Yönetişim Neyin Kısaltması?

Yayımladığımız makale, geçtiğimiz ay İstanbul …. Üniversitesi’nde düzenlenen “Türkiye Üniversite Öğrencileri İktisat Kongresi”ne tebliğ olarak sunulmuştur.

Sistemin doğasını değiştirdik (….) bağımlılaşmış ve bölünemez bir küresel ticaret mimarisi yarattık. Artık farklı ülkeler arasındaki ticaret ilişkilerinin kurallarını koymuyoruz. Tek bütünleşmiş bir dünya ekonomisinin ve dünya düzenin anayasasını yazıyoruz.

Dünya Ticaret Örgütü Eski Başkanı Renato Ruggiero

Türkiye Üniversite Öğrencileri Bağımsız İktisat Kongresi’nin bu yılki başlığı “Yeniden Yapılandırma” olunca, ekonomik alandaki yapılandırma faaliyetinin bir parçası ve gerekliliği olarak gerçekleşen siyasi yeniden yapılandırma sürecine de değinmek gerekecekti. Yukarıda sözünden alıntı yaptığımız Renato Ruggiero’nun tanımlamasının heyacanlı bir konuşmanın iddialı finalinden daha derin anlamlar taşıyıp taşımadığı ise yazımızın temel konusunu oluşturuyor. Bu bağlamda, yazının kapsamı, küreselleşme sürecinde, özellikle kamu yönetimi ve siyasi alanda üretilen yeni kavramsal çerçeveye bir bakış geliştirmek olacaktır. Eğer “tek ve bütünleşmiş dünyanın anayasası” birileri tarafından yazılıyorsa, buna dönük fikir edinebilmek, karşı çıkmak veya olumlamak üzere onu anlamak gerektiği için…

‘90’lı yıllar, bir kavramın yükselişine tanıklık etti. Şimdi, ülkemizde ve dünyada belli kesimler açısından genel bir doğru, genel demokrasi şeması olarak kabul edilen bu kavram, “governance” ya da Türkçeleştirilmiş haliyle “yönetişim” olarak biliniyor. Kelime, bizde olduğu gibi, Almanca’ya da Fransızca’ya da yeni kelimeler türetilerek geçmiştir.

Aslında sözcüğün İngilizce’deki anlamı ve kökeni de tartışmalıdır. Çeşitli araştırmalar yapıldığında ise, government sözcüğüne eş anlamlı olarak kullanıdığına rastlanmış, ama özel bir tanımına rastlanmamıştır. Governance kelimesinin 1904’yazılmış bir kitabın kapağı olduğu, ama içinde sözcüğe dair özel bir tanımlama olmadığı da biliniyor.Governance kelimesi, minimal-etkin devleti tanımlayan bir kod olarak, şeffaf, akılcı, iyi, etkin yönetim anlamında devamlı kullanılıyor. Özellikle günümüzde, ‘90’lardan sonra gelişen küreselleşme terminolojisinin baş aktörlerinden biri olarak, devamlı karşımıza çıkıyor.

KAVRAMIN YARATICISI DÜNYA BANKASI

Terim, ilk olarak, Dünya Bankası tarafından kullanılıyor. 1989 yılında yayınlanan bir raporda, Sahraaltı Afrika’nın kalkınamamasının nedeninin “yönetişim krizi” olduğuna dikkat çekiliyor. İşte o andan itibaren, terimin inanılmaz bir ivmeyle gerçekleşen popülerleşmesine şahit oluyoruz. Özellikle bu çeşit kaynaklardan etkilenen kesimler için yeni bir kavram kullanmanın imkânını yaratıyor da diyebiliriz. Bu raporda bahsi geçen ifadeyle, yönetişimin, ancak iyi bir yönetim olarak tanımlanabileceği açıkça gözüküyor. Tabii, daha sonra, “yönetişim”, kavramın yaratıcısı tarafından iki defa daha tanımlanıyor.

“Yönetişim”, DB’nın 1992’de hazırladığı “Kalkınma ve Yönetişim” adlı bir raporunda ve sonrasında, 1994’te, “Yönetişim: Dünya Bankası’nın Deneyimi” adlı yayınında kullanılmaya devam ediliyor. Bu iki yazılı kaynakla bir çerçeve oluşturuluyor. Burada, Dünya Bankası, terimi üç farklı biçimde tanımlıyor. İlki sistem, ikincisi siyasi rejim, üçüncüsü ise yönetsel çerçevedir:

Sistem: Hem iç, hem de dış siyasal ve ekonomik iktidarın gevşek ve geniş bölüşümü sistemi. Bu tanım; devletin, kapitalist devletin hem içerden hem de dışardan yetkilerini paylaşmak isteyen kurumlarla ve kişilerle işbirliğini öngörüyor. Yani küreselleşen dünyanın bir parçası, minimal zayıf devletlerden oluşan bir kapitalist yapı tarif ediliyor.

Siyasal rejim: Geleneksel liberal kural olan yasama, yürütme ve yargının kuvvetlerinin ayrılığı üzerinden inşa edilmiş, demokratik yönetime sahip, çoğulcu temelde serbest ve düzenli temsili demokratik süreçlerle belirlenen başkanlık ya da parlementer sistemin işlediği, yürütme organını etkileme ve denetleme kapasitesi olan siyasal rejim olarak tarif ediliyor.

Yönetsel yapı: Etkin, bağımsız, hesap sorulabilen, saydam bir kamu yönetimi yapısı.* (*Birgül A.GÜLER “Yönetişim: Tüm İktidar Sermayeye”, Praksis, 2003 )

Bu üç alanda gerçekleştirilmiş tanımlamalar, aslında daha doksanlı yıllarda, bilinen liberal demokrasi anlayışının yerine başka bir şey ikame edilmeye çalışıldığını görmemize yetiyor. Özellikle yönetsel yapı tarif edilirken öne sürülen altı doldurulmamış soyut ifadelerin üzerinde durmak açısından, aynı dönemde, devletin ‘etkin’liğinden kast edilen şeyin ne olduğunu biraz açmak gerekiyor. Devlete ‘80 sonrası biçilen rol ve bunun için kullanılan araçlar bilinmeden, yukarıda sıralanmış, herbiri birbirinden ‘çekici’ gözüken devlet tanımlamasını anlamak güç olacaktır. Çünkü Dünya Bankası tarafından bu üç tanımlamanın sentezinde en çok üzerinde durulan konu, bu yönetsel yapıyı şekillendirmek ve daha açık haliyle, devletin, piyasa karşısında ya da içindeki konumunu belirlemek olmuştur.

Bu anlamda, ‘80’lerden sonra, yapısal uyum programlarında, Dünya Bankası’nın gelişmekte olan kapitalist ülkelere, bir başka kullanımıyla gelişmekte olan piyasalara(!) önerdiği veya dayattığı uygulamaları kısaca hatırlarsak; karşımıza beş parçalı bir model çıkıyor.

Bunlar, deregülasyon (düzensizleştirme) [deregulation], liberalizasyon (serbestleştirme) [liberalization], privatizasyon (özelleştirme) [privatization], desantralizasyon (merkezsizleştirme) [decentralization], regülasyon (düzenleme) [regulation] isimleriyle birbirini tamamlayan bir çember olarak da düşünülebilir. Bu maddeleri teker teker tanımlarsak…

Deregülasyon: Devletin merkezi ya da yerel kurumu tarafından kullanılan bir yetkinin, özel sektöre ya da “sivil toplum kuruluşu”na ya da gönüllü örgüte devredilmesi ya da devletin tekelci yetkilerinin devletin elinden alınıp özel sektöre devri. Buna örnek olarak verilecek uygulamalar vardır. Örneğin fiyatlandırmayı devletin yaptığı sektörlerden devletin elini çekmesi, bu yetkiyi ya piyasaya ya da alandaki “sivil toplum kuruluşu”na, meslek odasına devretmesi. Bir başka şekliyle, devlet tekeliyle yapılan bir hizmetin, özel sektöre de olanak sağlayacak şekilde yeniden düzenlenmesi. “Yönetişim” tarifinde katılım olarak ifade edilenin, bu tanımla birlikte okunduğunda anlamı artmaktadır.

Liberalizasyon: Liberalizasyon, deregülasyon düzenlemeleri yapılırken, aynı anda, özel sektör için açılan alana, yerli ve yabancı arasındaki ayrımı ortadan kaldıran düzenlemelerle müdahale etmek, demektir. Bu şekilde, yabancı sermayenin doğrudan yatırım yapabilmesi, ülke içinde mal ve hizmet satın alabilmesi, hatta toprak satınalması mümkün olabilmektedir.

Privatizasyon: Bir kamu malının mülkiyetinin el değiştirmesi, yani satılması, ya bir kamu işletmesinin özel sektöre devredilmesi ya da bir kamu işinin (hizmetinin) görülmesinin özel sektöre devri, yani ihale sistemi ile devri. Mülk devri, işletme devri, bir işi görme devri. Kısaca, özelleştirme. Bu uygulama hepizce biliniyor.

Desantralizasyon: Yerelleştirme, başka bir ifadeyle, merkezi planlama ilkelerinden uzaklaşarak, yetkilerin yerel unsurlarla paylaşılması ve dağıtılması anlamına geliyor. Yerelleşme, aynı zamanda, “yönetişim”in de temel şartlarından biri olarak ortaya çıkıyor. Bilhassa, yerinden, etkin yönetişim olarak tarif edilen düzenlemeyi karşılıyor.

Regülasyon: Bütün bu işlemleri gerçekleştirerek kamu hizmetinden ve sosyal devlet yapısından giderek uzaklaşmış, sadece “dümen tutma” işlevini sürdüren ve bu süreci yöneten araçların oluşturulmasıdır. Düzenleyici, regülatör devlet tanımı böyle ortaya çıkmaktadır. Özellikle ‘80’lerin başında devlet tanımlanırken kullanılan “minimal” sözcüğünün yerini ‘90’larla birlikte “etkin devlet”in alması ve bu bağlamda, düzenleme işlevinin, bu 4 temel politikanın dümeninde yer almak olması da, tesadüf değildir.

Şimdilerde, regülatör, düzenleyici devlet ya da etkin devletin karşılığı, “yönetişimci devlet” olmuştur. Yukarıdaki dört maddeyi gerçekleştirmek için çabalayan, ancak bu şekilde mali sermayeyi çağırmayı, ona güven vermeyi amaçlayan devlet yapısı bu şekilde oluşmuştur.

Ülkemizde, yukarıdaki maddelerden, özelleştirme, diğerlerinden çok daha fazla gündeme gelmektedir. Burada, özelleştirme uygulamalarıyla doğrudan canı yanan emekçi kesimlerin aydınlatma faaliyetleri etkili olmaktadır. Oysa ki, bizim gibi, gelişmekte olan ülke, gelişmekte olan piyasa, çevre ülke, nasıl tanımlarsanız tanımlayın, ülkelerin emekçi kesimlerinin bu politikaların hepsiyle canı yanmakta; küreselleşmeci politikalar, bu araçları kullanarak, kısmi sosyal devlet yapısının sunduğu sınırlı kazanımları budamaktadır.

“YÖNETİŞİM” ULUSLARARASI KURUMLARCA TANIMLANMAYA DEVAM EDİYOR

Bu noktada, “yönetişim”in kavramsal macerasına dönersek, Dünya Bankası’nın yönetsel yapıyı öne çıkaran tanımının ardından, OECD de 1995’de bir tanım geliştirmiştir. OECD “Küresel Yönetişim Komisyonu”nun tanımı şöyledir: “Yönetişim bireyler, kurumlar, kamu ve özel sektör unsurlarının ortak işleri yönetme biçimlerinin toplamıdır. Çatışan ya da farklı çıkarların uyum ve işbirliği sağlanarak harekete geçirilmesiyle sağlanan bir süreçtir. Uyumu sağlamakla yükümlü formal kurum ve rejimleri kapsadığı gibi, insanların ya da kurumların, ya uzlaşmaları ya da bunun kendi çıkarına olduğuna inanmalarını sağlayan informal düzenlemeleri de kapsar.”* (*Birgül A.GÜLER;“Yönetişim: Tüm İktidar Sermayeye”, Praksis, 2003)

Bu tanımla, “yönetişim”, bir süreç olarak tarif edilmiştir. Yani belli kurum veya grupların ilişkilerinin çeşitli kurallarla belirlendiği bir sistemi, ve aynı zamanda, böyle kuralların ortaya koyulmadığı bir sistemi de kapsar. Aynı zamanda bir uzlaşmacı modeldir de. Yani belli bir konuda alınacak kararların, tanım içinde ne olduğu üzerinde durulmamış bir uyumu sürdürmek için, uzlaşmaya dayandırılmasının gerekliliği üzerinde durulmuştur. Görüldüğü gibi, OECD’nin tanımı, “yönetişim” için çizilebilecek en geniş çerçeveyi, uzlaşmanın ve ‘uyumu’ sürdürmenin aracı olan bir yönetim modeli olarak çiziyor. Ancak çerçevenin genişliği, anlamın tam olarak anlaşılmamasına sebep olabilir. Bu yüzden, son olarak Birleşmiş Milletler’in geliştirdiği, kavramın en anlaşılır ve en oturmuş tanımına da bakalım. Bu tanım, 1992’den itibaren “Yerel Gündem 21” adı altında “yönetişim” ilkelerini uygulamaya çalışan Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’na ait:“Yönetişim, bir ülkenin işlerinin yönetimi için her kademede kullanılan ekonomik, siyasal ve yönetsel yetkilerin uygulanışıdır… Yönetişim devleti kuşatır, ama devleti aşarak özel sektör ve sivil toplumu da kapsar. Burada devlet, siyasal kurumlar ve kamu sektörünü kapsayacak şekilde tanımlanmıştır. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın başlıca ilgi alanı, devletin halkın gereksinimlerini nasıl karşılayacağı konusudur. Özel sektör, özel işletmeleri (imalat, ticaret, bankacılık, koperatifler gibi) piyasadaki informal sektörü kapsar. Kimilerine göre özel sektör, sivil toplumun bir parçasıdır. Oysa özel sektör ayrı bir parçadır, çünkü özel sektör oyuncuları piyasaya ve şirketlere daha yardımcı bir çevre yaratma doğrultusunda toplumsal, ekonomik ve siyasal politikaları etkilemektedir. Sivil toplum bireyler ve örgütlü örgütsüz gruplardan oluşan, formal ya da formal olmayan kurallarla düzenlenmiş olarak toplumsal, siyasal ve ekonomik amaçlarla etkileşimde bulunan birey ve devlet arasındaki alanı anlatır. Sivil toplum örgütleri, toplumu gönüllülük esasına göre örgütleyen birliklerdir. Kapsamında sendikaları; NGO’ları; cinsiyet, dil, kültürel ve dinsel grupları; hayır grupları; işveren birlikleri; sosyal-spor klüpleri; kooperatifler ve yerel kalkınma örgütleri; çevre grupları; mesleki birlikler, akademik ve siyaset üreten kurumlar, medya yer alır. Parlamento’da temsil ediliyorsa sivil toplum ile devlet arasında kabul edilmesine karşın, siyasal partiler de bu başlığa dahildir.”** (**Birgül A.GÜLER; “Yönetişim: Tüm İktidar Sermayeye”, Praksis, 2003)

Bu tanımla, “yönetişim”in kavramsal macerası bitmiştir diyebiliriz. Kaba hatlarına makyaj yapılmıştır da diyebiliriz. “Yönetişim”, bugünlerde sıkça kullandığımız, ama anlam yüklerken sıkıntı yaşatan onca kavram içinden sıyrılıp, bir kuram, bir yönetim şekli, hatta bir siyasal rejim halini almıştır. Kimileri, şimdi onu, “küresel dünya”nın “yeni modern demokrasisi” olarak tanımlamaktadır.

