Ayaklanmanın düşündürdükleri Bir Filistin Vardı, Bir Filistin yine var…

Din, dünyanın soyut ve çarpıtılmış bir görünüşünü çizer. Örneğin “Kıyamet doğması”, masalsı öğelerden, kavram ve imgelerden arındırıldığında, ölmüş bir dünyanın yeniden ayağa kalkışına, sonuna kadar tüketilmiş hayatın, yeniden ve yüksek biçimler altında yaratılmasına olan inanca ve bunun toplumsal bir ihtiyaç olarak ifade edilmesine indirgenebilir.
Kıyam sözcüğü, Arapçada, ayağa kalkmak, ayakta durmak anlamına gelir. Kıyamet gününde bütün ölüler mezarlığından kalkacak kendilerini çağıran tanrısal sese doğru yürüyeceklerdir. Dünyanın sonu gelmiştir; herkes göksel adalet önünde hesap verecek, iyiler sonsuz cennete, kötüler ise cehennemin dibine gidecektir.
Gerçekten dinsel söylencenin çizdiği kıyamet tablosunda, insan toplumun bin yıllar boyunca yaşadığı binlerce tükeniş ve ayağa kalkışın ana çizgileriyle yansıtıldığını görebiliriz. Her ayaklanma, bir “dünya”nın tükenişini ve bu tükenişin ötesine geçiş için halkın ayağa kalkışını temsil eder. Ekonomik, kültürel, siyasal, sosyal vs. alanların her birinde ve topluca, kısaca hayatın bütününde kendisini yeniden üretebilme olanaklarının tıkanması ya da kilitlenmesi anlamında bir tür “son”a yaklaşmış olan “dünya”, ayaklanma ile yok oluşa karşı silkiniş gücünü gösterir. Eğer “üretim ve yeniden üretim”, toplumsal hayatın temel hareket biçimi ise, ayaklanma da, bunun engellenişini yoğun, hızlı ve kalkışmalı olarak kırılışını talep etmek olarak kendisini gösterir.
Ayaklanmanın bu içeriğinde, başlıca iki önemli özellik ayırt edilebilir: Birincisi, ayaklanma, yalnızca hayatın yeniden üretimini, yeni ve alışılagelmiş örgütlenmeler aracılığıyla sürdürür. İkincisi, ayaklanma, bir yandan böylece geçmişin bir aşılmasıyken, örgütlenmenin sınıfsal içeriği ve egemen siyasal üst-yapıya karşıt biçimlenişi ile geleceğin kuruluşlarının da çekirdeğidir. Başka bir deyişle, ayaklanma, geçmişin olduğu kadar geleceğin de ürünüdür.
Ayaklanma eyleminin, yıkıcılık ve şiddetle karakterize olması ile hayatın yeniden üretilemeyişine bir tepki olarak doğmuş olması gerçeği çelişir gibidir. Bir yandan tıkanan her türlü hayati etkinlik ayaklanma ile açılmaya çalışılırken, diğer yandan şiddet ve yığınsal kargaşa, bütün hayatın felç olmasına yol açar. Oysa burada bir paradoks gibi görünen şey, gerçekte apaçık bir çelişmenin çatışmalı çözülüşüdür. Çünkü bir tarafta zamanı geçmekte olan ilişkilerin ürünü olan aygıtlar ve kurumlar, diğer tarafta bu ilişkilerin tümünü artık kendisi için katlanılamaz bulan yığınların kalkışma içinde zorunlulukla oluşturdukları yapılar karşı karşıyadır. Ayaklanan yığınlar, kendi ilişki ve kurumlarını, eski hayat biçimi içinden çıkarmışlar, bunu yeni bir hayatın ilişkileri olarak egemen kılmak üzere harekete geçmişlerdir. Örneğin, egemen siyasal aygıtın ordu, polis, bürokrasi gibi kurumlarına karşıt olarak, halk kendi güvenlik ve savaş aygıtlarını yaratmış, dolaysız demokrasinin hayat bulduğu ayaklanma koşulları içinde ise bürokrasiye ihtiyaç duymamıştır. Bunun gibi, işlemez hale gelen bütün eski fonksiyonlar, aşağıdan gelen çözümler içinde ele alınmış, sağlık, posta, eğitim, iaşe vs. sorunlar, ayaklanma koşulları içinde ve ayaklanmanın sürdürülebilmesi için çözümlenmiştir. Tarihteki bütün ayaklanmalarda, bu karmaşık ilişkilerin, halk eliyle çözümünün şu ya da bu ölçüde kolaylıkla başarılabildiği görülüyor. Yığınlar, eski ilişkiler içinde sahip oldukları örgütlerini, sendikaları, dernekleri, kooperatifleri hatta spor kulüplerini, ayaklanarak yaşamak, yeni ihtiyaçları karşılamak ve ayaklanmanın ötesine geçebilmek için uyarlayabiliyor, dönüştürebiliyor ve yeni işlevlerle yükleyebiliyor.
TAŞ TOPLAMA VE TAŞ ATMA KOMİTELERİ
Filistin Ayaklanması, bu bakımdan çok ilginç örneklerle doludur. Bir “taşlı devrim” olarak sürdürülen bu özgün ayaklanma, belki de tarihte ilk kez, böylesine ilkel bir “silah” ekseninde bütün halkın örgütlenebilmesinin örneklerini yaratıyor. “Taş toplama ve taş atma komiteleri”, yalnızca belli bir protesto biçiminin sürdürülmesinin değil, sıradan ve günlük işlerin yığınsal katılımın konusu olarak ele alınmasının ve çözülmesinin, dolayısıyla da halkın bütün kesimlerinin kadın ve çocukların ayaklanma içinde diğer örgütlenme ve savaş biçimlerine bağlanabilmesinin araçları olabilmiştir. Daha genel bir açıdan bakarsak, kullanılan araçlar ve taktikler, yığınsal eyleme katılan herkesi, özel görevleri donatmakta, görevlerin birleşik bir hedefle koordine edilmesi ise, genel ve yapısal bir bütünlüğün doğuşuna yol açmaktadır. Böylece, İsrail egemenliği altında kendisi için yenilenme ve yeniden üretilme koşullarını bulamayan Filistin halkı, ayaklanma içinde bir ulus ve halk olarak kendi gerçekliğini yaratmaya, kendisinin egemen olduğu çok özel bir ilişkiler bütünü, bir hayat kurmaya girişmiş olmaktadır. Burada yeni olan şey, yalnızca var olan egemenlik biçim ve araçlarına karşı koyuş değil, bunların karşıtlarının da yaratılmakta oluşudur.
Bundan yüz yıl kadar önce yazılmış olan bir makalesinde Engels, ayaklanmada karşı karşıya gelen güçlerin durumunu çözümleyerek şöyle diyordu: “Düşman güçleri, her tür örgütlenme, disiplin ve otorite alışkanlığı üstünlüğüne sahiptir. Eğer onların karşısına daha üstün güçler çıkaramazsanız, bozguna uğradığınızın, hapı yuttuğunuzun resmidir.” Elbette, salt askeri bakış açısından ele alındığında, burada değinilen ilişkilerin ayaklanan yığınlar bakımından elde edilmesi mümkün değildir. Düzenli kolluk kuvvetlerinin ve ordunun profesyonel eğitim ile elde ettiği örgütlenme, disiplin ve otorite alışkanlığı üstünlüğü, aynı türden yapılarla karşılanamaz ve aşılmaz olarak kalacaktır. Örneğin, yoksul ve çıplak Filistin halkı, tepeden tırnağa silahlı ve organize İsrail Devleti karşısında, bu kavramların ifade ettiği ilişkiler bakımından hiç de üstün görünmüyor. Oysa “güç” kavramını bir başka alan üzerinde anlamlandırdığımızda, halkın direnişinin kaynaklarını başka bir yerde aradığımızda, Engels’in saptamasını doğrulayan sonuçlarla karşılaşırız. On ayı aşkın bir süredir Filistin halkı, hem tarih içinde oluşturduğu ve koruduğu, hem de gelecekte oluşturmak istediği bütün değerlerini, bütün olanaklarını, tek kelimeyle bütün hayatını ayaklanma için harekete geçirmiş bulunuyor. Taşla sürdürülen kavgaya hemen her anında ve her yerde eşlik eden genel grev, durdurulmuş, tatil edilmiş bir günlük yaşam görüntüsü verirken, isyanı bedeni ve ruhu ile ayakta tutan insanların güçlerini nasıl yeniden üretebildikleri, nasıl beslendikleri, olağan bütün hayati fonksiyonlarını nasıl sürdürebildikleri sorulmalıdır. Yayın organları, taş atan ve dükkânlarını açmayan bir toplum görüntüsü veriyor. Üretim, ticaret, eğitim, posta ve sağlık hizmetleri, böyle bir ortamda tamamen durmuş, toplumsal hayat donmuş gibi görünüyor. Bu görünüşün gerçeği yansıtmadığı çok açık. Ancak olup bitenler hakkında kesin bir bilgi de yok.
GEÇMİŞLE GELECEK ARASINDA BİR GEÇİŞ OLARAK AYAKLANMA
Her ayaklanma, en genel anlamda eskimiş ilişkilere bir tepki olduğundan, yaşanan ya da yaşanmış bir tarihin koşullarına bağlıdır. Böylece, kendisini doğmaya zorlayan nesnel nedensellik ilişkilerinin bir sonucu olma özelliği gösterir. Fakat bundan daha önemli olmak üzere, her ayaklanma, onu yürüten yığınların geleceğe ilişkin istek ve taşanları ile de belirlenir.
Aslında, ayaklanmanın doğasında bulunan, hayatın yeniden üretilemeyiş koşullarını aşma güdüsü, bir anlamda, sanki “eski iyi günlere dönüş” e özlem gibi de kendisini gösterebilir. Çoğu kez, tıkanmayı gideren reform önlemlerinin ayaklanmaları söndürebilmesinin nedeni budur. Ne var ki, ayaklanmanın bir diğer yanı, içinde toplumun geleceğinin kararlaştırılması ortamını taşımaktadır. Bir başka deyişle ayaklanma, geçmişle gelecek arasında bir ilişkidir. Onda, hem geçmişin toplam koşullan, nedenleri, ilişkileri, hem de geleceğe ilişkin tasanlar, özlemler, planlar bir arada ve birbiri üzerinde etkide bulunarak hareket ederler.
Kendiliğinden ayaklanmanın içeriğinde, kör yaşama güdüsü ile kör bir yıkıcılık, yağmacılık ve kundakçılık bir aradadır. Yalnızca geçmişe bağlı nedenlerin ve etkilerin kol gezdiği, gelecek kavramının ise kendisini açığa vurmadığı ve kör saldırganlık biçimi altında gizlendiği kendiliğinden ayaklanmaların, en kötü bir çöküşün uzantısı ve ona geri dönüşten başka yol bulamayacak olan ifadesi olduğuna hükmedebiliriz. Burada eski ilişkiler dağılmakta, fakat yeni ve yaşamaya yetenekli ilişkiler örgütlenememektedir. Böylece kurumlaşma düzeyinde örgütlülüğünü sürdürebilen egemen siyasal üstyapı, kendisine karşıt, aşağıdan gelişen bir iktidar ile aşılmayı uğrama tehlikesini kolayca gidererek, ayakta kalacak yeni bir hayatın ifadesi olmayı başaramayan toplumsal kalkışma sönecek ve toplum içten çürüyüşe sürüklenerek, dünün güçlerinin yeniden bugünün güçleri halinde hayat bulduğu ilişkilerin güdülen üreticisi halinde, kör bilincin “hayatı sürdürme” kaygısına teslim olacaktır. Yıkıcılık, bilinçli kuruculukla silahlandırılmadıkça, ayaklanma “ölümün ötesine geçiş” olamayacaktır.
Filistin ayaklanması, kendi toprakları üzerinde varlığına son vermek isteyen İsrail egemenliğini kırmak, kendi geleceğini kendi elleriyle kurmak isteyen bir halkın dilini konuşuyor. Geçmişte dönebileceği bir yer bulamadığından, yalnızca geleceğe bakıyor. Onu ölüler dünyasında tutacak hiç bir bağa sahip değil. Ama ölümün ötesine geçebilmek için de bütünüyle örgütlenebilmiş değil. Ayaklanmayı, gerçekten “ölüm ötesine geçiş için diriliş” kılan şey, kıyamet doğmasında olduğu gibi, bütün yaratıcı etkinliğin kaynağı olan gücün “çağına sesine” yönelmektir. Modern sınıf ilişkileri üzerine yükselen toplumsal kuruluş çağında bu sesin sahibi proletaryadır. Ezilen bir halkın tam ve kesin kurtuluşa ulaşabilmesi için, mücadele yolunun, hayatın tepeden tırnağa işçileştirilmesi sürecine sokulmuş olması gerekmektedir. Bu süreç, elverişli toplumsal bir zemin üzerinde, ayaklanmanın hemen içinde ve ayaklanma içinde gerçekleşebilirdi. Başkaldıran halkın bütün kesimleri, örgütlü ve silahlı işçi yığınlarının eylemli politik öncülüğünü tanır, kendi örgütlenmelerini onun oluşturduğu modellere uyarlı hale getirir ve mücadelesini onun disiplinli gücünün bir parçası kılabilirse, daha ötesi, yeniden üretilmekte olan hayat, bu anlamda işçileştirilebilirse, ayaklanma, gerçekten eski dünyanın bütün güçlerinin tümüyle tüketilmesi ve ölümün ötesine geçilmesi anlamı kazanabilirdi. Filistin halkı, bu olanaktan şimdilik uzaktır ve önünde ancak üretimin ve dolaşımın ulusallaştırılması için olanaklar vardır. Filistin halkı, kendisi için kurtuluşun, bir vatana ve ulusal bir kimliğe sahip olmaktan ibaret olduğunu düşünüyor. Ama bunun yalnızca bir başlangıç olduğunu da anlayacaktır.
Uzun ihtilalci bir hayatı, varlığının temel biçimi olarak sürdürmüş olan Filistin halkı, bütün geri ve engelleyici güçlerin çevresinde dönüp durduğu koşullarda bile, bölgenin en demokratik ülkesini kurmaya adaydır. Demokrasi, daha bugünden, ayaklanmanın bir gereği ve koşulu olarak halkın hayatında özümsenmiştir. Artık kendi içinden egemenler de dâhil hiç kimse Filistin emekçilerine ve işçilerine, kendileri adına ve tepeden karar verme ve yönetme biçimlerini kolay kolay dayatamayacaktır. Egemen sınıflar kendi iktidar biçimini kabul ettirebilmek için, belki de ayrıca Filistinli kanı dökmek zorunda kalacaktır. Halkın ayaklanma içinde oluşturduğu iktidar organlarının hayatını tehlikeye sokabilecek en önemli şey, kararlaştırıcı an geldiğinde, halkın hala “taş çağında” bırakılarak, modem silahların “onun adına” başkası tarafından elde tutuluyor olması olacaktır. Silah ve iktidar ilişkisini, siyasal mülkiyetin ayaklanma sürecinde kazandığı sınıfsal içerik bakımından değerlendirmeliyiz. Bu açıdan bakıldığında, şunları söyleyebiliriz: Filistin halkı, ayaklanma içinde kendisini yönetmek ve kendi hayatına egemen olmak için geliştirdiği her türden örgütlenmeyi, siyasal çözümün temeli olarak kullanabilme yeteneğini gösterir ve bunu silahı elde tutarak yaşatmayı başarırsa, kurtuluştan sonra, şuadan ve yerleşik Arap rejimlerine benzeyen bir rejime mahkûm olma tehlikesini atlatabilir. Bu, aynı zamanda, devrimin yeniden ve genişletilerek üretilmesi sürecini göze almak demektir. Ya kesintisiz olarak demokrasinin işçileşmesi yoluna girilecek ya da devrimin kendi üzerine kapanarak sönüşüne, kurtulduğu ilişkilerin bir başka biçim altında yeniden egemen olmasına katlanılacaktır.
Bugünün Filistin’inde, kuşkusuz ikinci olasılığın ağırlık taşıyor olmasında, ayaklanmanın bir işçi karakteri taşımıyor olmasının rolü belirleyicidir.
Filistin ayaklanması, kendisini sevgi ve biraz da kıskançlıkla izleyen bütün ezilen halklara pek çok şey öğreterek devam ediyor.
Çok somut olarak, halkın günlük hayatı sürdürme, ayaklanma içinde yaşama ve ayaklanmayı yaşatmak için yaşama yollarını nasıl açtığı incelenmelidir.
Ayaklanma öncesindeki her türden örgütlenmenin, ayaklanma koşullarında dönüşmesi ve değişmesi izlenmelidir. Bunların daha ileri bir toplumsal kuruluş için olanak taşıyıp taşımadığına, halkın kurtuluş sonrası hayatında nasıl bir rol oynayacaklarına dikkat edilmelidir. Özetle, Filistin Ayaklanması, önce yeni tipte halk örgütlenmesinin yaratılışı ve bunlar aracılığıyla hayatın yeniden üretilişinin bir ortamı olarak; ikincisi, geçmişin etkilerinin bir sonucu ve geleceğin tohumu olarak incelenmelidir.

Aralık 1988

“Adressiz Sorgular” Üzerine

(Adressiz Sorgular, Derleyen: Yaşar Ayaşlı. Yurt Yayınları, Haziran 1989)

