Görsel medyamızda kadın istismarı

Avrupa  Birliği’ne girme telaşı, pek çok yasal düzenleme ve anlaşmaya alelacele imza konmasına yol açtı. Bu yasal düzenlemeler çağdaş ve insani bir yaşam için gerekliydi. Ancak sonuçlar “gecekondu çözümü” diye adlandırılabilecek durumda. Yaşama geçirilemeyen yasal   düzenlemeler, amacı tartışılmadan belirlenen kurallar, eğitim ve kurumlar bakımından altyapısız bir toplumda çelişkilere, trajikomik uygulamalara yol açtı.. Evlilik sırasında ailenin edindiği malın boşanmada eşitçe paylaşılması kuralı, resmi nikahı, tedbir nafakasını bile yük olarak gören bir erkek toplumu için isyan nedeni sayıldı neredeyse. Zina kamusal suç olmaktan çıkarılınca, kadını az ceza ile öldürme için ağır tahrik nedenleri arandı (bulundu da). Özetlersek, özellikle kadınlara ilişkin ayrımcılıkla ilgili önlemler, kadına karşı şiddet uygulanmasını engelleme yasaları  kağıt üstünde kaldı.
Toplumu yönlendirecek basının da bu konuda geçerli not aldığını söylemeye pek olanak yok. Kadın sorunu, dikkat çekici, izlenme sayısını arttırıcı bir faktör olarak değerlendiriliyor basında, özellikle görsel medyada.
Görev başındaki kadın meslektaşının mikrofon uzatırken eğilmesini ya da kamerayla çömelmesini “frikik olanağı olarak” değerlendirme peşindeki bir habercilik anlayışının  geçerli olduğu bilinse de, televizyon programcılığının kadın sorunumuzu, kadına yönelik şiddete karşı çıkışı bu kadar kötü biçimde magazinleştirmesi beklenmezdi.
Nöbet dönüşü saldırıya uğrayan genç hemşirenin haberini, kimi ayrıntıları vurgulayarak pornografik bir habere dönüştürmeyi, konunun mağdurunu, adını açıklamadan da, çalıştığı bölüm, yaşı vb. ayrıntılarıyla teşhir etmeyi başaran çok satan saygın gazetelerimiz var. Onlar bile televizyonlarda son günlerde sayısı hızla artan kadın  programlarının karşısında pes ettiler. Programlara katılan kadınlara giyimden makyaj takımına süs eşyası, tüp bebekten estetik ameliyata sağlık desteği veren sayısız şirket, izlenmesi garanti bu programları reklam fırsatı olarak gördü. Evinde annesine ya da kocasının annesine itiraz edemeyen, kocasıyla konuşamayan kadınımıza da bu programlarda tartışma ve kavga hakkı tanınınca programların izlenme oranı hızla yükseldi.. Her kanal, eli yüzü düzgün, magazin programlarının da tanıdığı bir kadın sunucuyla “kadın derdi” dinlemeye başladı. Son programcı, İbrahim Tatlıses’in  oğullarından birinin annesi Derya Tuna. Programının adı da Dertler Derya.
Evlilik programlarındaki kaynana-gelin çekişmelerinin naklen yayınlarının modası geçti geçiyor.. (Zaten o programlardan arta kalan tek ad, sözlü şiddet ustası bir kaynana. Kanal kanal dolaşıp, izleyicileri haşlıyor.) Şimdi gözde olan, şiddet gören, tecavüze uğrayan ya da sevgilisince terk edilen kadınların konuştuğu programlar. Sığınma evlerinin, kadınlar için  sosyal kurumların yok denecek kadar az olduğu ülkemizde çoğu yoksul ve eğitimsiz kadınımız, bu programlara çıkmayı, yasal olarak çözemediği sorunlarını teşhiri çare olarak görünce, iş çığırından çıktı.
Bu programların gazete sayfalarına yansıyanı pek yok. Ama kadın konusunu, cezaevindeki kadınlarla konuşmak gibi çarpıcı bir açıdan işleyen ünlü bir polis muhabirinin de televizyona program yaptığı zaman olayı alabildiğine magazinleştirdiği gözden kaçmıyor.
“A Takımı’nda bu akşam ele alınacak bir diğer konu da Paşakapısı Tutuk Evi… Paşakapısı nasıl kültür-sanat, zenaat ve rehabilitasyon merkezi haline geldi? Tarihi Paşakapısı Tutuk Evi’nin makus talihi nasıl değişti?”
“Yıllarını demir parmaklıklar arasında geçiren kadınların akıl almaz hayat öyküleri ilk kez ‘A Takımı’nda. A Takımı Kaptanı Savaş Ay ‘şiddetin kadınları’yla beraber… Ay, ‘Şiddetin kadınları, Cezaevi Dosyası’ ile olay yaratacak. Paşakapısı  Kadın Cezaevi’ne giren Kaptan akıl almaz hayat hikâyeleriyle karşılaştı. Hangi kadın kocasını neden öldürdü? Yıllarını demir parmaklılar arasında geçiren kadınların ilginç görüntüleri ilk kez A Takımı’nda. Savaş Ay, koğuşlarında sordu, onlar yanıtladı. Şiddetin kadınları hapishanede bebeklerine nasıl bakıyorlar? Cezaevi çocuklarının günleri nasıl geçiyor? Canlı yayın konuklarıyla ‘A Takımı’ bu hafta da olay yaratacak.”