“Katılımcılık”, “hesap verilebilirlik”, “çoğulculuk”, “çok kültürlülük” gibi, duyulduğunda insana güzel duygular yaşatan sözcüklerin ardında yatan ise, Birleşmiş Milletler’in tanımında da dikkatli okursak görebileceğimiz, sermayenin iktidar mekanizmalarındaki etkinliğini arttırmaktan başka bir şey değildir.

“Yönetişim”in, terimden kuram haline getirilen bu yolculuğunun arkasında yatan niyeti tartışmadan önce, son olarak, arkasındaki akademik desteği kısaca da olsa göstermek, yararlı olacaktır. Özellikle yeni kullanılmaya başlanmış bu kavramın, henüz kuram olamamışken, akademiden destek bulması ise şaşırtıcıdır. Sanırım bu durum, üniversiteler üzerinde devamlı yürüyen bilim-iktidar tartışmasına bir örnek teşkil edebilecektir. Kamu yönetimi alanında, bazı akademik çevrelerin, ‘80’lerin başında; kamu yönetimi yerine kamu işletmeciliğini, hemen ardından da, “kamu yönetişimi”ni bir tanımlama olarak benimsemeleri çarpıcıdır. Ancak “yönetişim”e kuramsal destek ya da bir başka deyişle, altının doldurulması, yeni kurumcu iktisadi yaklaşım tarafından gerçekleştirilmiştir denilebilir.

YENİ KURUMCU İKTİSATÇILARIN KURAMSAL KATKISI

Kurumcu iktisatçıları kısaca tanırsak; 19. yy’ın sonlarında, kapitalizmin tekelleşme aşamasında, klasik iktisat anlayışına karşı Amerika’da geliştirilmiş bir akım olarak karşımıza çıkıyor. Genel olarak bireyin rasyonel tercihleri üzerine kurulmuş piyasa-devlet karşıtlığını reddediyor. Bunun karşısına, bireylerin bağımsız değişkenler olmadığını ve içinde bulunduğu kültürün, toplumun bir ürünü olduğunu söylüyor. Bu anlamda geliştirilen eleştirel bakış açısı, aynı zamanda, bireyi belirleyen toplumsal üst yapı kurumları ve iktidar ilişkilerinin sorgulanması anlamını taşıyor. “Kurum” kavramıyla ifade edilenler ise, işte bu iktidar makanizmalarını belirleyen toplumsal kurumlar oluyor. Bu bakış, liberalizmi temel alan iktisadi anlayışı, özellikle en az çaba, en az maliyet ve en fazla kâr hedefiyle ençoklaştırıcı ya da iktisadileştirici olarak niteliyor. Amaçlanması gereken şeyi, “insanların maddi ihityaçlarının karşılanması”, bu bağlamda “iktidar mekanizmalarının şekillendirilmesi ve ekonomik sistemin örgütlenmesi” olarak tarif ediyor. Bu eleştirel yaklaşım ise, sonra farklı bir biçimde tekrar önümüze geliyor.

Genel hatlarını çizdiğimiz bu yaklaşımın devamı olarak şekillenmiş yeni kurumcu iktisatçılar ise, neoliberal iktisat politikalarını, kurumsal iktisadın temel yaklaşımlarıyla birleştiriyorlar. Bu yaklaşımın geliştirdiği “işlem maliyeti”, “mülkiyet hakkı maliyeti” gibi tanımlamalarla özel ya da devlete ait kurumların kârlılıklarının nasıl arttırılabileceği üzerine oturtulmuş tezler, klasik anlamda tanıdığımız liberal felsefenin devlet-piyasa ayrılığını, onları kesen “kurum” kavramıyla aşmıştır. Bu, aslında “regülasyon reformları”yla devletin piyasalaştırılması tarifinden başka bir anlam taşımıyor izlenimi vermektedir. Tabii ki, kamu yönetimi alanında kamu işletmeciliği, bir başka deyişle, “kamu yönetişimciliği”nin gelişmesine de alt yapı oluşturmuştur.

YÖNETİŞİM NASIL BİR ALDATMACA

Genel hatlarıyla terminolojisi ifade etmeye çalışılan “yönetişim”in, temel olarak bugün ne gibi bir yerde durduğuna gelince; “yönetişim”, bugün “küresel düzeyde yeni bir iktidar biçimi”dir. Yapısal uyum reformlarıyla ortadan kaldırılmış sosyal devletin, bu anlamda, emekçi sınıfın mücadelesiyle elde ettiği tüm kazanımların teker teker ortadan kaldırıldığı düşünüldüğünde, bu, eklenen son halka olarak da nitelendirilebilir. “Yönetişim”, emekçi sınıfların varlığını yok saymakta, aslında “katılımcı demokrasisi” içinde ona fiilen yer vermemekte, en iyimser yaklaşımla, katılım alanını daraltmaktadır. Devletin daha geniş bir uzlaşmayla iktidar mekanizmasını sağlayacağını vaad etmektedir. Ancak, daha bunun aktörleri belirlerken, niyetini belli etmektedir. “Yönetişim” modeli, iktidarı, sivil toplum, özel sektör ve devlet arasında bir uzlaşma olarak tanımlamaktadır. Burada “özel sektör”, ekonomik dille sermaye, hukuki ifadeyle şirketler, iktidarın resmi anlamda paydaşı ilan edilirken, “sivil toplum” diye tarif edilen alanda, işçi, köylü, emekli, kadın gibi sınıfsal temeli olmayan bir anlayışla katagorize edilmiş toplumsal kesimler sıralanmış ve bunlara ek olarak, sermayenin, bu alanda da iktidar mekanizmalarına katılımı imkânlı hale getirilmiştir. Oysa ki, bu kesimlerin hepsine katılım sözü verirken, cilalı literatürünü kullanırken, gerçeği hasıraltı etmektedir. Ne anlam taşıdığı tartışmalı “sivil toplum” kavramı, sınıfsal çıkar ilişkilerinin üstünde, onları örtmek dışında bir anlama gelmemektedir. Ayrıca iktidar paydaşları arasında ayrı bir yer verdiği sermaye ya da cilalanmış ismiyle özel sektör, “sivil toplum”un bir parçası olarak, tekrar, başka isimlerle iktidar ve devlet yapılanmasına makyajlanarak konulmaktadır.

Bu, bir aldatmaca demokrasisidir. Bunun ötesinde, küreselleşme söyleminin ve onun yaşadığı iktisadi ve siyasi krizin üstünü örtmenin, “küreselleşme karşıtı sivil toplumcu akımlar”ın katılımcılık vaadiyle aklını bulandırmanın ötesinde humanist bir anlam ifade etmemektedir.

‘90’larla birlikte, Doğu Bloku’nun çöküşünün ardından tarihin sonunu ilan eden, bu burnu büyük anlayış, 1995’de Meksika’da, 1997’de Uzakdoğu’da, 1998’de Rusya’da, 2001’de Türkiye ve Arjantin’de gerçekleşen ekonomik krizleri nasıl izah edebilecektir? Çeşitli araçlarla dayattığı ekonomik politikaların, doğruluğundan, en azından kârlılığından bu kadar eminken, sorgulanmasını nasıl engelleyecektir? Dünya ekonomisinin emperyalist politikalarla tek merkezden diktatörce yönetildiğini nasıl gizleyecektir? Bu anlamda klasik liberal demokrasi anlayışının yaşadığı kriz nasıl saklanabilecektir? İşte bu soruların cevaplanması için verilen uğraş, bu odakları, 1904’te yazılan bir kitabın kapağındaki tozları silkeleyip, buldukları yeni bir terimle kuramsallaştırılmaya çalışılmış bir yeni bir retoriğe kadar götürmüştür. Süreç bir yönetememe krizi olarak tanımlanmış, yine çözüm burada aranmaya çalışılmıştır. Tarihin sonunu ilan ederek liberal felsefeyi baş tacı edenler, tam da aynı temelden, daha fazla iktidarı, başka araçlarla talep etmektedirler.

SERMAYE DAHA FAZLA İKTİDAR HEDEFLİYOR

Liberal felsefenin temelleri, içinde bulunduğu toplumda var olan diğer sınıflar karşısında iktidar olanaklarını genişletmek isteyen burjuvazi tarafından atıldı. Feodal seçkinlerin mutlakiyetçi monarşisi ve onların tanrısal düzenine karşı, akla dayanan liberal felsefe oturtuldu. Temel prensibi eşitlikti. Eşit olunmadan özgür olunamazdı. İşte bu temel prensibin şekillendirdiği bir iktidar mekanizmasının adı, ancak demokrasi olabilecekti. Seçim ve temsil ilkesine bağlı bu demokrasi tarifi ve rejimi, feodal seçkinlerin yenilmesini sağlayan temel alternatif oldu. Ancak bu sistem, elinde bir el bombası taşıyordu. Bu, yaratılmak istenen sistemin temel çelişkisinden, felsefi temelindeki çarpıklıktan ileri geliyordu. Şöyle özetleyelim; eğer eşit olunmadan özgür olunamıyorsa, üretim ve bölüşüm ilişkileri bağlamında bir iktisadi sistem sorgulaması beraberinde gelecekti. Yani doğal olarak paylaşımdan memnun olmayanların çoğunlukta olduğu bu düzende, seçim ve temsil ilkesine bağlı olarak, iktidarın, bölüşümden memnun olmayan çoğunluğa geçmesi muhtemeldi. Bu duruma karşı, sermaye sınıfı çeşitli önlemler almaya, daha iktidarını kurumsallaştırırken başladı. Kuvvetler ayrılığı prensibi, bu önlemlerden biri olarak nitelenebilir. Ancak temel ve geçerli önlem, kapitalizmin bir sistem olarak yapılanması için, seçim ve temsilin mülkiyete göre sınırlandırılması oldu. Felsefi olarak, temelini, insanın kendini gerçekleştirme sürecinde mülkiyet edinme süreci olarak tanımlayan liberalizmin demokrasisi şöyle özetlenebilir: Sahip olduğun mülk kadar eşit ve özgürsün.

Bu tablo, ancak 20. yy’ın ortalarında, klasik anlamda, bildiğimiz genel oy prensibine dayalı modern Batı demokrasisine dönüşebilmiştir. İngiltere’de erkekler için ‘genel oy’a, 1919’da geçildi. Kadınların siyasal hakları 1939’da tanındı. İsviçre’de ise, kadınların oy verme hakkının tanınması için 1971’e kadar beklenilmesi gerekecekti. ABD’de, 1776 Bağımsızlık İlanı’ndan önce, tek tek koloniler özgürlük bildirileri ve anayasalarla temel hak ve özgürlükleri tanıdıklarını ilan ederken; köleliğin kaldırılması yüzyıl sonra, 1865’de gerçekleşti. Yine, zencilere karşı ırkçı yasaların egemenliği ancak 1960’larda kırılmaya başlandı. 1964’de ABD’nin güney eyaletlerinde okullar, restoranlar ve ulaşım araçlarında zenci-beyaz ayrımı hâlâ devam ediyordu. Aynı tarihte ABD’de zencilerin sadece yüzde yedisi oy kullanabiliyordu. Bu ülkede de özellikle zencileri oy hakkından yoksun bırakan dolaylı teknikler (Anayasayı okuyup anlama ve yorumlama!) geçerliydi.* (*Gürsel Uğur, “Anayasa Değişikliği Tartışmaları Üzerine”, Özgürlük Dünyası, Sayı.112, 2001). Tabii, bu da, sermaye sınıfı karşısında özellikle sanayi devrimi sonrasında örgütlü olarak yükselen işçi sınıfı mücadelesiyle gerçekleşebilmiştir. 19. yy’da, burjuvazi karşısında gelişen işçi sınıfı, ancak böylelikle, devlet yapılanmasında, rejim içinde kendine yer bulabilecek olanaklara sahip olabilmiş; 20. yy’ın başında ise, Sovyet Devrimi’yle, kapitalist, sermaye egemenliğine dayalı bir sisteme karşı alternatif bir sistem oluşturabilmiştir. Temel olarak mali sermaye egemenliğine dayalı emperyalizm çağında, bir alternatif olarak ortaya çıkan sosyalizm, aslında, kapitalist düzenin demokrasi anlayışının geliştirilmesi zorunluluğunun temel sebebi de olmuştur. Özellikle 1929 Büyük Dünya Bunalımı’ndan Sovyetlerin hiç etkilenmemesi, anayasasının tarihin o güne kadar gördüğü en demokratik anayasa oluşu, bu sebeplerle kazandığı sempati, kapitalist düzenin ve liberal felsefesinin daha paylaşımcı bir katılım geliştirmesinin zeminini hazırladı. Ekonomik temelini Keynes’ten alan, siyasi temelini ise, bildiğimiz modern Batı demokrasisi şeklinde oluşturan bu devlet biçimini, sosyal devlet olarak biliyoruz. Ancak gelişmiş kapitalist ülkelerde devletin yaptığı harcamalarla, kendi emekçi, yoksul kesimlerini koruduğu bu model, gelişmekte olan ülkelerde benzer bir biçimde karşımıza çıkmamıştır. Sosyal devlet rüyası ise, yarım yüzyıl bile yaşayamadan bitmektedir. 1970’lerde dünya ekonomisinin yaşadığı durgunluk, Keynesyen ekonomik politikalara olan güvenin ortadan kalkmasına, ve yerine, neo-liberal olarak tarif edilen ekonomi politikaların ikame edilmesine sebep olmuştur. Neo-liberal politikalar, özellikle 1980’lerde tüm dünyayı saran bir dalga halinde yayılmış, genel bir doğru olarak kabul görmüştür. Aslında bu süreç, 19. yy sonu ve 20. yy başında tarif edilen emperyalizme bir “dönüş süreci” olarak da tanımlanabilir. Eğer aynı dönem için Lenin’in Emperyalizm kitabında yaptığı tanımlamayı hatırlarsak, daha açıklayıcı olacaktır: “1) Üretim ve sermayenin yoğunlaşmasının, ekonomik yaşamda belirleyici rolü oynayan tekelleri yaratacak kadar yüksek bir gelişme aşamasına ulaşması; 2) Banka sermayesiyle sanayi sermayesinin içiçe geçip kaynaşması ve bu ‘mali sermaye’ temelinde bir mali oligarşinin kurulması; 3) Meta ihracından farklı olarak özellikle sermaye ihracının büyük bir anlam kazanması; 4) Dünyayı kendi aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birliklerin oluşması; 5) Yeryüzü topraklarının kapitalist büyük güçler arasında paylaşılmasının tamamlanması.” (Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın, sf. 119)

