Kapitalizmin “anneliği”

Tüm dünyada neoliberalizmin kadınlar üzerindeki etkisinin gün geçtikçe ağırlaşıyor olduğu malum. Bunun Türkiye’de yansımalarının neler olduğunu ise başka yazılarda çokça tartıştık. Bu süreç, bir yandan kadınların “hiç olmadığı kadar çok yasal hakka ve uluslararası sözleşmelerin güvencesine” sahip oldukları, bir yandan da hak-eşitlik-özgürlük-kadınların güçlenmesi gibi kavramların tezat bir biçimde “yeni muhafazakârlık” tarafından da içerildiği bir sürece işaret ediyor. Türkiye örneklemine bakın; memleket tarihinde belki de daha önce hiç olmadığı kadar çok yasal düzenlemenin yapıldığı, herkesin dilinde “kadın hakları”nın olduğu bu dönem, “muhafazakâr-demokrat” AKP’nin kadınların tüm kazanılmış haklarını fiilen kullanılamaz hale getirdiği dönemin de ta kendisi.
Kadınların “annelik” rolleri kapitalizmin belirli uğraklarında nasıl ve neden değişti? Ayırt edici yönü kadınların “hep bir adım geri” varlığı ve ailenin kutsal önceliği olan muhafazakârlığın bu değişimdeki rolü neydi? Neoliberalizm, kadınların hak ve eşitlik mücadelesinin temel kavramlarını kendi söylemine massederek nasıl kullanabildi? Bunu yaparken nasıl rıza üretti? Yeni muhafazakârlık kadın hakları söylemini neden ve nasıl değiştirdi?
Bu zor sorulara ancak çok kısıtlı bir cevap niteliğinde olan bu yazıda, muhafazakâr ideolojinin kapitalizmin ihtiyaçlarına göre kadınları “aile, anne ve eş” olarak tariflerken nasıl şekillendiğini ele almaya çalışacağız.

“REFAH DEVLETİ”NİN ANNELİĞİ
II. Dünya Savaşı’nın kadını yeni rollere ittiği süreçte, kadınlar, erkeklerden boşalan üretim alanında kitlesel olarak işgücüne katıldı. Bu süreçte, kadınlar “eşit statü ve refah paylaşımı, yasal koruma ve siyasal haklarının” kurumsallaşmasını talep etmişlerdi. Savaş sonrası erkeklerin “asıl emek gücü” olarak sahneye dönmesi ve işgücü sayısının artışı kadınların emeğini yine ucuzlaştırırken, bir yandan da, bu hakların ataerkil aile anlayışını el üstünde tutan politikalarla, kadınların değil, ailelerin korunmasının gereği olarak arz edilmesini de kolaylaştırdı.
Savaş sonrasının yarattığı nüfus sorunu kadınların konumlarını ve hak taleplerini belirledi. Savaş sonrasında kadınların “doğal görevi” olarak görülen annelik, kamusal bir görev sayıldı. Kadınların doğurmaya ve üretim için gerekli emeği hazırlamaya, yani yeniden üretim görevine dönmeye çağrıldığı bu dönemde, kadınların “sosyal güvenlik” hakları, daha çok annelik haklarını içeren, aileyi önemseyen “refah hakları” içinde tanımlanmıştı.  Piyasa merkezli refah anlayışında kadınlar, yine annelik anahtar rolü bağlamında ele alınmış, ailenin birleştirici ögesi, doğurganlığını sorumlulukla birleştiren “yuvayı yapan dişi kuş”laştırılmışlardı. Birçok ülkede kürtaj yasaklanmış, destekleyici aile ve çocuk yardımı programlarıyla kadınlar için ev cazip kılınmış, ev ekonomisi anlayışı geliştirilmiş, çocuk büyütmede profesyonel destek için anne ve çocuk merkezleri kurulmuştu. Anneliğin ilk dönemlerinde çalışmanın “annelikle bağdaşmayacağı” fikri yaygınlaştırılırken, emekçi sınıflardan gelen kadınların yaşamsal çalışma zorunlulukları devam etmekteydi. Ayrıca “evinde mutlu eş ve anne” mottosu da yeniden sandıktan çıkarılmış ve tedavüle sokulmuştu. Üstelik vatandaşlık kavramı, istihdamda yer alma ile belirlenmiş, bu nedenle de, sosyal haklardan yararlanan ve sosyal görevleri olan tam vatandaşlık “erkekler”e atıfla şekillendirilmişti.
1960’ların kadın hareketi, ağırlıklı olarak feministler, refah programlarında kadınların annelik rolünün bu kadar belirleyici olmasını eleştirmiş, kadınların annelik hizmetlerinin onların yoksulluğunu kalıcılaştırdığını söylemiş, bunun da “Keynesci refah devletinin” ataerkil bir biçimde yapılandırılmasının sonucu olduğunu öne sürmüştü. “Refah programları”nın çoğunun erkek egemen bir bakış açısıyla düzenlendiği, kadınları çalışma yaşamından uzaklaştırdığı tartışılıyordu. Feministler “refah devleti”nin, kadınları kapitalizmin ve erkek egemen kültürün gereksinimlerine hizmet etmek için asgari yaşam standardına mahkûm, bağımlı bir yaşam sürmeye zorladığını söylediler.
Sosyal yardım programlarının çalışan kadınları da içerecek biçimde geliştirilmesini sağlamak için sosyal haklar ve eşitlik temelinde mücadele veren kadınlar “ücretsiz kreş, ücretsiz bakım, üreme haklarının korunması, demokratik temsiliyet vb.” gibi kazanımlar elde etti. Bu çerçeveden bakıldığında, “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi- CEDAW”ın 1979’da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilmesi, “refah devleti”nin kadın projesinin uluslararası düzeydeki ifadesi olarak ortaya çıktı.

“KUTSAL AİLE”YE GERİ DÖNÜŞ
1970’li yıllar, kapitalizmin tüm dünyada yeniden politik ve ekonomik krizlerle sarsılmaya başladığı yıllar olmuştur. Sermaye krizinin çözümünde devletin sosyal sorumluluklarından uzaklaşması, kadınların meşru annelik haklarını ve refah yardımlarını da sorgulatmaya başladı. “Refah devleti” paradigması değişti. Kapitalist birikim sürecinin yeniden güvence altına alınması için üretim örgütlenmesinde radikal değişikliklerin yanı sıra işgücü maliyetlerinin de düşürülmesini hedefleyen köklü değişimler gündeme geldi. Kapitalizmin yaşadığı krize yanıt olarak ortaya çıkan ve neoliberalizm ile muhafazakârlığı birleştiren bu anlayış, kendine özgü birey, devlet ve kamu yönetimi tasarımını gündeme getirdi. Yani, neoliberalizm ve muhafazakârlık, devlet-birey, devlet-kadın arasındaki ilişkilerin yeniden tanımlanmasını gerektirdi. Sosyal yardımların kadınların refahlarını artırarak, çekirdek aile yerine tek ebeveynli aile formlarının oluşmasına yol açtığı, yoksulların daha fazla çocuk sahibi olmasına neden olduğu, “toplumun temeli olan” aileyi çürüttüğü ve değerleri dejenere ettiği savı aldı yürüdü. Muhafazakâr bir bakışla kadınların ve yoksulların çalışma alışkanlıkları ile “kutsal ailenin bozuşturulduğu” iddiası güç kazandı.
1980’lerde Reagan, Thatcher ve Kohl’da simgeleşen muhafazakâr politikalar ilk elden kadınların kazanımlarını ideolojik bombardımana tuttu. İngiltere’de Thatcher’in iktidara gelmesi ile sağlığa, eğitime, barınmaya, bakım hizmetlerine verilen devlet desteği yavaş yavaş geri çekildi. Oluşan toplumsal ve ekonomik açığın kapatıcıları, zaten çoktan evlerine dönmeleri beklenen kadınlardı. Thatcher döneminde annelikle ilgili sosyal güvenlik hakları sosyal yardıma dönüştürüldü. “Refah anneleri” olarak adlandırılan ve yardımları hak etmediği söylenen kadınlar için çocuk yardım programları ortadan kaldırıldı. Çocuklarına tek başlarına bakmak için alınacak devlet desteği yerini babalardan nafaka istemeye bıraktı, kadınlara eğer sorunla karşılaşmak istemiyorlarsa, “sıcak yuvalarına” dönmeleri salık verildi. “Kutsal aile” ve kadınların doğaları gereği ailenin ve evin merkezinde yer alması gereken varlıklar olarak kurgulandığı muhafazakâr anlayış, televizyon dizilerinden reklamlara, kamusal kampanyalara kadar pek çok yerden “kadının yeri evidir” anlayışının boca edildiği bir dönemi doğurdu.
80’lerle ve 90’larla, neoliberalizmle kadın emeğinin güvencesizleşmesi, ev içi hizmetlerin ve bakım hizmetlerinin yeniden kadının sırtına bırakılması, bu alanın ticarileştirilmesiyle birlikte kadınların bu hizmetlere ulaşabilmesinin iyice sınırlanması, ev içindeki kadın emeğinin yükünü artırdı.

YENİ DÜNYA DÜZENİNE HOŞGELDİN KADIN EMEĞİ!
SSCB’nin çöküşü, işçi sınıfının örgütlülüğünün geriletilmesi ve “yeni dünya düzeni”yle beraber neoliberalizmin dizginlerinden boşalması, bu süreçte şunu da beraberinde getirdi: Sermaye uluslararası ölçekte daha rahat hareket edebilir olmaya başladığında, üretim süreçleri parçalanmaya başladı. Yani bir malın üretiminde gereken her parça ya da her aşama başka bir yere taşınabilir oldu. 90’larla beraber sermaye, kendi üretim süreçlerini parçalayınca, “ucuz ve denetlenebilir” kadın emeğini kullanma konusunda daha iştahlı oldu. Yeni çalışma biçimi esnekleşme, güvencesizleştirme batağı öncelikle kadınları içine çekti. Kadınlar “aile bütçesine katkı” adı altında gönderildikleri evlerden apartma atölyelerde bu çarkın dişlisi haline getirildi. Yoksulluk ve işsizlik parça başı üretimin korkunç koşullarda gerçekleştiriliyor oluşuna katık edildi. Sonuç sermaye için iyiydi iyi olmasına ya, yoksulluğun artık “sürdürülemez” boyutlara gelişi tehdit yaratıyordu.

KADINSIZ KALKINAMAYAN NEOLİBERALİZM
Bu süreç, aynı zamanda devletin yeniden yapılandırıldığı ve iktidarın yeniden kurgulandığı bir dünya düzeninin şekillendirildiği bir süreç. Sermayenin sorunsuz dolaşımı için yeniden şekillendirilen devletler, uluslararası sermaye örgütlerinin yapısal uyum programları ve kalkınma ajanslarıyla şekil verdiği politikalarla dönüşmeye başladı.
Gündeme “yönetişim” kavramı sokuldu. “Katılımcılığın artırılması ve demokratikleşme” ya da “sorunun taraflarının çözümün de tarafları olması” gibi “hoş” ifadelerle anlatılan bu yeniden yapılandırmada kadınlara da önemli roller verildi. “Kadınların kalkınma anlayışının merkezine alınması” hikâyesinin ortaya çıkışı, IMF ve Dünya Bankası’nın 90’lı yıllardan itibaren krizleri tahmin etme ve yönetmedeki başarısızlığını kabul etmesinin hemen arkasından gerçekleşti. Bu başarısızlık anlatılarının önemli bir kısmı “kadınların görmezden gelinmesi kalkınma hedeflerinin başarısına gölge düşürmüştür” cümleleriyle yapıldı. Bir de, tabii, “sürdürülebilir kalkınmanın ancak ve ancak kadınların güçlenmesi ile gerçekleştirilebileceği” gibi süslü cümleler de vardı. “Eşitlik, sosyal haklara erişim, güçlenme, söz sahibi olma ve demokrasi” talepleri “sürdürülebilir kalkınma” anlayışı içerisinde güzelce yedirildi. Demokrasi bir “katılım” meselesine indirgendi. Katılımı da “sivil toplum kuruluşları” aracılığıyla gerçekleştirmeyi hedefleyen bir yaklaşım izlendi. Kadınların ve kadın örgütlerinin “kadın sorunu”nun tarafı ve “çözümün parçası” olarak masaya davet edilmeleri, yeni bağlamın olmazsa olmaz bir parçası idi.  “Katılımcı kalkınma” söyleminin 90’lı yıllarda ulusal hükümetlerin, DB’nin, BM ajanslarının desteklediği kalkınma program ve projelerinin temel bileşeni haline gelerek düzen içi bir kavrama dönüşmesi gibi, “kadınların güçlenmesi” de düzen içi bir kavrama dönüştü.