Televizyonu izleyemeyenler, onun gazetesinde yayımlanmış bir röportajına göz atabilirler:
“Parmaklık ardı bayram
“Paşakapısı Kadın ve Çocuk Tutukevi’nde, Savaş Ay genç mahkumlarla voltada. Bir koğuştan ‘bayram salvosu’ geliyor: ‘Gıız, bayram geldi hâlâ eskileri giyiyon, bayramlık almadın yoksa?’ Biri ‘Elbise değil bayramlık ağzım var, açtırma şimdi’yi yapıştırınca hep birlikte basıyorlar kahkahayı…
“Paşakapısı Cezaevi bayram telaşını en çok kantin kapısında yaşadı. Tutuklu kadınlar ‘Özgür olamasak da kadınız, ille de alışveriş ederiz’ dediler.
“Cezaevinde de olsa kadın kadındır elbet. Yani bakımlı, güzel, hoş olacaklar illa ki. Hele de bayram günleri gelip çatmışsa, hele de açık görüş için eş akraba çoluk çocuk gelecekse onlara en güzel hallerinde görünmeli kadın tutuklular. İşte bu nedenle kantin önünde bir telaş bir kıpırtı. Mevcutlarda jöle var mı, tırnak cilası, makyaj malzemesi, iç giyim, tişört, gömlek gibisinden neler neler var diye her an sorgu sualdeler görevlilere. Olmayan bazı şeyleri de siparişle getirtmek mümkün. Savcıyı da, müdürü de, infaz korumaları da ana baba bellemişler çoğusu. ‘Kavgasız gürültüsüz geçinip gidiyoruz. Bize cezaevini bir de eza evi haline getirmeyen idarecilere teşekkür ederiz’ diyorlar. Bu arada voltalarına beni de dahil ediyor, o hızlı gel gitler sırasında anlatıyorlar dertlerini. Diyorlar ki; ‘Burada bazı tutukluların yaşı 18 altı. Hemen ıslahevlerine gitmeleri gerek. Yoksa çeşitli sakıncaları olur.’ Bunu savcı beye soruyor ve ‘kısa zamanda bu sorunu gidereceğiz’ yanıtını alıyorum. Daha sonra koğuşlardan atılan laflara karşılık veren volta tutukluları stand up komedi tadında diyaloglar kuruyor, güldürüyorlar herkesi. Nasılı şöyle;
“-Bak kız süslendim püslendim kocam gelsin güzel görsün diye hazırlandım. Ya sen ne yapacaksın bu pasaklı halinle.
“-Yaaa. Bu senin makyajlı halin demek. Ben de yüzüne gözüne bakıp git biraz süslen. Nedir bu halin diye soracaktım!..”
Sayın Savaş Ay’ın röportajındaki tutukluların diyaloglarıyla bir zamanlar meraklı olduğu Roman mahallesi sakinlerinin konuşması arasında hiçbir fark yok. Bir tutukevi röportajının stand up komedi tadında olması için de bu gerekli herhalde. Okur bu konuşmalara gülerken, 18 yaş altındaki tutukluları, onların yaşı büyük tutuklularla bir arada oluşlarını unutacak elbet.
Bu programcının, kız kaçırma sanıklarını teslim almaktan yazıya özen gösterecek hali ve vakti pek yok. Kaptan’ın “Türkiye’nin dillerden düşmeyen kaynanası”na gösterdiği ilgiyi  tutuklu kadınlardan esirgememesi elbette takdire şayandır. Ancak mahkum kadınlar konusunda uzmanlar başka türlü konuşuyor, örneğin çok daha önce Kanal 7’de Ayşe Böhürler’in Açık Açık Programı’nda Prof. Dr. Nükhet Hotar Yüksel, kadın mahkumlar konusunda ilginç bir saptama yapmış, demişti ki: “Daha önce bu konularda geniş araştırmalarda bulundum. Suç profili çok farklı. Ancak ilginçtir, bazıları yaptıklarının suç olduğunu bile bilmeden cezaevine düşmüşler. Cezaevleri, içinde bulunanları toplumsal hayata tekrar hazırlayan yerler de olmalıdır. Onların oraya düşmeleri, toplumdan iyice izole edilmelerini beraberinde getirmemelidir.” Ama bu kadar donuk sözler hiç ses getirebilir mi?

KADIN PROGRAMLARININ İÇERİĞİ
Eskimemek için her ciddi soruna magazin açısından bakan gazetecileri bir yana bırakalım.Türkiye’deki kadının sesi olmak, onlara yalnız olmadıklarını anımsatmak, zaman zaman yasal haklarını bildirmek iddiasında olan kadın programlarında neler var?