Yukarıdaki tanımda ifade edilen düzen, kendi mezarını kazan kapitalizm olarak da nitelenebilmiştir. Ancak tanımın, bugünü de iktisadi anlamda tanımlayan doğruluğuna ek olarak, yaşanan teknolojik gelişme, sosyal devletin yarattığı nispi özgürlükçü ortamda ortaya çıkan, temelini orta sınıftan alan entelektüel gelişme ve son olarak bu iki kaynaktan büyüyen insanın kendine ve çevresine yabancılaşmasının olanaklarını arttıran sayısız araç, fikirsel akım, medya, spor ve daha birçok yatırım, çağımızın “küreselleşme” olarak tarif edilen emperyalizmini özetleyebilir. İşte bu durum, sermayenin mükemmel kararlar alma, ama egemenliğini gizleyebilmek için birçok imkâna sahip olması, emek hareketindeki durgunluk eşliğinde, bu baskıcı ve diktatörce çizilmiş yeni iktidar yapısının da oluşmasına sebep oldu diyebiliriz. Artık sermaye, 19. yy’ın başında kendi iktidarının kurumsal yapısını belirlerken yaptığı rejim tanımının bir benzerini yapabilir, mülkiyete bağlı egemenlik şemasını tekrar çizebilirdi. Artık kendini, liberal felsefenin ilk döneminde tarif ettiği “sivil toplum” sınırları içine hapsetmeye de ihtiyacı da yoktu. Kendine bu şemada ayrı bir rol biçti. Böylece diğer toplumsal kesimlerle olan ayrılığını ve özelliğini tekrar resmileştirdi. Sonra, Weber’in “çoğulcu-işlevselci” modeline göre belirlenmiş bir “sivil toplum” tanımı yaptı. Orada, kendi varlığını tehdit eden tek güce, işçi sınıfı ve sendikalarına da kafa karıştırıcı bir rol biçti, tabii, “sivil toplum”a da kendi katılımını saklı tutarak. O alanı da boş bırakmayarak. Son olarak, kapitalist devlet yapılanmasının siyasi seçkinlerinin de yine aynı burjuva temelde yetiştiğini anımsarsak, “yönetişim”in, sermaye iktidarının tam anlamıyle kurumsallaşması olduğunu tekrar görebiliriz.

SONUÇ

Sermaye sınıfı, doğduğu andan itibaren, iktidar mekanizmalarını geniş emekçi yığınlarla, mülksüz kesimlerle paylaşmaktan uzak durmuş; demokrasi tarifini, “demos”tan korkarak oluşturmuştur. Ne zaman ki emekçi sınıfın mücadelesi yükselmiş, sistem olarak kendini yeniden üretmek adına, iktidar makanizmalarına emekçi sınıfların katılımına izin vermiştir. Oysa şimdi, tartışmalı sebeplerle yenilgiye uğrayan emekçileri, yeniden oldukları yere geri göndermek istemektedirler. Bunu da, Fransız Devrimi’nin sempatik sloganlarının benzerleriyle yapmaktalar. Dün “eşitlik” diyerek yaptıklarını, bugün “katılımcılık” diyerek yapmaktalar. Dün ulus devletler yaratarak oluşturdukları güvenli pazarlarda sağladıklarını, şimdi emperyalist politikalarla, tüm dünyayı saran askeri ve finansman gücünün yardımıyla “küreseleştirdikleri” dünya pazarında, ulus devletin yapısını desantralizasyan (yerelleşme) ile budayarak, etnik-kültürel ayrımları körükleyerek ya da kendi çıkarına kullanarak daha ileri noktadan sağlamaktadırlar.

“Yönetişim” uygulamalarının varlığı ve yaygınlığı, temel olarak, emek hareketinin sermaye karşısında gerilemesinin sonucu olarak, sermayenin demokrasi vaadinin arkasında bir diktatörlük olarak görülmeli, liberal felsefenin 2 yy. önce yaptığının benzeri yeni bir egemenlik deklerasyonu ve anayasası olarak okunmalıdır.

Kaynakça:

Birgül A.GÜLER;“Yönetişim: Tüm İktidar Sermayeye”, Praksis 2003

Nuray Sancar; “Emperyalizmin Yeni Demokrasisi: Yönetişim”, Evrensel Kültür 2002

Gürsel Uğur “Anayasa Değişikliği Tartışmaları Üzerine”, Özgürlük Dünyası,2001

Gencay Şeylan; “Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi”, İmge Yayınları

Gülten Kazgan; “Küreselleşme ve Ulus Devlet” İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları

Lenin; “Emperyalizm” Çev: Olcay Geridönmez, Evrensel Basım Yayın

Kapitalizm, Kriz; Olasılıklar ve Olanaklar, Krizin faturasını sahiplerine ödetmek

 

       Bugün üniversitelerde okutulan hemen her çeşit iktisat ders kitabı bilindik şu tanımla başlar: “İktisat, sınırsız insan ihtiyaçlarının, kıt kaynaklarla karşılanmasıdır”. Bu cümle, daha başlangıçta, iki yönden neo-klasik iktisat anlayışının ideolojik temellerini göstermesi açısından çarpıcıdır. Neo-klasik teori, öncelikle insan ihtiyaçları sınırsız olarak tanımlarken, insanı bencil ve doymaz bir varlık olarak anlamlandırır. Burada, kapitalizmin sınırsız aç gözlülüğü insan doğasına atfedilir. Böylece gezegeni çılgınca yağmalamak da, doğal, insan doğasına uygun bir davranış biçimi olarak gösterilebilir. Bunun yanı sıra tanımdaki “kaynakların sınırlı olduğu varsayımı” da, “üretici güçlerin” gelişimini perdeleyen ve yok sayan, yine insana ve onun yaratıcı, gelişmeye açık yönüne olan güvensizliğin temel bir belirtisidir. Bugün iktisat alanında egemen olan bu yerleşik, iktisatla politikayı birbirinden ayırma iddiası taşıyan neo-klasik anlayış, sadece bu tanımlamayla, ‘iktisat bilimi’ne ne kadar politik bir noktadan yaklaştığını dışa vururken, insan ve onun bireysel ve toplumsal gelişimine ne kadar güvensiz olduğunu da gösterir.

Kapitalizmin tüm kurumları da, yukarıda ifade edilen tanımın bir parçası olarak, insanın bu “metafizik” doğasının bir sonucu olarak bu bencilliği ödüllendirmek üzere oluşturulur. İnsanın kendini gerçekleştirme yolu mülk edinme süreci olarak tanımlanırken, bu doğrultuda özel mülkiyet kutsal sayılır. Yaş ilerledikçe yaşanacak amaçsızlık duygusu ise, veraset kurumuyla, mülkün sonraki kuşaklara aktarılması vasıtasıyla bertaraf edilmeye çalışılır. Metaların karşılıklı denkleştirilebilmesi, ‘büyülü’ fiyat mekanizması ya da “değerin fiyatla ölçülmesi” yoluyla sağlanmaya çalışılır. Rekabet ve buna bağlı olarak tanımlanan başarı ise, temel bir yaşam nedeni olarak, sistemin temel kurumlarından bir diğeridir.

Ancak iktisadın bu tanımının eleştirisini yaparken, kendini krizlerle de ortaya koyan başka bir çelişki daha göze çarpmaktadır. İktisat sınırsız insan ihtiyaçlarının sınırlı kaynaklarla nasıl karşılanacağı sorunsalıyla ilgileniyor denilirken, içinde yaşadığımız sistemde, üretimin insan ihtiyaçlarının karşılanması için yapıldığı izlenimi verilmektedir. Oysaki kapitalist sistemde üretim, insan ihtiyaçlarının karşılanması için değil, birer birer kapitalistlerin ya da bir başka ifadeyle sermayedar sınıfın kârı için yapılmaktadır. Aslında sistemin krizlere neden olan yapısının özünde de bu problem yatmaktadır: Kapitalizmi kapitalizm yapan temel özellik, insanların kendi ihtiyaçları için değil, piyasa için meta üretmesidir.

Bu özellikten yola çıkarak, yaklaşık iki yüz yıldır kendini kurumsallaştıran bir sistem olarak kapitalizmin temel çelişkilerinden birini oluşturan ve doğası gereği yaşadığı krizleri açıklamak için bir anahtar işlevi gören sorun şöyle özetlenebilir: “Toplumun yaşamsal ihtiyaçlarının karşılanmasıyla kapitalistlerin kâr güdüsüyle yaptıkları üretimin anarşik yapısı arasındaki çelişki”.

Bir başka noktadan “büyük resme” bakıldığında; karmaşık, karşılıklı bağımlılık içerisinde oluşturulmuş bir sosyal şebeke kapitalist sistem… Öyle bir sistem ki, farklı üretim süreçlerini birbirine bağlarken, yüz binlerce bireysel kapitalist yalnızca kendi başarı ve kârını düşünüyor, bu bağımsız eylemlerden bir bütün yaratılmaya çalışılıyor ve toplumsal yapı bunun üzerinden şekillendiriliyor. Bu farklı üretim süreçlerinin ve karşılıklı, karmaşık ilişkilerin, bireylerin refahı ve mutluluğuyla toplumun bütününün refahı arasında sürekli bir çelişki taşıdığını görmek de mümkün. Çünkü temel olarak kapitalist yapı insanın insanla mücadelesinin en keskin halini karşımıza koyuyor. Bir yandan sermayedar sınıfla işçi sınıfı arasında artı değer sömürüsünde somutlaşan uzlaşmaz bir çelişkiye sebep olurken, diğer yandan birer birer kapitalistlerin kârlarını arttırmak için birbirleriyle rekabetlerinin yarattığı bir çelişki daha yaratıyor. Gerçekten böyle bakınca, bir çelişkiler yumağı olan kapitalist sistemin kendi dinamikleriyle yaşam bulmaya devam etmesi iddiası başlı başına hayret uyandırıcı bir durum olarak karşımızda duruyor.

Sistemin bu çelişkileri ve yarattığı krizler, daha 19. yy’ın başında “ilkel birikim” sürecinden sanayi üretimi sürecine geçtiği aşamada bile gözlemlenebilir. Kriz ve kapitalizm, daha en başından itibaren birbirinden ayırt edilemez iki kelime, ayrılmaz yol arkadaşları, çünkü krizler kapitalizmin doğasında var…

 

“KRİZ NEDİR” VE KRİZ TEORİLERİNE BİR BAKIŞ

“Kapitalist yeniden üretim sürecinde yaşanan bir dizi ekonomik ve politik aksaklıklar”, son günlerde üzerinde sıkça konuşulan “kriz” kavramının en genel tanımı olabilir. Problem ise, böyle basitçe tanımlanabilen bir sorunun nedenleri üzerine gidildiğinde ortaya çıkmaktadır. Burada farklı yaklaşımlarla farklı nedenler tanımlanabilmekte, ortaya koyulan nedensellik ilişkileri sonucunda da her araştırmacı-düşünür için farklı bir kriz tanımı ortaya çıkabilmektedir. Yani “aksaklıklar” nelerdir? Hangi aksaklık, sistemin kapatılıp yeniden açılmasını gerektirecek kadar ciddi sonuçlara neden olmaktadır? İşte bu aksaklıkları tanımlamak üzere oluşturulan teorileri “kriz teorileri” olarak niteleyebiliriz…

Henüz kapitalizmin şafağında, üretimde yaşanan daralma ve genişleme süreçleri olarak da niteleyebileceğimiz bu aksaklıklar, daha çok sistem dışı nedenlerle ilişkilendirildi. Gerçekten de kapitalist üretim biçiminden, yani “piyasa için meta üretilmesi” sürecinden önce de böylesi daralma ve genişleme süreçleri yaşanmaktaydı. İktisadi hayatın sarsılması, kapitalizm öncesi üretim tarzlarında da vardı. Ama bunlara yol açan nedenler olağanüstü toplumsal ya da doğa felaketleriydi: Su baskınları, kuraklık, kanlı savaşlar ya da salgın hastalıklar sonucu büyük buhranlar olabilir, toplumun genelini açlığa sürükleyen krizler yaşanabilirdi. Kapitalizmin daha başlangıç döneminde iktisadi hayatı açıklamaya çalışan klasik iktisatçılar da, krizlerden bu gibi nedenleri sorumlu tuttular. Adam Smith gibi piyasa mekanizmasının “görünmez eli”nin tüm iktisadi-toplumsal hayatı yönlendirebileceğine inanan düşünürler açısından, sistemin içsel nedenlerle krize neden olabileceğine inanmak da pek mümkün değildi zaten. Sistem, onlara göre, eğer müdahale edilmezse, pürüzsüz bir şekilde ilerleyebilirdi.

Ancak daha 19. yy’da bu görüşü tartışmaya açacak gelişmeler yaşanmaya başlamıştı. Örneğin Amerikalı iktisatçı Wesley Clair Mitchell, 1810–1920 arasındaki 110 yıllık zaman diliminde tam 15 tane ekonomik kriz sayabilmişti. Bu durum, neo-klasik iktisatçıları, ekonomik krizleri açıklamak için “iş çevrimleri” teorisine götürmüştü. Bu yaklaşım, sistemin pürüzsüz bir yolda değil, dalgalanmalarla ilerlediğini kabul etmek anlamına da geliyordu. Ancak kapitalizmi rasyonalize etmek üzerine düşünen bu iktisatçılar için, doğal olarak cereyan eden iş çevrimleri, yani doğal dalgalanmalar, sistemin yine kendi başına aşabileceği süreçlerdi. Daha keskin şoklar ise, sistemin dışındaki nedenlere dayandırılıyordu. İşte sistemi etkileyen büyük krizlerin nedenleri, yine, siyasi kararlardaki yanlışlıklar, savaşlar, tarımsal ürün kıtlıkları gibi nedenlerde aranıyordu. Klasiklerde ve neo-klasiklerde karşımıza çıkan temel bakış açısı, piyasaya müdahale edilmemesi, sistemin kendi kendini her durumda tedavi edeceği varsayımına, yani “görünmez el”e dayanıyordu.