NEOLİBERALİZME “KADIN DOSTU” MAKYAJI
1990’larla birlikte “küreselleşme” adı altında dünyanın her mahallesine sızan “kadınların güçlendirilmesi, iş ve aile yaşamlarının uzlaştırılması” ideolojik bombardımanı çok önemli bir işlev taşıyordu: neoliberalizme “kadın dostu” makyajı yapmak. Birleşmiş Milletler kararlarıyla, Batı destekli fonlarla tüm dünyada kadın on yılları ilan edildi. 90’lardan bu yana tüm dünyada, “kadının insan hakları” söylemi çerçevesinde ve neoliberal politikaların bir parçası olarak, kadınlara “eşit fırsatlardan yararlanan yurttaşlık” sunulması kapsamında bir eşitlik tanımı var. Bu tanımlama, piyasanın talepleri bağlamında “rol eşitsizliklerinin giderilmesi” amacıyla gündeme geldi. “Fırsat Eşitliği” politikaları herkesin diline pelesenk oldu. Bu eşitlik, eğitimli üst orta ve üst sınıf kadınlar için yeni imkânlar yaratırken (holding yönetim kurullarında kota vb. gibi), alt sınıflar için sadece düşük ücretler, güvencesiz çalışma ve bakım emeğinin tüm yükünü üstlenerek işgücüne katılabilme hedefi anlamına geldi. Neoliberalizm, vitrinini toplumsal cinsiyet eşitliği kavramıyla süslerken, gündelik hayatın içinde kadın emeğine köle olmaktan başka seçenek sunulmuyordu.  Ama kadın hareketinin kimi bileşenleri, toplumsal hareket sendikacıları, sosyal demokratlar ve liberaller de, neoliberalizmin yeniden yapılandırılmasının ana eksenine kadınların neden ve nasıl oturtulduğunu göremediler.
Bugünlerde Dünya Bankası, IMF ve Birleşmiş Milletler’in yürütücülüğünü yaptığı “kalkınma” anlayışının yeniden elden geçirilmesi söz konusu. “Yeni” kalkınma anlayışının temelinde hangi kesimlerin olacağına ilişkin açıklamalar da yapıldı kısa zaman önce: gençler ve kadınlar, ama özellikle kadınlar! Açıklamada şöyle deniyor: “2015 sonrası kalkınma gündemi çerçevesi içerisinde, kadınların güçlenmesi ve toplumsal cinsiyet eşitliği öncelikler arasında en başa alınmalı ve aynı zamanda toplumsal, kültürel, ekonomik ve politik haklarla ilgili tartışmaların da merkezinde tutulmalıdır. Bu alanlara ilişkin yatırımlar, yalnızca etik bir mecburiyet değil, aynı zamanda ülkelerin sürdürülebilir ekonomik kalkınma ve toplumsal istikrara ulaşması için de itici bir güçtür. Sağlıklı aileler, krizler ya da çevresel etkiler karşısında daha dayanıklıdır. Bu direnç, sürdürülebilir olmayan üretim ve tüketim paternlerindeki değişimle birleştiğinde kısıtlı kaynaklar ve hassas ekosistem üzerindeki endişeleri azaltabilir. Evin geçimini ve bakımını üstlenen, gıda üretiminin ve gelişmekte olan ülkelerdeki tarımsal işgücünün neredeyse yarısını oluşturan, krizlerden etkilenen ülkelerde barışı inşa eden ve giderek artan şekilde siyaset ve iş dünyasında liderliğe soyunan kadınlar, ulusların temelindeki güçlü ailelerin ve toplumların belkemiğidir. Dünya nüfusunun yarısını oluşturan kadınlar, aynı zamanda ekonomik büyümenin ve yoksulluğun ortadan kaldırılmasının temeli olan küresel insan sermayesinin de yarısını temsil eder. Kadınlar ayrıca çocuklarının okul ve sağlık harcamaları gibi kalemlerde, gelirlerinin erkeklere oranla çok daha büyük bir bölümünü aile ve toplum bütçesine katkıda bulunmak için kullanıyor; dolayısıyla yoksulluğun azaltılmasına yardımcı oluyorlar.”
Piyasa ekonomisinin, kapitalizmin emeğe yönelik sınır tanımayan saldırısı, emekçilerin “vatandaş” statüsünü değiştirdi. Artık güvenceli bir iş, güvenceli bir gelecek koşulunun olmadığı bir toplumda sürekli iş, sosyal güvenlik, emeklilik vb. haklarını yitiren ve gelirleri sürekli azalan emekçiler, aile-cemaat-tarikat bağlarına sığınmak zorunluluğu ile karşı karşıya. Bu durum ise, esas olarak kadınların yükünü daha da artırırken, onları, aynı zamanda hane reislerinin, cemaatin, mahallenin insafına terk ediyor. Göz önünde olmadıkları, sorunları gündeme taşımadıkları, talepkar olmadıkları, örgütlenip haklarını aramaya kalkışmadıkları, hane geçimini sessiz sedasız üstlenip işgücü maliyetini düşürdükleri sürece, tüm bu gelişmeler, “toplumsal sermaye” adıyla kutsanabilir bile. Neoliberalizmin geliştirip ihraç ettiği yeni muhafazakârlık sermaye için pek hayırlı ne de olsa!
1970’lerin krizine bir yanıt olarak başlayan emeğin esnekleştirilmesi süreci, muhafazakârlaştırmayla el ele şekillendirildi. Esnekleşme elbette erkekleri de işsizleştirir, güvencesiz işlere mahkûm eder. Ayrıca yükselen erkek işsizliğine karşı kadınların ailenin sağladığı ekonomik garantiyi kaybetmeleri söz konusudur, buna karşın işsizliğin yarattığı sonuçların karşılanması ve sosyal koruma masraflarının azaltılması için yine de aile içinde kalmaya devam etmeleri gerekir. Ve bu böyle sürüp gittikçe de, içinden geçtiğimiz çok yönlü krizde “düzeni” muhafaza etmek için muhafazakârlığın dozu da bir o kadar artırılacaktır.
Ailenin kutsallığı ve cemaatin denetimi ile şekillenen “millet”i esas alan “demokrasi”nin, çok yönlü ekonomik ve politik hamlelerle şekillendirilen düzenin “muhafazası”dır artık, esas olan. Bu dönemin kurucu aktörü olan siyasi partilerin kendilerine “muhafazakâr demokrat” demelerinin altında yatan da budur.

BİZİM MEMLEKETİN MUHAFAZAKÂR DEMOKRATI
KADINLARA NE VAAT EDİYOR?

Bu sürecin Türkiye’deki kurucu aktörü olarak AKP’ye baktığımızda, partinin kendisini ideolojik açıdan “muhafazakâr demokrat” olarak tanımlamasındaki niyeti görebiliyoruz.
“Üç çocuk” söylemi, SSGSS yasası ile kadınların ya babaya ya da kocaya bağımlı olarak aile içinde yaşamaya mahkûm edilmesi, aile ve ev kadınlığı eğitim programları, kürtajı yasaklama denemeleri, “aile ombudsmanlığı” düzenlemesiyle boşanmak isteyen kadınlara yönelik engelleme mekanizması derken… Evlilik kurumu kadınlar için her zamankinden daha çok sosyal güvenlik sağlayan bir istihdam sözleşmesine dönüşmekte. Bugün de boşanmaların rapora bağlanması, evlenen öğrencilerin kredi borçlarının silinmesi, 25 yaşından küçük evli çiftlere verilecek krediler, “kızlı erkekli” yaşanan evlere Başbakanın tek sözüyle yapılan baskınlar gündeme geldi. Bir yandan da “kadın istihdamını artırmak” gayesinin ardına gizlenen ucuz emek gücü inşası, çalışma yaşamının kadınlar açısından cehenneme çevrilmesi, sosyal devlet kalıntılarının da temizlenerek yükün kadınların omzuna bindirilmesi, evlerin fabrikalara dönüştürülmesi süreci, “aile ve iş yaşamının uyumlulaştırılması” projesi olarak kadınlara sunuldu. Yalnız yaşayan annelere verilen sosyal yardımlar kesilerek, bu kadınlara aldıkları yardımlardan bile daha düşük ücretlerle istihdam zorunluluğu getirildi. Üstelik çocukların bakımına ilişkin olarak, ne çalıştıkları patronlar ne de devlet tarafından herhangi bir sorumluluk üstlenildi. Bunu da, kadınları istihdama katma başarısı olarak propagandasına alet etti, aynı “İstihdam Paketi” ile yaptığı gibi. Bütün bunların sonucunda, ücretli çalışmak da kadınları kurtarmıyor, zira düşük ücretler, uzun çalışma saatleri, esnek ve güvencesiz çalışma tek başına yaşamayı mümkün kılamayacak ölçüde neoliberal-yeni muhafazakâr denetim altında.
İşçi sınıfının kendi kültürel-politik dinamiklerini oluşturduğu çalışma alanı fabrikalardan evde parça başı iş yapan ya da mahallede sadece kadınların çalıştığı bir atölyede çalışarak kocasına katkıda bulunan, vatana millete dini bütün çocuklar yetiştiren kadınlara dönüşüm, bu ideolojik dönüşümle beraber şekillendi. Üstelik “fırsat eşitliği ve kadınların desteklenmesi” propagandasıyla…
Yeni muhafazakârlık renkten renge girerek, tüm toplumun ve elbette ki kadınların gündelik yaşamının orta yerine taht kurmaya çalışıyor. Elbette ki, bu yazıda ele alamadığımız yönleriyle çeşitli boyutlar ve katmanlar yaratıyor, sözcüleri her gün yeni bir şey ekleyerek çeşitlendiriyorlar. Kimi zaman bir yasal hakkın gaspı, kimi zaman kadın bedenine yönelik bir saldırı, kimi zaman “yok artık” denilecek abuk sabuk bir açıklama, kimi zaman ise müjde diye sunduğu bir uygulamayla…
Kadınların “annelik” rolleri kapitalizmin ihtiyaçları dolayısıyla hep gündem oldu. Kapitalizmin değişen ihtiyaçlarıyla şekillenen koşullar kadınların sosyal, siyasal ve ekonomik taleplerinin de değişimini getirdi. Sömürünün koşulları değiştikçe mücadelenin taleplerinin de değişmesi olağan elbette. Bugün esnekleştirme, güvencesizleştirme ve kuralsızlaştırmanın “sosyal dayanağını” kutsal annelik söyleminde ve dinci gericileştirmenin her türden kadın düşmanlığında bulan anlayış, çalışma yaşamını yeniden üretimin bütün alanlarını da dahil ederek yeniden şekillendiriyor. Tam da bu yüzden emeğin yeniden üretiminin bütün alanları bugün dünden daha fazla işçi sınıfı partisinin mücadele alanı olmak durumunda.

MARKSİZM VE FEMİNİZMİN DAİMİ GEÇİMSİZLİĞİ: Bir konferansın ardından feminizmi yeniden değerlendirmek

Türkiye’deki feminist hareketin başlıca unsurlarından biri olan Sosyalist Feminist Kolektif (SFK) geçtiğimiz kasım ayında “Ücretli/Ücretsiz Emek Kıskacında Kadın” başlıklı bir konferans gerçekleştirdi. Konferansı önemli kılan başat isim ise, 1970’li yıllarda yayınlanan “Marksizm ve Feminizmin Mutsuz Evliliği” isimli makalesiyle bugünkü sosyalist/Marksist/maddeci feminizmin, deyim yerindeyse, temelini oluşturan Amerikalı feminist Heidi Hartmann oldu. Yaklaşık üç yüz kişinin hazır bulunduğu konferans salonunda da dile getirildiği gibi birçok kadın ve feminist kadın “dünya gözüyle Heidi Hartmann’ı görmek için” oradaydı. Dergimizin önceki sayılarında da ismini eleştirel bir tartışma dahilinde zikrettiğimiz ünlü feminist, yaklaşık kırk yıl önce yazdığı bu makale bağlamında bugünkü kapitalizm ve “patriyarka”  ilişkisini yeniden değerlendirirken, halen İngiltere’deki Leeds Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan Jean Gardiner ise neoliberal dönemde bakım emeğinin dönüşümleri bağlamında kadın emeğinin bugünkü koşulları üzerine bir sunum gerçekleştirdi. Bir diğer katılımcı ise Fransa’dan gelen Helena Hirata idi. Hirata’nın tartışma konusu ise neoliberal politikalarla yaygınlaştırılan ve çeşitlendirilen esnekleşme ve kadın emeği ilişkisi üzerineydi.
Neoliberal politikalar ve yeni muhafazakarlığın ortak gelişimi üzerine kadın emeğinin bugünkü konumu ve değerlendirilmesi, kadının emek gücünün emek piyasasına katılımı ve üretim ilişkilerine olan ilişkisi bağlamında dünyadaki ve Türkiye’deki feminist algının anlaşılması, analiz edilmesi ve eleştiriye tabi tutulması açısından oldukça önemli veriler sunan konferans, aynı zamanda hem feminist hareketler/yaklaşımlar içerisindeki hem de sosyalist/Marksist teori ve feminizm arasındaki ciddi ideolojik ayrımların belirginliğinin güçlenmesine de işaret eder nitelikteydi. Kısacası, Marksist Leninistler nezdinde hiçbir zaman gerçekleşmemiş olan ama özellikle 70’li yıllardan itibaren Avrupalı ve Amerikalı feministler tarafından zoraki ve eklektik bir şekilde kurulan “Marksizm ve feminizm arasındaki mutsuz evliliğin” bir nihayete ermesinin – hatta önemli ölçüde sona erdiğinin- alametlerini bir kez daha ortaya koydu. Konferansla birlikte yeniden gündeme aldığımız sosyalist feminizmin güncel analizi ve eleştirisine geçmeden önce konferansa dair genel bir gözlemi akılda tutmakta fayda var. Panelistlerin hepsinin gelişmiş kapitalist/emperyalist ülkelerden gelişi ve kendi ülkelerindeki koşullar temelinde kapitalizm ve “patriyarka” arasındaki ilişkiyi yeniden değerlendirdiklerini söyleyelim. Buna karşılık Türkiye’deki feministlerin bu ilişkiye dair görüşleriyle panelistlerinki arasında ciddi farklılıklar ve farklı eğilimler ortaya çıkmış durumda. Türkiye’den feministler kapitalizm-patriyarka ortaklığında patriyarka vurgusunun her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğunu düşünürken, diğerleri kapitalizm eleştirisini daha da derinleştirme eğiliminde. Karikatürize edersek, ilkinin artan bir ivmeyle radikalleşen ikincisinin ise tırnak içerisinde sosyalistleşen bir feminizme doğru gittiğini söyleyebiliriz. Bu tartışmaya geçmeden günümüz kadın hareketleri ve feminist hareketlerin yakın tarihine dair bir bellek tazeleme girişiminde fayda var.

