Almanya-türkiye gerilimi, abd’nin libya operasyonu ve türkiye Dış politikada yeni düğümler

Uluslararası ilişkilerin Sovyetler Birliği’ndeki çözülmenin kesinleşmesinden sonra yaşadığı gelişmeler, “Yeni Dünya Düzeni” kavramının, yalnızca bir konjonktürü tanımladığını, dünyanın en azından uzunca bir süre yaşayacağı bir dönemin temel özelliği olmadığı görüldü, “Yeni Dünya Düzenimin, propaganda edildiğinin aksine, “uluslararasında yeni bir barış dönemi” yaratmaktan çok güncel çelişmeleri özel dengeler içinde çözmeye yönelik bir taktik politika olduğu ve özellikle Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki gelişmelerin kamuoyuna yansıtılış biçimiyle ilgili bir medya sloganı olarak işlendiği şimdi daha açık görülüyor.
Henüz Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği adının, nükleer güç, Doğu Avrupa başta olmak üzere, dünyanın pek çok köşesinde siyasi ve ekonomik egemenlik, dünyanın paylaşılması savaşında göz ardı edilemez bir süper devlet anlamını taşımaya devam ettiği gecen iki yıllık son devirde. Gorbaçov önderliğindeki politika, bu kavramı, gerek SSCB’nin yeniden düzenlenmesi süreçlerini, gerekse bu süreç boyunca emperyalistler-arası ilişkilerde geçerli olması istenen temel uzlaşma noktalarını belirlemek için ortaya atmıştı.
Bir yandan nükleer silahlar tarafından oluşturulduğu ileri sürülen “toptan yok oluş” tehdidine son verilecekti, diğer yandan da, bundan böyle her ülkenin kendi iç yönetiminde geçerli kılacağı ilkeler belirlenmiş olacaktı. Savaşsız, diktatörlüksüz, insan haklarını temel alan bir d uma vaat ediliyordu.
“Yeni Dünya Düzeni” kavramının, o zamanki iki süper devlet arasındaki anlaşmayı bütün dünya ilişkilerini belirleyecek bir kapsamda olduğu propagandası, ağır bir sis tabakası halinde sonraki sürecin bütün olaylarının üstünü örttü. Kamuoyu, barış, demokrasi ve insan hakları ideallerinin önde gelen temsilcisinin ABD olduğuna inanmaya zorlandı. ABD, elde ettiği moral üstünlüğü, “Yeni Dünya Düzeni”nin kurucusu ve kollayıcısı olarak kendisini kabul ettirme noktasına kadar zorladı ve “uluslararası adalet jandarması” rolünü üstlendi. ABD’nin Sovyetler Birliği’nin etki ve hegemonya alanlarını bir bir terk etmesinin ardında, buraları rakipsiz olarak ele geçirme girişimi, “Yeni Dünya Düzeni”nin bir ABD düzeni olduğu konusunda, barış, demokrasi ve insan hakları çağına girildiğinden kuşku duymayan en iyi niyetli yorumcularda bile “ciddi endişeler” ve korkular yaratmaya başladı. ABD, “adalet jandarmalığı” rolünün ilk sahnesini, Körfez’de Irak’a karşı oynadı.
Körfez krizi ve Irak’a karşı düzenlenen operasyon, büyük kamuoyu aldatmacaları içinde ABD’nin görülmemiş bir destekle hareketi yürütmesi sonucunu verirken, diğer yandan belli belirsiz, yeni yaratılan ortamın, çelişkisiz ve istikrarlı bir uluslararası ilişkiler ortamı olamayacağının da ilk işaretlerini verdi.
Sovyetler Birliği ile ABD’nin ayrı askeri ve siyasi kamplar olarak karşı karşıya durduğu günlere ait olan özel güç dengesi eridikçe ve ABD dünya hegemonya sahnesinde yalnız kalma eğilimini güçlendirdikçe, Sovyetler Birliği’ne karşı kurulmuş ittifak da kendi içinde çatlaklar doğurmaya başladı. Soğuk savaş ve karşıt askeri paktlar dönemi boyunca kendi varlıklarını ve etkilerini bu denge içinde tanımlamaya zorlanmış bulunan diğer emperyalist güçlerin kendileri için de bir yer aramaları zamanının geldiğini bildiren çanları çaldı.
Birinci ve İkinci emperyalist savaşlar öncesinde, daima emperyalistler-arası paylaşım mücadelesine gecikerek ama en zinde ve güçlü taraf olarak giren Almanya, bugün gene benzeri bir pozisyonda bulunduğu izlenimi veriyor. Bugüne kadar en sıkı müttefiki olan, Avrupa’da ve üçüncü ülkeler nezdinde temsilciliğini yaptığı ABD ile ciddi çelişmeleri olduğu ve bu çelişmelerin sertleşme potansiyeli taşıdığına dair işaretler, son günlerin olayları içinde bir kez daha görüldü. ABD’nin, askeri ve siyasi bakımdan, Sovyetler Birliği’nin varlığı koşullarında Almanya’nın yalnız müttefiki değil, aynı zamanda gerçek anlamda “patronu” olarak kaldığı günler, şimdi geride kalmaya başlamıştır. Almanya yalnızca ABD’den farklı değil, ona karşıt politikalar da izlemeye aday olarak kendisini yeniden organize etmektedir.
“Duvar”ın yıkılması, “Birleşik” bir Almanya doğurmakla kalmamış, Almanya’nın, emperyalistlerin gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu bile bile propaganda ettikleri “barış dünyası”nın, “kutupsuz dünya”nın kurulmasının başlıca engellerinden birisi olabileceğini de göstermiştir. Sermaye birikiminin düzeyi, işgücü fazlası ve ucuz işgücü olanakları, sanayi malları üretimi bakımından yüksek yoğunlaşma ile karakterize olan Alman emperyalist ekonomisi, bütün bu olguların iç etkileri bakımından da, kapitalizmin olağan çelişmelerini derinleşerek yaşama sürecine girmiş bulunuyor. Büyümenin ve krizin çelişmeli bütünlüğü içindeki Alman ekonomisinin ihtiyaçları, dış politika alanında, eski emperyalist müttefikleriyle ilişkisini yeni kurallara göre düzenlemeyi dayatıyor. Buna göre, Almanya, kendisi için kendi hedeflerini gözeten ve diğer emperyalistlerin değirmenine su taşımaktan büsbütün kopan bir yola girmek zorundadır. Almanya’nın geniş, sürekli ve istikrarlı bir pazara olan ihtiyacı büyümektedir ve bu ihtiyacı orta ve uzun vadede karşılayacak fırsatlar, günümüzün dünyasında çoğalmıştır. Almanya, olağan rekabet kuralları içinde çözüm bulamayacağı sorunlarını, diplomasinin ve politikanın, gizli, üstü örtülü araçlarını kullanarak gidermeye yönelmiş görünmektedir. Bu açıkça, emperyalistler arasındaki çelişmeler alanına “elde kılıçla” girmenin başlangıcı demektir.
NATO ve ABD merkezli emperyalist politik ilişkiler sisteminde. Varşova Paktı ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin varlığı belirleyici öğe idi. Her girişim, ekonomik, politik, askeri ya da kültürel her mücadele, ceninde sonunda bu “iki kutuplu”, gerilimli alanın üzerinde cereyan ediyordu ve sonuçları bakımından da bu alanın işleyişinin gereklerine bağlanıyordu. Global çıkarları bakımından bu alan üzerinde kalmaya zorunlu olan emperyalist ülkelerin her biri, kendi çıkarlarını, kendi hesaplarını bu alanın genel ilişkileri içinde çözmek durumundaydı. Bu çerçevede, ABD, elindeki silah gücüyle, mali ve iktisadi imkânlarıyla, siyasi gücüyle ve kontrol mekanizmalarıyla, diğer emperyalistlerin tartışılmaz patronluğunu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında eline geçirmişti ve bu durum, büyük ölçüde değişiklik göstermeden, “Doğu Bloğu”nun yıkılışına kadar devam etti.
Şimdi bu çerçeve, dünya ilişkilerini sabit iki eksen etrafında hareket ettiren genel durum son bulmuştur. Bu çerçevenin artık geçersiz olduğuna inananların başında gelen Almanya, aynı zamanda bütün eğilimleriyle bu çerçevenin gerçekten aşılması için eyleme geçen ilk emperyalist ülke de olmuştur. Dünyanın iki ana uçla tanımlandığı dönemin sona ermesiyle, Batı emperyalizminin kendi içinde yeni uçlar doğuracağı, görünürdeki entegrasyonun ve bütünlüğün parçalanacağı, bilinmeyen bir şey değildi, Bu gelişme, esasen varolan ancak, temel çatışma ekseni dolayısıyla üstü örtülmüş bulunan çelişmelerin açığa çıkmasından başka bir şey değildi.
Şu anda Almanya ile diğer emperyalistler, özellikle de ABD arasındaki çelişmeler, gerçek boyutlarıyla açığa çıkabilmiş değildir. Şu anda çelişkilerinin ifadesini, aktif bir “muhalefet” düzeyinde tutan Almanya’nın, özellikle ABD ile olan çelişmelerini, daha çok, üçüncü ülkelerle olan ilişkisi aracılığıyla sergilediği söylenebilir,
Mart ayının son günlerinde Türkiye, Newroz olayları gerekçe gösterilerek bu türden bir üçüncü ülke rolü oynadı, Nisan ayında da bu rol Libya’nın üzerine düştü.