Ekonomik krizleri açıklamaya çalışan teorilerden bir bölümü de, “eksik tüketim” teorileri olarak sınıflandırılabilir. Eksik tüketim teorileri ise, genel olarak sistemin müdahale edilmeden ya da sistem dışı faktörlerle beslenmeden yaşayamayacağı fikrini temel alıyordu. Bu yaklaşımın en bilinen temsilcisi, Keynes’ti. 1929 büyük ekonomik buhranı ardından “görünmez el”e olan inanç azalmaya başladığında, Keynesyen yaklaşım onun yerini aldı. Keynes, sistemin temel problemini efektif talep yetersizliğiyle açıklarken, “makro iktisat”ın temellerini de atıyordu. Efektif talebin kamu harcamaları yoluyla arttırılabileceğini, ortada olan talep açığının bu yolla kapanacağını söylüyordu. Bu, bir anlamda, “Say kanunu”nun, “her arz kendi talebini yaratır” düşüncesinin de reddini ifade ediyordu.

Ancak “eksik-tüketim” yaklaşımının kökeni çok daha eskiye dayanıyordu. Sismondi, Malthus, Hobson, Rosa Lüxemburg gibi, birbirlerinden birçok yönden ayrılabilecek düşünürler, sistemde varolan içsel bir problem olan üretim ve tüketim arasındaki çelişkiye, çok daha önceden başlayarak dikkat çekmişlerdi. Bu düşünürlerin yalnızca vardıkları sonuçlar değil, çıkış noktaları da birbirlerinden farklıydı. Ancak birçok başka değişkene bağlasalar da, öne çıkarttıkları temel problem, eksik-tüketim ya da talep noksanlığıydı.

Eksik tüketim teorilerinin dayandığı noktalar kısaca şöyle özetlenebilir. Kapitalist üretim sürecinde iki çeşit üretim süreci vardır. Birinci çeşit, üreticileri üretim araçları üreten; ikincisi ise, üreticileri tüketim araçları üretenlerdir. Kapitalist yeniden üretim sürecinde, “birinci kısım”, “ikinci kısım”ın üretimi için üretmektedir. “İkinci kısım” ise, toplumun günlük iktisadi ihtiyaçları için üretmektedir. Sistem geliştikçe daha fazla insan yoksullaşmakta; tüketim metalarına olan talep, sürekli olarak, üretim metalarına olan talebin altında kalmaktadır. Bunun sonucu olarak da, satılamayan ürünler oldukça, stoklar artmaktadır. Yeniden üretim süreci bu şekilde sürekli hata vermeye mahkûmdur.

Bu temelde yapılan yorumlar, sorunu tüketim eksikliğine dayandırırken, krizlerin nedenini de bir şekilde “talep yetersizliği”ne bağlamaktaydı. Hobson ve Lüxemburg, bu süreci değerlendirirken, “emperyalizm”i, kapitalistlerin pazar ihtiyaçları üzerinden açıklamaya çalışmıştır. Sismondi, toplumda küçük burjuva bir tabakanın, talep yetersizliğinin ortadan kaldırılabilmesi için oluşması gerektiğini savunabilmiştir. Ya da Malthus, toprak sahiplerin, bu devrevi fazla ürünü tüketebilecek talebi yaratmakta rolü olduğunu savunabilmiştir. Benzer şekilde “eksik-tüketimi” kapitalizmin krizinin temel nedeni olarak gösterenler için, ‘modern’ sosyalistlerden Baran ve Sweezy’de sayılabilir…

Genel olarak bakıldığında, eksik tüketim teorileri, birçok farklı bakış açısından iktisatçı ya da düşünür için sistemin kriz potansiyelini yaratan etmene ilişkin açıklama olarak kabul görmüştür. Ancak bu yaklaşıma yöneltilebilecek bir soru konunun aydınlanabilmesi açısından faydalı olabilir: “Eksik-tüketim” krizleri, kapitalist yeniden üretim sürecindeki aksaklıkların nedeni midir? Yoksa sonuç mudur?

Bu yaklaşımın en ‘popüler’ temsilcisi Keynes’e geri dönersek, o, eksik-tüketimi açıklarken, sistemin geniş tabakaları yoksullaştıran yönü üzerinde durmaz, efektif talep yetersizliğini de buradan açıklamaz. O toplumu iki sınıf halinde görür: Üreticiler ve tüketiciler. O, insanların tasarruf güdüleri, spekülasyon nedeniyle para talebi gibi kavramlarla ilgilenir. Ancak vardığı sonuç, eksik-tüketimi ortadan kaldırmanın ya da başka bir ifadeyle tam istihdamı sağlamanın dışarıdan müdahaleyle sağlanabileceğidir. Bunun için bir miktar enflasyon da kabul edilebilir. Keynes, sistemde temel bir değişikliğe gidilmeden, bu üretim-tüketim çelişkisine bir ‘çözüm’ üretebilmiştir.

Aslında sistemi krizlere iten süreçte “eksik-tüketim” bir neden olarak ortaya konulduğunda, üretilen çözümlerin çeşitliliği bile bu yaklaşımdaki çelişkiyi de ortaya koymaktadır. Marx’a göre, –ki o da kapitalist birikim sürecinde yaşanan üretim-tüketim çelişkisini de kapsamlı şekilde işaret etmiştir–, “Kapitalist üretimin gerçek bariyeri kapitalin yani sermayenin kendisidir…”

 

ARTI-DEĞER VE KÂR HADLERİNİN AZALMA EĞİLİMİ

Bilindiği gibi, Kapitalist toplumun üretim ilişkilerinin; oluşması, gelişmesi ve çöküşü içinde tahlili Marx’ın Kapital’inin ana içeriğini oluşturur… Burada artı-değer sistemin temel yasasını ifade eder… Kapitalist açısından kârı belirleyen temel faktör de artı-değerdir… Artı-değer; ücretli işçinin işgücünün, (gerekli) emeğinin ötesinde yarattığı ve kapitalistin karşılıksız olarak el koyduğu değerdir, yani işçinin ödenmeyen emeğinin sonucudur. Kapitalistin artı-değeri arttırması için de iki yol vardır. Birinci yol, çalışma ücreti sabitken iş günü süresini arttırmak ki, bu, mutlak artı-değer artışı sağlar. İkinci yol ise, aynı süre içinde iş gücünün verimliliğini arttırmak ve bu yolla işçi için ayırdığı ücret fonu sabitken daha fazla ürün elde etmektir. Buna “nispi artı-değer artışı” denilmektedir…

Kapitalistler arası rekabetin bir sonucu olarak, özellikle günlük iş süresinin ortalama bir sınırı olduğu düşünüldüğünde, nispi artı-değer yöntemi, kârı arttırmaya çalışmak için en önemli araç haline gelir. Bu, yeni üretim tekniklerinin geliştirilmesi, iş gücünün daha verimli hale getirilmesi sorunudur. Bunun yanında teknolojik gelişme ve bu alanda rekabet, değişmeyen sermaye stoğunun artmasına da neden olur. Ücret fonu, yani sermayenin değişen kısmı ise, artı değerin esas kaynağını oluşturur. Nispi artı-değer artışı, doğal seyrinde, sermayenin değişmeyen kısmının değişen kısmına oranını sürekli olarak artırdığından, bir başka deyişle “sermayenin organik bileşimi”ni arttırdığından, kâr haddini belirleyen formülde (artı değer/değişen sermaye+değişmeyen sermaye) pay kısmı artar, dolayısıyla kâr hadleri devamlı olarak azalma eğilimi gösterir.

“Kapitalist üretim sürecinin gerçek bariyerinin kapitalin kendisi olması”nın temel nedeni de budur. Bunun sonucu olarak, kapitalist, pazar içinde diğer kapitalistlerle yaptığı rekabette sürekli olarak değişmeyen sermaye stoğunu arttırmak zorunda olacağından, kâr hadleri de sürekli olarak azalma eğilimi gösterecektir. Marx’ın Kapital’in üçüncü cildindeki ifadesiyle, “Emeğin verimliliğindeki artış kendini sermayenin azalan kârlılığında açıkça gösterir.” Sistemin iç çelişkisinin temeli de budur.

Tabii ki kapitalist üretimin anarşik yapısı, pazar sorununu daimi kılmaktadır. Ancak sorunu eksik-tüketimle açıklamak, olaya dar bir bakış geliştirmek olacaktır. Bu “açıklama”nın, kapitalist üretim ilişkilerinin temel konusu olan pazar için üretimi de gizleyen bir yanı olacaktır. Burada sistemin bu çelişkisini ifade etmenin doğru ifadesi “aşırı üretim” kavramı olabilir. Eksik-tüketim yerine aşırı-üretim demek, bizi, sermayenin dolaşım sürecinde karşılaşılan sorunu doğru bir nedensellik ilişkisiyle tanımlamaya yaklaştırır. Bunun bir diğer önemli nedeni de, kapitalist yeniden üretim sürecinde belirleyici olanın tüketimden önce üretim olmasıdır. Daha önce ifade edildiği gibi, kapitalist sistemde tüketim, üretim için bir neden değil, ancak kâr kütlesinin arttırılması için gerçekleştirilen üretimin bir sonucudur.

Sermayenin organik bileşiminin kapitalistler arası rekabet sürecinde sürekli artış göstermesi, buna bağlı olarak kâr hadlerinin azalma eğilimi, dolayısıyla kâr kütlesinin arttırılması için kapitalistlerin üretimi ve artı-değer sömürüsünü arttırma eğilimi, verimlilik artışı için teknoloji artışı ve emeğin yoğunlaşması, sermayenin rekabet sürecinde merkezileşmesi; emekçi sınıfları yoksullaştıran, üretimi tüketimden her durumda fazla kılan faktörlerdir.

Evet, krizleri açıklamak için birçok değişken ve nedensellik iç içedir. Ancak temelde krizleri anlamak için öne çıkarılacak iki temel nokta vardır. Birincisi kâr hadlerinin süreklilik arz eden azalma eğilimi, ikincisi ise, bunun sonucu olarak gerçekleşen aşırı-üretim ve yarattığı bunalımlar… Bir başka ifadeyle, krizleri anlamak için, önce üretim sürecine ve onun iç çelişkilere bakmak ve ancak buradan sermayenin dolaşım sürecinde yaşanan dalgalanmaları ve bunalım evrelerini açıklamaya çalışmak doğru bir yöntem olabilir.

 

KRİZLERİN AMBALAJLARI VE KRİZDE NE YAPMALI?

Dünya finans piyasalarında 2007 Temmuz’undan bu yana süregelen çalkantılar ve kriz tartışmalarının, yukarıda oluşturulan çerçevenin bugünü anlamak ve ona dair emek cephesinden politika üretmek açısından önemli bir işlevi var. Çünkü kriz sistemin temel çelişkilerinin gün yüzüne çıkması için fırsatlar yaratırken, aynı şekilde sistemin kendini yenileyebilmesi için de olanaklar yaratır.

Popüler günlük ekonomi tartışmalarında, krizler, onları yaratan asıl nedenleri gizleyecek ön adlar alarak tanımlanıyor. Krizler; petrol krizi, kredi krizi, mortgage krizi, bankacılık krizi gibi isimlerle adlandırılıyor, birbirinden ayrılıyor. Burjuvazi tarafından, sanki yaşanan her bir kriz diğerinden farklı ve bağımsızmış gibi, farklı nedenler ortaya atılarak açıklanmaya çalışılıyor. Çoğunlukla, krize neden olan “alt yapı” ilişkilerinin perdelenmesi için, “üst yapı” kurumlarında yaşanan çelişkiler öne çıkarılıyor. Kimi zaman Cumhurbaşkanı’nın Başbakan’a anayasa kitapçığı fırlatması, kimi zaman da iktidar partisine açılan kapatma davası kimi çevrelerce ekonomik sorunun nedeni olarak gösteriliyor. Konu suya sabuna dokunmadan atlatılmaya, temel çelişkiler göz ardı edilmeye çalışılıyor. Ve bu, egemenler açısından çok doğal… Bu nedenle, her nasıl isimlendirilirse isimlendirilsin, krizin; sistemin doğal bir parçası, sonucu ve devamlılığını sağlayan bir aracı olduğunu anlamak ve her seferinde tekrar tekrar anlatmak önem kazanıyor ve belki de bu iş, “kriz döneminde ne yapılmalı” sorusunun da verilmesi gereken ilk cevaplarından birini oluşturuyor. Ancak bu şekilde, burjuva ideologları tarafından farklı ambalajlarla pazarlanan ve “hepimiz aynı gemideyiz” yalanına hizmet eden “kriz görüntüleri”ne karşı gerçek nedenleri ve çözümleri tartışabilir ve tartıştırabiliriz.

İçinden geçmekte olduğumuz krizde de, sistemin sebep olduğu tüm önceki krizlerde olduğu gibi, geçerli üretim ilişkileri içinde uzlaşmaz karşıtlar durumundaki iki sınıfın yapacağı hamleler belirleyici olacak. İşçi sınıfının (ve emekçilerin) örgütlülük düzeyi, talepleri ve vereceği mücadele faturayı kimin ödeyeceğini belirleyecek. Burjuvazi mi, yoksa emekçiler ve toplumun diğer yoksul kesimleri mi?

Türkiye açısından durum biraz daha derinlemesine incelendiğinde, özellikle “dünyayı saran kriz dalgasının Türkiye’yi etkilemeyeceği” propagandasının hükümet tarafından yaygın olarak kullanıldığını görebiliyoruz. Dünya ekonomisinin dörtte birini oluşturan ABD’nin ciddi bir ekonomik durgunluğa girdiği bir dönemde tüm dünya bundan etkilenirken Türkiye’nin etkilenmeyeceği fikrinin ne kadar inandırıcı olduğu ortadayken, amaçlananın, Türkiye ekonomisinin “cari açık” probleminin ötelenmesi için çok önemli olan sıcak para “beklentileri”ni olumlu tutmaya çalışmaktan ibaret olduğunu anlamak da kolay oluyor. Bu, gerçek dışı “kriz bize uğramaz” söyleminin gerisinde, Türkiye’de kriz döneminde bütün olarak sermayenin Hazine ve devletin üstünden krizin yükünü emekçilerin üzerine yıkma amacı ve tutumu bulunuyor.