Tarih Yapmak, Tarih Yazmak
Türkiye’ de ilk Komünist Partisi’nin kuruluşundan bu yana yetmiş yıla yakın bir zaman geçmiş olmasına karşın, böyle bir partinin, siyasal mücadelenin çok boyutlu ve hayatın her alanını kapsaması beklenen deneylerine ilişkin özgün bir literatür oluşamamıştır.
Komünist ve sosyalist hareket, parti ya da akımların ancak chronique’i diyebileceğimiz, yani yalnızca olayların art arda gelişinin sıralanmasından ibaret dökümü biçimindeki yazımı ise, ya akademik endişelerle, siyaset ve toplum bilimlerini ilgilendirdiği ve Türkiye’nin devlet ve toplumsal ilişkiler genel düzeyinin ihtiyaç duyduğu kadarıyla yapılmıştır, ya da siyasal polis ve haber alma teşkilatlarının arşivlerine dayanan güdümlü denemelerle sınırlı kalmıştır.
Bizzat eski kuşaktan komünistlerin yazdıkları da kırık dökük anıların ötesine geçmemiştir. Bunların hemen hemen tamamı, kişisel ‘ve öznel değerlendirmeleri, kırgınlıkları, öfkeleri, hizipler arası çekişmeleri aktarmaktan ibarettir ve ciddi bir tarih yazımı için ancak titizlikle ayıklanarak kullanılabilecek ikinci dereceden belgeler değeri taşımaktadırlar. Kısacası, Türkiye’de geleneksel “komünist” hareket, tarihi yapan gerçek gücün, üreten, dövüşen gerçek insanların hayatında ve eyleminde yer almamak anlamında bir tarihten yoksun olduğu gibi, kendisinin toplumsal ve siyasal hayat içinde anlamlandırıldığı bir bilimsel incelemenin konusu olmamak bakımından da, bir tarihten yoksundur.
“Adressiz Sorgular”ın, önce tarih yapmak ve tarih yazmak alanında bir işlev yüklendiğini tespit etmek gerekiyor.
Söz konusu kitap, önümüzde bir “anılar derlemesi” gibi duruyor. Eğer “işkencede Direniş Üzerine Kısa Bazı Dersler” başlığını taşıyan ve bir direniş teorisinin ana çizgilerini veren ilk bölüm yazılmamış olsaydı, onu yalnızca bu yönüyle de dikkate değer bulabilirdik. Ne var ki, siyasal mücadelenin diğer pek çok yanını, özelliklerini ve ilişkilerini de yoğunlaşmış haliyle kapsayan “işkencede direniş” sorununu en genel ve temel çizgileriyle inceleyerek teori düzeyinde ele alan bu bölüm, kitabı yalnızca bir anılar derlemesi olmaktan çıkararak, siyasal tarih yazımının bazı problemlerinin çözümü düzleminde ele alabilmemize olanak sağlıyor.
Her şeyden önce kitabın bu bölümü, insanın politik eylem içinde kazandığı, düşünsel, ahlâki ve bedensel olanakları, bu mücadele aracılığıyla geliştirdiği özellikleri ve nihayet bunların değişen koşullar karşısındaki hareketliliğini (kendi içindeki dönüşmeleri, zenginleşmeleri, etki gücünün yayılmasını vs.), işkence gibi çok özel bir “politik ilişki” zemininde geliştirilen tezler içinde bütünleştiriyor, genel bir politikanın yapı taşları olarak değerlendiriyor. Böylece bütün kitap boyunca pek çok somut-zengin örneği verilen direnişçi tutumun, kişisel/bireysel birer istisna durumu olmadığı gösterilirken, hem geçmişteki deneylerin birliği sağlanıyor, hem de gelecekteki direnişlere temel teşkil edecek bir perspektif sunulmuş oluyor.
“Adressiz Sorgular”ın, onu politik literatüre tarih yazımı kapsamıyla sokan ilk özelliği budur. Böylece, teori düzeyine yükseltilmediği için kişisel kalan, yalnızca geçmişte olup bitmiş özel bir yaşantıyı aktaran röportajlardan, anılardan farklı olarak, “Adressiz Sorgular”, genelleştirilebilir temel özellik ve ilişkileri, onların açığa çıkarılmasını okuyucuya ya da başka bir araştırmacıya bırakmayarak, teorik alanda yeniden üretilmiş hali içinde ve “genişletilmiş bir yeniden üretim” için madde olabilecek tarzda sunmaktadır.
Bilim olarak tarih, bilgi haline getirilmiş hayat olarak tanımlanabilir. Bilgi ise, ancak bütünsel kılınmış, zorunlu ve sürekli ilişkileri esas alan kategoriler içinde geliştirilebilir. Bu, toplumsal hareketlilik içinde bir etkinliğe dönüştürülebildiği ölçüde tekrar tarih haline getirilir. “Adressiz Sorgular”ı, tarih yazımı kapsamında ele almamıza olanak veren diğer bir özelliğini, işte, onun şimdi yalnızca geleceğe ilişkin bir işaret olarak koyabildiği bu noktada buluyoruz: Tarihi yapanın ve yazanın tek bir bütünsel süreçte birleşmiş olması. Yalnızca bu, gerçek anlamda bir “politik tarih” ortaya çıkarabilir.
Eski TKP’nin tarihsizliği, bu eksiklik, her şeyden önce, bütün hayatı tasfiyelerle alt üst olmuş partinin süreksizliğine bağlanabilir. Öyle ki, her dönemin kişileri, olayları, bir diğerinden ve öncesinden kopmuş, sistemli bir araştırmaya konu edilebilecek bir düzenlilik ve bağıntılılık, sıklık ve tekrarlanabilirlik doğmamıştır. Bir olayın, olgunun “ilgi nesnesi” haline gelebilmesinin ilk koşulu, onun yeniden üretilebilir bir oluş ve gelişme içinde bulunmasıdır. Tekrarlanan, düzenli ve bağlantılı olan, böylece “tesadüfî” olmadığı görülen olaylar, dönüştürücü insan etkinliğinin, demek ki insan tarihinin bir yanı haline gelirler: Bir kez olup geçenler, kendi oluşunu bütünsel bir varoluşun öğesi olarak geliştiremeyenler, bağlantıyı yeniden inşa edebilecek bir etkinliğin doğuşuna kadar ya da sonsuza dek kaybolurlar. Geçmişte olup bitenler, eğer ulusların, sınıfların hafızasında yer etmemiş ve onların politik varoluşlarında bir etken öğe haline gelmemişse, bir başka deyişle maddi hayatın sürüp giden bir özelliği olmamışsa, “tarih-bilgi” konusu olmalarına neden yoktur. Yalnızca, toplumsal ilişkiler ve çatışmalar içinde karşılıklı hegemonya ve iktidar mücadelesi veren sınıflardan herhangi birinin ideolojik-politik ihtiyaçları ve erekleri, “olup bitmiş” olanı kaybolmuş zamanın sisleri içinden bulup çıkarmayı ihtiyaç haline getirirse, o neden doğmuş olur. Her sınıf, tarihi, yapmak istediği biçimde yazar: yeter ki, geçmişte geleceğinin belirtisini gerçekten bulabilsin.
Diğer yandan, bir siyasal hareketin hem tarih yazımı anlamında siyasal tarihinin, hem de toplumsal ilerlemenin bir etkeni olmak anlamında toplumsal tarihin öğesi olarak değerlendirilebilmesi, ancak onun mücadelesinin nesnel olarak bu olanağı yaratmış olmasına bağlıdır.
Böylece, “bir tarihe sahip olabilmenin”, iki kriteri olduğunu ileri sürebiliriz: Bir sosyal olayı, bilgi nesnesi durumuna yükseltebilecek özellikler içinde ileriye taşımak ve bir sosyal sürecin etkin öğesi olacak tarzda, özellikle de politik ilişkiler alanında, yeniden üretebilmek. Bu açıdan, “Adressiz Sorgular”ı, yalnızca yoğunlaştığı konu bakımından ele alsak bile, bir direniş tarihinin yazılmasının teorik ve pratik öncüllerini derlemiş olarak değerlendirebiliriz. Onun derlediği malzeme, belli bir zamanın en karakteristik olgusunu (o zaman kesitinin temel ve genel özelliklerini en kristalize haliyle ve diğer ilişkilerin-olayların da kendisinden çıkarsanabileceği bir yoğunlukla kapsayan olgusunu) sergilemektedir. Buna ek olarak, ortaya koyduğu genelleme, ileri sınıfın eyleminde yeniden üretilerek, tarihi yapanların elinde mücadelenin bir öğesi olarak hayat bulacak değerde ve önemdedir.
İnsan ve Devlet
“Zoon politikon” (toplumsal hayvan) terimi, Aristoteles’e aittir ve insanı, toplumsal işbölümünün sınıfsal yapısı içinde yeniden tanımlama ihtiyacına antik-çağ için verilmiş bir cevabı temsil eder.
Aristoteles’e göre, devlet örgütlenmesinin kapsadığı toplumsal ilişkiler dışında kalan insan, ya devletin altındadır, ya da üstünde. Öyleyse ya bir hayvandır, ya da bir “tanrı”! (“Aristoteles, Copleston Felsefe Tarihi c.1 sf. 116)
Modern sınıflı toplum, devlet ve birey arasında kurulan bu antik ilişkiye yeni bir anlam, gerçekte bütün sınıflı toplumlarda içkin olan karşıtlığı açığa vuran bir anlam yükledi. Buna göre, insan devleti aşabilirdi: Aristoteles’in düşüncesinde ancak bir “tanrı”ya yakıştırılabilen bu nitelik, modern toplumda sınıf mücadelesinin son sınırına vardırılmış bir ürünü ve hedefi olarak, gerçekleşme olanaklarıyla birlikte doğmuştu. Yeni sınıf ilişkileri ve özellikle de bir sınıf olarak kendi varlığına son verebilme yeteneğinde olan yeni sınıfın -proletaryanın? tarih sahnesine çıkmış olması, geçmiş yüzyılların bir ütopyasını, ciddi ve bilimsel olarak öngörülebilir bir program haline getirmişti.
Kuşkusuz, ancak bir devlet organizasyonu altında yaşayarak “zoon politikon” olabilen insanla, devletsiz de yaşayabilen, ancak devletsiz yaşayabildiği zaman gerçekten insan olacağını bilen insan arasında, yalnızca zamanla değil, özellikle “mülkiyet” kavramıyla belirlenmiş bütün ilişkilerde kendisini gösteren bir tarih uçurumu bulunmaktadır. Özetle, geçmişte daima hayvanlıkla olan bağıntısı içinde tanımlanabilen insan, mülkiyet ve onun bir sonucu olan devletle zorunlu tarihsel ilişkisi sona erdiğinde, dolaysız olarak kendisiyle tanımlanabilecektir. (3) “Düşünen hayvan”, “alet yapan hayvan”, “konuşan hayvan” vs gibi bütün tanımlar, insanı özel bir yetkinliği ya da eylemiyle hayvandan ayıran, ama gene daima cins bakımından hayvana bağlayan teorilere dayanırlar. İnsanlığın sınıfsız topluma kadar olan bütün çağları için bu yaklaşım anlamlıdır. Özgürlüğün dünyası öncesinde insan, zorunluluğun dünyasında kaçınılmaz olarak, hayvanlığın bir devamıdır.
Toplumsal evrimin bu teorik çizgisi, bize “yeni insan” kavramını kurma olanağını veriyor. “Yeni insan”, her şeyden önce, mülkiyetten özgür kılınmış, bu sayede de devlet ihtiyacının üzerine çıkmıştır. Aristoteles’in “tanrılık” düzeyine yükselttiği devletsiz de yaşabilen o varlık, özgürlüğün dünyasında “yeni insan” olarak gerçekliğini bulacaktır. Özgürlük ve mülkiyet kavramlarının birbirine bağımlılığını, mülk sahibi sınıflar açısından ele alarak, mülksüz insanın özgür olamayacağını ileri süren teori ve inançların aksine, insan soyunun hayvanlıktan tam toplumsal kopuşunun ve zorunluluğunun dünyasından özgürlüğün dünyasına geçişin, mülkiyete dayalı toplumsal ilişkilerin ilgasıyla mümkün olacağını öngören teori arasında, insan ve yeni-insan kavramlarının içeriğine verdikleri anlamda görülen farklılığı değildir. Birinci görüş, “yeni insanı” tanrı katına yükseltip bilinemez bir geleceğin gerçekleşmesi pek mümkün olamayan ideali olarak tanımlarken, ikinci görüş, her yeni toplumun kendi geleceğinin yapı taşlarını geçmişten bugüne ağır ağır ve saçarak taşıdığını, biriktirdiğini ve yeni kuruluşu, için seçerek kullandığını ileri süren tarih görüşüne uygun olarak, “yeni insan”ın da, dünün ve bugünün olanaktan içinden ortaya çıkacağını ileri sürer. Birincisi, gerçek insanı gökyüzüne fırlatıp atarken, ikincisi, yeryüzü toprağı üzerinde, onu bugünden yaratmaya çalışır.
“Adressiz Sorgular”ın “İşkencede Direniş Üzerine Bazı Kısa Dersler” başlığını taşıyan bölümü, yeni insan kavramıyla işkencede direniş arasındaki ilişkiyi gösterirken, bize konunun bu evrensel boyutunu düşünme fırsatı veriyor. Kitabın bütün gösterdiği odur ki, “yeni insan” kavramı, “insan” ve “devlet” kavramlarının çelişmesinden, onun aşılmasından doğacaktır.
Bazı Perspektifler
“Adressiz Sorgular”, kendi amaçlarından birisini, “işkenceye karşı mücadelenin bu güne kadar ya hiç işlenmemiş, ya da üstünkörü geçiştirilmiş bir yanını ortaya koymak” olarak açıklıyor: Buna göre, işkenceye karşı kamuoyunda yürütülen ve işkencenin teşhirini, insan haklarının ilerletilmesini ve suçluların cezalandırılmasını sağlamaya yönelik mücadelenin yanışına, bunlardan daha önemli olmasına rağmen, neredeyse arabesk bir işkence edebiyatına kurban edilen, çok çok hümanizm ve demokrasi adına “dökülen gözyaşları arasında boğuntuya getirilen” işkencede direniş cephesi bulunuyor. Kitap özellikle bu ikinci yanı öne çıkartan bir perspektife sahiptir ve bununla “direnme kapasitesini yükselterek, işkencecilerin amacına ulaşmalarına engel olmak” hedefi gözetilmiştir.
Belki de pek çok vesile ile araştırılıp tartışılma ihtiyacı duyulan, sosyal, ideolojik, siyasal pek çok sorun, “Adressiz Sorgular”ın bu saptamasıyla, özel bir ilişki ekseninde yeniden gündeme getirilebilir.
Örneğin, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül askeri harekâtlarının ardından ortalığı bir kendine acındırma, sızlanma, “mazlum ahi” edebiyatının kapladığı, fakat son döneme kadar, direnişe, onura, özel bir alanda da olsa kazanılmış zafere neden yer ver verilmediği sorusundan yola çıkılarak, ilgiyi bu yönelişinin tarihsel, sosyal, kültürel, psikolojik kökleri araştırılabilir. Bu, bizi belki de Türkiye’de sınıf mücadelesinin kendine özgü, gizli kalmış kimi boyutlarının keşfine götürebilir.
Ya da, edebiyatta olsun, siyasal-aktüel haber, iletişim kanallarında olsun, sorunun yalnızca bu yanının öne çıkarılmasının ardındaki ideolojinin, dönüp dolaşıp “devrimci ideoloji” yerine geçmesini, bununla da kalmayıp, devrimci-demokrat çevrelerde daha sığ, daha geri, adeta dinsel bir içerik kazanarak tedavülde tutulmasının nedenleri ve sonuçları tartışılabilir. Böylece devrimci politik hayatta, kitlelerin ruh halinin oluşumunda ya da inançlarının ve algılama tarzlarının gelişiminde, genel olarak devrimci pedagojinin unsurlarında, karşı-sınıfların mücadelesinin, yozlaştırıcı ve saptırıcı etkisinin hiç olmazsa bir yanı değiştirilebilir.
Gene bu saptamadan hareketle, egemen siyasal-üstyapı içinde kalarak, onunla ilişkiyi en azından hegemonyayı reddetmemek anlamında dışta kalmamayı seçerek teori üretenlerin konumuna esaslı bir büyüteç tutulabilir. Örgütlenmenin ya da politik faaliyeti sürdürmenin “düzen içi” niteliği ile bu tutum arasında, dolaysız kimi ilişkiler bulunabilir…
Ne var ki, bütün yararlarına rağmen bu tür çalışmalar sonuç olarak söz konusu kitabın kimi perspektiflerini, yalnızca araştırma düzleminde ileri götürmeye hizmet eder. Oysa bu kitap, elbette dikkatle incelenmesinin yaraşıra, mutlaka aşılmalıdır da.
Kitapta yazılarıyla yer alanlar, mücadelelerini şimdi yazarak da sürdürüyorlar ve böylece, kendi zaferlerinin herkesin zaferi olmasına katkıda bulunmak istiyorlar. Bu nasıl gerçekleşebilir? İşkenceyi, ona karşı direnerek tersine çevrilmiş bir silah haline getirerek yenmek ve bunu yalnızca birkaç kişinin, bir grubun eylemi olmaktan çıkarıp toplumsal bir tavır olarak genelleştirmek nasıl ve nerede mümkün olacaktır?
Elbette, deneylerden dersler çıkarılıp bunların yayınlanması, bunun başarılabilmesinin çok önemli bir unsurudur; fakat bununla sınırlı kaldığı sürece kendi başına bu çaba yetersizdir. Önemli olan teorinin maddi güç halini alması ise, bunun yolunun önce bilgiyi sınıfın politik örgütü içinde ve sınıfın bir özelliği olarak yeniden üretebilmekten geçtiğini bilmek gerekiyor. Bunun sınıfın hafızasına, artık ve kısmi ve dönemsel özelliklere bağlı bir olay olarak değil, işkenceyi bütün kökleri ve sonuçlarıyla insanlığın tarihinden silip atacak bir “Nuh Tufanı”nın örgütlenmesiyle mümkün olacağının bilinci halinde kazımaktan geçtiğini bilmek gerekiyor. Sınıfın hafızası onun politik örgütüdür.

Şubat 1990

Ermenistan-Kürdistan Hattında Türkiye

Ermenistan ile Azerbaycan arasında, Karabağ ekseninde başlayan çatışmalar, yalnızca bölgeye özgü olmaktan çıkarak, hem Türkiye’nin yüklü iç ve dış politika gündeminde ağırlıklı bir yer tuttu, hem de çok yönlü uluslararası ilişkileri yakından ilgilendiren siyasal, diplomatik ve ekonomik özellikleriyle bir dünya sorunu halini aldı. Türkiye’nin iç ve dış politik gündeminin karakteristikleri kuşkusuz yalnızca Ermenistan ve Kürdistan kavramlarına indirgenemez. Ancak güncel gelişmeler, şu anda bu iki faktörün birbiriyle ilişkilendiği özel bir tablo ortaya çıkarmış bulunuyor. Türkiye’nin şubat ve mart aylarındaki gündemi Ermenistan ve Kürdistan çizgisinde belirlendi. Bu yazımızda Karabağ krizinin Türkiye’yi ilgilendiren yönleri üzerinde duracağız.

BURJUVA MUHALEFETİN AZERBAYCAN “POLİTİKASI”!

Karabağ’daki Ermeni milislerin Azeri halka saldırısı, Türkiye’de değişik tepkiler yarattı. Burjuvazinin politik aygıtları, iç politikanın , ihtiyaçlarıyla diplomasinin gerilimli bağlantıları arasındaki dengeyi zorlayan bu olay karşısında, genel, uzun vadeli planlarla, özel propaganda nemalarının birbirine geçtiği bir özellik gösteren tavırlar geliştirdiler.
Türkiye kamuoyunun başlıca odakları, Azerbaycan’la olan tarihsel, kültürel, ulusal bağları öne çıkaran ve diğer yandan Ermenistan’a karşı yerleşik önyargıları temel alan bir yaklaşımı yerleştirmeye gayret gösterirken, devlet ve hükümet düzeyinde, “soğukkanlı”, “barışçı”, “uluslararası dengeleri ve ilişkileri gözeten” bir tutum tercih ediliyordu.
Bu farklılık, özellikle sağ basının kahramanlık ve zavallılık temalarının bir arada kullanıldığı kışkırtıcı yayınında ve hükümeti hedefe koyan bir muhalefet hareketi yaratılmasına yönelik çabalarında somuttandı.
Milliyetçi ve dinsel renklerin hâkim olduğu sağcı basın yayın organlarında, hemen her gün en geniş alanların Azeri-Ermeni çatışmasına ayrılmasına rağmen, konuya ilişkin hiç bir esaslı analiz yapılmadı ve sorun, çoğu kere yalana, tahrifata ve demagojiye dayanan bir üslupla, doğrudan doğruya Kürt sorunu’ ile ilişkilendirilerek ele alındı.
Örneğin, Azerbaycan’da Ermeni milislerin giriştiği eylemlerde çok sayıda insanın öldüğü günlerde, “Yeni Düşünce” adlı faşist gazete, PKK ile Ermeniler arasındaki ilişkiyi “ifşa eden” haberler yayınlıyordu: “Güneydoğuda faaliyet gösteren bölücü terör örgütü PKK’nın Ermenilere taşeronluk yaptığı öğrenildi. PKK’nın davasının aslında “Kürt Davası” olmadığı, bölgede bir Ermeni devleti kurulması için Ermenilerin direktifiyle faaliyet gösterdiği belirlendi. Abdullah Öcalan’ın aslında kukla birisi olduğu ve olayların arkasında Samurcuyan isimli bir Emeninin bulunduğu öğrenildi. PKK’ya silah ve para yardımının önemli ölçüde Avrupa ve – ABD’deki Ermeniler tarafından yapıldığı tespit edildi.”  Bu sözde haberdeki bütün o kesin ifadelere rağmen, haberin en küçük bir doğruluk değeri taşımadığını, en sıradan bir göz bile fark edebilirdi. “Belirlendi”, “tespit edildi”, “öğrenildi” kelimelerinin hiçbirinin kaynağı, hiçbirinin karşılığı olmadığı açıktı. Buna rağmen, Ermeni ve Kürt kelimelerinin bir arada geçmesi, Azerbaycan konusunun kamuoyundaki sıcaklığının, şovenizmin çeşitli atraksiyonları için bir kalkış noktası oluşturabileceği hesabını açığa vuruyordu. Hesap, faşist yayın organlarının ve yazarların yönelimlerini belirlemek bakımından “doğru çıktı”; bu düzmece haber, kimi faşist köşe yazarlarınca “kaynak” gösterilerek üzerinde yorumlar yapıldı. Faşist propaganda için Azerbaycan, Kürdistan’la Ermenistan’ı birleştiren bir katalizör rolü üstlenmişti. “Ermeni vahşeti” üzerine dökülen bütün gözyaşları, Kürt hareketine karşı bir saldırı ya da çarpıtma ile birleştiriliyordu. Böylece, faşist basının asıl derdinin “Azerbaycanlı din kardeşlerimiz” olmayıp, ayaklanmaya yönelen Kürt halkı olduğu görüldü. Bütün amaç, şovenizmin yükseltilmesi için Azerbaycan’ın araç olarak kullanılmasından ibaretti.
Ermenistan söz konusu olunca, aynı çevrelerin üstünde birleştiği bir diğer ana tema, “Ermenistan’ın Kafkasya’da yeni bir İsrail haline getirilmek istendiği” idi. “Yeni İsrail” kavramının içi hiç bir zaman doldurulmaksızın,  Ermenistan’ın dinsel özelliklerinin çıkış noktasına konulduğu bir dinsel ajitasyon yaygın olarak yapıldı. Bu sözde analize göre, İsrail, Asya ve Afrika Müslümanlarının birleşmesini önlemek üzere, Hıristiyan âlemi tarafından bölgede yaratılmış bir şeytan devletiydi; şimdi de Orta Asya ve Kafkasya Türkleriyle, Türkiye’nin birleşmesini önlemek için, Ermenistan devreye sokulmak isteniyordu. “Türkiye” gazetesindeki köşesinde M. Necati Özfatura, bu “derin” fikri şöyle dile getiriyordu: “ABD’nin, Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine Türkiye yoluyla sızmak ve burada yeni filizlenen İslami yayılışı “Laiklik” maskesi altında kökünden kurutmak,  en azından Şiilik, vahabilik gibi ehli sünnet dışı inançlara kanalize etmek, Bush’un Yeni Dünya Düzeni’nin ilk sıralarında yer alan hedefleridir. Nil’den Fırat’a Büyük İsrail ile GAP’ı Dicle,  Fırat sularını ve Kuzey Irak ile Güneydoğu Anadolu’daki petrol rezervlerini bölücüler yoluyla Siyonizm emrine tahsis etmek ise “Yeni Dünya Düzeni”nin bir numaralı hedefidir.” Bu bağlamda, TC’nin devlet ve hükümet düzeyindeki politikası, eleştiriyi yöneltenin politik tercihine göre, bazen SHP’nin etkisinde kalan Demirel’in bir gafleti olarak, bazen de zaten hiçbir zaman iflah olmayacak olan “batılılarla birleşmeyi amaçlayan laisizm yanlılarının ihaneti” olarak tanımlandı.
Genel olarak bakıldığında, faşist “muhalefet” odaklarının Karabağ olayını, kitle tabanını genişletmek, taraftarlarındaki şövenist duyguları bilemek ve bütün bunların sonucunu, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi üzerine seferber etmek için kullandığı görülüyor. Karabağ olaylarının ardında yatan gerçek nedenler, Azerbaycan ve Ermenistan halkının gerçek düşmanları hakkında en küçük bir gerçek kırıntısına rastlanmayan bu yorumlar, yalnızca ağır duygusal sömürü tonlarıyla, kahramanlık edebiyatıyla ve yoğun milliyetçi düşmanlıklarla dikkat çekiyordu.
Bu arada, dinsel gerici politik akımları zor durumda bırakan olaylardan biri, Ermenistan’ın İran’la ilişkileri oldu. İran, Ermenistan’ı ilk tanıyan devletlerden biri olmakla kalmamıştı; Karabağ sorununda da, Ermenistan’ı tedirgin etmeyen, hatta övgüyle karşılayan bir tutum izliyordu. Bir kısım faşist yazar, “İran’dan ne zaman Türk’e, Türkiye’ye hayır geldi ki?” diye soruyordu. Bu, bir ucundan, Türkiye ile İran arasında, Orta Asya ve Kafkasya üzerinde cereyan eden rekabete de denk düşüyor, böylece de, devlet politikasının kimi özellikleri, bir kez daha, faşist basının kimi tespitleriyle çakışıyordu. Ne var ki, İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Velayeti’nin arabuluculuk girişimleri, Azerbaycan’da, Ermenistan’da karşılandığı kadar sıcak karşılanmadı ve açıklanmayan Karabağ planının Azerbaycan tarafından kabul görmemesi üzerine, İran’ın girişimi sonuçsuz kaldı. Böylece, İran yanlısı grupların sıkıntısı, hiç olmazsa konunun gündemden düşmesiyle, bir ölçüde hafifledi.

KARABAĞ KRİZİNİN ARDINDA YATAN SORU: PARÇALANAN SOVYETLER BİRLİĞİ NASIL PAYLAŞILACAK?