ALMANYA İLE TÜRKİYE’NİN NEWROZ BUNALIMI
Kuşkusuz, Almanya’nın Türkiye’de Newroz ve Libya’da “iki ajan” olayları sırasında takındığı tavrın, özel olarak ABD ile ya da diğer emperyalistlerle olan ilişkisinden bağımsız özel nedenleri vardır.
Newroz bahane edilerek Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından Kürdistan’da başlatılan operasyonlar sırasında, bunu daha önceden bekleyen ve çeşitli vesilelerle Türkiye’nin Kürdistan politikasına karşı eleştiriler yöneltmiş bulunan Almanya, silah sevkıyatını kestiğini ilan etti. Gerek NATO çerçevesinde, gerekse ikili ilişkiler içinde, silahlı kuvvetlerinin ihtiyaçlarının büyük bir kısmını ABD’den ya da dolaylı olarak. Almanya’dan sağlayan Türkiye için, bu gerçekten ciddi sonuçlar doğuracak bir tutumdu.
Resmi çevreler ve doğrudan yöneltilebilen basın, Almanya’nın tutumunu “anlayışsızlık”, “yanlış anlama” gibi gerekçelere sığdırmak istediler. Almanya’nın Avrupa ve ABD ilişkileri içindeki yerini ve gelecekteki Avrupa Topluluğu üzerindeki etkisini hesap ederek hükümet, gene bir kısım basının değerlendirmelerinde kullandığı terimle “soğukkanlı” davrandı. Almanya’nın “doğru”lan er geç göreceğinin umut edildiği açıklandı, diplomatik dilin inceliklerinin kullanılmasından vazgeçilmedi. Türkiye’nin operasyonlarının, terörizmi hedef aldığına dair kanıtlar sıralanırken, “şu anda dünyada NATO ülkelerini ve savunma alanlarını tehdit eden en büyük tehlikenin terörizm olduğu” Öne sürüldü. Bu ana fikrin, Almanya’yı ikna edeceğinden emin olunduğu, sonradan Almanya’nın tavrı değişmeyince hiddetlenen Demirel’in sözlerindeki hayal kırıklığından anlaşıldı: “Onlar, Baader-Meinhoff’a ne yaptılarsa, biz de onu yapıyoruz!” Buna karşılık, Türkiye’nin Bonn büyükelçisi, resmi tutumu en ince biçimde ifade eden sözcü oldu: “Durumu abartmamak gerekir. Alman basınında Türkiye ile ilgili bazı haberler çıkmış. Biz kendilerine konuyu anlattık, bu haberlerin aslı yoktur. Alman kamuoyunda eksik ve yanlış bilgiler bulunuyor. Biz gerçekleri anlatıyoruz. Bu bakımdan yanlış bilgiler, izlenimler ortadan kalkacaktır” Büyükelçinin sözlerine inanılacak olursa, Alman hükümeti, bir NATO ülkesine yaptığı silah yardımını, gazetelerdeki haberleri okuyarak kesebiliyordu.
Almanya’nın silah sevkıyatını durduran kararı Türk iç politikasında en gerilimli günlerin, “bahar Sendromu”, “Newroz bunalımı”, “ayaklanma” gibi kavramlarla örülmüş ortamında gündeme geldiğinden ve Türkiye’nin o günlerdeki başlıca çelişkisiyle ilgili olduğu için milliyetçi çevrelerin özel tepkisine konu oldu. Milliyetçi öfkenin küfre dökülmesi işi, basında bu işi gönüllü olarak bihakkın yapacak kalem erbabına bırakıldı. Manşetler. “Domuz Alman”, “Arkamızdan hançerlendik”, “Ödlek Alman, PKK’dan Korktu. Silah Vermiyor”. “Vermezsen Verme Be!”, gibi “milli hisleri” yansıtan sloganlarla dolduruldu. Bu arada. ABD’nin PKK’ya karşı tavır alması, “Aferin Amerika’ya”, “Dostumuz Düşmanımız Belli Oldu” gibi sloganlarla övüldü.
Almanya’nın Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar üzerindeki hesaplarıyla bu tavrı arasındaki ilişkiler ise gene şoven milliyetçi bakış açısından. “Türkiye’nin gelişmesini önlemek” amacına bağlanarak, emperyalist ilişkiler sitemi içindeki yeri geçiştirilerek ele alındı. Şoven basın, “Almanya’nın hesaplarının önündeki en güçlü engelin Türkiye olduğu” tezini işledi.
Almanya’nın silah ambargosu uygulamasının gerçek nedenlerinin ne olduğuna dair bir saptama yapılmaksızın olasılıklar üzerinde duranlar ise, o sırada Almanya’nın gündeminde bulunan eyalet seçimlerini öne çıkardılar. Cumhurbaşkanı Özal da, bu yorumun genelleşmesine ve resmi tutumun dışında bir yorum olarak işlenmesine önayak oldu. Özal’ın yorumuna göre, Almanya’da bazı güçler, PKK’yı destekliyorlardı ve bu güçlerin politikayı etkileme potansiyeli vardı. Bir ihtiyat payı bırakan Özal, “Belki bizzat hükümet değil, ama bu gruplar, açık surette Türkiye’nin karşısında terör örgütünü destekliyorlar” diyordu. “Bazı kuruluşlar, insan hakları vesaire adı altında resmen PKK’ya destek veriyorlar. Bay Genscher’in yaptığı iç politikadır. Kendi iç politikası. Önlerinde seçimler var. Ye bu gruplardan istifade etmek için Türkiye’yi kullanmıştır. Ama yaptığı iş fevkalade yanlıştır. Hitler Almanyası da bunu yaptı. Ekonomik gücünü kötü şekilde kullanarak ve bu şekilde tehditler savurarak yaparsa, çok kısa zamanda yanlış olduğunu görecektir.”
Özal’ın kehaneti gerçekleşti! Almanya. Türkiye’ye uyguladığı “geçici silah ambargosu”. TC’nin Kürdistan’daki Newroz operasyonunun esası bakımından sona ermesinden sonra kaldırıldı. Gerçekte ambargo, “Almanya’nın gerçekleri görmüş olmasından değil, iç politika bakımından bir gösteri, dış politika bakımından ise ABD-Türkiye ilişkileri karşısındaki tavrın ciddiye alınması gerektiği konusunda bir uyarı mahiyeti taşıyan oyunun amacına ulaşmış olmasından kaynaklanıyordu. Özal bunu söylemese bile, hemen hemen bütün beklentiler, ambargonun en çok bir hafta süreceği yolundaydı.
Şu anda, Almanya ve Türkiye ilişkileri, özellikle geçen hafta içinde Genscher’in görevinden uzaklaşmasıyla birlikte, “normal” seyrini bulma eğilimine girdi. Alman siyaset çevreleri ve kamuoyu odakları, Genscher’in istifasında. “Türk politikasındaki yanlışlıkların rol oynadığı” yorumunu yaptılar.
Böylesine önemli bir siyasi kararın, tek başına Genscher’den çıkmadığını, Alman devlet yetkililerinin, Kohl dâhil Türkiye’ye uygulanan geçici silah ambargosunu bir hükümet politikası olarak uyguladıklarını bilenler için bu “sorumlu tek adam” yorumunun fazla önemi yoktur.
Almanya’nın. Newroz bunalımını pek çok etkenle birleşen bir “master plan” çerçevesinde uyguladığı bir gerçektir.

“BÜYÜK ALMANYA” HEDEFİNİN ESAS UNSURLARI
Almanya’nın Doğu Avrupa ile birleşmesi sırasında, bütün Avrupa’da. Almanya’nın eski emperyalist savaşlardaki rolü hatırlatılarak, yeni dönemde de. Almanya’nın yeni bir savaşın nedeni olacak politikalar izleyeceği endişesi yayılmıştı. Almanya’nın üçüncü süper güç olarak uluslararası ilişkiler sahnesine çıktığı, büyük Alman sanayinin ve ileri teknolojisinin, yeni bir paylaşım savaşını öngörmeksizin yaşayamayacağı tahlilleri yapılmıştı. Avrupa’nın onde gelen basın tekelleri, ağız birliği yapmışçasına Almanya’nın üzerindeki Anglo-Amerikan denetiminin önemini propaganda etmişti.
Gerçekte, bütün bir İkinci Savaş sonrası dönemde, Almanya, ABD’nin Avrupa’daki siyasi ve iktisadi karakolu rolünü oynamıştı ve ABD politikalarının Avrupa’daki sözcüsü olmuştu, Almanya.  Politika ve diplomasi alanında, kendi kimliği ile konuşan bir ülke görüntüsü vermiyordu.
Bununla birlikte, Alman sermayesi ile ABD sermayesi arasında, sanayi ürünlerinin pazarlanması konusunda, siyasete fazla yansımayan, uluslararası ilişkiler alanında Alman- ABD ilişkilerini zorlamayan bir rekabet söz konusuydu. Bu, yukarıda da değinildiği gibi tamamen Sovyetler Birliği’nin varlığı koşuluna bağlıydı.
Birleşik Almanya’nın gerçekleşmesi sürecinde Almanya, diğer emperyalistlerde uyanan endişeyi gidermek üzere, kendisinin AGİK ve AT ilişkilerinin bir parçası olarak değerlendirilmesini istemiş, böylece bu kurumlar çerçevesinde gerçekleşen ilişkilere aykırı bir tutumun söz konusu olamayacağını açıklamak ihtiyacını duymuştu. Ne var ki, Almanya, söz konusu kurumları, herhangi bir emperyalist girişimin engeli olarak tanıtır ve kendisi hakkındaki kuşkulara karşı bu kurumların güvencesini ileri sürerken, söz konusu kurumlar içindeki etkinliğini pekiştirmek, belirleyici söz sahibi ülke haline gelmek için de birçok girişimde bulunuyordu. Örneğin, Yugoslavya ile ilgili tutumunda, AT ülkelerini kendi politikasının peşine takmayı başarmıştı. Bu, özellikle ABD ile ilişkileri daima sorunlu ve çelişkili olmuş olan diğer Avrupa ülkelerini kendi etrafında seferber etme imkânı gösteren bir örnek olarak belleklere yerleşti. Almanya, söz konusu platformlarda kendisini destekleyecek bir çoğunluk sağlayamasa bile, tek başına hareket etmekten çekinmiyor.
Türkiye ile olan ilişkilerinde de benzer bir olay tekrarlandı. Türkiye konusunda Avrupa Parlamentosundan karar çıkarma girişimi karşısında, Yunanistan ve Kıbrıs dışında “ciddi” destek bulamadı. (Kıbrıs sözcüsü, Türk basının abartma ve kışkırtma dolu üslubuyla bildirdiğine göre, “Lafla destek olmaz, PKK’ya silah verilmelidir” demişti!) Buna rağmen Almanya, tek başına kararını uygulamaktan geri durmadı. Hollanda, “prensip olarak” Almanya’nın tutumunu desteklemekle birlikte, Türkiye’ye karşı aktif bir yaptırıma girişmedi. Fransa, AT’nin tutum almasına yönelik girişimlerin ertelenmesi çağrısıyla, Almanya’yı köstekledi. Portekiz, “Türkiye’nin harcanmaması gerektiğini bildiren bir tavır takındı. İngiltere, İtalya ve İspanya da, Almanya’yla “uyumlu davranmakta isteksizlik gösterdiler'”. Böylece, NATO, AT, AGİK gibi kuruluşlardaki etkisine rağmen, Almanya kendi tutumunun genelleşmesi konusundaki girişimlerinde başarısız kaldı. Almanya’nın çağrıda bulunduğu birçok devlet, “Kürdistan’daki durumu iyi belirlemek gerekir”, “Ankara’daki elçiliğimizden yeterli değerlendirmeyi alamadık”. “Şu andaki bilgilerimiz yetersiz” vs, gibi cevaplar verdiler. Bütün bu farklı duruşların altında, Almanya’nın “insan hakları, sivil katliamı” vs. gibi sloganlarına inanılmadığı, hatta bıyık altından gülündüğü seziliyordu.  Bütün emperyalist eşkıyalar, gündelik politikaların sloganları altında hangi gerçeklerin yattığını iyi biliyorlardı. Almanya’yı kendi başına çıktığı seferde yalnız bırakmak, hepsinin ortaklaşa çıkarları söz konusu olmadıkça, kaçınılmaz bir sonuç olarak doğacaktı.
Almanya’nın desteksizliğine karşı, Türkiye, ABD’nin gösterişli desteğini arkasına almış olmaktan mutluydu. Türk basını, durumu “Aferin Amerika’ya” sloganında en bayağı şeklini bulan değerlendirmelerle kutladı! Bu olay aynı zamanda, çelişmenin, uluslararası bir boyutu olduğunu, özellikle de ABD ile Almanya’nın Ortadoğu politikalarının birbirlerini dıştalayan bir içerik etrafında geliştiğinin göstergesi oldu.
Almanya’nın “Kürt Sorunu”na ilgisi, sadece Newroz olayları sırasında ortaya çıkmış değil. Almanya, bir süredir, ısrarlı bir şekilde, “Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasını” istiyor ve Türkiye ile ilişkilerinde bu ilkeyi bir sıkıştırma aracı olarak kullanıyor. Kendi deyimleriyle, “Kürt faktörü” emperyalist Alman politikalarında önemli bir yer tutuyor.
Nedir Almanya’nın Türkiye’den istediği? Bu soru, “Neden Almanlar PKK’yı destekliyor” sorusundan daha anlamlıdır. Çünkü gerçekte, Almanya hiç bir zaman dolaysız olarak PKK’yı desteklememiştir. PKK ile ilgili politikalarında, Almanya açısından Kürt halkı ya da PKK değil, bölge ve dünya çapındaki planları önemlidir.
Sovyetler Birliği’nin dağılması sürecinde, Türkiye, ABD’nin soğuk savaş dönemindeki planlarının bir başka zeminde sürdürücüsü olma rolü ile ortaya çıktı. Orta Asya, Kafkasya, ve Orta Doğu’daki Amerikan politikalarının başlıca takipçisi, acentesi olarak Türkiye bu rolü benimsemiş bulunuyor. Daha önceki yazılarımızda da kısaca değindiğimiz gibi, Almanya, Türkiye’nin ABD ile giriştiği bu işbirliğinden hoşnut değil. Bunun göstergesi sayılabilecek bir olay, Doğu Almanya’dan dönen Sovyet askerleri için yapılacak konutlar konusunda, Türk ve Alman firmalarının rekabeti sırasında yaşanmıştı. İhaleyi Türk firmaları kazanmasına rağmen, Bonn hükümeti, siyasi ağırlığıyla inşaatı, Alman firmalarının üstlenmesini sağlamıştı. Türkiye, kaybetmiş olsa da, Almanya ile rekabet edecek düzeye geldiğini propaganda ederek avundu. Fakat bu olay, sıradan, basit bir firmalar rekabeti olarak değil. “Almanya ile Türkiye arasında Asya’da rekabet” olarak adlandırıldı. Bu küçük gösterge, Türkiye’nin ABD gibi bir süper emperyaliste dayanmaksızın, bölgedeki etkinliğini ve varlığını sürdüremeyeceğini de gösteriyordu.
“Büyük Almanya” hedefi, Asya, Orta Doğu, Kafkasya ve Balkanlar’daki girişimlerde kendisini gösterdiği gibi, dünya çapında bir hegemonya ve pazar kavgasını gerektiriyor.