Bu açıdan bakıldığında, sermayenin şu önlemleri alacağını ve daha önce yapmaya cesaret edemediği bir gözü karalıkla davranacağını söylemek kehanet olamaz:

— Koşullar ne olursa olsun dış kredi bulmak,

— Halen elde kalan kamu kuruluşlarını, ucuz pahalı demeden satıp savmak,

— Sağlık, eğitim, enerji, yerel yönetim hizmetlerinin piyasalaştırılması ve bunların paralı hale getirilmesinin tamamlanması,

— Sosyal güvenlik kurumlarının birleştirilmesiyle daha büyük miktara ulaşan fonun ucuz kredi olarak patronların kullanımına açılması için gerekli düzenlemelerin yapılması,

— İşsizlik fonunda birikmiş olan 32 katrilyonu aşan meblağın patronlara “hortumlatılması”,

— İşletmelerin işçi maliyetlerinin düşürülmesi adı altında; sermayeye sağlanacak kolaylıkların yanında, ücretlerin daha hızlı düşürülmesi, esnek çalışmanın, taşeron çalışma uygulamalarının yaygınlaştırılması, çalışma saatlerinde keyfiyetin arttırılması, iş yasası ve işçi sağlığı ve iş güvenliği yasalarının dinlenmemesi, sendikalı çalışmanın giderek ortadan kaldırılması

— Başlıca tüketim maddelerine zamlar, KDV, ÖTV gibi dolaylı vergilerin artırılması türünden pek çok önlem alınarak, krizin yükünü halka yıkmaya çalışacaklarını biliyoruz.

Yukarıda özetlenen burjuva talepler, bu süreçte sermayenin krizden çıkmak için faturayı emekçilere ödetme yollarını gösteriyor. Bunun karşısında, emekçilerin ne yapacağını da, ortaya atacakları ve etrafında birleşip uğruna mücadele edecekleri talepleri sahiplenme ve örgütlenme düzeyleri belirleyecek. Ayrıca emekçilerin faturayı ödememek için verecekleri mücadele, krizin egemenler içerisinde yaratacağı çatışma ve çelişkilerden yararlanarak, emek cephesinin yeni mevziler kazanmasını da sağlayabilir. Bu noktada, egemen güçlerin kendi aralarında yaşamaları muhtemel çelişkileri açmak açısından, içinden geçmekte olduğumuz kriz sürecinin önceki on beş yıllık süreçte yaşanan krizlerden ayrıldığı önemli bir kaç noktayı vurgulamak faydalı olabilir.

1970’lerde başlayan, kâr hadlerinin ciddi boyutta azalması sonucu gerçekleşen ve tüm dünyayı etkileyen kriz sürecinden çıkış için finans piyasalarının geliştirilmesi, üretilen çözümlerden yalnızca bir tanesiydi. Böylece, üretimde yeterli getiriyi elde edemeyen sermaye, kendine yeni kâr olanakları bulmuştu. Bu dönemde Latin Amerika’ya yağan petro-dolarlar, 1980’lerde bu ülkeleri ağır bir borç krizine sürükledi. Aynı yıllarda, Dünya Bankası ve IMF, benzer durumdaki ülkelere, “yapısal reformlar”la sermaye piyasalarını serbestleştirmelerini dayatıyordu. Zincirlerinden kurtulmuş bu finansal sermaye, az gelişmiş ülkelere giriyor ve ciddi arbitraj geliri elde ediyordu. Yaşanan ani sermaye giriş çıkışlarının doğal sonucu da, azgelişmiş ülkelerde kronikleşen finans krizleri oluyordu. ’90’lar bu şekilde geçildi. Tabii yaşanan krizleri açıklarken de, bu azgelişmiş ülkelerdeki hükümetler sorumlu tutuldu. Azgelişmiş ülkelere finans piyasalarının denetim mekanizmalarını arttıracak reçeteler pazarlandı. Şimdi ise, bu reçeteleri pazarlayan ülkelerin, başta ABD’nin yaşadığı kriz, kendi finans kurumlarının ne kadar denetlenebildiğinin göstergesi… Yani “kelin ilacı olsa kendi başına sürerdi” sözünü hatırlatan traji-komik bir durumla karşı karşıyayız. Önerilen politikalarla gerçekleşen durumlar arasındaki kolayca görülebilen tutarsızlık, özellikle sermayenin kendi iç çelişkilerinin derinliğinin anlaşılması açısından sadece basit bir örnek. Eğer bu “sermayenin kendi iç çelişkileri” emek cephesi açısından değerlendirilebilirse, yukarıda ifade edilen yeni mevzilere ulaşılabilir ve hatta devrimci bir atılım gerçekleştirilebilir.

Bu noktada emekçilerin talepleri, hem sahip oldukları hakları gaspettirmemek, hem de içinde bulunulan sürecin sağlayacağı fırsatları değerlendirmek üzerine olmalıdır. Bu amaçla, işçiler ve emekçiler başlıca şu talepleri savunarak, krizin yükünden kendilerini koruyabilirler:

—Dış ve iç borç ödemelerinin durdurulması,

—Eğitimden sağlığa, yerel yönetim hizmetlerinden ulaşıma, kazanılmış tüm hakların korunması,

—Ücretlerin aşağı çekilmesine ve TİS’lerin kriz gerekçesiyle oldubittiye getirilmesine izin vermemek,

—Açlık sınırı altındaki gelirlerin, devlet desteğiyle en az bu sınıra tamamlanması,

—Özelleştirmeye karşı mücadele,

—Taşeron sistemine son verilmesi,

—Emekçilerin birikimlerinin (emeklilik, sağlık ve işsizlik fonları gibi) patronlara kredi olarak aktarılmasına, gerekçesi ne olursa olsun, izin vermemek,

—Kıdem tazminatı yağmasının önlenmesi,

—Sendikaların örgütlenmesinin önündeki engellerin kaldırılması,

—Kamuda sözleşmeli personel uygulaması ve performansa göre ücret temelli uygulamalara son verilmesi,

—Köylülüğün gübre, mazot, tohumluk bakımından desteklenmesi ve desteğin doğrudan üretici köylüye yapılması,

—Köylülüğün tarım tekellerinin baskısından kurtulması için gereken önlemlerin alınması

— Eğitim, sağlık ve tüm diğer kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması girişimlerine son verilmesi ve bu hizmetlerin parasız verilmesi

—İş saatlerinin kısaltılması ve ücretlerin insanca yaşamaya yetecek bir düzeye getirilmesi, sigortasız çalışmaya son verilmesi,

—Esnek çalışmaya son verilmesi,

—IMF-TÜSİAD programına, halk için ekonomi programıyla karşı çıkılması,

—Kentlerimizi rant alanı olarak gören ‘kentsel dönüşüm’ projelerine son verilmesi ve halkın sağlıklı konutlarda yaşaması için gerekli bir barınma programı geliştirilmesi,

—SSGSS Yasası’nın iptal edilmesi ve herkese sağlık, herkese emeklilik sağlayan ve masrafların Hazine’den karşılandığı bir emeklilik ve sağlık sistemi getirilmesi.

Bu talep listesi mutlaka uzatılabilir. Ve muhakkak ki, kriz döneminde emekçilerin taleplerini şekillendirecek ve tabii ki bazılarını diğerlerinin önüne çıkaracak olan mücadelenin kendisi ve yaşananlar olacaktır. Ancak emek güçlerinin esas alması gereken hedef; “sağcı olmak” ya da “solcu olmak” gibi bir kimlik üzerinden değil, talepler doğrultusunda mücadelenin örülmesidir. Krizin faturasını sahiplerine ödetebilmek için yapılması gereken, yukarıda sıralanan taleplerle toplumun en geniş emekçi kesimlerini mücadeleye çağırmak ve bu mücadeleyi örgütlemektir.

 

 

* Bu metin, Emek Araştırmaları Merkezi Girişimi tarafından 29-30 Mart 2008 tarihleri arasında düzenlenen “Ka­pi­ta­lizm, Kriz; Ola­sı­lık­lar ve Ola­nak­lar” isimli sempozyumda sunulmuştur.

Tanrıların hikmetinden tekellerin egemenliğine

2009 yazının başında, daha Haziran ayının ilk günlerinde gerçekleştirilen Avrupa Parlamentosu Seçimleri, Türkiye’de kimi çevrelerin Avrupa Birliği’ne tam üyelik umutlarını, Avrupa’da ‘sol’, sosyal demokrat olarak nitelendirilen partilerin kriz sürecinde ürettikleri politikaları ve hatta AB’nin geleceğini tartışılır kılmıştı. Bu tartışmalar, seçimlere olan ilginin azlığı (%43 gibi düşük bir oran) da göz önüne alındığında, oldukça normal karşılanmalıydı.

Ama bu temel ve önemli tartışmaların kenarında, Avrupa Parlamentosu seçimleri, genç ve farklı bir politik girişimin adını bir kez daha duyurmasını sağladı. Korsan Parti’nin (Piratpartiet), İsveç seçimlerinde aldığı 7.13’lük oy oranı ile İsveç’in Avrupa Parlamentosu’nda sahip olduğu 18 sandalyeden birini elde etmesi, Türkiye’de1 ve Dünya’da pek çok çevrenin dikkatini çekti. Burada, 1996 yılında kurulmuş bir politik hareketin 3,5 yıllık bir sürede böylesi hızlı bir ivmeyle gelişmesi, üye sayısı açısından İsveç’in 3. büyük partisi olması ve son seçim sonuçları önemliydi mutlaka. Ama aslında, Korsan Parti, İsveç’le sınırlı bir hareket de değildi. Dünya’nın 26 ülkesinde, 8’i resmi olarak kurulmuş, 18’i girişim düzeyinde faaliyet gösteren başka “Korsan Parti”ler de var. Ve tabii, bunların dışında, Türkiye’de de böyle bir parti kurulması için internet forumlarında kimi tartışmalar da sürmekte.

Korsan Parti’nin ortaya koyduğu talepleri incelediğimizde, içinde yaşadığımız çağda nasıl bir ihtiyacı karşıladığı ve nasıl böyle bir kitle tabanı bulduğu daha kolay anlaşılabilir. İsveç Korsan Partisi, ilkelerini açıkladığı bildirgeyi2 üç temel fikir üzerinde şekillendiriyor; yurttaş haklarının korunması ve kişisel bilgilerin gizliliğinin savunulması, insanlık kültürünün ve farklılıklarının savunulması ve bu alandaki özgürlüklerin arttırılması, patentlerin ve özel tekellerin topluma zarar verdiği…

Parti bildirgesinde, bu temel inanışlarını ayrıntılandıran dikkat çekici cümlelere de farklı başlıklar altında yer verilmiş. “Demokrasi, Yurttaş Hakları ve Kişisel Özgürlük” bölümünün altında:

…Devletin herhangi bir suçun şüphelisi durumunda olmayan sıradan yurttaşlarına karşı gözetleme gücünü kullanması kesin olarak kabul edilemez ve açıktır ki bu durum yurttaşların mahremiyet haklarının ihlalidir. …Devlet anayasasına sadece sözde değil eylemde de saygı göstermek zorundadır. … Kişisel postaların gizliliği yasası genel iletişimin (internet iletişimi, telefon dinleme vb.) yasası olarak geliştirilmedir.

Bu cümlelerde, özellikle 11 Eylül’den sonra dünyada terör paranoyasına eşlik eden ve artan “devlet gücünün vatandaş aleyhine kullanımı”na tepki görülebiliyor. Bu taleplerle Korsan Parti, internet üzerinden yapılan iletişimin, özel hayatın gizliliği prensibi yok sayılarak devlet tarafından kontrol edilmesine karşı çıkıyor. Bildirgenin asıl “Kültürümüze Özgürlük” bölümüyle birlikte, Korsan Parti’nin fikri mülkiyet hakları üzerine radikal ve karakteristik bakış açıları sergileniyor:

Telif hakları başlangıçta yaratıcı kişinin eser sahibi olarak kabul edilmesini düzenliyordu. Ancak daha sonra eserlerin ticari kopyalarını düzenleyen bir hal alıp genişlerken, kişilerin ve kâr amacı gütmeyen organizasyonların kültürü paylaşımı üzerinde bir baskı unsuru olarak hizmet etmeye başladı. …Milyonlarca klasik şarkı, film, kitap büyük medya şirketlerinin mahzenlerinde rehin tutulur oldu. …Biz kültürel mirasımızın özgür bırakılmasını ve herkes için erişilebilir olmasını istiyoruz. …Fikirler, bilgi ve haber alma özgürlüğü doğaları gereği dışlanamazdır (non-exclusive) ve bunların ortak değeri, özlerinde yatan paylaşılma ve yayılma özelliklerinde yatmaktadır.

…Biz telif haklarının özüne dönmesini istiyoruz. Bu yasalar yalnızca ticari kullanımlar ve özel korumada olan eserleri kapsamalıdır. Kültürel ürünleri kopyalamak, paylaşmak ya da kar amacı gütmeyen kullanımlar yasadışı sayılmamalıdır.

…Biz adil ve dengeli bir telif hakkı düzenlemesi yaratmak istiyoruz. …Biz kültürümüzün özgürce paylaşılabilmesini istiyoruz.

Telif hakları  düzenlemeleriyle ilgili yukarıdaki fikirler, aslında, İsveç polisinin Pirate Bay (Korsan Koy) isimli kültürel ürünleri ücretsiz paylaşan internet sitesine yaptığı baskın sonrası, bu müdahaleye karşı gelişen tepkiyle iyice güçlenen ve üye sayısını katlayan Parti için normal karşılanabilir. Ancak yine de, bu gerçeklik, bildirgenin “Patentler ve tekeller topluma zarar veriyor” bölümünde izlenen tekel karşıtı yaklaşımları açıklamaya yetmiyor:

Patentlerin bir yığın zarar verici etkisi var. İlaçlarla ilgili patentler, yüksek ilaç fiyatlarını karşılayamayacak insanların ölümünden sorumlu, tıbbi araştırmaların önceliklerini saptırıyor ve ilaç fiyatlarını boşu boşuna yükseltiyor. Hayatın, yani genlerin patentlenmesi, patentli tohumlar gibi mantıksız ve olumsuz birçok sonuçları oluyor. Yazılım patentleri teknolojik gelişmeyi geciktiriyor ve İsveç’in ve Avrupa’nın birçok enformasyon teknolojileri alanında faaliyet sürdüren küçük ve orta ölçekli girişimcilerini tehdit ediyor.

…Patentlerin mucitleri koruyarak ve icatları ve yeni üretim metotlarının gelişimini sağladığı söyleniyor. Gerçekte ise, büyük şirketlerin küçük girişimcilerle eşit şartlarda faaliyet göstermelerini engelleyen bir araç olarak artarak kullanılıyor. …Biz patentlerin modasının geçtiğine inanıyoruz. Ve patentler şimdi inovasyonu ve yeni bilgi yaratılmasını boğan bir işlev görüyor.

…Biz patentlerin kademeli olarak ortadan kaldırılmasını istiyoruz.