Emperyalist paylaşım mücadelesinin son yıl içinde ortaya çıkan başlıca nesnesi, eski “sosyalist blok”un ülkeleri. Doğu Avrupa’da yaşanan süreçlerde, ABD ve Avrupa, değişik ülkelerin “demokrasiye geçiş süreçlerini kendi hegemonya alanları bakımından değerlendirdiler ve Doğu Avrupa süreci, bu bakımdan şu anda ikinci plana düşmüş bulunuyor. Ancak Sovyetler Birliği’nin parçalanmasının sonuçları henüz netleşmedi. Özellikle, ulusal küçük devletçiklerin kurulma süreçleri ile bunların bağımlılık ilişkileri içinde alacakları yer konusu, diplomasinin ve emperyalist tekellerin uluslararası ilişkiler platformunun gündemine görece yeni geldi.
Karabağ sorunu, paylaşım mücadelesinin değişik boyutlarını göstermesi bakımından ilginç özellikler taşıyor.
Azerbaycan, Hazar Denizi kıyısındaki petrol kaynakları ve üretim tesisleri ile bağımsızlığının ölçüsü ve ilişkilerin tarafı konusunda üzerinde en çok gürültü koparılmaya aday ülke konumunda bulunuyor. (Benzer bir durum, nükleer tesisleri elinde bulunduran Kazakistan için de söz konusudur.) Ancak Azerbaycan, dağılan Sovyet cumhuriyetleri içinde, emperyalist sistemle bütünleşme konusunda en fazla “sorunlu” ülke olarak kaldı. Bu bakımdan, başta ABD olmak üzere tüm batılı emperyalistler, hem Azerbaycan’ın denetlenmesi, hem de İran’ın bölgedeki baskısının kırılması için, Ermenilerin, Karabağ konusundaki saldırgan tutumunu bir fırsat olarak değerlendirdiler. Azerbaycan’ın yumuşak karnı, Karabağ. Karabağ’ın “işleyen bir yara1′ olarak tutulması, Azerbaycan’ın baskı altına alınması için bir araç. Bölgede hegemonya için mücadele eden İran da, aynı olayı, aynı taktikle fakat tersinden kullanmak istiyor. Bu yüzden İran, politikasını, Ermenistan üzerinden geliştirmeye çalıştı. Özgürlük Dünyası’nın 41. sayısındaki yazımızda (Bkz. ‘Yeni Dünya Düzeni”nde Emperyalistler-arası Çelişkiler) , Asya üzerindeki emperyalist hesaplarda Türkiye’nin yeri üzerinde durmuştuk. Bu genel değerlendirme, Azerbaycan söz konusu olduğunda, özellikle önem kazanıyor. ABD ve Batı Avrupa emperyalistleri arasındaki yarışta, Türkiye, ABD’nin yanında yer tutmuştu ve bu tutum, Ermenistan- Azerbaycan ilişkilerinde, Türkiye’nin politikasını “tarafsızlık” olarak belirledi. Türkiye, yalnızca İran’la rekabet bakımından değil, emperyalist çözümün anahtarı olarak rol oynamaya elverişli, kültürel ve siyasal tutumuyla da, bu rolü üstlenmeye hazır olduğunu açıklamış bulunuyor. Bu yüzden, muhalefetteki partilerin ve milliyetçi önyargılarla güdümlenen kamuoyunun baskısına rağmen, TC devlet ve hükümet politikaları, “Karabağ’daki katliamlar” karşısında bile “soğukkanlı” kalmaya devam etti. Belki de, sonradan tevil edilmesine rağmen, hükümetin ve devletin görüş ve duygularını yansıtan, Devlet Bakanı Onur Kumbaracıbaşı’nın şu sözleriydi: “Karabağ, Azerbaycan’ın sorunudur.”
Ermenistan, Türkiye için özel olarak ABD ve Batı Avrupa ilişkileri bakımından önem taşıyor. Fakat aynı zamanda, gelecekte tasarlanan büyük Orta Asya ekonomik ilişkileri bakımından da Ermenistan, Türkiye’nin planlarında işbirliği yapılacak bir ülke olarak yer tutuyor. Buna karşılık, Ermenistan’ın da, geliştirmek istediği kapitalizm bakımından Türkiye’ye ihtiyacı var. Ermenistan, denize kıyısı olmayan bir ülke. En yakın liman kenti, Trabzon. Trabzon-Erzurum üzerinden kurulacak bir karayolu bağlantısı ile Ermenistan ticaretinin büyük bölümünü gerçekleştirebilir. Akdeniz’le olan bağlantısını ise, şu anda bile Mersin limanı aracılığıyla sağlayabiliyor. Ermenistan ile Avrupa arasındaki uçak seferlerinin de, Türkiye hava sahası üzerinden yapılması zorunlu. Bu yılın başlarında, Ermenistan, Türkiye’den resmi olarak, Alican-Markara sınır kapısının açılmasını talep etmişti. Ermenistan’ın hemen hemen tek ihraç kapısı burası.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ekonomik faturasını en ağır biçimde üstlenen cumhuriyetlerden birisi olan Ermenistan’ın, ABD ile daha sıkı bir ekonomik bağımlılık aradığı gözleniyor. Türkiye, bu bağımlılığın gerçekleşmesi için coğrafi bakımdan olduğu kadar, siyasi ve ekonomik bakımdan da belirleyici bir önem taşıyor. Türkiye ile Ermenistan, kapitalizmin zincirleriyle, Türkiye’nin Azerbaycan’a “kültürel, tarihsel, milli” bağlarla bağlılığından çok daha sıkı bağlanmış durumda. Ancak bu, geliştirilmek ve tamamlanmak ihtiyacında olan bir ilişki. Şu andaki haliyle, ABD’nin ve Batı Avrupa emperyalizminin planlarının gerçekleştirilmesi için yeterince elverişli olmaktan uzak. Ermenistan, emperyalizmin siyasal ve ekonomik bakımdan Orta Asya’ya açılan kapısı olarak düşünülüyor. Ermenistan, sermaye akışını kolaylaştıran pek çok etken dolayısıyla, Kafkasya’da emperyalizm bakımından öne çıkıyor. Bu anlamda, Ermenistan, Türkiye’nin öteden beri kendisine yakıştırdığı “Doğu ile Batı arasında bir köprü” olma özelliğini kazanacak potansiyellere sahip. Ne var ki, bu potansiyelin pratik bir değer kazanabilmesi için, Türkiye ile Ermenistan arasında, sağlam, kalıcı bir ilişkinin kurulması zorunlu. Geçen ay içinde, politik ve diplomatik ilişkilerin geliştirilmesinin öncesinde, ekonomik ilişkilerin temelinin atılması yolundaki çabalara ağırlık verilmesi, bu yolda ciddi bir planın olmasa bile, kuvvetli bir niyetin bulunduğu izlenimini veriyordu. Amerika’daki Ermeni cemaatinin başkanı Hovnaniyan’ın, Ermenistan Devlet Başkanı Petrosyan’ın talebiyle devreye girerek, Türkiye’de Alarko Holding Yönetim Kurulu Başkanı İshak Alaton’la ilişkiye geçtiği ve Hovnaniyan ile Alaton arasında yapılan görüşmeler sonucunda, Trabzon’da serbest bölge kurulmasını amaçlayan ALPORT AŞ’nin kurulmasına karar verildiği, geçen ayın sonlarında basında açıklandı. Bu tekil gibi görünen ilişki, aslında, Türkiye’nin en büyük tekellerinden biriyle yapılmış bir anlaşma olarak belirleyici bir önem taşıyor. Nitekim bu anlaşma, ilk meyvesini, Ermenistan’a Karabağ’da olayların en sıcak olduğu bir dönemde, Alarko Holding aracılığıyla çeşitli yardım malzemeleri ulaştırılmasıyla birlikte verdi. Diğer yandan, Alport AŞ’nin temel talebi olan sınır kapısının açılması ve serbest bölgenin kurulması, özellikle Karabağ sorunu bu biçimiyle devam ettikçe gerçekleşemeyecek gibi görünüyordu. Ne var ki, Türkiye bakımından diplomatik ilişkilerin kurulması ve resmi düzeyde 1915 soykırımı iddialarından vazgeçilmesi koşuluna bağlanan bu gelişme için, bugün yeni imkânlar sağlanmış” bulunmaktadır. Türk Dışişleri Bakanı’nın 25 Mart’ta Ermenistan yetkilileriyle Avrupa’da gerçekleştirdiği son görüşme, Ermenistan’ın her iki koşulu da yerine getirmeye hazır bulunduğu biçiminde bir izlenimle kapandı. Soykırım iddiası konusunda, Ermenistan, bunun kültürel bir mesele, kamuoyuna yerleşmiş bir inanç olduğunu ve düzeltilmesi için zaman gerektiğini belirterek, daha önce Türkiye ile “önkoşulsuz” görüşme ilkesinden oldukça geri bir adım atmış bulunuyor. Görüşmeler için Türkiye’nin koşullarının kabul edildiği anlaşılıyor.
Azerbaycan ve Karabağ olaylarının yarattığı duygusal hava, Ermenistan’la Türkiye arasındaki ilişkilerin sıcaklaştırmasını zorlaştırırken, Türkiye Kürdistanı’nda meydana gelen olayların kamuoyunu meşgul ettiği bir sırada, Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin, Ermenistan ile diplomatik ilişkilerin kurulacağını, Ermenistan’ın toprak bütünlüğünün önemini vurgulayan konuşması sırasında açıkladı. Bu açıklama, şubat ayı sonlarında, Ermenistan Devlet Başkanlığımdan yapılan, Türkiye’nin taleplerinin kabul edilemez nitelikte olduğu yolundaki açıklamayla çelişiyor. Ermenistan, bu koşulların ortadan kaldırılması için ABD’nin Ankara’yı ikna edeceği inanandaydı. Öyle görünüyor ki. ABD, ikna yeteneğini, Türkiye üzerinde değil, Ermenistan yönetimi üzerinde oynamıştır. Böylece Karabağ olaylarının başlangıcından ben, Ermenistan’ın Türkiye hakkındaki “olumlu” yaklaşımı, ilişkileri düzeltmek ve sürekli hale getirmek için harcadığı çabalar, başlangıçta Ermenistan’ın istediği içerikte olmasa da, cevabını bulmuş oldu.
Emperyalizmin, dağılan Sovyetler Birliği üzerindeki hesapları bakımından Türkiye’ye biçtikleri rol, Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki gerginlik dolayısıyla tehlikeye düşmüş gibi görünüyordu. Bölgede bir istikrar unsuru ve koçbaşı görevi üstlenmesi beklenen Türkiye’nin böyle bir çatışmada tarafsız kalamayacağı endişeleri, Ermenistan’la girişilen yeni ilişkilerin bu boyutunda artık dağılacağa benziyor. Şimdi, Türkiye sürecin başından beri savunduğu ve gerçekleşmesine katkıda bulunduğu AGİK Prag toplantısının kararlarının uygulanması için ABD’nin de desteğinde daha etkin bir konum kazanabilir. AGİK, Şubat sonunda Prag’daki toplantısının sonunda, Karabağ’ın Azerbaycan’ın parçası olduğunu, tarafların birbirlerinin toprak bütünlüğüne saygı göstermelerini karara bağlamıştı. Aynı karar, taraflara bütün ülkelerce silah ambargosu uygulanmasını, çatışmalar nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalanlara yardım edilmesini ve soruna barışçı bir çözüm bulunması için her türlü çabanın gösterilmesini de kararlaştırmıştı. Karabağ’ın Azerbaycan’ın parçası olduğu gerçeğini vurgulamanın ötesinde -ki bu, dağılan Sovyetler Birliği Anayasası’nın bir hükmü idi- hiç bir siyasi değeri olmayan bu renksiz karar, sonuç itibariyle Türkiye’nin politikasının uluslararası bir platformun politikası olarak ilan edilmesi anlamına geliyordu ki, bu da Türkiye’nin üstlenmek istediği stratejik rol bakımından önemliydi. Bu yüzden, Prag kararları, özellikle Azerbaycan’ın sorunun Birleşmiş Milletler platformuna getirilmesi önerisine, tarafsızlığını olası bir oylama sırasında bozmak zorunda kalacağı düşüncesiyle karşı çıkan Türkiye kadar, Ermenistan’ı da rahatlatan sonuçlar taşıyordu.

ERMENİSTAN’DAN KÜRDİSTAN’A ABD POLİTİKALARI

Türkiye, kendisini iki ucundan sıkıştıran Ermenistan ve Kürdistan sorunlarına, şimdilik, ABD politikaları çerçevesinde bir çözüm bulmuş gibi görünüyor. Irak- Kuveyt bunalımı sırasında, bölgedeki Kürtleri “Saddam’ın zulmünden korumak için” yerleştirildiği ilan edilen Çevik Kuvvet, Türkiye’nin olası imha planları bakımından çelişkili bir konum gösteriyordu. Saddam’a karşı korunan Kürtler, Türkiye’ye karşı korunmayacaklar mıydı? ABD Çevik Kuvveti, bölgedeki misyonunu, gelecekteki bir bağımsız Kürt devletinin olası konumlarını da içeren bir plana göre değerlendiriyordu. Son durumda, Türkiye’nin “bahar taarruzu” adıyla yürürlüğe koyduğu operasyonlar dizisinin, ABD tarafından nasıl karşılanacağı ciddi bir endişe konusu olmuştu. Ancak, S. Demirel’in ABD gezisinden sonra, Türkiye Cumhuriyeti, bu konuda herhangi bir engel kalmadığını açıkça ve rahatlamış bir ifadeyle dile getirdi. ABD, PKK’ya karşı girişilecek her türlü operasyonu destekleyecekti. Çevik Kuvvet’e bağlı helikopterlerin PKK gerillalarına yardım ettiği yolundaki haber ve yorumlar da, bu netliğin sağlanmasından sonra kesildi. Newroz olayları sırasında, ABD’nin tavrı, daha da netlik kazandı; PKK bir terör örgütü olarak açıkça ve bir kez daha mahkûm edilirken, sürdürülen operasyonlar da haklı ve meşru olarak değerlendirildi. Türk Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’in yukarıda değindiğimiz Ermenistan’la diplomatik ilişki kurulacağına ilişkin açıklaması, bu sırada yapıldı ve ister istemez, ABD’nin Ermenistan’la Kürdistan arasında gidip gelen bir pazarlığı yürüttüğü yolundaki izlenimlere güç kazandırdı, Öyle görünüyor ki, Türkiye, Ermenistan karşısındaki tutumunu bu çizgide sürdürdüğü müddetçe, ABD, geçmişteki Kürdistan’la ilgili tehditlerini, en azından durumda önemli değişiklikler olmadıkça, tekrarlamayacak.
Örneğin, “PKK gerillalarına helikopterli yardım” gibi provokatif haberlere, bu çizgide bir aksama olmadıkça bir daha rastlayamayacağız. Bu ilişki, faşist basının propagandasının aksine, Kürt ulusal kurtuluş hareketiyle Ermenistan’ın bugünkü yöneticilerinin çıkarları arasında bir ilişki bulunmadığını gösteriyor. Ermenistan, Kürdistan’a karşı bir koz olarak kullanılıyor ve bu kuşkusuz her iki halkın yakın ve uzak ortak çıkarları bakımından büyük bir tehlike oluşturuyor. Her iki halkın aleyhine olarak, ABD ile TC arasında oluşturulan birlik, aynı zamanda, Türk halkı için de ciddi tehlikeler taşıyor. Bölge halkları arasında onulmaz düşmanlıkların doğmasına, şoven, ırkçı politikaların süreğen özellikler kazanmasına yol açacak olan bu sürecin kırılabilmesinin yolu, birleşik devrimci mücadeleden geçiyor.

Nisan 1992

Türkiye ve Yunanistan: Yapay gerilimin ortamında diplomasi

Geçtiğimiz aybaşlarında burjuva basın, Yunanistan’ı “baş düşman” olarak hatırlatmayı amaçlayan saman alevi bir kampanyayı hızla başlatıp gene aynı hızla bitirdi. Önceki saldırgan kampanyalara göre, kısa sürede sönüp giden bu propaganda savaşında, tartışma konusu olarak ileri sürülen problemlerin hepsi, eskiden beri ısıtılıp ısıtılıp tekrar gündeme sokulan problemlerdi. Fakat bunlar, yeni ve acil durumlar gibi yansıtılarak, neredeyse bir savaş atmosferinin yaratılmasında kullanıldılar.
Daha önce de, Yunanistan ile Türkiye arasındaki problemlerin, esas olarak her iki ülke burjuvazisi tarafından, kendi kamuoylarına yönelik olarak öne çıkarıldığına ve uluslararası pazarlıklarda karşılıklı birer koz haline getirilmelerinin ötesinde ciddiyetlerinin bulunmadığına değinmiştik. (Bkz. “Gizli Pazarlıkların Legal Görüntüsü: İstanbul’da NATO Toplantısı” başlıklı yazı, ÖD Sayı 70) Bu, Türkiye ile Yunanistan arasında tarihsel bir sorun olarak duran Kıbrıs konusunda, Ege Kıta Sahanlığı sorununda ya da her iki ülkenin birbirlerinin içişlerine karşılıklı müdahaleleri anlamına gelen diğer sorunlarda kendisini açıkça göstermektedir. Öyle ki, neredeyse, Türkiye ve Yunanistan’ın, bu sorunların çözülmesini istemediklerini, daima canlı kalmasına çaba gösterdiklerini ve gerektiğinde karşılıklı olarak kullanmak ve kendi kamuoylarında şoven propagandanın malzemesi haline getirilmek üzere bekletildiğini dahi söyleyebiliriz.
Bununla birlikte, söz konusu problemlerin, güncel olarak kendilerinin değilse bile, kullanıldıkları alanın özelliklerinden kaynaklanan bir önemi vardır ve işçi sınıfının devrimci politikası açısından bu özellikler önemlidir.

GENEL TAKTİKLER: GERİLİM ARTIRMAK VE FIRSAT KOLLAMAK
Türk-Yunan ilişkilerinde, bu yılın ilk sorunu, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Butros Gali’nin Kıbrıs konusunda çözüm öneren bir plan hakkında Türk tarafını suçlayan bir rapor hazırlamasıyla başladı. Birleşmiş Milletler’de, beş alternatifli bir çözüm planı üzerinde çalışmaların yapıldığı sırada, Butros Gali, “Türk tarafında anlaşma yapmak için siyasi irade yoktur” biçiminde bir demeç verdi ve esas olarak Rauf Denktaş yönetiminin Kıbrıs Türk halkını temsil etmekten çok, Türkiye’nin Kıbrıs’taki askeri varlığının sözcülüğünü yapmakta olduğunu, dolayısıyla, sorunun çözümü bakımından doğrudan doğruya muhatap olarak alınmasının olanaksızlığına inandığını gösterdi. Büyük ölçüde gerçekleri dile getiren bu saptama, Türk basınında “Rumların beklentileri doğrultusunda hazırlanmış bir rapor” olarak değerlendirildi ve Gali’ye karşı, daha önce Bosna ve Azerbaycan sorunlarında olduğu gibi, yine geniş kapsamlı bir karalama kampanyası başlatıldı.
Gali’nin iddialarının aksine, Türkiye, bütün uluslararası platformlarda, Kıbrıs sorununun çözümüne, Yunanistan’ın engel çıkardığı görüşünü savunmaktadır. Butros Gali’nin “Güven Artırıcı Önlemler” paketi adını verdiği ve uzun vadede her iki tarafın üzerinde uzlaşabileceği hesap edilen önlemleri içeren önerisindeki bazı maddeleri Türkiye ve Denktaş, değiştirmek üzere tartışmaya yönelmişken, Yunanistan, bu girişimin “Güven Artırıcı Önlemler”i geçersiz kılmaya yönelik olduğunu ileri sürerek, Denktaş’ı suçladı. Yunanistan Dışişleri Bakanı Papulyas, “Denktaş’ın GAÖ’yü öldürdüğünü” ileri sürerek, çözümün başka yollardan aranması gerektiğini bildirdi. Türkiye, bu tutumu, “Yunanistan’ın Kıbrıs’ta çözüm istemediği ve Gali’nin planının engellendiği” biçiminde yorumlayarak, dünya kamuoyunda karşı atağa geçti. Sonuçta, plan üzerindeki anlaşmazlık, bir ABD sözcüsü tarafından, yalnızca “teknik ayrıntılar üzerinde bir anlaşmazlık” olarak değerlendirildi ve sözcü, görüşmelere devam edilmesi çağrısında bulundu. Gerçekten de. “teknik ayrıntılar üzerinde tartışma”, sorunu sürüncemede bırakmanın bir yolu olarak karşılıklı kullanılan bir taktikten başka bir şey değildir. Fakat bu taktiğin gerilimli bir ortamda uygulanması gerekmektedir ve ancak bu takdirde uluslararası platformlarda ciddiye alınabileceği umulmaktadır. Nitekim, Gali raporunun ortada bırakıldığı günlerde Yunanistan ve Türkiye, karşılıklı olarak, birbirlerini “savaşa neden olacak davranışlarda” bulunmakla suçlamaya da başladılar. AA’nın bir haberine göre, Yunanistan gizli haber alma servisi, Yunan hükümetine verdiği bir raporda, önümüzdeki günlerde Ege’de ‘sıcak olay’ yaşanacağı iddiasını ileri sürmüştü. Haberin yayınlandığı Yunan gazetesine göre, Gizli Servis, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni B 12-22 Haziran tarihleri arasında Ege’de yapacağı tatbikat sırasında, “son derece sıcak bir olay yaşanacak” biçiminde bir istihbaratta bulunmuştu. Bu haberde, iki taraflı olarak, kamuoyunda sansasyon yaratacak bütün unsurlar vardır. Gizli servisin devrede gösterilmesi, “son derece sıcak bir olay” deyimindeki belirsizliğe yönelik kuşkuları giderecek ikinci bir giz perdesi oluşturmaktadır. Haberi Türkiye’ye taşıyan kaynak, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi haber ajansı Anadolu Ajansı’dır ve Türk Milli İstihbarat Teşkilatı ile koordinasyon içinde çalışan bir kurumdur. Böylece haziran ortalarından başlayarak tırmandırılan gerilim, her iki tarafın istihbara servislerinin karşılıklı bir oyununa dönüşmüştür. Aynı günlerde, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne mensup bir birlik, Bosna’da BM gücü olarak görev yapmaya hazırlanmaktadır ve Yunanistan, Türkiye’nin Balkanlar’da bu biçimde de olsa,.aktif duruma geçmesinden rahatsızdır. Kıbrıs sorununun gündemde olduğu, Bosna’nın Türk dış politikasında bir sıçrama noktası olarak kullanılmak istendiği ve ayrıca Türkiye’nin PKK ile Yunanistan’ arasındaki ilişkileri uluslararası planda gündeme sokmaya çalıştığı bir sırada, tamamen temelsiz bir istihbarat raporunun ortaya çıkması anlamlıdır. Silahlı Kuvvetlerin “Deniz-kurdu” tatbikatı, her yıl yapıldığı olağan koşullarda tamamlandıktan sonra, basın, Yunan istihbarat teşkilatının raporundan bir daha söz etmedi. Bir başka dikkat çekici nokta, Türk basınının böyle bir haberi yorumsuz ve sanki içinde doğruluk payı bulunabileceği tarzda vermiş olmasıydı. Dolayısıyla her iki tarafın, kamuoylarını aldatmakta suç ortaklığı yaptıkları görülüyordu ve bundan dolayı, tatbikat sırasında herhangi bir “sıcak olay” yaşanmamış olması, yeni bir haber değeri taşımamıştı.
Fakat gerilimi yapay yollardan yüksekte tutma girişimleri, bundan sonra başka vesilelerle devam etti. 14 Temmuz’da, Türkiye’nin Atina Büyükelçiliği’nde görevli bir müsteşarın öldürülmesinden sonra, Rodos’ta turistik tesislere yönelik bombalı saldırılar gerçekleşti. Müsteşarın öldürülmesini, Yunan gizli servisiyle ilişkili olduğu yolunda kuşkular bulunan “17 Kasım” örgütü üstlendi ve Türk basınına göre, eylemin nedeni, PKK ile dayanışmaydı. Rodos’taki turistik tesislere yönelik bombalı saldırıları ise, üstlenen olmadı. Bununla birlikte, teknik analizlerin sonuçları, bu operasyonların Türk gizli servisi tarafından yapıldığı yolundaki yorumları güçlendirecek nitelikteydi.
Türk-Yunan ilişkileri, gizli örgütler arasındaki savaş biçimini aldığı bir anda, resmi kanallardan “iyi niyet ve işbirliği” çağrıları yapılıyordu. Öyle ki, Türk Dışişleri Bakanlığı, müsteşarın öldürülmesiyle ilgili olarak alışılmış tepkilerin hiçbirini göstermedi ve suçluların yakalanacağına dair, Yunan hükümetine güven duyduklarını belirtti. Basın da, suikastı olağandışı bir soğukkanlılıkla yansıttı. Buna karşılık, Yunan hükümeti de, resmi olarak Rodos olaylarından Türkiye’nin sorumlu olduğuna dair herhangi bir işaret bulunmadığını açıkladı. Suçlar, karşılıklı olarak örtbas edildi. Ancak, Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki adaları silahlandırma girişimi ve konuyu diplomasinin gündeminde tutması devam etti.
Bu noktada, ilişkilerin sürüp giden sorunlu yapısının iki ayrı boyutu bulunduğu saptanabilir. Birinci olarak, Türkiye ve Yunanistan, tarihsel kökleri bulunan sürekli sorunları beslemek için, karşılıklı olarak siyasi sınırlar içi çelişmeleri, olağan yolların dışında araçlar kullanarak kışkırtıyorlar. Yunanistan’da Makedonya sorunu, Türk-Müslüman azınlıklar sorunu, Türkiye’de Kürt sorunu, Rum ve Ermeni azınlığın sorunları, doğrudan doğruya gizli servislerin faaliyet alanı haline getirilmiştir ve bu faaliyet alanındaki eylemler, gündelik politika ve diplomasinin pazarlıklarını el altından yönlendirmeye hizmet etmektedir. İkinci boyut ise, karşılıklı silahlanma ve uluslararası platformlarda sürekli çatışma gibi sorunların kaynağında bulunan ve esas olarak her iki devletin legal aygıtlarıyla sürdürülen mücadeledir. Ne var ki, ilişkilerin bu iki boyutu daima birbirine girmekte, olağan diplomasi kurallarının dışında, gizli servis eylemleriyle yürütülen mücadele, çoğu zaman vitrindeki yerini korumaktadır. Bu, iki ülke arasındaki ilişkilerin ve çelişkilerin tarihsel oluşum koşullarından kaynaklanmaktadır. Gerçi bütün burjuva devletler ve emperyalistler arasındaki ilişkilerde, Dışişleri Bakanlıklarının yanı sıra, gizli servislerin de önemli rolü bulunmaktadır ama Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde, bu yön neredeyse belirleyici bir hal almıştır. Sonuçta, iki ülke arasındaki diplomatik mücadele, sürekli olarak yapay olarak geliştirilen gerginliklerden medet uman bir savaşa dönüşmüştür. Yapay gerginlikler, bir yandan her iki ülkenin kamuoylarını şoven milliyetçilik ekseninde birleştiren ve bir “dış düşman” tehlikesine karşı hükümetlerin desteklenmesini sağlayan bir rol oynamaktadır; diğer yandan da, uluslararası platformlarda, karşılıklı olarak birbirlerini suçlamak ve bir diğeri aleyhine puan toplamak için fırsatlar yaratmaktadır. Özellikle, her iki ülkenin emperyalist çıkar çatışmaları alanında, emperyalistler tarafından yönlendirilen ve kullanılan birer faktör durumuna gelen dış politikaları, aynı zamanda emperyalistler arasındaki çelişmeleri ve çatışmaları da yansıtmakta, böylece, büyük çapta bir gizli servisler çatışmasının belirlediği ortamda yürümektedir. Zaman zaman, Türk ve Yunan tarafları, oyunu kendi belirledikleri zeminlere kaydırmaya, denetlemeye ve karşılıklı çıkarları gözeten bir platform yaratmaya yönelseler de; bu, uzun vadeli olmamakta, ilişkilerini belirleyici düğüm noktalarında, daima kirli bir oyunlar dizisi rol oynamaktadır. Türkiye ve Yunanistan, bir bakıma, emperyalizmin ihtiyaç duyduğu bir çatışma ve gerginlik ortamının piyonları durumunda birbirlerine karşı mücadele etmektedirler.

