Emperyalizm ve gericiliğin planı: ışid ile mücadele, nusra ile müdahale!

Y. Yılmaz Karataş

IŞİD’in bu yılın Mayıs ayında önce Irak’ta Sünni nüfusun ağırlıkta olduğu El Anbar vilayetinin en önemli kenti Ramadi’yi ve ardından da Suriye’de Antik Palmira kentinin bulunduğu Tedmuru ele geçirmesi, ABDnin Eylül 2014te Obama tarafından açıklanan ‘IŞİD ile mücadele stratejisi’nin iflas ettiği tartışmasını beraberin- de getirdi. Gerçekten de, ABD’nin IŞİD’e karşı açıkladığı stratejinin üzerinden 9-10 ay geçme- sine rağmen, IŞİD, Irak ve Suriye’nin önemli bir kısmını elinde tutmaya devam ediyor. ABD stratejisinin başarısızlığı, Suriye’de bir dönem geri plana düşen Türkiye, S. Arabistan ve Katar’ın radikal İslamcı çeteler üzerinden yeni arayışlara yönelmesinin de önünü açtı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın S. Arabistan’ın yeni kralı Selman ile Şubat sonunda yaptığı görüşmede iki ülkenin Suriye’de daha etkin bir rol üstlenmesi ve iş- birliği yapması konusunda anlaşma yapıldı. Bu anlaşmanın ardından, Nisan ayında Türkiye, S. Arabistan ve Katar’ın desteklediği ve başını El Nusra ile Ahrar’uş Şam’ın çektiği cihatçı örgütler birleşerek, Fetih Ordusu’nu kurdular. Fetih Ordusu, kuzeyden Türkiye ve güneyden S. Arabistan’dan aldığı destekle İdlib kentini rejim güçlerinin elinden alarak, önümüzdeki süreçte bölgesel denklemde daha etkili bir güç olarak yer alacağını gösterdi. Denklemin diğer önemli güçlerinden PYD/YPG, Kobanê’den sonra stratejik bir önem taşıyan Tel Abyad’ı da IŞİD’den temizleyerek, Rojava kantonlarının güvenliği bakımından önemli bir başarıya imza attı. Suriye rejimi, İdlib, Tedmur gibi kentleri kaybetmesine rağmen, Lübnan Hizbullah’ının ve İran’ın askeri ve Rusya’nın siyasi desteği sayesinde gücünü korumaya devam ediyor.

Yapılan hamlelere ve bağlı olarak ortaya çıkan dengelere bakıldığında, Suriye’de dördüncü yılını dolduran ve IŞİD’in güçlenmesinden sonra Irak’a da sıçrayan savaşta mevcut denklemin nasıl çözüleceğinin belirsizliğini koruduğu söylenebilir. Ancak bu belirsizlik, bölgede bizi sıcak bir yazın beklediği gerçeğini değiştirmiyor.

Şimdi bölgesel denkleme ve bu denklemden çıkabilecek olası sonuçlara daha yakından bak- maya başlayabiliriz.

IRAK: ABD’NİN IŞİD STRATEJİSİNİN AÇMAZLARI

El Kaide’nin Irak kolu, Irak İslam Devleti (IİD) 2004’te Ebu Bekir el Bağdadi öncülüğünde kuruluşunu ilan etmiş ve 2011de Türkiye, Katar ve

S. Arabistan’ın başını çektiği Suriye’ye müdaha- le girişimlerinden sonra, Suriye’de el Nusra adı altında rejime karşı savaşan güçlere katılmıştı. El Nusra, dünyanın dört bir tarafından gelen radikal İslamcı-cihatçı militanların katılımıyla, kısa sürede binlerce militanı olan bir örgüt haline gelmişti. El Nusra’nın lideri Ebu Muhammed el- Colani’nin öne çıkmaya başladığını gören Bağdadi, Nisan 2013te, El Nusra ve İDin IrakŞam İslam Devleti (IŞİD) adı altında birleştirildiğini duyurdu. Colani ve el Kaide’nin lideri Aymen el- Zevahiri bu birleşmeye karşı çıksa da, IŞİD, kısa sürede diğer radikal İslamcı güçleri etkisizleştirerek, Suriye’de kendine önemli bir hakimiyet alanı oluşturdu. Suriye petrollerinin denetimini eline alarak, Rakka’da İslam emirliği kurdu.

Aynı dönemde Irak’ta Şii Maliki Hükümeti ile Sünni aşiretler arasındaki gerilimin tırmanması, Sünni El Anbar vilayetinde IŞİD’in etkinlik kazanmasına zemin sağladı ve IŞİD, 2014 başlarında, El Anbar vilayetine bağlı Ramadi ve Felluce kentlerinde yönetimi bir süre ele geçirdi. Bu dönem boyunca, ABD, IŞİD’in hem Suriye’de, hem de Irak’ta güç kazanmasına seyirci kaldı. Ancak IŞİD’in bütün dünyada ses getiren hamlesi, Haziran ayında Musul’u ele geçirmesi oldu. IŞİD’in Musul’u çatışmadan ele geçirmesi, Irak’ta Sünniler içinde ne kadar etkin bir güç haline geldiğini de gösteriyordu. İşte, ABD’nin IŞİD’e karşı harekete geçmesi de, ancak Musul ve Şengal saldırısından sonra Kürdistan Federe Yönetimi için ciddi bir tehdit haline gelmesinden sonra oldu. ABD Başkanı Obama, IŞİD ile mücadele stratejisini Eylül 2014te ıkladı. Bu strateji, ABDnin IŞİD’in egemenlik sahasını genişletmesine neden bu kadar süre seyirci kaldığını ve IŞİD üzerinden hangi adımları atmak istediğini gösteriyordu.

ABD, Irak’ta 2003 müdahalesi sonrası kurduğu düzenin yıkılmasını ve Irak’ın Şii ve Sünni Araplar ile Kürtler arasında 3’e bölünmesini istemiyordu ki, bu bölünme Irak’ın büyük bir

bölümünün (Irak Şiilerinin) İran’ın ve dolayısıyla Rusya’nın denetimi altına girmesi anlamına geliyor. Bu nedenle öncelikle IŞİD tehdidi üzerinden Irak’ta sürekli gerilim halinde olan Şii ve Sünni Araplar ile Kürtleri yeniden birleştirmeye yönelik adımlar atıldı. Bu gerilimin tarafları olarak öne çıkan Başbakan Maliki ve Sünni Meclis Başkanı Nuceyfi’nin yerine daha ‘ılımlı’ isimler (başbakanlığa Şii Haydar el İbadi ve Meclis Başkanlığına Sünni Selim el Cuburi) getirildi ve Barzani uzun bir süreden beri bağımsızlık talebini gündemde tutmasına rağmen Kürt yönetimi de bu birlik içinde yer almaya ikna edildi. Ardından bölgedeki savaşın mezhepsel bir görünüm kazanması nedeniyle ABD’nin kendi politikasına bağlamakta zorlandığı müttefikleri –S. Arabistan, Katar, Ürdün, BAE gibi Sünni rejimler– IŞİD’le mücadele koalisyonunun içine alınarak kısmen denetim altına alındı. ABD, bu dönem boyunca, IŞİD’in Suriye’deki güçlerine karşı müdahale konusun- da isteksiz kaldı. Hatta IŞİD, Rojava kantonlarından Kobanê’ye ağır silahlarla saldırdığında bile, durumu yakından izliyoruz” açıklaması ile yetinilmişti. Ancak ABD, IŞİD barbarlığına karşı Kobanê direnişinin bütün dünyada yankı yaratıp destek bulmasından sonra artık stratejisi tartışılmaya başlandığı için IŞİD’i havadan bombalamaya başladı. Üstelik Kobanê’de YPG’ye verilen destek ABD’nin 2003’teki Irak müdahalesi sürecinde bölge halkları nezdinde katliam ve işkencelerle edindiği kötü imajını düzeltme olanağını da sağlıyordu.

Obama’nın açıkladığı IŞİD ile mücadele stratejisi 4 aşamalı bir stratejiydi. Birinci aşamada koalisyonun hava saldırıları ile IŞİD zayıflatılacak, ikinci aşamada yerel güçlerin karadan müdahalesi gerçekleştirilerek IŞİD temizlenecek, üçüncü aşamada IŞİD’in mali kaynakları yok edilecek ve son aşamada ise zarar gören bölgelere insani yardım ulaştırılacaktı. Ancak bu strateji Irak’ta bir türlü işlemedi. Bunun birkaç nedeni olduğu söylenebilir. Birinci olarak, ABD’nin tüm girişimlerine rağmen Şii-Sünni gerilimi ortadan kaldırılabilmiş değil ve bu nedenle kendilerini yönetimden dışlanmış hisseden Sünniler üzerinde IŞİD’in etkisi sürüyor. İkinci olarak, karadan harekat için Irak ordusunun yeterli olmaması, IŞİD’e karşı İran’ın ve onun etkisindeki Şii milislerin öne çıkmasına neden oldu. Dolayısıyla bu durum ABD’yi tam bir açmazın içine sürüklüyor. Çünkü IŞİD’den kurtulmak için atılan her adım Şii milislerin ve İran’ın Irak’taki gücünü arttırmasına hizmet ediyor ve bu nedenle ABD IŞİD’e karşı etkili mücadeleye bir türlü yanaşmıyor. Öte yandan, IŞİD’e karşı mücadele sürecinde Kerkük başta olmak üzere merkezi hükümetle ihtilaf- lı olduğu bölgeleri fiili olarak denetimine alan Kürdistan Federe Yönetimi de, IŞİD’e karşı mücadelede daha etkin bir pozisyon alarak merkezi hükümeti rahatlatmak istemiyor. Aksine, Barzani Mayıs ayında ABD’ye giderek, bağımsızlık talebini yineledi, ancak ABD’nin farklı öncelikleri nedeniyle Irak’ın birliğinin devam etmesini istemesi, Barzani’yi, bu talebi bir dönem daha ertelemek zorunda bıraktı. Sonuç olarak, Irak’taki güçler arasındaki gerilim ve anlaşmazlıklar ve İran ve etkisindeki Şii milislerin giderek etkin

hale gelmesinden duyulan kaygıyla gerekli adımların atılmaması, ABD’nin IŞİD stratejisinin başarısız olmasına ve tartışılmasına yol açtı. ABD’nin içine düştüğü açmazı, eski Savunma Bakanlarından Robert Gates Gerçekte bir stratejimiz yok. Günübirlik davranıyoruz” sözleriyle özetliyordu.

  1. SURİYE: MAHŞERİN ÜÇ ATLISI VE SAHADA YENİ ARAYIŞLAR

Irak’taki durumun aksine, IŞİD ile mücadele stratejisi Suriye Kürdistan’ında (Rojava) önemli bir başarı gösterdi. Bunun en önemli nedeni, ABD/koalisyonun havadan desteklediği PYD/ YPG’nin yerellerde IŞİD’e karşı bütün halkların birliğini/ortak demokratik yönetimlerini kura- bilmiş olmasıdır. Önce Kobanê ve ardından Tel Abyad’dan IŞİD’in sökülmesi ve bu barbar örgüt- ten kaçanların eski yerleşim yerlerine dönmeye başlaması, Rojava’daki durumun Irak’tan farklı olduğunu gösteriyor. AKP-Erdoğan’ın etnik temizlik yapılıyoriddialarına yanıt veren PYD Eşbaşkanı Salih Müslim, halkların kardeşliği temel prensibimizdir diyor ve basını bu iddiaların doğru olup olmadığını yerinde araştırmaya çağırıyor. Özetle Rojava, Irak’ta neyin yapılamadığını ve ABD stratejisinin neden başarısız olduğunu da açıklıyor. Çünkü Rojava, koalisyonun havadan desteğine rağmen IŞİD ile mücadelenin başarısının temelinde bu desteğin değil, halkların demokratik birliğinin ve bu temelde kurdukları ortak yönetimlerin olduğunu göstermesi bakımından önem taşıyor.

Burada Türkiye (AKP Hükümeti) için bir parantez açmak gerekiyor. AKP Hükümeti, savaşın sürdüğü 4 yıl boyunca Rojava’da kurulan demokratik kantonların yıkılması ve Esad rejiminin devrilmesi politikasını ısrarla sürdürdü. Bu politikanın başarısı için, önce Nusra ve ardından IŞİD’e her türlü desteği vermekten geri durmadı. En son Tel Abyad IŞİD’den temizlenirken kaçan sivillere sınırlarını kapatıp sivilleri IŞİD’e kalkan yapması, bu desteğin en açık ifadelerinden biri olmuştur. Ancak AKP-Erdoğan’ın Rojava ve Esad’a karşı mücadele stratejisini ısrarla sürdürmesine rağmen Türkiye’de 7 Haziran’da yapılan seçimlerin bu politikaya darbe vurduğu kesindir.

Sonuçta, Erdoğan’ın başkanlığının engellenmesi ve AKP’nin tek başına hükümet kuramayacak ol- ması, hangi koalisyon (AKP’nin MHP ya da CHP ile kuracağı bir koalisyon) kurulursa kurulsun, yeni durum Türkiye’nin Suriye ve Rojava’daki pozisyonunun daha görünür olmasını sağlayarak mevcut politikanın sürdürülmesini önemli oranda olanaksız hale getirecektir. Bu durumun, aşağıda ayrıntılarına değineceğimiz AKP Hükümeti’nin Suriye’de S. Arabistan ve Katar ile yeniden oluşturduğu işbirliği/ortaklığa da etkileri olacaktır. Ancak AKP’li bir koalisyonun olduğu her durumda Türkiye’nin bu politikasının hepten değişmesi de beklenmemelidir. Hatta AKP’nin özellikle MHP’nin Rojava-Kürt hassasiyetini kaşı- maktan geri durmayacağını da söylemek gerekiyor. Bu nedenle, AKP’nin mevcut politikasının ne kadar değişeceğini, kurulacak koalisyonun yanı sıra ve daha çok yeni Meclis’te HDP ile daha güç bir blok haline gelen demokrasi ve barış güçlerinin bu politikaya karşı sürdüreceği mücadele belirleyecektir.

ABD’nin IŞİD ile mücadele stratejisinin başarılı olamamasının en önemli sonucu, bu strateji açıklandıktan sonra geri plana düşen bölge gericiliklerinin yeni hamleler peşinde koşması oldu. Suriye’ye müdahale girişimlerinin başını çekerek Suriye’ye savaş, açlık ve ölüm getiren Türkiye, S. Arabistan ve Katar, IŞİD dışındaki radikal İslamcı çeteleri yeniden toparlamak için harekete geçtiler. Hatırlanırsa, Libya’da NATO güçlerinin dahalesiyle Kaddafi’nin devrilmesinden sonra, Suriye’ye müdahale politikasının öncülüğüne, yanına Katar ve S. Arabistan’ı alan Türkiye/AKP Hükümeti soyunmuştu. Ancak Esad rejiminin devrilmesi beklentisi gerçekleşmeyince, Katar ve

S. Arabistan görece geri plana düşmüştü. Türkiye

ise, hem Esad rejiminin devrilip bölgesel liderlik (Sünni İslam’ın liderliği) iddiasının devam etme- si ve hem de Rojava’da Kürtlerin kendi yönetimlerini kurmalarını engellemeyi bir varlık-yokluk sorunu haline getirdiği için, radikal İslamcı çeteleri (önce Nusra ve sonra IŞİD’i) desteklemeye devam etmişti. 2014e gelindiğinde Katar ve S. Arabistan, ABD’nin IŞİD’e karşı kurduğu koalisyona katılırken Türkiye bu koalisyona girmeme yönünde bir tutum takınmıştı.