…Büyük şirketler patentleri kötüye kullanmanın ötesinde tekel olmaya da çalışıyorlar. Bu şekilde rekabeti sınırlayıp özgür ve adil piyasayı fikrini takmadıklarını ortaya koyuyorlar. Bu da yüksek fiyatlara ve düşük oranlı inovasyona neden oluyor.

…Tekeller ortadan kaldırılmalıdır.

Bildirgenin sonunda, Korsan Parti, “…Biz adalet, özgürlük ve demokrasi talep ediyoruz” derken, geleneksel herhangi bir siyasi oluşumla ilişkilendirilmekten özenle kaçınıyor. İktidara gelmek gibi bir amaç taşımadıklarını, aksine, parlamentoda ortaya koydukları bu platformla muhalif bir çizgide çalışacaklarını söylüyorlar. Herhangi bir iktidar, doğruluğuna inandıkları bu talepleri hayata geçirmek için çalışırsa, onu destekleyeceklerini de ekliyorlar.

Korsan Parti’nin temel olarak içinde yaşadığımız kapitalist sisteme doğrudan karşı  çıkan bir tavrı, bütünlüklü bir dünya görüşü iddiası  yok. Kimi yerde, bilginin, düşüncenin ve fikrin üzerinde özel mülkiyetin esaretine karşı çıkıyor. Bu noktadan bakınca, Marksist bir bakış açısının izlerini görebiliyoruz bildirgelerinde. Kimi yerde de, tam da söylemlerinin en radikal, içinde yaşadığımız tekelci kapitalist sistemle en uzlaşmaz noktasında, patent sisteminin toptan ortadan kaldırılmasını talep ettikleri, tekellere bayrak açtıkları yerde, “serbest rekabet”e, “girişim özgürlüğü”ne ve “piyasa”ya sarılarak, liberal bir çizgiye yaklaşıyorlar. İsveç Korsan Partisi’nin birbirinden uzlaşmaz çelişkilerle ayrılmış iki sınıfın ideolojisinden de kök alan ilkeleri, işte bu özellikleriyle, günümüzde fikri mülkiyet hakları üzerinde yürüyen tartışmaların bir resmini de ortaya koyuyor aslında.

ADAM SMİTH’DEN GÜNÜMÜZE FİKRİN MÜLKİYETİNİN EKONOMİ POLİTİĞİ

Yukarıda, Korsan Parti’nin 2008’in Aralık ayında yazılmış, belli kısımları aktarılan bildirgesinde gördüğümüz çelişkinin bir farklı örneği, aslında, 1776 yılında yayınlanan Adam Smith’in “Ulusların Zenginliği” adlı eserinde başka şekilde karşımıza çıkmaktadır.

Smith’in eserinde, birbiriyle çelişen iki piyasa biçimiyle karşı karşıyayız. İlk piyasa biçimi, serbest rekabetin işlediği piyasa ve burada, ünlü “görünmez el” de çalışmakta. İkincisi ise, eksik rekabetin söz konusu olduğu “görünmez el”in işlemediği bir piyasa. Birinci tezde, insanların bireysel çıkarları için gösterdikleri çaba, niyetten bağımsız olarak toplumsal çıkarı da maksimize etmektedir. Bu pozitif dışsallığın ardındaki yegâne etken, rekabete dayalı piyasanın bireyleri doğru miktarda ve çeşitlilikte üretim yapmak için yönlendiren görünmez elidir.3 Adam Smith’in “görünmez eli” piyasanın, insan ihtiyaçlarını serbest rekabet ve fiyat mekanizması vasıtasıyla nasıl karşılayacağını anlatır. Piyasada, fiyatı, arz talep dengesi belirler. Eğer bir malın arzını aşan bir talep, yani kıtlık söz konusuysa, malın fiyatı artacak ve ortaya çıkan yüksek fiyat ve buna bağlı olan yüksek kâr oranı, piyasaya başka üreticilerin girmesine sebep olacak ve fiyatların, sonunda, üreticiler arasındaki fiyat rekabeti nedeniyle düşmesine sebep olacaktır. Ayrıca kıtlığı çekilen ürününün fiyat dışında farklı özellikleriyle de, tüketiciyi (daha kaliteli ürünler, reklam, itibar vs…) cezp etmesi gerekir. Yani teker teker üreticilerin ve tüketicilerin yalnızca kendi çıkarlarını gözettikleri bu modelde, sonunda, toplum daha ucuza daha kaliteli ürünler tüketecek, kıtlık ortadan kalkacaktır. Tabii, bu durum, üreticiler için ölçeğe göre azalan getiri demektir. Serbest rekabette fiyatlar düşeceği için üreticinin kâr oranının düşeceği kabul edilse de4, toplumsal refah muhakkak artacaktır.

Ulusların Zenginliği’nin “görünmez el” kadar gündeme gelmeyen ve “görünmez el”le ters düşen bölümü, kitabın daha ilk sayfalarında yer almaktadır. Burada, Smith, toplu iğne fabrikası örneğinden yola çıkarak, iş bölümü ve uzmanlaşmanın iş gücü verimliliğini arttıran yönü üzerinde durmaktadır.  Adam Smith, eserinde, verimlilik artışını şu sebeplere dayandırmaktadır5:

…İşbölümü6 sonucunda, aynı sayıda insanın iş miktarında sağlayabildikleri bu büyük artış7 üç ayrı nedenden kaynaklanmaktadır; birinci olarak, her bir işçinin becerisinin artması; ikinci olarak, bir işten diğerine geçerken genellikle yitirilen zamanın tasarrufu ve son olarak da, işi kolaylaştırıp kısaltan ve tek kişiye birçok kişinin yerini tutma olanağını sağlayan çok sayıda makinenin bulunması.

Aslında “işbölümü  ve uzmanlaşma”, Adam Smith’in yaşadığı çağda, başlı başına yeni bir “teknoloji”dir. Çünkü büyüme ve gelişme iktisadında teknoloji kavramının özel bir anlamı vardır: teknoloji, üretim sürecinde, girdilerin çıktılara dönüşme yöntemidir8. Ayrıca “işbölümü” aynı zamanda büyük bir yaratıcı fikirdir de9. Üretim sürecinde Smith’in belirttiği gibi üç yönden verimliliği arttırıcı etki taşımaktadır. Günümüzde üretim sürecinde emeğin verimliliğini arttıran yöntemler için ‘yenilikler’ bulma konusunda fikir üretmesi için, kapitalistler ayrı departmanlar çalıştırmaktadır. Bu da, bugün, başka bir AR-GE faaliyet alanıdır.

Adam Smith’in ikinci tezinde, toplu iğne üretimi, artık bir fabrika tarafından yürütülmektedir. Fabrika’yı kuran kapitalist10, birkaç sebeple ölçeğe göre artan getiri bekleyebilmektedir artık. Öncelikle piyasada toplu iğne konusunda bir kıtlık söz konusuysa, bunun önemli bir bölümünü piyasanın “doğal fiyatının” üzerinde bir fiyata satıp, piyasada fiyat belirleyebilme olanağından faydalanabilecektir. Ayrıca kapitalist, üretimin ölçeğini büyüttüğü için, ölçeğe göre düşük parça başı maliyet avantajından da faydalanacaktır. Yani artık üretilen her bir toplu iğnenin maliyeti göreceli olarak düşecektir. Toplu iğne fabrikasının sahibi, piyasada diğer üreticiler karşısında fiyat üzerinde etkili olabilmek için başka üstünlüklere de sahiptir. Artık üretim biçimi başka bir patikaya girdiğinden, piyasaya girmek isteyen yeni bir üretici, rekabet edebilmek için ciddi bir yatırım yapmak zorundadır. Rekabet için tüketicilere kendini tanıtmak, reklam yapmak, daha kaliteli toplu iğne üretmek, üretimi daha verimli kılacak yenilikler bulmak ya da yeni makineler icat etmekle yükümlüdür. Bu da, ciddi bir sermaye birikimini gerekli kılmaktadır. Yani toplu iğneyi kendi atölyesinde gün boyu çalışarak üreten bir ustanın, toplu iğne fabrikası kurması ve rekabet etmesi, neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Çünkü artık piyasaya giriş de, kısmen, monopol durumundaki kapitalistin denetimine girmiştir. Bu noktada, piyasanın genişliği, bir başka ifadeyle talep, kapitalistin kârını ve tekelleşme eğilimini belirleyecektir. Piyasada talep ne kadar fazlaysa, tekelleşme ya da “işbölümü” eğilimi o kadar hızlı ve güçlü olacaktır.

Ulusların Zenginliği’nin sayfalarında gizli olan bu çelişki, yani “görünmez el”le “işbölümü” arasındaki ya da ölçeğe göre azalan getiri ile artan getiri arasındaki çelişki, serbest rekabet söz konusu olduğunda, gelir dağılımının toplum açısından daha eşitlikçi olabilmesini sağlarken, tekelleşme söz konusu olduğunda, zenginin daha fazla zengin olduğu bir süreç yaratmaktadır.

Adam Smith’in eserinde dikkat çektiğimiz karşıtlık, sonrasındaki iki yüz küsur yıl iktisatçıları uğraştıran temel ayrım noktalarını açık eden bir yön de taşır. Piyasanın her hangi bir müdahale olmaksızın iyi işleyeceğini savunan iyimser liberallerle piyasa sisteminin çeşitli ufak düzenlemelerle iyi işleyeceğini savunan kötümser liberaller arasında ya da piyasanın içsel dinamikleriyle birçok sorun barındırdığını ve devlet müdahalesinin bir zorunluluk olduğunu savunan Keynesçilere kadar, iktisatçıların uğraştıkları temel sorunlardan biri budur. Piyasa, kendi başına kendini sürdürebilir olmasını engelleyen başka aksaklıkları da içinde barındırmaktadır, bunla,r Adam Smith’den yıllar sonra, birçok bilim insanı tarafından modellenmiştir. Piyasa başarısızlıkları arasında, asimetrik bilgi problemi ve bilgi edinmenin maliyeti sorunu, doğal tekeller, gelir dağılımı adaletsizliği, ortak mülkiyet konusu olan mallar (kamu malları) ve dışsallıklar sayılabilir. Ve artık ne kadar iyimser olursa olsun, bir iktisatçı, içinden geçmekte olduğumuz krizi de göz önüne aldığımızda, piyasanın kendini tedavi edebilen, sürdüren bir mekanizma olduğu konusunda eskisi kadar ısrarcı olamamaktadır. Bir başka ifadeyle iyimser kamp oldukça daralmıştır, piyasaya güven sarsılmıştır11. Yani “görünmez el” bir düş, tekelleşme ise gerçek olmuştur.

TOPLU İĞNE FABRİKASINDAN YARATICI FİKİRLER İKTİSADINA

Yukarıda, Adam Smith’in toplu iğne fabrikası örneğinde “işbölümü”nün ve “uzmanlaşma”nın üretim sürecinde içselleştirilmesini, yeni bir teknoloji ve ‘yaratıcı bir fikir’  olarak nitelendirmiştik. Burada, üretimin ölçeğinin, pazarın büyüklüğünün ve özellikle teknolojinin sermaye birikimini arttıran ve piyasada eksik rekabetin önünü doğal olarak açan yönünün altını çizmiştik.

Ekonomik büyüme, kapitalist üretim sürecinde, sermaye birikiminden başka bir şey değildir. Bunu sağlayan dinamikler de, büyüme teorilerinin konusuna girer. Söz konusu bir ülke ya da ülkeler arasında mukayese olduğunda, “kimi ülkeler neden zengin12, kimileri neden yoksul” sorusunun cevabı da, bu büyüme teorilerinde saklıdır. Oysa Adam Smith’den neredeyse 20. yy’ın son çeyreğine kadar ortaya atılan iktisadi büyüme teorileri, oluşturdukları modellerde, ölçeğe göre sabit getiri varsayımı altında çalışmışlardır. Bunlar, sermaye tabanlı modellerdir ve daha çok fiziksel ve beşeri sermaye birikiminin modellenmesi üzerine yoğunlaşmışlardır13. Bu neo-klasik modellerde, teknoloji, dışsal bir değişkendir. Ekonomik büyüme, uzun vadede teknolojik gelişme olmadığı takdirde gerçekleşemese de, teknolojik gelişmeyle ekonomik ilişkiler arasında analitik bir ilişki kurulamamıştır. Yani neo-klasik büyüme modelinde, teknoloji, kapitalistin kafasına gökten düşen bir elma gibidir.

1980’lerin ortalarından başlayarak, teknolojik gelişmeyi iktisadi büyüme modellerinin içsel bir parçası haline getirmek için çeşitli çalışmalar yayınlanmıştır. Paul Romer’in bu alanda yayınladığı makaleler (1986, 1990, 1994) ise, içsel büyüme teorileri için temel kabul edilir. Ve aslında Romer’in de çıkış noktalarından biri, “Adam Smith’in çelişkisi”dir14. Romer’in yaptığı katkı, içinde yaşadığımız toplumsal düzende hemen her şeyin alınıp satılabilir bir mal, bir meta haline geldiği süreçte, “yaratıcı fikirlerin nasıl bir mal olduğu” sorusuyla başlayıp, ekonomik büyümenin motoru olan teknolojik yeniliklerin piyasayı nasıl etkilediğini göstermesinde yatar. Bu sayede geleneksel birkaç varsayımı yeniden tartışmaya açar. Ayrıca teknolojik gelişme için yaratıcı fikirleri belirleyen değişkenleri modeller. Yani bu alanda düşünmek isteyen kişilere faydalı araçlar sağlar.

Romer’e göre, yaratıcı fikirler, doğaları gereği, rekabetçi olmayan (non-rival) mallardır. Bir malın rekabetçi olup olmamasını belirleyen, o malın bir kişi tarafından kullanımının bir başkasının kullanımını engelleyip engellememesidir. Örneğin; eğer siz pazartesi sabahı saat 9.00-10.00 arası dişçi randevusundaysanız, bu durum, bir başkasının o saatlerde diş hekiminizin hizmetinden yararlanamayacağı anlamına gelir. O halde, dişçilik hizmeti, rekabetçi bir maldır. Oysa yaratıcı fikirler böyle değildir. Henry Ford’un, otomobil üretiminde verimliliği büyük ölçüde arttıran “bant sistemi” fikrini kullanması, bir başka otomobil üreticisinin bu fikirle aynı sürede daha fazla otomobil üretmesini engellemez. Bu nedenle, yaratıcı fikirler, bir kez üretildiklerinde, her hangi bir aşınmaya uğramadan defalarca kullanılabilir. Çünkü rekabetçi olmayan malların, rekabetçi mallardan farklı olarak, bir kez üretilmesi yeterlidir. Artık sonsuza kadar, sonsuz sayıda kullanılabilirler. Üretilmesi için gereken sabit maliyetin ötesinde sıfır marjinal maliyet15 taşımaktadırlar. Yaratıcı fikrin bu özelliği, aynı Adam Smith’in toplu iğne fabrikasında olduğu gibi, onun, aynı zamanda, ölçeğe göre artan getiri sağlamasının da kaynağıdır. Ölçeğe göre artan getiri, aksak rekabetin, bir diğer deyişle, piyasa başarısızlığının ya da tekelleşmenin nedenidir. Çünkü verimliliği arttıran teknoloji, daha önce açıkladığımız gibi, fikrin sahibi, firmaya, piyasada önemli birçok avantajlar sağlar.