Yakın tarihe kısa bir bakış
Elbette sınıflı toplumun tarihi kadar eski olan kadının ezilmişliğinin tarihinde, tarihsel bir zorunluluk olarak tarihin her döneminde bu ezilmişliğe karşı başkaldırı ya da özgürlük hareketleri gelişmiştir. Materyalist tarih anlayışı tüm bu tarihi kendi diyalektik iç bağıntıları çerçevesinde analiz etmeyi gerektirir. Fakat tartışmamızın içeriği gereği 20.yy’ın ikinci yarısından sonraki döneme yoğunlaşmakta fayda var.
Kapitalizm, başlangıcından bugüne kadar, mevcut üretici güçleri kendi dönemsel ihtiyaçları doğrultusunda konumlandırmak zorunda kalmıştır. Köylülüğün bitirilip, tarıma dayalı aile üretiminden kapitalist fabrika üretimine geçiş, üretici köylüyü fabrikada konumlandırmış, çiftçiyi işçi yapmıştır. Ya da sanayileşme ve hemen akabinde makineleşmeyle birlikte doğan rekabet ortamında ucuz emek gücü ihtiyacı kadınların ve çocukların kitleler halinde emek gücü piyasasına katılımını gerektirmiştir. Benzer bir şekilde İkinci Dünya Savaşı sırasında erkeklerin kitleler halinde orduya alınması, Avrupa ve Amerika’da kadınların da özellikle ağır sanayide (silah sanayi, iş makinaları üretimi, vb.) kitlesel istihdamına yol açmıştır. Savaşın sona ermesiyle birlikte erkeklerin emek piyasasına geri dönüşü, kadın ve erkek işçiler arasındaki rekabeti doğurmuş ve “doğuştan yenik görülen” kadının büyük ölçekte istihdam dışına itilmesini beraberinde getirmiştir. Yani kapitalizm kadına “Sen şimdilik yedek kulübene çekil, ihtiyacım olursa tekrar çağırırım.” demiştir. Fakat bir kere proleterleşmiş ve üretimden gelen gücünün tadına varmış olan kadını yeniden mutfağa hapsetmek artık o kadar kolay olmayacaktır. Savaş öncesindeki kadın tipiyle savaş sonrası kadın tipi arasında ortaya çıkan keskin kopuşların aile yapısında ve toplumda ciddi bir etkisi olması bekleniyordu. Fakat, savaş sırasında kafasında çiçekli bandanası güçlü kaslı kollarıyla yandan profil resmi veren “Rossie the Riveter” ikonu hemen geri çekildi ve dini propagandanın güçlendirilmesiyle birlikte “yuvayı yapan dişi kuştur” kabusu da diyebileceğimiz “ideal aile mitine” geri dönüldü. Fakat kadının iş gücüne katılımı geleneksek aile yapısına kökten zarar vermeyecek emek denetim biçimleriyle sürdü. Bu maddi koşulların yanı sıra, -bahsi geçen konferans bileşenleri de dahil olmak üzere- yeryüzünde gelmiş geçmiş bütün feminist hareketlerin değinmekten bile kaçındıkları SSCB deneyiminin politik ve dolayısıyla ideolojik etkileri ve Sovyet kadınlarının özgürleşme yolunda devrimle birlikte attığı pratik adımların etkisi hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının teminatı haline gelmiştir.
Bu ahval ve şeraitte, genellikle gençlik hareketleriyle anılan 1960’lı yıllar aynı zamanda “Kadın Özgürlük Hareketleri” yıllarıdır. 19.yy’daki kadın hareketleri kapitalizmin gelişim koşullarından faydalanıyorken, 1960’lı yıllardaki kadın hareketleri ve feminist hareketler kapitalizmin eleştirisinden güç aldı. Tabi ki buna, ulusal kurtuluş hareketleri, Savaş karşıtı hareketler (Vietnam Savaşı) ve ABD’de siyahların özgürlük hareketlerinin etkisini de eklemek gerekir. (Zira ulusal özgürlük mücadeleleriyle bu mücadeleler içerisinde kadın özgürlük hareketinin nasıl ilerici bir etkileşim içerisinde olduğuna bugün ülkemizde tanıklık etmekteyiz -Kürt ulusal mücadelesi ve Kürt kadın hareketi). Avrupa’daki sosyalist örgütlerde mücadele eden birçok sosyalist kadın ve feminist kapitalizmle ve onun baskı aygıtı olan devletle hesaplaşma dönemine girmiş, sosyal haklar ve eşitlik temelinde mücadele vermiş, “kreş, ücretsiz bakım, demokratik temsiliyet, vb.” gibi çeşitlenen kısmi kazanımlar elde etmiştir. Fakat 1970’li yıllara gelindiğinde, SSCB’de revizyonizmin önemli yol kat etmesi, kapitalist sisteme geri dönüş uygulamalarının giderek belirginleşmesi dünya genelinde sosyalist hareketlerin, dolayısıyla sosyalist kadınların mücadelesinin elini zayıflatmıştır. Bununla birlikte kapitalizm yeni bir krize gebedir ve kapitalizm açısından üretici güçlerin yeniden konumlandırılması/yapılandırılması ihtiyacı söz konusudur.
Bu tarihsel koşullarda güç kazanan radikal feminizm ideolojik olarak eleştiri oklarını sosyalizme ve Marksizme doğrultur ve kadının ezilmişliğini namlunun ucuna erkekleri koyarak yeniden teorize eder. Birçok farklı eğilimi içermekle birlikte “Özel olan politiktir.” sloganı etrafında birleşen feminist hareket art arda kitaplar ve makaleler üretmekte, eylemler örgütlemektedir. Bunlardan en önemlilerinden biri ikinci dalga feminizm üzerinde belirleyici etkisi olan Amerikalı feminist Kate Millet’tır. Millet, 1970’de yayınlanan Cinsel Politika kitabıyla kültürlerarası ve tarih ötesi bir patriyarka kavramı önermektedir. Buna göre patriyarka hem evrensel iktidar ilişkilerinin biçimini oluşturmakta hem de sınıflı toplumu önceleyerek birincil tahakkümü teşkil etmektedir. “Erkek iktidarı”, sınıf, ırk, dil, din gibi çeşitli değişkenleri değersiz kılmakta ve tek tahakküm biçimini oluşturmaktadır, çünkü her yerde erkekler yönetmektedir. Aynı yıl içerisinde Kanada asıllı feminist Shulamith Firestone Cinselliğin Diyalektiği’nde, Fransa’da da Christine Delphy Baş Düşman kitabında, toplumsal yapının her zaman ve her yerde kadın ve erkek olarak iki sınıfa bölündüğünü ve erkek sınıfın kadın sınıf üzerindeki tahakküm ilişkisine dayandığını ilan etmişlerdir.
Radikal feminizmin en ayırt edici özelliği patriyarkayı başlı başına bir sistem olarak ele alması ve erkeklerin kadınlar üzerindeki egemenlik/tahakküm sistemi olarak formülize etmesidir. En kaba tabirle kapitalizmi toplumsal yapılanma açısından bir teferruat olarak gören radikal feminizm, kadınların eşleri/babaları ile aynı sınıfa mensup olmadıklarını ve kendilerinin ayrı bir sınıf oluşturduklarını ileri sürer. Buradan hareketle kadınlar arasındaki sınıf, dil, din, ulus ayrımları onların farklılıklarıdır, ancak bu farklılıklar onların aynı sınıfa mensup olduğu gerçeğini ortadan kaldırır nitelikte değildir. Farklılık söylemi, “kadınlar arasındaki farklılıkları eritmeden bir feminist politika yaratmak” biçiminde bugünkü Türkiye (sosyalist) feminist hareketi içerisinde hala baskın bir biçimde devam etmesi açısından dikkate değerdir. Marksist felsefe açısından radikal feminizm, kadınların ezilmişliği analizinde materyalist bir anlayıştan tamamen yoksundur. Tüm politik söylemleri üzerindeki örtüyü kaldırdığımızda ‘kendi-içinde’ ve ‘kendi-için’ cinsiyet kategorileriyle oldukça metafizik bir anlayışa yaklaşmıştır. Buna ek olarak, erkek egemenlik sisteminin yani patriyarkanın tüm diğer ayrımcı toplumsal şekillenişleri (sınıflı toplumu) öncelediğini savlayarak da bilimsel bir tarih anlayışından tamamen yoksundur – ki bu da Marksist feminizmin radikal feminizme getirdiği temel eleştiridir. 
70’li yılların başında bu derece güçlenen radikal feminizm karşısında Marksist feministler, diyebiliriz ki, Marksizm adına bir özeleştiri sürecine girdiler. Radikal feminizmin tarihsel materyalist anlayıştan yoksun oluşunu feminist sorunsalın Marksizmin merkezi sorunsalında (sınıf çelişkisi analizinde) yer almamasına bağladılar ve Marksizm ve feminizm arasında mutlu bir evliliğin mümkünlüğüne yoğunlaştılar. Diğer bir deyişle, Marksizmin feminizasyonu çabasına giriştiler.
Tam da bu noktada, 1970’li yılların ikinci yarısında Heidi Hartmann malum makalesini yazdı ve Marksist Feminizm’e ciddi bir ivme kazandırdı. O dönemde adeta sloganlaşan ve “çuvaldızı kendimize batırıyoruz” göndermesi yapan o ünlü cümle kurulmuş oldu: “Marksizm cinsiyet körüdür.” O dönem sosyalist ve Marksist feministler açısından Marksizmle temel dert Marx’ın emek değer teorisinde kadının ücretsiz emeğine yer verilmemesi, buradan yapılacak bir genellemeyle kadının ezilmişliği sorunun Marksist teoride analiz edilmemesiydi. Yalınlaştırılmış bir ifadeyle Marksizmin patriyarkayı ayrı bir toplumsal üretim sistemi olarak incelememesi, kabul etmemesi, eleştirmemesi onun cinsiyet körlüğünün bir sonucuydu.
Hartmann’ın, konferanstan önce Ekmek ve Gül programına verdiği röportajda, “Hala Marksizmin cinsiyet körü olduğunu düşünüyor musunuz?” sorusuna verdiği cevabı es geçmemek gerek: “Hem evet hem hayır. Senaryonuz, o cümleyle cinsiyet körü olarak ne demek istediğinize bağlı. Sanırım beni o makaleyi yazmaya iten şey cinsiyetçiliğin ortadan hala kaybolmadığı sol hareket içerisindeki deneyimlerdi.” Buradan hareketle Marksizmin cinsiyet körü olduğu fikrinin oluşmasına yol açan iki temel nedeni varsaymak mümkün. Birincisi, özellikle Amerika’daki feminist ve sosyalist hareketlerin 20.yy’daki SSCB deneyim ve pratiğinin sağlıklı bilgisine erişiminin olmaması- ki bu her türlü propaganda aygıtıyla sağlanmıştır. Marx ve özellikle Engels’ten sonra, Bebel ve özellikle de Lenin ‘kadın sorunu’ üzerine teorik, ideolojik ve pratik mücadelenin ana hatlarını çizmiştir.  Daha ötesinde Lenin ve Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği’nde en refah kapitalist ülkelerin bile (Kuzey Avrupa ülkeleri gibi) kapitalist üretim biçiminin doğası gereği tahayyül edemeyeceği ölçüde önemli adımlar atılmıştır (kürtaj ve boşanma hakkı, kadın okuryazarlığının %100’e çıkarılması, kadın istihdamının %88’e çıkarılması, bakım emeğinin kolektifleştirilmesi, kadınların devlet denetim mekanizmasındaki nüfusun 2/3’ünü oluşturması, vb.) Bugün hala birçok Avrupa ülkesi ve ABD’deki talepler bile, Sovyetler Birliği’nde gerçekleştirilen uygulamaların çok gerisinde kalmaktadır. Genel olarak tüm feministler bu sosyalizm deneyimini incelemeyi ret ya da ihmal etmekte ya da görmezden gelmektedir. İkinci bir neden ise, sosyalist örgütlenmeler içerisindeki erkek egemen zihniyetin, Hartmann’ın da işaret ettiği üzere gerçekten kırılmamış olmasıdır. Bu sadece kırk yıl öncesinin değil bugünün de bir gerçeğidir. Ne var ki Lenin “Dünya Kadınlarına Vasiyeti”nde, kadınların burjuvaziye/kapitalizme karşı savaşının yanı sıra parti içerisindeki mücadelesine de işaret etmektedir. Sonuç olarak, dünyada tam anlamıyla gerçekleşmiş tek sosyalist deneyimin sonuçlarından yoksun olmak 20.yy’da kadınların ezilmesine ve son tahlilde özgürleşmesine yönelik tek Marksist pratikten yoksun olmak demektir. Gerçekten de SSCB’yi bir kenara bırakacak olursak bu alanda tatmin edici Marksist bir teori ve pratik birikim yok denecek kadar azdır.
Feminizmin bu noktadaki yanılgısı, 20.yy’da kadının ezilmesi sorununun analizini ve çözümünü dönüp dolaşıp Marx ve Engels’in 19. yy’da ortaya koyduğu kendi yapıtlarında aramaları ve bu yapıtlardan hareketle Marksizmi bir teori ve eylem kılavuzu olarak kavrayamamalarıdır. 

Kapitalizm ve “Patriyarka”

1970’li yıllarda Heidi Hartmann ve diğer birçok feministin birbirinden ayrı iki sistemin ortaklığı olarak ele aldıkları kapitalizm ve patriyarka ilişkisinin analiz konusunu kadının ev içi emeği ya da bakım emeği yani (kimi kaynaklarda karşılıksız diye geçen) ücretsiz emeği oluşturmaktadır. Bu ortaklık aynı zamanda bir çelişki üzerinden ilerlemiştir. Patriyarkanın ezen öznesi erkek (koca, baba, erkek kardeş) ile kapitalizmin sömürücü öznesi kapitalist/patron arasında kadın emeğine kimin el koyacağına dair bir çelişkidir bu. Kabaca, erkek kadını evinde, kapitalist ise iş yerinde alıkoymak istemektedir. Bu çelişki 19.yy’da aile ücretinin geliştirilmesiyle çözülmüştür. 20.yy’da ise, feminizme göre, kadınların önemli bir kesiminin ‘evkadınlaştırılması’ ile denge sağlanmıştır. Bir yandan aile ve erkek kadının ücretsiz emeğine el koyarak kendi varlığının devamlılığını sağlamakta bir yandan da kapitalizm için işçi sınıfının yeniden üretilmesi de teminat altına alınmaktadır.
Bu noktada Marx ve Engels’e yöneltilen temel eleştiriyi ele alalım. 1970’li yıllardaki Hartmann, kapitalizmin herkesi proleterleştirme (bizim deyimimizle üretimi toplumsallaştırma) ihtiyacını öngören Marksist tezin yanıldığını belirtmektedir. Bu bağlamda Engels’in Köken’de öne sürdüğü kapitalizmin kadını proleterleştirerek kendinden önceki ataerkil yapının temellerini yıktığı saptaması da yanılmış olacaktır. Yazının buraya kadarki kısmında özellikle “1970’li yıllardaki Heidi Hartmann” dememizin bir nedeni var. Çünkü Hartmann, SFK’nın kadın emeği konferansında yaptığı “Kapitalizm ve Patriyarka” sunumunda kapitalizm ve patriyarka arasında o zamanlar tahlil ettiği gibi bir ilişkinin gelişmediğini belirtiyor:
‘Marksizm ve Feminizmin Mutsuz Evliliği’ makalemde eksik bıraktığımı, süreç içerisinde doğru değerlendirmediğimi düşündüğüm çeşitli noktalar var: kapitalizme yeterli önemi vermemişim. Değişen aile biçimi, ailenin desteklenmesi, yaşlı ve çocukların bakımının kapitalizm tarafından karşılanması, değişen aile biçimleriyle birlikte kadınların konumlarının da değişmesi bana bunu düşündüren etkenlerden. Makalemde patriyarkanın gücünü anlatabilmek için kapitalizmin gücünü azımsamışım.

Hartmann’ın bakım emeği açısından ortaya koyduğu tablo ülkemiz açısından oldukça yabancı elbette. Türkiye açısından bakıldığında hiçbir bakım hizmeti kapitalist sistem ya da devlet tarafından karşılanır durumda değil. Ama ileri kapitalist/emperyalist ülkeler açısından bakıldığında bu ülkelerdeki yoksulluk düzeyinin afaki seviyelere ulaşması, şimdiye kadar kadınların ücretsiz emeğiyle karşılanagelmiş toplumsal yeniden üretimin kapitalizmin başına bela olmaya başladığını gösteriyor. Zira artan yoksulluk kadınları giderek artan bir ivmeyle işgücü piyasasına sürüklüyor. Diğer yandan Hartmann, bugün ABD’de 50 milyon insanın gıda yardımı alman hayatta kalamayacağını belirtiyor. Bakım hizmeti krizi, yani bakım hizmetinin kimin emeğiyle karşılanacağı krizi ile artan yoksulluk arasındaki çelişki ABD’deki aile yapısını dönüştürüyor. Buna karşılık, kadın ve erkeklerin doğrudan kapitalizmi hedef alan ortak eylemliliklerinin arttığı görülüyor. Hartmann bu durumun “Wall Street’i İşgal Et” eylemlerinde oldukça belirginleştiğini belirtiyor. Konferanstaki bir diğer konuşmacı Jean Gardiner bakım emeği hareketlerinin üç karakterini ortaya koyuyor -ki bu üç karakter kapitalizm ve “patriyarka” arasındaki ilişkinin eğilimini de aşamalarıyla ortaya koyuyor.
i.    Geleneksel aile formu: Aile reisinin, yani eve ekmek getirenin erkek, evde tam gün bakım emeği harcayan kişi kadın. Giderek azalan bir yapı.
ii.    Ara form: Kadının da erkeğin de çalıştığı ama hala aile reisinin erkek olarak görüldüğü aile yapısı. Kadınların daha düşük ücretle çalıştığı görülüyor. Bakım emeğinin çoğunluğu kadın üzerinde olmak üzere özellikle çocuk bakımı gibi belirli bir ev içi emeğin erkek tarafından sarfedilmesi.
iii.    İkili kariyer haneleri: İstihdama katılımın da bakım emeğinin (ya da bakım emeği bedelinin) de kadın ve erkek arasında eşit olarak paylaşıldığı aile sistemi.