LİBYA, ABD GERGİNLİĞİNDE ALMANYA
Libya ile ABD arasında, son ayların gündemini meşgul eden olay, Almanya ile diğer emperyalistler arasındaki çıkar çatışmasının bir başka örneğini sergiledi.
1986’da ABD. Libya’ya karşı giriştiği askeri eylemle, bu ülkenin, Müslüman Afrika’daki muhalif ve direnen tutumunu kırmak istemişti. Site Körfezi ablukası ve ardından gelen bombardıman, gerek Akdeniz ölçüsünde ABD hegemonyasının korunması bakımından, gerekse, Libya’nın takındığı radikal tutumun cezalandırılması ve yandaşlarına ibret dersi olmak bakımından önem taşıyordu.
Libya, son aylarda emperyalist terörün yeniden hedefi haline geldi.
1988 yılı 21 Aralık gecesi, İskoçya’nın Lockerbie kasabası üzerinde bir sabotaj sonucu düşen uçağın sorumluluğunu, ABD ve İngiltere, “uzun araştırmalar sonucunda” Libya’nın üzerine yıkmaya karar verdiler. İki Libyalı ajanın adı öne sürülerek, yargılanmak ve cezalandırılmak üzere kendilerine teslimini istediler. Libya’nın bu talebi reddetmesi üzerine, ABD konuyu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi gündemine getirerek, uluslararası planda bir saldırı başlattı. Fransa’nın da desteği ile ABD ve İngiltere’nin saldırısı, gerçek anlamda bir uluslararası saldırı halini aldı.
Libya’nın adı geçen iki ajanı kendi kurumlan içinde gözaltına alıp yargılayacağını açıklaması, koparılan gürültüyü hafifletmedi. Trablusgarp hükümetinin ajanların Lahey’de uluslararası bir mahkemede yargılanması önerisi de reddedildi. ABD ve İngiltere kendi taleplerinde ısrar ettiler. Libya daha fazla gerilemeyince de, ekonomik ablukaya alındı. Türkiye, bu ablukaya ilk katılan ülkelerden biri oldu. Bu süreçte Almanya, gene emperyalist “müttefiklerinden” farklı bir tutum takındı.
Almanya, sanayide kullandığı petrolün özelliklen bakımından Libya ile ilişkileri en sıkı olan Avrupa ülkelerinden biri. Libya petrolü, Ortadoğu petrolüne göre, daha kolay rafine ediliyor, yüksek kaliteli ve Alman sanayi teknolojisinin ihtiyaçlarına daha kolay cevap veriyor. Alman sanayisinin petrol ihtiyacının büyük bir bölümünü bu özellikleri dolayısıyla Libya sağlıyor. Geçmişte, Almanya’nın Libya’da gizli askeri fabrikalar kurduğu da biliniyor.
Bu ilişkiler, ABD ve İngiltere’nin bölgede ABD hegemonyasının sürekliliğini sağlamaya yönelik operasyonlarının nihai amacıyla birleşince, Almanya, emperyalistlerin patronuyla olan çelişkilerinin sergilendiği yeni bir tavır takınmaya zorlandı.
Olayın en önemli sonucu, “Yeni Dünya Düzeni”nin, propaganda edilen içeriğinden farklı bir dünyada yaşamakta olduğumuzu göstermesi oldu. Belki de Almanya, “Duvarın yıkılışıyla sembolü haline geldiği “Yeni Dünya Düzeni” umudunun içi boşluğunu göstererek herkesin gerçekle yüz yüze gelmesine yol açıyor. Bunun gibi, Libya’nın ve Kürdistan’ın Almanya bakımından ne anlama geldiğini de anlamayı kolaylaştırıyor.

* * *
Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi gibi, küçük bölge devletlerinin kendi egemenliklerini pekiştirme mücadelesi de, emperyalistler-arası ilişkilerin karmaşık ağı içinde, bin bir hesap ve çıkar çatışmasının ortasından geçerek kendi yolunu çizmeye çalışıyor.
Emperyalistlerin kendi çıkarları için, ulusların varlık mücadelesine yandaş görünmelerine, onları destekledikleri görüntüsü vermelerine bakarak, bu mücadelelerin meşruluğu ve haklılığı tartışma konusu yapılamaz.
Ancak bunun yanında, ulusların ve halkların, emperyalistlerin tutumları konusunda uyarılmaları da aynı derecede önemlidir. Kürt halkı, ya da Libya, özel konjonktürde gerçekleşen olaylara bakarak, hiç bir emperyalist hakkında umut beslememeleri gerektiğini bilecek kadar tarihi tecrübeye sahiptirler.

Mayıs 1992

Devrim Ve Diplomasi

Ortadoğu’nun bin bir karmaşık bağla emperyalist planlara bağlanmış siyasal ortamında bir ulusal kurtuluş mücadelesine girişmiş bulunan PKK, Apo’nun “Silah Bırakma” olarak adlandırılan açıklamasıyla yeni ve denetlenmesi hayli güç bir belirsizlikler ortamına girmiş bulunuyor. Fakat belirsizlik, yalnızca PKK’nın günü ve geleceği ile sınırlı değildir; belirsizlik ve gerilim, bugün Ortadoğu’nun özellikle İran ve Irak üzerinde düğümlenen genel bunalımının da başlıca niteliğidir.
Ortadoğu’da herhangi bir devrimci hareketin, bölgede egemen devletler kadar emperyalistlerin çeşitli klik ve taraflarının da karıştığı bir sürece girmemesi ve attığı her ileri adımın yalnızca bölgeyi değil, bütün dünyayı ilgilendiren sonuçlar doğurmaması mümkün değildir. Bu yüzden bugün PKK’nın geldiği nokta, yalnızca PKK’nın taktiklerinde bir değişme olarak değil, Ortadoğu’ya ilişkin olarak, başlıca emperyalistlerin ve bölge devletlerinin son derece hareketli ve çatışmalı bir döneme hazırlanmalarıyla ilgili ve büyük ölçüde PKK’nın dışında gerçekleşen ilişkilerin sonucu olarak değerlendirmek mümkündür.
Bu noktada devrimci bir hareketin diplomasi yolunu kullanırken ve taktiklerini seçerken başvuracağı ilkelerin ve kıstasların hatırlanması önem kazanıyor.
Bu yazımızda, genel bir durum analizi çerçevesinde PKK’nın son tavrını değerlendirmeye çalışacağız.

EMPERYALİZMİN SİLAHSIZLANDIRMA VE ENTEGRASYON POLİTİKASI VE PKK’NIN SON AÇIKLAMASI
1980 yılından itibaren, ulusal kurtuluşu savaşlarına karşı ABD’nin politikalarında önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Carter zamanında başlayıp Reagan yönetimi sırasında geniş bir uygulama alanı bulan yeni taktik, “kirli araçlardan kurtulma ve güler-yüzle satın alma” olarak özetleniyordu. Buna göre, üç kıtadaki devrimci hareketlere ve ulusal kurtuluş savaşını başarıyla tamamlamış ülkelere karşı, bir yıkım ve şiddet politikasının yanı sıra, ağırlıklı olarak diplomatik ilişkileri geliştirme ve uzlaşma yolları açma çizgisi izlenmeye başlandı. Devrimci muhalefetin güçlü ve kamuoyu tepkisinin emperyalizm ve işbirlikçileri açısından tehlikeli boyutlarda olduğu belli başlı ülkelerde, faşist diktatörlüklere “barışçıl” bir biçimde “demokrasiye geçiş” planları önerilirken, diğer taraftan da, bu plan çerçevesinde devrimci hareketler silahsızlandırılmış ve “demokratik platforma” çekilmişlerdir. Genellikle, teşhir ve tecrit ölmüş kişisel diktatörlüklerin yerine, emperyalizmle uyumlu bir işbirliğini yürütebilecek ve halk nezdinde görece itibar sahibi olan sosyal demokrat yönetimler getirilmiş, böylece, aynı anda, silahlı devrim hareketlerinin kitle tabanı daraltılmış, gerilla hareketinin ajitasyon değeri olan hedefleri küçültülürken, silahsızlanma koşuluyla “siyasal çözüm” yolları açık tutulmuştur. ABD ve diğer emperyalistler, “yeni sömürgecilik” siyasetinde, önemli bir aşama yaparak, bastıramadıkları veya yenilgiye uğratamadıkları ulusal kurtuluş savaşlarını da sistem içine alma ve kapitalizm sınırları içinde kaldığı sürece, bu hareketleri meşru görme ve bir biçimde onlarla uzlaşma yoluna girmişlerdir. En gelişmiş halini Nikaragua’da bulan bu yeni politika, zafere ulaşmış ulusal devrimlerin, süreç içinde ABD müttefiki ya da bağımlısı “bağımsız ve demokratik” ülkelere dönüşebileceği öngörüsüne dayanmaktadır. Bu bakımdan, işçi sınıfı önderliğinden yoksun olan ve sosyalizme yönelmeyen ulusal kurtuluş hareketlerinin, emperyalizm için tehlike teşkil etmeyeceği gerçeğinden hareketle, milliyetçi hareketlere karşı daha “esnek” bir tutum benimsenmiştir.
Kuşkusuz, bu süreçlerin niteliğini, devrim önderliğinin sınıf karakteri kadar belirleyen ve etkileyen bir başka faktör yoktur. Söz konusu devrimin sınıf niteliği, diğer bütün etkenlerden daha güçlü bir biçimde, emperyalistlerin bölgeye ve devrimin gelişme eğilimlerine müdahale biçimini belirlemektedir.
Bölge devletlerinin ve emperyalizmin tutumu, devrimin bir proleter devrimi olarak gelinmesi karşısında farklı, burjuva karakterde olması karşısında farklı olmakta, emperyalizm, ulusal kurtuluş cephesi içinde burjuva-uzlaşmacı eğilimlerin hâkim hale gelmesi için çaba harcamakta, taraf tutmaktadır.
Günümüz koşullarında, bölge devletlerinin ve emperyalistlerin tutumu, sistem içi imkânların önünü açmak, belirlenmiş karşılıklı menfaatler çerçevesini netleştirmek ve geleceğe dönük planları fazla riske sokmayan bir gelişme olasılığının rahatlığı içinde yürütmek olacaktır.
Kuşkusuz, bu gelişmede, ulusal kurtuluş hareketlerinin kendilerini doğal müttefiki olarak gören bir proleter devrimi süreciyle paralel gelişmiyor olmasının da payı vardır. Proletarya devrimlerinin güçlü bir tehdit oluşturmadığı ve ulusal kurtuluş savaşlarına ilham vermekten uzak kaldığı bir dönemde, ulusal kurtuluş savaşlarının burjuva-kapitalist sınırlar içinde kalması, kendi içlerinde de proleter eğilimlerin zayıflaması kolaylaşmıştır.
Filipinler, El Salvador, Şili, Brezilya, vb. ülkeler, geçtiğimiz on yıl içinde, teşhir olmuş faşist diktatörlüklerin yerine “yeni ve demokratik çehreli yönetimlerin” getirilmesi, silahlı devrimci örgütlerin ise, genel af, legalleşme imkânlarının sağlanması vs. yoluyla “demokratik platformlara” çekilip etkisizleştirilmesi taktiklerinin uygulandığı ülkeler olmuşlardır.
Buna paralel olarak, bütün dünyada, isyancı hareketlere ve silahlı örgütlere yardım eden devletlere karşı değişik biçimlerde darbeler vurulmuş,  bir bakıma emperyalizm yeryüzünde şiddet kullanma ‘tekeli’ni ele geçirme savaşı vererek bunu büyük ölçüde kazanmıştır: Libya, Irak, Suriye, Küba, Cezayir, her biri değişik biçimlerde vurulmuş, etkisizleştirilmiş ve şiddeti başlıca politik araç olarak kullanan birçok örgüt, kendilerini değişik çıkarlar uğruna destekleyen bu ülkelerin yardımından mahrum bırakılmıştır.
Aynı zamanda, değişik bölgelerdeki en gerici devletler, görece kendi adlarına davranma eğilimi gösterenlerin, ya da devrimci olanların üzerine sürülmüş, başlıca direnme odakları ve muhalefet kaynakları kurutulmaya çalışılmıştır. Irkçı Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Angola ve Mozambik’e saldırıları, İsrail’in Lübnan’ı işgali (Suriye ve FKÖ’nün yenilmesi, prestij ve güven kaybetmesi. ABD planlarının parçası haline gelmesi), gibi. Böylece hegemonya savaşında, ABD, bütün tarihi içinde en yüksek düzeye ulaşmış bulunmaktadır.
ABD’nin güncel hedefi Ortadoğu’dur. Yukarıda özetlediğimiz genel strateji bakımından Ortadoğu, yeterince işlenmiş ve gözetilen hedeflere tam olarak ulaşılmış olmaktan uzaktır. Ortadoğu, halen çetin problemlerle yüklüdür ve ABD emperyalizminin “Yeni Dünya Düzeni” kavramı ekseninde yapmak istediklerine karşı pürüzler ve engeller vardır. Bu aşamada, geçen sayımızda “İran Problemi?” başlıklı yazımızda incelendiği üzere, özel hedef İran’dır. Bu özel hedefin “altyapısını, Irak’taki düzenlemeler ve Türkiye’nin kendisine verilecek rolü üstlenmeye hazırlanması gibi yan problemler oluşturmaktadır.
Bu açıdan bakılınca, PKK’nın “geçici ve tek taraflı” ateşkes ilanının aslında emperyalist hazırlıklar cümlesinin ayrıntıya ilişkin bir parçası olarak anlam kazandığı söylenebilir. Üzerinde ayrıca durulması gereken güncel durum şudur: Başta ABD olmak üzere, bölgeye ilişkin olarak kapsamlı ve uzun vadeli hesapları olan başlıca emperyalist güçlerin, şu anda kaybedecek fazla zamanlan yoktur. Bir başka deyişle, Ortadoğu işleri bakımından, ABD’nin stabilizasyon sorununu hızla çözmesi gerekmektedir. Son iki yıldır bölgede tam bir “tek kutupluluk” rahatlığı yaşayan ABD, Rusya Federasyonu’ndaki son gelişmeleri (“Komünistlerin” yeniden iktidara gelme olasılığını) dikkate alarak, Irak’ın bölünmesini kesinleştirmek, Suriye’yi kesin olarak kendi tarafına çekerek İsrail’i bölgede daha rahat hareket edecek bir konuma getirmek ve İran hakkındaki planlarını uygulamaya sokmak için elini çabuk tutmak istiyor. Türkiye’nin Kürt sorununa, Özal’ın ifade ettiği biçimde acil, kalıcı ve “geniş açılı” bir çözüm getirmesi gereği, bu zaman sıkışması içinde öne çıkmış bulunuyor.
ABD’nin Kürt politikasının Ortadoğu’daki iki sözcüsü durumunda bulunan Özal ve Talabani’nin, PKK’nın son tavrında en etkili rolde bulunuyor olması, kararın PKK’nın mücadeleye ilişkin tercihlerinden ve devrimci bir politikaya dayanan bir diplomasinin gereklerinden değil, emperyalist faaliyet süreçleri tarafından kuşatılmış olmaktan kaynaklandığını söyleyebilmek için zemin hazırlıyor.
Bununla birlikte, gerek Kürt ulusal uyanış ve mücadelesinin boyutları, özellikle de bunun Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal hayatı üzerindeki son derece önemli etkisi ve gerekse PKK’nın bu olay içindeki belirleyici rolü göz önünde tutulunca, büyük dünya karmaşası içinde bir ayrıntı teşkil eden bu karar, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinde ve bölgedeki diğer devrimci hareketler üzerinde, önemli sonuçlar doğuracak olan bir dönemeci temsil etmektedir.