Kapitalist, kendisine pazarda önemli güç sağlayan bir yeniliğe, yaratıcı fikre sahipse, bunu, diğer kapitalistlerle paylaşmak istemeyecektir. Bu noktada bu yeniliğin “dışlanabilirlik” (exclusive) derecesi belirleyici olur. Bir malın dışlanılabilirlik derecesi, üreticisinin kullanıcıya yükleyebileceği fiyattır. Dışlanabilirlik özelliği taşıyan mallar, üreticilerine, ürettikleri faydaları, fiyat yoluyla elde etmeleri olanağını sağlar. İktisat dilinde, rekabetçi olmayan malların dışlanılabilirlik özelliği taşımayanlarına, kamusal mallar denir: Ulusal savunma, sokak aydınlatması vb…

Dışlanabilirlik özelliği olmayan mallar, üreticilerinin elde edemediği faydalar sağladığından, piyasa mekanizması tarafından yeterli oranda üretilmezler. Genellikle devlet eliyle kamusal yatırımlar vasıtasıyla sağlanırlar. Örneğin özel olarak pazarda satılmaya yönelik bir buluşu hedeflemeyen, ama yarattığı pozitif dışsallıkla başka buluşları tetikleyebilen temel bilimsel araştırma faaliyetleri de, çoğunlukla devlet sübvansiyonuyla finanse edilir. Ya da insanlara temel becerileri (okuma, yazma, temel matematik gibi) kazandıran ve yine pozitif dışsallık yayan ilköğretim de, büyük oranda, devlet eliyle sürdürülmektedir. Romer’in, bilgiyi, hem özel hem de kamusal mal olarak sınıflandırması, yaratıcı fikirlerin birer kamusal mal olarak kabul edildiği önceki büyüme modellerine göre, içinde yaşadığımız sistemin dinamiklerine daha uygundur. Çünkü elinde icat tutan kapitalistler, bu yaratıcı fikirlerinin dışlanabilirlik derecesini arttırarak, bu şekilde kişisel çıkar elde etme şansını saklı tutmak isteyebilirler ki, tekel durumuna gelmek istemesi ‘doğal’ karşılanacak kapitalist açısından, bu, temel bir amaçtır.

Yaratıcı  fikirler, rekabetçi olmadıkları için, dışlanılabilirlik derecelerini belirleyen de, üreticilerinin bu fikirlerini gizleme uğraşı16 ve patent sistemi, telif hakları gibi fikri mülkiyet hakları düzenlemeleridir. Fikri mülkiyet haklarının savunusu, fikirlerin birer mal olarak(!) dışlanılabilirlik derecelerini arttırabilmek anlamına gelmektedir. Bu nedenle, yeni buluşlar ya da yöntemler, çoğunlukla belirli bir sabit maliyetle ve sıfır marjinal maliyetle tekrar tekrar kullanılabilen rekabetçi olmayan mallar olsalar da, oldukça pahalıya satılmaktadırlar. Örneğin AIDS ilaçlarının hasta başına yıllık maliyeti 10-12 bin doları bulmaktadır. Ancak aynı ilaçların Hindistan ya da Tayland kaynaklı ithal eşdeğerlerinin fiyatı, yıllık olarak, hasta başına 3 ila 500 dolara düşmektedir17. ‘Gerçek’ ilaçlarından %2-5 daha ucuz olan bu ilaçlar, Afrika’da binlerce hayat kurtarmaktadır. Aynı şey, yazılım ve kültür ürünleri için de geçerlidir. İnternetten ücretsiz bir biçimde paylaşılabilen bu ürünler, pazarda yüzlerce dolara alıcı beklemektedir.

“FİKRİ MÜLKİYET HAKLARI”NIN GEREKÇELERİ

Günümüzde, yaratıcı  fikirlerin yayılmasının sağladığı pozitif dışsallıkların bilimsel, teknolojik ve kültürel ilerlemeyi sağladığı ve ekonomik gelişmenin temelini oluşturduğu, kabul edilen bir gerçektir. Buluşların ve yaratıcı faaliyetlerin, sahiplerine, patent ve telif gibi fikri mülkiyet düzenlemeleri vasıtasıyla tekel imtiyazı sağlanması, piyasayı kontrol etme gücü vermesi, ciddi bir toplumsal refah kaybına neden olmaktadır, bu, monopollerin varlığının bilinen, normal bir sonucudur.

Buna rağmen, fikri mülkiyet haklarının geliştirilmesinin teknolojik ve kültürel yaratıcılığın gelişiminin itici gücü olduğu yönünde yaygın propaganda söz konusudur. Bu yaklaşım, bireylerin yaratıcı faaliyetler sürdürmesinin temel nedeninin maddi kazanç beklentisi olduğunu varsayımından hareket etmektedir18. Bir diğer ifadeyle, fikri mülkiyet hakları, bir buluş için, o ‘sihirli’ son dokunuşu yapan kişilerin ödüllendirilmesi anlamına gelir. Oysa yaratıcı fikirlerin temel girdileri, başka yaratıcı fikirlerdir. Patent ve telif sistemi, bir dönem önceki yaratıcı fikirleri fiyatlandırdığından, yeni bir buluş gerçekleştirmenin de daha pahalı hale gelmesini sağlamaktadır. ABD’nin eski ünlü başkanlarından Thomas Jefferson bile, patent sistemine karşı çıkarken, “fikirlerin aynı hava gibi birilerine ait olamayacağını” söylüyordu19. Jefferson gibi, yaptığı hiçbir buluşun patentini alma girişimi bile olmayan ‘iyimser’ bir liberalin patent tartışmalarında söylediği bu söz, tabii ki, tesadüf değildi. 18. ve 19. yy’ın ilk yarısında kurumsallaşmaya başlayan fikri mülkiyet hakları düzenlemeleri, o dönemin birçok serbest piyasa yanlısı düşünür tarafından da eleştirilmişti20. Bu eleştirilerin çıkış noktası, yine piyasadaki tekelleşme eğilimiydi.

Diğer yandan, ilk patent yasaları, uluslar arasındaki teknoloji rekabetini21 pek de etkilemiyordu. Hemen hiç bir ülke bir başka ülkenin fikri mülkiyet düzenlemelerini tanımıyordu. Örneğin ABD, 1790’daki telif yasasında, başka ülkelerin telif haklarını korumayı reddediyordu22. Ayrıca 19. yy’da kurumsallaşan23 fikri mülkiyet hakları üzerine yasal düzenlemeleri, günümüzdeki patent sistemiyle karşılaştırdığımızda, birçok kusurları vardı. Örneğin birçok ülkede patent sisteminde, açıklama yükümlülükleri yoktu; patent başvurusu yapmanın ve işlemleri sürdürmenin maliyeti yüksekti ve patent sahibi yeterince korunmuyordu24. Ayrıca yine birçok ülke, ithal buluşların ülke içinde patentlenmesine izin veriyordu. Sanayi devriminin üretimin ölçeğini arttıran buluşlarının ülkeden ülkeye transferi, çoğunlukla, yeni teknolojilere hakim kalifiye işçilerin ülkeden ülkeye transferiyle sağlanıyordu. Teknolojik gücü elinde tutan ülkeler, bu avantajlarını korumak için, kimi yerde teknolojik yeniliği içeren makinelerin ülke dışına çıkışını engelliyor25, kimi yerde kalifiye işçilerin yurtdışına çıkışlarını zorlaştıran düzenlemeler oluşturuyor, kimi yerde ise, patent haklarının 19. yy’daki gevşek korumasından faydalanmaya çalışıyorlardı. Yani bugünün gelişmiş ülkeleri, ithal teknolojileri kopyalayıp kullanma konusunda oldukça istekliydiler ve o günlerde, “fikrin mülkiyeti”nin korunması konusunda pek de ‘ilkeli’ davranmıyorlardı.

Bu gerçeklere rağmen, bugünün teknoloji yoksunu ülkeleri üzerinde fikri mülkiyet hakları üzerine yapılan tartışmalar, 1980’lerden başlayarak, uluslararası ticaret üzerine tartışmaların temel noktalarından birini oluşturmuştur. Özellikle Dünya Ticaret Örgütü’nün kuruluş anlaşmalarından biri olan TRIPS26 Anlaşması’yla birlikte, erken kapitalistleşmiş, teknoloji üreten ülkelerin, azgelişmiş ülkeler üzerinde fikri mülkiyet haklarının geliştirilmesi yönünde baskıları yoğunlaşmıştır. Dünyada bugüne kadar alınmış patentlerin %97’sini elinde bulunduran bu ülkeler, patentlerin %3’ünü elinde bulunduran azgelişmiş ülkeleri, patent sistemlerini kendilerininkiyle uyumlu hale getirmeye zorlamışlardır. TRIPS Anlaşması 1995 yılında imzalandığında, merkez ülkeler, fikri mülkiyete konu olabilen bilgisayar yazılımı, mikro elektronik, kimyasallar, ilaçlar, eğlence endüstrisi ve biyoteknoloji gibi alanlarda azgelişmiş ülkelerin zaten çok önündeydiler.

Uluslararası fikri mülkiyet düzenlemeleri ve denetim mekanizmaları öncesinde, merkez ülkelerin büyük şirketleri, azgelişmiş ülkelerdeki yetersiz koruma düzeyi nedeniyle büyük ekonomik ve ticari kayıplara uğradıklarını iddia etmekteydiler. Onlara göre, yetersiz koruma düzeyleri, teknoloji yoğun ürün ihraç ederek elde edecekleri kârların önünde bir engel oluşturuyordu. Yaratıcı taklitçilik ve korsan etkinliklerine yerel düzeyde gösterilen tolerans, tekelleri, azgelişmiş ülkelerden gelecek lisans ve telif gelirlerinden de yoksun bırakıyordu. Dünya Bankası’nın verilerine göre, TRIPS Anlaşması sonrasında, gelişmiş ülkeler, azgelişmiş ülkelerden, patentlerin zorunlu lisans ödemeleri vasıtasıyla, yıllık olarak, ortalama 45 milyar dolar27 kazanıyor.

Ayrıca söz konusu ‘korsan’ faaliyetler, sermayenin, daha ucuz iş gücüne ve el değmemiş doğal kaynaklara ulaşma hedefine rağmen, teknoloji üreten büyük şirketlerin azgelişmiş ülkelerde yatırım yapmalarını engelleyen bir faktör olarak sürekli dile getiriliyordu. Zaten fikri mülkiyet haklarının geliştirilmesi bir kalkınma reçetesi olarak azgelişmiş ülkelere pazarlanırken kullanılan temel argümanı da, bu büyük ölçekli uluslararası şirketlerin gerçekleştireceği doğrudan sermaye yatırımlarının, azgelişmiş ülkelerde, hem sermaye birikimini arttıracağı hem de teknoloji transferi sağlayacağı iddiası oluşturuyordu. Oysa günümüzde fikri mülkiyet ihlalleri noktasında en çok sabıkası bulunan Çin, Rusya, Hindistan28 gibi ülkelerin, hali hazırda ellerindeki ucuz ve nitelikli emek gücü ve doğal kaynakları sayesinde, en çok doğrudan yabancı sermaye yatırımını çektikleri bir gerçek olarak karşımızda duruyor.

Buna rağmen, fikri mülkiyet hakları konusunda ciddi yaptırım mekanizmaları ABD öncülüğünde sürdürülmeye devam ediyor ve merkez ülkeler, ellerindeki askeri-politik gücü kullanarak, azgelişmiş ülkeleri, bu konu için sürekli bir baskı altında tutuyor. Mahfi Eğilmez, 1993 yılında, ABD’de Washington Büyükelçiliği Ekonomi ve Ticaret Başmüşaviri olarak çalıştığı dönemde, fikri mülkiyet ihlalleri üzerine bir toplantıda yaşadığı tecrübeyi şöyle aktarıyor29:

“…Büyükelçimiz Nüzhet Kandemir konuyu savunmakla beni görevlendirdi, ben de ABD’li avukatlarımızla birlikte görüşmenin yapılacağı yere gittim. Mahkeme salonu gibi bir yerdi. Çeşitli bakanlıkların temsilcileri ellerinde dosyalarla uzun bir masanın bir tarafında oturuyorlardı. Masanın ortasında, başkan konumunda ABD Ticaret Temsilciliği’nin (USTR) yetkilisi vardı. Masanın önündeki salonda izleyicilere ayrılmış koltuklar vardı. Oldukça kalabalıktı içerisi. Türkiye ile birlikte başka ülke temsilcileri de savunmaya davet edilmişlerdi. Sırayla masaya oturup soruları cevaplıyordu temsilciler. Benden önce Tayvan, Rusya ve Polonya temsilcileri soruları yanıtladılar. Bakanlık temsilcilerinden birisi Michael Jackson’ın Rusya’da basılmış korsan kasetlerini gösterip bunlarla ilgili olarak ne gibi önlemler aldıklarını sordu. Sıra Tayvan’a geldiğinde Hollywood filmlerinin Tayvan’da çoğaltılmış korsan kasetleri dizi dizi çıktı ortaya. Daha da kötüsü Polonya temsilcisinin başına gelendi. ‘Jurassic Park’ filmi sinemalarda oynamış ve yapımcısı video kasedini uzun süre piyasaya çıkarmayacağını açıklamıştı. Oysa Polonya’da Jurassic Park filminin 60 bin adet korsan video kasedi piyasaya sürülmüştü. Bunun için ceza uygulanıp uygulanmadığını sordular. Sıra bana geldiğinde içimden ‘İnşallah Türkiye’den korsan kaset ya da kitap örnekleri çıkarmazlar’ diye geçirerek oturdum masaya.