Dünyanın geneline bakıldığında en baskın aile modelinin ikincisi olduğu belirtiliyor. Fakat giderek birinci modelden ikinci modele geçişe de işaret ediliyor. Türkiye tabi ki bu modelleme de birinci aile yapısında gibi görünüyor. Ama bu modellemelerin bile kendi içerisinde çelişkileri var. Örneğin Türkiye’de, özellikle başta İstanbul olmak üzere belli başlı sanayi bölgelerinde ‘ev kadını’ olarak görülen birçok kadın ev eksenli üretimin bir parçası. İkinci aile modeli ise coğrafi olarak Avrupa’nın genelinde, sektörel bazda da kadın emeğinin yoğunlaştığı kamu sektörüne işaret ediyor. Kuzey Avrupa ülkelerinde daha sık rastlanan üçüncü model ise giderek ABD’de yaygınlaşan model. Buradaki yanıltıcı nokta ise, kadın ve erkek arasında eşit olarak paylaşılıyor görünen bakım emeğinin çoğunluğu yine kadın ve genellikle illegal göçmenler işçiler tarafından sunulması.
Özellikle 1980’ler ve sonrası neoliberal politikalar ve etkilerinin getirdiği noktada 1970’lerde kapitalizm ve patriyarkanın mutlaklığa doğru bir ortaklık ilişkisi içerisinde geliştiğini söyleyen Heidi Hartmann, konferanstaki feministler tarafından patriyarkadan çok kapitalizme vurgu yapmakla eleştirildiğinde, “Buna odaklanmamın sebebi kapitalizmin krizi. Kapitalizm, patriyarkal ağları kırmış durumda.” diyor. “Erkekler giderek daha fazla bakım emeği üstlenirken, belirli alanlarda kadınların daha yüksek ücret alması var olan aile yapısını değiştiriyor.” diye ekliyor.
Her gün 5 kadının öldürüldüğü, tecavüzcülerin bizzat yargı tarafından aklandığı, devletin tecavüze ortak olduğu, kayıtlı ve sosyal güvenceli kadın istihdamının ve kadın okuryazarlığının oldukça düşük olduğu ve bunun gibi koşulların giderek kötüleştiği ülkemizde patriyarkanın kapitalizm tarafından çözülüyor olup olmadığı tartışmalı bir konu olarak görünüyor. Fakat, eğer Marksist bir analizde ısrarcıysak –ki öyleyiz- Türkiye’deki sosyalist feministlerin patriyarkanın hala mevcut ve ayrı bir sistem olarak devam ettiği ve kapitalizmi toplumsal cinsiyet ilişkileri bakımından hala belirlediği argümanını analize tabi tutmakta fayda var. Türkiye’nin önde gelen sosyalist feministlerinden Gülnur Acar Savran bu bağlamda kapitalizmin patriyarkayı çözdüğü görüşüne tamamen karşı çıkıyor. Savran’a göre patriyarkal ilişkiler çoğalarak ve çeşitlenerek devam ediyor. Geleneksel patriyarka kadınları tamamen kamusal alandan soyutlarken, modern patriyarkal ilişkiler kadınları esnek-enformal sektörde konumlandırma eğiliminde. Savran, bugün hem geleneksel patriyarkal ilişkilerin hem de modern ve çeşitli patriyarkal ilişkilerin eş zamanlı olarak yaşandığı “melez bir patriyarka” sisteminin geliştiğini savunuyor. Türkiye açısından ise, melez patriyarkanın gelişme dinamiklerini, geç kapitalistleşme ve bunu bir sonucu olarak hızlı modernleşme, bir Akdeniz ülkesi olarak islam öncesindeki ‘bekaret, namus, örtünme’ gibi toplumsal cinsiyet normlarının islamiyetle birlikte pekişerek devam etmesi ve Kemalizmin etkileri oluşturduğunu belirtiyor. Bugün AKP’nin hayata geçirdiği yeni muhafazakarlık politikalarını ise istihdamda (ücretli emek piyasasında) soyut eşitlik, aile içerisinde hala korunan muhafazakarlık olarak yorumluyor. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in boşanmalardaki artışı yozlaşma olarak değerlendirip ailenin ıslahı çözümünü ortaya koymasının bunun gözle görünür bir örneği olduğunu ortaya koyuyor. Kapitalizmin neoliberal bir düzlemde, patriyarkanın ise yeni muhafazakarlık temelinde ortak gelişim dinamiklerinin temelinde hala patriyarkanın kapitalizmi toplumsal cinsiyet bağlamında belirleyici özelliğinin devam etmesini ise ücretsiz ev emeğinin kadının istihdama katılımında hala en belirleyici ve kısıtlayıcı unsur olmasına bağlıyor.
Patriyarka, feministlerin savunduğu gibi, kapitalist sistemin toplumsal üretim ilişkilerinin denetleyici sistemi ise, toplumsal üretimin maddi üretim ve toplumsal yeniden üretim olmak üzere ikili karakteri bağlamında, kadının patriyarkal emek denetiminden kaynaklanan ücretsiz/karşılıksız ev içi bakım emeğinin kadının istihdama katılışında belirleyici çoğu zaman kısıtlayıcı unsur olduğunu kabul edelim. Kişiselleştirirsek, nasıl patriyarka kapitalizmi belirliyorsa, nasıl erkek kadının (ücretli/ücretsiz) emeğine el koyuyorsa, bunun izdüşümü olarak kadının ücretsiz emeğinin ücretli emeği üzerinde bir tahakkümü olduğunu varsaymak gerekir. Peki, bu gerçekten de böyle midir? Yukarıda belirtilen üç aile modeli ve eğilimine bakalım. Neoliberal politikaların bir sonucu olarak artan yoksulluk kadını işgücüne iterken, kapitalizm işgücünü, üretimi ve çalışmayı kendi ihtiyaçları doğrultusunda esnekleştirerek ve kayıtdışılaştırarak kadının ücretli ve ücretsiz emeği arasında nasıl bir ilişkinin şekillenmesine yol açıyor? Çalışmadığı düşünülen ‘ev kadınlarının’ çoğunluğunun ev eksenli işçi olduğunu belirttik. Bu aynı zamanda kadının ücretli emeğinin ücretsiz emeğinden çalınması anlamına geliyor. Yani, sözde erkeğin el koyduğu ev içi emeğe, sistemde yarattığı ve esnettiği tüm boşlukları kullanarak sermaye birikimini artırmaya çalışan kapitalizm el koyuyor. Bu elbette kadının bakım emeğinden azade kılındığı anlamına gelmiyor. Hartmann’ın bugün açısından yeniden tasvir ettiği, Engels’in Köken’de açıkça ifade ettiği üzere, kadın emeğinin çifte sömürü koşulunu ortadan kaldırmıyor. Burada önemli olan saptama şudur ki: Bugünkü yoksulluk durumu, kadınların var olan toplumsal (aile ilişkileri, geleneksel kadın kimliği, vb.) ve ekonomik koşullarını zorlayarak işgücüne katılma yani çalışıp “eve ekmek getirme”, yani aile ilişkilerini, aile içindeki kadınlık durumlarını kendi çalışma olanaklarına göre yeniden şekillendirme eğilimindedirler. Kısacası, kadınlar ne yapıp edip para kazanmanın bir yolunu bulma eğilimindedirler. Bunun için de aile ilişkilerinin geleneksel yapısını zorlamak durumundalar ve öyle de yapıyorlar. Ellerinde herhangi bir meslek bilgisi ya da eğitimi olmayan ya da ailedeki çocuk-hasta-yaşlı bakımını kendi dışında herhangi birine devretme koşulu olmayan, kısacası evden dışarı çıkma olanağı bulunmayan kadınların ev eksenli üretime yönelmeleri bunun en çarpıcı örneğidir. Ya da, kamu sektöründe çalışan kadınlar açısından, bakım emeğinin ailedeki başka bir kadına devretmeleri ya da ucuz göçmen emeğini satın almaları ise bir başka örnektir. Ülkemizde henüz yaygın olamamakla beraber, Avrupa ülkelerinde (İngiltere, Fransa, vb.) kapitalizm kamu sektöründe çalışmayı esnekleştirmenin bir biçimi olarak çocuklu kadınlar için yarı zamanlı çalışma biçimini yaygınlaştırmaktadır.
Kısacası, feminizmin öngördüğünün aksine kadın emeği giderek daha fazla ücretli emeğe dönüşmektedir. Fakat sorun, kadınların 1980’lerden sonra daha çok kayıt dışı ve esnek çalışmanın yaygın olduğu sektörlerde istihdam edilmeleridir.  Öyle ya da böyle ülkemizde etkileri henüz çok belirginleşmemiş olsa da bu durum var olan geleneksel ya da feminizmin tabiriyle patriyarkal aile yapısını ve aile ilişkilerini giderek çözmektedir. Dolayısıyla, Marx ve Engels’in öngörüsü hala geçerliliğini korumaktadır. Kapitalizmin kadının ücretli emeğini değersizleştiren bir şekilde artarak istihdam etmesinin karşısında sosyalist bir bakış açısı tam tersi olan emeğin özgürleştirildiği ve giderek ücretli emeğin ortadan kaldırılması yoluna girilmiş deneyimleri, yani SSCB örneğini iyi incelemek zorundadır.

Kimden Alacaklıyız?
Tüm bunları bir bütün olarak düşündüğümüzde, Sosyalist Feminist Kolektif’in bir süredir yürüttüğü “Erkeklerden alacaklıyız” kampanyasını ve bir bütün olarak Türkiye’deki feminizmi nasıl değerlendirmek gerekir? İlk olarak SFK’nın feminist politikayı benimsemeyen sosyalist/Marksist yaklaşımlara getirdiği eleştiriyi ve bu kampanyasının temellerini ortaya koyalım: “Ücretli kadın emeği üzerine yapılan analizlerin çoğunluğu evdeki erkek egemenliğinin etkilerini yok sayılarak yapılıyordu. Bu nedenle biz, ısrarla, kadınların ev içindeki ücretsiz emekleri ile işgücü piyasasındaki ücretli emekleri arasındaki ilişkiyi bir bütün olarak ele almak gerektiğini söylüyoruz…. Yapılan analizlerde mücadelenin taraflarını bizzat kadınlar ve erkekler olduğunu gözden kaçırmak, feminist politikayı zayıflatma riskini taşıyor… Bizim sermayeden ve devletten taleplerimiz var ancak esas olarak: Erkeklerden alacaklıyız. Temizlik, yemek, yaşlı bakımı ve en önemlisi çocuk bakımı gibi ‘kadın işleri’nin yapılmasından erkeklerin maddi çıkarı (para, zaman) var, erkekler için harcadığımız zamanı, emeği geri istiyoruz…” Sosyalist feminizm kadın emeği analizini karşılıksız emeğin sadece çocuk/hasta/yaşlı bakımı için değil doğrudan ve bizzat erkekler tarafından tüketildiği gerçeğini görmeye davet ediyor.
SFK’nın bu kampanyasında da belirginleşen en temel özelliği radikal feminizmin saptamalarını doğrudan ve açıkça benimsemiş olmasıdır. Yani baş düşmanı erkek olarak kabul etmeleri ve doğrudan erkek egemen sistemin erkek öznelerde cisimleşmiş beden ve emek sömürüsüne, kısacası erkeklere karşı bir mücadele önermeleridir.
Burada sosyalist feminizme teorik ve ideolojik düzlemde getirilebilecek en temel eleştiri, kadının bugünkü durumunu ve buna bağlı olarak kurtuluş mücadelesini hala geleneksel patriyarkal ilişkileri baz alarak tarif etmesidir. Yukarıda ana fikri sunulan mücadele programı kapitalizm öncesi patriyarkal ailenin varlık koşullarındaki özel alan/kamusal alan ikiliğinin korunduğu fikri üzerinden geliştirilmiştir. Engels’e göre, özel ve kamusal alan ayrılığına dayanan patriyarkal aile yapısı kapitalizmle birlikte çözülmüş, bu ayrımın maddi koşulları kadının ücretli emeğiyle birlikte ortadan kalkmıştır. Bu durum sadece proleter kadınlar ve aileler için geçerlidir. Somutlamak gerekirse, kadının ücretli emek piyasasına katılmadan önceki toplumsal formasyona bakıldığında; maddi üretim alanı, metaların üretimi, buradan yola çıkılarak gelişen tüm toplumsal ilişkiler (politika, sanat, kültür, vb.) kamusal alanda gelişmektedir ve erkekliğe atfedilmiş alanlardır. Buna karşılık, kadınlar evde görünmeyen bakım emekleriyle özel alana hapsolmuştur. Kadının istihdama katılımı ise bu iki alanın ayrıklığının maddi temellerini sarsmıştır ve patriyarkal ilişkilerin giderek çözülmesiyle paralel bir şekilde bu ayrım da giderek çözülmektedir. Savran’ın, yeni muhafazakarlık çerçevesinde AKP’nin geleneksel aile yapısının korunmasına yönelik girişimleri hakkında tespiti bir noktaya kadar doğrudur. Fakat gözden kaçırılan nokta, devletin ve sermayenin sözde özel alan olarak tarif edilen aileye müdahalesinin bu özel/kamusal alan ayrımının çözülmesine yönelik bir müdahale olduğudur. Patronların kadın işçilerin hamileliklerini doğrudan denetlediği, sözde özel alan olan evde meta üretiminin yapıldığı (ev eksenli çalışma), güzellik endüstrisinin tüm toplumsal sınıflardan kadınların cinselliğini belirlediği, evlendirme programlarıyla “yeni ailelerin” kurulduğu, “umutsuz ev kadınlarının” dramının ekranlara taşındığı bir toplumsal yapıda özel ve kamusal alan ayrımının maddi varlık koşullarından bahsetmek ne derece gerçekçidir? Tüm bunların olduğu yerde insanların “ev benim mahremimdir” hissiyatının ve yanılsamasının devamlılığı kapitalist toplum ilişkilerinin yeniden üretilmesi açısından hayati önem taşımaktadır ve tamamen ideolojiktir. Sanki ev ve aile ilişkileri ulu orta yaşanmamaktadır, gözlerden ıraktır. Şiddet gören kadınların, karakolda çarptıkları “Kocandır….” ideolojik duvarıdır kamusal/özel alan ayrımı. “Karı koca arasına girilmez.” ahlaki normunun temelinde “Sizden en az üç çocuk istiyorum.” ikiyüzlülüğünün yatmasıdır. Dolayısıyla, doğru Marksist tutumun bu ideolojik ayrım üzerinden nasıl bir politika geliştirmesi gerektiği tartışılmalıdır. Feminizmin, mücadeleyi özel alanda güçlendirme önerisi de ciddi bir eleştiriye tabi tutulmalıdır.
Nasıl bir “feminist” mücadele?
Gülnur Acar Savran, kadınların mücadelesinin başta özel alanda yani ev/aile içerisinde olmak üzere kadınların ‘politik bir özneye dönüştürmeleri’ yoluyla patriyarkaya ve onun cisimleşmiş haline (erkeğe) karşı mücadele olarak tarif ediyor. Bu mücadelenin temelinde kadınların nesnel gerçeklikleri yani erkekler tarafından baskılanmaları ve sömürülmelerinden kaynaklanan ihtiyaçları yattığı için bu mücadelenin öznesinde nesnel olarak ezen özne konumunda bulunan erkeklerin yer alamayacağını söylüyor. Bu minvalde feminizmin politik öznesinin kim olduğu tartışmaları hala devam etmekte. 
Sosyalist feminizmin bu konudaki en genel önermesi, feminizmin, belirli bir egemenlik ve iktidar ilişkisini (patriyarkayı) hedef aldığı ve bu nedenle herhangi bir politik hareketin programına bir alt başlık olarak eklenemeyeceği için başlı başına politik bir hareket olduğu ; ve bu politik hareketin politik öznesinin de feministler olduğudur. Bu minvalde, kadın öznesi ise, politik özneye yani feministe dönüşmesi beklenen kolektif öznedir. Tam da bu noktada feminizmin hem güç aldığı hem de başının belası haline gelen “farklılık söylemi” devreye girmektedir. Birbiriyle çelişki içerisinde bulunan farklı sınıf, ulus, din, kültür yapılarından gelen kadınlar, bu “farklılıklarını” eritmeden, ‘ortak ezen’e karşı mücadeleyi kadın olmalarından, kadınlıklarından kaynaklanan bir birliktelikle nasıl yürütebilirler? Ya da konferansta gündelikçi bir kadının çok daha güzel bir ifadeyle sorduğu gibi, “Gülnur Hocam, şimdi ben evine temizliğe gittiğim patronumla nasıl aynı mücadele içerisinde yer alabilirim?” Sadece merakları gidermek değil, feminizmin bu soruya verdiği yanıtın billurlaşmış bir örneğini ortaya koymak adına belirtmekte fayda var Savran’ın cevabını: “Evdeki (kadın) patronla ev işçisini karşı karşıya getiren yine bir erkek. Aslında senin temizlediğin o erkeğin kiri. Bu gerçeği o kadına anlatarak.”
Bu nokta, Marksizm ve feminizmi uzlaşmaz bir şekilde karşı karşıya koyan bir ikilik doğmaktadır: “kadınlar arası sınıf dayanışması” mı yoksa “sınıflar arası kadın dayanışması” mı? Marksistler açısından “sınıflar arası kadın dayanışmasının” aslında “sınıflar üstü feminist bir hareket” olduğu apaçıktır. Bu aynı zamanda, Marksizm ve feminizm arasında her zaman kağıt üzerinde kalmış evliliğin boşanma ilamıdır.  