IŞİD ile mücadele süreci, bölgenin Şii güçlerinin etkinliğini arttırmasına yol açmıştı. Bu süreçte İran, Suriye ve Irak’ta IŞİD’e karşı aktif bir mücadele tutumu içinde olurken, öte yan- dan da P5+1 ülkeleri (Birleşmiş Milletler venlik Konseyi’nin daimi beş üyesi ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa + Almanya) ile nükleer anlaşması imzalayarak, bölgesel güç ve etki- sini arttırdı. Lübnan’nın Şii Hizbullah’ı, askeri olarak zorlanmaya başlayan Esad rejimine destek için binlerce militanını Suriye’ye gön- derdi. Yine Irak’ta IŞİD’e karşı Şii milisler öne çıkarken, Suriye’de Esad rejimi artık ABD (ve Batı’nın) öncelikli hedefi olmaktan çıkmıştı. Aynı süreçte, Yemen’de de Şii Husiler yönetimi ele geçirdiler. Tüm bu gelişmelerin en beklenir sonucu, bölgenin Sünni rejimlerinin bu duruma karşı yeni hamleler içine girmesiydi. Bu nemde S. Arabistan’da ölen kral Abdullah bin Abdülaziz’in yerine kardeşi Selman tahta oturmuştu. Selman, İran’ın ve Şii güçlerinin artan gücüne karşı daha aktif bir dış politika izleme yoluna girdi. Yanı başındaki Yemen’de egemen hale gelen Şii Husilere karşı diğer Sünni Arap rejimlerini (BAE, Ürdün, Mısır, Kuveyt, Bahreyn vb.) yanına alarak, ‘Kararlılık Fırtınası’ adı altında hava operasyonları başlattı. Aynı dönemde (2015 Şubat sonunda) Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın S. Arabistan ziyaretin- de Riyad’da Kral Selman ile yapılan görüşme sonucunda, “Suriye’de muhalefete verilen desteğin sonuç almayı hedefleyecek biçimde arttırılması için işbirliği yapılması” kararı alındı.

Bu kararın ardından, Nisan ayında Suriye’deki radikal İslamcı muhalif gruplar, El Nusra, Ahrar’uş Şam, Ecnad’uş Şam, Feylak’uş Şam, Liva el Hak, Ceyş es Sunne, Cund’ul Aksa birleşerek ‘Fetih Ordusu’nu kurdular. Financial Times, Washington Post gibi gazeteler ‘Fetih Ordusu’ ile Türkiye, S. Arabistan ve Katar arasında sahada yeni bir ittifakın canlandığını ve bu ittifakın bölgesel dengelere etkisi olacağını yazdılar. Bu dönemde dikkat çeken bir diğer gelişme ise,

S. Arabistan’ın desteklediği ve Şam kırsalında rejime karşı savaşan etkin güçlerden biri olan İslam Ordusu’nun lideri Zehran Alluş’un Türki- ye’yi ziyaret etmesi oldu. Bu ziyaretin de yeni işbirliğinin bir sonucu olduğu açıktı.

Fetih Ordusu, kuruluşundan kısa bir süre sonra, İdlib kentini ve Cisr Şugur’u ki burada yapılan Alevi katliamı söz konusu çetelerin IŞİD’den pek bir farkının olmadığını bir kez daha gösterdi– rejimin elinden alarak, önümüzdeki dönem sahada daha etkin bir rol oynayacağının ilk işaretini vermiş oldu. Tabii, Fetih Ordusu’nu oluşturan güçler, kısa sürede toparlanıp böylesine bir role soyunabilmelerini kendilerini destekleyen ülkelere borçluydular. Çünkü Suriye’yi yakından takip eden kaynaklar (El Hadath haber sitesi, Şark El Awsat ve El Quds el Arabi gibi gazeteler) para ve silah desteğinin Suudilerden geldiğini ve geçişlerin Türkiye üzerinden gerçekleştiğini yazıyordu. Aynı kaynaklar, Fetih Ordusu’nun İdlib’e saldırısı öncesinde 5 bin militanının Türkiye sınırından bölgeye geçiş yaptığı ve bu güçlerin Amerikan yapımı TOW tanksavar füzeleri ve diğer ağır silahlarla donatılmış olduğunu belirtiyordu.

Türkiye, S, Arabistan ve Katar’ın Fetih Ordusu üzerinden Suriye’de yeniden etkin bir rol üstlenme arayışının ABD tarafından sessizlikle karşılandığı söylenebilir. Bu sessizliğin altında, ABD’nin, terör örgütleri listesinde bulunan ve daha önce hava saldırıları da gerçekleştirdiği Nusra’nın başını çektiği bu örgütün Esad rejimine karşı etkinlik kazanmasının elini güçlendireceği hesabını yapıyor olması yatıyor. Bu hesabın en açık ifadesi, geçtiğimiz dönemde Dışişleri Bakanı Kerry’nin önünde sonunda Esad rejimi ile masaya oturacaklarını söylemesine rağmen, son gelişmelerden sonra Obama’nın Suriye’nin geleceğinde Esad yok açıklamasını yapmasında görmek mümkündür. Ancak Putin’in S. Arabistan Dışişleri Bakanı Muhammed bin Selam’ın Haziran’da yaptığı Rusya ziyaretinde Suriye politikasın- da bir değişiklik olmayacağını; dolayısıyla S. Arabistan’ın da içinde olduğu askeri müdahale girişimlerine karşı siyasi çözümü savunmaya devam edeceğini söylemesi de, bütün girişimlere rağmen Esad’sız bir çözümün en azından bu dönem için mümkün olmadığına/olamayacağına işaret ediyor. Ötesinde BM Suriye özel temsilcisi Steffan De Mistura’nın Suriye sorununa siyasi çözüm bulmak amacıyla Mayıs ayından bu yana –ki bu görüşmelerin Temmuz sonuna kadar devam edeceği belirtiliyor– rejim ve muhalefet güçleri ile soruna taraf ülkelerin temsilcileriyle görüşmeler sürdürdüğü hatırlanırsa, mahşerin üç atlısının bu girişimlerinin hesapsız olmadığı da ortadadır. Çünkü en nihayetinde bu girişimin söz konusu ülkelerin Suriye sorununun çözümünde Esad rejimine karşı elini güçlendirdiği açıktır.

Bu gelişmeler üzerinden genel sonuçlar çıkarmak gerekirse:

Yukarıda da özetlemeye çalıştığımız gibi, aslında ABD’nin Irak’ta IŞİD’e karşı genel bir strateji değil, aksine bölgede kendi varlığını kalıcılaştırmaya/kendini bir ihtiyaç haline getirmeye yönelik eski Savunma Bakanı Gates’in deyimiyle günübirlik bir politika izlediği söylenebilir. Özellikle dış güçlerin müdahalesinin Irak’ın Şii ve Sünni Arapları ile Kürtler arasındaki gerilimi canlı tutması,

IŞİD gibi örgütlerin bu gerilimden beslenmesine uygun zemin hazırlamaktadır. Öte yandan IŞİD’e karşı mücadele sürecinde İran ve Şiilerin öne çıkması da, ABD’nin bu konuda gerekli adımla atmakta isteksiz olmasına da yol açmaktadır. Dolayısıyla bu yaz, Irak’ta IŞİD’in elindeki kentlerin geri alınması yönünde yapılan hazırlıklara rağmen, IŞİD’in önümüzdeki dönem tamamen yenilgiye uğratılması olanaklı görünmemektedir.

  • Suriye’de Türkiye, S. Arabistan ve Ka- tar’ın IŞİD dışında başını El Nusra’nın çektiği radikal İslamcı güçleri Fetih Or- dusu adı altında birleştirmesi ve Fetih Ordusu’nun İdlib’i alması, sadece IŞİD tehdidinin olduğu koşullarda ABD ve Ba- tılı emperyalistler için öncelikli hedef ol- maktan çıkan Esad rejimini, yeniden he- def haline getirmiştir. Ancak Fetih Ordusu gibi girişimlerin Esad rejimini devirmesi pek olanaklı görünmemekte, dolayısıyla bu girişim, Suriye sorununa siyasi çözüm bulma amacıyla yapılan/yapılacak müza- kerelerde rejime karşı ABD ve müttefikle- rinin elini güçlendiren bir hamle olmanın ötesine gidememektedir.

  • Emperyalist güçler, bölgesel rejimler ve uzantıları olan örgütler arasında Suriye üze- rinden sürdürülen ve Irak’ı da etkisi altına alan çatışma ve kamplaşmanın seyri bakı- mından belirsizlik/denge durumu devam etmesine rağmen ve bu dengelerin de bir sonucu olarak Kürtler bölgenin geleceğiyle ilgili hiçbir senaryonun göz ardı edemeyeceği bir güç olarak öne çıkmışlardır. Ve Rojava, emperyalist güçlerin karşı karşıya getirdiği halkların nasıl bir arada barış içinde yaşaya- bileceğini gösteren demokratik bir yönetim modeli olarak bu süreçte özel bir edinmiştir.

  • Türkiye’nin 7 Haziran Seçimlerinden sonra yeni kurulacak hükümetinin mevcut politikalarda ne kadar ve nasıl bir değişime gideceğinin Suriye ve Irak’ta devam eden çatışma ve kamplaşmanın seyri üzerinde doğrudan bir etkisi olacağı açıktır. Öte yan- dan yeni hükümetin Rojava ile ilişkilerinin de çözüm süreci”nin seyrini belirleyeceğini de belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla Türkiye’nin dışarıda müdahaleci bir politikadan vazgeçmesi, barışı için de olmazsa olmaz bir koşul haline gelmiştir ve 7 Haziran Se- çimlerinin çıkardığı sonuç da bu yönelimin en temel güvencesinin emek, barış ve demokrasi güçlerinin birliği ve mücadelesi olduğunu göstermiştir.

  • Nihayetinde Irak’ta IŞİD’le mücadele stratejisi açıklayanların Suriye’de IŞİD’in içinden çıktığı Nusra’yı rejime müdahalenin aracı olarak kullanmaları, müdahale politikalarıyla sorunu yaratanların çözümü sağlayamayacağının en açık ifadesidir. Dolayısıyla bölgedeki savaş ve çatışmaların en önemli nedeninin dış/emperyalist güçlerin müda- halesi olduğu ve halkların kendi geleceklerini kendilerinin belirlemediği koşullarda, emperyalist güçlerin ne stratejilerinden, ne de müzakerelerinden kalıcı bir çözüme ulaşılması mümkün görünmemektedir. Bölge halklarının en büyük açmazı, emperyalist güçler ve bölge gericiliklerinin egemenlik mücadelesine/çıkar çatışmasına yedeklen- meleri, bu müdahale politikalara karşı bağımsız bir tutum geliştirememeleri ve barış- demokrasi içinde birlikte yaşayacakları bir çözüm yönünde ortak bir mücadele hattını örememeleridir. Çünkü emperyalist güçler ve gerici rejimlerin müdahalesine karşı ortak bir mücadele hattına girilmedikçe bölgenin farklı halkları, inançları, mezhepleri için ka- lıcı bir barıştan söz etmek olanaklı değildir

2015 Newroz’u: mücadelede yeni bir aşamaya doğru

Bütün bölge halkları tarafından baharı müjdeleyen bir barış ve kardeşlik bayramı olarak kutlanan Newroz’un Kürt halkı için ulusal baskıya karşı özel bir anlam kazandığı ve özellikle son 30 yılda Kürt ulusal-demokratik mücadelesinin sembolü haline geldiği biliniyor. Ancak 2015 Newroz’unun gerek Kürtler arasında ‘ulusal birlik’ duygusunun gelişme düzeyi ve  Kürtlerin kimsenin göz ardı edemeyeceği Bölgesel bir güç haline gelmesi ve gerekse emek-demokrasi güçlerinin AKP’nin kurmak istediği baskıcı-otoriter düzenin gerçek alternatifi olan bir mücadele cephesinde birleştirilmesi yönünde atılan adımlar nedeniyle öncekilerden farklı olarak mücadelenin yeni bir aşamaya doğru evrildiğini gösteren emarelerin ortaya çıktığı koşullarda kutlanacağını söyleyebiliriz. Bu ‘yeni aşama’ya geçişin seyrini ise; Şengal ve Kobanê’nin Kürt güçleri tarafından ortak savunulmasının farkı parçalardaki Kürtler arasındaki ilişkilere etkisinden IŞİD’e karşı mücadelenin Kürtlere (PYD-PKK’ye) sağladığı meşruiyete, Türkiye’de genel seçimler sürecinde Kürt hareketi ve emek-demokrasi güçlerinin birliği yönündeki girişimlerden İmralı’da Öcalan ile devlet heyeti arasındaki görüşmelere kadar birçok önemli olay ve gelişme belirleyecektir.