TEK TARAFLI ATEŞKES KARARININ İLK SONUÇLARI VE MUHTEMEL GELİŞMELER

Şu anda, Newroz kutlamalarıyla birlikte elde edilen ilk izlenimler, PKK’nın açıklamasının “barış ve silah bırakma” olarak anlaşıldığı ve bunun da genel olarak halkın geri eğilimlerine denk düşen bir “rahatlama” yarattığı yolundadır. Açıklama, bütün Kürt reformistleri, Kürt burjuva klikleri ve uzlaşmacı siyasal hareketleri tarafından coşkuyla karşılanmış, “barışçı siyasal muhalefet” çizgisi ve buna paralel reform paketi, bir anda güç kazanmış ve öne çıkmıştır. Bu gerileme, Çekiç Güç destekçisi Kemal Burkay’ın da, Apo’yla imzalanan resmi protokol aracılığıyla Özal-Talabani kombinezonunun unsuru olarak sürece sokulmasıyla iyice pekişmiştir. Aynı şekilde, Türk gericiliği de, “konuyu hassasiyet ve ciddiyetle ele almak” gerektiğinden dem vurmaya, fırsatı değerlendirmek için çaba göstermek için çağrılar çıkarmaya başlamıştır. “İspanya tipi çözüm” umudan belirtilmiş, hatta Apo’ya bir parlamenter olarak bakabilmenin alıştırmaları dahi yapılabilmiştir. Açıkçası, Apo’ya, eğer kendisi sistem içi çözümlere yönelirse, sistemin kendisini reddetmeyeceğine dair açık senetler verilebilmiştir. PKK önderi ise, bütün bu gülünçlükleri ciddiye alarak, “Önce federasyon fikrine bir alışsınlar, Federe bir mecliste milletvekili olabilirim” diyebilmiştir.
Olayın sansasyonel görüntüsü, içeriğin üzerini örtmüştür. Gerçekten, bunca gürültü bir yana itilerek, son kararın nasıl bir taktik ve hangi dayanakları kullanan bir diplomasi olduğu açıkça ve devrimci tarzda tartışılmalıdır.
Öcalan, basına yaptığı çeşitli açıklamalar içinde, “yorgunluk”, “kan ve şiddetin yol açtığı tahribat” gibi kavramlara yer vererek, geri ve yılgınlık ifade eden eğilimi genelleştirmiş ve tutumunun başlıca gerekçesi olarak böyle bir moral- gerilemenin yansımasına yol açmıştır. Bu bir üslup hatası olmaktan çok, PKK önderliğinin başka (din, sosyalizm, milliyetçilik gibi) konularda da kendisini gösteren “geri eğilimlere göre ideoloji ve politika oluşturma” genel çizgisinin ifadesi olarak değerlendirilebilir. Bu, genel emperyalist ilişkiler zinciri içinde yer tutmak özelliğinin yanı sıra, bir ikinci geriliktir.
Özetle söylenecek olursa, emperyalist sıkıştırma ve halkın geri eğilimleri tarafından belirlenen bu “taktik” ve bunun uygulanmasına ilişkin diplomasi yollarının Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine ilerletici bir katkısının olabileceğini söyleyebilmek, son derece safça bir iyi niyete ya da açıkça işbirlikçiliğe denk düşecektir. Şu andan itibaren, PKK, Özgürlük Dünyası’nın çeşitli yazılarında birçok defa belirtilen bir sürecin çetin girdabına girmiş bulunmaktadır. Bu girdap, artık PKK’nın olduğu kadar, Kürt halkının da geleceğini kesin bir biçimde belirleyecek olan siyasal sınıf mücadelesi sürecidir. Önümüzdeki günlerin getireceği gelişmeler, PKK’yı siyasal bakımdan ciddi bir hesaplaşmaya sürükleyecek ve bu Kürt halk hareketinin sınıfsal bakımdan netleşmesi sürecine denk düşecektir.

KÜRT ULUSAL KURTULUŞ MÜCADELESİ ÖNDERLİĞİNİN BELİRSİZLİKLERİ

PKK, bağımsız ve demokratik bir Kürdistan sloganından, federasyona kadar değişen çeşitli stratejik sloganları, değişen taktik hedefler gibi ileri sürmüş, bu da yalnızca halkın savaşa katılma ve kararlılıkla bir hedefe doğru yürüme azminin önüne engel oluşturmakla kalmamış, aynı zamanda, PKK’nın kendi içinde tutarlı ve kararlı politikalar belirlemesini de imkânsız kılmıştır. Sonuçta, bölge üzerinde tam bir kararlılıkla plan yapan tarafın, yani emperyalizmin genel hedefleriyle çakışan bir yola girmekten kaçılamamıştır.
Geçmişte, her ulusal kurtuluş hareketi, Asya, Afrika ya da Latin Amerika’da, kendisini bir biçimde ama mutlak bir surette sosyalizm hedefiyle tanımlardı. Bu, gerçekte, ulusal kurtuluş hareketlerinin başında bulunan örgütlerin ve liderlerin kişisel tercihlerinden ziyade, emperyalizme karşı mücadelenin kapitalizme karşı mücadeleden ayrılamayacağı gerçeğinden kaynaklanıyordu ve dünyadaki genel eğilim tarafından destekleniyordu. PKK’nın pragmatist önderliği, sınıf karakterinin esas olarak yoksul köylülük ve kent küçük burjuvazisi (esnaf ve aydınlar) tarafından belirlendiği koşullarda, dünyadaki sosyalizm aleyhtarı gelişmelerden de derinlemesine etkilenerek, sosyalizmi ancak tartışmak için telaffuz etmiştir. Değil kapitalizme karşı mücadele şiarları, feodal ağalık kurumuna karşı mücadele bile, PKK için “lüks” sayılmıştır.
Marksizm-Leninizm hakkındaki her parlak söz, ideolojik tercihler ve günlük politikalar tarafından iptal edilmiştir.
Şu anda gelinen noktada, diplomasinin, devrimci bir araç olarak değil, bir uzlaşmalar zincirinin örülmesine götüren yolu döşemek için kullanılmasının kaynağında da bu yatmaktadır.