İKİ TEMEL SORUNDA BİR ORTAK POLİTİKA
Bu mücadelenin başlıca iki keskin ucu olan Ege ve Kıbrıs, bugün artık tek bir sorun halini alma eğilimindedir. Her iki taraf da Kıbrıs’ta muhtemel bir çatışmanın artık Kıbrıs coğrafyası ile sınırlı kalmayacağını bilmektedir. Kıbrıs’taki bir çatışma, kaçınılmaz i olarak, Ege’de de hesaplaşmanın fırsatını yaratacaktır ve Yunan hükümeti kadar, Adalar üzerinde hayaller besleyen Türk faşistlerinin de böyle bir fırsatı son bir hesaplaşma olarak değerlendirme eğilimi güçlüdür. Türkiye’de faşizm, Lozan Antlaşmasından bu yana, Ege Adaları konusunda, Türkiye’nin aldatıldığı ve kendisine ait olması gereken bu toprak parçalarının Yunanistan’a hediye edildiği propagandasını yapmaktadır. Yunanistan ise, adalar üzerindeki siyasi hâkimiyetini, Ege Denizi’nin bütününe yaymaya çalışan bir plana sahiptir ve zamanı geldiğinde bunu uygulamaya koyacağını, her fırsatta açıklamaktadır. Kuşkusuz böyle bir durum, Balkanlar’ı da kapsayarak, bölgenin tümüne yayılan bir savaş ortamı yaratacaktır. Dolayısıyla, görünüşte Türkiye ve Yunanistan arasındaki bir sorun olarak görünen Ege Kıta Sahanlığı sorunu, aslında emperyalistler-arası çelişmelerin bir unsuru boyutunu kazanmakta ve gelişme seyri de, Türk-Yunan ilişkilerinin gelişmesinden çok, emperyalistlerin bölge üzerindeki hesaplarıyla ilgili bir içerik kazanmaktadır.
Çatışmanın bu boyutlara doğru genişleme ihtimali, ya da daha çok böyle bir ihtimalin bulunduğu yolunda bir havanın esmesi, belli başlı emperyalist silah tekellerini ve hükümetleri de heveslendirmektedir. Türkiye, özellikle Almanya ve ABD’den, Yunanistan ise, Fransa’dan, İngiltere’den ve ABD’den sürekli silah almakta, karşılıklı olarak konuşlandırılan birliklerin sayısı artırılmaktadır. . Yunanistan, geçtiğimiz ay içinde, adalara yerleştirilmek üzere, Fransa’dan Exocet füzeleri satın almıştır ve silah alım gerekçesi olarak. “Boğazlardan ve Ege’deki Türk donanma üslerinden çıkış yapacak savaş gemilerinin kontrol altında tutulması gerektiği” gösterilmiştir. Ayrıca, yine Ege adalarından Rodos, İstanköy, Kilimli, Meis, Leros ve Kasus’ta yeni uçak pistleri yapmak, var olanları da savaş uçaklarının yararlanabileceği ölçüde genişletmek için Avrupa Topluluğu’ndan 1 önemli miktarda kredi almıştır. ABD’nin, Türkiye’ye on adet yeni KC-135 tipi tanker uçağı vermesi de, Atina’nın tepkisine yol açmış ve Yunan Genelkurmay Başkanlığı, bu uçakların Türkiye’ye Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’da etkinlik kazandıracağını ileri sürerek, ABD’yi uyarmıştır. Yunanistan’ın asıl sorunu da, burada kendisini ele vermektedir. Esas olarak Arnavutluk, Yugoslavya ve Bulgaristan topraklar üzerindeki Yunan asıllı halkların yerleştiği bölgelerde yayılmacı emeller besleyen Yunanistan, bir yandan da, Makedonya’da “bölücü akımların” gelişmesine engel olmaya çalışmaktadır. Fakat Yunanistan da, Türkiye gibi, “kendi adına ve kendisi için” yayılmacılık ve istilacılık yapabilecek ekonomik ve askeri güce sahip değildir. Örneğin Balkanlar’da, Yunanistan; Almanya’nın planlarına karşı Fransa’nın politikasıyla birleşirken, Türkiye de zaman zaman değişse bile, esas olarak ABD ve Alman politikalarına angaje olmaktadır. Nitekim Yunanistan’ın Avrupa Topluluğu tarafından Arnavutluk’a yapılacak yardımı engellemesi, Almanya ile Yunanistan arasında gerginlik yaratmıştır. Arnavutluk, Sırbistan ve Makedonya üzerinde ciddi hesapları bulunan Almanya, Yunanistan’ın kendi yoluna engel çıkaracak davranışlara girmesinden rahatsız olmuştur.

EGE KITA SAHANLIĞI SORUNU
Yunanistan’ın kasım ayında karasularını 12 mile çıkaracağı yolundaki haberle birlikte artan gerginlik, iki devlet arasında var olan ilişkilerdeki bütün sorunların yeniden ve abartılmış bir biçimde ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Ancak, bu noktada dikkat çeken bir özellik vardır: Yunanistan’ın karasuları ile ilgili talep ve iddiaları ve Ege adalarının silahlandırılması ile ilgili girişimleri yeni değildir. Buna rağmen, Yunanistan, konuya ilişkin resmi bir açıklama yapmamışken ve bu henüz bir söylenti iken, Türkiye’de, büyük bir sansasyon haline getirilmiştir. O kadar ki, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yüksek kademelerindeki tayin, terfi ve emeklilik işleri, neredeyse sırf bu söylenti yüzünden tümüyle olağandışı biçimler almıştır. Hava ve Deniz Kuvvetleri komutanlarının emeklilik zamanı geldiği halde görev sürelerinin uzatılmasına gerekçe olarak Yunanistan’ın tutumu gösterilmiştir. Oysa Yunanistan, bu konuya ilişkin olarak yeni bir karar almadığını, karasularını 12 mile çıkarma haklarının bulunduğunu, fakat bunun için bir tarih belirlemenin söz konusu olmadığını açıklamıştı. Gerçekten de, Yunanistan, karasularını 12 mile çıkardığını ya da çıkaracağını, özellikle tarih belirterek söylemiş değildi. Yalnızca, bunun kendilerine ait saklı bir hak olduğunu hatırlatmış, o kadar. Yunanistan’ın, uluslararası hukuka aykırı olarak böyle bir girişimde bulunmak üzere fırsat kolladığı, kendisini yeterince güçlü, Türkiye’yi de yeterince eli kolu bağlı bulduğu bir sırada bunu gerçekleştireceği kuşku götürmez. Fakat şu anda, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk basınının yarattığı havayı dolduracak ciddi bir hareket yoktur. Sorun belli ölçüde soğutulduktan sonra bile, bazı faşist gazeteler, Yunanistan elçisinin, aynı resmi kalıbı tekrarlayan sözlerini, “ağır tahrik” olarak niteleyen manşetler atmaya devam etmektedir. Dışişlerinin resmi açıklamalarına ve karşılıklı yumuşama girişimlerine rağmen, her iki tarafta da bir kısım basın organlarının kışkırtıcı bir tutum izlemesi, ilginç bir perde arkası savaşa işaret etmektedir.

KIBRIS’TA BİTMEYEN DÜELLO
Ege Kıta Sahanlığı konusunda, sonradan esaslı bir dayanağı bulunmadığı anlaşılan bir yaygara koparılmasına, ilginç bir biçimde, Kıbrıs’taki gelişmeler eşlik etti. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Meclisi, Kıbrıs’ta “tek çözüm yolunun federasyon olmadığı” yolunda “tarihi bir karar” verdi. Bu karar, yalnızca Birleşmiş Milletler bünyesinde iki tarafın da federasyonu esas alan bir yol üzerinde anlaşmasını gözeten çalışmaları anlamsız kılmakla kalmıyor, aynı zamanda, Kıbrıs’ın Türk kesiminin doğrudan doğruya Türkiye’ye bağlanabilmesi için de uluslararası görüşmelerden kopması anlamına da gelebiliyordu. KKTC Meclisi’nin kararı, özellikle Türk gericiliği arasında büyük bir heyecan ve propaganda vesilesi oldu. Kıbrıs’ın bir Türk vilayeti haline geleceği propagandasına, gerici ve faşist partiler arasındaki “ben daha önce söylemiştim” biçimindeki şovenist yarış eşlik etti.
Karar, Ege Kıta Sahanlığı tartışmalarının alevlendirilmesinin yanı sıra, Yunanistan’ın Arnavutluk’la olan problemlerinin de son derece gergin bir halde bulunduğu bir ortama denk getirilmişti ve bu bakımdan da, Türk ve Yunan hükümetlerinin birbirlerine karşı kullandıkları taktiklerin genel karakteristiklerine uygundu. Her iki taraf da, bir diğerinin bir başka sorun dolayısıyla sıkışık olduğu zamanlarda, diğerinin aleyhine ileri bir adım atmayı ilke haline getirmişlerdir. Yunan dışişleri bakanı, KKTC Meclisi’nin kararından sonra, “Yunanistan’ın Arnavutluk ile ilişkileri çok ciddi bir konudur. Ancak, Kıbrıs, bir numaralı dış politika meselemizdir” biçiminde bir açıklama yaparak, Türkiye’nin hamlesine karşılık, en azından sanıldığı kadar sıkışık durumda bulunmadıkları mesajım vermeye çalışmıştır.
Şu anda, her iki tarafta da, geçen ay üzerinde büyük gürültüler koparılan iki konunun askıya alındığı gözlenmektedir. Türkiye, karasuları sorununun üzerini örtmüş, Kıbrıs’ın Türkiye’ye bağlanması yolundaki tartışmalar gündemden kaldırılmıştır. Yunanistan da, kendine özgü problemlere dönmüş görünmektedir. Ortalıkta, temmuz ve ağustos aylarını toz dumana boğan tartışmaların izi bile görülmemektedir. Her iki ülke, eylül ayı başlarında “sorunların çözümü için ikili görüşmelere devam” kararı almıştır. Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşler Genel Müdürü Pavlos Apostolidis, ülkesinin yakın bir gelecekte Ege’deki karasularını 12 mile çıkaracağı yolundaki haberleri kesin bir dille yalanlamış, toplantıya katılan Türk dışişleri bakanı da, iki ülke heyetlerinin bir araya gelmesinden duyduğu memnuniyeti belirten ve 12 mil sorunuyla ilgili olarak Türk basınında çıkan haberleri “aşırıya kaçmış” olarak niteleyen bir konuşma yapmıştır. Görüşmenin ilginç bir diğer yanı, Ege’deki haklar ve Kıbrıs gibi temel konuların ele alınmamış olmasıydı. Her iki taraf, esas olarak “karşılıklı güven artırıcı önlemler” üzerinde durmuşlardı. Bu diplomatik söylem, gündelik dile çevrilirce, karşılıklı olarak propaganda, kışlanma ve daha ölçülü adım atmak konusunda anlaşmaya varıldığı sonucu çıkacaktır.
Gelinen bu nokta, bir bakıma, karşılıklı olarak herkesin kendi suçluluğunu bilmesi olarak da yorumlanabilir. Türkiye, Kıbrıs’ın bir bölümünü ilhak edebileceği biçiminde bir kılıç sallarken, Yunanistan da, Ege’de savaş açabileceği tehdidini savurmaktadır.
Aslında, Yunanistan’ın, Kıbrıs’ın bir bölümünün Türkiye’ye bağlanmasından duyduğu endişenin kaynağında, adanın tümünü kendisine ilhak planları bulunmaktadır. Öyle ki, eğer, adanın ekonomik ve askeri bakımdan önem taşıyan belli başlı bölümlerini (Maraş, Lefkoşa vb.) kendisine bırakan bir anlaşmayı Türkiye’ye dayatabilirse, Kıbrıs’ın paylaşılmasına da razı olabilecektir. Uzun yıllar, Kıbrıs’ı bütünüyle ilhak etmeyi isteyen ve bunun için adanın Rum ve Türk halkları arasında düşmanlık yaratan bir politikayı izleyen Yunanistan’ın, Kıbrıs’ın bağımsızlığı diye bir sorunu, dün olduğu gibi bugün de yoktur. Türkiye’nin, Kıbrıs’la ilgilenmeye başlamasının ardında ise, kendisini doğrudan ilgilendirmeyen bir dizi gelişme yatmaktadır. Kıbrıs, İngiliz sömürgesi olarak kaldığı sürece, Türkiye’nin Kıbrıs ve Kıbrıslı Türkler diye bir sorunu olmamıştır. Ne zaman ki, Kıbrıs’ta İngiliz sömürgeciliğine karşı silahlı mücadele başlamıştır ve Mısır, Filistin, Ürdün ve Lübnan’daki İngiliz askeri güçleri geri çekilmiş ya da azaltılmıştır, o zaman Türkiye, emperyalizmin teşvikiyle ada üzerinde hak iddia etmeye, soydaşlarının haklarını savunma görüntüsü altında müdahaleci bir tavır takınmaya başlamıştır. İngiliz sömürge yönetiminin Rum halkına karşı Türkleri, üniformalı muhafızları olarak savaşa sokması, sömürge savcısı (Rauf Denktaş) ve polis müdürlerini Türkler arasından seçmesi de, her iki halk arasında barış olanaklarını önemli ölçüde zedelemiştir. Şu anda, her iki taraf da, adadaki İngiliz varlığını tartışma dışı bırakan bir didişme içindedir. Asıl önem taşıyan nokta, bir ilhak kararının alınması durumunda, her iki tarafın da İngiltere başta olmak üzere, bütün emperyalist devletlerin, Ortadoğu’daki uzun vadeli plan ve çıkarlarıyla ne biçimde uyumu sağlayabileceğidir. Bir başka deyişle, Kıbrıs sorunu, bir Türk-Yunan sorunu değil, emperyalizmin uluslararası politikalarının çatıştığı bir alanda sınırlanmış ve bununla belirlenmiş bir Türk-Yunan ilişkisidir.
Esas olarak, hâkim emperyalist çevreler, bugün, her iki halkın aynı ölçüde kontrol altında tutulabildiği bir federatif çözümden yanadır. Bağımsız ve demokratik bir Kıbrıs, bu isterse gene federatif bir cumhuriyet biçiminde olsun, Ortadoğu’da dengeleri esaslı surette sarsacak ve emperyalist kontrolü önemli ölçüde geriletecek bir formüldür. Bununla birlikte, emperyalizm, kendi denetiminin sürdüğü ve Ortadoğu’daki egemenliğini pekiştirdiği koşullarda, adanın bölünmesini de gerçekleştirebilecektir. Fakat bu durumda, kontrol altında tutulması gereken güçler çoğalacak, emperyalizmle çelişen tutum ve politikaların potansiyeli artacaktır. Dolayısıyla, şu anda ve uzun vadede, Kıbrıs için, emperyalizm açısından en iyi çözüm, karşılıklı güvensizlik ve gerilimin, başlıca ilişki biçimi olduğu bir bağımlılık statükosunun sürmesidir. Bu, Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların sürekli artması ve eski sorunların çözümsüz kalması demektir. Bunun için, aynı zamanda Kıbrıs’taki her iki halk arasında düşmanca duyguların yaşaması, birbirlerini birer tehdit unsuru olarak görmelerinin sürmesi gerekmektedir. Kıbrıs’ın Türkiye ve Yunanistan arasında paylaşılmasındansa, görünüşte bağımsız, federatif olarak bölünmüş sorunlu bir Kıbrıs, daha elverişlidir. Bu yüzden, şu anda uluslararası platformlarda, Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanınan ve aslında fiili olarak Denktaş’ın “cumhuriyetinden” farklı olmayan siyasi yapının desteklenmesi, gerilimin yaşatılmasından başka bir amaca hizmet etmemektedir. Sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti”, aslında Yunanistan’ın askeri ve siyasi bakımdan tam kontrolündeki bir kukla devletten başka bir şey değildir. Bu yapı, aynı zamanda, Yunanistan’da antidemokratik her türden gelişmenin, faşizmin ve hatta kralcılığın köklerinden biri olma potansiyelini de taşımaktadır. Kıbrıs, Türkiye’de de faşizmin önemli köklerinden birisi haline gelmiştir. Bir başka deyişle, Türkiye’de faşizmi besleyen ve demokratik mücadeleyi engelleyip gerileten bir rolü vardır. Kıbrıs sorununun, Kıbrıs’ta çözümsüzlüğün devam etmesi, Türkiye’nin şu andaki genel ekonomik ve siyasal yapısının desteği durumundadır. Kara-para ve uluslararası mafya ilişkilerinin merkezi durumunda bulunan KKTC, aynı zamanda, büyük bir arazi talan alanı ve faşist kadroların beslendikleri bir gübrelik durumuna getirilmiştir. Bir yandan tümüyle bir “faşist damızlık” çiftliği gibi kullanılan bu topraklar, diğer yandan, “Yavru vatan”, “Tarihi miras” vb. gibi sloganlarla yürütülen bir propagandaya, Türkiye içindeki faşist, ırkçı ve yayılmacı propagandanın yerleştirilmesi ve etkili kılınması programlarına da malzeme olmaktadır. Hayali ihracat, banka dolandırıcılıkları, usulsüz kredi yağmacılığı aracılığıyla çalman paralar, KKTC’de yatırım gibi gösterilen yollardan Türkiye’ye geri döndürülmekte, böylece Kıbrıs, bugün Türkiye ekonomisine hakim olan rant ve vurgunun yürütülmesinin araçlarından birisi olarak kullanılmaktadır. Öyleyse, Kıbrıs’ta, demokratik ve bağımsız bir cumhuriyet uğruna mücadele, aynı zamanda, Türkiye ve Yunanistan’da demokrasi mücadelesinin kopmaz bir parçası haline gelmiştir.
Her iki halk arasında yaratılan ve büyük ölçüde etkili olmaya devam eden düşmanlık duygularının giderilmesi ve tam bir güven ve kardeşlik ortamının yaratılması, bugün için neredeyse olanaksız gibi görünmektedir. Her iki halkın komünistleri, böyle bir gelişmenin sağlanması konusunda, en azından verili koşullar devam ettiği sürece, fazlaca umutlu değillerdir. Uzun yıllardır devam eden bölünme ve farklı yaşam koşullarının gelişmesi, her iki tarafın faşist saldırganlığının etkili olmasına, halklar arasında yeni bir birliğin gerçekleşmesinin koşullarının büyük ölçüde geriye itilmesine neden olmuştur. Gerçekte, kültürüyle, ekonomik yaşam biçimi ve siyasi hedefleriyle, geçmişte önemli bir yakınlaşma içine girmiş ve Kıbrıs’a özgü bir halk kimliğinin oluşması yolunda önemli adımlar atmış bulunan iki halkın kardeşçe birlikteliğinin önündeki en önemli engel, Türk ve Yunan devletleri ve bunlara tümüyle bağımlı hale gelen Ada hâkim sınıflarıdır. Geçmişte, EOKA faşizminin Türk halkı üzerinde uyguladığı katliamcı terörün izleri, bugün de silinebilmiş değildir ve bu, Türk halkı tarafından tümüyle Rum halkına mal edilen bir uygulama olarak anılarda durmaktadır. Aynı biçimde, Türk işbirlikçilerin, İngiliz sömürgeciliğinin safında, Rum halkına uygulanan zulme alet olmalarının anılan da canlıdır. Bütün bunların giderilmesi için yapılabilecekler ve esas olarak Kıbrıs’taki devrimci mücadelenin alacağı boyutlar ve çözüm yollan, Kıbrıslı komünistlerin ve demokratların çözeceği sorunlardır. Buna karşın, her iki halkın birlikteliğine dayanan bağımsız ve demokratik bir Kıbrıs cumhuriyetinin savunulması, Türkiye gericiliğinin önemli dayanaklarından birisine karşı mücadele anlamına gelecektir.

Ekim 1994

“Asker partisi” kuyruğunda “solcu” yükselişi!

