinin tüm insanlığın geleceğini tehdit ettiği doğrudur. Peki, savaşların, nükle¬er silahlanmanın da insanlığın geleceğini teh¬dit ettiği doğru değil mi? Nasıl savaş tehlikesi¬ne karşı mücadele, savaş için silahlananlarla birleşmemizi değil, onlarla mücadeleyi gerek¬tiriyorsa; çevre kirliliğine karşı mücadele de, ancak antikapitalist bir perspektifle yürütüle¬bilir.
Aynı gemide miyiz? Evet, aynı gemideyiz. Bu onlarla birleşmeyi ya da ortak çabayı niçin zorunlu kılsın? Geminin rotasını tayin etme yetkisini elinde bulunduranlar, gemiyi bir mayın dağına doğru hızla yürütüyorlarsa, onlarla el ele tutuşmak değil, onları geminin yönetiminden bir an önce uzaklaştırmak ge¬rekmez mi?
Çevrenin kurtuluşu için mücadele, insanlı¬ğın kapitalizmden kurtuluşu için mücadele demektir.
Kapitalizm, varlığı ve gelişmesiyle eşza¬manlı olarak çevreyi bu ölçüde tüketmiş ve tahrip etmişken, 20 yıl içinde dünya çapında iki konferans ve sayısızca bölgesel konferans toplamasının, bir dizi uluslararası anlaşma yapmasının, çevrenin korunması için sonu gelmez çağrılar yapmasının nedeni nedir?
O, çevrenin tükenişinde kendi tükenişini görmekte, işleyişi bakımından varlık koşulu¬nun bir boyutunun kirlenme olduğunu bil¬mekte, bu bakımdan da kendi tükenişini in¬sanlığın tükenişi olarak göstermektedir. Çevre sorununa sahip çıktığını göstermeye çalışırken, sorunun ancak yine kendisi tara¬fından çözülebileceğini ve bütün çözümlerin kapitalizm sınırları içinde düşünülmesini sağ¬lamak, çevresel sorunlar konusunda öfke duyan emekçilerde bir beklenti ve umut ya¬ratmak istemektedir. Çevre sorunu, kapitaliz¬min temelini sarsan bir sorun iken, o, bu so¬runu yığınların antikapitalist yöneliminin önünü kesecek bir imkân haline getirmek is¬temekte ve bunun için, sınıf çelişkilerinden arınmış bir geleceği kurtarma çabasını yığın¬lara dayatmaktadır. Kurtarmak istediği, in¬sanlığın değil, kapitalizmin geleceğidir.
O zaman, bu çok cepheli “yeşil sevgisi”, kapitalizmin yaşar kılınması için bir taarruz¬dur. Çevre dolayımıyla kendisine karşı çıkan yığınların gücünün kendi temelini güçlendi¬ren bir dinamik haline getirme çabasıdır. Burjuvazinin yeşil tutkusu, yeşile sahip çık¬mak isteyen yığınlara karşı çıkarılmış bir dal¬gakırandır.
Kapitalizmin bu dalgakıranı, bizzat kapita¬list üretim/kirletme süreciyle zayıflatılmaktadır. Olgular; emekçilere, kirlenme ile burjuva sistem arasında bağ kurma olanağı vermekte¬dir. Yığınların çevre krizi karşısındaki tepkilerinin antikapitalist bir içeriğe kavuşturul¬ması son derece olanaklıdır.

Haziran 1994

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