DEVRİMCİ BİR DİPLOMASİNİN İLKELERİ VE KAYNAKLARI

Devrimci kurtuluş hareketinin, diplomasi silahını kullanmaksızın gelişmesini beklemek, savaşın bölge devletleriyle ya da emperyalistlerle zaman zaman uzlaşmalar, anlaşmalar yapılmaksızın yürütülebileceğini ummak tamamen hayalciliktir.
Ama burada önemli olan, nasıl ve ne için bir diplomasi sorusunun “Bolşevik tarzda” cevaplandırılmasıdır. Mücadelenin bir devrimle taçlanmasının bir zorunluluk olarak görüldüğü her durumda, başka yol yoktur. Ama devrim yerine reformcu uzlaşmalar yolu seçilmişse, mücadelenin nihai biçimi, sistem içinde bir yer olarak baştan kabul edilmişse, “Bolşevik tarzının” da gereği ve önemi yoktur.
-Kökleri İşçi Sınıfında Olan Bir Kararlılık
Bu ilke, basitçe anlaşıldığında, her türden uzlaşmanın reddi sonucu çıkarılabilir. Oysa temel anlamı, işçi sınıfının nihai hedeflerini gözeten bir taktikler dizisini, uzlaşmaları da içermek üzere, hayata geçirebilmektir. Bunun için ilk koşul, işçi sınıfının da, burjuvazi kadar silahlanabilmiş olması, bir başka deyişle silahı elde tutuyor olmasıdır. 1924 yılında Lenin, uluslararası durumu özetleyen bir konuşmasında şunları söylüyordu: “Bugün, egemenlik için elde silah açıkça mücadele eden güçler arasında -yani bir yanda burjuva toplumu, uluslararası burjuvazi; öbür yanda ise Sovyetler Birliği arasında- belirli bir denge, tartışma götürmez bir biçimde kurulmuş bulunmaktadır.”
“Bugün biz, açık ve seçik bir biçimde çizilmiş bir yol üzerinde bulunuyoruz. Başarımızı bütün dünya hükümetlerine, her ne kadar bunlardan bir kısmı hâlâ bizimle aynı masaya oturmak istemediklerini gevelemekle iseler de kabul ettirdik. Onlar geveleyedursun, ekonomik İlişkilerin ardı sıra diplomatik ilişkiler de kurulacaktır. Bu zorunluluğa karşı çıkan her devlet olayların gerisinde kalma ve belli birtakım temel noktalarda dezavantajlı duruma düşme tehlikesini göze alıyor demektir.”
Burada, diplomatik ilişkilerin merkezinde bulunan başlıca öge, Sovyetler Birliği’nin kendi politik ve ideolojik tutumundan, geleceğe ilişkin başlıca hedeflerinden hiç bir ödün vermeksizin, kendisiyle ilişkinin zorunluluğunu kabul ettirmiş olmasıdır. Öyle ki, bu ilişki, Sovyetler Birliği’nin değişmesiyle, kendisini burjuvazi tarafından kabul edilir bir duruma sokmasıyla değil, aksine, burjuva hükümetlerin onun varlığını kabul etmek zorunda kalmaları, bir anlamda onların “değişmesi” üzerine inşa edilmektedir. Lenin’in kendine olan güveninin kaynağında ise, İç Savaş’tan zaferle çıkmış işçi sınıfının temsilcisi olmak, bir askeri basanlar dizisinin üzerinde konuşuyor olmak vardır.
-İlkelerde Ödün Vermeyen Bir Esneklik
Kesin bir sınıf karakteri üzerinde inşa edilen diplomasinin temel ilkelerini devrim ve sosyalizm davasının sürekliliği oluşturur. Atılan her adımın, özel olarak ülke işçi sınıfının, genel olarak da dünya proletaryasının çıkarlarını gözetmesi, ya da en azından bu çıkarlara kalıcı ve giderilemez zararlar vermeyecek biçimde atılması gerekmektedir. Kuşkusuz ortada bir anlaşma varsa, bunun karşı tarafın çıkarlarını da içeriyor olması kaçınılmazdır. Devrimci sosyalist diplomasi, karşı tarafın sağlayacağı avantajlarla, proletaryanın verebilecekleri arasında bir denge bulunmasını ve karşı tarafın elde edeceklerinin de proletaryanın çıkarları hanesine yazılabilmesini özenle gözetmiştir.
Stalin, Amerikalı işçilere yaptığı bir konuşmada bu konuyu şöyle ele almıştı:
“Çeşitli alet ve aygıtlar, ham maddeler ve örneğin metalürjide yarı mamul ürünler gereklidir bize; kapitalistler de mallarına pazar bulma amacındadırlar. İşte size kusursuz bir anlaşma zemini. … Diplomatik ilişkiler alanına ilişkin olarak da aynı şeyi söyleyebiliriz rahatça. Biz barış politikası gülmekteyiz ve burjuva devletlerle karşılıklı saldırmazlık paktları imzalamaya hazırız. … Cenova Konferansı sırasında bütün dünyaya açıkça bildirdiğimiz bir konu üzerinde, sürekli orduların hepten dağıtılması konusu üzerinde arlık ısrar etmeksizin, bir genel silahsızlanma anlaşması yapmaya hazır bulunuyoruz. İşte size, bu kez de diplomatik alanda bir anlaşma zemini.”
Sovyet Cumhuriyetinin temel talebi, bütün devletlerin ordularının tümüyle dağıtılması iken, bunun güncel bir talep olmaktan çıkartılarak, yerine tamamen pratik ve uygulanabilir, bir genel silahsızlanma anlaşmasının geçirilmesi, ilkelerden ödün verilmeksizin bir anlaşma zeminin açılmasına önemli bir örnek olarak bugün de değerini koruyor.
– Anlaşmalarda Burjuvazinin Çelişkilerinden Yararlanmayı ve Ayrışmaları Derinleştirmeyi Gözetmek:
Eğer devrimci bir örgüt (parti, ordu, devlet vb.) burjuvaziyle yaptığı anlaşmalarda, kendi varlığını güçlendirecek, karşı tarafın çelişkilerini derinleştirecek ve saflarını karıştıracak özellikler yaratamıyor, aksine kendi safları karışıyor, kendi iç çelişkileri büyüyor ve derinleşiyorsa, bu türden bir “diplomasi” devrimci değildir. Karşı tarafın güçlenmesine, kendisinin güç kaybetmesine yol açan böyle bir uzlaşmanın, eninde sonunda teslimiyete yol açacağını söylemek kehanet olmaz.
Almanya’da bir proleter devrimin beklendiği dönemde, Sovyet Diplomasisi, hem sosyalist devletin çıkarlarını hem de Alman devriminin gelişmesinin çıkarlarını dikkate alan bir plan uygulamaya çalışmıştır. Böylece hem Avrupa’da süre-giden istikrarsızlıktan azami ölçüde korunmak, hem de Alman devrimine yönelecek bir uluslararası bastırma girişiminin önüne engel koymak isteniyordu. Sovyet diplomasisi, tek başına bunu başarabilme koşullarını bulamadı. Ama Alman devriminin yenilgisinin Sovyetler Birliğinin de yok edilmesi sonucuna dönüşmesini ve ekonomik ve siyasi bunalımın yarattığı tahribatın Sovyetler Birliği’ne yansımasını önledi. Bunu, Burjuva hükümetlerle, ayrı ayrı anlaşmalar imzalamayı deneyerek, birleşik ve tek programlı bir burjuva cephesinin doğmasını önleyerek başardı.
Son PKK açıklamasının başlattığı süreç, özellikle bu ilke açısından tümüyle ters sonuçlar doğurmuş görünmektedir. “Ateşkes”, karşı tarafın saflarını değil, Kürt ulusal kurtuluş hareketinin saflarını karıştırmıştır. Diğer yandan, aynı döneme rastlayan anlaşma protokolleri, karşı-devrim saflarında bir bölünmeye dayanmamış, aksine, PKK’nın bu saflar içinde kendisinin kabul edilebilir olmaya çalışmasını ifade etmiştir. ABD cephesinin unsurları olan Talabani, Barzani, Burkay, Özal kombinezonu güçlenirken, PKK, bunun içinde kendisine yer bulmaya girişmiştir.
Bundan daha vahimi, PKK, kendisinin esas gücü olan halk kitlelerini bu kombinezonun politikalarına yöneltmiş, kendi temel varlığını, karşı tarafın oyununa sokmuştur.
PKK’nın silah kullanma alanını daraltması, Hizbullah’a karşı eylemleri durduracağını açıklamasıyla başladı. Çeşitli yayın sokanlarında, önce “Hizbul-kontra” ile “Hizbullah” arasında ayrım bulunduğunun yazılmasıyla başlayan “mütareke girişimi”, bu, bölge çapındaki faşist-dinci örgütün düşman listesinden silinmesiyle sonuçlandı. Bu olay, PKK’nın çatışma alanlarını daraltma taktiği olarak değerlendirildi: bugün gelinen noktada, olayın gerçekte genel olarak gerilimi düşürme ve silahlı eylem alanını tasfiye etme sürecinin başlangıcını oluşturduğu söylenebilir, Bu girişimin de, devrimci diplomasi açısından herhangi bir kazanç sağlamadığı açıktır. Aksine, Kürdistan’daki karşı-devrimci odakların güç kazanmasına, kitle tabanını genişletmesine ve devletin etkinliğinin artmasına yol açtığı görülebiliyor.

SONUÇ

PKK, Newroz öncesi yaptığı açıklamada, tek taraflı “Ateşkes”in, bir süre için geçerli olduğunu da eklemişti. Şu andaki veriler, bu kararın geçici ya da sürekli olmasının önemli olmadığını, telaffuz edilen “bırakma”nın, genel çerçevesinin Ortadoğu’nun özel koşullarıyla ve özellikle de ABD politikalarıyla ilgili olduğunu gösteriyor,
Bu aşamada, Kürt halk kitlelerinin durumuyla PKK’nın mücadele yolu hakkındaki tercihleri arasında bir uyum bulunup bulunmadığını tespit etmek önem kazanmaktadır. Son Newroz kutlamalarında görülen farklı eğilimler, Kürt halk yığınları içinde, biri uzlaşmayı arayan ve devlet ve ekonomi sistemi içinde kendisine bir yer istemekten öte talebi bulunmayan mülk sahibi sınıflarla bunların temsilcilerinin oluşturduğu; diğeri ise devrim, bağımsızlık ve sosyalizm kavramlarını kavgalarının bayrağına yazmış bulunan Kürt yoksul emekçileri ve gençlerinin oluşturduğu iki ana eğilim bulunduğunu açığa çıkarmıştır,
Türk basını, siyasi partileri ve hükümet temsilcileri, birinci kesimin tümüyle Kürt halkının eğilimini temsil ettiği ve PKK’nın bu eğilime teslim olduğu izlenimini yaymaya özel önem vermişlerdir. Newroz’un “barış içinde ve şenliklerle kutlanan geleneksel bir gün” olması, “siyasete alet edilmemesi” gibi tanımlar, bu kesimin tercihidir ve devletin beklentilerine uygun düşmektedir.
Newroz’u her şeye rağmen, sloganlarla, bayraklarla, savaş çağrılarıyla kutlayanlar, yani “Ateşkes”i “silah bırakma” olarak değil, devam edecek olan mücadelenin bir ara evresi olarak görmek isteyenler, kendi hedeflerini emperyalistlerin amaçlarından ayırt etmesini de bilecek olanlardır.

Nisan 1993

Tarihten Güncele Kronstadt 1921

-Materyalist tarih anlayışının temelinde, çok sade ve basit bir gerçek vardır: Tarihsel olaylar, hareketler, kendilerini kuşatan toplumsal-maddi koşullardan soyutlanarak incelenemezler. Aksi, yani tarihe salt olgucu bir bakış, konu olan olayları, gerçek anlamda tarihselliğinden soyutlamakta ve böylece olayın üzerine oturduğu maddi-toplumsal örgünün anlaşılmasını imkânsız kılmaktadır.
Tarihselliği sağlayan toplumsal-maddi süreçlerin belirlediği ölçüde “kendine özgülükleri vardır olayların. Böyle olunca, tarih içinde karşılaştığımız birçok “aynı”nın, aslında “ayrı” olabildiğini, “aynı biçimlerin”, “ayrı içerik”lere sahip olabildiğini görebiliyoruz. Örnekler verilebilir. NEP dönemi önlemleri, kapitalizmi yeşertme programı olduğu halde, sosyalist inşanın geçlek bir aracı işlevi (S. Birliği özgülünde) taşıyor. Sosyalist iktidarın, devrimi korumak ve geliştirmek için başvurduğu zorunlu bir araç! Salt olgucu düşünmezsek eğer, devrimci bir araç olmadığı söylenebilir mi? Tıpkı Brest-Litovsk anlaşmasının büyük ödünler pahasına kabullenilmesi gibi,
Örnekler tersinden de çoğaltılabilir. Görünüşte devrimci talepler, sosyalist argümanlarla biçimlendirilmiş politik program ve hareketler, toplumsal-maddi koşulların terazisine vurulduğunda, karşı-devrimci bir içeriğin ifadesi olabiliyorlar. “Sovyet İktidarı” sloganıyla sahnelenmiş, Mart 1921’deki Kronstadt Ayaklanması gibi…
Yine, bir hareketin veya bir eylemin hangi sınıfın hanesine yazılacağı, direkt ona katılan, yükünü çeken kitlenin hangi sınıftan olduğuyla belirlenemez. Bu, işçi sınıfı için özellikle geçerlidir. Burjuva ideolojisinin, tüm “kendiliğinden”liklere nüfuz ettiği, nitelediği burjuva dünyada, işçilerin geliştirdikleri her eylem “işçi eylemi” sayılabilir ama, işçi sınıfının tarihsel eylemi olan sınıfsız dünya savaşımının bir unsuru olmayabilir, bilanço dışı kalabilir. Tıpkı Kronstadt ayaklanmasının emekçilerin tarihsel hanesine yazılamayacağı ve bu ayaklamanın bastırılmasının “işçi sınıfına karşı işçi iktidarı” gibi Bolşevik iktidara karşı çok kullanılmış burjuva argümanına kanıt sayılmasının olanaksız oluşu gibi…

KISACA DÖNEMİN ÖZELLİKLERİ
İngiliz yazar H.G.Wells, 1920 sonbaharında yaptığı Sovyet Rusya gezisindeki izlenimlerini aktardığı “Gölgelerdeki Rusya” adlı kitabında “Bir İngiliz ya da Amerikalı okurun, Rusya’yı etkileyen yoksulluğu ve perişanlığı göz önüne getirmesine olanak yok” diyordu. Evet, Dünya savaşı ve iç savaştan yeni çıkmış ülkede, 20 milyonluk bir nüfus azalışı gerçekleşmişti. 1920’de ağır sanayi üretimi, 1913’tekinin sekizde biri kadardı. Demir-döküm 200 yıl önceki düzeyine düşmüştü, ulaşım harabeydi. Tarım üretimi eskisinin yarısı düzeyindeydi. En basit ihtiyaç maddelerinde bile kıtlıklar görülüyordu.
İç savaş henüz son bulmuştu fakat, kapitalist dünyanın da desteklediği beyaz generallerin karşı-devrimci direnişinin kesin olarak bittiği söylenemezdi, Gürcistan’ın Karadeniz kıyılarında, Sibirya’da, beyaz birlikler hala vardı. Wrangel’in elinde ordusunun geri kalanı ve Tunus’taki Rus filosunu Fransızların sayesinde kullanabilme olanakları vardı. Sovyet hükümetinin dışarıdaki barış girişimleri, mülksüzleştirilmiş göçmenlerce önlenmeye çalışılıyordu. Bu durumda Bolşevikler, iç savaşın sürebileceği ve temkinli davranmak gerektiği inancındaydılar.