“ASKER PARTİSİ” NEDİR, KİMİN PARTİSİDİR?
“Susurluk”un bir kaza değil, planlı bir tasfiye hareketinin başlangıcı olduğu iddiası, bir “Asker Partisi”nin bulunduğu yolundaki kanaatlerin de başlangıcı oldu. Varsayıma göre, ordu, MGK ile ya da eskiden olduğu gibi SKB (Silahlı Kuvvetler Birliği) gibi kurumlaşmalarla yetinmiyor, gündelik politikaya doğrudan ve etkili bir program-plan çerçevesinde müdahale edebileceği yeni bir örgüt kurmuş bulunuyordu. Bu örgüt, “çalışma grupları” biçiminde organlaşmış ve ordunun “krize müdahalecinin aracı olarak faaliyete geçmişti. Burjuvazi, “temsiliyet ve yönetim krizi” içindeydi; “kapitalizmin kendi işleyiş mekanizmalarının ayak bağı durumuna gelen” karşı-devrimin ağırlığını tasfiye amacıyla ordu, bu koşulların aşılmasını sağlayacak bir restorasyon sürecini başlatmıştı. Ana hedef, “kontrgerilla yapılanmasının tasfiyesi ve şeriatçı/faşist yoğunluğun azaltılması”ydı. Bunun bir sonucu, “gericiliğin dibine çekilen toplumun, bir yeniden yapılanma gündemi ile kaçınılmaz biçimde yüzünü sola dön”mesiydi. “Bizim için” önemli olan, “restorasyon programının kendi iddiaları değil, bu sürecin topraklarımızdaki emekçi ve devrimci dinamikler için yeni bir yükselişin yolunu açması” idi.
Tekelci burjuvazinin ve bir bütün olarak devlet kurumlarının bugüne kadarki programlarının ve eylem çizgisinin bilinmesine karşın, en sonunda gelip tıkanılan nokta, bütün doğru saptamaların üstünü örten ve hepsini belirleyen “ordunun gerici ve faşist yoğunluğu tasfiyeye yöneldiği ve bunun işçi ve emekçi hareketinin yükselişinin yolunu açacağı” teziydi. “Siyasetin önünde sonunda sınıflar mücadelesi” olduğu da, “Asker Partisi’nin aynı zamanda çok büyük bir sermayedar haline geldiği, Türkiye’nin silah alım ve teçhizat satımında dünyanın sayılı ülkelerinden birisi olduğu, Asker Partisi’nin programının başında ‘özelleştireceğiz’ yazdığı, bu ülkede karşı-devrimci odakların iplerinin bir kural gereği, bu partide toplandığı” da, havada kaldı. “Gericiliğe ve faşizme karşı mücadele”de ordunun jakobenizme doğru evrileceğine inanılmaya başlandı ve bundan sevinç duyuldu. Safiyane, şu sözler edildi: “Restorasyonun dönemeçleri jakobenizme davetiye çıkarmaktadır. Jakobenizmin, çağımızda burjuva öznelerin elinde faşizmle akraba haline gelen yanları vardır, olmasına, ama Türkiye siyasetinde jakoben girdiler bir yandan da topraklarımızın Leninist girdilere alıcı hale gelmesini sağlayacaktır.”(1)
12 Eylül’ün uzun yıllar süren karanlığının kör ettiği devrimci içgüdülerin yerini, çok eski geçmişin kavramlarıyla yürütülmeye çalışılan bir “uyanıklık” almıştı. 27 Mayıs’ın bir “devrim” olduğu, Kemalizm’e atfedilen eski ve eskimiş misyonla birlikte yeniden hatırlandı. Bununla birlikte, Marksizm’in temel tezlerinin bir biçimde üstünün örtülmesi, bunlara sarılarak muhalefet edenlerin de “körlük”le suçlanması gerekiyordu. Bu da yapıldı; “Devrimci harekette, ‘ordu egemen sınıfın baskı aracıdır’ sözünden başka bir şey bilmeyenler, tarihteki birçok devrimci sıçramanın nasıl gerçekleştiğini hâlâ kavrayamayanlardır. Bu kavrayışsızlığın arkasında, ‘iktidar perspektifinden nasibi almamak yatar.”(2)
Bu ifadeden çıkarılabilecek anlam şudur: “Asker Partisi”, en azından şu anda, orduyu, egemen sınıfın baskı oracı olmaktan öte bir işlevle yönetmektedir ve birçok devrimci sıçrayıştan birini daha ya gerçekleştirmektedir ya da gerçekleştirmek üzeredir.
Yazı şöyle devam ediyor: “Türkiye’de gerici odakları, faşist hareketi budamaya dönük adımlar atan Asker Partisi’nin aynı zamanda çok büyük bir sermayedar haline geldiği, Türkiye’nin silah alım ve teçhizat satımında dünyanın sayılı ülkelerinden birisi olduğu, Asker Partisi’nin programının başında ‘özelleştireceğiz’ yazdığı, bu ülkede karşı-devrimci odakların iplerinin bir kural gereği, bu partide toplandığı unutulmamalıdır.”
Bu iki paragrafın birlikte ele alınmasını şöyle özetleyebiliriz: “Asker Partisi”, “silah ve teçhizat alım satımının başında bulunan en büyük sermayedar partisi” olsa da, “gerici odakları ve faşist hareketi” budamaktadır. Marksizm’in temel tezlerine bağlı kalmak, bunun görülmesini engelliyor! Bu yüzden, “tarihteki birçok devrimci sıçrayışın” nasıl gerçekleştiğini bize anlatan, daha farklı perspektiflere başvurulmalıdır! Yazıda kaynak gösterilmiyor ama biz bunun örneğin Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın, “Türk ordusunun devrimci atılımlarını” en kapsamlı bir biçimde teorize eden “ordu tezi” gibi perspektifler olduğunu tahmin edebiliriz.
Marksizm’in devlet teorisini bir kenara bırakarak, bir an için, Türkiye solu içinde defalarca eleştirilmiş ve artık neredeyse devlet konusundaki bütün oportünist görüşlerin temel referansı olduğu bilinir olmuş Kıvılcımlı’nın teorisi açısından bakmaya çalışsak veya yalnızca Gelenek yazarının sözlerinden hareket etsek bile, bu analizin çelişmeleri bize doğru yolu göstermeye yetecektir. Önce, şu doğru saptamaya bakalım: “Asker Partisi”nin programının başında “özelleştireceğiz” yazmaktadır ve “kural olarak”, “ülkedeki bütün gerici odakların ipleri” bu partinin elinde toplanmaktadır. Bu, günümüzün başlıca mücadele alanlarından birisine, emek ve sermaye güçleri arasındaki özelleştirme alanına dikkat çekmektedir. Gerçekten işçi ve emekçi mücadelesinin odaklaştığı, mücadelenin diğer alanlarını da kendisine bağlayarak ilerleyen burjuva programın özeti budur. Özelleştirme, yalnızca belli başlı kaynakların talan edilmesi ve işçi ve emekçi kitlelerin daha da yoksullaşması anlamına gelmiyor, aynı zamanda, işçi ve emekçi kitlelerin örgütsüzleştirilmesi, sınıfın parçalanması, başlıca mücadele olanaklarının da yok edilmesini de içeriyor. Bu, aynı zamanda, programın yürütülebilmesi için, sürecin sonucunda kendiliğinden doğabilecek aleyhte sonuçları, sürecin içinde gerçekleştirebilmeyi de zorunlu kılıyor: Örgütsüzleştirme, parçalanma, kendiliğinden doğacak bir sonuç olarak beklenmiyor, şimdiden sınıfın bir özelliği haline getirilmek isteniyor. Bunun için de, gericiliğin, resmi ya da gayrı resmi örgütler, planlar ve teoriler biçiminde seferber edilmesi gerekiyor. Programının ilk maddesinde “özelleştireceğiz” yazan bir “parti”nin, vaadini gerçekleştirebilmesi, gerçekten bütün gerici odakların kontrolünü elinde tutmasına, ama aynı zamanda bunları işçi-emekçi direnişine karşı seferber edebilmesine de bağlıdır.
“Bütün gerici odaklar”, hemen akla gelebileceği gibi, birkaç siyasi partiden, kasaba teşkilatlarından, tarikatlardan, sendika bürokrasilerinden ibaret değildir. Emperyalizmin, uzun yıllar boyunca geliştirdiği ve kullana-geldiği bütün sosyal ve siyasal güçler, iletişim araçları ve örgütler bu cümleye dahildir. Bunlar arasında, kuşkusuz, Gelenek, Y. Küçük vs. tarafından “tasfiye edildiği” söylenen her türden faşist ve gerici, mafyatik ve resmi örgüt ve kurum da vardır. Ama daha önemlisi, bunlar arasındaki bağlantılardan oluşan muazzam bir sosyal ve ideolojik mekanizma vardır. Yukarıda değindiğimiz “atmosfer”in kurucu unsurları da bunlar içinde oluşmaktadır. “Asker Partisi”nin başlıca dayanakları ve eylem araçları da bunlar içinden derlenmektedir.
Öyleyse, Fethullah Hoca’nın bile hedefe konulmuş olmasına, döküntü birkaç “ülkücü mafya” özentisinin tutuklanmasına, Çillerdin ürkütülmesine bakarak bu araçların kullanılmasından tümüyle vazgeçildiği sonucunu çıkarmak, inanılmaz bir saflıktır.
Susurluk’la başlayan şey, öteden beri “başarıyla” kullanılan “gerici ve faşist” kimi odakların, “denetim dışı” ve “kendi hesaplarına” iş yapmaya başlamalarının önüne geçilmesidir. Bununla birlikte, bugüne kadar yaptıkları “vatan hizmeti”nin onaylanmadığına, bunlardan ötürü kovuşturulabileceklerine, hele cezalandırılacaklarına dair en küçük bir belirti yoktur. Dolayısıyla, özellikle, “örtülü savaş” operasyonlarının “sahipsiz” olduğu hiç hayal edilmemelidir. Aksine, eylemciler ve yöneticilerinin, “lazım olurlar” diye bir kenarda, ama olup bitenlerden de ders almış olarak şimdilik oturmaları uygun görülmüştür. Kutlu Savaş Raporu’nun içeriği budur ve bunun Kutlu Savaş’ın şahsi görüşleri olduğunu sanmak yanlıştır. “Akıllarına estiği gibi” iş tutamayacakları, Akın Birdal olayında bir kere daha gösterilmiştir. Burada, “sınıfın baskı aracı”nı, “devrimci sıçramanın” öznesi olarak görüp heyecanlanmayı gerektirecek hiçbir şey yoktur.
Gelenek’in Haziran ’98 tarihli 57. sayısında, Aydın Giritli, analizi derinleştiriyor ve kısa, orta ve uzun vadede “AsPe”nin eğilimlerinin neler olabileceğini yazıyor: Buna göre, “28 Şubatçılar” (daha önce kullanılan deyimle AsPe), Kemalist bir silkinişe “kesinlikle” ihtiyaç duyuyorlar. Bu silkiniş, faşist olmayan ve anti-emperyalizmle tanımlanacak (ama “elbette”, bu anti-emperyalizm iktisadi, siyasi ve askeri alanlara taşınmayacak!) bir “ulusçuluk” özelliği gösterecek, anti-şeriatçılık özelliği baskın olacak, kısaca, ordu, Kemalist geleneklere, Aydınlık’ın deyişiyle “Cumhuriyet devrimi mevzilerine” geri dönecek. Bu tahmin, yalnızca sürecin özelliklerinin ortaya çıkardığı kimi eğilimleri kalıcı ve sürekli bir program olarak değerlendirme hatasından kaynaklanmıyor; aynı zamanda, benzeri analizleri yapanların, Kemalizm hakkındaki kalıcı ve köklü yanılgılarından da besleniyor.

KEMALİZMLE SOLUN UZUN MACERASI
Sosyalist hareketin tarihi, sosyal temelleri ve başlıca hedefleri bakımından en başta işçi ve emekçi sınıfların egemen sınıflara karşı mücadelesinin tarihidir. Bununla birlikte, kendisini sosyalist olarak tanımlayan, eşitlik ve adalet kavramlarıyla sınıf ayrılıklarının ve sömürü ilişkilerinin en azından bazı biçimlerine karşı çıkan bütün ilerici düşüncelerin kaynağında, genel olarak burjuva demokratik gelenekler bulunur. Bir bakıma, burjuvazi, aristokrasiye karşı kullandığı bütün silahlan proletaryaya devretmesi gibi, bizzat kendi içinden çıkan, kendi ilerici-devrimci süreçleri içinde yetişmiş kadrolarının bir kısmını da proletaryaya devrede-gelmiştir. Bizde ve bütün dünyada, sosyalizmin ilk kadroları, ilk teorisyenleri ve örgütçüleri, önce burjuva demokratik ilerici hareketler içinde ya da en azından etkisinde siyasal mücadeleye girmişler, zamanla proletarya sosyalizmine doğru ilerlemişlerdir.
Bizim gibi özellikle kapitalizmin gelişme özellikleri bakımından gerilikler gösteren, feodal üretim biçiminin ve kültürünün etkisinin süregittiği, burjuva demokratizmi ile toplumsal ve siyasal çapta bir hesaplaşmayı toplum olarak tamamlayamayan ülkelerin koşulları, burjuva demokratizmi ile sosyalizm arasında, sürekli bir ilişkiyi de zorlamıştır. Bu ilişki kendisini, kimi zaman sosyalistlerin taktik ittifak planlarında teknik-siyasal bir etki biçiminde, kimi zaman da sosyalist hareketin aleyhine ideolojik ve siyasal etkilenmeler biçiminde göstermiştir.
Türkiye’de kapitalizmin gelişme özellikleri, “burjuva demokratizmi”nin içerik ve biçim değiştirmelerine yol açmıştır. Başlangıçta ilerici burjuva hareketin ideolojisi ve siyasal pratiğinin aracı olagelmiş olan görüşler ve kurumlar, değişen koşullarda iktisadi ve siyasi gericiliğin aracı olarak da fol oynayabilmiş, özellikle sınıf karakteri dolayısıyla bu gericiliğin hedefi daima işçi ve emekçi kitleler olmuştur. Bu aynı zamanda işçi sınıfının bir sosyal güç olarak gelişmesinin de sonucudur. Dolayısıyla, sosyal gelişmesini bir siyasal güç olarak tamamlamak yolunda ilerleyen işçi sınıfı, bunun olanaklarının yine burjuva demokratizmi tarafından harcandığı ya da engellendiği bir durumla karşılaşmıştır. Bu yüzden de, işçi sınıfından yana aydınların devrimci komünizme doğru ilerleyişi, her adımında, burjuva siyasal geleneklerden, burjuva ilericiliğin, işçi sınıfının güncel ve stratejik çıkarlarına aykırı özelliklerinden kopmaya doğru attığı adımların tarihi olmuştur. Özdeşlik ve uzlaşma noktalarının kırılmadığı her durumda ise, reformizm, siyasal oportünizm ve revizyonizm egemen olmuştur.
Türkiye’de ‘ burjuva demokratizminin, tarihsel zorunluluklar dolayısıyla geçmişte her ileri hamlenin başında bulunması ve ilk kuşak sosyalist kadroların bu hareketle bir biçimde bağlarının olması, sınıf hareketi ve sosyalist örgütlenmeler içine bu gelenekten pek çok özelliğin, siyasal görüşün ve perspektifin akmasına yol açmıştır. Komünist Partisi ve değişik sol partilerin kuruluş ve gelişmesinde, yalnızca Kemalizm’in değil, Jön Türk hareketinin ve ittihat ve Terakki Partisi’nin de etkisi vardır.
Bu hareketler, Türkiye’de kapitalizmin gelişme koşullarına bağlı olarak, ulusalcılık, Batıcılık, halkçılık, kalkınmacılık gibi eğilimler taşımış, fakat özellikle de anti-emperyalizm ve anti-feodalizm konusunda son derece cılız ve etkisiz bir yönelim göstermiş, sosyalistler de, onları özellikle bu noktalarda aşmaya gayret göstermişlerdir. Dolayısıyla, asıl niteliği kapitalizme karşı mücadele içinde belirecek olan sol, “en tutarlı anti-feodal, anti-emperyalist” olmakla yetinmiştir. Kendi sınırlarını böylece belirlemiş olan ilk komünistler de, Milli Mücadele sürecinin anti-emperyalist ve halkçı özelliklerinin ve yine bu süreçte Sovyetler Birliği ile Türkiye arasındaki olumlu ilişkilerin de etkisiyle, Kemalist harekete ve önderlerine abartılmış bir önem vermişlerdir. Aslında son derece konjonktürel olan ve bu bakımdan anlaşılabilecek olan bu değerlendirme, henüz Milli Mücadele sürerken karşılaşılan büyük kıyımlara, yasaklamalara ve baskılara karşın, sonraki kuşaklar boyunca da devam etmiştir.
27 Mayıs askeri darbesinden sonraki dönem içinde, bu ilişki daha heyecanlı bir biçimde hatırlanmış, Dr. Hikmet’in “İkinci Kuvayı Milliyeciliğimiz” broşüründen başlayıp, Mihri Belli’nin “Milli Demokratik Devrim” teorisine, Mahir Çayan’ın “Cephe”sine, THKO’nun “İkinci Milli Kurtuluş Savaşımız” sloganına, TKP’nin “ileri demokrasi” taktiğine, ve irili ufaklı birçok fraksiyonun kendinden menkul “ittifaklar siyaseti”ne renk vermiştir.
60–80 arasındaki yirmi yıllık sürede, solun teorisi ve pratiği içinde bu ilişkinin yarattığı gerilikler, açmazlar ve belirsizlikler derinleşmiş, ’80 sonrasında buna bir de, “Kürt baskısı” eklenmiş ve Türkiye solu hazırlıksız bir Kemalizm eleştirisine zorlanmış, bu kez de “toptan inkâr” kalesine savrulmuştur. Başlangıcından itibaren Kemalizm’i faşizme eşitleyen Kaypakkaya devamcıları bir yana bırakılacak olursa, çoğu kez kendileriyle Kemalizm arasındaki özdeşlikle övünenlerinin birçoğu da “Kürt baskısıyla eleştiri” kervanına katılmışlardır.
THKO’nun ’70’li yılların ortasına doğru özeleştiri dönemini tamamlarken ulaştığı Kemalizm eleştirisi boyutu, Şefik Hüsnü’nün 1928 Programını da kapsayarak geliştirilmiş bulunduğundan, böyle bir savrulmaya karşı en dayanıklı siyasi hareket, bu geleneğin devamı olmuştur.
Tarihte tekrarların, birinci kez trajedi, ikinci kez ise komedi biçiminde göründüğünü Marx, 18. Brumaire diye bilinen eserinin girişinde söylemişti. Türkiye solunun, Kemalizm’le ilişkisinin geçmiş dönemlerde birçok kez gerçek trajedilere sahne olduğu biliniyor. Bugün, yeniden Kemalizm’le “sıkı” ittifaklar arayışının ise, geçmişteki bütün trajediler hatırlandığında bir komedi biçimini aldığından kuşku duyulamaz.
Günümüzün siyasal gelişmeleri, solda yeni bir Kemalizm tartışması başlatmış bulunuyor. Bu tartışmada eskiden söylenmiş birçok söz, ister istemez yeniden hatırlanacak.
Kemalizm’le sosyalistlerin ittifakı sorunu, geçmişte, Milli Demokratik Devrim kavramı ekseninde teorize edilmişti. Görünürde, son derece ciddi bir Kemalist iktidar hareketi vardı. Gazetesi, örtülü partisi, gençlik içinde bağları ve iyi işlenmiş teorisi ile bu hareket, Doğan Avcıoğlu tarafından temsil ediliyor, sol içinde en hararetli destekçisini de, bugün “Kemalizm’le ittifak” politikalarının teorisyenliğini yapanların en çok saldırdıkları Mihri Belli’nin kişiliğinde buluyordu.
Bugün, bunca badireden sonra, teorik-politik bilincin kazandığı bunca deneyden sonra, bu ilişkinin niteliğini, ittifak kavramı içinde değerlendirme olanağı artık bulunamaz.
Mihri Belli, kontrolündeki gençlik hareketinin TİP’ten kopmasında etkili olmuş, sonra da bu gücü Baas tipi darbeciliğin kuyruğuna takmış, sözde “asgari proram”ını da, Avcıoğlu kliğine olan bağımlılığından dolayı, onların programının daha gerisinde tanımlamıştı. Bütün umutların bağlandığı ordu, kendi hiyerarşisi içinde, en yüksekteki komutanının ifadesiyle, “sosyal uyanışla ekonomik kalkınma” arasındaki çelişmeyi çözmeye giriştiğinde, açıkçası, düzenin temel ihtiyaçlarını gözeten bir darbe ile, mücadeleyle kazanılmış haklarını ve örgütlerini, burjuvazinin beklentilerinin ve hazırlıklarının çok ötesine taşımış bulunan işçi ve emekçi kitleleri yeniden “hizaya getirmeye” kalkıştığında, sol için bir özeleştiri dönemini de başlatmış bulundu. O sol ki, 15–16 Haziran büyük işçi kalkışmasında bile, “ordu-işçi el ele” sloganını atabilmişti.
Bu özeleştiri süreci, 12 Eylül öncesinde tamamlandı sanılırken, yeni darbe, solun ufkunda “yeni perspektifler” açtı! Kürt ulusal uyanışı, hemen hemen bütün fraksiyonlar ve partiler için Kemalizm eleştirilerini neredeyse zorunlu hale getirdi ve “çubuğu tersine bükme” modası başladı. Kemalizm’in tarihi, kimi siyasi gruplar tarafından baskı ve zulümden ibaret bir diktatörlük tarihi halinde yeniden yazılırken, en çok küçümsenen de, onun anti-emperyalizmi oldu. Çubuğun bükülüşü, Sevr Antlaşması’nın halkların lehine olduğu noktasına kadar getirildi. Kürt milliyetçiliği, sözde eleştirdiği Kemalizm’in bütün milliyetçi geriliklerini kendi özelliği olarak yeniden inşa ederken, kimi solcu gruplar ve kişiler de bunu onayladı ve derinleştirdi. Bu savruluşta, kuşkusuz, genel olarak “sol” adı altında toplanan akımların pek çoğunun sorunu bir milliyetler meselesi temelinde ele alışı ve emek sermaye çelişmesini, proleter dünya görüşünü analizlerinin temeli yapamayışları rol oynadı. “Sol”un önemli bir bölümü, kendisini bir sınıf hareketinin temsilcisi olarak tanımlayacak örgüt ve eylem düzeyini kaybettiği ve sonra da yakalayamadığı için, “ideolojik bir hareket” olarak göründü ve siyasi mücadeledeki yerini de, bunun sonucunda genel olarak tepkici bir biçimde seçmeye zorlandı. Salt ideolojik mücadele, teorik, felsefi eleştiri, asla sınıf mücadelesinin tamamı değildir ve sınıf mücadelesinin ekonomik ve özellikle de siyasi biçimleriyle birleşip tamamlanmadıkça, aydın tepkisi niteliğini aşamaz. Bugün gelinen noktada, yalnızca işçi hareketinin sendikal sorunlarının, ekonomik hedeflerinin küçümsenmesinde değil, büyük siyasi sorunlarda, örneğin “AsPe”nin “devrimci bir sıçrama” yaptığının sanılmasında olduğu gibi, yalpalamanın ve belirsizliğin kaynağında bu özellik vardır. İdeolojik mücadele, siyasi ve ekonomik mücadeleden ayrılmış ve soyut ve kavramsal bir düzeye düşmüştür.

KEMALİZM YENİDEN KEŞFEDİLİYOR
Gelenek’te Aydın Giritli, “Asker Partisinin politik öncülüğünün, bütün eski Kemalistlere hayat verdiği, sosyalizan, sosyalist-Kemalist “sayısız versiyonu”nun birleştiğini saptıyor. Özellikle ’80’den sonra Kemalizm, sosyal tabanı olmayan, taraftarları Ahmet Yıldız gibi, yalnız ve inatçı emeklilerden ve birkaç köşe yazarından ibaret, ölmüş bir parti durumundaydı. Evren rejimi, bütün siyasi partileri kapatıp bütün siyasetleri tekeline aldığı gibi, Kemalizm’in de resmi örgütler dışında örgütü ve üniformalılar dışında da taraftarı ve militanı olmasını istemedi. Bütün istenen, onaylama ya da boyun eğme idi. Dolayısıyla, zaten 71 sonrasında en önde gelen örgütçüsü Doğan Avcıoğlu hareketinin yenilgisiyle dağılmış ve büyük ölçüde sosyal demokrat partilere sığınmış bulunan Kemalistler, 12 Eylül tarafından “gereksizleştirildiler.” Sonra, yalnızca sosyal demokratlar değil, ANAP ve DYP de, hâlâ kendilerini Kemalist olarak tanımlayan ev kadınlarının, emekli subay ve öğretmenlerin, doktorların, avukatların, mühendislerin önemli bir bölümünü paylaştı. Çiller bile, geleneksel olarak CHP gibi partileri süsleyen bu katmanı kendi partisinin kenar süsü haline getirebildi. Refah-Yol hükümeti sahneye çıkıncaya kadar, bu dağınıklık sürdü. Onlara yeni bir hedef gösterip yeni bir mücadele heyecanı veren, bu hükümetin bileşimi ve Refah Partisi sözcülerinin ne oldum delisi hallerini bilinçli bir şekilde kullanan karşı-propaganda oldu.
Bugün ortalığı kaplayan ve her gün çoğalan akımlar, kişiler, gruplar, dergiler, dernekler, “kendiliğinden” ortaya çıkmış değillerdir. Özellikle bugün bir siyasi parti gibi, ilçeler düzeyinde dahi örgütlenen ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği), bir tür parti olarak ortaya çıkma yoluna, son derece açık bir güdüleme ile girmiş, her il ve birçok ilçede, eskiden olsa kolayca örneğin TİP gibi bir partinin kurucusu ve yöneticisi olabilecek mahalli aydınlar, bu derneklerin kurucusu ve yöneticisi olmuşlar, Cumhuriyet gazetesini resmi yayın organları ilan etmişler, CUMOK (Cumhuriyet okuyucuları) teşkilatları kurmuşlar, Çevik Bir’i de, çoktan beri kendi “merkez komitesi başkanları” olarak görmeye alışmışlardır. Yekta Güngör Özden gibi sembolik isimleri bağrında toplamak, Onuncu Yıl Marşı’nı topluca söylemek gibi “ritüeller” icat etmek, her boydan ve renkten Atatürk rozeti, posteri, fotoğrafı, büstü vs. takmak, takıştırmak, satmak, hediye etmek gibi gelenekler geliştirmek, geçmişte “gereksizleştirilenlerin”, şimdi yeniden ve resmen aynı kanallardan göreve çağrılmalarının sonucudur. Bunun bir emirname ile gerçekleştiğini söylemiyoruz. Bu türden sosyal ve siya-sal oluşumlarda, yaratılan atmosferin adeta “kendiliğinden” gibi görünen etkileri işlemektedir ve bu her türlü “göreve çağrı kâğıdından daha sonuç alıcıdır. Bugün Ankara’nın bütün seyyar satıcı tezgâhlarında, Atatürk’tü nesneler, “Amme Cüzü”nden de, “Mızraklı İlmihal”den de, üç hilalli-bozkurtlu anahtarlıklardan da, Zülfikar kolyelerinden ve Hazreti Ali resimlerinden de, Tarkan ya da İbrahim Tatlıses posterlerinden de fazla alıcı buluyor. Çünkü bütün bu nesneleri ayrı ayrı satın alanlar, yanında bir de Atatürklü nesne satın alabiliyorlar, İstanbul Kadıköy’de, İzmir’de de durum farklı değil. Bu havanın nasıl oluştuğu, bir popüler kültür konusu olarak ayrıca incelenmelidir. Siyasi ilişkiler ve araçlar açısından bakıldığında, soyut, genel ve kapsayıcı bir simgenin doğmuş olması ve çevresinde, en azından büyük kentlerin orta sınıflarını kapsayan toplumsal denilebilecek bir birliğin oluşması önemlidir. Satılan her rozet, her fotoğraf, her masa süsü, sonuçta ordunun her eyleminde haklılık ve zorunluluk bulunduğuna inanmaya hazır bir vatandaş demektir. “Sol”un, sözünü ettiğimiz kesimleri de, yaratılan bu iklimden etkilendiler. Kızgın havanın bir prizma gibi görüntüleri kırıp yansıtmasında olduğu gibi, ortalığı kaplayan Atatürk silueti de, dönemin özellikleri gereği olağan sayılması gereken her “askeri girişim”i, bunlara olağanüstü bir yenilenmenin başlangıcı gibi göstermeye başladı. Bu atmosferden, “Her neye inanırsan inan, hangi partiden ve ideolojiden yana olursan ol, Atatürkçü ol” içeriğini taşıyan bir bildiriyi kitlelere ulaştıran ve ordunun “Atatürkçülüğün tek ve sarsılmaz bekçisi” olduğu inancının yerleştirilmesinde sayısız hizmeti bulunan TÜSİAD’cı burjuvazinin kazançlı çıktığı da, aynı bunaltıcı hava dolayısıyla görülemedi.