Bu programları kadın programcılar sunuyor. Seyirciyle başları derde girmiş kadınlar konuşturuluyor. Bunlar arasında en çok ilgi çeken kişiler, kimi zaman ışıklar karartılarak, kimi zaman maskeyle seyirci karşısına çıkartılan, tecavüze uğramış genç kızlar. Her ne kadar kimlikleri saklanmaya çalışılıyorsa da, çoğunlukla  bağlanan telefonlar kızların, özellikle ailelerince, tanındığını da açıklıyor. Çoğuna ailesi sahip çıkmamış. Yakın akrabalarca sahip çıkılan bir ikisi sığındıkları evlerde erkek akrabaların sarkıntılık ve taciz tehdidi altında.. Sunucunun/programcının kapılarını kilitli tutmak dışında bir önerisi yok. Kızın sığınabileceği bir yasal mekan yok. Ailesinin sahip çıktığı bir iki kişinin yasal mercilere başvurusu da sonuç vermemiş. Programcı tecavüze uğrayana yapılması gerekli muayeneyi açıklıyor ama galiba adli tıbba bile gönderilmemişler. Zaten en bilinçli bir kadın bile vajinada sperm saptanması vb. biçiminde bir kontrolün gerekliliğini, bunun nasıl yapılacağını bilmiyor. Muayene edilenlere de tecavüze uğrayanlara verilmesi gerekli profesyonel psikolojik yardım önerilmiyor.
Televizyona çıkan tecavüz mağdurları, programa telefonla katılanlar ya program yapımcısı ve katılımcılardan nasihat alıyorlar ya da  programa telefonla katılan bir erkekten içtenliği kuşkulu bir evlenme teklifi. Zaten alınabilecek tek olumlu sonuç, tecavüzcünün adının adresinin bilindiği durumlarda yasal kovuşturmanın hızlanması belki.
Bu programlara katılanlar arasında ilgi çeken ikinci grup, aşık olduğu erkekle kurduğu ilişkiden gebe kalmış, terkedilmiş, genç kadınlar. Çoğu evden kaçmış. Çocuklarının doğumuna ya bir iki ay var, ya bebeğin doğumundan hemen önce ayrılmışlar evlerinden. Bebekleri kucaklarında. Bu kadınlar, ailelerinin onları öldüreceğinden korkarak bu programlara katılıyorlar. Babalar ortada yok. Ya evliler ya da sorumsuz. Anneler çocuklarını evlatlık verme niyetindeler çoğunlukla. Çünkü çalışıp çocuklarına bakmak için gerekli donanımları yok. Bu durumda program yapımcısı/sunucusu, önce onları kurdukları ilişkiden dolayı bir temiz azarlıyor: “İnsan ilişki kurduğu adamın evli olup olmadığını bilmez mi, kimlik kartına bakmaz mı, ilişki kurduğu erkeğin gerçek adını bilmez mi? Şimdi bu çocuğa nasıl bakacaksın, ailen seni kabul edecek mi? Bir de kimlik sorunu var, bu çocuğa nasıl kimlik çıkaracaksın, kucağındaki çocukla nereye gideceksin?” Sonra bu konuda yapılabilecekler, azarlanarak, dolaylı yoldan anlatılıyor: “Dünyanın başka yerinde, mesela Avrupa’da, bu durumda bir kadın babalık davası açar, çocuğunun hakkını arar. Neden dava açmıyorsun. Paran yoksa baro sana avukat verirdi. DNA saptaması yaptırmakla çocuğun babasının kim olduğunu kanıtlardın.” Babalık davasından söz eden kişi, karşısındaki kadının değil dava açmak, yeşil kart çıkartmak için bile gücü olmadığını bilmiyor sanki.. Sonra ne mi yapılıyor? Çoğunlukla bu kadına koca, çocuğa baba olacak biri aranmaya başlanıyor. Duyurular yapılıyor. Telefonlar geliyor. Koca adaylarının yaşı, daha önce evlenip evlenmediği, çocuğu olup olmadığı, çocuğu kabullenip kabullenmeyeceği, mali durumu soruluyor. Birden fazla teklif geldiğinde, adayların hangisinin uygun olduğu programcı ve izleyicilerin el birliğiyle düşünülüp kararlaştırılıyor.. Bazen de bu koca aranan kızlara, “hanım madem ailesinin yanına gidemiyor, ben evimi ona açarım. Tanışalım, benim evimde bir süre yaşayalım, anlaşırsak evleniriz” gibi niyeti baştan belli teklifler geliyor. (Neyse ki programcılar bu tür teklifleri reddediyor.) Sonunda, genellikle evlilik boyunca eski yaşamındaki hatanın başına kakılacağı bir beraberlik doğuyor genç kadın  için. Kadın kurtulduğu için, evlilik teklifini yapan da iyi niyetinden dolayı kutlanıyor. Genel anlayışa göre, kızcağız namusunu temizlemek zorunda. Bunun için de başına bir koca gerekli. Çünkü yaşamını kazanmasını, kendi ayaklarının üstünde durmasını sağlayacak biçimde onu eğitecek bir kurum yok. Çocuğa sürekli ya da annesi eğitim alırken bakacak bir kurum da mevcut değil gibi görünüyor.. Bu kadınla çocuğa sahip çıkacak, onların öldürülmesini engelleyecek, onları koruyacak bir yetki mercii de sesini çıkarmıyor!