VE AYAKLANMA…
Böylesi bir ulusal ve uluslararası konjoktüre denk düşen Kronstadt olayları, 28 Şubatta Petropavlosk savaş gemisindeki karışıklıklarla başlıyor. 1 Mart’ta, bir bildiriyle taleplerini açıklayan ayaklanmacılar, 2 Mart’ta devlet binalarını ve stratejik noktaları ele geçirerek ayaklanmayı başlattılar. Baltık filosu komiseri Kuzmin ve Kronstadt Sovyet’i Başkanı Vasiliev ve başka sorumlular tutuklanıyor. Yönetim, “Geçici Devrimci Komite”dedir artık. Ve programları Kronstadt’ı, Bolşevik hükümetin ve Sovyet devletinin otoritesi dışına çıkarmak anlamına geliyordu.
Talepler:
-Şimdiki Sovyetler, işçi ve köylülerin iradesini yansıtmıyor.
-Köylü ve zanaatçının kiralık emek, kullanmadan üretim özgürlüğü,
-Kırdan şehirlere ticaret (satmak) için gelenlerin alışveriş özgürlüğü,
-Hükümet komiserlerinin fabrikalardan geri çekilmesi,
-İsçilere maaşlarının kağıt para olarak değil de altın olarak ödenmesi,
-Anarşistler ve sol-sosyalist devrimciler için basın ve ifade özgürlüğü,
-Tutukluların serbest bırakılması,
-Hiçbir Parti, ideolojik propaganda yapma imtiyazına sahip olmamalıdır.
-Köylü öğütleri ve işçi sendikaları için toplantı özgürlüğü,
Başlıca saydığımız taleplerle örülü bu programın dönemin nesnelliği içerisinde ne anlam taşıdığına geçmeden önce, ayaklanmanın nedenleri üzerine yapılmış tartışmalara değinelim.
Özellikle ilk yorumlarda, Bolşevikler arasında, ayaklanmayı doğrudan doğruya kapitalist dünyanın bir kışkırtması, bir komplosu olarak açıklama eğilimi yaygındı.
Kronstadt Ayaklanmasını, ayaklanmadan hemen önce Kronstadt’ta yapılan konferansta, Baltık Filosunun komünist komiseri Kuzmin’in aşırı sert konuşmasının kışkırttığı yolunda açıklamalara da rastlıyoruz. (Lawrence)
Troçki, Şubat ortalarında, Kronstadt’ta henüz bir karışıklığın olmadığı günlerde, Fransız gazetelerinde, Kronstadt’ta bir, ayaklanmanın olacağı haberinin verilmiş olmasının “karşı-devrimci komplo merkezlerinin yurtdışında bulunuyor” oluşunun kanıtı olarak sunuyor.
Kronstadt ayaklanmasının karşı-devrimci mültecilerle organik işbirliği ile hazırlanmış bir komplo olup olmadığı ve bu işbirliğinin rolü üzerine yapılan tartışmalara girmeyeceğiz. Karşılıklı iddialar mevcut. Sadece, önemli olması nedeniyle P. Avrich’in aktardığı ve Colombia Üniversitesi arşivlerinde bulunmuş olan “Rus Ulusal Komitesi” adlı mülteci örgülün arşivinde bulunan “Kronstadt’da bir ayaklanma örgütlendirilmesi üzerine memorandum-1921” başlıklı belgenin okunması gerektiğini söylemekle yetinelim. (P.Avrich. “Kronstadt Trajedisi” Aktaran Pierre Frank “Kronstadt” Ataol Yay.) Bu belge, yazarlarının Kronstadt’daki en azından belirli güçlerle işbirliğini açıklamaya yetiyor. Ama bir bütün olarak ayaklanmanın kendiliğinden başladığı da olasıdır. Önemli olan da bu değil zaten…
Ayaklananların gazetesi olan Kronstadt İzvestia’sında 3 Mart’ta yayınlanan bir bildiri şöyle gerekçelendiriyor ayaklanmayı: “Ülkemiz zor bir durumdan geçiyor Üç yıldan beri açlıktan, soğuktan ve ekonomik karışıklıklardan kırılıyoruz.”
Anarşisi yazar İda Mett, Kronstadt incelemesinde açlığın, sefaletin, haksızlıkların boy verdiğini yazıyor ama bu durumu yaratan nesnel zemini kavrayamıyor ya da kavramak istemiyor. Önemli olan Kronstadt olaylarının toplumsal ve siyasal niteliğini, devrimin gelişimi ve sosyalizmin inşa süreci içerisindeki önemini saptamaktır. Bunun dışındaki yaklaşımlar “barışçı türden duygusal sızlanımlar” olmaktan öteye geçemezler. Bu anlamda, anlatılan hikâyelerden derlenmiş olan Ida Mett’in incelemesinin tarihsel hiç bir değeri yoktur. Sadece “iyiler” ve “kötüler” vardır ve Bolşeviklerin payına tabii ki “kötülük” düşmüştür; hepsi o kadar!
Peki, bahsedilen bu ekonomik yoksunluğun, açlığın, sefaletin nedeni Bolşevikler midir?
Daha önce sözünü ettiğimiz H.G.Wells, Bolşevik değildi, ama bir gözlemciydi. İzlenimlerinden şu sonuca varıyordu:
” Bu perişanlığın ve yıkıntıya uğrayan ekonominin, Bolşevik yönetiminin bir sonucu olduğunu söyleyebilirsiniz! Ben buna inanmıyorum… Bolşevik hükümet, ne bu felaketlerin ne de onların var olmaya devam etmesinin sorumlusudur. Bu çatırdayan ve iflas eden büyük imparatorluğu, altı yıllık nefes tüketici bir savaşın içine sürükleyen komünizm değil, fakat Avrupa emperyalizmiydi. Yine, acı içinde can çekişen bu ülkeye bir seri akınlar düzenleyen, müdahalede bulunan, onu istila emelleri taşıyan ülkedeki ayaklanmaları Körükleyen ve ülkeyi zalim bir abluka altına alan da Komünistler değildi. Kinci Fransız tefecileri, jurnalci İngiliz düzenbazları, bu öldürücü perişanlıktan, herhangi bir Komünistten çok daha fazla sorumludurlar” (Aktaran “Yakın Çağlar Tarihi” Konuk Yay,)
İç dinamiğin belirleyiciliğini Lenin’in yorumlarında görüyoruz. Durumu yaratan kaynağı, sadece dış güçlerin kışkırtması olarak belirlememek gerekiyordu. Nitekim Lenin: “Baş düşmanın, niçin Yudeniç, Kolçak ya da Denikin değil de kendi koşullarımız olduğunu görmek” gerektiğini anlatıyor.
Krizin asıl maddi kaynağı ülkenin yaşadığı olağanüstü ekonomik geriliktir. Üretim, kentleri beslemeyi ve “asgari bir toplumsal örgütlenme” sağlamayı olanaksız kılacak bir kritik durum arz ediyordu.
Savaş komünizmi dönemi, üç yıl boyunca, müsadereye, ürün fazlasına karşılıksız el konulmasına razı olabilen köylülük -ki bu tavrıyla devleti kurtarmak zorunda olmuştur- artık sıkıntılara katlanamamaktadır. Bu üç yıl boyunca kent, köye hemen hiçbir şey vermedi, hep aldı. Bu durum, köylüler arasında Bolşevizm düşmanlığını kışkırtıyordu. İşte Beyazların, Uralların belli bölgelerinde, yarı-köylü, yarı-işçileri kazanabilmesi, anarşist Makhno hareketinin gelişmesi, sosyalist devrimcilerin Tambov’daki hareketi, hepsi de bu nesnel zeminde boy veriyordu.
Burada,” aynı zamanda “1917’nin Kahraman Kronstadt Denizcileri” söylemine de cevap olabilecek bir parantez açalım.
Petersburg’dan uzaklığı 20 mil olan Kranstadt,- 1700’ler Rusya’sının en önemli ticaret merkezlerinden biriydi. 1893’te Petersburg’a ulaşan kanalın açılmasıyla ticari önemini yitiren kent, siyasi ve stratejik önemini tüm Rus devrimleri boyunca hissettirmiştir. Ülkenin iç bölgelerinde değil de, Baltık Bölgesinde Avrupa’ya yakın bir noktada bulunması ve Petrograd’ın Baltık kıyılarını koruyan kalesi olması, Kronstadt’ın stratejik önemini arttırıyordu.
1905’te kara ve deniz erlerinin Çar’a karşı ayaklandıkları görülüyor. 1917’de Kerensky Hükümetine karşı yürüyen en seçkin, en güvenilir birlikler 1921’de Bolşeviklere karşı ayaklananlarla aynı Kronstadt’lılar mıdır?
Hayır, 1917 Kronstadt’ı ile, 1921 Kronstadt’ı aynı değildir. Nitelik olarak değişik bir kitledir artık. İç savaş süreci, Troçki’nin deyimiyle “Kronstadt ve bütün Baltık filosunda sistematik bir nüfus erimesine yol açtı.” Kronstadt devrimcileri, Ekim günlerinde bile, Petrograd’a, Don’a, Ukrayna’ya, kritik cephelere gönderildiler.
Ayaklanmanın lideri Petricherko’nun bir açıklamasından: “Kronstadt garnizonunun dörtte üçü, bazıları Sovyet deniz kuvvetlerine girmeden önce, güneyde anti-Bolşevik kuvvetlerle birlikte çalışmış olan Ukraynalılardan oluşuyordu.”
Zor yılların yarattığı yılgınlık ve tükeniş ruh hali, devrimci unsurlar arasında ve özellikle küçük burjuvazi içinde anarşizmi besliyor, olayların kaynağını bilen karşı devrimci kapitalist güçler durumu kışkırtmak için elinden geleni yapıyordu.
İşte Kronstadt’daki bu bileşim, geri kitle bilincinin, daha da kolay boy vermesinin ve kışkırtılmasının zeminini oluşturmada önemli bir faktör sayılmalıdır.
“Kötüleşen Durum”, 24 Şubat’ta yapılmış bir konuşma metni. Kronstadt’daki olaylardan hemen önce, Lenin, bu konuşmasında, özellikle ülke kırlarındaki üretim yetersizliğinin ve genel olarak ekonomik durumun kötüye gidişini, kuraklıktan, kulakların direnişine kadar çeşitli nedenleri ayrıntılarıyla sayıyor ve hoşnutsuzluğun genel bir karakter haline geldiğini vurguluyor, bir saptamada bulunuyordu:
“Bu hoşnutsuzluğu temelde kavramak gerekir; eğer bu, Sovyetler aygıtı aracılığıyla süratle yapılmazsa, doğrudan Parti aygıtı aracılığıyla yapılmalıdır.
Olağanüstü bir dönem yaşanmaktadır. Ekonomik yoksunluklardan kaynaklanan hoşnutsuzlukların belirlediği ve karşı-devrimci güçlerce de kışkırtılan kitlelerin geri bilincine teslim olmamak gerekiyor. Sosyalist iktidarın korunması ve bu kritik dönemin atlatılması belirli bir istikrarın sağlanmasını gerektiriyor. Ve hoşnutsuzlukların bilince çıkartılarak kavranması, bu istikrarın sağlanmasında önemli oluyor. Sovyetler bunu gerçekleştirmede başarısızsa, Partinin bu açığı kapatmaya çalışması, bu görevi üstlenmesi reddedilemezdi,