İlk bakışta bile, 1990’larla birlikte fikri mülkiyet haklarının küresel ölçekte kurumsallaştırılması için gerçekleştirilen yoğun baskıların; temelde, başta ABD olmak üzere, diğer erken kapitalistleşmiş ülkelerin lehine, az gelişmiş ülkelerin aleyhine bir süreç yarattığı açıkken, sanayi devriminden günümüze bilimsel-teknolojik ilerlemeyi patent ve telif hakları sisteminde gerçekleştirilen düzenlemelere bağlayan yaygın, yerleşik bakış açısının; bugünün geri kalmış, geç kapitalistleşmiş ülkelerine teknoloji yoğun sektörlerde üretim yaparak, katma değeri yüksek ürünler üreterek kalkınabilmeleri için temel sanayi politikası olarak fikri mülkiyet haklarını geliştirmeleri gerektiğini öğütlemesi ‘doğal’ karşılanabilir.

Ancak gerçekte teknoloji ve yaratıcı fikirler, aynı suyun akış yönü gibi, hep çok olduğu yerden az olduğu yere doğru ilerleme eğilimi göstermiştir. Bu yayılma etkisi de, sanayi devriminin ve yeni buluşların itici gücü olmuştur. 18 ve 19. yy’daki fikri mülkiyet düzenlemelerine bakarak, bugünün teknoloji üreten ülkelerinin bu fikri mülkiyet hakları üzerinde yasal düzenlemeler sayesinde bu aşamayı kat ettiklerini söylemek de, bu nedenle pek mümkün değildir. Daha ziyade bu ülkeler, kendi teknolojik güçlerini; teknoloji yoğun sektörler için çeşitli korumacı politikalar ve bu alana devlet eliyle uyguladıkları sübvansiyonlarla, diğer ülkelerde üretilen teknolojileri de, ‘fikri mülkiyet hakları’ ihlalleriyle elde etmeye çalışarak geliştirmişlerdir30.

Öte yandan, fikri mülkiyet haklarının gelişmesi ile teknolojik-bilimsel ilerleme arasında pozitif bir ilişki kuran diğer bir diğer tez de, günümüzde Ar-Ge çalışmalarının maliyetinin çok yüksek olmasını gerekçe göstermektedir. Bir kâşifin çok yüksek olan bir defalık maliyetlere katlanarak yeni bir yaratıcı fikir üretmesini teşvik edecek tek şey, marjinal maliyetten daha yüksek fiyat belirleyebilme ve kâr elde edebilme beklentisidir31 cümlesiyle özetleyebileceğimiz fikri mülkiyet haklarının gerekliliğini açıklamaya çalışan bu argüman da, birkaç farklı noktadan eleştirilebilir.

Araştırma-geliştirme faaliyeti gerçekten de oldukça pahalı bir alandır. Diğer yandan, Ar-Ge faaliyeti, sonu baştan kestirilemez bir uğraştır. Yani yıllarca yüksek maliyetlere katlanarak sürdürülen bir araştırmanın, sonunda, bu maliyeti karşılayacak bir fayda sağlayacağını kestirmek neredeyse imkânsızdır. Ar-Ge çalışmalarının bu niteliği, tümüyle özel sektör tarafından finanse edilebilmesinin önüne geçer. Diğer yandansa, sermayedarlar, bu alandan tamamen çekilip, denetimsiz bırakmak da istememektedirler. Bu ise, sermayeler arası ileri teknoloji rekabetinin sonucudur. Bu mücadelede, en yeni teknolojiye sahip kapitalist, rakiplerinin sermayesini değersizleştirerek, piyasanın kontrolünü elinde tutmak istemektedir. Bu nedenle, sermayenin araştırma-geliştirme ünitelerine olan yaklaşımı, maliyetlerin büyük bölümünü sosyalize ederek, sonuca mutlak olarak hakim olmaktır. Bunun yolu da, büyük bölümü itibariyle kamusal finansman içindeki araştırma-geliştirme kurumlarını başat sermaye kesimlerine bağımlı kılmaktır. Başka bir ifadeyle, başat sermayenin temel hedefi, araştırma-geliştirme ünitelerini üniversitelere bağlı tutup, oralarda proje-destekli faaliyetler gerçekleştirerek, finansmanın tümüne katılmadan sonuca ulaşmaktır32. Zaten günümüzde araştırma-geliştirme faaliyetleri, önemli ölçüde kâr amacı gütmeyen organizasyonlar tarafından sürdürülüyor. ABD’de bile, 2000 yılında gerçekleştirilen ilaç araştırmalarının sadece %43’ü ilaç endüstrisi33 tarafından finanse ediliyor. Geriye kalan kaynağın %29’u ABD devleti, %28’i de hayır kurumları ve üniversiteler tarafından fonlanıyor34. Bu durum, Türkiye’de de benzer bir özellik taşımaktadır. TÜİK’in verilerine göre, 2007 yılında Türkiye’de yapılan tüm Ar-Ge harcamalarının % 48.2’si yükseköğretim, % 41.3’ü ticari kesim ve % 10.6’sı kamu kesimi tarafından gerçekleştirilmiştir. Ar-Ge harcamaları, finanse eden kesimler itibarıyla incelendiğinde ise; harcamaların % 48.4’ü ticari kesim, % 47.1’i kamu kesimi, % 4’ü diğer yurtiçi kaynaklar ve % 0.5’i ise yurtdışı kaynaklar tarafından karşılanmıştır35. Yani rakamların bize gösterdiği şudur ki; günümüzde keşifler, büyük oranda keşiflerinin “bir defalık büyük maliyetine marjinal maliyetin üzerinde fiyat beklentisiyle” katlananlar tarafından değil, hala büyük oranda kamu kaynaklarının kullanılması yoluyla sürdürülüyor.

Ar-Ge faaliyetlerin finansmanı konusunun ötesinde, kapitalist kâr mantığı, bu çalışmaların yönünü de saptırıyor, Ar-Ge faaliyetinin verimliliğini de düşürüyor. İngiltere merkezli yardım kuruluşu Oxfam’ın “Patent Injustice: How World Trade Rules Threaten the Health of Poore People” raporuna göre: “Bugün dünya çapındaki hastalıkların yüzde 90’ıyla ilişkili AR-GE çalışmaları, toplam AR-GE çalışmalarının sadece yüzde 10’u36. Bunun nedeniyse basit, hastalıkların büyük ölçüde kaynağını oluşturan geri kalmış ülkelerin iyi ilaç pazarları olmaması. Çünkü Obezite ya da yüksek kolestrol ilaçlarını merkez kapitalist ülkelere pazarlamak, çok daha büyük kârlar getiriyor.

Kapitalistlerin kârlarını arttırma ve tekel olma güdüsünün yaratıcı fikirleri, keşifleri engelleyen başka yönleri de var. Daha 20. yy’ın başında, V. İ. Lenin; kapitalistlerin, tekel olmanın büyülü gücüyle keşiflerin yaratacağı toplumsal fayda arasından hangisini seçtiğini şöyle aktarıyordu:

…Tekel fiyatları, geçici olarak bile olsa, uygulamaya sokulduğu ölçüde, teknik ve dolayısıyla da diğer bütün ilerlemelerin, gelişmelerin itici gücü bir dereceye kadar yok olur ve o ölçüde, teknik ilerlemeyi yapay olarak engelleme yolunda ekonomik olanaklar doğar. Bir örnek verelim: Amerika’da Owens adında biri, şişe üretiminde devrim yaratan bir makine icat etmiştir. Alman şişe fabrikatörleri karteli, Owens’in patentini satın alır ve uygulamaya konulmasını engellemek üzere rafa kaldırır.37

Günümüzde de, patentlerin ve tekelleşmenin bilimsel, teknolojik ilerlemeyi baltalayan yönü üzerine örnekler de bulmak mümkün. Özellikle son yirmi yılda insanlığın büyük ilerleme kaydettiği alanlardan biri olan genetik ve biyoteknoloji alanında da patent tartışmalarının etkisi giderek artıyor. 2005 yılında sonuçları açıklanan bir araştırmaya göre, insan genlerinin yaklaşık beşte biri ABD’de patentlenmiş durumda. Bu patentlerin yaklaşık beşte üçü özel firmalara, kalanı ise üniversitelere ve onların kurduğu çeşitli AR-GE firmalarına ait38. Bu durumun biyoteknoloji alanında yürütülen insan sağlığı için büyük önem taşıyan bilimsel çalışmaları nasıl etkilediğini Evrensel Gazetesi’ndeki yazısında Günseli Bayram şöyle aktarıyor:

…Örneğin meme kanserine sebep olan BRCA genindeki bozuklukların tanı testinin patenti, ABD’li bir firma tarafından alınmış. Firma bu alanda tek. Ancak sonradan anlaşılıyor ki, bu testte bazı eksiklikler var. Ancak testin patenti bu firmada olduğu için dışarıdan bir müdahale yapılması oldukça zor görünüyor. Ayrıca başka araştırma laboratuarlarında bu konunun yaygın olarak çalışılmasının önüne geçildiği için bilimde istenen ilerlemenin sağlanamayacağı da ortada. Testin tamamlanması için firmanın adım atmasını beklemek gerekiyor.

Patent ve telif düzenlemelerinin, pazar içinde kapitaliste sağladığı yaratıcı fikirleri sahiplenme, gizleme ve bunlardan kâr elde etmenin ötesinde ne gibi bir faydası olduğu, karşıt tezlerin öne sürülebileceği ciddi bir tartışma konusu. Ancak örnekler gösteriyor ki:

Fikri mülkiyet haklarının geliştirilmesi, bugün teknoloji üreten konumda olan ülkelerin bu gelişimlerinde temel bir etken değildir. Aksine onlar, fikri mülkiyet düzenlemelerini çiğneyerek, rakiplerinin teknolojilerini elde etmenin hep bir yolunu bulmuşlardır. Bugünün gelişmiş ülkelerinde devlet koruması ve desteği, bilimsel teknik ilerlemede atılım yapmalarında, teknoloji yoğun sektörde lider konumda firmaları barındırmalarında daha büyük rol oynamıştır39.

Bugün fikri mülkiyet haklarının kurumsallaştırılması, kâşiflerin yeni fikirler üretmesini tetikleyen ekonomik motivasyonu sağlayarak bilimsel-teknolojik gelişmeyi arttıran bir faktör olarak görülemez. Günümüzde yenilikleri ve icatları sürükleyen, 200 yıl önce olduğu gibi, kendi atölyelerinde buluşlar yapan mucitler değildir. Günümüzde yaratıcı fikirler, büyük ekonomik kaynaklara sahip çeşitli organizasyonlar içinde görev alan ve insanoğlunun birikimini sentezleyerek kullanan yaratıcı insanların kolektif emeğiyle üretiliyor. Bu araştırmacıların önemli kısmı, özel sektörde değil, kamu kesiminde ya da üniversitelerde istihdam ediliyor40. Yeniliklerden ve buluşlardan yalnızca kâr beklentisine sahip olanlar ise, rakipleri karşısında amansız, ölümcül rekabet sürdüren firmalar. Bu nedenle, doğası gereği kâr elde etme amacıyla var olan şirketlerin motivasyonlarıyla, özel ya da kamusal organizasyonlarda çoğunlukla maaşla çalışan araştırmacıların motivasyonlarının aynı olduğu düşüncesi oldukça zorlama bir tezdir.

Fikri mülkiyet rejimi, temel girdisi başka yaratıcı fikirler olan yeniliklerin maliyetini, önceki fikir, düşünce, bilgileri fiyatlandırarak yükseltiyor. Oysa bilgi, tarihsel bir olgu olarak, tarih içinde insanoğluna ait eylemlerin bir bütünü, bu nedenle de, aslında, önceki ve gelecekteki kuşaklara ait. Patent ve teliflerle insanlığın bilgi birikimi kimi şirketlerin eline geçtiğinde, bu durum, yeni bilgi üretilmesini engelleyen, yönünü saptıran bir işlev görüyor. Bilgi üzerinde tekeller yaratıyor ve ancak bilgi birikimi, bu tekellerin ‘canı istediğinde’ insanlığın hizmetine sunulabiliyor. İçinde yaşadığımız kapitalist üretim ilişkilerinin doğal bir sonucu olan tekeller; insanlığın yaratıcı eylemini, insanlardan yaratıcı bilgiyi gizleyerek engelliyor.

KORSAN PARTİ, LİBERALLER VE TEKELLER; SONUÇ YERİNE

İçinde yaşadığımız çağda, internet, insanlığın tüm bilgi hazinesinin her haneye ulaşabilmesini sağlayabilecek bir teknoloji. Sadece internet erişimine sahip bir bilgisayarla tüm bu bilgi birikimine ulaşma şansına artık sahibiz. Ve de her ne kadar büyük film şirketleri, filmlerin; dev plak firmaları, şarkıların; yayın evleri, kitapların; yazılım tekeli, bilgisayar yazılımlarının paylaşmasını istemese de, insanlar bunların hepsini paylaşma eğiliminde. Dünyada, sadece bilginin özgürce paylaşılabilmesini talep etmek için kurulmuş partiler bile var, hem de azımsanmayacak sayıda taraftara sahipler.

İnsanların tekellere ‘ait’ gizli, patentlenmiş ya da telif ‘koruması’ altına alınmış bilgiye ulaşma özgürlüğü yok, ama tekellerin mahremiyetini fikri mülkiyet haklarıyla koruyan hükümetlerin insanların e-postalarını onlardan izinsiz gözetlemeye yetkisi var!

Bilgiye ulaşmak ve kullanabilmek noktasında sıradan vatandaşlarla kâr amacı güden organizasyonlar arasındaki bu orantısızlık, içinde yaşadığımız tekelci kapitalist sistemin bir ürünü. Daha bundan 250 yıl önce, bağrında, sonunda tekellere yol açacak dinamikleri barındıran sistem, bireylere özgürlük, topluma refah vaat ediyordu, bugün insanlara değil tekellere özgürlük, toplumun çoğunluğuna da yoksulluk veriyor. Korsan Parti’nin haklı taleplerine karşın kafa karışıklığının nedeni, kapitalizmin şafağında bile bir hayal olan işte bu vaatlerde saklı. Ve tabii kimi liberal söylemlerin günümüzde prim yapmasının da nedeni bu.

Karl Marx insanlığın toplumsal gelişimini belirleyen dinamikleri incelerken, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi devrimlerin temel sebebi olarak göstermişti. Ona göre; üretici güçlerin gelişimi üretim ilişkilerinin ötesine geçtiğinde, toplumun üretici güçlerinin ulaşmış olduğu gelişme düzeyine ve karakterine denk düşen yeni üretim ilişkileri, er ya da geç, eski üretim ilişkilerinin yerine geçecekti. İçinde yaşadığımız çağda da insanların bilgiye ulaşmasını ve onu kullanmasını kolaylaştıran teknolojiler, üretici güçlerin gelişimini tarihte görülmemiş ölçüde arttıracak olanaklar sağlarken, mevcut üretim ilişkileri ve fikri mülkiyet hakları bunu engelleyen ve saptıran bir işlev görüyor. Ve bu da yine “Marx haklı mı?” sorusunu akla getiriyor.

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