Kadın kitlelerinin aydınlanması ve mücadelenin ayrılmaz bir parçası haline gelmesinin bir aracı olarak basın

“Günlük basının, ‘kolektif propagandacı, kolektif ajitatör ve kolektif örgütçü’ olması düşüncesi; bir gerçeği dile getirmesinin yanında, bütün bir tarihsel deneyimi de ifade eder” deniyor, “Sınıf Mücadelesinde Vazgeçilmez Bir Araç Olarak Gazete” broşüründe. Ardından söylenen “Gazete, işçilerin parti ve kitle çalışmasının; yaşam ve eylemlerini birleştirmeleri, bilinçlerini ilerletmeleri, bir parti olarak örgütlenmelerinin; öteki emekçi sınıf ve tabakaları çevrelerinde toplamaları ve bütün halkı her günkü mücadele içinde devrimci bir çizgi üzerinde birleştirmeleri ve sermayeye karşı savaşmayı öğretmelerinin en temel aracıdır” cümlesi, günlük basının hedefinin ve bir araç olarak neden önemli olduğunun bir tarifi olarak karşımızda duruyor. Kadın basınına ilişkin söyleyeceğimiz her şeyin temelinin bu olacağını ifade ederek başlayalım. Ancak, bu ifadeye ek olarak söyleyeceğimiz şey; kadın çalışmasına ve emekçi kadınların mücadelenin bir bileşeni haline getirilmesine ilişkin ortaya konulan teorik değerle, pratik gerekliliklerin karşılanması arasında açılan makasın birleştirilmesi gereğini bugün dünden daha fazla hissettiğimiz. Çünkü bugün işçi sınıfının partisi, kitleler içinde propaganda ve ajitasyon yürütmek üzere araçlarını dünle kıyaslanmayacak ölçüde genişletti ve geliştirdi. Bu sırada kadın kitleleri içindeki çalışmayı kolaylaştırmaya yarayacak araçların yaratılmasına özen gösterdi ve bu yöndeki adımlarını da her geçen gün çoğaltmaktadır. Elbette ki, işçi sınıfının partisi bu araçları yaratır ve günlük çalışmanın ihtiyaçlarını karşılayacak bir hat izlemesi için geliştirirken, geniş teorik ve pratik birikimin süzgecinden geçmiş çeşitli deneyimleri kendine has yöntemlerle değerlendirdi. Bu yazıda, bu teorik ve pratik birikimin kimi yönlerini, bugünkü kadın basın araçlarımızı neye göre şekillendirdiğimizi ve hangi hedef doğrultusunda nasıl güçlendirmemiz gerektiğini somutlayacak biçimde ele almayı amaçlıyoruz.

KADIN ÇALIŞMASI – YALNIZCA “YARARLI DEĞİL”, ESAS OLARAK “VAZGEÇİLMEZ” ALANLARIMIZDAN BİRİ
“Hareketin içine çekilmemiş kadın kitleleri, kayıtsız koşulsuz, sermayenin bir dayanağını ve karşı devrimci propagandanın bir nesnesini oluştururlar.” (1921, Komünist Enternasyonal 3. Kongre)
90 yıl önce yapılmış bu tespit, emekçi yığınlarını, halk yığınlarını örgütlemeye soyunmuş bir parti için kadın çalışmasının önemini, değerini özel olarak dillendirmeye ihtiyaç bırakmamaktadır. Bugün, kadının mücadelenin vazgeçilmez bileşeni olduğuna ilişkin derin teorik bilgiyi pratiğe geçirme zorunluluğu dünden daha ağır bir sorumluluk haline geldi. Neoliberalizmin muhafazakârlıkla kol kola yeniden dizayn ettiği ekonomik ve toplumsal hayatın cenderesi bugün en çok kadınları öğütüyor. Kadınlar, giderek daha fazla oranda sermayenin kendi ihtiyaçlarına meşruiyet kazandırması ve devamlılığının sağlanması için güvence olarak görülüyorlar. Muhafazakârlıkla beslenen bu güvence ilişkisi, kadınları bağımlılık ilişkilerine her geçen gün daha fazla mahkûm ediyor. Neoliberal muhafazakârlığın hem en çok ezdiği, hem kendine en önemli dayanak haline getirmeye çalıştığı kadınların bu cendere içindeki durumu, bugün yalnızca kadınların değil, aynı zamanda bütün mücadele alanlarının gündeminde ön sıralarda yer alması gereken bir durum halini aldı. Biliyoruz ki, neoliberal muhafazakâr tahayyülün kadınlara biçtiği rol, ortaya çıkardığı toplumsal ve ekonomik yapı tümden bütün mücadele alanlarımızı etkiliyor.
İşçi sınıfı partisinin, kadın kitlelerinin içinde, bu kitleler kapitalizmin sağlam bir dayanağını oluştursun diye büyük bir propagandanın hedefindeyken, bu dayanakları söküp atmak için manivelasını yerleştireceği nokta neresidir?
Kapitalizmin emekçi kadın kitleleri için yarattığı koşullara baktığımızda cevap elimizde: Tek bir nokta yok, birçok, adeta sayısız nokta var. Bugün mücadelenin olanakları ve zorunluluklarının son derece genişlediği bir dönemden geçtiğimizi ifade ediyoruz. Hem ülkenin içinde bulunduğu koşullar ve uluslararası durum açısından, hem de sınıf partisinin elindeki olanaklar açısından. Bu olanakları bugün doğru bir biçimde okumanın ve değerlendirmenin koşullarından biri de, emekçi kadınların mücadelenin en önemli bileşenlerinden biri haline getirilmesi için yürütülecek çalışmanın her birimde günlük bir çalışmanın parçası haline getirilmesi.
Bunun için kullanılacak en önemli araç, tıpkı tüm diğer alanlarda olduğu gibi, öncelikli olarak günlük basım yayın araçları, bununla birlikte kadınlara doğrudan hitap eden, kadınların yaşamının tüm renkliliğini, canlılığını, çeşitliliğini de kapsaması gereken, geçmişten getirdiği birikimle önünde uzanan yolu çizmesi zorunlu olan kadın basını. “Yeni dönem”in ancak ve ancak günlük çalışmanın, amatörlüklerden kurtularak ve daha fazla oranda işçi sınıfına bağlanarak devam edecek bir günlük çalışmanın üzerine yükseleceğini düşündüğümüzde, bu yeni dönemde daha fazla emekçi kadınla yüz yüze gelmek ve onları mücadeleye katmak kaçınılmaz bir görev olarak karşımızda duruyor.

90 YIL ÖNCE: “EMEKÇİ KADINLARIN GAZETE VE ÖZEL YAYINLAR ÇEVRESİNDE YENİDEN DAHA GÜÇLÜ BİR BİÇİMDE ÖRGÜTLENMESİ”
Bu açıdan baktığımızda, neredeyse 90 yıl önce “Bolşevikleşme” çağrısı yapılan Enternasyonal’de önemle vurgulanan bir noktanın emekçi kadınların gazete ve özel yayınlar çevresinde yeniden daha güçlü bir biçimde örgütlenmesi çağrısı olması bizi şaşırtmayacaktır:
“Son zamanlarda basın sorununda Komünist Partilerimizin mali zayıflıklarından doğan bir zorlukla karşı karşıyayız. Kadın gazetelerini belli ölçüde kısıtlamak zorunda kalmamızın belirtileri var. ‘Ouvriere’ ölecek. Eğer bugün şiarımız ‘Bolşevikleşme’ ise onun yerine başka bir şey geçmek zorunda. Bütün partilerde, geçen yılki kadınlar konferansı ve dünya kongresi kararlarının uygulanmasında bütün parti organlarına kadın ekinin sokulması için mutlaka ısrar etmemiz gerekir. Ve bunlar sadece söz konusu redaktörlerin ve sekreterin canı istediği zaman, arada sırada yayınlanmamalı. Düzenli bir şekilde yayınlanmalıdır. Kadınlar arasındaki parti çalışmamızı, parti grubunun genel sütununa, partinin diğer organlarına, özel organlarına, sendika gazetelerine, bilimsel dergilere, kır işçileri için yayınlanan gazetelere ve söz konusu olabilecek hepsine girebilecek şekilde, kadınlar arasındaki çalışmamızı tüm parti çalışmalarının odak noktasına kaydırmak için çaba göstermeye devam etmeliyiz. Bütün bu sorunların genel basında bütünlüklü bir şekilde iyice incelenmesi yoluyla kadınlar arasında çalışma zorunluluğunun kavranışı kendisini kabul ettirdikten sonra, işte ondan sonra kadın hareketimiz tüm partide kök salacak, ancak ondan sonra partinin tam desteğine sahip olacaktır.”
Kadın basınına biçilen bu “toparlayıcı“ rol, kendinden menkul bir rol değil elbette. Farklı koşullara göre farklı biçimlerde kurulacak olan organların tümünün özel bir önemle ele alması gereken kadın basınının işlevi, örgüt çalışması bütünlüklü bir perspektifle ele alındığında ortaya çıkıyor.
Bunu somutlayalım: Komünist Enternasyonal III. Kongresi’nde kabul edilen (1921) Komünist Partilerinin Kadınlar Arasındaki Çalışma Yöntem ve Biçimleri Üzerine Tezler’inde yer alan Ajitasyon ve Propaganda Yöntemleri başlığı altında, her çalışma alanında kurulan kadın komisyonlarının biçimi, niteliği ve görevleri ayrıntılı olarak anlatıldıktan sonra, şunlar söyleniyor:
“Komünist Partilerin işleyen kadın organları, ajitasyon, örgütlenme ve eğitim çalışmalarını yazılı olarak da yerine getirmek için her ülkede merkezi komünist bir kadın gazetesinin çıkması için çalışmakla, komünist basında kadın sayfalarının ve ya kadın köşelerinin, siyasi ve sendikal gazetelerde makalelerin ve yazıların çıkmasını sağlamakla, bu yayınların kadın redaktörlerini bulmakla, çalışan ve mücadele eden kadınlar arasından redaktörlere yardımcı kazanmak ve onları eğitmekle yükümlüdürler.”
Bu yükümlülüğün yerine getirildiği koşullarda ortaya çıkan örnekler oldukça öğretici:
Komünist Enternasyonal IV. Kongresi “Kadınlar Arasında Komünist Çalışma” başlıklı 24. Oturumu’nda (1922)  Hertha Sturm, konuşmasında, Ekim Devrimi’nin kadınlar açısından kazanımlarının her gün yeni adımlarla nasıl pratiğe geçirildiğini anlatıyor. Ardından bu pratiğin, Enternasyonal’in diğer ülkelerine nasıl yol gösterdiğini örneklerken özenle ifade ettiği şey; Sovyet Rusya deneyiminde kadın basınının ne kadar hayati bir öneme sahip olduğu:
“Komünist Partisi’nin yarı illegal çalışmaya zorlandığı Kerenski döneminde, Parti kadınlar arasındaki çalışmayı yeniden ele aldı. Parti, proletarya diktatörlüğü uğruna mücadeleye katılan kadın işçilerin katılımını takdir etmeyi bildi. 1917’de Petrograd’da ‘Kadın İşçi’ yeniden yayınlandı. Moskova’da ‘İşçi Kadının Hayatı’ dergisi yayınlandı. Aynı zamanda Komünist Partisi Moskova Komitesi, işçi köylü kadınlar arasında siyasi propaganda yürütmek üzere bir komisyon oluşturdu. Bu komisyon etrafında toplanan işçi kadınlar, savaşçılar haline geldiler ve bunların önemli bir bölümü, Ekim günlerinde önemli bir rol oynadılar.”
Bu örneklere baktığımızda görüyoruz ki, Sosyalist Rusya’da ve çeşitli ülkelerin komünist partilerinin enternasyonalinde yeniden yeniden vurgulanan temel noktanın, emekçi kadınların bütün yaşamlarının renkliliğini ve canlılığını yansıtan bir yayıncılığın yaratılması ve istikrarlı bir biçimde sürdürülmesi olması bir tesadüf değil.