AYAKLANMA PROGRAMININ NESNEL ANLAMI

Daha önce sıraladığımız talepler, dönemin zorluklan ve sınıflar arasındaki siyasal denge ve iktidar mücadelesi hesaba katılmadan derlen, dirilirse, basit birer ekonomik-demokratik talepler olarak görünür.
Oysa savunulan program, esasen, başlıca iki talepte yoğunlaşarak gerçek anlamını buluyordu:
-Sınırlandırılmamış ticaret özgürlüğü;
-Yeni Sovyet iktidarı ya da “Bolşeviksiz Sovyetler!”
“Ticaret Özgürlüğü” Üzerine: Ayaklanmanın küçük burjuva karakteristiğini “sınırlandırılmamış ticaret özgürlüğü” talebi oluşturuyordu. Proletaryanın azınlıkta olduğu, köylü mülkiyetinin yıkım yaşadığı bir ülkede, bu küçük burjuva karşı-devrimi dikkatle incelenmeli ve teorik sonuçlar çıkarılmalıdır. Lenin, “bu küçük burjuva karşı devrim, hiç kuşkusuz ki; birleşmiş Denikin, Yudeniş ve Kolçak’tan çok daha tehlikelidir” diyor. Çünkü “sınırlanmamış ticaret” Beyaz Muhafızlar için bir atlama taşı, burjuvazi içinse, restorasyon yolu ve kesin bir zaferdir.
Kronstadt’ta savunulan “ticaret özgürlüğü”, Lenin’e göre “Proletaryanın, küçük çiftçilerle ilişkilerinde halen çözme(si) gereken zor sorunları ve görevleri bulunduğu anlamına geliyor.” Bu durumda asıl çözüm, sadece Kronstadt ayaklanmasının vb.lerinin bastırılması ile sağlanamayacaktır. Lenin bunu biliyor ve asıl görevin “kitlelerin koşullarını hafifletmek ve proleter önderliğini korumak” olduğunu vurguluyor.
Kronstadt pratiğinden çıkarılan dersler, parti içindeki bir süredir yapılan NEP tartışmalarını da bir anlamda yatıştırdı. “Ticaret özgürlüğü” talebi vardı ve bu soruna Partinin de yönelmesi, bu olağanüstü sıkıntılı koşullarda “özgün” geçici araçlar kullanmayı reddetmemesi gerekiyordu. Bu, zorunluluktu. Kronstadt, biraz da bu zorunluluğun kavranılmasında, Parti içi tartışmaların durulmasında hızlandırıcı bir etki yaptı. Hatta ayaklanmayla eş zamanlı toplanan X. Parti kongresinde, bağımsızlaşan ve kendi iç disiplinine sahip muhalefet gruplarının üyelerinin -M.K. üyesi olsa bile- bu tutumlarına son vermemeleri halindi Partiden ihraç edileceği yolunda bir karar alındı.
Marksist teoride, tartışılmayacak bir teorik doğru vardır; “proletaryanın rolü, küçük tarım üreticilerinin toplumsallaştırılmış kolektif çalışmaya geçişini yönetmektir.”
Ama teorik çerçeveyle, pratik-nesnel zorunluluklar arasında belirli bir mesafenin yaşandığı, teorinin öngörmediği bir pratik zorunluluğun kendini dayattığı bir dönemden bahsediyoruz.
Şöyle diyor Lenin: “… mevcut koşullar, sorunlarımızın çözümünü inanılmaz ölçüde zorlaştırdı. Geniş çaplı üretimin bütün faydalarını göstermeyi başaramadık. Çünkü üretim enkaz halinde ve varlığını güçlükle sürdürüyor.”
Kronstadt değerlendirmelerinde, farklı eğilimleri barındıran Troçkist cepheden, Victor Serge gibilerinin iddia ettiği gibi, NEP’in Kronstadt ayaklanması dönemi yürürlüğe sokulması ve Kronstadt programının taleplerine bir ölçüde cevap verir oluşu, bu hareketin haklılığını ispatlamış olmaz. NEP’le; toprak sahibi köylünün, spekülatörün, kulakların burjuva eğilimlerine bazı ödünler verilmiştir, ama bu, Bolşeviklerin programının, küçük burjuvazinin programıyla özdeş olduğu anlamına gelmez. En önemlisi de, bu ekonomik ödünleri, sosyalist iktidara, karşı-devrimci cephenin asıl amacı olan Politik iktidarı korumak zorunluluğu dayatmıştır.
“Her şeye katlanmak gerek, buna da katlanacağız; herhangi bir özgürlük ya da herhangi bir demokrasi sözü vermiyoruz.” diyordu Lenin ve köylülüğün önünde, burjuvazinin ya da Bolşeviklerin yönetimi arasında tercih yapma sorunu olduğunu, eğer bu tercih Bolşevikler yönünde kullanılırsa, “yönetimi elde tutmanın sınırları içinde mümkün olan her tavizde bulunuruz ve onları sosyalizme götürürüz” diye devam ediyor, ekliyordu; “Bizim bakış açımız şöyledir: İçinde bulunduğumuz dönemde, esasta, birleşik düşmanlarımızdan daha zayıf olduğumuz için ve ekonomik zeminimiz çok zayıf olduğu ve güçlü bir zemine ihtiyaç duyduğumuz için, büyük tavizler ve azami dikkat!” (Rus Kom. Partisinin Taktiği Üzerine-5 Temmuz)

“BOLŞEVİKSİZ SOVYETLER!” ÜZERİNE
Ayaklanmanın asıl karşı-devrimci niteliği, içerdiği politik iktidar hedefiyle, “Bolşeviksiz Sovyetler!” sloganında yoğunlaşıyordu.
İsyancıların gazetesi olan “Kronstadt İzvestia”sı, 14 Mart’ta şöyle yazıyordu: “Serbest ticaret değil, gerçek Sovyet İktidarı!” Asıl olan buydu. NEP’in sınırlandırılmış ticareti ile sorun çözülemezdi. Eğer soyut sloganlarla değil de gerçek toplumsal özlerle ilgiliysek, “gerçek Sovyet iktidarı” ile kastedilenin, “Bolşeviksiz Sovyetler” yani Sovyetleri Bolşeviklerin yönetiminden koparmak, onları tahrip etmek ve işlevsiz kılmak olduğu açıktır.
Deneyim vardı; Rus Sovyetlerinin, Menşevikler ve sosyalist devrimcilerin yönetiminde nasıl işlevsiz kaldıkları deneyimi, “komünistsiz Sovyetlerin proletarya diktatörlüğünden, kapitalist restorasyona geçişte, sadece bir ara-süreç anlamı taşıyacağını kanıtlıyordu.
Ayaklanmanın, karşı-devrimci rejim düşmanlarıyla bir organik ilişkisinin olmadığı varsayılsa bile, niyetlerden bağımsız bir nesnellik söz konusudur. Ülke içinde ve dışındaki Bolşevik düşmanlarının ortak heyecan ve tepkileri, yine hep bir elden Kronstadt isyancılarına desteğe dönüşmüştür kısa sürede. Önemli olan, kendilerinin başaramadığı, sosyalist iktidarın devrilmesiydi. Nasıl ki Bolşevik hükümetin NEP programı karşısında -kapitalizmi belirli ölçülerde yeşertme aracı güttüğünden dolayı- pek sevinemedilerse, Kronstadt denizcilerinin görünüşte devrimci “gerçek Sovyet İktidarı” sloganı karşısında da üzülmediler, sahiplenmekte tereddüt etmediler, Zira, Bolşeviklerin tasfiyesinden sonra işler kolaydı; Kronstadtlıların iyi niyetleri (!) halledilemez bir şey değildi!
“Bolşeviksiz Sovyetler” Sovyet iktidarının tüm düşmanlarını -Kadetlerden Menşeviklere kadar-bir araya getiren karşı devrimci bir cephe sloganıydı adeta. Varolan ekonomik yoksunlukların kışkırttığı geri kitle bilincine hitap eden bu tepkileri, Bolşevik düşmanlığıyla yoğurup, karşı-devrimci hareketin önemli bir unsuru haline getirme amacının üstü örtülü formülüydü; “Bütün İktidar Sovyetlere!” ama “Bolşeviksiz Sovyetler”e.
Kronstadt olayları, her türden karşı-devrimciliğin, proletarya diktatörlüğünün yıkılması adına, politik esnekliğinin sınırlarının bizzat “Sovyet rejiminin sloganlarını kullanmayı kabule dahi hazır olmaya” kadar genişletilebildiğini göstermiştir. Şubat 1917 sonrasındaki ikili iktidarın “Sovyetler” ayağının tasfiyesiyle ilgilenen karşı-devrim, Kronstadt’la birlikte “Sovyetler” argümanına sahip çıkmakta bir sakınca görmüyordu.
Lenin şunları söylüyordu: “… genel olarak burjuva karşı-devrimcileri sözüm ona Sovyet iktidarı adına Rusya’daki Sovyet hükümetine karşı ayaklanma çağrısı içeren sloganlara başvurdular.” (Parti Birliği Üzerine,-5 Mart 1921)
Burjuvazi ve toprak ağalarının temsilcisi olan Kadet Miliyukov’un değerlendirmeleri, burjuvazinin sınıf bilinçli tutumunun bilinçli örneği olması açısından söz edilmeye değerdir.
Sosyalist Devrimci Chernov’un, Kronstadt isyancılarına salık verdiği “Kurucu Meclis” önerisine karşı Miliyukov, acele edilmemesi gerektiğini, Bolşeviksiz bir Sovyetler iktidarının da desteklenebileceğini ve mevcut duruma göre asıl bunun savunulması ve desteklenmesi gerektiğini vurguluyordu.
“Poslednie Novosti” isimli gazetesinde, 11 Mart 1921’de şöyle yazıyordu Miliyukov: ” ‘Kahrolsun Bolşevikler! Yaşasın Sovyetler…’ sloganı, büyük olasılıkla, iktidarın Bolşeviklerden Sovyetlerde çoğunluğu kazanacak olan ılımlı sosyalistlere geçeceğini gösterir. Ilımlı sosyalistleri, Bolşeviklerle aynı doğrultuda değerlendiren pek çok insan vardır elbette. Bu bakış açısını paylaşmayışımız bir yana, bizim Kronstadt’ın sloganını protesto etmemek için başka nedenlerimiz de vardır. … İktidara sağın ya da solun yerleşmesini bir kenara bırakırsak, elbette geçici olacak olan bu onayın (yeni iktidarın onayının) ancak Sovyet tipi kurumlar aracılığıyla gerçekleşebileceği bizim gözümüzde çok açıktır. Geçiş ancak bu yolla sancısız biçimde gerçekleşebilir ve bir bütün olarak ülke tarafından kabul edilebilir.”
Burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin sahiplendiği “Bolşeviksiz Sovyetler İktidarı”nın, nasıl bir işçi iktidarı olacağı açık değil midir artık? Bu tavrı Lenin, Miliyukov’un şahsında, büyük burjuvazinin “olayların sınıfsal özünün ve siyasal güçler dengesini, küçük burjuvazinin liderleri Chenov ve Martov’lardan daha açık biçimde görüp anlaması” olarak değerlendiriyor. “Çünkü burjuvazi, kapitalist rejim koşullarında… demokratik cumhuriyet altında da kaçınılmaz olarak egemenliğini sürdürür.”
Miliyakov’un, Chermov’un “Kurucu Meclis”i karşısında “Sovyet iktidarı”nı savunması paradoks değildir. Siyasal dengeleri gözeten bir siyasal taktiktir. Sınıf mücadelesinin pratiği içerisinde öğrenilmiş “pratik diyalektik” bunu dayatmıştır, Şimdiki görev, Bolşeviklere karşı savaşmaktır. Tarihsellik kazanabilecek işçi iktidarına karşı savaş, bu olağanüstü dönem, Bolşeviklere karşı savaş olarak yoğunlaşmıştır. Kadetler, Menşevikler, Sosyalist Devrimciler, Anarşistler, hepsini karşı devrimci bir koalisyona mahkûm ve muhtaç eden bu gerçekliktir.
Aslında ayrıntılı olarak üzerinde durulması gereken ve yine o güne kadar teoride ayrıntılı olarak öngörülmemiş, pratiğin dayattığı bir durumla karşı karşıyayız. Sovyet-Parti ilişkisinin o günkü durumundan bahsediyoruz. Kısaca değinmeye çalışalım.
Sovyet düzeni üzerine söylenenler “Bolşeviksiz Sovyetler” sloganında ifadesini buluyordu. Bu ise, dönemin olağanüstülüğünde -daha sonralarının ünlü muhalifi, “Stalin’in parti diktatörlüğünün” düşmanı Zinovyev’in deyimiyle, zaman zaman parti diktatörlüğüne yoğunlaşan- proletarya diktatörlüğünün sonuydu. Evet, Zinovyev, Sovyet iktidarının, Partinin diktatörlüğü olmadan, değil üç yıl, üç hafta bile dayanamayacağını belirtiyor ve “sınıf bilincine sahip her işçinin proletarya diktatörlüğünün işçi sınıfının öncüsü olan Komünist Parti’nin diktatörlüğü dışındaki bir biçimde gerçekleştirilemeyeceğini bilmesi gerektiğini” söylüyordu. Ona göre, Parti’nin Sovyet organları ve sendikalar üzerindeki kontrolü proletaryanın çıkarlarını gerçekleştirmesinin tek güvenceciydi Mevcut durum, Sovyetler acısından, Lenin’in “Devlet ve İhtilal”de öngördüğü, bürokrasinin gereksizleştiği bir “doğrudan sınıf yönetiminin gerçekleşme biçimi”nden farklılıklar arz ediyordu. Yetkililerin, yürütme kurullarında yoğunlaşmaya başlandığı gözleniyordu. Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi’nin fiili siyasal gücünün Merkez Yürütme Kumlu ve Halk Komiserleri Konseyi elinde toplandığını, Kamanev, 1919’da toplanan VII. Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi’nde kabul ediyor ve bunu dönemin olağanüstülüğüne bağlıyordu. Aynı durum yerel Sovyetlerin işleyişine de yansıyordu. Lenin, bu olağanüstülüğü, emekçi kitlelerin yönetimi değil, fakat proletaryanın ileri kesimlerinin yönetimi anlamına geldiğini söylüyordu.
Türkiye’de de son yıllarda parti ile Sovyetleri karşı karşıya konumlandıran ve bunda, partinin rolünü asgariye indiren, Sovyetlerin rolünü ise tam tersine abartan anlayışlar kendilerine referans olarak Kronstadt olaylarını alabiliyorlar. Yani öngördükleri durum gerçekleşmezse, Kronstadt’ta olduğu gibi “işçi düşmanlığı” ve giderek “proletarya adına proletaryanın katliamlarına” tanık olunacağını söylüyorlar, önderlikten azat edilmiş kitleler veya işçi sınıfı! Bu, uvriyerizm, popülizmdir.
Parti ve devlet aygıtının yozlaşmasının, bürokratlaşmasının alternatifi -elbette geçiş dönemi ve o dönemin olağanüstü konjonktürleri için konuşuyuz- öncüsüz kitlelerin kendiliğinden bilincinin, komünist bilincin, kitle örgütlerinin ise parti aleyhine güçlendirilmesi midir? Bu, ileri işçilerin yerini, geri işçilerle ve de Sovyetler köylülüğü ve küçük burjuva aydınları da kapsadığı için köylü ve küçük burjuva unsurlarla ikame etmek olmaz mı? Bu anlayış Leninist önderlik faktörünün reddedilmesi
değil midir? Sosyalizmin güvencesi, kitle örgütlerini partiye karşı güçlendirmekte değil, kitlelerle kaynaşan, onlardan güç alan gerçek anlamda Leninist partidir.
“Katılm”, sosyalistlerce ahlaki bir zorunluluk olarak algılanmamalı. Sonra “katılım” her koşulda kararların ve belirleyiciliğin tabanda olması anlamına gelmemelidir. Başlı başına bir “amaç” haline getirilmemelidir. Önemli olan katılımın niteliği ve konusudur.
Öncüsüzlük anlayışını savunanlar, Paris Komünü’nü de örnek veriyorlar. Oysa Marx’ın da bu deneyimden çıkardığı önemli derslerin başında, önderlik eksikliği ve fazla “ahlakî” davranıldığı gelmez mi? “Ama olsun” deniliyorsa, “İktidar kaybedilse de, onurlu doğruyu yaparak yenilmiş olur” deniliyorsa, toplumsal devrimlerin ve dönüşümlerin tarihi önemleri kavranılmamış demektir. “Toplumsal alt-üst oluşlar yaşansın yeter, onun sürekli kılınması ve tarihsel olarak kalıcı kazananlara vardırılması, nitelik verdirilmesi önemli değildir.” anlayışıdır bu.
Öncüsüz bir sosyalizmden “Bir gün geriye dönüş söz konusu olduğunda bu, şanlı, şerefli bir dönüş olur, Paris Komünü’ndeki gibi…” deniyor. Hayır, Paris Komünü tam da öncüsüzlük ve bilinçli önderlik eksikliğinin yol açtığı sınıf tavrındaki zaaflar nedeniyle “geriye dönüş” olumsuzluğunu yaşama şansını bile yakalayamamıştır!
Sınıfsızlaştırılmış bir “kitle demokrasisinin, sınıf karşıtlıklarının, savaşımın sürdüğü geçiş dönemleri ve hele bu dönemin olağanüstü konjonktürlerinde savunulmasının pek bir anlamı yoktur.