“ASPE”NİN GELECEĞİ VE BU PARTİYE OYNAMANIN SAKINCALARI
Y. Küçük’ün deyimiyle, “Restorasyon paşaları”nın hemen hemen hepsinin emekliliğinin gelmiş olmasına ve bir süre telaffuz edilen Çevik Bir’in Genelkurmay Başkanlığının sağlanması planının gerçekleşmemesine bakarak, iki olasılık düşünülebilir: Birincisi, “AsPe”nin yönetici kadroları, emekli edilmekle tükenecek gibi değildir; bu yüzden yöneticilerinin üniformasızlaşmaları önem taşımıyordur. Önemli olan program ve planların kurum düzeyinde yürütülmesidir; gidenlerin yerine gelecek olanlar da bunu sağlayacaklardır! Gelenek, Y. Küçük ve Aydınlık çevrelerinin bel bağladığı güçlü olasılık budur. “Restorasyon” ya da “Cumhuriyet Devrimi çizgisine dönüş” programı, döneme ve kişilere bağlı olmaksızın sürdürülecek, gericilik ve faşizm tasfiye edilecek, “solun yükselişinin de önü açılacaktır.”
Bir “yükselişe” geçebilmek için, sınıf hareketinin dışında, sınıf hareketinin başlıca kurumlaşmış engeli durumunda bulunan devletin programlarında yol arayanlar, bu hayali olasılığı tek ve zorunlu gerçek gibi görüyorlar.
İkinci olasılık ise, bu kadar dümdüz değil ve siyasal alanda egemenliğin mutlak olarak “AsPe”nin elinde olmadığını göz önünde tutmayı gerektiriyor. Olup bitenleri, mutlak olarak “AsPe”nin planları ve taktikleri çerçevesinde görenleri uyandıracak birçok olgu var. Her şeyden önce, ordu, şu anda ne kadar kendi hiyerarşisi içinde hareket ederse etsin, birçok çelişik ve hatta çatışan siyasi eğilimi ve bunların rütbeli sözcülerini içinde taşımaya devam etmektedir. Bütün kademelerde tayin ve terfilerin, esas olarak bir Genelkurmay tasarrufu olduğu gerçekse de, özellikle, ordu komutanlıklarından başlayarak üst rütbelerin belirlenmesinde, kararların tümüyle, muhayyel “AsPe” siyasetlerinin gerektirdiği biçimde olamayacağı da, ordu-siyaset ilişkilerinin bütün tarihi tarafından gösterilmektedir. Burjuva siyasetin çok değişkenli karmaşık yapısı içinde ordu yönetimi, bütün bunlardan bağımsız bir unsur olarak görülemez. Türkiye’nin siyasi tarihi göstermektedir ki, siyasetin belli başlı profesyonellerinin ihtiyaçları ile “yöneten-yönetilen” ilişkisinin zorunlu sonuçlan, gerici bir yönetim biçimini de zorlamaktadır. Şu anda haksız yere “radikal”, “restorasyoncu”, “devrimci” diye adlandırılan ve komik bir biçimde “İslamcı sermayenin kontrolü”, “sekiz yıllık eğitim” gibi “Tanzimatçı” önlemlerle karakterize olan ve bundan daha fazlasını asla vaat etmeyen gidişat, yıllar boyu yine aynı eller tarafından sürdürülen bilinçli gericileştirme etkinliğinin özelliklerine teslim olacaktır. Çünkü, Türkiye tekelci burjuvazisi için olduğu kadar, onun bölge çapında ve “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar” olan coğrafyada yürütmek istediği ve pek çok kurumuyla angaje olduğu emperyalizm uzantısı “mega proje”, diğer bütün konjonktürel eğilimlerin üzerindedir. Özetle söylenecek olursa, Türkiye ile Amerikan emperyalizmi arasındaki bağlar ciddi biçimde tasfiye edilmedikçe, emperyalistlerin bölge politikaları değişmedikçe, Türkiye’nin iç siyasetinde, devlet kurumlarının yapısında ve özelliklerinde “solun önünü açacak” reformlar, restorasyonlar gerçekleşemez. Şu anda son derece cılız ve çoğu propagandaya dönük uygulamaların da, bu kapsamda değerlendirilmesi gerekir ve bu çerçeve, yapılanların ve yapılmak istenenlerin içeriğini de sınırlarını da önemli ölçüde etkilemektedir. Buradan bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti’nin “kontrgerilla diplomasisinden, Orta Asya üzerinde “tarikat yoluyla” etkinlik kurma girişimlerinden, Ortadoğu’da Amerikan-İsrail kombinasyonunun gerektirdiği şiddet politikasından vazgeçmesi nasıl çok özel koşullara bağlıysa, bunların etkili aracı olarak her zaman gerekli görünen örgütlerden ve ilişkilerden de vazgeçmeyecektir. İşte bu yüzden, “gericilik ve faşizmin tasfiyesi, Cumhuriyet Devrimi mevzilerine dönüş, restorasyon vb.”, İmam Hatip Mekteplerinin sınırlanması, Kur’an kurslarının resmileştirilmesi ve Ağar kliğinin tatile gönderilmesinden ibaret bir program olarak kalmaya mahkûmdur.

BÜROKRASİ VE BURJUVAZİ
“Asker Partisi Ne İstiyor?” başlıklı derlemenin girişinde, doğru bir saptama bulunuyor: “Askerlerin toplam dinamiklerden etkilenen ve o toplumsal dinamikleri etkileyen önemli bir unsur olduğu, bu unsurun iç yapısının kimi kesitlerde yarılmalara gebe olduğu…” hatırlatılıyor. Bu sözler, askerlerle egemen sınıf arasındaki ilişkiyi anlatırken söyleniyor. Etkileme ve etkilenme ilişkisinin çerçevesini, egemen sınıfın siyasal partileri, TBMM grupları, işveren sendikaları, Odalar ve Borsalar Birliği, mevcut işçi sendikalarının konfederasyon yönetimleri gibi kuruluşları da katarak genişletmek gerekir. Bu, “restorasyon”un olanaklarının ve engellerinin içeriye ilişkin listesidir. Ama bu yetmez, böyle bir yönelimin, başta ABD olmak üzere, bütün emperyalistlerin programları bakımından da bir yeri olmalıdır. Egemen sınıf, Gelenek yazarlarının nedense hesaba katmadıkları kadar örgütlü ve etkilidir. Elbette bu ilişkide, “emir komuta” hiyerarşisi yoktur ama, egemen sınıfın asıl “emredici” gücü, dünya çapındaki ilişkileriyle belirledikleri “ihtiyaç listesi”nden gelmektedir.
Devletin görevi, bütün bu bağlantı noktalarının ördüğü ağdan oluşan düzeni “korumak ve kollamak”, kapitalizmin devamı için gerekli koşulları yaratmak ve geliştirmektir.
Türkiye solunda, bürokrasi ile egemen sınıf arasındaki ilişkilerde, neredeyse “uzlaşmaz” bir çelişme bulunduğu yolunda temel bir yanlış yapıla-gelmiştir. Bu perspektif, görünüşte farklı, özünde aynı iki sonuç doğurmuştur:
Birincisine göre, burjuvazi demokratik-liberal bir tarzda kapitalizmin geliştirilmesinden yanadır, bürokrasi ise, tutucu ve gelenekçi politikalarla buna direnir.
İkincisi ise, bürokrasinin (özellikle ordunun) ilerici bir konumda durduğunu ve burjuvaziyle çelişmesinin temelinde “devletçilik” programlarının bulunduğunu ileri sürmektedir.
Aynı teori, kimin ilerici olduğu noktasında ayrılan görüşlere kaynaklık etmektedir.(3)
Oysa tarihte yaşanan siyasi olayları, bürokrasi ve burjuvazi arasındaki çelişmenin değil de, emek ve sermaye arasındaki çelişmenin ve burjuvazinin değişik sektör ve klikleri arasındaki çelişmenin sonuçları olarak görmek de mümkündür ve kimi olayların anlaşılması, bu yoldan gidildiğinde daha kolay, elde edilen sonuçlar da devrimci olacaktır.
Türkiye’de bürokrasi ile burjuvazi arasındaki ilişkileri yorumlamak için, şöyle bir model kurulabilir: Türkiye’de burjuvazinin farklı sektörleri ve klikleri arasındaki belirleyici kapışma, siyasi temsilcileri aracılığıyla gerçekleşir ve siyasi temsilciler arasındaki çatışmalar, burjuva kliklerin kendi aralarındaki çelişkilerinin gerçek içeriğini aşan biçimler alabilir. Bunun nedenini, siyasi partilerin işlevlerinde, yapılarında ve sınıfla olan ilişkilerinin hareketli değişkenliğinde aramak gerekir. Devlet, siyasi partilerin üzerinde durur ve onların işlevlerini yitirdiği ve sınıfın temel ve kalıcı çıkarlarını temsil etmekte yetersizliğe düştüğü noktada devreye girer. Egemenlik aracı olmak bakımından etki ve gücünü yitirmiş siyasi temsilciler, parti, lider ya da kadro düzeyinde yeni bir statü kurulmasının zorunlu olduğu hallerde, kelimenin tam anlamıyla harcanırlar. Devlet, sınıflar ve partiler ayrı ayrı kurumlar olarak görünse de, sonuçta bunların tümü aynı sınıf egemenliğinin değişik aygıtlarıdır.
Devletin, egemen sınıftan bağımsız görünmesine yol açan, birkaç görüngü sayılabilir: Devlet, çoğu zaman, egemen sınıf fraksiyonları arasındaki çatışmaların üzerinde yer alır. Devletin genel ya da bir soruna özgü politikası, egemen sınıf sözcüleri tarafından, hatta kimi zaman sınıfın neredeyse tüm temsilcileri tarafından eleştirilebilir. Devlet politikaları ile egemen sınıfın tamamına yakınının tercih ettiği politikalar arasında farklılıklar bulunabilir. Bunun kimi örneklerini, TÜSİAD, TOBB raporlarında gördük.
Bunun kaynağı, egemen sınıf fraksiyonları arasındaki farklılık ve çelişmelerin, devlet politikalarına doğrudan doğruya yansımamasındadır. Burjuva klikler arasındaki gerilimlerde ve zaman zaman su yüzüne çıkan çatışmalarda da, işçi sınıfının mücadele düzeyi etkili olmakta, burjuva sınıf içi uzlaşmaların ya da çatışmaların içeriği, işçi sınıfıyla o andaki ilişkinin düzeyi ve biçimi tarafından yönlendirilmektedir.
Devletin değişik alanlara ilişkin politikalarının hedeflerini ve içeriğini de belirleyen, esas olarak, bu temel çelişmedir. Doğrudan bürokrasinin ya da daha açık görünüşüyle ordunun müdahalelerinin çıkış noktasında, egemenlik sistemiyle işçi ve emekçilerin talepleri arasındaki çelişki bulunmaktadır. Her askeri darbenin, eninde sonunda kapitalizmin bir tıkanıklığını gidermek, ya da bunalımını aşmak gibi bir misyonu bulunduğu, genel olarak işçi sınıfına ve emekçi halka yönelik siyasi ve iktisadi baskı içeren önlemlerden, darbe dönemi hükümetlerin tümüyle buna yönelik programlarından, plan tercihlerinden görülebilir. Devlet politikaları, burjuvazinin güncel ve orta vadeli çıkarlarının gerekleri karşısında, görece daha uzun vadelidir ve fraksiyonlar arasındaki farklılıkların ya bir ortalaması, ya da uzun vadedeki kesişme noktaları üzerine kuruludur. Devletin asıl görevi, kimi istisnai durumlar dışında, burjuvazinin şu ya da bu hizbine hizmet etmek değil, doğrudan doğruya burjuvazinin emirlerini yerine getirmek değil, kurulu düzeni korumak ve devam ettirmektir. Devlet örgütünün kimi birimleri, hiç kuşkusuz, sermaye birikiminin ve dolaşımının günlük ihtiyaçlarının karşılanmasına, burjuvazinin ekonomik ve siyasal sorunlarına acil çözümler üretilmesine ayrılmıştır (Kamu bankaları, maliye ve ticaret işlerini düzenleyen bakanlıklar gibi) ve burada, burjuvaziyle bürokrasi arasında kimi zaman bir “emir komuta” ilişkisinin bulunduğu da gözlenebilir. Ama bu ilişkiyi, devletin bütünü içinde ve her zaman aramak, bulamayınca da, bürokrasinin burjuvaziden bağımsız bir sınıf olduğu sonucuna ulaşmak yanlıştır.
Devletin genel ve uzun vadeli programlarını belirleyen başlıca unsurları şöyle özetleyebiliriz:
– Egemen sınıfların temel ve genel çıkarları,
– Karşı karşıya bulunan sınıflar arasındaki çatışmanın muhtemel eğilimleri ve bu eğilimlerin genel düzen açısından taşıdığı anlam,
– Egemen sınıf fraksiyonları arasındaki uzlaşma noktaları ve genel çıkar bakımından bunların rolü,
– Uluslararası durum.
Bütün bunlar, “kurulu düzenin korunması ve sürdürülmesi” genel hedefine bağlı olarak, her özel durumda göz önünde tutulan parametreler rolü oynar.
Bunlar arasında, karşılıklı etkileşme vardır ve her bir unsur, diğerinin alacağı yeni bir nitelik karşısında, yeniden biçim ve içerik kazanabilir. Kuşkusuz bunlar içinde, diğerlerinin biçimini, etki gücünü ve diğerleriyle bağıntısını belirleyen esas unsur, temel sınıflar arasındaki çatışmanın güncel, tarihsel ve geleceğe ilişkin eğilimleriyle oluşturduğu genel niteliktir.
Dolayısıyla, devleti, burjuvazinin günlük hesaplarını tutan ve her durumda onun en acil ihtiyacını tespit edip günlük kararlar veren bir memurlar örgütü olarak göremeyiz. Bu takdirde, burjuvazinin tümünün ya da bir kesiminin o andaki yönelimleriyle devletin görece uzun vadeli “koruma ve kollama” görevi arasında görülebilen farklılıklar, bürokrasinin bağımsız davrandığı kanısını uyandırabilir.
Burjuvazinin programlarının devlet programı halini alması, bir dizi dolayımdan geçerek gerçekleşir. Burada, çoğu zaman egemen sınıfın gelişme koşullarıyla bire bir çakışmayan devletin kuruluş tarzı, gelenekleri, görece kalıcı ve bir sürekliliği olan ideolojisi, yukarıda saydığımız diğer faktörlerle birlikte, egemen sınıfın plan ve programlarının devlete yansıması koşullarını birlikte belirler.
Bu farklılıklar, devletin egemen sınıfın baskı ve zor aygıtı olması gerçeğini değiştirmez.
Günümüzde, “AsPe”nin plan ve programlarında, gündelik tavır alışlarında, bu modeli geçersiz kılan bir sapma yoktur. Tekelci burjuvazinin genel eğilimleriyle, uzun vadeli çıkarları, ordunun ve polisin içinden geçmesinin zorunlu görüldüğü reform süreciyle çakışmaktadır.
Eğer Gelenek yazarı Aydın Giritli’nin dediği gibi, “uzun süreli bir karşı-devrimci yozluk birikiminin tasfiyesi” söz konusu ise, bunun bir başka kaynağını en azından ünlü TÜSİAD raporunda bulabiliriz.
Örneğin “Rapor”un, Diyanet İşleri ile Alevilerin ilişkisinin yeniden düzenlenmesine ilişkin bölümünün, “şeriatçı-laik saflaşmasını veri olarak kabul ettiğini ve bu saflaşmada Alevilerin laik cepheyi güçlendirmek üzere sermayeye bağlanması gereğine işaret edildiğini görüyoruz ve bu, bugün “AsPe”nin de gündemindedir.
Yine, Özel-Tim’in Emniyet Müdürlüğü’nden alınıp Genelkurmay’a bağlanması görüşü de, “Rapor”da yer alıyordu. Kürt sorununa ilişkin olarak o gün için “erken” bulunan ve raporu yazanın, yazdıranların, Sabancı’nın “azarlanmasına” yol açan kimi önerilerin de, eğer hâlâ bir çare olmak bakımından geçerlilik koşulları bulunuyorsa, bir süre sonra “devlet görüşü” halini almasını bekleyebiliriz. Yukarıda da değindiğimiz gibi, burjuvazinin kimi talepleri ve perspektiflerinin “devlet politikası” halini alması, birçok dolayımdan geçerek ve devletin temel politikalarıyla bunlar arasında bir uyumun doğmasını sağlayacak koşullar ortaya çıktığında gerçekleşir. Bu, “Türkiye’de, demokrasi ideolojisinin esas olarak iktidar olamaması” (bkz: Aydın Giritli; “Restorasyon Kemalizm’i”, Gelenek, 57, s.15.) ile açıklanamaz. Dolayımlar, ilişkiler ve devlet politikasının belirleyici parametreleri, kendi süreçlerini yaşarlar ve kendi sonuçlarına bu etkiler içinde ulaşırlar. Bugün, “AsPe”ye indirgemeden söylemek gerekir, devlet için, tekelci burjuvazinin orta ve uzun vadeli siyasal özlemlerinin gerçekleştirilmesi için uygun koşulların kısmen oluştuğu bu süreç başlamıştır. Bu süreçte, AB ilişkileri, ABD’nin değişken eğilimleri, Türkiye tekelci burjuvazisinin kendi kaynaklarıyla (emperyalizmle) siyasal ve ekonomik bakımından tam entegrasyon talepleri, iç pazar kaygıları vs. rol oynamaktadır.
Dolayısıyla ortada bir “Asker Partisi”nden söz edilecekse bile, bunun asıl kimlerin partisi olduğundan hiç kuşku duyulmamalıdır. Ne var ki, Gelenek, Y. Küçük ve Aydınlık bakımından, “hamle”yi (restorasyonu) Asker’e havale edince, onda “anti-faşist, anti-şeriatçı” özellikler görmek ve göstermek ve bunu geleneksel ilerici damarlara bağlamak, tekelci burjuvaziye aynı misyonu yüklemekten daha kolay ve kimileri için daha inandırıcı oluyor. “Devlet denilince, onda hâkim sınıfların baskı aygıtı olmaktan başka özellikler görmeyenler” böylece “mat oluyorlar”!

İLERİCİ-GERİCİ
Tarih incelemelerinde, diğer bütün zorunlu yöntemsel ve mantıksal araçların yanı sıra, siyasal tutum da belirleyici bir ağırlık taşır. Siyasal tutum, geçmişe bugünün ilişkileri ve ihtiyaçları açısından bakmayı gerektirir. Teoriyi, ister olumlu anlamda geliştirmek için, isterse gündelik çıkar hesaplarıyla bozmak için “gözden geçirmek”, dar ya da fazla geniş bulmak, doğrudan doğruya siyasal tutumla ilgilidir. Bugün, orduya “faşizmi ve gericiliği tasfiye eden Rönesans gücü” misyonu biçebilmek için, Marksist devlet teorisini “dar” bulmak kaçınılmazdır. Ama bunun doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu söylemek için, Marksizm’in katledildiğini saptamak yetmez. Bu, “doğruluk” “yanlışlık” ölçütlerini kullanmak için yeterince güçlü bir çıkış noktasıdır, ama bundan daha önemlisi, önermenin, emek sermaye karşıtlığı bakımından ne anlama geldiğini saptayabilmektir. Yalçın Küçük, Gelenek ve Aydınlık, bugün bir “restorasyon” süreci yaşandığında birleşmektedir. Bu birliğin ortak paydası, “gericiliğin”, faşizmden, kapitalizmden, emperyalizmden ayrı bir şey olarak anlaşılmasıdır. Dinci gericiliğin “PKK’den daha tehlikeli” bir güncel baş düşman olarak ilan edilmesi ve Ağar kliğinin kızağa çekilmesi, Çiller-Uçuran çetesinin hırsızlıklarının artık ayyuka çıkması karşısında, “yeter, kazı bağırtmayın” denmesi, onlar açısından bugüne kadar uygulanan bütün politikaların kökten değiştiğinin işaretidir. Örneğin, Gelenek, bütün ihtiyat kayıtlarını kullanarak, “Kapitalizm çağında, tutarlı bir anti-emperyalizm, içten bir anti-faşizm ve kimsenin kuşkusu olmasın, çekincesiz ve ilkeli bir gericilik karşıtlığı, burjuva düzeninin herhangi bir kanadının ya da kurumunun işi olamaz” diyor, ama hemen ardından, gericiliği salt ideolojik ve dinci ideoloji ile sınırlı bir tutum olarak tanımlıyor. “Net ve kesin bir özetle, Türkiye’de ilericilik gericilik saflarının kendi içlerindeki önderleri, Kemalizm ve şeriatçılıktır.”(4)
Yine aynı yazıda, ilericilik, “kamucu/devletçi, yurtsever/anti-emperyalist, ilerlemeci/devrimci” temalar üzerinde “genel bir hegemonyanın” sahibi olan Kemalizm’e mal ediliyor. Sosyalizm ise, “bir ideolojik çizgi” olarak, bu unsurlarla tanımlanan “ilericilik alanını” paylaşıyor; ama “bu alanda başı çeken bir unsur olmayı bir türlü beceremediği de” kesin!
Toplumsal ve siyasal anlamda, “ileri-geri” kavramlarına Marksizm tarafından yüklenen içeriğinin, sınıflar mevzilenmesi dışında bir ölçü tanımadığı görülmüyor. Bir sınıfın, partinin, kurumun ilerici olup olmadığını belirleyen tek ölçü, sınıflar savaşında tuttuğu yerdir, “kamucu/devletçi, yurtsever/anti-emperyalist, ilerlemeci/devrimci” kavramlarını, güncel sınıf mücadelesinin başlıca alanlarından bağımsız olarak tanımlamaya olanak yoktur. Taktiğinin birinci maddesinde “özelleştirmeye hayır” yazan işçi ve emekçi kitleleriyle, yine programının birinci maddesinde “özelleştireceğiz” yazan burjuvazinin bu kavramlara verdiği içerik aynı olamaz. Kavramların dışsal benzerliğine bakarak, “aynı alanın paylaşıldığı” kanısına ulaşmak, sadece sınıf kıstaslarını unutmakla mümkün olabilir.
Bugün gelinen noktada, “ileri-geri” kavramları, Türkiye solunun ’60’lı yılların sonunda terk etmeye başladığı “laik-şeriatçı” ikilemine yeniden oturtulmuştur, birçokları için “gerici”, kimi karikatürlerde görünen takkeli, çember sakallı, tespihli, şalvarlı bir adamdır. Bu kalıba göre, Eczacıbaşı, Koç, Garih, Alaton gibi tekelci sermaye temsilcilerinin gerici sayılması akla bile gelmez. Aynı şekilde, siluetinde daima keskin bir Mustafa Kemal profili görünen herhangi bir general de gericiliğin baş düşmanı namıyla taçlandırılmayı peşinen hak etmiştir.
Bu karikatür düşman, Refah-Yol hükümeti sürecinde yeniden ve çok daha etkili bir biçimde “ilericiliğin” tanımlanmasında rol oynamaya başladı. Kuşkusuz bu yeniden dirilişte, hükümet olmuş dinci gericiliğin uygulamalarının payı vardı; karikatürdeki adam, Fatih-Çarşamba’dan Batman çarşılarına kadar, İstiklal Caddesi’nden, Kızılay’a, Kordonboyu’na, memleketin yüzde doksanında aynı kıyafetle ve son derece ciddi bir biçimde dolaşıyordu. Ama ileri-geri, sağ-sol gibi kavramlar ekseninde bir ayrışmanın aktörü haline getirilmesinde, onun cübbesinin ve sarığının altına gizlenen bir başka kimlik rol oynadı.
Sürecin başlangıç noktası, “Susurluk’tur. “Bir Dakika Karanlık” eylemini, “çetelere karşı vatandaş inisiyatifi” biçiminden, büyük bir başarıyla “şeriatçı saldırıya karşı laik direnişi” haline sokanlar ve hükümetteki dinci gericiliği, hedef saptırmanın aracı olarak abartanlar, cübbenin, sarığın, çember sakalın ardına gizlenenlerdir. Bu komik korkuluğun ortalığa salınmasıyla, önce, “çete”nin üstü örtüldü ve arızi, bireysel suç kapsamına sıkıştırılması sağlandı. İkinci olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin esas olarak dış politikası ve merkezî önem taşıyan Ortadoğu ilişkileri bakımından gerçek bir ayak bağı durumunda bulunan Refah Partisi’nin hükümetten uzaklaştırılması için uygun psikolojik ortam yaratıldı. Ve son olarak, devlet iktidarının kimin elinde olduğu ve “olması gerektiği” yolundaki sorunun cevapsız olmadığı, bunun tek sahibinin ordu olduğu düşüncesi, bir kere daha kabul ettirildi. O kadar ki, ordunun 12 Eylülden sonra büyük itibar kaybına uğradığını saptayan bütün burjuva gözlemciler ve medyanın “etkili kalemleri”, “televizyon yorumcuları”, itibarın iade edilmekte olduğunu “sevinçle müşahede etmeye başladılar.” Bu sonuncu kazanç, ilk ikisinden daha önemliydi. Egemenlikte en vazgeçilmez koşul, “onay” mekanizmalarını işletebilmektir. İktidarı meşru ve isterse kural dışı olsun, bütün uygulamalarını gerekli gösterebilmek için bu, ilk ve zorunlu adımdır. Diğer ilk iki hedef, çetenin üstünün örtülmesi ve Refah’a karşı cepheden saldırı, bu amacın elde edilmesinde kullanıldı. Yalçın Küçük’e, “ordumuz” dedirtmek, Doğu Perinçek’i yıllar sonra nihayet açıkça yeniden ve büyük bir aşkla “Cumhuriyetimiz”in savunuculuğunu pervasızca yapabilecek koşullara kavuşturmak, anlı şanlı sosyalistleri “ordu, faşizmi ve şeriatçı gericiliği tasfiye ediyor” hülyalarına sokabilmek, başarının büyüklüğünü yeterince gösteriyor.
Tam da bu noktada, “Türkiye solunun Kemalizm’le hesaplaşması” için, kendi sınıf köklerini tanımasının ve kendisini bir işçi hareketi olarak inşa edebilmesinin belirleyici önem taşıdığını yeniden görebiliriz. İdeolojik netlik, münzevi bir aydın çabasının ürünü olamaz. Kimi soyut kavramlar arasında dışsal özdeşlikler bulmak, aynı zamanda sınıf politikaları arasında geçişler, bağlantılar ve özdeşlikler bulmaya yol açar. Her toplumsal kavram, ancak yine toplumsal pratik tarafından somutlanabilir. Özgürlük, demokrasi, eşitlik, adalet vb. ilericilik, yurtseverlik, devrimcilik gibi kavramların da, hangi sınıf açısından ne anlama geldiği, kimin politikasını temsil ettiği, ancak sınıfların mücadele içinde netleşen hedefleri ve ihtiyaçları açısından anlaşılabilir. Karşıt sınıfların aynı kavramları kullanıyor olmalarından, onların gerçekten “aynı alanı paylaştıkları” sonucunu çıkarabilmek, en temizinden idealizme özgüdür. Bundan kurtulmanın tek yolu, maddeye, toplumun maddesine, sınıflar gerçeğine başvurmaktır.
Belki ancak o zaman, üniversitelerdeki kışlalaştırma saldırısının içeriği görülebilir ve bütün ilerici öğrenci gençliğin, yalnızca YÖK sisteminin değil, MGK’nın da en militan temsilcisi olarak tanıdığı İstanbul Üniversitesi Rektörü gerici Kemal Alemdaroğlu’na selam çakılmaz. O zaman, öğrencilere sakallarını keserek bu saldırıya sırf “gericilerin de yüzü görünsün” diye katlanmaları önerilmez, “tarihimizde de yazılıdır, sakal kesildikçe güzelleşir” gibi başçavuş babacanlıkları yapılmaz.(5)