SOVYET DENEYİMİ: HER ALANDA, TÜM RENKLERİYLE EMEKÇİ KADINLARIN YAŞAMINI ANLATAN KADIN BASINI
Daha devrimden önce her kesimden emekçi kadının günlük yaşamını anlatmak ve mücadeleyle bağlarını kurmak için yayınlanan birbirinden farklı onlarca dergi, gazete, broşür, kitapçıktan bahsetmek mümkün. “Rabotnitsa”nın ilk sayısı, devrimden önce, 8 Mart 1914’te yayınlandı. Bu sayının yayınlanmasından 5 gün önce yazı kurulu üyeleri tutuklandı, ama dergi yine de çıktı ve bütün fabrika ve atölyelere dağıtımı yapıldı. Toplam 7 sayı çıktıktan sonra, 1. Dünya Savaşı’nın başlaması ve tüm işçi basınının kapatılması ile birlikte yayın hayatına son vermek zorunda kaldı. Şubat Devrimi’nden sonra tekrar çıkan “Rabotnitsa”, Ekim Devrimi’nden sonra, iç savaş içerisinde yayın hayatını tekrar durdurmak zorunda kaldı. Nihayet proletarya diktatörlüğü şartlarında, 3. kez, Ocak 1923’te aylık dergi olarak çıkmaya başladı. Başlangıçta 5000-6000 tirajla çıkarken, okuyucu çevresini genişletmek amacıyla diğer bir kitle yayın organın, “Raboçaya Gazeta”nın (İşçi Gazetesi) ayda iki kere çıkan eki olarak yayınlanmaya başladı. “Rabotnitsa”nın “ana hedefi, sadece işçi kadınlar için bir yayın organı olmak değil, işçi kadınların bizzat kendilerinin yayın organı olmak”tı. Ayrıca Haziran 1923’te “Krestyanka” (Köylü Kadın) ve kısa zaman sonra da “Delegetka” yayın faaliyetine başladı. Daha ileriki dönemde de “Sovyet Kadını” çıkmaya başlamıştır. (“Sovyet Kadını”, 1940-1950li yıllarda yabancı dillerde yayınlanmıştır. Derginin Almanca yayınlanan yıllıklarına bir göz gezdirmek, kadının kurtuluşu sorununun geniş yelpazesi hakkında bir fikir vermektedir. Dergi gayet enternasyonalist bir yapıya sahiptir ve Türkiye’den, Amerika’dan, Latin Amerika’dan ve Afrika’nın çeşitli ülkelerinden kadınların durumlarına ilişkin çeşitli haberler, makaleler, kitap tanıtımları vb. içermektedir. Bu dergiler, aynı zamanda çeşitli kadın örgütlerinin Sovyetler Birliği’nde ve uluslararası alandaki siyasi çalışmalarını belgelemektedir.) Bu dergiler her işletmede, atölyede ve kırsal alanda delege toplantıları ve okuma kulüpler çevresinde vb. oluşturulan işçi ve emekçi kadın muhabirleri grupları tarafından besleniyor ve emekçi kadın kitlelerinin gerçek anlamda kendi yayın organları olma sıfatını kazanıyordu.
Devrimden önce nüfusunun yaklaşık yüzde 80’i okur-yazar olmayan Sovyetler Birliği’nde, 30’lu yılların ilk yarısına gelindiğinde, emekçi kadınlar artık sadece okuma hevesine değil, yukarıda önde gelenlerini saydığımız gazete ve dergilerin gönüllü muhabirleri olarak yazma hevesine de tutulmuşlardı. Gazete ve dergilerin sayfaları, işçi ve emekçi kadınların yaşantılarını ve mücadelelerini canlı bir şekilde yansıtan okur mektuplarıyla, raporlarla ve tartışmalarla doluydu. İşçi, köylü, ev kadını tüm kadınlar bu gazetelerin muhabiriydiler ve ülkenin her köşesinden günlük yaşam içinde çektikleri zorluklarla şikayetlerini olduğu gibi, varolan yenilikleri, başarıları da yazıyorlardı, hatta okur yazar olmasalar bile, kendilerine anlattıklarını yazıya dökecek yardımcı kadınlar bularak… Partili olmayan en geniş kesimlere hitap eden bu gazete ve dergilerin dışında, bir de, Haziran 1920’den itibaren periyodik olarak çıkan “Kommunistka” (Komünist Kadın) dergisi mevcuttu (1926’da tirajı 26.000 idi). Adından da anlaşıldığı gibi, bu dergi, daha dar bir kesime, esas olarak partili kadınlara ve partinin kadınlar arasındaki çalışmasında faal olan kadın ve erkek profesyonellere hitap ediyordu. Bu dergi, ajitasyon organı ve partiye yeni üye kazanmanın aracı değildi, ama “diğer taraftan, partinin ve Sovyet iktidarının siyasi sorunlarının çözümünde bir teorik organ olmayı hedeflemiyordu.” “Onun görevi doğrudan pratikle ilgilidir: parti ve Sovyet iktidarının kendi önüne koyduğu ve bunları gerçekleştirmek için parti içindeki ve dışındaki kadın kitlelerinin sürekli olarak birlikte çalıştıkları hedefleri, şiarları benimsemektir. O tüm bu genel sorunları özel bir bakış açısı ile, geniş kadın kitlelerini de söz konusu görevler doğrultusunda harekete geçirmek için işe hangi noktadan başlaması gerektiği şeklinde ele alır. O ancak, ikinci planda genelde ‘asıl’ kadın sorunları olarak tanımlanan sorunları, anne ve çocuğun korunması, halk beslenmesi, konut sorunu ve diğerlerine yönelir.”
Bu örneklerin çokluğunu ve renkliliğini düşünürken, 1924 yılında gerçekleştirilen Rusya Komünist Partisi Bolşevik 13. Kongresi’nde alınan şu kararı yeniden hatırlayalım: “İşçi ve köylü kadınlar için mevcut periyodik yayınlar desteklenmeli ve genel yayın organlarında geniş işçi ve köylü kadın kitlelerinin çalışma ve yaşam sorunlarının ele alınmasına daha fazla dikkat sarf edilmelidir. İşçi ve köylü kadınların basınımızdaki faaliyetleri (işçi, köylü ve sendika kadın muhabirleri olarak) iyileştirilmeli, ilk planda ‘Lenin İşçileri’, kadın delegeler vs bu çalışmaya çekilmelidir. İşçi ve köylü kadınların, duvar gazeteleri hazırlanmasına katılmalarına özel dikkat sarf edilmelidir. İşçi ve köylü kadınların bu alanda yönlendirilmesine aynı şekilde genel basında çalışan Parti üyeleri de çekilmelidir. Doğu Cumhuriyetleri’nde genel basında kadının kurtuluşu sorunlarına mümkün olduğunca büyük dikkat gösterilmeli ve doğunun emekçi kadınları için ulusal dillerde periyodik ve periyodik olmayan bir basının yaratılması için tedbirler alınmalıdır.”

*****
Evet, bu saydıklarımız sosyalist devrimin gerçekleştiği bir ülkede, devrimin sağladığı olanaklarla gerçekleştirilmiş kazanımlardır. Ancak devrimin henüz gerçekleşmediği ülkelerde, bütün bu saydıklarımız tartılırken geniş emekçi kadın kesimlerini mücadelenin bir parçası haline getirmek için salık verilen en önemli araçlardan biri “kadın basını”dır. Bu araçların içeriğinin nasıl şekillenmesi gerektiği, bu araçların çalışmasının merkezine konulması gereken araçlar olarak kullanılamaması sorununun hangi düzeyde ele alındığını gösteren çok çarpıcı örnekler var:
Komünist Enternasyonal’in IV. Kongresi’nde “Kadınlar Arasında Komünist Çalışma” üzerine yapılan 24. oturumdaki şu vurgu çok önemlidir:
“Basın, örgütlenmemiş geniş kitleleri toparlamak ve onları komünist anlamda etkilemek için en önemli araçlardan biridir. Enternasyonal’de oldukça geniş bir kadın basınına sahibiz ve bunun dışında genel basın yoluyla sorunlarımızı kitleye götürme olanağına sahibiz. Kadın basınının örgütsel olarak mümkün olduğunca geniş çevrelere girme görevini çözmediği tespit edilmelidir. Kadın dergilerinin tirajının partinin kadın üyelerinin sayısına bile ulaşmadığı bir dizi ülke var. Buna karşıt örnek olarak Bulgaristan ve ayrıca İtalya’yı vermek istiyorum. Buralarda kadın basını yoluyla, partiye örgütsel olarak bağlı olan çevreden önemli derecede daha geniş bir çevrenin kucaklanması başarılmıştır. Bu elbette ki her yerde hedefimiz olmalıdır.
“Basının içeriğine gelince, elbette ki komünist kadın hareketinin bütün zaafları da, genel komünist hareketin zaafları gibi, onda yansımaktadır. Belli ölçüde aşırıyı oluşturan iki ana hataya değinmek istiyorum.
“Aşırı uçlardan biri, özellikle başlangıçta, belki de Hollanda kadın dergisi ‘De Voorbode’de (Öncü) en güçlü bir şekilde dile geldi. Bu dergi teorik ve ilkesel olarak son derece açık ve pürüzsüz tutuldu. Ama proleter kadınların somut günlük endişeleri ve sıkıntıları ile bunların bağını çok az kurdu, tam da Hollanda’daki somut duruma az dayandı ve böylece, eğitilmemiş kitlelerin kavrayışlarına uymadı ve kadınlarla içten ağlar kuramadı. Şimdilerde bu dergi, kendisini kitlelerin ihtiyacına daha iyi uydurdu. Diğer aşırı uç kendisini en açık şekilde Brunn bölge gazetesi ‘Zena’da gösterdi (Çekoslavakya’da). Bu dergi de tam tersine, büyük popülarite kazanmak için komünizmin açık, ilkesel çizgisinden taviz verdi, proleter kadınların küçük burjuva tutumlarına oldukça eleştirisiz yer verdi ve komünizmle ilgisi olmayan şeyler üzerine yazarak, kitlelerin sansasyon ihtiyacını fazla ileri giderek oldukça çok hesaba kattı.
“Bu bağıntıda Fransız basınına değinmekte de belki yarar var…  Marsilya parti kongresinde derginin kurulmasından bugüne dek dergiyi bir moda dergisi ya da yemek reçetesi gazetesi haline getirmek isteyen Komünist Partisi içindeki eğilimlerle mücadele etmek zorunda kaldığı burada tespit edilmelidir.
“Bundan dolayı burada, Enternasyonal’in önünde, böylesi bir lüksü taşıyacak durumda olmadığımızı, tersine organlarımızın kadın işçiler arasında komünist propaganda yürütmek için varolduğunu altını çizerek belirtiyoruz!”

HER YÖNÜYLE KADIN AJİTASYONU VE PROPAGANDASI: BİLDİRİLER, BROŞÜRLER, KİTAPÇIKLAR, KİTAPLAR…
16 Ekim 1896 gerçekleştirilen Alman Sosyal Demokrat Partisi Gotha Parti Kongresi’nde Clara Zetkin’in yaptığı konuşma bir eleştiri ve özeleştiriyi de içeriyor. Bu konuşma, bir yandan tüm dünya ülkelerinin komünist partilerinin kadın çalışması konusunda atacağı adımları nasıl somutlaştırması gerektiğini olumlu ve olumsuz örneklerle anlatırken, aynı zamanda olması gerekeni de ortaya koyuyor. Bu “incelikli” tarifler, kadınlara yönelik yazılı ve görsel basının inceliklerinin neler olması gerektiği konusunda taşımamız gereken bilgi birikimini de gösteriyor:
“Kadınlara sosyalizmi planlı yazılı bir ajitasyonla götürmeliyiz. Ve bunun için sizlere bildiri dağıtımını öneriyorum: çeyrek forma boyu sayfaya tüm sosyalist programı sıkıştıran, yüzyılımızın tüm bilimini veren geleneksel bildiriler değil –hayır–, bir tek pratik soruyu bir tek bakış açısından, sınıf mücadelesi bakış açısından açıklayan küçük bildiriler, esas mesele budur. Ve bildirilerin teknik yapımı sorunu da bizim kayıtsız kalacağımız bir şey olamaz. Eskiden olduğu gibi en kötü kalite kağıt ve en kötü kalite baskı değil –basılı söze erkek proleter gibi bir saygı duymayan proleter kadın, böyle kötü biçimli bir bildiriyi buruşturup atar–. Tam tersine, Amerikan ve İngiliz Yeşilaycıların yaptığı gibi, 4 ile 6 sayfa içerikli, sayfa düzenlemesi iyi küçük kitapçıklar. Çünkü proleter kadın da ‘ah, bu şeycik de ne güzelmiş, bunu saklayayım’ diyecek kadar kadındır! Ve önemli olan cümleleri büyük, kalın harflerle basmalıyız; o zaman proleter kadın okumaktan korkmayacak, tüm zihinsel dikkati deyim yerindeyse ona takılacaktır. [kadınlara yönelik propaganda ve ajitasyon araçlarına ilişkin pek çok ayrıntıya daha değindikten sonra şöyle devam eder] Bunlar, sizlerin oyunuza sunduğum esinlenmelerdir yalnızca. Kadın ajitasyonu zordur, yorucudur, büyük fedakarlık ve büyük kurban gerektirir. Ama bu fedakarlıklar mükafatlandırılacaktır ve bu fedakarlıklar yapılmak zorundadır. Çünkü nasıl proletarya kurtuluşunu ancak, milliyet farkı gözetmeksizin, meslek farkı gözetmeksizin birlikte mücadele ederek elde edebilirse, tıpkı bunlar gibi cinsiyet farkı gözetmeksizin birlik olduğu zaman elde edebilecektir. Proleter kadınların büyük kitlesini proletaryanın kurtuluş mücadelesine katmak, sosyalizm fikrinin zaferinin, sosyalist toplumun önkoşullarından biridir.”
Kadınlara yönelik ajitasyon ve propagandada her türlü aracın en yetkin biçimde kullanılmasının örneklerini Sovyet Rusya deneyiminde kadın basını üzerinden anlatmıştık. Sovyet Rusya’da kadınlar için propaganda ve ajitasyonda sadece günlük basın ve dergiler kullanılmıyordu. Kadın basını dışında “kadın kitapları” politikası da güdülüyordu. Sadece 1930 yılında, özel olarak kadınların ilgi alanına da yönelen, her biri 3 milyon tirajlı 200 değişik kitap basılmıştı. Kadınların devrimden önce yüzde 80’inin okur yazar olmadığı bir ülkede, 20-30 yıl içinde kadınların aktif katılımı temelinde gerçekleşen ve yine kadınlara seslenen geniş bir ajitasyon – propaganda ağının oluşturulması, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kazanımlarının bir parçasıdır. Ve bu ağ, onların elinde yeni yaşamın yaratılmasına kadınların aktif katılımını sağlamanın yönlendirici, destekleyici bir aracı olarak büyük bir öneme sahipti.