Üçüncü grup kadın programı, katılımcısı kocaları tarafından aldatılanlar, kocaları ve onların akrabalarınca dövülüp sokağa atılanlar (aralarında sakat kalanlar var), üstlerine kuma getirilenler. Onlara zinanın şikayete bağlı suç olduğu anlatılmıyor. Galiba böyle bir şikayet gündemden kalkmış. Karısını döven, üstüne kuma getiren adamla telefon ilişkisi kuruluyor, adamın palavraları dinleniyor. Bazen adama ceza olsun diye zina yaptığı iddia edilen çoğu 18’inden küçük kız ya da kadınla çekilmiş fotoğrafı yayımlanıyor. (Bu fotoğrafın yayımlanmasının, o kadını bu biçimde teşhirin suç olduğu akla bile gelmiyor. Zaten şikayet eden de yok.) Karılarını dövüp sokağa atan kocalar varlıklıysalar, zaten “sizi avukatımın yanından arıyorum” diye çalım satıyor, karşısındaki mağdur kadına hakaret yağdırıyorlar. Programcıların sesi bu tür kişiler karşısında pek çıkamıyor. Sokağa atılan ya da evi terk zorunda bırakılan kadının “nafaka davası açmış olması” neredeyse onursuzluk olarak adlandırılıyor. Üstüne kuma getirilen kadına ayrıca çocukları gösterilmiyor. Üstelik, “kadın olsaydı, ana olsaydı, çocuklarına baksaydı, evi terk etmeseydi” diye suçlanıyor. Bu arada her kafadan bir ses çıktığı için temel sorun güme gidiyor. Zaten üç dört kişinin sorunu art arda anlatıldığı için tarafların suçlamaları da birbirine karışıyor. Ama bu dertlilerden biri, kesinlikle, programdaki yatak takımı, tabak takımı gibi armağanları kazanıyor.. Teselli ikramiyesi.

PROGRAMLARIN KATILIMCI İZLEYİCİLERİ
Programlara izleyici olarak katılanlar (aralarında kimi zaman mimarlar, eski kadın hakları dernekleri üyeleri falan var, kimi zaman da yalnızca sıradan kadınlar), şiddet görmüş, durumu kötü katılımcı kadına kimi zaman destek, kimi zaman öğüt veriyor. Kimi zaman bu öğüt, “biz de neler çektik, biz de neler gördük” biçiminde geçmişten yakınma, direnmeyle övünme   türünden… Bu arada şiddete maruz kadın, yaşadıklarını tekrar tekrar anlatarak harap oluyor. Burada biraz duralım. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin üye ülkelere kadınların şiddete karşı korunmasına ilişkin tavsiye kararları arasında bence bütün programcıların (ve yargıçların) bilmesi gerekli bir bölüm var. Bu bölümde, bu tür durumları yaşayan kadınların yargı karşısında bile incitilmemesi için dikkat edilmesi gerekli noktalar sayılmış: 1) Davanın bütün aşamalarında kurbanların fiziksel ve psikolojik durumunun göz önüne alınmasını ve tıbbi ve psikolojik bakım görmelerini sağlayacak bütün önlemleri almalı; 2) Şiddet kurbanı veya tanığı olan kişiler dinlenirken, tekrar tekrar ifade vermelerinden kaçınmak ve yargılama usulünün travma yaratıcı etkilerini azaltmak için özel koşullar oluşturulmasını gündeme almalı; 3) Kurumların iç tüzüklerinin, şiddet kurbanı ya da tanıklarının maruz kaldıkları travmayı göz önüne alarak ve bu travmanın tekrarlanmaması için, mazeretsiz ve/veya aşağılayıcı sorulara maruz kalmalarını engelleyecek şekilde düzenlenmesini sağlamalı; 4) Gerektiğinde, kurbanları tehdit ve olası intikam girişimlerine karşı etkin biçimde korumak için önlemler alınmasını sağlamalı.
İyi niyetle yorumlamak istersek, bu tür programlar, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin tavsiye kararlarından biriyle örtüşüyor sonucuna varabiliriz. Şu tavsiye kararıyla: “Erkeklerin, eylemlerinden sorumlu olmaları gerektiğini vurgulayarak ve erkekleri şiddet mekanizmalarını tahlil edip çözmeye ve farklı bir davranış tarzı benimsemeye teşvik ederek, kadınlara yönelik erkek şiddeti konusunda duyarlılık artırıcı kampanyalar düzenlemeli.” Ancak bu programları tavsiye kararları arasında yorumlayınca, tavsiyelerin  medya ile ilgili olanlarını da gözden kaçırmamamız gerekir: “Üye devletler, 1) Medyayı, basmakalıp olmayan, insana ve insanlık onuruna saygı temelinde kurulmuş kadın ve erkek imajlarını öne çıkarmaya ve şiddetle cinselliği bağlantılandıran programlardan kaçınmaya teşvik etmeli; bu kıstasları mümkün olduğunca yeni bilgi teknolojileri alanında da göz önüne almalı; 2) Medyayı, kamuoyunu kadınlara karşı şiddet konusunda uyanık kılmak için bilgilendirme kampanyalarına katılmaya teşvik etmeli; 3) Medya çalışanlarını bilgilendirmek ve şiddetle cinselliği bağlantılandıran programların olası sonuçları konusunda uyarmak için meslek içi eğitimi teşvik etmeli; 4) Medya çalışanları için, kadınlara yönelik şiddet konusunu göz önüne alan ve mevcut ya da gelecekte kurulacak medya denetim kurumlarının temel ilkeleri arasında kadınlara karşı şiddet ve cinsiyetçilik konularının yer almasını teşvik eden davranış yönergeleri geliştirilmesini teşvik etmelidir.”