I.    KÜRTLER ARASINDA BİRLİK: İMKANLAR VE SINIRLILIKLAR
Evveliyatı çok daha eskilere dayansa da Kürtlerin birliği(Kürdistan’ın dört parçası arasındaki ilişkiler) konusu, özellikle 2011’den sonra Bölge’de emperyalistler ve bölge gericilikleri arasındaki kamplaşmanın bir sonucu olarak tarihinde olmadığı kadar yoğun tartışılıyor. Kürdistan’ın dört parçasından birinde, Irak’ta 2003’ten sonra kurulan Kürdistan Federe Yönetimi’ni bir tarafa bırakırsak; Bölge’de yaşanan kamplaşma, Kürdistan’ın diğer üç parçasında (Türkiye, İran ve Suriye’de) o güne kadar Kürtlerin hak istemli her türlü hareketine karşı birleşen Bölge gericiliklerini karşı karşıya getirdi. 2012’ye kadar Kandil’deki PKK ve PJAK güçlerini eş zamanlı olarak bombalayan Türkiye ve İran, Suriye üzerinden yaşanan Bölgesel kamplaşmada karşı karşıya geldi. Türkiye, S. Arabistan ve Katar’ın ABD ve Fransa destekli Suriye’ye müdahale politikalarına karşı Esad rejimini açıktan destekleyen İran, 2012 Sonbaharında PJAK ile ateşkes imzaladı. Müdahale politikaları karşısında Esad rejimi de Suriye Kürdistanı’nı (Rojava) Kürt güçlerine (PYD) terk etmek zorunda kaldı.  2012’de Kandil’i Sri Lanka’da Tamil gerillalarına yapıldığı gibi toptan yok etme senaryoları yapan Türkiye (AKP Hükümeti), 2013’te İmralı’da Öcalan ile görüşmelere başladı. Irak’ta Sünnilerin Şii Maliki Hükümeti’ne karşı tepkisinin yayılması ve sonra IŞİD’te ifadesini bulan bir savaşa dönüşmesi, Kürdistan Federe Yönetimi’ni Irak’ın geleceği bakımından anahtar güç haline getirdi.
İşte bu tablo Kürtleri ilk kez Bölgesel kamplaşmada dengeleri değiştirebilecek önemli bir güç haline getirdi. Ancak bu durum farklı parçalarda Kürtlerin ulusal hareketlerini temsil eden siyasi güçlerin kendi aralarındaki ilişkileri de tarihinde olmadığı kadar önemli hale getirdi. Çünkü İngiliz-Fransız emperyalistlerinin yüz yıl önce çizdiği (Sykes-Picot Anlaşması) sınırların değişmesi ve dört parçada Kürtlerin ulusal varlığının ve haklarının tanınması,  oluşan kamplaşma karşısında hangi ortak politikalarda birleşecekleri ya da ortak politikalarda birleşip birleşemeyeceği ile iç içe geçmişti. Bu nedenle bu dönem Kürtler arasındaki en önemli tartışma bir ulusal kongre (konferans) toplanması konusu oldu. Fakat bu yöndeki bütün girişimler –ki bu girişimler bugün de devam etmektedir– Kürtlerin iki önemli siyasal gücü; Türkiye, Rojava ve İran’da Öcalan çizgisini temsil eden (PKK, PYD, PJAK) siyasi güçler ile Güney Kürdistan Federe Yönetimi Başkanı Barzani’nin KDP’si arasındaki anlaşmazlıklar-uzlaşmazlıklar nedeniyle sonuçsuz kaldı.
Kürtlerin bu iki çizgisi arasındaki çatışma-uzlaşmazlıklar en açık biçimiyle kendini Rojava’da gösterdi. Esad rejiminin 2012 yazında Suriye Kürdistanı’nı (Rojava’yı) terk etmek zorunda kalması ve bağlı olarak Kürtlerin PYD öncülüğünde Kobanê’den başlayarak Rojava’da yönetimi ele geçirmesi karşısında Barzani yönetiminin tepkisi, Rojava’da Kürt özerkliğini ortadan kaldırmaya çalışan Türkiye (AKP Hükümeti) ile ortaklık yapmak oldu. Bu ortaklık, Türkiye yönetiminin Rojava’da Kürtlerin varlığına değil, PYD öncülüğündeki bir oluşuma karşı olduğu söyleminde ifadesini buldu. Sadece Barzani değil, Türkiye yönetimi de Rojava’da PYD karşısında oldukça etkisiz olan Barzanici partilerin –ki ENKS (Suriye Kürt Ulusal Konseyi) adı altında bir araya gelen bu partilerin bir bölümü bu süreçte Kürdistan Demokrat Partisi-Suriye (KDP-S) adı altında birleştirildi– güç kazanması çabalarını destekledi. Bu partiler ile PYD’yi tanımayan Suriye Ulusal Konseyi (SUK) ve Suriye Devrimci ve Muhalif Güçler Koalisyonu (SMDK) arasında ilişkiler geliştirildi. Bu ortaklık ile Türkiye, hem Esad rejimi ile çatışmamaya dayalı bir politika benimsemiş olan PYD’yi yenilgiye uğratarak yerine radikal İslamcı çeteleri geçirmeyi, hem de ülkede Öcalan ile devam eden görüşme sürecinde Kürt hareketinin statü talebinin önüne geçmeyi amaçlıyordu. Bağımsız bir devlet olmasa da Bölge’de siyasi ve ekonomik olarak önemli bir güç konumunda bulunan Barzani yönetimi de Kürdistan’ın bütün parçalarında egemen güç olmasının önündeki en önemli engellerden birini ortadan kaldırmak istiyordu.  Barzani yönetimi, PYD’yi etkisizleştirmek ve kendini ‘kurtarıcı’ güç haline getirebilmek için en zor zamanlarında Rojava’nın Güney Kürdistan’a açılan kapısı olan Semalka sınır kapısını kapatıp ambargo uygulamaktan bile geri durmadı. İşte böylesi koşullarda ‘ulusal kongre’ toplama yönündeki çabalar devam etmiş olsa da Güney Kürdistan dışındaki parçalarda PKK-PYD-PJAK çizgisinin egemen olması nedeniyle Barzani’nin istediği kararları çıkartamayacağının görülmesi, bu kongrenin sürekli ertelenmesine neden oldu.
Kürt siyasetinin bu iki önemli gücü arasındaki gerilimi işbirliğine dönüştüren ise,  IŞİD’in hem Güney Kürdistan’a, hem de Rojava’ya yönelik saldırı ve katliam girişimleri oldu. Haziran 2014’te Şii Maliki hükümeti ile çatışmalı Sünni grup-aşiretlerin desteğiyle IŞİD, Musul’u ele geçirmiş ve ardından Ağustos başında Êzîdî Kürtlerin yaşadığı Şengal’den başlayarak Güney Kürdistan’a bir saldırı başlatmıştı. IŞİD, Şengal’den sonra Eylül ayında üç koldan Rojava kantonlarından Kobanê’ye saldırıya geçti. Şengal’deki saldırıya karşı PKK’ye bağlı Halk Savunma Güçleri (HPG) ile Rojava’da PYD öncülüğünde oluşturulan askeri güç olan Halk Savunma Birlikleri’nin (YPG) hemen harekete geçmesi ve Kürdistan Federe Yönetimi’ne bağlı Peşmerge güçleriyle ortak savunmaya katılmaları, HPG ve YPG güçlerinin IŞİD barbarlığına karşı Güney Kürdistan başta olmak üzere bütün dünyada sempati ile karşılanmalarını sağladı.
Öte yandan IŞİD’in Kobanê’yi üç koldan ağır silahlarla kuşatması ve Türkiye’nin Kobanê’nin düşürülmesi için her türlü desteği vermesine rağmen YPG’nin ortaya koyduğu direniş hesapları bozdu. Bu dönemde IŞİD’e karşı Irak merkezli bir koalisyon kuran ABD de koalisyonun itibarı-inandırıcılığının sarsılmaması ve kendini halklar için bir kurtarıcı olarak gösterebilmek için Kobanê’ye saldıran IŞİD’i bombalamaya başladı. Kobanê’yi düşürme hesapları tutmayan Türkiye (AKP Hükümeti) de elinde başka bir olanak kalmadığı için PYD/YPG’yi Peşmerge güçleri üzerinden dengeleme beklentisiyle Peşmergelerin ağır silahlarla Kobanê’ye geçişine izin vermek zorunda kaldı. Ancak Peşmerge güçlerinin konvoylarla Türkiye Kürdistanı üzerinden Kobanê’ye geçişi, Kürdistan’ın farklı parçalarında yaşayan Kürtler arasında tarihinde olmadığı kadar ‘ulusal birlik’ duygusunun açığa çıkmasına ve önemli bir siyasal etkileşimin oluşmasına yol açtı. Bu sürecin bir diğer önemli sonucu da Kürtlerin IŞİD’e karşı mücadele eden en önemli güç haline gelmesi oldu.
Kürtler arasındaki bir ortak savunma, ifadesini Duhoq anlaşmasında buldu. Ekim 2014’te Barzani’nin çağrısıyla Duhoq’ta bir araya gelen ENKS ve TEV-DEM (PYD tarafından oluşturulan halk meclisi) ortak güç ve siyasi birlik konusunda anlaşmaya vardı. IŞİD’e karşı ortak mücadelenin yarattığı bahar havası, ulusal kongre tartışmalarını yeniden canlandırmış olsa da bu tartışmaların bir sonuca ulaştığı söylenemez. Kaldı ki IŞİD’in yakın tehdit olmaktan uzaklaştırıldığı oranda Kürtlerin iki önemli siyasal çizgisi arasındaki gerilim ve anlaşmazlıklar da yeniden su yüzüne çıkmaktadır. Şengal savunması sürecinde Barzani’den çok PKK ile yakın ilişkiler geliştiren Êzîdîlerin, Şengal için özerk-kantonal bir yapılanma talep etmeleri Barzani yönetiminin tepkisini çekmiş ve bu konuda PKK-KCK’yi suçlamasına neden olmuştur. KCK yönetimi de savunmasında büyük rol oynadıkları Şengal’de Barzani yönetimi tarafından işgalci bir güç olarak gösterilmeye çalışıldıklarını söylemektedir.
Bütün bu gelişmeler üzerinden birinci olarak; Kürtler bakımından her parçadaki gelişmenin diğer parçaları da doğrudan etkileyeceği ve farklı parçalar arasındaki etkileşim ve duygu birliğinin gelişmeye devam edeceği bir dönemin başladığı söylenebilir. Yani hiçbir müdahale Kürlerin yüz yıl önceki durumlarına dönmelerini sağlayamaz, aksine her gelişme Kürtleri, yüz yıl önceki sınırları ve kendilerine dayatılmış statüyü parçalamaya daha yakınlaştırmaktadır. Ancak ikinci olarak; Kürtlerin önündeki bu olanakların sınırı, kaçınılmaz bir şekilde iki önemli siyasi çizgi arasındaki gerilim ve çatışmalar tarafından belirlenmektedir. ABD emperyalizmi ve Türkiye gibi Bölge gericilikleriyle yakın ilişki ve işbirliği halinde olan Barzani yönetiminde ifadesini bulan Güney Kürdistan burjuvazisinin Kürdistan’ın bütün parçalarında egemen olma hayali ile PKK-PYD-PJAK çizgisinin halkçı karakteri ağır basan ulusal-demokratik hareketi arasında konjonktürel olarak ortaklık ve anlaşmalar olsa da kalıcı bir birliğin oluşması en azından bugün için öngörülebilir bir durum değildir.

2. TERÖR LİSTELERİNDEN MUHATAPLIĞA DOĞRU
ABD’nin 2006’dan sonra tartışılmaya başlanan Irak’tan çekilme sürecinde gündeme gelen öncelikli konulardan biri de PKK’nin bölgede silahlı bir güç olarak varlığının sona erdirilmesi (silahsızlandırılması) idi. ABD Irak’tan çekilirken güvenilmez bir güç olarak gördüğü PKK’nin enerji geçiş bölgelerinde silahlı bir güç olarak varlığı ‘istikrarsızlık’ yaratabilirdi. Bu temelde ABD stratejisine bağlı olarak PKK’nin silahlı güçlerinin tasfiyesi için Türkiye ve Güney Kürdistan yönetimi arasındaki ilişki ve işbirliği geliştirildi. 2009’da Barzani tarafından gündeme getirilen Kürt Konferansı’nın asıl amacı, bu konferanstan PKK’nin silahsızlandırılması için bir karar çıkartılmasıydı.  Zaten bu konferansın o gün yapılamamasının nedeni de PKK’nin böylesi bir dayatmayı kabul etmeyeceğini önceden ilan etmesiydi. Aynı dönemde Türkiye’de AKP Hükümeti adına ‘açılım’ adı verilen Kürt sorununa dair kimi biçimsel düzenlemeler yapmaya ve Kürt hareketini askeri ve siyasi olarak baskılayarak sorunun çözümünde inisiyatifi ele almaya dayalı bir politika benimsedi. Bu politika PKK’yi 1993’te “terör örgütleri” listesine alan ABD ile listeye 2002’de alan AB –ki PKK’nin silahlı güçlerini Öcalan’ın çağrısıyla sınır dışına çıkardığı ve ateşkes ilan etmiş olduğu bir dönemde AB tarafından “terör örgütleri” listesine alınmasının bu kararın politik çıkar ve hesaplara dayalı bir karar olduğunu çok açık göstermektedir– tarafından da destekledi.
Suriye’ye müdahale sürecinde de bu ülkelerin PKK-PYD’ye yönelik yaklaşımı değişmedi. Esad rejimine karşı çeşitli muhalif örgütler ABD ve AB tarafından desteklenirken Rojava’da yönetimi ele alan PKK çizgisindeki PYD ve askeri gücü YPG de bu süreçte PKK ile aynı muameleyi gördüler. Muhaliflerin hiçbir toplantısına çağrılmadılar. Hatta Cenevre-2 görüşmelerinde olduğu gibi bu ülkeler (ABD) PYD’nin görüşmelere katılmasını bizzat engellediler. Bunun da ötesinde Kobanê IŞİD kuşatması altındayken IŞİD’e karşı koalisyon kurmuş olan ABD uzun süre bu kuşatmayı izledi ve ABD yönetimi tarafından önceliklerinin Kobanê olmadığı yönünde açıklamalar yapıldı. Ancak Kobanê’de IŞİD’e karşı kimsenin öngörmediği bir direniş sergilenince ve bu direniş bütün dünyada yankı uyandırınca, artık kurduğu koalisyonun ne işe yaradığı sorgulanmaya başlanan ABD harekete geçmek zorunda kalmıştı.
İşte Kobanê ve Şengal’de İslami terörizme karşı seküler-demokratik bir yaşamı savunan YPG-HPG’nin kadın ve erkek savaşçıların dünya halkları nezdinde yarattığı sempati, ABD ve AB’nin bu örgütleri “terör örgütleri” listesinde gösteren politikalarının sorgulanmasının da önünü açtı. Dün PKK’yi silahsızlandırma stratejisini izleyen ABD, yeni durumda PKK çizgisindeki silahlı güçlerin IŞİD ve el Kaide’ye karşı savaşan en önemli güç olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Bu durum PKK’nin terör örgütleri listesinden çıkartılması tartışmasını beraberinde getirdi. Yine PYD’nin Cenevre-2’ye gitmesini engelleyen ABD, Kobanê direnişi sürecinde PYD yöneticileri ile görüşmeler yaptı. Suriye’ye müdahale politikasının en ateşli savunucularından ve PYD’yi bu müdahalenin önündeki engeller arasında gören Fransa’nın Cumhurbaşkanı Hollande, Ocak ayında Paris’te Charlie Hebdo dergisine yapılan el Kaide saldırısından sonra Şubat ayında PYD Eş Başkanı Asya Abdullah ile Elysee Sarayı’nda görüştü. Bu görüşmeler ABD-AB’nin dün terör listesine aldıkları Kürt hareketini bugün artık muhatap almak zorunda kaldıklarını göstermektedir.
Kürt hareketinin Bölge siyasetindeki yeri ve öneminin değiştiğini gösteren bir diğer gelişme de Rusya’nın girişimleriyle Suriye sorununa siyasi çözüm bulmak amacıyla Moskova’da Suriye yönetimi ve muhalif güçler arasında yapılan görüşmelere PYD Eş Başkanı Salih Müslim’in katılması oldu. Önümüzdeki aylarda da devam ettirilmesi düşünülen ve Kobanê zaferi ile aynı zamana denk gelen bu görüşmeler, Suriye’nin geleceği ile ilgili tartışmalarda daha önce yapıldığı gibi Kürt hareketinin dışarıda bırakılması politikasının artık olanaksız hale geldiğinin ilanı oldu. Bu süreç tamamlanmamış olsa da yaşanan bu gelişmeler Kürt hareketinin bileşenlerinin ‘Batı’nın “terör örgütleri” listesinden bölgenin geleceği belirlenirken artık göz ardı edilemez bir siyasi muhatap haline gelmesine geçişi gözler önüne seren gelişmeler oldu.