Ağustos 1998

Dipnotlar

1) Aydemir Güler, “Jakobenizmin Güncelliği”, Asker Partisi Ne İstiyor, s.164
2) Gelenek’in Notu, “Asker Partisi Ne İstiyor”, Mart 1998, s.5
3) Bu noktada, daha önce Çağlar Keyder’in “Türkiye’de Devlet ve Sınıflar” broşürü dolayısıyla söylediklerimizi tekrarlamak zorundayız. Bkz: Özgürlük Dünyası, “Devlet ve Sınıflar”, sayı 76, Şubat 1995, s.6
4) Aydın Giritli, “Restorasyon Kemalizm’i”, Gelenek, 57, s.
5) Bütün bu kuyrukçu açıklamalar için bkz: Y. Küçük, 1 Mart tarihli “Basın Açıklaması”, Hepileri, sayı 12, s.28

Emperyalizm: kapitalizmin son ve ölümcül aşaması

Emperyalistler arasındaki ilk büyük savaş, bütün şiddetiyle devam ederken, 1916 yılında Lenin, olup bitenlerin teorik ve bilimsel açıklamasını yapmayı son derece acil bir görev olarak gördü. Çünkü savaşın ortaya çıkardığı çeşitli sorunlar, sosyalistler arasında yeni tartışmalara ve kafa karışıklıklarına yol açmıştı. Diğer, yandan savaş, ekonomik sıkıntıları artırmış, kitlelerin kapitalizme karşı tepkisini yoğunlaştırmış ve bir devrimin gerçekleşmesi olasılıklarını son derece güçlendirmişti. Öyleyse, emperyalizmi yalnızca bilimsel bakımdan çözme görevinin yerine getirilmesinin yanı sıra, yaklaşan devrimde nasıl bir tutum takınılacağını ve emperyalist savaşın devrim için yarattığı olanakları da görmek ve göstermek gerekiyordu. Lenin, emperyalizmin, kapitalizmin diğer evrelerinden biri gibi, sıradan bir aşaması olmadığını bunun en yüksek -ve son- aşama olduğunu, kitabının adında belirtmeyi bunun için gerekli gördü.
Şu halde “Emperyalizm-Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı eser, bilimsel Marksist yöntemin güncel bir olguya uygulanmasının örneği olduğu kadar, devrimci işçi sınıfı partisinin taktiklerini de, yeni duruma göre belirleyen siyasal bir eserdir.

ESERİN YAZILDIĞI DÖNEMDE SİYASAL KOŞULLAR
Lenin, 1916 yılının kış aylarında, Rusya dışında, İsviçre’nin Bern kentinde bulunuyordu. Kitabı burada yazmaya başladı ve daha sonra Zürich’e geçerek, çalışmalarını buradaki zengin kütüphaneden yararlanarak sürdürdü. Yüzlerce kitabı, dergi ve gazeteyi taradı, istatistikleri ve kapitalistlerin birinci elden raporlarını inceledi. Lenin’in ölümünden sonra, 1939’da yayınlanan notları, bu süreçteki çalışmanın yoğunluğunu ve genişliğini göstermektedir. Lenin, 1916 yılının yaz aylarında çalışmasını bitirdi. Eserini o sırada yayın kurulunda Menşeviklerin egemen olduğu “Parus” yayınevine gönderdi. Yayın kurulu, eserde bulunan bazı bölümleri, kendilerinin de savunduğu oportünist teorileri sert bir biçimde eleştirdiği için sansür etti. Son derece önemli bazı sözcükleri değiştirerek, Lenin’in çalışmasının devrimci içeriğini zayıflatmaya çalıştılar. Aslında Lenin, eserinin Çarlık sansürü tarafından engelleneceğini hesap ederek, teorik-ekonomik çözümlemelere ağırlık vermiş, siyasal sonuçları ise, örtük bir dille, ancak devrimcilerin anlayabileceği biçimde yazmıştı. Daha sonraki basımlarda Lenin, ilk yazıldığı biçimi korudu. Fakat özellikle emperyalizmin, sosyalist devrimin arifesi olduğu yolundaki öngörüsünü ve emperyalizmi savunan sözde sosyalistlerin tutumunun tam bir ihanet olduğu yolundaki saptamasını, başka makalelerinde belirttiği için, yeni basımlara eklemedi. 1917 yılında yapılan yeni basıma yazdığı önsözde, bu durumu anlamayı kolaylaştıracağını düşünerek, 1914–1917 arasında yazdığı kimi makaleleri okuyucuya önermekle yetindi.
Söz konusu makalenin önemli bir kısmı, Türkçede, “Emperyalist Savaş Üzerine”(1) başlıklı derleme içinde ve “Sosyalizm ve Savaş”(2) adlı kitapta yayınlanmıştır. “Emperyalizm” adlı eserle birlikte bu makalelerin de incelenmesi, konunun tam olarak anlaşılabilmesi için gereklidir.
Eserin yazıldığı dönemde, dünya işçi hareketinde de önemli gelişmeler yaşanıyordu. Avrupa’nın her ülkesinde komünist ve sosyalist partiler güç kazanıyor, fakat aynı zamanda, oportünist görüşler de hızla yayılıyordu. Uluslararası işçi örgütü durumunda olan İkinci Enternasyonal’in yönetimi, reformistlerin elindeydi ve bunların emperyalizmin tabiatı hakkında yanlış ve harekete zarar veren görüşleri vardı.
1914’te patlayan savaşın nereden kaynaklandığı ve hangi gelişmeleri içerdiği görülmüyor, en önemlisi, bu savaşın bir proletarya devrimi için gerekli koşulları hazırlayıp geliştirdiğinin farkına varılmıyordu. Bundan ötürü, Lenin için, emperyalizme karşı mücadelenin esaslarını saptamak ve bunu bütün ülkelerin proleter partileri için geçerli genel bir teori halinde sunmak önem kazanıyordu.

BAŞLICA TEORİK TEMELLER VE YÖNTEM
Lenin’in emperyalizmi çözümlerken dayandığı başlıca kaynak, Marx’ın “Kapital”de bütün açıklığıyla yaptığı kapitalizm çözümlemesiydi. Lenin’in çalışması, “Kapital”de yapılan çözümlemenin bir uzantısı olarak ortaya çıktı. Ancak, kapitalizmin kaydettiği gelişmeleri nesnel olarak ortaya koyabilmek için, yalnızca “Kapital’le yetinilemezdi. Emperyalizm olgusunu bütün boyutlarıyla görebilmek için, Lenin, 148 kitap ve 232 makaleden yararlandı. Bunlar arasında, özellikle, Alman sosyal demokrat teorisyen R. Hilferding’in “Finans Kapital” adlı eseri ve İngiliz teorisyen T. Hobson tarafından yazılan “Emperyalizm” adlı kitap, Lenin tarafından dikkatle incelendi. Lenin’in eseri, büyük ölçüde bu kitaplarda ileri sürülen görüşlerin eleştirisi sonucunda ortaya çıktı. Hilferding ve Hobson, kapitalizmin içeriğindeki gelişmeleri görmekle beraber, olgular arasındaki bağıntıları bulamamışlar, ortaya çıkan yeni nitelikleri açıklayamamışlardı.
Bununla birlikte, Lenin, bu iki araştırmacının eserlerinden yararlandı ve kitabında onlardan sık sık alıntılar yaptı. Lenin, emperyalizmi, bir yandan istatistiksel verilere dayanarak açıklarken, eserin inandırıcılığını güçlendirmek için, kendi deyimiyle, “burjuva iktisatçıların itiraflarına” da yer vermeyi uygun bulmuştu.

ESERİN İÇERİĞİ
“Emperyalizm”, iki temel kısımdan ve on bölümden oluşmaktadır. İlk altı bölüm, Lenin’in emperyalizmin ayırt edici özellikleri olarak saptadığı beş temel olguyu açıklamaktadır. İkinci kısımda ise, emperyalizmin genel özellikleri anlatılır.
Lenin’e göre, emperyalizmi tanımlamakta olan beş temel özellik şunlardır:
1- Tekellerin ortaya çıkması.
Kitabın birinci bölümü, “Üretimin Yoğunlaşması ve Tekeller” başlığını taşır, tekellerin ortaya çıkışını ve bunun etkilerini anlatır…
2- Banka sermayesinin sanayi sermayesi ile birleşmesi.
Bu özelliğin incelendiği bölümün adı, “Bankalar ve Yeni Rolleri”dir. Bunu izleyen üçüncü bölümde de, Lenin, mali sermaye ve mali oligarşi kavramlarını inceler.
3- Sermaye ihracı.
Emperyalizmin, meta ihracına dayanan eski sömürgeci kapitalizmden farklı olarak, sermaye ihracına dayanan bir dolaşım ağı kurduğunu anlattığı bu bölüme Lenin, “Sermaye ihracı” adını vermiştir.
4- Dünyanın nüfuz alanlarına bölünmesi.
Emperyalizmin dördüncü ayırt edici özelliği, dünyanın başlıca kapitalist gruplar tarafından paylaşılmasıdır.
5- Dünyanın paylaşılması, yeni dünya savaşlarının kaynağıdır.
Kitabın beşinci ve altıncı bölümleri, dünyanın kapitalist gruplar ve büyük güçler tarafından paylaşılmasının nedenlerini ve sonuçlarını anlatır.
Kitabın yedinci bölümü, Lenin’in bu bölüme kadar anlattıklarının bir özetini ve değerlendirmesini içerir. Lenin, bu bölümde, emperyalizm olgusu karşısında Avrupalı eski Marksistler arasında baş gösteren oportünist görüşlerin bir sergilemesini verir. Lenin, emperyalizmin, kapitalizmin çelişmelerini derinleştirirken, aynı zamanda devrimci Marksizm’le burjuva reformizmi arasındaki farklılıkları da açığa çıkardığını yazar. Bir bakıma, bu bölüm, kitabın yazılış amacının açıklanmasını içerir.
Emperyalizmin çözümlenmesinden ortaya çıkan sonuçları ve emperyalizmin belli başlı özelliklerini çok açık bir biçimde yeniden anlattığı için, bu bölüm, kitapta ilk okunacak bölüm özelliği taşır. Okuyucular ve kitap üzerinde eğitim çalışması yapacak olan gruplar, kitabın bu bölümünü, ilk önce okuyarak, kitapta geçen temel kavramları, emperyalizmin temel özelliklerini ve kitabın başlıca siyasal amaçlarını öğrenebilirler. Bu, diğer bölümlerin okunmasını ve anlaşılmasını kolaylaştırır.
Kitapta çok sayıda istatistiksel bilgi ve tablo yer almaktadır. Bu rakamların ve tabloların incelenmesi, oldukça güçtür. Bunlar, eserin yazıldığı dönemin kimi özelliklerini göstermek ve Lenin’in tezlerini desteklemek için kitaba konulmuşlardır. Günümüz okuyucusu, eğer bir uzmanlık çalışması yapmayacaksa, bu rakamları ve tabloları ayrıntılı olarak incelemeden, yalnızca bunlara dayanarak ileri sürülen tezlere yoğunlaşmalıdır.

“EMPERYALİZM-KAPİTALİZMİN EN YÜKSEK AŞAMASI”NIN GÜNCEL ÖNEMİ
Yazıldığı yıllarda, “Emperyalizm”, sürüp gitmekte olan savaşın, bütün savaşan emperyalistler için, dünyanın paylaşılması ve yeniden paylaşılması savaşı olduğunu kanıtlamıştır. Savaşan tarafların bazılarının “haklı” olduğunu ve desteklenmesi gerektiğini ileri süren kimi Avrupalı eski Marksistlere karşı bu tezin ispatlanmış olması çok önemliydi. Lenin, emperyalistler arasında, “iyi-kötü”, “haklı-haksız” ayrımı yapılamayacağını, birine karşı diğerinin desteklenemeyeceğini söylüyor ve devrimci proletaryanın bütün zamanlar için geçerli bir ilkesini de formüle ediyordu. “Emperyalizm” adlı eser, bu bakımdan, günümüzde de tamamen geçerli bir siyasal ilkeyi kanıtladığı için, önemini ve geçerliliğini korumaktadır.
İkinci olarak, Lenin, bu eserinde, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin tekelci biçim almasının, emperyalistler arasındaki savaşları kaçınılmaz kıldığını göstermiştir. Bu, bütün insanlık için, daha ağır sömürü ve yıkım demektir. Oysa bazı oportünist sosyal demokratlar, emperyalizmin uygarlık ve demokrasi getirdiğini, geri kalmış ülkelerde üretici güçlerin gelişmesine hizmet ettiğini ileri sürüyorlardı. Örneğin, Alman emperyalizminin demiryolları politikasının Ortadoğu için yararlı olduğunu söylüyorlar, bu ülkelere demokrasinin emperyalizm eliyle geleceğini iddia ediyorlardı. Bu iddialar, günümüzde de ileri sürülmektedir. Özellikle, Avrupa Birliği söz konusu olduğunda, insan hakları ve demokrasi konularında Türkiye’de bir gelişme sağlanacağına inanan ya da emperyalistler adına bunun propagandasını yapan pek çok çevre bulunuyor. Amerika’nın demokrasinin temsilcisi olduğu ve her ülkede insan haklarının garantisi olarak rol oynadığını söyleyenler bile var. Birinci Emperyalist Savaş döneminde de, ABD Başkanı Wilson, kendi adıyla anılan prensiplerini açıklamış, bu bütün dünyada ilericiler tarafından olumlu karşılanmıştı. Lenin, Wilson prensiplerinin aslında büyük emperyalist planın bir parçası olduğuna dikkat çekmiş, kendisini “barışsever olarak adlandıranların yanılgısını göstermişti. Aynı yanılgılı ya da kasıtlı tutum, günümüzde de görülmektedir. “Emperyalizm” adlı eseri derinlemesine inceleyenler, emperyalizmin barış ve demokrasi getiremeyeceğinin, bundan seksen yıl önce kanıtlandığını göreceklerdir.
Emperyalizm, aynı zamanda, işçi sınıfı hareketi içinde çeşitli provokasyonlar ve komplolarla ya da doğrudan doğruya satın alma yöntemleriyle, bölünmeler ve oportünist fraksiyonlar yaratmaktadır. Lenin, “bu evrensel olgunun ekonomik kökleri”ni, emperyalizmin dünya çapındaki sömürüsünde bulmaktadır. Günümüzde de, özellikle emperyalist ülkelerde yaratılmış bulunan “işçi aristokrasisi”, san sendikalar, çeşitli sözde solcu partiler, bu faaliyetin devam ettiğini göstermektedir.
Son olarak, “Emperyalizm” adlı eser, emperyalizmin, proletaryanın toplumsal devriminin önkoşullarını hazırladığını göstermektedir. Günümüzde dünya çapında yaşanan bunalımlar, bölgesel savaşlar, uluslararası provokasyonlar ve kışkırtmalar, derinleşen yoksulluk ve işsizlik, emperyalizmin doğasından kaynaklanmaktadır ve bütün bunlardan kurtulmanın tek yolu, proletaryanın toplumsal devrimidir.
“Emperyalizm”, yalnızca kapitalizmin son aşamasının özelliklerini sergilemekle kalmaz, aynı zamanda bu son aşamanın emperyalizmin ölümcül aşaması olduğunu kanıtlayarak, bir proletarya devrimi için gerekli koşulların, günümüz dünyası için de geçerli olduğunu kanıtlarıyla sergiler.
Onun asıl ve büyük önemi de buradadır.

1) Lenin, “Emperyalist Savaş Üzerine”, çeviren, Ahmet Yurdaer, Güne Yayınları, 1976
2) Lenin, “Sosyalizm ve Savaş”, çeviren, N. Solukçu, Sol Yayınları, 1992

Ekim 1998

Avrupa Birliği ve sol

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday üyeliğinin kabul edilmesiyle 2000 yılı tantanası aynı zamana denk düşünce, “çağ atlamak”, “uygarlık yolunda Türk adımını atmak” gibi, birbirini tamamlayan ilkel ideolojik propagandaların da bir fırtına gibi esmesinin önü alabildiğine açıldı.
Bir yandan “sokaktaki adam”ı avlamaya, avutmaya, olup bitenleri yine bir sebeple’ sineye çekmesine bir başka arka kapı aralamaya yarayan bu şiddetli reklâm kampanyası, kendisini daima “sokaktaki adam”ın üzerinde bir yere koyan aydınları da etki alanına alarak genişledi.
Kimi, sermaye çıkarlarının nerede olduğunu iyice bilerek ve isteyerek sevinçle, kimi bıkmışlığından, “yapacak bir şey kalmamış” olduğuna inandığından sineye çekerek, kimi siyasi olarak en azından konjonktür bakımından işe yarayacağını oportünistçe düşünüp hesaplar yaparak, AB aday üyeliğini onayladı.
Kamuoyunda, Avrupa Birliği’ne üyelik için, “sakatat ve lahmacun yememek”ten, “insan hakları ve demokrasiye tam uygunluk” gibi, ikisi de bir diğeri kadar yanıltıcı “koşullar” bulunduğuna dair bir kanı yerleştirildi. Medya köşeleri, bir başka açıdan bakışı, örneğin “Onlar Ortak Biz Pazar” gibi sloganları, “çağdışı” olarak ilan etmeye hazırdı ve bunun için, sağdan soldan, her türlü desteği bulabilecek geniş bir çevreyi harekete geçirebiliyordu. Bu, Avrupa’ya girişin, Türkiye için bir uygarlık aşaması olduğu yanılgısını yerleştirmek için kullanılan sloganların değişik kamuoyu tabakalarına yönelik uyarlamalarıydı. Görünüşe göre, Türkiye otuz yıldır aşındırdığı Avrupa kapısına, işte tam yaklaşmıştı, bu yüzden de, bütün vatandaşlara, devlet kurumlarına uygar davranma görevi düşüyordu.
Sorun böylece sadeleştirilince, Avrupa ile Türkiye arasındaki ilişkileri siyasi, askeri, ekonomik sonuçlarıyla birlikte düşünmek ve tartışmak ancak sınırlı bir çevrenin etkinliği olarak kaldı.
Bir kısım “solcu”, “Hangi Avrupa” gibi, gerçekten çağı geçmiş bir soruyu tartışarak bir ucundan AB’ye girişe karşı muhalefet meydanından çekilmiş; Kürt sorununu, Abdullah Öcalan’ın idamı meselesine indirgemiş olanlar ise çoktan bu gelişmeyi onaylamış, daha ötesi var mı diye beklemeye başlamıştı. Yıllar boyunca Avrupa Birliği, Ortak Pazar, Gümrük Birliği gibi kurumlara karşı keskin muhalefetle halktan oy toplamış olan “Müslüman” takımı ise, “türban Fransa’da serbest, Avrupa Birliği din üzerindeki baskıyı kaldıracak…” gibi sözleri gevelemeye başlamıştı.
“Kemalist, devletçiler, “milliyetçiler”, “ikinci Cumhuriyetçi”ler, tümü, olanlardan memnundu. Avrupa Birliği aday üyeliği statüsünü, kesin ve açık bir muhalefet konusu olarak ele almak, yalnızca emek cephesinden ve işçi sınıfı içinden düşünerek mümkün olabiliyordu.
Bunda şaşacak bir şey yok.
Demokrasi, insan hakları, uygarlık, kültür, insanlık vb. gibi kavramları toplumsal hareket ortamında değil de uluslararası ilişkiler düzleminde aramayı geleneksel bir tutum olarak benimsemiş Türkiyeli aydın, üstelik “küreselleşmiş” bir dünyanın insanı olarak, sınıf mücadelesi gerçeğiyle ve buna bağlı bütün düşünsel araçlarla ilişkisini de kesmiş bulunuyor.