GÖRSEL MALZEME KADIN
Kadının medyamızda görsel bir malzeme olduğu inkar edilemeyecek bir gerçek. Gazeteler bir yana, televizyonlarımızdaki program sunucuları “tak takıştır, sür sürüştür, inadına dekolte giyin” formülüyle boy gösteriyorlar ekranda. Bu Allah’ın bildiğini kuldan saklamama yöntemi, aile içi çekişmeleri, miras davalarını, mahalle kavgalarını da ekrana taşıyor. Bu arada 16 yaşında kızlar kaçırılıyor, kaçıran telefonda “kaçakta değilim, İstanbul’un ortasındayım” diye şişiniyor. Bir başka 16’sında kız komşunun karısı tarafından kaçırılıp, evlendirilmek için bir başka şehre götürülüyor, başlık parasında anlaşamayınca kadının kıza başka koca aradığı raslantıyla öğreniliyor.. Bu kızların izinin ancak televizyonla sürülebildiğini gören  kızları yitik aileler, televizyon programlarına katılabilmeye çalışıyorlar. Arada kendine eş seçmek üzere televizyonda boy gösteren beyler programa renk katıyorlar. Kimi programlarda haftanın bir günü kocalarına hoş görünmek isteyen hanımlara estetik ameliyat ya da kozmetik destek verilip, “eski hali, yeni hali” gösterileri yapılıyor.
Kadın programı adını taşıyan programların kadın istismarı programı durumuna gelmesinden rahatsız olan herkesin talebi “kadın erkek, bütün yurttaşlarımıza insan hakları ve temel özgürlüklerinin tanınması, bunları kullanma, bunlardan yararlanma ve bu hakların korunmasının teminat altına alınması” olmalı. Taleplerin gerçekleşmesi ancak örgütlenerek sağlanabilir. Böyle bir örgütlenmenin ikinci adımıysa, “kurban konumuna itilen kadınlara, yeniden bu konuma düşmelerini engelleyecek en uygun destek ve yardım yapıları” sunacak kurumlarla ilgili olacaktır. Ülkemiz yargı organları, Avrupa Birliği’ne girmek ya da imzaladığı anlaşmalar yüzünden değil, yalnızca gerçekten demokrasiyle yönetildiğine inanmak için, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin şu tavsiyelerine de uymalı bence: 1) Devlet ya da devlet görevlileri tarafından uygulanan ya da göz yumulan her türlü fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddeti, görüldüğü her yerde ve özellikle ceza ya da tutukevleri, psikiyatrik kurumlar ve benzerlerinde cezalandırmalı; 2) Devletin veya üçüncü kişilerin sorumluluğuna atfedilebilecek durumlarda, örneğin yatılı okullarda, huzurevlerinde ve başka kurumlarda uygulanan ya da göz yumulan her türlü fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddeti cezalandırmalıdır.
Görsel ve yazılı medyanın insanı magazin malzemesi olarak yorumlamak istemeyen çalışanları, bu durumda, işleyecek konu bulamamaktan zor durumda falan kalmazlar. Eğer bugüne kadar magazin olayı sayılan “kişilerin onayı alınmadan zorla gerçekleştirilen evlilikler” ve “çocuk satışıyla bağlantılı faaliyetler” konusuna eğilir, bu konuların engellenmesi ve yasaklanmasıyla ilgili çalışmalar/ incelemeler yaparlarsa.
Ayrıca gerçekten kadının sesi olmayı düşünen programcıların yapacakları en önemli eylemlerden biri, “bütün şiddet kurbanlarının ve duruma göre, onları savunan tüzel kişiliği haiz kamu kurumu veya özel örgütlerin kurbanla birlikte ya da kurban adına dava açabilmesinin” sağlanabilmesi için bir kampanya açmaktır.

Kadın sorunu ülke sorununu yansıtır

Kadın sorunlarının büyük bölümü, emekçi sorunları gibi, ancak emeğin özgürleşmesiyle çözümlenebilir. Paylaşımcı bir düzenin, tüm kadın sorunlarını değilse de, aciliyet taşıyanları çözeceği kuşkusuzdur. Ancak kadın sorunlarının sınıfsal bakımdan irdelenmesini “8 Mart”la sınırlandırmanın tehlikeli olduğunu bilmeliyiz. Çünkü kadınların durumu, ait oldukları halkın ve ülkenin, kadın emekçilerin durumu da o ülkenin emekçilerinin koşullarının göstergesidir.
Yine hatırlamalıyız ki, kadının siyasal örgütlenmede yer almadığı, örgütlenmelerdeki yoğunluğu ülkedeki nüfus yoğunluğunun ölçüsünde olmadığında, emek cephesinin sorunlarının çözümü aksayacaktır.