AYAKLANMANIN SONU
Bolşevik hükümet 7 Mart’ta saldırı kararı aldı ve Kronstadt ayaklanması Mart’ın sonuna doğru bastırıldı. Bu, bazı iddiaların aksine büyük bir şevk ve heyecanla gerçekleşmedi ve yine bu isteksizlik Ida Mert’in göstermek istediği gibi yapılanın yanlışlığına olan inançtan kaynaklanmıyordu.
Zorunluluklar bazen trajik olabiliyor. Bolşevikler bu zorunluluğun sıkıntısını yaşıyorlardı.
Yapılan bir eleştiri de, “Hükümetin, ayaklanmayı kendi haline bırakması sorunu çözerdi” yolundadır. Oysa böyle bir durum yine de karşı-devrimci cephenin ve kapitalist dünyanın bu işe bulaşmasını önleyemezdi. Karşı-devrim cephesi, olaya “kan dökülmesinin önlenmesi” gibi salt ahlakçı bakmıyordu. Yani Kronstadt ayaklanması, isyancıların hiç bir eğilime angaje olmadıklarının, olmayacaklarının kabulü gibi en iyimser bakışla bile politik olmaktan kurtulamıyordu. Diyelim ki ayaklanma bastırılmadı, Kronstadtlılar yaşamı yeniden üretmek ve yeniden örgütlemek anlamında kimlere dayanacaklardı? Örneğin, yiyecek ihtiyacını nasıl karşılayacaklardı? Sovyet hükümetinden değil herhalde!
Ayaklanma sırası, Batı’daki borsa hareketliliği de, kapitalist dünyanın olaya duyarlılığının ilgi çekici bir örneğidir. Troçki, “Kronstadt ve Borsa” adlı makalesinde örnekleyerek açıklıyordu. Kronstadt olayları, Batı’daki borsalardan, Sovyet iktidarının yıkılacağı ve Rusya’daki Batılı sanayi işletmelerinin pek çoğunun eski durumlarına kavuşacağı beklentisiyle canlılık yaratmıştır. En çok ilginin, Rus hisse senetleri üzerinde yoğunlaştığını kaynaklarından aktarıyor Troçki.
Kapitalist borsadaki hareketliliğin de gösterdiği gibi, ulusal ve uluslararası karşı-devrimci koalisyonun tarihsel ortaklığının asıl zemini, kapitalist dünya sistemi içindeki kapitalist üretim ilişkileridir. Sokağın çıktığı alan burasıdır. Kronstadt ayaklanması, yine belirtelim, en iyimser anlamda bile kendiliğinden politikliğe yazgılıydı. Bolşevikler isyanı bastırmaktan başka ne yapabilirlerdi? İktidarı terk edebilirler miydi? Bu ne anlama gelirdi?
Anarşist yazarlar tek yolun Kronstadt ayaklanmasının zaferi olduğunu veya daha uzun bir sürece yayılmasının sağlanması gerektiğini söyleyerek aynı zamanda Bolşeviklerin tutumlarının da ne olması gerektiğini tersinden açıklamış oluyorlar. Taleplerin yerine getirilmesi müzakerelerle mümkün değildi. Bu, müzakerelerle iktidarın bırakılması anlamına gelirdi. Oysa ayaklanmanın bastırılışına karşı olan Troçkist Victor Serge’nin söylediği gibi “Devlet içinde embriyonik bir devlet oluşturacak kadar silahlandıklarında, muhaliflerini bastıramayan her devrim, bölünmüş durumda, kendini düşmanların darbelerine karşı savunmasız bırakır” (Rus Devriminin Bir Yılı)
Bolşevik iktidar devrilince ne olacaktı? Sorun, anarşistler için basittir: “Devletsizlik”, “iktidarsızlık”. Onlar için, kapitalizmin yıkılmasının, sosyalizmin inşasının, bir strateji ve sınıflar-arası güç ilişkilerine göre belirlenen taktikler gereksindiğinin bir önemi yoktur.
Ama bu boşluk doldurulmaz mıydı? Karşı-devrimcilerin, bu iktidar boşluğu için yıllarca çaba sarf ettikleri, Rus toplumunun yıllarca içinde bulunduğu, yaşadığı alt-üst oluşun sınıflar-arası iktidar savaşından başka bir şey olmadığı unutulmamalıdır. Anarşistlerin aksine, diğer karşı-devrimcilerin “iktidar” diye bir sorunları vardı ve yine, Kronstadt ayaklanmasının anarşist yazarların gösterdiklerinin aksine, ahlakî boyutu ötesinde, bu sınıflar-arası iktidar savaşımı bağlamında önemi vardı. Tekrar vurgulayalım ki, “işçilere karşı işçi iktidarı” gibi “etik” bir argüman ancak üçüncü sınıf bir tarih filminin senaryosuna konu olabilir, sınıflar savaşının nesnelliği açısından bir önemi yoktur.
Sonlarken; devrimlerin diyalektiği, devrimi yapan sınıf ya da sınıflar ittifakının iç çelişkilerinin ortadan kalkmadığını, devrimin doruğunda keskinliğin azaldığını, ancak yeni safhalarda, yeniden bütün keskinliğiyle ortaya çıktığını gösteriyor Bu durum, “devrim evlatlarını yer” gibi, olgunun nesnel zeminine vurgu yapmayan burjuva düşüncelerle açıklanamaz. Temelde yatan nesnellik, emekçi sınıflar veya proleterlerin bile “siyasal açıdan olduğu gibi, toplumsal açıdan da türdeş (homojen)” olmamasıdır.
Devrimin bu genel yasası, Kronstadt özgülünde de işledi. Ayaklanmanın bastırılışı, bazılarınca, Ekim Devrimi’nin ve Bolşeviklerin aşırılığı olarak nitelenmiştir. Aşırılıklar yapıldığı kabul edilse bile, bu durum eylemin tarihsel haklılığını gölgelemez. Kaldı ki, aşırılıkların yaşanmadığı bir devrim gösterilebilir mi? Aşırılıklar yüzünden, devrimin yol açtığı büyük tarihsel dönüşümleri yadsımak burjuva hümanizmasının türevidir. Bizzat devrimin doğasından kaynaklanır; neştersiz ameliyat yapılamıyor!
Devrim, öncesiz ve sonrasız bir “donmuş an” değildir. Devrim, süreçtir. Devrimin sürdürülmesi, iktidarın korunmasına içkindir. Toplumsallık niteliği ile süreklilik arz eden iktidar savaşı, devrimcilere, devrimden sonra, toz konmamış, dezenfekte pratiklere bulaşmamalarına, manastırlara kapanmalarına ne yazık ki imkan tanımıyor.

KAYNAKLAR
– Pierre Frank, “Kronstadt”, Ataol Yay.
– “Yakın Çağlar Tarihi”, Konuk ray,
– İda Mett, “Kronstadt 1921”, Sokak Yay.
– Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt: 2-3

Nisan 1993

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