AVRUPA EMPERYALİSTTİR
“Avrupa Birliği”ni, Avrupa’nın devrimci tarihinin bir sonucu olarak gösteren ve bu kavramın ifade ettiği bütün değerlerin günümüzde de geçerli olduğu kanısını yaratmaya yönelik “solcu” propaganda, konuyu asla ekonomik, siyasal, askeri sonuçlan açısından ve emek hareketine getireceği yükler bakımından ele almaya yanaşmıyor. Giderek, “emperyalizm”, “sınıf mücadelesi” vs. gibi kavramlarla konuyu tartışmanın, bir “geri kalmışlık” belirtisi olduğunu ileri sürebiliyor. Avrupa, “aydınlanma”nın, “insani duyarlık”ların, “etik ve estetik değerler” in kaynağı, anavatanı olarak hatırlanıyor, sanki Avrupa Birliği’ne girmekle, bütün bu kavramlardan örülü bir dünyaya gireceğimiz hayali üzerinden konuşuluyor.
Denildiğine göre, Türkiye’nin Birlik üyeliği konusunda, Avrupa’nın muhafazakâr sağcı kesimlerinin perspektifleri ile sol-liberal çevrelerinin görüşleri arasında temelli farklılıklar bulunuyor ve bugün Türkiye’nin aday üyeliğini biçimlendirenler, bu ikinciler oluyor. Bu yüzden de, üyelik koşulları, demokrasi, insan hakları evrensel değerleri ve standartları ile belirleniyor. Avrupa sağının Türkiye’nin üyeliğine karşı olan tutumlarında “İslamiyet”, “milliyetçilik” “post-modern ırkçılık” rol oynuyordu, ama bunları şimdilik saklı tutarak, sol-liberallerin Türkiye’ye çağrısına ses çıkarmamışlardı.
Bu görüşe göre, sol-liberaller, “portresi, kronik Kürt sorunu, darbeler, askerin siyasal ağırlığı, işkenceler ve yasaklarla çizilen Türkiye’nin, bunlara rağmen ve bunları aşabilmesi için ve de bunu başarabilecek potansiyele sahip olduğuna inanılarak, AB’ye katılması yönünde çalıştılar.” (Ömer Laçiner, Birikim, 129, Ocak 2000, s. 6)
Bu analiz, tümüyle idealisttir ve AB aday üyeliğinin reddedilemez bir değer olarak kabul edilmesini sağlamaya yöneliktir; böylece de pek çok temel gerçeğin üstünü örtmektedir. Burada, dinlerden, kültürlerden, kavimler tarihinden, solculardan, muhafazakârlardan, liberallerden vs. söz edilmekte, ama bankalardan, tekellerden, çiftçilerden, işçilerden, emek ve sermaye çelişmesinden, emperyalistlerden, bunlar arasında sürüp giden kanlı kavgalardan, Türkiye’nin aday üyeliğinin birdenbire neden ve nasıl güncelleştirildiğini açıklayabilecek hiçbir maddi ilişkiden söz edilmemektedir. Süreçte, nereden kaynaklandığı meçhul ideolojiler, siyasetler rol oynamakta, ama tarihin maddi güçlerinden, siyasetleri ve ideolojileri belirleyen maddi çıkarlardan ve ilişkilerden söz edilmemektedir. Böylece, ortaya bir dinler çatışmasını kafalarına takmış gericilerle, bunu aşmış ilericiler arasındaki “fikir mücadelesi” sonucunda Türkiye’nin adaylığı kabul edilmiş, bize de bu mücadeleyi kazanan aydınlanmacı, ilerici, etiği estetiği yerinde adamların açtığı yoldan yürümek kalmış…
Ne kadar “bayatlamış” bir slogan gibi görülürse görülsün, içeriğinin hep taze kaldığını deneyerek ve görerek tekrarlamak gerekir ki, Avrupa emperyalisttir. Avrupa Birliği, en son Seattle gösterileriyle dünya gündemine giren gaddar ve yağmacı Dünya Ticaret Örgütü’nün başlıca kurucularının etkinliğinde bir kurumdur. DTÖ, bütün dünyada en pervasız insan hakları ihlalcisi kararların kaynağı ve koruyucusudur. Bir yandan Avrupa Birliği’nde, insan hakları ihlallerinin sistematik olarak ihlal edildiği ülkelerden ithalat yapılmasının yasaklanması kararı çıkarılırken, diğer yandan aynı ülkelerin temsilcileri, DTÖ’de bu kararı geçersiz kılan yeni kararlar alabiliyorlar. Bu, AB’nin “çelişkili” bir birlik olduğundan çok, emperyalist çıkarlarla insan hakları arasındaki çelişkiyi gösterir.
İnsan hakları ve demokrasi konusunda bir güvence olarak görülen AB’ye üye ülkeler içinde insan haklarının ve demokrasinin durumu, emperyalizme yakışır bir düzeydedir. “Küreselleşme”nin bir gerçeklik değil, bir hedef olduğunu bilen bu ülkeler burjuvazisi, sermaye tarihinin bu en kapsamlı planını gerçekleştirmek için çalışmaktadır ve şimdi insan hakları da, demokrasi de, yalnızca bu hedefin gerçekleşmesinin ihtiyaçlarına yanıt verdiği ölçüde yararlıdır. Türkiye ile ilgili hesapların görmezden gelinerek, bolca kullanılan “insan hakları” kavramına bakarak, bunların sahiden insan hakları savunucusu olduklarına inanmak için, gerçekten fazlaca bunalmış olmak gerekiyor.
Kimileri, demokrasinin ve insan haklarının emperyalizm eliyle gelemeyeceğini söyleyenlere karşı, “gelsin de nereden gelirse gelsin, babam niye istemiyorsunuz?” diyor, kimileri, (Taner Akçam) “Onlarda ne kadar varsa onu getirsinler, yeter de artar; biraz da biz ölelim!” diye yazıyor.
Ve bütün bunları, İngiltere’deki, Danimarka’daki, Fransa’daki, Almanya’daki insan hakları ihlalleri ve anti-demokratik uygulamalar örnek olarak gösterildiğinde söyleyebiliyorlar.
Hiç kuşkusuz, bir ülkede antidemokratik uygulamalar ve işkence, insan hakları ihlalleri var diye, onun emperyalist olduğuna hükmedemeyiz. Emperyalizmin belirleyici unsurları, bunlardan farklıdır. Her şeyden önce, mali sermaye tekelciliği, sermaye ihracı, azami kâr, sermayenin uluslararası bir nitelik kazanması, dünyanın başlıca emperyalist ülkeler tarafından paylaşılması gibi olgular, emperyalizmi belirler. Dünyanın, artık “emperyalist olmayan bir kapitalizmi yaşadığı” iddiası, bütün bu olgular hakkında da bir şeyler söylemelidir.
Emperyalizm, günümüz dünyasındaki uluslararası ilişkileri anlamaya ve açıklamaya elverişli bir kavram olma özelliğini yitirmemiştir.
Avrupa sermayesinin genel eğilimlerinin, bu eğilimleri politika düzeyinde işleyen ve eyleme geçiren çevrelerin temel niteliklerinin, liberallik ya da muhafazakârlık gibi biçimlerden özü bakımından etkilenmeden, yüz yıllık bir süre boyunca aynı kaldığını görebiliriz. Avrupa sermayesine niteliğini kazandıran temel özellik, onun tekelci ve emperyalist oluşudur. Tekelciliğin tarihi boyunca bunun, “solcular”, “sosyalistler”, liberaller, faşistler eliyle sonuçları, işleyiş mekanizmaları bakımından değişmeden yürütüldüğünü gördük.
Balkanları kana boyayan saldırgan, kışkırtıcı, “böl yönet”çi politikaların, “çağı geçmiş” kralların, feodal orduların değil, günümüz uygarlığının eseri olduğunu biliyoruz. Ortadoğu üzerindeki hesapların sahiplerinin, Fransız “sosyalistlerinin, İngiliz centilmenlerinin, ABD emperyalistlerinden daha insaflı olduğuna, daha insani olduğuna yalnızca bölgenin işbirlikçileri inanıyor.
Avrupa, bankalarıyla, tekelleriyle, uluslararası konsorsiyumlarıyla, ordularıyla, gizli servisleriyle, emperyalisttir.
“Demokrasi ve insan hakları değerlerine sahip Solcu liberallerde, sağcı, muhafazakârlar arasında, emperyalist politikalar bakımından herhangi bir fark yoktur, olmayacaktır.
Avrupa Birliği, emperyalist bir kuruluştur.
Tekelci sermayenin gerek kıta üzerinde, gerekse bütün dünyada daha etkili, daha çok kar ederek dolaşabilmesinin bir aracından başka bir şey değildir.
Türkiye, bu kuruluşun içine, elbette “adam olsun, medeniyet görsün” diye alınmıyor.
Ama böyle düşünenlerin adına, Laçiner ekliyor: “Sosyalistler, sol ve liberal Avrupa’nın yığınla eksiğinden, tıkanmış damarlarından söz edebilirler. Ama bu o Avrupa’ya katılmamanın bir gerekçesi değil… tam aksine -eğer kendi tıkanmalarını da aşabilme umut ve şevkini duyabiliyorsa- bir an önce katılım kanallarını genişletme ve zenginleştirme çabasının ‘iticisi’ olabilir ancak.”
Demokrasinin, insan haklarının, ihraç edilmiş sermaye gibi ülkeye gireceği beklentisine, aynı kanaldan “kaliteli sosyalizm” akacağı umudu da eklendi demek.
Herhangi bir toplumun kendisine özgü kurumlar oluşturabilmesinin, ancak yine kendi dinamikleri ile olanaklı olduğuna inanıyoruz. Özellikle bunlar, toplumun çoğunluğunu ilgilendiren hak ve çıkarlar ise, yine o toplumun çoğunlukta olan kendi güçleri ile yaratılabilirler. Demokrasi, insan hakları, kültür vs. daima ve çağımızda hemen hemen yalnızca, işçi ve emekçi yığınlarının ihtiyacıdır, onların talebidir. Ve yalnızca onların talebi ise gerçekleşebilir. Ama bunu görebilmek için, ülkeye ve dünyaya emekle sermaye arasındaki mücadelenin içinden bakmak gerekir. Oysa pek çok aydın, Türkiye’nin bu bakımdan kendi olanaklarını tükettiği, ya da hiç böyle dinamiklere sahip olmadığı inancındadırlar. Türkiye’ye demokratik ve insan haklarına saygılı bir sistemin ancak başkalarının eliyle gelebileceği düşüncesi, temelde bütün toplumsal, entelektüel, siyasal güçlerini tüketmiş bir ülkede yaşandığı inancına dayanmaktadır. Her şeyden önce de, işçi ve emekçi sınıfların tam anlamıyla “sıfırlanmış” olduğunu düşünmek anlamına gelmektedir.
Yine aynı çevrelerce dile getirilen bir başka görüşe göre, Türkiyeli solcular, sosyalistler, AB üyeliğini, “beğenmedikleri” Avrupa’yı “dönüştürmek” için bir fırsat olarak görmeli ve üyeliğe laf olsun diye karşı çıkmamalıdırlar. (Bk. A. İnsel, Ö. Laçiner, Bülent Peker vs.)
Yine aynı noktaya gelip dayanıyor: Solcu, sosyalist her kimse, eğer kendi sınıf hareketinin bir unsuru değilse, eğer sınıf mücadelesinin gücünü toplumsal dönüşüm için tek araç olarak görmüyor ise, düşünceleri ne kadar parlak, kanıtları ne kadar inandırıcı olursa olsun, burjuvazinin bir kurumunu, dönüştüremez de, yıkamaz da.
İdeolojiler ve siyasetler, toplumsal maddi güçlere bağlıdır. Kendinden menkul liberallik, solculuk, muhafazakârlık yoktur, olmayacaktır. Avrupa’nın bir sınıf mücadelesi alanı olarak görülmesi demek, Avrupalı işçi-emekçi hareketleriyle birlik demektir. Onlarla birlikte ve onların da düşmanı olan Avrupalı tekellere ve onların kurumlarına karşı mücadele demektir. Egemen sınıf devletleriyle, onların kurumlarıyla ve temsilcileriyle aynı platformda birleşmek, tartışmak vs. değil.
Esasa gelelim.
“Enerji koridoru”, uzunca bir süredir, Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölgeyi tanımlamak için kullanılan bir deyim. Ortadoğu ve Orta Asya, petrol ve doğalgaz kaynaklarının bu zengin merkezleri, özellikle 70’li yılların ortalarından itibaren, başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere, bütün emperyalistlerin özel ilgi alanı halini aldı. Türkiye’nin “Avrupa Birliği Üye Adayı” statüsünü “kazanmış” olmasının bu olgunlaşmış jeostratejik kavram açısından düşünülmesi, bütün o şatafatlı propagandanın ardında yatan temel gerçeklerden en az birisini yakalamak anlamına gelecektir.
Bu kavram açısından bakıldığında, yakın zamanda birbiri ardına gelişen, çoğu ilk bakışta “şaşırtıcı”, ya da deprem gibi doğal olaylara bağlanarak açıklanabilir hale getirilmeye çalışılan “sürpriz” olaylar, politik anlamlarına oturabilmektedir. Abdullah Öcalan’ın derdest edilip teslim edilmesinden, Türk-Yunan kardeşlik atmosferinin yaratılmasına, Denktaş’ın başı ellerinin arasında kederli bırakılmasına, İsrail-Suriye ve Türkiye yakınlaşmasına, son olarak da aday üyelik statüsünün tanınmasına kadar pek çok olay, aynı çerçevede, aynı bağıntılar sisteminde gerçekleşmiş gibi görünmektedir.
Avrupa Birliği’ne üye olmak, Türkiye Cumhuriyeti’nin çok eski bir rüyası olmasına karşın, ancak bu dönemde ve özel bir plan çerçevesinde gerçekleşti.
Başta ABD olmak üzere bütün emperyalistler, Türkiye’nin, “enerji koridorundaki” rolünü oynayabilmesi için, bölgenin istikrarlı, komşularıyla sorunsuz, iç problemlerini olabildiğince çözmüş bir ülke haline gelmesi gerektiği konusunda adeta görüş birliği içindedirler.
Şematik olarak ele alındığında, Türkiye’nin sorunlu komşuları denilince yakın zamana kadar ilk akla gelenler, Yunanistan ve Suriye idi. Suriye ile olan sorunların düğüm noktası, PKK ve özellikle de Abdullah Öcalan’ın bu ülkenin siyasi sınırları içinde kalıyor olması idi.
Yunanistan ise, Ege kıta sahanlığı, Kıbrıs ve aperatif türünden “Batı Trakya” gibi sorunlarla birlikte Türkiye’nin gündemindeydi.
Suriye, uluslararası bir operasyonla, Türkiye’nin en yakıcı sorununun öznesi gibi görünmekten çıkarıldı. Daha ileri gidilerek, İsrail’in de içinde bulunduğu üstü örtülü bir ittifakın içinde, Türkiye’nin “yakın dostu” pozisyonuna doğru itilmeye başlandı. İsrail ile Suriye arasındaki sorunların ABD denetiminde ve zorlamasıyla çözüm yoluna sokulması, Türkiye ile İsrail arasında gelişen ilişkilerin bir Arap ayağı ile tamamlanması anlamına geliyordu. Türkiye İsrail yakınlaşması, önce yalnızca “teröre karşı işbirliği” biçiminde göründü. Sonra daha kapsamlı askeri, teknolojik ve ekonomik anlaşmalarla tamamlanan bu ilişkinin, “Ortadoğu’nun yeni dizaynı” olarak adlandırılan ilişkiler içinde anlamı olduğu görünmeye başladı.
Diğer komşular, şimdilik, komşudan sayılmıyor. Örneğin İran, hâlâ sorunlu bir ülke olarak kalması gerekenler listesinde tutuluyor. Irak, Türkiye’nin acil maddi çıkarlarına karşın, aynı listede yer alıyor. Rusya, gerginliğin denetimli olarak sürdürüleceği bir konumda görülüyor. Çünkü “enerji koridoru” kavramı, dolaysız olarak Rusya ile çelişmeleri ve çatışmaları haber veren bir kavram. Bulgaristan ise, bu büyük oyunda bir joker.
“İç istikrar” kavramına gelince: Bu, daha çok Kürt sorunu ile ilgili emperyalist çözüm biçimlerini kapsıyor. Kültürel hakların tanınması ile sınırlı bir kabul, şimdilik sorunun çözülmesi anlamına gelecek. Böylece, geçen bir dönem boyunca toplumsal muhalefetin ana temalarından birini oluşturmuş bulunan sorunun taraflarından birini, Avrupa kavramı ekseninde plana dâhil etmek mümkün oluyor.
Planın ana hedefinde, Türkiye’nin emekçileri bulunuyor. Avrupa Birliği, emperyalist bir oluşum olarak, ABD ile çelişmeleri bir yana bırakılırsa, “Enerji Koridoru” üzerinde, üstelik kendi sermaye gruplarının olağanüstü avantajlar elde ederek etkili olduğu bir konum ele geçirmeyi düşünüyor ve Türkiye, asıl bu bakımdan önem kazanıyor.
Ancak Türkiye’nin, bu konumda yer alabilmesi için, sermaye dolaşımının önündeki pürüzlerin tümüyle temizlenmesi gerekiyor. Piyasa koşullarının belirleyici olduğu bu çerçevenin geçmişteki mimarları, yeryüzünde kutupsuz bir uluslararası ilişkiler dönemi açıldığına, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte karar vermişlerdi ve Türkiye’nin bu yeni kompozisyonda tutacağı yer üzerine planlar, o dönemde geliştirilmeye başlamıştı.
ABD ve İngiltere, Reagan ve Thatcher simgeleriyle, dünyada piyasa ekonomisinin yeniden ve bütün koşullarıyla egemen olabilmesi için elverişli koşullar bulunduğunu ilan ederek, bütün ülkelerde “sosyal devlet” uygulamalarına son vermeyi, işçilerin ve emekçilerin yıllar süren mücadeleler içinde kazanılmış haklarını ve çıkarlarını sermaye lehine yıkmayı hedefleyen ve kapitalizmin “vahşi” çağını hatırlatan bir yeniden yapılanma sürecini başlattılar.
Onlara, Türkiye’de Özal dönemi denk düştü.
12 Eylül rejiminin tekelci burjuvaziye sağladığı siyasal ve ekonomik avantajlar ortamında, Türkiye böyle bir geçişi en kolay gerçekleştirebilecek ülkelerden birisi olarak görünüyordu. Türkiye’ye paralel olarak, benzer devrimci süreçlerden geçmiş, aynı türden faşist askeri rejimler tarafından ezilmiş, aynı planların parçası olarak kabul edilmiş Latin Amerika ülkeleri de, “liberalizasyon” denilen yeni saldırının ilk hedefleri arasında yer alıyordu. Hammadde kaynakları bakımından zengin ve ucuz emek cenneti olarak tanımlanan bu ülkelerin bir diğer ortak özelliği, işçi sınıfı ve emekçilerin dönem dönem kazandıkları sendikal ve ekonomik haklar bakımından “göze batacak” bir düzeyde bulunmalarıydı. Arjantin, Meksika, Brezilya ve irili ufaklı diğer Latin Amerika ülkeleri…
Her birinde halk muhalefeti, büyük bir zorbalıkla bastırılmış, sendikalar, sosyal güvenlik kurumları eritilmiş, muhalif siyasi partiler kapatılmış ve emperyalizmin büyük dünya egemenliğinin önündeki engeller temizlenmişti. 60’lı yılların ortalarından başlayıp, bütün bir 70’li yıllar boyunca, üç kıtada esen devrimci fırtınaların yerini, şimdi “dikensiz gül bahçesi” görünüşü almıştı.
Ancak emperyalizm, herhangi bir biçimde bununla yetinemezdi. Azami kâr kuralı, herhangi bir ülkeyi dışta bırakmayı kabul etmiyordu.
Özelleştirme, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma ve esnek üretim gibi kavramlar, yine bu dönemde emek hayatına girdi.
Geçen zamana kuşbakışı bir göz attığımızda, Türkiye’nin son yirmi yıllık serüveninin, genel olarak dünya çapında özel olarak da bölge koşullarında biçimlenen emperyalist bir politikanın sonuçlarından ibaret olduğunu görebiliyoruz.
Türkiyeli işçi ve emekçileri Latin Amerika ülkeleriyle aynı potada birleştiren genel saldırının yanı sıra, bir de bölgesel özellikleri dolayısıyla özel olarak düzenlenmiş saldırılar kuşatıyor.

KAFKASYA VE ORTA ASYA
Orta Asya petrollerinin ve doğalgazın, hangi kanaldan dünya pazarına açılacağı, elbette yalnızca teknik bir sorun değil. Bu hayati ve pahalı enerji hammaddeleri, gerek çıktıkları topraklarda, gerekse pazara ulaşmak için kat ettikleri yol boyunca geçtikleri ülkelerde, siyasal, ekonomik bir dizi soruna yol açıyorlar ve emperyalistler arası ilişkinin doğasına uygun olarak bu sorunlar, silahla çözülmeye çalışılıyor.
Şu anda, bölgesel çatışmalar olarak görünen savaş, aslında emperyalistler arasındaki bir savaştır ve gittikçe daha şiddetli ve daha çok ülkeyi içine alacak biçimde genişleme eğilimi göstermektedir. Türkiye, SSCB’nin yıkılıp Rusya Federasyonu’nun belli belirsiz ve oldukça zayıflamış bir biçimde kurulmasından bu yana, Kafkasya’da ciddi bir varlık göstermeye çalışmaktadır. Azerbaycan başta olmak üzere, Gürcistan, Ermenistan, Çeçenistan topraklarında, yasal ve yasadışı her türlü organizasyona burnunu sokmakta, darbeler tezgâhlamakta ya da tezgâhlara katılmaktadır.
Türkiye, kendince geliştirdiği “Adriyatik Denizi’nden Çin Seddi’ne Büyük Türkiye” sloganında ifadesini bulan düşlerinin gerçekleşmesi için öncelikle bölgede Rusya’nın nüfuzunun kırılmasını gerekli gören bir planın parçasıdır. Aslında plan, birbirinden bağımsız olarak Avrupalı emperyalistlerle ABD’nin ayrı yollardan yürüyerek ayrı ayrı ulaşmayı hedefledikleri bir sürecin planıdır ve Türkiye, değişen dengeler içinde, her iki tarafla da aynı doğrultuda yürüyebilmeyi istemektedir.
Şu anda, ABD ve Avrupa, Türkiye’nin “esas olarak” kiminle yürüyeceğini sorun olarak görmemekte, siyasal ve ekonomik entegrasyonun tamamlanma sürecini izlemektedir. Türkiye, bağlı olduğu siyasal ve askeri kuruluşlar aracılığıyla, bugüne kadar Balkanlar’dan Sudan’a, Irak’a kadar, resmi yollardan emperyalistlerin oyunlarına katılmış, kimi zaman da illegal olarak kendi hesabına işler yapmaya kalkışmıştır.
Şu anda, burjuva medyada pek çok yazarın saptayıp dile getirdiği gibi, “Türkiye’nin Batı’daki yıldızını parlatan sebeplerden biri, Kafkasya ve Orta Asya’da sahip olduğu etkinliktir.”
Türkiye, başlangıçta din ve milliyet faktörlerine dayanarak kurabileceğine inandığı etkiyi, jeopolitik gelişmeler nedeniyle biraz da beklemediği bir anda yakalamıştır. Kafkasya’nın ve Orta Asya’nın Türkiye’ye göre hayli erken uyanmış Müslüman ülkeleri, kendileri için elverişli bir kapı rolü olma yoluna girdikten sonra     Türkiye’ye daha yakın durmaya başlamışlardır. Bunun, dinle, milliyetle ilgisi yoktur ve bu ülkeler, özellikle ilk zamanlarda bu faktörlerden söz edilmesinden rahatsızlık duyduklarını birçok kez belirtmişlerdir. Ne var ki, Rusya’daki gelişmeler, kendilerinin daha bağımsız hareket etme olanaklarına kavuştuklarına dair belirtiler sunduğunda, onlar da, Türkiye’nin bu oyununa katılmaya eğilim göstermeye başlamışlardır. Azerbaycan, başlangıçta Türkiye’nin oldukça belli olan kötü niyetlerini gizlemek için yaptığı milliyetçi demagojiye karşı, “aynı dili konuşuyoruz diye, aynı millet değiliz” derken, bugün Aliyev, “tek millet, iki devlet” sloganını atmaktadır.
Avrupa ve ABD için, gelişmeye açık bu ilişki kendi hesapları bakımından elverişli bir yere oturtulmak istenmektedir ve bunun yolu da, Türkiye’nin gittikçe daha sıkı bir entegrasyon içine alınmasından geçmektedir.
AB üyeliğinin ya da buna adaylığın anlamı, önümüzdeki süreçte daha açıkça görülebileceği gibi, bundan ibarettir.
Bu yeni statü, demokrasi ve insan hakları bakımından bir gelişme getirmek bir yana, aynı sürecin çok önemli bir bileşeni olan özelleştirme, sosyal güvenlik sistemini yok etme gibi işçi ve emekçilere dolaysız saldırıları da kapsadığından, hatta denilebilir ki, bu bakımdan çok daha koyu bir baskı ve şiddet dönemine de beşiklik edecektir.
Özelleştirme ve sosyal güvenlik kurumlarının bu bağlamda tasfiyesi planlarının, AB üyeliği ile çeliştiği, Avrupalı medeni burjuvaların buna çok kızacakları düşünülebilir mi?
Hem özelleştirme, sendikasızlaştırma, sosyal güvenliğin tasfiyesi yürütülecek, hem de kimsenin burnu kanamayacak, kimseye baskı yapılmayacak diyebiliyorsak, gerçekten işçi ve emekçi sınıflardan, onların örgütlerinden, sınıfın her bir bireyinden tümüyle umudu kesmiş olmamız gerekir.
O kadar değil.

Mart 2000

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