İnsan haklarının konuşulduğu, tartışıldığında bu tartışmalara katılanların, söz kadın haklarına geldiğinde durakladıkları bir gerçek. Üstten/yüzeysel bir bakışın insan hakları yanında kadın hakları, çocuk hakları, hasta hakları parantezlerinin gereksizliği sonucuna varması da doğal. Ne var ki bu tür parantezler, haklarını savunacak güçte olmayanlar için (bir bakıma özel durumlar için) varlar. Ve bu tür hakların uygulanmasındaki aksaklıklar, yine o ülkedeki hakların uygulanma niteliği/niceliği konusunda ipuçları veriyor. Örneklersek, hepimiz Bursa’daki yatak fabrikası yangınında 5 kadın işçinin ölümüyle sarsıldık. Bu  cinayete benzer kazanın ayrıntıları, yalnızca kadın işçilerle ilgili değildi. Ülkemizde sosyal güvenlik kurumlarının işleyişi ve iş güvenliğiyle ilgiliydi. Yangında ölen, gece mesaiye bırakılmış çocuk yaştaki işçi ile hamile işçi ise, iş yasasının uygulanmadığının kanıtıydı. Belki bu tür bir irdeleme, ikinci bir yangında ölen 5 erkek işçiyle doğrulandı. Ülkemizde ne iş güvencesi var, ne de iş güvenliği… Bu eksikliklerin de elbet kadın erkek ayırmadan cana kıyması, yoksulluğu arttırması kaçınılmaz.

DÜNYADAN ÜLKEMİZE
“Kadın” tanımının yeterince açık olmadığını, saati ve yeri belirli bir işte çalışsın çalışmasın, kadının sınıfının, tartışmak istediğimiz konularda belirli olduğunu sürekli anımsamamız gerekiyor. Ücretsiz aile işletmesi emekçisi, evde fason üretime parça başı katkıda bulunan kadın çizelgelerde ev kadını görünmektedir. Ev kadınlığı denilen iş grubunun işlevinin emekçiyi ertesi günkü üretime hazırlamak olduğunu, dolayısıyla işverenlerce sigortalanıp güvenceye alınması gerektiğini tartışmasız kabul etmekteyiz. Ne ki günümüzde evde boş oturuyor görünen kadınların çoğu, el emekleriyle, triko/tekstil sanayiinin bir parçası durumunda. Örgütsüz ve güvencesiz bu grup, ayrıca aracıların önerdiği fiyata çalışmakta ve tek başına olmanın güvensizliğiyle sürekli daha çok sömürülmektedir. Evde bu tür iş yapanların örgütlenmeleri, emeklerine belirli düzeyde ücret istemeleri için yapılacak girişimlerin kolay olmadığı açık. Ancak çalışmalara başlanması, yasal yolların saptanması da yaşamsal aciliyet taşıyor.
Tarım işkolunun hükümet politikalarıyla düştüğü durum, bu konuda ücretsiz aile işçisi konumundaki kadının durumunu da iyice zorlaştırdı. Eğitimi ve kendini geliştirmesi, bir meslek edinmesi hep ailedeki erkek çocuk sayısına ve ailenin geçim durumuna bağlı olan kızlar için açılan kampanyaların sorunu kökten çözemeyeceği de belli. Kimlik edinmesi ailenin “resmi” birlikteliğine bağlı çocukların çoğu “resmen yok”lar zaten… Bu kayıtta olmayış, ne evlenmelerine ne tarım işçiliğine ne de ailenin küçücük toprağında boğaz tokluğuna çalışmalarına engel. Başlık parasına evlendirilmek, aile içi taciz, bu tür tacizler sonucu gebe kalmayı canıyla ödemek, başarısız evliliklerden baba evine dönebilmek için çocuklarından şu ya da bu biçimde caymak kanıksanmış bir olay dizisi. Şimdilik televizyon kanalları bu olaylarla izlenme oranını arttırıyor. Erkek çocuklar, belli ki asker olacaklarından daha değerli. Kızlar, her ne kadar okula çağrılıp duruyorlarsa da, hangi fırsat eşitliğiyle okuyacak, “adam olacak”lar. Kısacası, yoksulun okuma/insan gibi yaşama şansı bir ülkede az ise, bilin ki, bu şans yoksulun kızları için hiç yok.
İnternette şöyle bir dolaşmada, genel nüfusun %48,7’inin işgücüne katıldığı, bu yüzdenin %70.1’inin erkek olduğu, kadının işgücüne katılım oranının %27.4 olduğunu gösteren bir çizelgeyle karşılaşabilirsiniz. Aynı çizelge, size, kırsal alanda nüfusun %60.1’nin işgücüne katıldığını, bu katılımın %76,7’sinin erkek nüfus, %43,8’inin kadın olduğunu gösterir. Kırsal alandaki istihdamın %77’si tarımdadır. Bu işkolunda çalışanlarda kadın erkek oranı değişir, kadın nüfusun %94,2’si, erkek nüfusun % 66,6’sı bu dalda çalışır.