3. AKP’NİN BÖLGESEL AÇMAZLARI VE ÇÖZÜM SÜRECİ
2015 Newroz’unun en çok merak edilen konularından bir de Öcalan’ın “çözüm süreci”nin geleceği bakımından vereceği mesajdır. Son dönemde yapılan açıklamalarda İmralı’da Öcalan’la iki yılı aşkın bir süredir devam eden görüşmelerin artık müzakere aşamasına geldiği ve kısa sürede müzakerelere geçileceği belirtiliyor. Öte yandan hükümet yetkilileri tarafından bu süreçte Öcalan’ın silahlı mücadeleyi sona erdirme ve PKK’nin bütün silahlı güçlerini sınır dışına çıkarma çağrısı yapmasının beklendiği ifade ediliyor. Ancak bu konuda adım atılmasının önündeki en önemli engel olarak, Kandil’in (KCK) süreç konusunda ikna olmaması gösteriliyor.
Ülkede genel seçimler yaklaşırken yapılan bu açıklamalar ne anlama geliyor?
AKP Hükümeti’nin çözüm yönünde adım atması gerçekten mümkün mü?
Öncelikle hem PKK ve hem de devletin mevcut çatışmasızlık durumunun devamını esas alan bir politik tutum içinde oldukları belirtilebilir. AKP Hükümeti, Bölge’de giderek yalnızlaştığı koşullarda gücünü önemli oranda arttıran Kürt hareketi ile yeniden çatışmayı göze alamaz durumdadır. Çünkü böylesi bir geri dönüş, sadece bölge içindeki pozisyonunu daha zora sokması anlamına gelmeyecek, ötesinde de ülke içindeki kamplaşmayı derinleştirerek ciddi bir yönetememe krizine yol açacaktır. Kürt hareketi de çatışmasızlık durumunun Rojava ve Bölge genelinde gücünü artırması ve dünden farklı olarak meşru bir siyasi güç olarak görülmesine hizmet etmesi nedeniyle bu durumun devamını istemektedir. Mevcut durum, ülke içinde de bir yandan Öcalan’ın önemli siyasi bir aktör olarak öne çıkmasını ve öte yandan da ülkenin Batısında Kürtlerin taleplerini sahiplenen kesimlerin giderek artmasını sağlamaktadır.
Çatışmasızlık durumu aynı zamanda her iki taraf için bölgesel kamplaşma ve belirsizliklerin devam ettiği koşullarda zaman kazanmaya yönelik bir politika olarak da görünmektedir. Ancak çatışmasızlığın çözüm anlamına gelmediğini geçen iki yıllık süreç çok açık olarak göstermiştir. Bugün Kürt sorununun çözümünün bölgesel gelişmelerle iç içe geçtiğini herkes söylemektedir. Zaten sadece IŞİD’in Kobanê kuşatması sürecinde yaşananlara ve bağlı olarak “iç güvenlik paketi”nin gündeme getirilmesine bakarak bile bu iç içe geçmişliği görmek mümkündür. Öyleyse AKP Hükümeti’nin bu sorunun kalıcı demokratik çözümü yönünde adım atıp atmayacağını anlamak için bölge’deki siyasal tutum ve hedeflerinin değişip değişmediğine bakmak yeterli olacaktır.
Tunus ve Mısır’dan sonra emperyalistlerin ve bölge gericiliklerinin Arap ülkelerindeki halk hareketlerini yedekleme politikalarına bağlı olarak AKP Hükümeti’nin Suriye’ye müdahale girişimlerine öncülük ederken iki hedefinden söz edilebilirdi. Birinci olarak Esad yönetimini devirerek Sünni İslam’ın liderliğini yapmak ve ikincisi de Kürt hareketinin Rojava’da güç olmasının önüne geçerek aynı zamanda Kandil’deki askeri varlığını kuşatarak onu tasfiye etmek. Ancak Esad devrilemediği gibi Kürt hareketinin hem askeri, hem de siyasi olarak gücünü arttırmasının önüne geçilememesi ve bu durumun Türkiye’yi giderek zora sokması, AKP Hükümeti/devletin Öcalan ile görüşmelere başlamak zorunda kalmasına yol açmıştı. Fakat Öcalan ile görüşmelerin başlatılması, bugüne kadar olduğu gibi AKP Hükümeti’nin bu bölgesel hedeflerinde bir değişim yaratmamıştı. Aksine bir yandan Öcalan ile görüşülürken öte yandan Rojava’da Öcalan çizgisindeki PYD’nin ve onun öncülüğünde kurulan kantonların ortadan kaldırılması için her yolu denemeyi ve IŞİD başta radikal İslamcı çeteleri desteklemeyi sürdürdü. IŞİD’in Kobanê kuşatması bütün Kürtlerde büyük bir hassasiyet yarattığı halde AKP Hükümeti Kobanê’nin düşürülmesi girişimlerini desteklemekten geri durmadı.
Peki, bugün durum nedir?
Suriye’ye müdahale sürecinde AKP Hükümeti’ni destekleyen emperyalist güçler (ABD ve Fransa başta olmak üzere) mevcut durumun bölge’deki politik çıkarları için sürdürülemez olması ve IŞİD-El Kaide tehdidi nedeniyle politikalarını revize etmek zorunda kalırken AKP Hükümeti, müdahale girişimlerinin en başındaki çizgisini sürdürmeye çalışmaktadır. Hâlâ ‘eğit-donat’ formülüyle Suriye’de Esad rejimine karşı kendi çizgisinde bir askeri güç oluşturma hayalini kurmaya devam etmekte ve bu gücün aynı zamanda Rojava’daki PYD egemenliğini ortadan kaldırabileceğini, en azından onu dengeleyebileceğini ummaktadır. Bugün Öcalan’la görüşmelerin hız kazandığı açıklamaları yapılırken Rojava’daki Kürt kantonlarını tanımaya yönelik herhangi bir adım atılmamaktadır. Erdoğan’ın gözünde PYD de IŞİD gibi bir “terör örgütü” olmaya –ki söylem ve politikalarına bakıldığında Erdoğan için terör örgütü olup olmadığı tartışmalı olan IŞİD’tir– devam etmektedir. Bu koşullar devam ettiği ve AKP’nin politik yönelimi değişmediği müddetçe Öcalan’la yapılan görüşmeler ne kadar hızlanırsa hızlansın ve hangi aşamaya geçtiği açıklanırsa açıklansın bu görüşmelerden demokratik bir çözüm çıkmasını beklemek en hafifinden politik saflıktır. Zaten AKP’nin ülkenin seçim sürecine girdiği koşullarda zaman kazanmaya ve kendi egemenliğini sağlamlaştırmaya yönelik bir tutum içinde olduğu KCK tarafından yapılan açıklamalarda da oldukça açık bir şekilde ifade edilmekte ve AKP’nin bu politikalarına karşı bütün demokrasi güçlerine ortak mücadele çağrısı yapılmaktadır.

SEÇİM, ÇÖZÜM VE DEMOKRASİ GÜÇLERİNİN BİRLİĞİ

AKP Hükümeti’nin bölgesel yönelimleriyle paralel olarak iç siyasette ülkeyi nasıl yönetmeyi ve nasıl bir çözüm istediğini gösteren iki önemli konu da seçim barajı ve iç güvenlik yasası konularındaki tutumu olmuştur. 12 Eylül darbesinin Kürt hareketinin, işçi-emekçilerin ve ezilen halk kesimlerinin siyaset yapmasının önüne diktiği en önemli engellerden biri olan yüzde 10 seçim barajına karşı çıkmak, AKP/Erdoğan’a göre halkın iradesini yok etmeye çalışmaktır. Çünkü onlara göre halkın iradesi AKP Hükümetinde cisimleştiği için kendi iktidarlarını tehdit edecek her türlü gelişme, halkın iradesine saldırı anlamına gelmektedir. Seçim barajı, 12 Eylül’le hesaplaşma adı altında kendi egemenliğini pekiştiren düzenlemeleri demokratikleşme adına yaparken liberallerden kimi “sol” çevrelere kadar geniş kesimlerin desteğini alan AKP’nin demokrasi düşmanlığı konusunda 12 Eylül’ün mirasçısı olduğunu gösteren en önemli yasalardan/yasaklardan biridir. Bugün Erdoğan, AKP’nin başı olarak konuşmakta ve bu seçim barajlarına güvenerek meydanlarda halktan 400 milletvekili istemektedir. 400 milletvekili ile kendisine başkanlığı getirecek anayasal değişikleri yapmak ve tek adam-tek parti düzenini kurmak istemektedir. Açıktır ki, Erdoğan bu yönelimi ile her fırsatta eleştirdiği CHP’nin 1930’lu-1940’lı “milli şef”li tek partili yıllarına özenmektedir.
AKP-Erdoğan’ın “yeni Türkiye” adını verdikleri ve giderek bir dikta rejimlerine dönüşen yönetim anlayışıyla ülkeyi yönetebilmek için sarıldıkları bir diğer silah da hukuku tamamen askıya alan ve bütün ülkeyi bir OHAL rejimi ile yönetme anlayışına dayanan “iç güvenlik yasası”dır. AKP Hükümeti, bu yasaya dayanak-gerekçe olarak 6-7 Ekim 2014’te Kobanê ile dayanışma eylemlerini göstererek aslında büyük oranda polisin ve sivil faşist-dinci güçlerin provokasyonları sonucu yaşanan olaylar üzerinden halkın desteğini almaya çalışmaktadır. Ancak bu düzenleme polise “makul şüphe” adı altında herkesi gözaltına almak, dahası gösterilere katılanları “etkisizleştirmek” için öldürmeye varan yetkiler vermektedir. Bunun da ötesinde Cizre’de olduğu gibi hendek kazarak polise karşı duran Kürt gençleri hedef gösterilerek gündeme getirilmiş olsa da bu yasa ülkedeki bütün işçi emekçileri, kadınları, gençleri ve bu düzene karşı sesini yükselten bütün toplumsal kesimleri hedef almaktadır. Bu yasa grevi yasaklanan işçinin buna tepki göstermesini bile “terör suçu” saymakta, her türlü toplumsal hareketin taleplerini sokakta duyurmasını imkânsız hale getirmektedir.
Bugün AKP-Erdoğan, daha otoriter-baskıcı bir rejim kurma peşinde koştuğuna göre, Öcalan ile yapılan görüşmelerin hızlandırılması konusundaki söylem ve kimi göstermelik adımların asıl amacının 7 Haziran Genel Seçimleri’nden böylesi bir düzen kurulmasına olanak sağlayacak bir sonuç çıkarmaktan başka bir şey olmadığı açıktır. AKP’nin bu yönelimini ve bağlı hesaplarını boşa çıkarmak için bütün emek-demokrasi güçlerinin ortak mücadelesini geliştirmek ve seçimlerde yüzde 10 seçim barajının aşılmasını sağlayacak bir platform oluşturmaktan başka çıkar yol bulunmamaktadır. AKP karşısında tek gerçek seçeneğin HDP’nin demokrasi güçlerinin birliği-ittifakı üzerinden seçimlere parti olarak katılması olduğu için AKP medyası, kimi liberal ve Kürt milliyetçi çevreler HDP’nin seçimlere parti olarak girmesinin Kürtlerin mecliste temsil edilmesini engelleyeceği ve çözüm sürecini sona erdireceği yönlü propaganda yapmaktadır. Açıktır ki bugün Roboski’den Soma’ya, Gezi’den Kobanê’ye kadar emek ve demokrasi güçlerinin ortak mücadelesinin zeminini büyüten birçok gelişme ve olay yaşanmışken seçimlere yüzde 10 seçim barajını da parçalayarak işlevsiz hale getirmek üzere parti olarak girmemek AKP’ye teslimiyetten ve dahası mücadelenin ileriye taşınmasını engellemekten başka bir anlam taşımayacaktır.
Elbette parlamenter alandaki mücadele, siyasal demokrasi-devrim mücadelesinin alanlarından sadece birdir. Ancak 2015 7 Haziran Seçimleri, 13 yıllık AKP iktidarı ve sözcülüğünü yaptığı sermaye çevreleri ve ülkenin geleceğine yönelik planlarıyla hesaplaşmak için özel bir anlam kazanmış durumdadır. Emek örgütlerinin, Alevi çevrelerinin, Kürt hareketinin, sol-sosyalist parti ve çevrelerin toplumsal mücadele birlikteliğinin bir ifadesi olarak ortak demokrasi taleplerini merkeze koyarak oluşturacakları seçim platformu, bu cepheyi AKP’nin kurmak istediği düzenin tek gerçek alternatifi haline getirecektir. Bu cephenin seçim barajını aşması, AKP düzenin için sonun başlangıcı olacak, dahası emek ve demokrasi güçlerinin siyasi temsiliyetini engelleyen seçim barajını da geçersizleştirecektir. Yine bu cephenin seçim barajını aşmasının engellenmesi halinde ise, zaten böylesi bir cephenin yer almadığı meclis daha en başından tartışmalı hale gelecek, daha geniş halk kesimlerinin mücadeleye çekilmesinin olanakları dünden farklı bir düzeye çıkacaktır.
2015 Newroz’u Kürt hareketi ile ülkedeki emek ve demokrasi güçlerinin mücadelesinin alanlarda birleştirilmesi için bir tarihi bir fırsat; mücadelenin ileri bir aşamaya taşınması için önemli bir dönemeçtir. Newroz’un Kürdistan ve Türkiye’nin dört bir tarafında demokrasi, barış, insanca yaşama dair ortak talepler ekseninde birlikte kutlanması, emek ve demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesinin de ifadesi olacaktır. Newroz, Bölgede (Ortadoğu) IŞİD barbarlığına, onu destekleyen bölge gericiliklerine ve emperyalizme karşı halkların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmak, ülkede ve bölgede mezhepçi politikalar karşısında durmak bakımından da önemli bir mücadele günü olacaktır. Kürt ulusal mücadelesi için 30 yıldır özel bir anlam ve önemi olan Newroz’un mücadelenin yeni bir aşamaya geçişinin müjdecisi olması/olabilmesi, bugün emek ve demokrasi güçlerinin ülkenin kaderini değiştirecek bir mücadele birlikteliği yönünde adım atıp atmamasına ya da ne kadar adım atacağına bağlı olacaktır.

Kobanê direnişi ve siyasi sonuçları üzerine

Kobanê direnişi, en başında, bölgedeki gelişmeler ve özellikle Rojava ile iç içe geçmiş olan ‘çözüm süreci’nin ikili karakterini ortaya çıkardı. AKP Hükümeti’nin bir yandan İmralı’da Öcalan’la görüşmeler yaparken öte yandan Rojava’daki Kürt kantonlarını yok etme ve Kürt hareketini etkisizleştirerek kendi çözümünü dayatma hesaplarını görünür kıldı. Ancak AKP Hükümeti ve devletin desteklediği IŞİD’in –ki, bu destek ABD yönetimi tarafından bile dile getirilmiştir– üç koldan kuşattığı Kobanê’de ortaya konan direniş ve Türkiye’nin Kobanê’nin düşürülmesi hesabına bağlı olarak her türlü yardımı engellemesinden sonra, 6-7 Ekim’de Kürdistan, Türkiye ve bütün dünyaya yayılan eylemler sürecin seyrini değiştirdi.  IŞİD’e karşı koalisyon kuran ABD, Kobanê’ye müdahale etmek zorunda kalarak kuşatmanın kırılmasında rol oynadı ve ardından yine Kobanê’ye havadan silah yardımı yaparak koridor açılmasını engelleyen Türkiye’yi boşa düşürdü. Nihayetinde, Kobanê’yi düşürme planı tutmayan Türkiye egemenlerinin elinde, PYD/YPG’nin Barzani üzerinden dengelenmesi beklentisine bağlı olarak Peşmergenin ağır silahlarla Kobanê’ye geçişine izin vermekten başka yapacak bir şey kalmadı. Bütün bu gelişmeler üzerinden 6-7 Ekim Serhildanındaki öfke patlamasının sadece Kobanê’de değil, ülke ve bölge siyasetinde de dengeleri değiştirici bir rol oynadığı söylenebilir.