BUGÜNE GELDİĞİMİZDE…
Clara Zetkin’i yeniden hatırlayalım: “Kadınlar çalışmaya, mücadeleye katılmadan siyasi iktidar ele geçirilemez, komünist inşa yapılamaz. Proletarya kapitalizmi altetmek, komünizmi gerçekleştirmek için verdiği savaşlarda kadınların çalışmaya katılmasını yalnızca sayısal olarak gereksinmekle kalmaz. Hayır, sizin bizlerin çalışmalara katılmamıza ortaya koyduğumuz yeteneklerimiz bakımından da gereksinmeniz var.. Biz hem devrimci savaşıma, hem de devrimci inşaya kendi manevi ve moral değerlerimizi katıyoruz. Ve bu hiç de devrimci mücadeleyi tehdit eden, zayıflatan bir şey değildir. Hayır, bu tehdidin arttırılması ve keskinleştirilmesi anlamına değil, bu yeni toplumsal yaşamın yoksullaştırılması ve berbat edilmesi, yüzeyselleştirilmesi değil, tam tersine zenginleştirilmesi, çeşitlendirilmesi, derinleştirilmesi ve inceltilmesi demektir.”
Bu hatırlatma, her alanda amatörlükten kurtulmak ve işçi sınıfına bağlanmak için neden kadınlara ve kadınlara yönelik ajitasyon propaganda araçlarına ihtiyaç duyduğumuzu da ifade ediyor. Bugün, dünün deneyimlerden süzülüp gelen birikimimizi yeniden hatırlamanın değeri, ortaya konulan hatta pratik adımları ne kadar attığımızla ölçülecektir. İşçi sınıfı partisinin emekçi kadınlara yönelik propaganda ve ajitasyonunu güçlendirecek bugünkü araçlarının dün yaratılan ve kuşkusuz keyfi bir biçimde çıkarılan araçlar olmadığını tarihsel deneyimlerimize baktığımızda daha net görebiliyoruz. Bugün emekçi kadınlar arasındaki çalışmalarımızın aktarılması ve güçlendirilmesi için yayın organlarımızın daha aktif kullanılmasıyla, günlük işçi basınımızın kadınlar içinde daha çok sahiplenileceğine ve mücadelelerinin günlük bir aracı olarak çalışmalarımızı besleyeceğine şüphe yoktur.

KAYNAKÇA
–         Clara Zetkin, “Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar”, İnter Yayınları
–         Marx, Engels, Lenin, Stalin, Komintern, Clara Zetkin, “Kadın Sorunu Üzerine”, İnter Yayınları
–         Gül Özgür, “Rusya’da 1917 Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu”, Dönüşüm Yayınları
–         Dora B. Montefiore “The Position of Women in the Socialist Movement”, Twentieth Century Press
–         Dorothy Atkinson, Alexander Dallin, Gail Warshofsky Lapidus “Women In Russia”, Stanford University Press
–    M. Pichugina “Women in the U.S.S.R”, Foreign Languages Publishing House

Neoliberalizmle Muhafazakarlığın Mutlu Evliliğinden Kadınların Payına Düşen Ne?

16 yaşımda evlendirdiler beni teyzemin oğluyla, zaten okula göndermemişlerdi, ilkokuldan sonra. Kendimi bildim bileli tarlada çalışıyordum, hayvana gidiyordum, annem de karnı burnundayken bile bir gün olsun ‘of’ demedi. Sabahın ilk ışığı yere değerdi, biz çalışmaya başlardık, gecenin yarısı olurdu, herkes uyurdu biz hala ayaktaydık. Evlenince de değişmedi, bu sefer de gelinsin ya, o zaman hiç yer görmüyorsun, ha bire ayakta. Topraktan kazandığımız yetmeyince, göçtük İstanbul’a, geldim, bir de ne göreyim, İstanbul bizim köyden fena. Orada hiç değilse elektriğimiz vardı, suyumuz vardı. Burada iki taşı üst üste koymuşlar, üstüne de bir dam, olmuş sana ev. Sıva yok, cam yok, girdik evin içine, ne de olsa bizimdir. Tırnaklarımla yaptım ben bu evi, aha bu ellerimle. Oğlum 3 yaşındaydı, kızım da daha memede. Kızı yatırırdım, oğlanı da bağlardım beşiğin yanına bir iple ki, uzağa bir yere gitmesin. Kum taşıdım, su taşıdım, bahçe ektim, boyadım bu hale getirdim. Akşam eve gelince adam yemek soruyor tabii, neyle yapacaksın, para bıraktığın mı var? Ben de, öyle ederdim, böyle ederdim, pişirirdim bir şeyler, evde mutfak bile yok, düşün. Bir gün, hiç unutmuyorum, oğlan hasta, kız hasta, cebimde beş kuruş para yok, adamı bekliyorum ki, gelsin de hastaneye gidelim. Geldi, yüzü kararmış, dedi ki, ‘işten attılar’, kriz varmış. Bir çocuklara baktım, bir adama… Ne edeceksin? Bir ay geçti, üç ay geçti, iş yok. Gidiyor arada bir şeyler yapıyor, üç kuruş para kazanıyorum, ama neye yetireceksin? Dedim ki, ‘izin ver ben çalışayım’, bastı tokadı, neymiş, onun da bir erkeklik gururu varmış, karısını el alemin evlerinde çalışmaya gönderemezmiş. Kapattım konuyu. Bir gün artık açlıktan sütüm gelmiyor, kız bağırıyor bas bas, oğlan desen öte yanda açlıktan öleyazmış, karar verdim, dedim ‘adam ne derse desin, çalışacağım ben’. Akşam geldi kahveden bizimki, ‘çalışacağım ben’ dedim yine, güldü bana, koskoca adamlar iş bulamıyormuş, ben mi bulacakmışım iş, kadın halimle. ‘Git iş ara da al ağzının payını’ dedi bana. O zaman bir de televizyonda bakan mıydı, neydi, şey demiş ya kadınlara, iş arayanlara, evinizdeki işiniz yetmiyor mu, bir de iş arıyorsunuz diye, o geldi aklıma. Haksız değil de, ne yapalım, aç mı yatıralım çoluğu çocuğu. Komşudan duymuştum, onların fabrikada kadınları alıyorlarmış işe hep, erkekleri çıkarıyorlarmış da kriz var diye. Gideyim, onların fabrikaya sorayım dedim. Bıraktım çocukları komşuya, yollandım fabrikaya. Okumam yazmam var çok şükür, elimden de her iş gelir dedim. Sigorta mı? Yooo, hiç aklıma gelmedi sormak. Sigorta neme gerek, zaten 65 yaşında emekli oluyormuşsun, ölürüm ben yaşayamam o vakte kadar. Zaten adam iş bulana kadar çalışırım, çocuklar ne olur hep çalışırsam?  Şimdi işte ayakçılık yapıyorum, getir götür yapıyorum, paketleme yapıyorum. Makineyi de öğrenmeye bakıyorum, makinede çalışanlar daha iyi para alıyorlar. Bu da iş değil de işte,  evimize para giriyor. Sabah 6’da kalkıyorum, 8’de iş başı, akşam 8’e, 9’a kadar çalışıyorum çoğu zaman. Çıkmaz mı hışım, hem nasıl çıkıyor! Akşam da yemek yap, bulaşık yıka, ortalığı topla, e çocuklar biçare, akşama kadar anneyi özlüyorlar, onlarla ilgilen derken, bir bakmışım saat 1.00. Sağ olsun, bizimkinin de elinden pek gelmez öyle yemektir falan. Gelse de erkek ya, yapmaz. Kim mi bakıyor çocuklara? E işte adam ilgileniyor biraz, kız küçük ya daha, onu komşuya götürüyor, oğlan evde oyalanıyor. Komşuya da işte pazar yapıyorum, köyden gelenlerden paylaştırıyorum. Yakındaki bir fabrikadan priz malzemeleri geliyor mahalleye, işte nedir,  parçaları birleştirip paketliyor kadınlar. Bizim komşu da ondan yapıyor, hafta sonu da onun işine yardım ediyorum oturduğum yerde. Öyle anlaşıyoruz. Annem de yaşlı kadın, kaynanam da. Kendilerine bakmaya mecalleri yok ki, çocuklara baksınlar. Annem ablamla kalıyor zaten, bakıma muhtaç. Kaynanam desen, o da diğer oğlunda, üç aydan üç aya maaş alıyor ya, onlar da onunla idare ediyorlar işte. Çok yorulmaz mı insan, kadın dediğin nedir ki zaten, bildiğin köle. İşyerinde tuvalete gitmek için bile ustabaşının gözünün içine bakarsın, öyle hastayım, çocuk hasta falan desen, şıp kapının önünde bulursun kendini. Yorgunluğa falan değil de, en çok çocuklara üzülüyorum. Niye dersen, biçareler akşam yolumu gözlüyorlar, iş güç derken kolumu kaldırıp başlarını okşayacak takat kalmıyor bende. İyi anne olamadım diye üzülüyorum. Yoksa gerisi boş iş…

Bu hikâye, tek bir kadının hikâyesi değil aslında. Üç yıldır Hayat Televizyonu’nda Ekmek ve Gül programı aracılığıyla seslerini duyurduğumuz kadınların her birinin ağzından dökülen, “arkadaşın da anlattığı gibi ben de…” diye devam eden ortak cümleler bunlar. Yani memleketimizde binlerin, onbinlerin, milyonların hikâyesi işte bu. Zeynep’in, Meral’in, Elif’in, Sultan’ın hikâyesi. Bizim yazımızın kahramanının adı Ayşe olsun, ne de olsa fark etmez değil mi?

AYŞE’NİN EVİ, İŞİ, CEHENNEMİ: ATAERKİLLİK, NEOLİBERALİZM VE MUHAFAZAKÂRLIK DAYANIŞMASI

Ayşe kendini bildi bileli çalışıyor, ama hiç “ben çalışıyorum, işçiyim ben” demiyor. İdare ediyor çünkü, ona öyle söylenmiş. Kadının evde tuttuğu yer, çocuk bakmak, hasta bakmak, evin düzeninin sağlanması, toprakla uğraşmak, fabrikalardan gelen malzemeleri evde birleştirmek ve paketlemek.. bunlar “iş” olarak görülmüyor. Kadının zaten yapması gereken işler bunlar. Fabrikada ayakçılık yapmak, getir-götür işi yapmaksa, mecburiyetten yapılan, ilk fırsatta eve dönüldüğünde bırakılacak işler. Emeklilik hayali yok, sigortayı lüks olarak görüyor, çocuklarını güvenle bırakabileceği bir kreşin lafını bile etmiyor. Çünkü bunlar, bu devirde öyle herkese nasip olacak şeyler değil!

Neoliberalizmle muhafazakârlığın temsilciliğini yapan AKP’nin 8 yıllık iktidarı boyunca sürdürdüğü politikaların, uygulamaya koyduğu yasaların, kadınların konumuna dair her fırsatta yinelediği söylemlerin yarattığı yıkımın en çok ezdiği emekçi kadınlar açısından çalışma hayatına ve aile yaşamına baktığımızda, Ayşe’nin yaşamının benzerini yaşayan milyonlarca kadının aynı cenderede sıkıştığını görüyoruz. Hak kayıpları, giderek kötüleşen çalışma koşullarının yarattığı zorluklar ve “sosyal devlet”in yıkımının yarattığı boşluğu doldurma görevinin bindirdiği yük emekçi kadınların hayatını cehenneme çevirirken, bir yandan da, kamusal alanın kadınları eve-kocaya-cemaate mahkûm edecek şekilde muhafazakâr retorikle yeniden şekillendirilmesi, kadınların emeğini ve bedenini tahakküm altına alıyor. Neoliberalizmle muhafazakârlığın mutlu evliliği, kadınların daha kötü koşullarda, daha esnek, daha güvencesiz, daha kuralsız biçimlerde çalışmalarının yolunu açarken, diğer yandan da, bedenlerinin ve emeklerinin her türlü sömürüsü üzerine kurulu bu sisteme “fıtratları gereği” ses çıkarmamaları sağlanmaya çalışılıyor. Giderek daha vahşileşen biçimlerle emekçilerin yaşamları üzerine kurduğu dünyada, kadınları ikincil hale getiren, emeklerini ve yarattıkları değerleri hiçleştiren, şiddete-sömürüye-ezilmeye mahkûm kılan kapitalizmin ataerkiyle dayanışması, sermayenin kendi ihtiyaçlarına meşruiyet kazandırması ve devamlılığının sağlanması için güvence sağlıyor. Muhafazakârlıkla beslenen bu güvence ilişkisi, kadınları, bağımlılık ilişkilerine her geçen gün daha fazla mahkûm ediyor ve bu bağımlılık ilişkisini kıracak mücadele alanlarından giderek daha da uzaklaşmalarını getiriyor. Kapitalizmin, ataerkilliğin ve muhafazakârlığın işbirliğinde, bu durum, kadınların “düşüncesinin burnunun ucunun ötesine yani ailesinden öteye” geçmemesine, “tüm göklere çıkarılan erdemleri, feragatliliği ve fedakârlığı, ince düşünceliliğinin sadece dar aile çevresi için ve sadece kendi sevdikleri için” fayda sağlamasına,aile sevgisi geliştikçe toplumsal dayanışmanın da o kadar az gelişmesine” neden oluyor[1]. Yani “kol kırılıyor yen içinde kalıyor”, yaşadığı şiddeti kabullenmesi ve nesilden nesile rıza duygusunu aktarması zorunluluk haline geliyor, babaya-kocaya bağımlılığın devamı ve en temel birimi “kutsal aile” olan “kutsal devlet”in boyunduruğu altında her türlü “kutsal görev”in yerine getirilmesi için kadınlar, her şeye katlanıyor.

Ailenin kutsallığına, kadınların “fıtratları” gereği her türlü eşitsiz ilişkiyi kabullenmesi gerekliliğine yapılan vurgu, annelik, karılık, hizmetçilik, hasta bakıcılık görevlerinin kadınların varoluşlarını belirleyen “en doğal ve vazgeçilemez” nitelikler olarak görülmesi, muhafazakârlığın temel söylemleri. Neoliberalizmin esnek, güvencesiz, kuralsız çalışma biçimlerine daha fazla ihtiyaç duyduğu bugünlerde ise, bu nitelikler, olmazsa olmazlardan.