Kaynağı, yılı belli olmayan bu ve benzeri tablolar, kadının, tarım dışındaki dallardaki işgücü payını oldukça az göstermekte. Tersini kanıtlayacak belgeler de elimizde yok. Çünkü günümüzde sigortalı çalışma oranı iyice düştü. Özellikle konuştuğum, çoğu bilinçli tekstil işçisi, sigortasının en az  bir yıl sonra başlamasını neredeyse doğal karşılıyor. Dış satım yüzünden maliyet yüksekliğini, sigortanın maliyetini söz konusu eden işveren, iş güvenliğini bir “Avrupa standartı” saymıyor. İşsiz sayısının yüksekliği de işverenden yana bir olgu.
BİA Haber Merkezi’nin 30/04/2004 tarihli Burçin Belge imzalı haberinde, kadın emekçinin durumu daha bilimsel olarak saptanmış. Haber, “Ortadoğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyeleri Prof. Dr. Yıldız Ecevit ve Dr. Sibel Kalaycıoğlu’nun Türkiye’de enformel sektör büyürken, toplam işgücü içindeki kadın emeğinin giderek azaldığını belirttiğini” bildiriyor. Bu habere göre, Devlet İstatistik Enstitüsü’nün 2004 yılında yayınlanan ve 2003 yılının dördüncü dönemine ait Hane Halkı İşgücü Anketlerinden bazı verileri aktaran Ecevit, hem erkekler hem de kadınlar açısından önemli sorunları şöyle vurguluyor:
* İşgücüne katılma oranı önceki dönemlere göre azalıyor. Bu azalma hem kırsal hem de kentsel kesimlerde görülüyor.
* İşgücüne katılım oranı, erkeklerde yüzde 69.5; kadınlarda yüzde 25.1. Bu sonuç çok önemli, Türkiye tarihinde hiç bu kadar düşmemişti.
* Kadın istihdamı, bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 11.3, yani 721 bin kişi azaldı.
* Kentsel yerlerde kadın istihdamının toplam istihdam içindeki payı, yüzde 19.9. Yani, her yüz çalışandan 19.9’u kadın.
Aynı habere göre, Dr. Sibel Kalaycıoğlu, “Yapısal, ekonomik ve kültürel faktörlerin yanı sıra küreselleşme de kadınların dezavantajlı konumlarını pekiştiriyor” diyerek, kadınların güvencesiz, sendikasız çalıştırıldığını; düşük ücretli, bilgi ve beceri gerektirmeyen işlere itildiklerini ve giderek yoksullaştıklarını belirtiyor.
Aynı haberde, Kalaycıoğlu’nun sendikaların kadın emeğiyle ve marjinal sektör işçileriyle ilgilenmek yerine, sürekli işi olan, aidat ödeyebilecek erkek işçilerle ilgilenmeyi yeğledikleri iddiasıyla Anti-MAI Çalışma Grubu’ndan, Birleşik Metal İşçileri Sendikası (Birleşik Metal-İş) Uluslararası İlişkiler Uzmanı Gaye Yılmaz’ın Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde Kasım’da çıkarılan bir yasayla kadınlara gece çalışma yasağının kaldırılmasına vurgu yapılıyor.. Yılmaz, durumu, “Bu, kadınların gündüz çalışırken yetişemedikleri ev işlerini yeniden yüklenmek zorunda kalmaları demek. Bu, muazzam bir yük, 24 saatlik bir iş, önemli bir geri gidiş.” sözleriyle özetliyor.
Bu haberde, konunun uzmanları, genel istihdamdaki azalmanın özellikle kadınları olumsuz etkilediğini, kadınların evlerini atölye olarak kullandıklarında aldıkları ücreti kendileriyle aynı işi yapanlarla karşılaştıramama, iş ve ücret pazarlığı yapamamaları yanında çalışma sürelerinin belirsizleşmesi, iş sürekliliği ve düzenli gelirden yoksunluk yaşadıklarını da vurguluyor. Dr. Kalaycıoğlu, bu durumun toplumdaki “evi erkeğin geçindirdiği” anlayışının yaygınlığını pekiştirdiğini belirtirken, şunu da ekliyor: “Kadın emeği, ailenin refah seviyesinin yükselmesinde etkili. Gündelikçi kadınlar, toplam hane halkı gelirinin yüzde 40’ını getiriyor. Bu çok önemli bir miktar.”
Kadınların beceri gerektirmeyen işlere itilmesi, ‘kadına uygun’ görülen işlerde yoğunlaşmaları, çok ciddi sağlık sorunları yaşadıkları halde, sağlık hizmetlerine ulaşamamaları da, bu haberde yer alan Türkiye gerçeklerinden. Altı çizilen en önemli gerçekse, “Türkiye’de ve dünyada aynı işi yapan kadınlarla erkeklerin eşit ücret alamaması,  eşit kariyer olanağı elde edememesi ve devletlerin bu alanda ‘çalışma yürütüyormuş’ gibi görünmekle yetinmesi.”