KOBANÊ DİRENİŞİ VE ABD’NİN IŞİD STRATEJİSİ

ABD Başkanı Obama’nın Eylül ayında açıkladığı ‘IŞİD ile mücadele stratejisi’ asıl olarak Irak merkezliydi ve ihtiyaç duyulması halinde Suriye’ye müdahale edilmesini öngörüyordu. ABD, bu strateji ile, IŞİD’i kullanarak aynı anda birkaç hedefini gerçekleştirmek istiyordu. Öncelikle, Musul’u ele geçirmesinden sonra Irak’taki gücünü giderek arttıran IŞİD karşısında daha önceden Irak’ta birbirleriyle çatışma noktasına gelen merkezi hükümet ile Kürdistan Federe Yönetimi’nin yeniden bir araya getirilmesi sağlandı. ABD 2003 müdahalesinden sonra oluşturduğu iktidarın Şii ve Sünni Araplarla Kürtler arasında paylaştırılmasına dayalı düzeni –ki bu paylaşımda başbakanlık Şiilere, cumhurbaşkanlığı Kürtlere ve meclis başkanlığı da Sünnilere veriliyor– geçici de olsa yeniden tesis etti. ABD, bölgede müdahaleci politikalarına dayanak yaptığı bu strateji ve kurduğu koalisyon ile aynı zamanda son birkaç yılda kendi politikaları etrafında toparlamakta zorlandığı bölgesel müttefiklerini –başta Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün olmak üzere– yeniden dizayn edebilme imkanı buldu.
Bu dönemde Irak’ta IŞİD’i vuran ABD, IŞİD’in 16 Eylül’de başlayan Kobanê kuşatması ve saldırısı karşısında ise “durumu yakından izliyoruz” açıklaması ile yetinmişti. ABD Suriye’de IŞİD’i bombalamaya başladığında da, ilk hedefi Kobanê kuşatmasındaki güçler değil, Rakka’daki kimi lojistik üslerdi. Bu tutum, ABD’nin de Kürt siyaseti içinde bugüne kadar kendisiyle uyumlu bir politika izlemeyen PYD-PKK çizgisini sıkıştırıp zorda bırakmayı hedeflediğini gösteriyordu. Ancak ABD’nin IŞİD’in saldırılarını izlemesine ve Türkiye’nin de yardım götürülmesini engellemesine rağmen Kobanê’de ortaya konan direniş, bütün dünyada yankı yarattı. 6-7 Ekim’de dünyanın birçok önemli kentinde de Kobanê ile dayanışma için eylemler düzenlendi. Bu eylemler IŞİD’e karşı koalisyon kuran ABD’nin ikiyüzlü politikasını da teşhir etti. Ortaya çıkan yeni durumda Kobanê’nin düşmesi, aynı zamanda ABD’nin oluşturduğu koalisyonun da inandırıcılığını ciddi biçimde tartışılır hale getirecekti. İşte bu noktada, ABD, “durumu izleme”nin ötesine geçerek, IŞİD’in Kobanê’deki güçlerini havadan bombalamaya başlamak zorunda kaldı. Üstelik bu müdahale, ABD’nin 2003 Irak müdahalesi sonrasında ortaya çıkan katliamcı-işkenceci imajını düzeltebilecek bir “kurtarıcı” rolle bölgedeki varlığını halklar nezdinde meşrulaştırmış olacaktı.
Kobanê’de IŞİD mevzilerinin bombalanması, ABD ile “Bizim için IŞİD neyse PYD de odur” diyen Erdoğan/AKP arasındaki çelişkiyi/uyuşmazlığı daha görünür hale getirdi. ABD, bu noktada ikinci bir adım attı; Kobanê’ye havadan silah yardımı yaparak Türkiye’nin ambargosunu da etkisizleştirdi. Ardından da, Türkiye –PYD’yi dengeleme beklentisi üzerinden– Kürdistan Yönetimi’ne bağlı Peşmerge güçlerinin Türkiye üzerinden Kobanê’ye yardım götürmesini kabul etmek zorunda kaldı.
Kobanê müdahalesi sonrasında ABD’nin PYD ile görüşmeler yapması, önemli tartışmaları da beraberinde getirdi. Öncelikle ABD’nin Suriye üzerinden sürdürülen bölgesel kamplaşma sonrasında dengeleri değiştirebilecek önemli bir güç haline gelen Kürtleri (PYD’yi) yedeklemek ve bu temelde Suriye rejiminin arkasında duran Rusya-Çin-İran bloğuna karşı kendi pozisyonunu güçlendirmek istediği açıktır. Ancak bu durum, ABD’nin ortaya konan direnişin bütün dünyada yarattığı yankı nedeniyle Kobanê’ye müdahale etmek zorunda kaldığı ve bugüne kadar PYD’nin Suriye’deki savaşın ilk dönemlerinden beri izlediği kendi bölgesini –Rojava’yı savunma– ve PYD Eş Başkanı Salih Müslim’im deyimi ile “kimsenin askeri olmama” tutumunu sürdürdüğü gerçeğini değiştirmemektedir.
Bu noktada, eski TKP’nin devamcıları başta olmak üzere, kimi “sol” çevrelerin ABD’nin müdahalesi sonrasında “Kobanê’nin siyaseten düştüğü”  yönündeki değerlendirmelerine değinmek gerekiyor. Çünkü söz konusu çevreler, ABD bombardımanını, Kürt hareketine karşı mesafeli duruşlarının ve sosyal-şoven politikalarının üstünü örtmek, dahası bu duruşlarını meşrulaştırmak için kullanmaya çalışmaktadırlar.
Oysa bu türden yaklaşımlar, öncelikle ABD’yi Kobanê’de tutum almaya zorlayan halk direnişini görmezden gelmektedir. Ve gerçekten bu direnişe sahip çıkmak isteyenlerin yapması gereken şey, ABD bombardımanının tozu-dumanının arkasına saklanmak değil; bu direnişin ABD desteğine ihtiyaç duyulmayacak düzeye –ki ABD’nin bu desteğinin arkasındaki hesaplara yukarıda değinmiştik– getirilmesi için mücadele ve dayanışmanın büyütülmesidir.
İkincisi, ABD bombardımanı, Kürtlerin Rojava’da PYD öncülüğünde kendi geleceklerini belirleme mücadelesinin demokratik karakterini ortadan kaldırmamakta; Kürtler kendi topraklarını savunma çizgisini sürdürmekte ve emperyalizm/gericiğin kendilerini rejimle çatışma içine çekme politikasına karşı durmaya devam etmektedir. Kaldı ki, Lenin’in de belirttiği gibi, eğer bir sosyalist çözümden söz etmiyorsak, emperyalizm koşullarında yalnızca ulusların kendi kaderini tayin hakkı değil, kısmen ve çarpıtılmış olarak da olsa, siyasi demokrasinin bütün talepleri uygulanma şansı bulabilir. Ama bu durum, sosyalistlerin bu talepler için acil ve kararlı bir mücadele vermesi zorunluluğunu ortadan kaldırmaz, aksine bundan vazgeçmek burjuvazi ve gericiliğin ekmeğine yağ sürmek anlamına gelir. Bu nedenle söz konusu çevrelerin bugün sosyalistlik ve anti-emperyalist duruş adına Kobanê direnişine yüz çevirmesi; ulusların kaderini tayin hakkı temelinde ulusal hak eşitliğinin sağlanması ve işçi sınıfının birliği önündeki milliyetçi duvarların yıkılması mücadelesine değil; en çok emperyalizm ve ülke gericiliğinin işine yaramaktadır.
Yaşanan bölgesel kamplaşma ve önce Şengal’de –Irak Kürdistanı’nda– PKK ile Peşmerge güçlerinin ve ardından da Kobanê’de PYD’nin IŞİD’e karşı gösterdiği direniş, Sykes Picot anlaşmasının çizdiği sınırların geçersizleştiği bir süreçte, Kürtleri bölgenin yeniden dizayn edilmesinde göz ardı edilemeyecek bir güç haline getirdi. ABD’nin bugün göz ardı edemez hale geldiği bu durumu diğer emperyalist bloğun başında yer alan Rusya önceden görmüş ve daha Cenevre-2 görüşmeleri döneminde PYD’nin sürece dahil edilmesi gerektiğini savunmuştu.
Kobanê Direnişi sonrasında Kürtlerin bölgesel gelişmelere bağlı olarak edindiği pozisyon, ülkede devam eden “çözüm süreci”ni de dolaysız olarak etkiledi.

KOBANÊ SONRASI ÇÖZÜM SÜRECİ
AKP Hükümeti, daha en başından, Rojava’da Kürtlerin PKK çizgisindeki bir siyasi partinin –PYD’nin– öncülüğünde siyasi statü sahibi olmasını –oluşturdukları demokratik kantonları– ülke içinde “çözüm süreci”nde dayatmak istediği statüsüz çözüm önünde bir engel olarak gördü. Bu nedenle, Rojava’da, 19 Temmuz 2012’de Kobanê’den başlayarak, yönetimi ele aldıkları tarihten itibaren Kürtlerin kendi bölgelerini yönetmesini engellemek için önce el Nusra ve sonra IŞİD gibi el Kaideci çetelerle her türlü işbirliği yapmaktan geri durmadı. Bu nedenle Kobanê kuşatması, IŞİD’in alan hakimiyeti için ne kadar gerekli idiyse, AKP Hükümeti’nin “çözüm süreci”ni inisiyatifi elinde tutarak yürütme politikası bakımından da o kadar gerekli görünüyordu. Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan da, bu beklentisini, Kilis’te yaptığı bir konuşmada “Kobanê ha düştü, ha düşecek” sözleri ile ortaya koymuştu.
6-7 Ekim Serhildanı, AKP Hükümeti’nin süreçte inisiyatifi elinde tutma politikasına ciddi bir darbe vurdu. Zaten bu politikanın darbe yemesinin telaşıyla, 51 insanın yaşamını yitirdiği olayların hemen ardından, “kamu düzeni”ni sağlama adına, polise yeni yetkiler veren yeni baskı yasaları çıkarmak için kolları sıvadı. Yine başta Eş Genel Başkan Demirtaş olmak üzere HDP hedefe kondu ve sürecin askıya alınabileceği tehdidi gündeme getirildi. Ancak bütün bu tehditlere rağmen Kobanê’nin düşürülmesi hesabının boşa düşürülmesinden sonra, Kürtlerin bölgede edindikleri yeni pozisyon, AKP Hükümeti/devletin bu süreci bitirme olanaklarını da önemli oranda sınırlıyordu. Bu nedenle, kamuoyuna yönelik HDP’ye karşı en ağır açıklamaların yapıldığı süreçte, diğer taraftan HDP’nin İmralı heyeti ile de görüşmeler yapılıyordu. Yapılan bu görüşmelerin sonucunda “sürecin hızlandırılarak devam ettirilmesi kararı” çıktı. Bu karara bağlı olarak, Öcalan’a 5 kişilik bir sekretarya, İmralı heyetinin genişletilmesi –ki son görüşmelerde heyete DTK Eş Genel Başkanı Hatip Dicle dahil edilmiştir– ve bir ‘izleme kurulu’nun oluşturulması konularında anlaşmaya varıldığı açıklandı.
Öncelikle bir sekretarya ve izleme kurulunun oluşturulmasının sürecin sürdürülme biçimine dair düzenlemeler olduğunun altını çizmek gerekiyor. Yani bu düzenlemeler, çözümün içeriğiyle değil, nasıl sürdürüleceğiyle ilgilidir. Burada yine AKP Hükümeti’nin bu adımlar üzerinden süreci seçimlere kadar idare etme ve “çözüm süreci”ni seçimlerden daha güçlü çıkmak için kullanma hesabı yaptığını söylemek herhalde bir kehanet değildir. Ancak bu durum, yapılan/yapılacak düzenlemelerin Kürt hareketi ve demokrasi güçleri için bir kazanım olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Çünkü bugüne kadar hükümet, ‘çözüm süreci’ni Öcalan ile MİT arasında yapılan ve içeriği kamuoyuna açıklanmayan bir gizli görüşmeler süreci olarak sürdürdü. Ve sürecin kapalı kapılar ardında sürdürülmesi, AKP’nin süreci istediği gibi kullanmasını kolaylaştırıyordu. Oysa “çözüm süreci”nin sonucunda barışın sağlanması isteniyorsa, bu sürece toplumun da dahil edilmesi gerektiği açıktır. Bu nedenle sürecin şeffaflaştırılıp toplumsallaştırılması –ki oluşturulacak kurullar bu bakımdan önemlidir– toplumun sorunu ve çözümünü doğrudan tartışabilmesinin öncelikli bir koşulu olarak anlam taşımaktadır. Yine HDP Eş Başkanı Demirtaş’ın CHP’nin ya da CHP’ye yakın isimlerin izleme kurulunda yer alması çağrısı da, sürecin toplumsallaştırılmasının hızlandırması ve AKP’nin elinde rehin olmaktan kurtarılması bakımından önemsenmesi gereken bir çağrıdır.
Özetlemek gerekirse, oluşturulacak kurullar, AKP Hükümeti’nin sürecin çerçevesini “MİT’in terör örgütü lideriyle görüşebileceği” çerçevesine sıkıştırması politikasının geçersizleştirilmesi; toplumun bu görüşmelerin devlet ve Kürt hareketi arasında Kürt sorununun çözümü için yürütüldüğünü görmesini/anlaşmasını sağlama ve toplumu sürece katmaya hizmet etmesi olanağını arttırmaktadır. Aksi durumun, yani sürecin şeffaflıkla yürütülüp toplumsallaştırılmamış olmasının acı sonuçları ve olası tehlikelerini 6-7 Ekim olaylarında bir kez daha gördük. Kobanê’ye destek eylemlerinin karşısında polis nezaretinde sokağa dökülüp Kürtlere saldıran, insanları linç eden güruhlar, artık Kürdün varlığını kabul eden, ama onu kendisi için bir tehdit, bir düşman olarak gören bir dışlayıcı milliyetçiliğin de varlığını acı bir şekilde gösterdi. Ve açıktır ki, Türkle Kürdün bu kadar iç içe yaşadığı günümüz koşullarında dışlayıcı milliyetçilik, ülkeyi bir iç savaştan; Türk-Kürt çatışmasından başka bir yere götürmez.
İmralı heyetine DTK Eş Başkanı Dicle’nin de katılmasından sonra yapılan görüşmede Öcalan’ın KCK’ye ve hükümete ulaştırılmak üzere sunduğu ‘Demokratik müzakere ve barış süreci taslağı’ dolayısıyla görüşmelerin üzerinden iki yıl geçtikten sonra çözümün içeriğinin tartışılmaya başladığını söyleyebiliriz. İçeriği konusunda fazla bilgi olmasa da, İmralı heyetinden Sırrı Süreyya Önder’in taslağa ilişkin “Taslakta anayasal, yasal değişikler hepsi var. Herkes için de özerklik var. Demokratikleşme başlığı altında bunu sizinle paylaşacağız” açıklaması, taslağın tartışmaya açılması için yetti. KCK yönetimi, taslağın kendilerine sunulan kısmını kabul ettiklerini açıklarken, Başbakan Davutoğlu, Önder’in açıklamalarına dair sorulan bir soruya, “genel af, özerklik gibi konular kesinlikle gündeme gelmemiştir. Gündemde olmayan konuları, sanki gündemdeymiş gibi ele almak, tartışmak sürece zarar verir” yanıtını vermiştir. Bu yanıt, hükümetin görüşmelerin neden kapalı kapılar arkasında yapılmasını istediğini ve oluşturulacak kurullarla görüşme sürecinin şeffaflaştırılmasına neden bu kadar direndiğini de açıklamaktadır. Öte yandan genel affı, Kürtlere siyasi bir statüyü, anadilde eğitimi, anayasal değişiklikleri vb. konuşmadan Kürt sorununun çözülemeyeceği de açıktır. “Biz bu konuları konuşmadık, konuşmuyoruz” demek, Davutuğlu’nun (AKP Hükümeti’nin) sorunun çözümüne olan mesafesini de göstermekte, yapılan görüşmelere rağmen AKP’nin zaman kazanmaya yönelik oyalayıcı bir tutumda ısrar ettiğini ortaya koymaktadır.
Sonuç olarak, AKP Hükümeti’nin sorunun çözüm çerçevesini konuşmaktan kaçmaya çalışmasına rağmen, görüşme sürecinde, bu görüşmelerin sürdürülme biçimine dair atılan adımlar, hükümetin bundan kaçma olanaklarının sınırlandırılması ve tartışmaların topluma yansıtılması bakımından önemlidir. Bu adımların AKP için seçim sürecinin atlatılmasına ve seçimden güçlü çıkma hesaplarına bağlı manevralar olarak anlam kazandıkları gerçeğini göz ardı etmeden, Kürt hareketi-demokrasi güçleri bakımından demokratik-barışçıl çözüm için mücadele zeminini genişlettiği de belirtilmelidir.