Nasıl mı? Şöyle:

Neoliberal politikaların sonucu olarak devletin artık yerine getirmediği bütün hizmetleri yüklenmesi beklenen kadınlar, sosyal güvenlik, sağlık, eğitim, bakım gibi özelleştirilerek piyasanın emrine sunulan her şeyi bir “görev” olarak üstleniyor, duygusal emekleriyle bu boşluğu dolduruyorlar. Ev içinde üstlenmek zorunda kaldıkları işler kaçınılmaz olarak artıyor. Diğer yandan ucuz, itaatkâr, örgütsüz, çaresiz bir işgücü potansiyeli olarak kadınların istihdama çekilmesi, maksimum kâr için emeğin maliyetini minimuma çekmek isteyen sermaye açısından olmazsa olmazlardan. Artık yeni moda; “boş boş oturan” kadın yerine evdeki görevlerini aksatmadan, evin geçimine “yardımcı” olan kadın! Bu durumda, hem ev içi emekleriyle toplumsal yeniden üretimde görünmeyen bir sırtlanıcı olarak kullanılabilir, hem de tam da bu nedenle kadınların (ve de erkeklerin) daha kötü koşullar altında, daha az ücretle çalışmalarının garantisi haline gelebilirler patronlar için…

Biz yine Ayşe’ye dönelim.

AYŞE’NİN İŞİ: İSTİHDAMIN KADINCASI

Ayşe’nin ailesi, tarım alanında yaşanan dönüşümün bir kurbanı olarak, daha iyi bir yaşam umuduyla, metropollerde ucuz iş gücü olarak, niteliksiz addedilen, asgari ücretin altında ücrete mahkûm edilen, hiçbir sosyal güvenceden yararlanamayan, bu yüzden de, evin geçimini köyden gelenlerle desteklemeye çalışarak, sosyal dayanışma ağlarını kullanarak sağlamaya çalışan milyonlarca emekçi ailesinden biri. Ayşe’nin ev işlerine hapsolmuş hayatı, yoksulluğun yarattığı başka sorunlarla (evi inşa etmek, olmayanla yemek yapmaya çalışmak, hasta çocukların bakımı için fazladan emek harcamak, yaşlıların bakımını da üstlenmek gibi) daha da güçleşiyor. Özellikle kriz dönemlerinde giderek daha da yoksullaşan aileler, yaşayabilmek için nasıl geçim stratejileri oluşturuyorlarsa, Ayşe de, komşusu da, ablası da öyle yapmış. Bir işe girmişler, eve iş almışlar (böylece dışarıda çalıştıklarında çocuklar ne olacak derdini taşımamışlar), maaşı olan büyükanneyi eve almışlar (böylece hem ona bakım hizmeti sağlamak için para vermiyorlar, hem de maaşı eve geçim kaynağı oluyor). Eve giren gelir düştükçe çalışmaya başlayan her kadın gibi, Ayşe’nin de “eve destek olmak üzere” girdiği iş, güvencesiz, düşük ücretli ve kayıt dışı bir iş. Kadınlara çalışma hayatında layık görülen iş, ev işinin uzantısı niteliğinde, temizlikçilik, bakıcılık, paketlemecilik gibi işler olunca, e bunlar da zaten her kadının yapabileceği işler olunca (ne de olsa her gün yaptığı iş!), düşük ücretlerle çalışmanın da, sigortanın olmamasının da, kreş, servis gibi sosyal hakların sağlanmamasının da sorgusu olmuyor.

1980 sonrasında sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda esnek çalışmanın kural haline gelmesiyle birlikte, kayıt dışılığın, yani hiçbir sosyal güvencenin olmadığı, düşük ücretli çalışma biçiminin de yaygınlaştığını görüyoruz. Kadınlar, bu tür istihdamın en önemli özneleri[2]. Kadınların esnek çalışması ise, ataerkil sistemden kaynaklı cinsiyet rollerinin bir sonucu olarak şekillenirken, bir yandan da, tümden istihdam alanını belirleyen çalışma biçiminin esnek çalışma olmasıyla birlikte, kaçınılmaz bir son olarak karşımızda duruyor. Bu durum, AKP hükümetinin işçi ve emekçilerin haklarını hiçe sayarak, patronlar lehine çıkardığı yasalarla da perçinleniyor, esnek ve kuralsız çalışma, kural haline getiriliyor.

…Böylece iş güvencesinin olmadığı, sosyal güvenlik sisteminin uygulanmadığı, sermayenin kadın emek gücünü ihtiyaç duyduğu anda ihtiyaç duyduğu süreyle istihdam etmesine olanak sağlayan esnek üretim biçimlerinin norm halini almasının yolu açıldı.[3]

Neoliberal politikaların bir sonucu olarak yok edilen sosyal haklar, sağlık ve eğitim hizmetlerinin özelleştirilmesi, yaşlı-hasta ve çocuk bakımını sağlayan kurumların ortadan kaldırılması ya da piyasaya devredilmesi, bir yandan kadınların bu işleri de üstlenecek biçimde istihdam edilmelerini gerektirirken, diğer yandan da esnek ve güvencesiz çalışma, kadınların bu yüklerini yeniden üreten süreçleri yaratıyor. Yani bir kısır döngünün ortasına bırakılan kadınlar, kutsal annelik, karılık görevlerini yerine getirmeye çalışırken, patronların onlardan beklediği daha çok ve daha ucuza çalışmanın yorgunluğundan bitap düşüyorlar. Esnek çalışma da, zaten ancak ve ancak kadınların toplumdaki ikincil statüsüne ve karşılıksız ev emeğine dayanarak başarılı bir biçimde uygulanabilir. Bir yandan kadınların ücretli emeği esnekleştirilirken, bir yandan da, kadınların karşılıksız ev içi emeğinin varlığı sayesinde, erkeklerin emeğinin de esnekleştirilmesinin imkânları yaratılıyor.

AYŞE’NİN DERDİNDEN ÜMİT BOYNER’E NE?

Ayşe garibanım, evle iş arasında nereye yetişeceğini bilmeden ömrünü tüketir, kendisine yüklenen “iyi bir anne, şefkatli bir eş” rollerini yerine getirememenin derdini yaşarken ve hala istatistiklerde “ev kadını” olarak yer alırken (ki bunun anlamı işsiz görülmemek, iş aramaya da niyetli görülmemek, rakamlarda da görülmemek), iş adamları derneğinin kadın başkanı Ümit Boyner ve bilumum eşitlikçi patron, “Çalışma Hayatında Kadın” konferanslarında gözleri dolarak, kadınların iş yaşamına katılamayışlarının en büyük nedeninin, “iş ve aile yaşamının bir türlü uzlaştırılamaması” olduğunu söylüyor. Bu “İş ve Aile Yaşamının Uzlaştırılması” yeni modasının sermaye çevrelerinde de trend olması, işgücü piyasasının esneklik temelinde yeniden şekillendiği bu dönemde bir tesadüf müdür? Yalnızca TÜSİAD’ın değil, hükümetin ve hükümet yanlısı çevrelerin hazırladığı kadın istihdamı raporlarının neredeyse tamamında, kadınların iş yaşamına daha çok katılmasının ön koşulu olarak, esnek çalışmanın ortaya konulduğunu görüyoruz. Bir de, “kadınlar istihdama ne kadar katılırsa, memleketçe o kadar kalkınırız, ekonomimiz büyür, hepimiz ülkece yaşadığımız refahtan pay alırız” söylemleri eşlik ediyor buna. AKP, bir yandan kadınları yeri geldiği zaman devletin yapması gereken tüm işleri yüklenen hizmetçiler, itaat edecek köleler haline getirirken, diğer yandan, tüm işçi ve emekçilerinin alın terleriyle yarattığı kaynakları, sosyal haklardan çekerek, sermayeye aktarmakta bir beis görmüyor. Muhafazakâr söylemle neoliberal politikaların meşruiyet zeminini hazırlarken, kadın emeğinin patronlara maliyetini düşürüyor, kadınlar giderek daha fazla yoksullaşırken, sermayenin işine yarayacak biçimde “ekonomik büyüme” mitini yayıyor. Farklı iki değerin temsilcisiymiş gibi gösterilmeye çalışılan TÜSİAD ve AKP’nin, işçi ve emekçilerin, ama özellikle emekçi kadınların yarattığı değerden daha fazla nemalanmak üzere koşulsuz bir uzlaşma içinde olduğunu görüyoruz.

Haklarını yemeyelim, TÜSİAD, kadınların eşit temsilinin de önemli savunucularından biri oldu çıktı son günlerde. Bas bas bağırıyorlar “kadınlar eşit temsil hakkına sahip olsunlar” diye. Ama herhalde o kadınlar içinde sayılmıyor bizim Ayşe. Çünkü “kadın kotası” gibi ilerici görünen talepleri, kadın emeğinin maliyetini düşürerek, kadınları işgücüne katmayı hedefleyen talepler takip ediyor. Patronlar, elbette, AKP’nin son istihdam politikalarıyla kreş yükünü işverenin omzundan kaldırmasından gayet memnunken, özellikle çocuk bakım yükünün kadınların güvenceli emek gücüne katılımını nasıl imkânsız hale getireceğini düşünmek bile istemiyorlar[4]. Onlar, sadece, toplumda daha fazla kadının düşük ücretlerle işgücüne katılarak, genel ücret düzeyinin, yani işçilik maliyetinin düşürülmesiyle ilgileniyor. Zaten Ayşe’nin vakti olmaz öyle siyaset miyaset işleriyle uğraşmaya, eğitimi de yetmez, Ümit Boyner kadınların haklarını sonuna kadar savunmak için parlamentoda da yer alır, kadınlar için seve seve!

ÜMİT’E KOŞULSUZ ZENGİNLİK, AYŞE’YE CEMAAT SADAKASI

AKP hükümeti, başbakan, yalnızca muhafazakârlığın yegâne temsilcisi olduğu için değil, aynı zamanda neoliberal politikaların yılmaz savunucusu-uygulayıcısı olduğu için ve ataerkil kapitalist sistemin devamlılığının güvencesinin, kadın emeğinin değersizliği ve kadınların bağımlılığından geçtiğini sınıfsal öngörüleriyle gayet iyi bildiği için “üç çocuk” fetvası veriyor. “Kreş eken huzurevi biçer” diyor, “kadın ve erkek fıtratları gereği eşit olamaz” diyor. Giderek katlanılmaz boyutlara gelen yoksulluğun “sürdürülebilir” düzeye çekilebilmesi için, mikrokredilerle kadın emeği piyasalaştırılıyor. Bu piyasalaştırma, yine kadının toplumsal yeniden üretimdeki rollerini uyumlaştıran kayıtdışı istihdam biçimiyle sağlanıyor. “Kadınlar, ev içerisindeki sorumlulukları değişmeden, isihdama enformel olarak dahil olabiliyor; böylece bir yandan işsizliğin geçici olarak çözülmesinin mekanizmaları yaratılmış oluyor…[5]

Kimin yoksul olduğuna, sosyal yardımlardan kimin nasıl yararlanacağına artık cemaatin ve uzantılarının karar veriyor olması ve cemaatin bürokraside, yerel yönetimlerde, devletin tüm yürütme organlarında giderek daha fazla etki kazanması ile yaratılan muhafazakar baskılanmadan en çok kadınlar pay alıyorlar. Hükümetin sermayeyle el ele yürüttüğü politikaların sonucunda işsizliğe ve yoksulluğa mahkûm edilen emekçi kadınların, onlara reva görülen sadakalarla AKP’ye yedeklenmesi ise, neoliberalizm-muhafazakârlık-ataerkillik üçgeninde bir başka sorun alanına işaret ediyor. Bu üçgen, kadınlar için eşitsizliği derinleştiren, yoksulluğu körükleyen, şiddeti meşrulaştıran ve kadınların her türlü hak ve özgürlük mücadelesini sindiren bir “bermuda şeytan üçgeni”dir.

Kamunun doğrudan sunması gereken hizmetlerin piyasalaştırılması, sermayeye yeni birikim imkânları yaratırken, emekçi kadınlar açısından, bu, faydalanılamayacak “lüksler” haline gelen bakım işlerinin yükünün daha fazla sırtlanılması anlamına geliyor. Bu yüzden, devlet eliyle kreş, okul öncesi eğitim kurumları, yaşlı ve hasta bakım merkezleri, sosyal hizmetler, eğitim ve sağlık hizmetlerinin ücretsiz ve herkesçe erişilebilir hale getirilmesi talepleri, yalnızca, kadınlar için “daha az yorgunluk, daha çok boş zaman” talepleri olmanın ötesinde, çok daha önemli bir ideolojik duruşun göstereni olarak, en önemli taleplerimiz arasında olmalıdır.

Tüm işçi ve emekçilerin hak gasplarına karşı yürütülen mücadelede kadınların özgül taleplerinin bağlamının yalnızca kadınların (ve çocukların) kıstırılmış hayatları olmadığı, neo-liberal politikalara karşı mücadele ekseninin ataerki ve muhafazakârlığa karşı mücadeleyi de kapsayacak biçimde net biçimlerde ifadesini bulması bugün oldukça önemli. Bu yüzden, emekçilerin gündelik hayatlarında, çalışma yaşamlarında, siyaset alanında ve sosyal alanda üretilen her türlü söylemin, yükseltilen her talebin kadınların özgül sorunu olarak görülen, ancak bütün emekçi kesimleri ilgilendiren taleplerle birleştirilmesi gerekiyor. Yalnızca 8 Mart’tan 8 Mart’a yürütülen bir çalışmanın değil, her alanda yürütülen her türden çalışmanın bir parçası olarak, yalnızca kadınların değil, erkeklerin de sorumluluk sahibi olduğunun farkına varılması sağlanarak yürütülen “düzenli, istikrarlı, kapsamlı, renkli” bir çalışmanın ürünü olarak, kadınlar, bu taleplerle dünden daha fazla ve daha istekle buluşacaklardır.



[1] Clara Zetkin, “Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar”, İnter Yayınları, sf. 43

[2] 2008 verilerine göre, toplam kadın istihdamının yüzde 58’i kayıtışı koşullarda çalışıyor. Erkekler için bu oran, yüzde 38. Ücretli işçi statüsünde çalışan kadınların dörtte biri kayıtdışı çalışıyor. Resmi istatistiklerin kayıtdışılığın tamamını ölçemiyor olduğu düşünüldüğünde, kadınların kayıtdışı çalışma oranları, belirtilen rakamlardan daha da yüksek. (KEİG, Türkiye’de Kadın Emeği ve İstihdamı, Sorun Alanları ve Politika Önerileri, İstanbul: KEİG, 2009)

[5] Nuray Ergüneş, “Kadınlara Yönelik Kredi Biçimleri ve Kadın Emeğinin Enformelleşmesi”, “Kapitalizm, Ataerkillik ve Kadın Emeği” içinde, sf. 209, SAV Yayınları, 1. Basım

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