KADINLARIN  TOPLUMSAL ROLLERİ
Yapılan pek çok konferansta/panelde ülkemizdeki kadının durumu tartışılıyor. Çözüm yolları olarak, “Kadının istihdama aktif katılımını sağlayacak politikaların bir an önce hazırlanması” gereği yanında “kadınların iş alanlarını genişletmek*, mesleki eğitim, girişimci kadın gruplarını desteklemek* ve kadına yönelik ayrımcılığı ortadan kaldırmak” öneriliyor. Bunlara çoğunlukla şu doğru saptama da ekleniyor: “Çocuk bakımı toplumsal sorumluluk alanındadır. Kadınları çalışma yaşamından uzaklaştıran çocuk bakımı engeli, işyerlerinde kreşler, yuvalar ya da yerel yönetimlerin çocuk bakım evlerinin yaygınlaştırılmasıyla aşılabilir. Bu yaygınlaştırılma sendikaların talepleri arasında yer almalıdır.”
Ancak emekçi yığınlarının sorunları için “çalışma yürüyormuş” gibi bile görünmek gereğini duymayan düzen, kadınların ucuz ve niteliksiz yedek işgücü olarak kalması için gerekli yolları deniyor. Düzen sözcüleri, kadının çalışmasını toplumsal/psikolojik bir söylemle karalıyorlar. Özellikle kreş istemleri yoğunlaştığında, “kadınların kariyer merakının çocukları ve yaşlıları bakımsız bıraktığı” gündeme getiriliyor. Üstelik yaşlılarla ilgili özel kurum isteği gündemde yokken ve huzur evleri parasal ağır yükümlülükler isterken.
Yetiştirme yurtlarının, koruma altına alınması gerekliyken, çocuklar için bile varlığı gereksiz sayılıp, ailelere verilecek sadakalarla bu kurumların kapatılmasından söz edilebiliyor. Bu tür kurumlardaki yozlaşmanın suçu, yine ayakları üstünde durmaya çalışan kadınlara yükleniyor. Üstelik böyle niteliksiz saptamaları, yalnızca sıradan kişiler değil, çoğunlukla akademik kimliği olan kişiler de dile getirebiliyor. Oysa hem bebek hem yaşlı bakımı profesyonel yardım gerektiren bir konu. Ve devletin bu tip konulardan el çekmemesi gerekiyor. Yurdumuzda bebek bakımı da, yaşlı bakımı da para gücüne bağlı. Devlet bu konuda bir şey yapmıyor. Sosyal güvencesi olanlar için bile uzman kurum yok. Türkiye’nin en büyük şehri İstanbul’da yaşlılıkla ilgili hastalıkların bilinen kurumları, Hıristiyan ya da Musevi vakıflarının: Lape, Balat Hastanesi, Balıklı, Surp Pırgıç vb. Müslüman vakıflarının kimsesiz, bakıma muhtaç yaşlıların bir ikisi için bu konuda yaptıkları da onur kırıcı, davul zurna eşliğinde televizyon teşhiri ile işi yine kuruma değil halka devir, üstelik kurumsal değil… kalıcı da değil, bir tür sadaka.
Kadının ailedeki yerini çocuk/ihtiyar bakıcısı olarak çizen düzen, onu bu konuda bilgilendirme, eğitme zahmetine de girmiyor.
Bu tutum, kadınlar için evliliği bir meslek, emekçiler için evlenip çocuk sahibi olmayı bir güvence durumuna getirirken, kadını bir “nesne/meta” durumuna sabitliyor. Ücretsiz estetik ameliyatları, şanslılara berber, makyaj ve giyim desteğiyle görünüm değişiklikleri sağlayan kadın programlarının hedef kitlesi yoksul ve çaresiz kadınlar ise de, vitrinindekiler, eli yüzü düzgün, orta yaşı geçmiş orta sınıf  kadınları. Bu kadınlar, televizyon programlarıyla evlenmek istediklerini, gelecekteki eşlerinde aradıkları en önemli özelliğin iyi bir gelir, ev ve araba olduğunu da duyuruyorlar: Bir erkek, buluştuğu kadını, iyi bir yerde yemeğe götürmeli ve hesap öderken eli titrememeli deniyor.. Bu tür programların gittikçe büyüyen fuhuş sektörünü akladığını söylemek acaba kötümserlik mi sayılmalı.

Emekçi çocuğunun eğitim olanaklarının iyice zorlaştığı günlerde, kız çocuklarının eğitimlerine kampanyalarla görünüşte olanak arandığı koşullardayız. İnsanımız insanca yaşamak için tek olanağın örgütlenmeden geçtiği gerçeğiyle yüz yüze. Küreselleşme koşulları, Avrupa’daki emekçiyi yüzyıllarca süren mücadelesiyle aldığı hakları geri vermeye zorlarken, gelişmekte/azgelişmiş ülkeler emekçisini daha zor koşullara itti. Bu ülkelerin yönetimleri “ucuz emek” duyurusuyla yabancı sermayeye çağrı yaptıkça, iş biraz daha çatallaştı. Önümüzdeki 8 Mart, 2006 yılının 8 Martı, emekçi dünyasının taleplerinin yükseltilmesi, kadın emekçilerin dayanışmalarını yükseltmeleri için bir olanak sayılmalı. Ama emekçinin, özellikle kadın emekçinin ve kadınımızın sorunlarının mart ayına sığmayacağı da  anımsanmalı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