AKP’NİN DERSİM SEFERİ VE ALEVİ AÇILIMI

Kobanê’nin düşürülmesi hesabının ters tepmesi ve Kürt hareketinin güç ve pozisyonunun artması sonrasında siyaseten ciddi bir sıkışıklık içine giren AKP Hükümeti’nin bu sıkışmışlıktan kurtulmak için yaptığı manevralardan biri de, Dersim katliamını ve Alevi açılımını gündeme getirmesi oldu. Başbakan Davutoğlu, Seyit Rızaların idam edilişinin yıldönümüne yakın bir tarihte Hacıbektaş Aşure Günü’nde “Dersim, modern bir Kerbela’dır” açıklamasını yaptı. Davutoğlu, aynı konuşmada, Alevilerin zorunlu din dersinin kaldırılması talebinin –ki Avrupa İnsan hakları Mahkemesi, Türkiye’yi bu uygulamadan dolayı mahkûm etmiştir– tartışılabileceğini de söyledi.
Öncelikle Davutoğlu/AKP Hükümeti’nin ne Dersim özrünün, ne de Alevilerin talepleriyle ilgili açıklamalarının gereğini yapmadığının altını çizmek gerekiyor. Davutoğlu’nun Kasım ayı sonunda Dersim’e yaptığı ziyarette Dersim adının iade edileceği beklentisi bile boşa çıktı. Başbakan’ın Dersim seferinden, Tunceli Üniversitesi’nin adının Munzur Üniversitesi ve tarihi kışlanın müze olması dışında bir şey çıkmadı. Oysa Hükümet gerçekten özür dileyip geçmişle hesaplaşmak isteseydi, Dersim katliamını CHP ile hesaplaşma meselesi olarak ele almanın ve bunun üzerinden yıpranan imajını düzelterek demokratik bir çizgide olduğu görüntüsü yaratmanın ötesine geçmesi gerektiği açıktır. Ancak Dersimlilerin Dersim adının iadesi, Seyit Rızaların mezarlarının bulunması ve katliamın siyasi-sosyal-ekonomik bütün sonuçlarının açıklanıp bunların telafisi yönünde adım atılması başta olmak üzere, hiçbir beklentisi karşılanmamıştır. Bunun da ötesinde, eğer Dersim’de yapılanlar devletin Kürt sorununu şiddet-baskı-imha ile çözme politikasının bir parçası ise –ki öyledir–, geçmişle hesaplaşmadan söz ederken yapılması gereken, Kürt sorununun Kürtlerin ulusal demokratik taleplerinin karşılanması temelinde çözülmesidir ve AKP Hükümeti’nin böylesi bir çözüm konusunda durduğu yer de bellidir. Yani Dersim katliamının CHP’nin tek parti iktidarının olduğu dönemde (1937-38) yapılması, bu katliamın devlet tarafından yapıldığı gerçeğini değiştirmemektedir. Bu nedenle, bugün gerçek anlamda hesaplaşma, CHP tarafından değil, hükümet tarafından yapılabilir. Burada, Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu’nun özür dilemesine rağmen –ki CHP içindeki ulusalcılar bu özre tepki göstermekte gecikmediler– CHP’nin geçmişiyle gerçekten yüzleşememesinin AKP’nin işini kolaylaştırdığını; AKP’nin eline her fırsatta kullandığı bir malzeme verdiğini de belirtmek gerekiyor. Nihayetinde yapılan katliam, yaşanan sürgünler vs. bugün bütün sonuçlarıyla ancak hükümet tarafından açığa çıkarılıp gereği yapılabilecek uygulamalar oldukları halde, AKP, Erdoğan’ın Dersim özründen –Kasım 2011– bu yana lafın ötesinde hiçbir adım atmış değildir.
Yine Alevilerin taleplerini konuşmaya hazır olduklarını söyleyen Başbakan Davutoğlu’nun tek pratik önerisi, din dersi kitaplarında Alevilerin daha fazla anlatılması olmuştur. Aleviler taleplerini çok açık olarak sıralamalarına, bu talepleri alanlarda ilan edip gereğinin yapılması için hükümete dilekçeler vermiş olmalarına rağmen, AKP, ‘çalıştay’ üzerine çalıştay düzenleyip Alevileri oyalamaya çalışmanın ötesine geçmemiştir. Ancak Alevilerin zorunlu din dersinin ve Diyanetin kaldırılması, devletin dini örgütleme politikalarına son verilip gerçek anlamda laik bir düzenin kurulması beklentisini karşılamak bir tarafa, her fırsatta kendini AKP Hükümeti’nin başı olarak ilan eden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katıldığı 19. Milli Eğitim Şûrası ve 5. Din Şûrası’nda ortaya koyduğu tutum, AKP’nin kendi dinci-muhafazakâr anlayışını bütün topluma dayatma konusunda yeni adımlar atmaya hazırlandığını gösterdi. Zorunlu din dersinin kaldırılmasını tartışmaya hazır olduğunu söyleyen Hükümet, zorunlu din dersini ilkokul birinci sınıflarda başlatma, dahası anaokullarına ‘değer eğitimi’ adı altında dini bilgiler verilmesini gündeme getirmiş ve yine Osmanlıca’yı zorunlu ders haline yapmayı tartışmaya açmıştır.
Peki, bütün bu tartışma ve gelişmelerden nasıl sonuçlar çıkarmak gerekiyor?
Birinci olarak, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Hükümet, Kürt sorununda yaşadığı sıkışıklıktan kurtulmak ve 51 insanın yaşamını yitirdiği olaylardan sonra gündeme getirdiği yeni baskı yasalarının, “güvenlik paketi”nin üstünü örtmek üzere Dersim katliamı ve Alevilik konularını gündeme getirmiştir. Ancak söylenen onca söze rağmen bu konularda halkın beklentisi yönünde atılmış hiçbir ciddi adım yoktur. Aksine daha Davutoğlu’nun lafları kurumadan, söylenen sözleri tersi yönde –dinci-muhafazakâr bir toplum oluşturma– adımların atılması gündeme getirilmiştir. AKP, nasıl kendine karşı her muhalefet girişimini “darbe” olarak nitelendirip kendi gerici politikalarına meşruiyet sağlamaya çalışıyorsa, bu konularda da geliştirdiği söylem ile toplumda geçmişle yüzleşen demokrat bir hükümet imajını etkin kılmaya, dahası bu konular üzerinden siyasi rakibini –CHP’yi– sıkıştırmaya çalışmaktadır.
İkincisi ve daha önemlisi, AKP Hükümeti’nin Suriye’ye müdahale politikalarına bağlı olarak geliştirdiği mezhepçi söylem, Alevileri ciddi bir şekilde kendisine karşı kamplaştırmış durumdadır. Bunun da ötesinde, Kürtlerin Kobanê’de AKP’nin desteklediği IŞİD çetelerine karşı ortaya koyduğu direniş ve Rojava’da bütün halkların ve inançların demokratik birliğine dayanarak oluşturulan kantonlar, tarihinde olmadığı kadar Alevilerle Kürtleri birbirine yaklaştırmış, bu güçlerin ülke içinde birleşme zeminini genişletmiştir. Bu yakınlaşmanın ilk sonuçlarını, cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde çeşitli Alevi çevrelerinin Demirtaş’a verdikleri destekte gördük. Kürtlerin bölgede IŞİD barbarlığına karşı halkların laik-demokratik geleceği için savaşan bir güç olarak öne çıkması, IŞİD barbarlığına ve destekçisi AKP’ye karşı ciddi bir tepki duyan Alevilerin Kürt hareketine sempatisini arttırmış ve ilk kez Kobanê sürecinde bu kadar geniş Alevi çevreleri Kürtlerle dayanışma tutumu sergilemiştir. İşte; AKP-Davutoğlu, Dersim ve Alevilik konularını tartışmaya açıp Alevilerde beklenti yaratarak, dahası kimi Alevi çevrelerini yedekleyerek Kürtler ve Aleviler arasında zemini giderek genişleyen mücadele birlikteliğini önüne geçmek istemektedir.
Nihayetinde “çözüm süreci”ni Kürt sorununda inisiyatifi eline alma ve inisiyatifi eline aldığı oranda adım atarak kendi çözümünü dayatma anlayışıyla sürdüren AKP, Dersim ve Alevi “açılımı”nı bu sıkışmışlıktan kurtulmak için kullanmaya çalışıyor.
Böylelikle AKP Hükümeti, “Dersim açılımı” üzerinden Kürt halkının “çözüm süreci”nin devamı ve ulusal hak eşitliği bakımından öncelikli hiçbir talebini karşılamadan Kürt sorununda geçmişle yüzleşip büyük bir adım atmış görünecek, üstelik bu adımla CHP içinde tartışma yaratarak, CHP’yi de kendi iç çatışmasıyla baş başa bırakacaktı. Öte yandan “Alevi açılımı” ile Alevilerde beklenti yaratarak, Alevilerin Kürt hareketi ile ortak mücadele yöneliminin önüne geçebileceği hesaplarını yapmaktaydı. Çünkü AKP,  ülkenin seçim sürecine girdiği böylesi bir süreçte, laisizm ve demokratik talepler etrafında Kürtlerle Aleviler arasındaki mücadele birlikteliğinin zeminin hiç olmadığı kadar gelişmekte olduğunu ve bunun kendi düzeni için ciddi bir tehdit olduğunu görüyor.
Ancak başında, Esad’ı Alevi olduğu için hedef yapıp Sünni mezhepçi bir müdahale politikası izleyen ve bu temelde IŞİD gibi barbar örgütlerle işbirliğinden çekinmeyen, Kılıçdaroğlu’nu Dersimli bir Alevi olduğu için yuhalatan ve Sivas katliamı davasında mahkemenin zamanaşımı kararından sonra “hayırlı olsun” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın olduğu bir Hükümetin bu konularda manevra yapabilme koşulları da oldukça sınırlıdır. Ve zaten Davutoğlu’nun son manevrasının Eğitim ve Din Şûralarında boşa çıkartılmış olması bile, AKP gericiliğinin artık biçimsel de olsa kimi demokratik adımlar bile atamaz hale geldiğini gözler önüne sermiştir. AKP, geleceğini, gericiliğe ve baskı yasalarına daha fazla sarılmakta görmekte; “tek parti, tek adam” düzenini tahkim etmek için 2015 Seçimleri’ne bu temelde hazırlanmaktadır.

SEÇİM VE DEMOKRATİK ÇÖZÜM İÇİN BİRLİK
‘Kamu düzeni’ adına baskı politikalarına sarılan Hükümetin önümüzdeki döneme dair politik hesaplarını görünür kılan gelişmelerin en önemlisi, ülkenin genel seçim sürecine girmesiyle birlikte, yüzde on seçim barajı ile ilgili ortaya koyduğu tutum olmuştur. İşine geldiğinde 12 Eylül darbe anayasasıyla hesaplaşmaktan söz eden hükümet, göz diktiği oylar söz konusu olduğundaysa, 12 Eylül faşist darbesinin ürünü olan yüzde on seçim barajının kaldırılması talebini “milli iradeye karşı bir darbe girişimi” olarak sunmaya çalışmaktadır. AKP-Erdoğan’a göre, kendilerine oy vermeyen milyonlarca seçmenin oyunun üzerine oturup yüzde 35’lik oyla meclisin yüzde 65 çoğunluğunu sağlamak mili iradenin tecellisi olmaktadır! Öncelikle her türlü demokratik hak ve talep karşısında “darbe” söylemine sarılması, seçimle başa gelen AKP’nin bu iktidarı seçimle bırakmamak için her yolu deneyeceğini göstermektedir. İnsanların en demokratik haklarından toplantı-gösteri haklarını kullanmalarını bile “kamu düzeni” için bir tehdit olarak gören ve bu hakkın kullanımını engellemek konusunda 12 Eylül faşizmini aratmayan baskı yasalarına sarılan Hükümetin ‘yeni Türkiye’ derken nasıl bir düzenden söz ettiğini anlamak zor olmasa gerek! AKP’nin ‘yeni Türkiye’si; zaten fiili başkanlık yapan Erdoğan’ın tek adam olduğu, AKP dışındaki bütün partilerin “kamu düzeni” için tehdit olarak görüldüğü bir “tek parti-tek adam” düzenidir.
Bu ülkede seçim barajından devletin hangi siyasi partilere yardım yapacağına kadar bütün yasak ve engellemelerin Kürt hareketi ve demokrasi güçlerinin ülke siyasetinde etkili olmalarının önüne geçmek üzere gündeme getirilip korunduğu biliniyor. Bugün Öcalan’la görüşmeler yapan AKP Hükümeti’nin, Kürt sorunu çözme ve demokratikleşme konusunda zerrece bir kaygı duyuyor olsaydı, yapması gereken ilk şey, seçim barajını kaldırmak olurdu. Çünkü eğer bir çözümden ve dağdakilerin siyasal yaşama katılacakları bir ortamın oluşturulmasından söz edilecekse, atılması gereken ilk adım, anti-demokratik seçim barajı uygulamasının kaldırılması olmalıdır. Oysa AKP, 2015 Haziran Seçimleri’ni “tek parti, tek adam” düzenini tahkim etmek için fırsat olarak kullanmak; dahası ülkenin geleceğini tek başına belirleyeceği, kendisi dışındaki bütün güçleri susturup ezeceği bir düzen kurmak peşindedir. Ancak bu kez AKP’nin işi eskisi kadar kolay değildir, seçim barajına ve baskı yasalarına dört elle sarılmasının nedeni de budur. Çünkü bugün ülkede emek ve demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesinin zemini daha önce olmadığı kadar genişlemiş durumdadır.
Bu mücadele birliğinin zeminini genişleten başlıca gelişmelerin birkaçını hatırlatmak gerekirse; Haziran-Gezi Direnişi’nde özellikle gençlerin ve kadınların geleceksizliğe, muhafazakârlık dayatmalarına, kendi yaşamlarına yapılan müdahalelere karşı ortaya koyduğu direniş ve bu süreçte özellikle Lice’de kalekollara direnirken katledilen Medeni Yıldırım’ı sahiplenip ulusalcı siyasetin etkisi altındaki kesimlerin bile “halkların kardeşliği” sloganını atmalarını öncelikle anmak gerekir. Roboski Katliamı’nda çocuklarını kaybeden aileler ile Haziran Direnişi’nde çocukları öldürülen aileler arasında gelişen duygu birliği ve bu katliamlara karşı Türkiye ve Kürdistan’da ortaya çıkan sahiplenme de önemlidir. Soma’daki işçi katliamı da, Gezi-Haziran Direnişi gibi, emekçilerin düzene karşı öfkelerini birleştirdikleri önemli dönemeçlerden biri olmuştur. Burada, Soma katliamı karşısında Kürdistan’da ortaya çıkan dayanışma ve yaygın kitlesel eylemler belirtilmelidir. En son, Kobanê Direnişi sırasında, emek örgütlerinin etkisi zayıf olsa da, gerçekleştirdikleri siyasi-dayanışma grev ve eylemleri, çeşitli Alevi çevrelerinin ve Kürt hareketine bugüne kadar mesafeli durmuş çeşitli sol çevrelerin ortaya koyduğu güçlü dayanışma da, AKP gericiliğinde ifadesini bulan sisteme karşı mücadele birlikteliğini büyüten gelişmelerden olmuştur.
Sonuç olarak, bugün AKP’nin ‘yeni Türkiye’sinin alternatifi ancak yukarıda saydığımız gelişmeler-hareketler içinde yer alan HDK bileşenlerinin, emek örgütlerinin, Alevi çevrelerinin, çeşitli sol örgüt ve çevrelerin oluşturduğu Birleşik Haziran Hareketi’nin ve laik-demokratik bir ülke, insanca bir yaşam isteyen her kesimden halk güçlerinin oluşturacağı bir demokrasi cephesi ile yaratılabilir. Ancak böylesi bir demokrasi cephesi, her şeyden önce, AKP’nin demokrasi mücadelesinin önüne bir engel olarak dikmekte ısrar ettiği seçim barajını yıkabilir ve bu cepheyi dışarıda bırakacak bir seçimi daha en başından geçersiz-işlevsiz hale getirebilir. Böylesi bir cephe, seçimlerden güçlü çıkmanın da ötesinde, bugün, en başından ifade edildiği gibi, müzakere sürecinin bir mücadele süreci olduğu gerçeğinden hareketle, AKP’nin Kürt sorununun çözümündeki oyalayıcı tutumunu boşa çıkarmak ve demokratik bir ülke kurmak bakımından ihtiyaçtan da öte bir zorunluluk haline gelmiştir.

Bölge’nin fay hattı ve IŞİD depremi

Irak’ın Ninova eyaletinin başkenti Musul’un 10 Haziran’da el Kaideci IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti) tarafından ele geçirilmesi ve IŞİD’in kısa bir sürede Selahaddin ve Ninova’ya bağlı birçok yerleşim birimini işgal etmesi, bütün dünyanın dikkatinin bölgeye çevrilmesine neden oldu. Ne oldu da, IŞİD, Irak’ın en büyük ve önemli kentlerinden Musul’u kolayca ele geçirmiş ve ardından Tikrit ve Telafer gibi kentleri işgal edebilmişti? Ve daha da önemlisi, bundan sonra Irak’ı nasıl bir gelecek bekliyordu?

IŞİD işgali sonrasında, zaten daha önce otoritesi önemli oranda zayıflamış olan Başbakan Maliki ABD’yi yardıma çağırırken, Şii radikallerden Sadr’a bağlı milisler (Mehdi ordusu) silahlanmaya başladı. İran, Şiilerin kutsal yerlerine yönelik saldırılar karşısında sessiz kalmayacağını ve gerekirse askeri güç gönderebileceğini açıklarken, Maliki’nin IŞİD’i desteklemekle suçladığı S. Arabistan, yaşananların bir “iç savaş” olduğunu söylüyordu. IŞİD’in işgalleri karşısında en “soğukkanlı” tutum ise, kuşkusuz Musul Konsolosluğu’nun 49 çalışanı ve 31 TIR şoförü rehin alınan Türkiye tarafından ortaya konmuştu. Üstelik IŞİD işgali bir gün önceden haber alındığı halde Türkiye’nin konsolosluğunu boşaltmaması, yeni soruları da beraberinde getirmişti.

Bugün IŞİD’in bu kadar hızlı güç kazanması şaşırtıcı görünse de, Irak’ta ABD işgali sonrası ortaya çıkan mezhepsel-etnik yarılmaya dönüp bakıldığında ve Suriye’ye müdahale girişimlerinin bunlar arasındaki çelişki-çatışmaları nasıl tetiklediği göz önünde bulundurulduğunda, ortaya çıkan tablonun sürpriz olmadığı anlaşılacaktır. Zaten Maliki Hükümeti’ne karşı Sünni hoşnutsuzluğun en yüksek seviyede olduğu Felluce ve Ramadi’de Ocak ayı başlarında IŞİD’in kontrolü kısmi olarak ele geçirmesi de, bugünkü gelişmelerin ayak sesini haber veriyordu.

ABD İŞGALİ SONRASI IRAK

2001 11 Eylül’ünde el Kaide’nin ikiz kulelere yönelik terör saldırıları sonrasında, ABD,  “terörle mücadele” gerekçesiyle “önleyici savaş stratejisi”ni gündeme getirmişti. Bu strateji, ABD’nin tehdit olarak gördüğü ülkelere müdahale hakkı olduğu iddiasına dayanıyordu. Bu temelde dünyanın petrol rezervlerinin yüzde 65’i ve doğalgaz rezervlerinin yüzde 41’ini bulunduran bölgenin (Ortadoğu’nun) yeniden dizayn edilmesi amacıyla Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOP) uygulamaya konuldu. Proje kapsamından ilk müdahale noktası, el Kaide’nin merkezi sayılan ve 1988’de kurulduğunda el Kaide’nin ABD tarafından Sovyet işgaline karşı desteklendiği yer olan Afganistan’dı. Afganistan’ın ardından, sıra, 1990’da Kuveyt’i işgal ettikten sonra ABD’nin hedefi haline gelen ve 1990-91 Körfez Savaşı’ndan itibaren ABD ile çatışma halinde bulunan Irak’taki Saddam rejimindeydi. Saddam’ın el Kaide’yi desteklediği ve kitle imha silahları bulundurduğu gerekçesiyle Mart 2003’te Irak’a giren ABD ve müttefikleri kısa sürede Saddam rejimini devirdi. ABD müdahalesinden sonra, nüfusun yüzde 20’sini oluşturan Kürtler Irak’ın kuzeyinde federe yönetim oluşturdular. 1980-88 yılları arasında İran’la savaşan Saddam rejiminin büyük baskılar uyguladığı ve nüfusun yüzde 65’e yakınını oluşturan Şiiler, müdahaleden sonra merkezi yönetimde etkin hale geldiler. Nüfusun yüzde 15’ini oluşturan Sünniler ise, merkezi yönetimde yer almalarına rağmen Saddam dönemindeki güç ve etkilerini önemli oranda kaybettiler. Merkezi yönetim Şiiler, Sünniler ve Kürtler arasında bölüştürülmesine (Başbakan Şii, Cumhurbaşkanı Kürt ve Meclis başkanı Sünni) rağmen yetkilerin paylaşımı ve petrol gelirlerinin dağılımı ile Kerkük başta olmak üzere ihtilaflı bölgelerin durumu gibi konulardaki anlaşmazlıklar bir türlü çözülemedi. İşte Irak’ta daha önce varlığı bulunmayan el Kaide, tam da bu mezhepsel-etnik gerilim ortamında, geri plana düşen Sünniler içinde kendine örgütlenme alanı buldu. 2003’ten itibaren Irak’ta birçok kanlı saldırı gerçekleştiren el Kaide’nin Irak’taki uzantıları, 2004’te Irak el Kaidesi (IİD-Irak İslam Devleti) adını aldı.

Irak’ta anlaşmazlıkların çözülememesi, giderek ülkenin fiilen üçe (Kuzeyde Kürtler, Batıda Sünniler ve Güneyde Şiiler) bölünmesine ve bu kesimleri temsil eden siyasi güçler arasında gerilim ve çatışmaların devam etmesine yol açıyordu. Başbakan Maliki, ABD tarafından Şiilerin İran eksenine kaymasını engelleyecek ve dahası ülkedeki siyasi güçler arasında dengeleri sağlayabilecek bir lider olarak görülüp destekleniyordu. Ancak istikrarsızlık yaratmaya yönelik bombalı saldırılar sonrasında, Maliki’nin Sünnilere yönelik baskı politikalarını uygulamaya koyması, Hükümet ile Sünniler arasındaki gerilimin artmasına yol açıyordu. 2010 seçimleri sonrasında Saddam’ın eski istihbaratçılarını koruma olarak kullanan ve ülkedeki birçok bombalı saldırıdan sorumlu tutulan Sünni Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi hakkında tutuklama kararı çıkartılması ve önce Kürdistan Federe yönetimi ve ardından Türkiye’ye sığınan Haşimi’nin gıyabında yapılan yargılamada idama mahkum edilmesi, bu gerilimi tırmandırmaktan başka bir işe yaramadı. Bu gerilim 2013’te Maliki’nin Sünni Maliye Bakanı Rafi İsavi’nin korumalarını gözaltına alması sonrasında yapılan gösterilerle yeni bir boyut kazandı. 2013 sonunda el Kaide’ye destek vermekle suçlanan Sünni milletvekili el Alvani’nin el Anbar’daki evine yapılan baskın ve bu baskında kardeşinin öldürülmesi sonrasında ise, gerilim çatışmaya dönüştü. Hükümetin Sünni göstericileri zorla bastırma girişimleri, Suriye’deki savaşta güçlenen ve Sünniler tarafından artık bir kurtarıcı olarak görülmeye başlanan IŞİD’in el Anbar vilayetinde denetimi kısmen ele geçirmesinin önünü açtı.

Aynı dönemde Türkiye ve S. Arabistan’ın Sünni cumhurbaşkanı seçtirme girişimlerine karşı İran’ın devreye girmesiyle Şiiler ve Kürtler arasında ittifak sağlanmış olmasına ve Talabani’nin bu ittifakla yeniden cumhurbaşkanı seçilmesine rağmen, Kürdistan Federe Yönetimi ile Maliki Hükümeti arasında çözülemeyen sorunlar da Irak’ta gerilimi arttıran başka bir krize yol açmıştı. 2005’te kabul edilen Irak Anayasası’nın 140. Maddesi’ne göre, başta Irak petrolünün üçte birinin çıkarıldığı Kerkük olmak üzere merkezi hükümet ve Kürdistan Federe Yönetimi arasında aidiyeti konusunda anlaşmazlık bulunan bölgeler için 2007’de referandum yapılacaktı. 2007’de, ABD’nin girişimleriyle bu referandum 5 yıl ertelenmişti. Ancak 2012’ye gelindiğinde, referandum yönünde bir adım atılması yerine, Maliki’nin ‘Dicle Operasyon Tümeni’ adı altında bir ordu kurarak bu orduyu aidiyeti bakımından ihtilaflı bölgelere konuşlandırması, Kerkük’te bu ordu ile Kürdistan Federe Yönetimi’nin Peşmerge ordusunu çatışma noktasına getirdi. Yine petrol gelirlerinin paylaşımı ve federe yönetime ayrılan bütçe konusundaki anlaşmazlıkların Barzani yönetimini giderek Türkiye’ye daha fazla yakınlaştırması ve merkezi hükümete rağmen Türkiye ile petrol anlaşmaları yapmasının önünü açması, Irak’taki bölünmeyi daha da derinleştiriyordu.

Bugün IŞİD işgalleri sonrasında yüksek sesle sorulmaya başlanan Irak’ı nasıl bir geleceğin beklediği sorusunun cevabını, Şii ve Sünni Araplar ile Kürtler arasındaki mevcut çatışma ve bölünmenin nasıl çözüleceği belirleyecektir. Suriye’de çatışma-kamplaşma halindeki güçlerin (bir yanda Türkiye ve S. Arabistan ve öte yanda İran’ın) Irak’taki bölünmeyi de önemli oranda belirleyen güçler olması, bölgesel gelişmelerin de Irak’ın geleceği üzerindeki etkisini arttırmaktadır.  Zaten Irak’ta IŞİD’i var eden koşullar da, bu bölgesel gelişmelerden bağımsız değildir.

SURİYE’YE MÜDAHALE POLİTİKASI VE IŞİD

Arap ülkelerindeki ayaklanmaları ve değişim isteğini yedeklemek için Batılı emperyalistler önce Libya’da harekete geçmiş, Libya’da el Kaide çetelerinin içinde yer aldığı muhalifler NATO desteğiyle Kaddafi rejimini devirmişlerdi. Ancak Batılı emperyalistler için asıl önemli hedef, kendilerine karşı bir direnç odağı durumunda bulunan Şii eksende yarılma yaratabilecek (ve dolayısıyla bu eksenin arkasında duran Rusya ve Çin’i de zayıflatabilecek) Suriye’ye müdahaleydi. Müdahale politikası, ülke içinde kendi politikalarıyla birleşebilecek güçler yaratıp bunları bir araya getirme ve bunlara her türlü desteği sağlayarak rejimi devirme üzerine kurulmuştu. Suriye’deki ‘Müslüman Kardeşler’ ile politik yakınlığı ve ilişkisi bulunan AKP Hükümeti, ‘Bölgesel liderlik’ rolünü oynayabilmek (zamanında Osmanlı’nın egemen olduğu bölgelerde yeniden etkin hale gelebilmek) için bu müdahale girişimlerinin başına geçmişti. Başbakan Erdoğan, birkaç ay içinde Şam’daki Emevi Camisinde namaz kılacaklarını söylüyordu. ABD ve Fransa gibi Batılı emperyalistlerin yanı sıra Şii eksenini kendileri için bir tehdit olarak gören S. Arabistan ve Katar da bu müdahale girişimlerinde Türkiye’nin yanında yer aldı.

AKP Hükümeti, 2011’den itibaren ‘Suriye Ulusal Konseyi’ (SUK) adı altında bir araya gelen muhaliflere kucak açtı. Yine Suriye’ye müdahaleye zemin hazırlamak için yüz binlerce Suriyelinin Türkiye’ye gelişini teşvik etti. Ancak müdahale girişimlerinin beklenen sonucu vermemesi sonrasında, ABD devreye girerek, 2012 sonlarında muhalif grupları Katar’ın başkenti Doha’da topladı. Bu toplantılar sonrasında, muhalefet, ‘Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu’ (SMDK) adı altında birleştirildi. Bu muhalefetin silahlı gücü olarak da Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) oluşturuldu. Fakat bu kez de, ABD’nin öncülük ettiği bu girişim  başarısız oldu. Ne SMDK’da bir araya gelen muhalefet kendi iç sorunlarını aşabildi, ne de ÖSO rejime karşı savaşta etkin bir güç haline gelebildi. Bu girişimlerin başarısızlığa uğraması, kendi politik geleceklerini Esad rejiminin devrilmesiyle dolaysız ilişkili gören Türkiye (AKP) ve S. Arabistan’ın giderek cihatçı el Kaide gruplarını umut olarak görmelerine ve mezhepçi söyleme daha fazla sarılmalarına neden oldu.

Bu kamplaşmanın diğer tarafında Şii ekseni oluşturan rejimlerin; İran ve Irak’taki Maliki Hükümeti ile Lübnan Hizbullah’ının, Esad rejiminden yana açık tutum almaları ve hatta Hizbullah militanlarının Suriye’deki savaşa dâhil olması, bu çatışmaların giderek mezhepsel bir görünüm kazanmasına yol açtı. Savaşın mezhepsel bir görünüme bürünmesi, Suriye’de bir yandan dünyanın dört bir yanından cihatçı militanların devşirilmesini kolaylaştırırken, öte yandan da muhalif gruplar arasında denetimin giderek el Kaide çetelerinin eline geçtiği bir sürecin de önünü açtı. Bu gelişmeler karşısında Libya’da büyükelçisi el Kaide tarafından öldürülen ve Mısır’da da Müslüman Kardeşlere (Mursi) güvenemeyeceğini görüp General Sisi’nin darbesini destekleyen ABD geri planda kalırken, Türkiye, Suriye rejimine ve 2012 yazından itibaren Rojava’da PYD öncülüğünde yönetimi ele geçiren Kürtlere karşı savaşmaları için sınırlarını el Kaide çetelerine açmaktan, IHH adlı “yardım kuruluşu”  ve MİT üzerinden bu çetelere silah ve mühimmat başta olmak üzere her türlü desteği sağlamaya kadar bütün olanaklarını seferber etti.

Büyük oranda Suriye’ye dışarıdan gelen el Kaide militanlarının kurduğu IŞİD, bu dönemde öne çıkmaya başladı. Suriye’de çatışmalar başladıktan sonra El Kaide’nin Irak kolu olan Irak İslam Devleti’nin (IİD) Suriye’ye geçen militanları, Ebu Muhammded el-Colani liderliğinde el Nusra Cephesi’ni kurdular. Çeçenistan’dan Avrupa’ya, Libya ve Tunus’tan Afganistan’a kadar dünyanın dört bir yanından gelen İslamcı militanlarla kısa sürede Suriye’de güçlenmeye başlayan el Nusra’nın lideri Colani’nin öne çıkmaya başladığını gören IİD lideri Ebu Bekir el-Bağdadi, 2013 Nisan’ında yayımladığı bir ses kaydında, el Nusra Cephesi’nin IİD’in Suriye kolu olduğunu ve bu iki örgütün Irak-Şam İslam Devleti (burada Şam, Arapça ismi ‘Dimeşk’ olan Suriye’nin başkenti olarak değil, Suriye’den Lübnan, Filistin ve Ürdün’e kadar uzanan toprakları belirtmek için kullanılan bir addır) adı altında birleştiklerini duyurdu. Ancak el Nusra lideri Ebu Muhammed el-Colani, böyle bir birleşmenin söz konusu olmadığını ve el Kaide lideri Aymen el-Zevahiri’ye bağlı olduklarını açıkladı. Haziran 2013’te el Kaide lideri Aymen el-Zevahiri de bu birleşmeye karşı olduğunu ilan etti, ancak Bağdadi bu emre karşı çıktı. Bu dönemde kendisiyle birleşmeyen Nusracılar dâhil diğer İslamcı gruplarla da çatışmaya giren IŞİD, kısa sürede Suriye’nin kuzeyinde en güçlü örgüt haline geldi. Sınır kapılarını ele geçiren ve Rakka’da emirlik kuran örgüt, Suriye’nin petrol yataklarının da sahibi oldu.

IŞİD’i diğer örgütlerden ayıran en önemli özelliği, ele geçirdiği bölgelerde ‘emirlik’ ilan ederek kendi düzenini kurmasıydı. Örgütün, rejimin devrilmesinden çok, ele geçirdiği yerlerde kendi düzenini kurmaya öncelik vermesi ve bu nedenle aynı alandaki diğer radikal İslamcı gruplarla çatışmaya girmesi, Esad rejimi tarafından desteklendiği iddialarının gündeme gelmesine neden oldu. Oysa bu politika, örgütün kısa sürede diğer örgütlerle kıyaslanamayacak kadar hızlı büyüyüp güç kazanmasını sağlıyordu. Örgüt, 2013 sonlarında Suriye’nin Irak sınırındaki Deyr ez Zor’u ele geçirdikten sonra, Irak’ın el Anbar vilayetinde Maliki hükümeti ile çatışma noktasına gelen Sünni aşiretler ile ilişkilerini de hızlı bir şekilde geliştirdi. Aralık 2013’te hükümet güçleri tarafından Sünni milletvekili Ahmed el Alvani’nin el Anbar’daki evine yapılan baskında kardeşinin öldürülmesi sonrasında gelişen olayların devamında IŞİD, 2014 Ocak ayında bu bölgenin Ramadi ve Felluce kentlerinde yönetimi ele geçirdi. Ardından da Felluce’de “emirlik” ilan etti. Böylece Türkiye ve S.Arabistan’ın Suriye’ye müdahalenin başarısı uğruna verdikleri desteğin büyüttüğü IŞİD, Irak’ta Maliki Hükümeti ile aralarındaki gerilim çatışma noktasına varmış bulunan Sünni aşiretlerin yerleşim yerlerinde kısa sürede denetimi ele geçirebileceği koşullara sahip oldu.

IŞİD SORUNU VE IRAK’IN GELECEĞİ

İşte, IŞİD’in herkesi şaşkına çeviren 10 Haziran’daki Musul işgalinin arka planında Maliki rejiminden artık kopma noktasına gelen Sünni aşiretler ve eski Baas’çılar (Saddam yönetiminin artıkları) ile kurduğu ilişkiler yer alıyor. İstihbarat örgütleri tarafından Musul’u işgal etmeden önce 7 bin militanı ve 875 milyon dolar geliri olduğunu tahmin edilen örgütün bu işgalden sonra Sünni milisler ve eski Baas’çıların katılımıyla militan sayısını iki katına ve gelirini de 2,4 milyar dolara çıkarmış olabileceği düşünülüyor. Bu rakamlar, Irak’ta Maliki karşıtı Sünnilerle kurduğu ilişkilerin örgütü kısa bir sürede nasıl büyüttüğünü gözler önüne seriyor. Kimin elinde olduğu konusunda farklı açıklamalar yapılsa da IŞİD’in Irak’ın en büyük petrol rafinerisi olan Beyci Rafinerisi’ni ele geçirdiğini ve rafineriyi yerel (Sünni) aşiretlere devrettiğini açıklaması, kendine nasıl taban yarattığını yeterince açıklamaktadır. IŞİD’in Musul’u işgal etmesinden sonra kentin nasıl ele geçirildiğine dair ortaya çıkan gerçekler de, bu ilişkileri bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. Bin-bin beş yüz IŞİD militanı kente girerken, Musul valisi Esil Nuceyfi ile sivil kıyafetler giyen 30 bin ordu mensubunun kenti terk ettiği ortaya çıkmıştır. Musul’da yapılan haberler, Sünni Arapların Başbakan Maliki’den intikam almak için IŞİD şemsiyesi altında birleşerek kenti ele geçirdiklerini gösteriyor. Zaten IŞİD tarafından Musul valisi olarak atandığı açıklanan Haşim Camas da Saddam’ın eski Baas’çı subaylarındandır. ABD’nin önemli gazetelerinden New York Times’in, IŞİD’in Musul’dan sonra ele geçirdiği Tikrit’teki kaynaklara dayandırdığı haberde de eski Baas’çı komutanların Maliki’nin devrilmesi için IŞİD ile ittifak yaptıklarını söyledikleri belirtilmektedir. Musul’u terk eden vali ise, Irak’ta 2010 seçimlerinden sonra Sünniler için federal bölge talebini dile getiren ve bunun için Türkiye ve S. Arabistan’dan destek isteyen Irak Meclis Başkanı Usame Nuceyfi’nin kardeşi Esil Nuceyfi’ydi. 2011’de Türkiye’ye sığınan eski Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi’nin de Musul’un IŞİD tarafından ele geçirilmesinden sonra yaptığı açıklamada bu işgali “ezilenlerin devrimi” olarak gördüğünü söyleyip kutlaması da, yaşananları Sünni Arapların IŞİD üzerinden başkaldırısı olarak gördüğünü göstermektedir. Bugün işgal edilen kentlerde IŞİD ve eski Baas’çılar arasında anlaşmazlık ve çatışma yaşanmaya başlandığına dair haberler yapılsa da, durum değişmemektedir. IŞİD işgalleri Maliki yönetimi tarafından geri plana itilip baskı altına alınan Sünnilerin daha güçlü bir statü (federal bölge) talebinden bağımsız değildir ve bu sorunun çözümünü de yine Sünnilerin bu talebini Maliki Hükümeti’nin nasıl karşılayacağı belirleyecektir.

Peki, bundan sonra ne olacak?

Önceki dönemlerde yaşanan daha küçük çaplı kimi Sünni isyanlarına karşı Sünni aşiretlerden destek alabilen Maliki’nin bugün böyle bir şansı kalmamıştır. Ancak Maliki, her şeye rağmen Batı tarafından tehlikeli bir terör örgütü olarak kabul edilen IŞİD’in işgallerini sarsılan otoritesini yeniden tesis etmek için bir fırsata çevirmek üzere, ABD’yi yardıma çağırmaktadır. Maliki’nin yardım alabileceği bir diğer önemli güç de, IŞİD’in Şiilere yönelik vahşi katliamları ve Şiilerin kutsal yerlerine saldırması karşısında bu yerleri savunmak için asker gönderebileceğini açıklayan Şii ekseninin lider ülkesi İran’dır.

ABD’nin IŞİD’in Sünni bölgelerde ilerleyişinden sonra Şii ve Sünni Araplar ile Kürtlere yaptığı acilen yeni bir ‘birlik hükümeti’ kurulması çağrısı, kendi çıkarları için hala Irak’ın birliğinden yana tutum aldığını göstermektedir. ABD’nin bu çağrısının altında Irak’ın olası bölünmesinden sonra Şiilerin tamamen İran’ın etkisine gireceği ve Sünni bölgelerde ise her şeyden önce İsrail için bir tehdit oluşturacak radikal İslamcı grupların etkin olabileceği kaygısı ile hareket ettiğini ve bunun da ötesinde yaşanabilecek Şii-Sünni çatışmasının Irak’ın enerji kaynakları üzerindeki egemenliğini tehlikeye atabileceği düşüncesinin yer aldığını söylemek mümkündür. ABD, Sünnileri dışlayıcı politika izleyerek sorunları bu noktaya getiren Maliki’den rahatsız olsa da, bugün için Maliki’yi desteklemek dışında bir çıkış yolu görmemekte ve sorunun bu ayrımcı politikayı ortadan kaldırabilecek bir ‘birlik hükümeti’ kurularak çözülmesini istemektedir. Haziranın son haftasında Irak’ı ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Maliki’den, 30 Nisan’da yapılan seçimlerden sonra kurulacak yeni hükümette Kürtler ve Sünnilere yer vererek birleştirici davranması ve iktidarını paylaşmasını isterken; Kürdistan Federe Bölgesi Başkanı Mesut Barzani ile yaptığı görüşmede de IŞİD’in Musul işgali sonrasında Kerkük’ün güvenliğini sağlayan Kürtlerin bağımsızlık beklentisini karşılamaktan çok merkezi hükümette güçlü olarak yer almaları yönünde talepte bulunmuştur.

Açıktır ki, bugün ister bağımsızlığını ilan etsin, ister Irak’la federatif ilişkisini sürdürsün, IŞİD işgalleri sonrasında ülke içindeki güç ve pozisyonunu en fazla arttıran kesim Kürtler oldu. IŞİD’in Musul’u ele geçirmesinden sonra, Kerkük’ün ve merkezi hükümet ile aidiyetleri konusunda ihtilaf bulunan diğer yerleşim yerlerinin güvenliğinin Kürdistan Federe Yönetimi’ne bağlı Peşmerge ordusu tarafından sağlanması, bu yerlerin fiili olarak Kürdistan Federe Yönetimi’ne bağlanmasını sağlamış bulunmaktadır. Zaten Maliki’nin de Kürdistan Yönetimi’nin Irak’ın güvenliğinin sağlanmasında rol alması karşılığında 140. Madde’yi uygulamayı (Kerkük ve diğer ihtilaflı bölgeler için referandum yapmayı ki, bu durumda Kerkük’ün Kürdistan Bölgesi’ne bağlanmasına kesin gözüyle bakılmaktadır), Kürdistan Bölgesi’nin kendi petrolünü satışına (Kürdistan yönetiminin merkezi hükümete rağmen Türkiye üzerinden yaptığı petrol satışı, iki yönetim arasında gerilimi tırmandırmıştı) 5 yıl boyunca razı olacağı ve sonrasında merkezi bütçeden Kürdistan’ın payını yüzde 30’a çıkarmayı kabul ettiği belirtilmektedir. Koşullar oluştuğunda bağımsızlık ilan etmek istediği bilinen Kürdistan Yönetimi’nin Kerkük’ü alması, Barzani yönetimini bu hedefine bir adım daha yakınlaştırmış olsa da, ABD’nin hala bu talebe yukarıda değindiğimiz kaygılar nedeniyle mesafeli yaklaşmas,ı bugün için bu yönde bir girişimi zorlaştırmaktadır.

Maliki yönetiminin uzun bir süreden beri Sünniler üzerinden Irak’ın iç işlerine karışmakla suçladığı S. Arabistan ve Türkiye’nin ortaya koydukları tutum ve yaptıkları açıklamalar, IŞİD işgallerine destek veren Sünnileri kapsayan bir federe bölge oluşturulması ya da en azından Sünnilerin Irak’ta daha etkin bir pozisyon kazanması için bu işgalleri bir olanak olarak değerlendirmek istediklerini gösteriyor. Gelinen yerde, eğer Irak’ın birliği üzerinden bir çözüm gelişecekse, Sünnilerin daha etkin bir pozisyonda olmaları, zaten kaçınılmaz görünüyor. Ancak bugün bütün zorluklarına rağmen Sünnilerin ikna edildiği bir çözüm gerçekleşse dahi, IŞİD’in bölgeden kolayca sökülmesini beklemek ham hayalcilik olur. Çünkü IŞİD’in Irak’ta kazandığı taban ve büyük maddi geliri bir tarafa bıraksak bile, Suriye savaşının devam ettiği koşullarda buradaki gücü ve varlığı üzerinden Irak’a müdahale zemini bulmayı sürdüreceği göz ardı edilmemelidir. Dolayısıyla IŞİD’i bir tehdit olmaktan çıkaracak çözüm bakımından, Irak’taki mezhepsel-etnik gerilimin ortadan kaldırılmasının yanı sıra Suriye’de başını Türkiye ve S. Arabistan’ın çektiği ülkelerin radikal İslamcı çetelere verdiği desteğin kesilerek sınırların bu çetelere kapatılması gerekmektedir ki, söz konusu ülkelerin bu politikalarından vazgeçeceğini gösteren hiçbir emare bulunmamaktadır.

Sonuç olarak, Irak’ta çözümün Şii ve Sünniler arasında eşitliği esas alan ve Kürtlerin kaderini tayin hakkını tanıyan demokratik bir yönetimden geçtiği açıktır. Bunun da ötesinde Irak’taki mezhepsel-etnik ayrımı tetikleyen Suriye’ye yönelik müdahale girişimlerinin de son bulması gerekmektedir. Bu nedenle, ABD’sinden S. Arabistan ile Türkiye’si ve İran’nına kadar mezhepsel-etnik ayrılıklar üzeriden Irak siyasetine müdahale edip sorunun kaynağında yer alan güçlerin mevcut krizi çözmeye yönelik girişimleri, onları harekete geçirecek yeni bir tetikleyici ortaya çıkıncaya kadar mezhepsel-etnik çelişkileri geçici olarak uykuya yatırmanın ötesine gidemeyecektir. Çünkü sadece Irak ve Suriye’de değil; bölgenin mezhepsel-etnik fay hattı üzerine kurulan bütün ülkeleri için kalıcı çözüm, ancak ve ancak, emperyalizm ve bölge gericiliklerinin her türlü müdahalesinin son bulmasından; halkların, mezhep ve inançların eşitlik ve kardeşlik temelinde yaşayacakları demokratik bir geleceği birlikte kurmalarından geçmektedir.

Wallerstein eleştirisi – 1 Söylemden gerçeğe Wallersteincı analiz ve açmazları

BAŞLARKEN…

Sosyalizmin geçici yenilgisinin yaşandığı yıllar, aynı zamanda Marksist-Leninist teorinin de hedef tahtasına konduğu yıllar oldu. Marksizm-Leninizme yönelik saldırılar, oldukça basit bir gerekçeye dayandırılıyordu: Sosyalizm yenildiğine göre teorisi de geçersizleşmişti! “Sol-sosyalist” çevreler üzerinde de ciddi ideolojik-politik tahribatlar yaratan bu süreç, söz konusu çevrelerin Marksist-Leninist teoriden kaçışa yöneldiği ve bağlı olarak da anarşizmden “yeni sol”a kadar farklı arayışların peşinde koştuğu bir dönem oldu. İşte bu dönemde öne çıkan isimlerden biri de, “dünya-sistemleri” üzerine yaptığı analizlerle tanınan ABD’li sosyolog İmmanuel Wallerstein oldu. Yazı ve görüşleri, ülkemizde de gerek Kürt ulusal hareketi ve gerekse çeşitli ‘sol’ çevreler tarafından sıkça referans olarak gösterilen Wallerstein, “eski sol”la (Marksizm-Leninizm’le) ilgili eleştirilerini ve “yeni sol”a dair görüşlerini, “SB-Doğu Bloku”nun çözülüşünden hemen sonra, 1990-93 yılları arasında yazdığı makalelerde sistemleştirmiştir. Bu makalelerini 1995’te “Liberalizmden Sonra” (Türkiye’deki basımı 1998, Metis yayınevi) kitabında bir araya getiren Wallerstein, kapitalist dünya sistemini eleştirerek “daha demokratik ve eşitlikçi bir dünya sisteminin mümkün” olduğunu söylemektedir. Ama onun eleştirisi kapitalizm ile sınırlı değildir. İlk bakışta kulağa hoş gelecek bir şekilde “1989’da çöken”in “komünizm değil, liberalizm olduğu”nu söyler. Fakat devamında Sovyet sosyalizminin (ve Leninizmin) de dünya kapitalist sisteminin (liberalizmin) bir versiyonu olduğunu iddia eder. Bununla da kalmaz, sosyalizm eleştirisinden Marksist-Leninist devrim ve iktidar fikrinin reddine varır. Emek-sermaye çelişkisinin sistemi belirleyen temel çelişme olmadığı iddiası eşliğinde, sınıf mücadelesi ile etnik, cinsel, dinsel, ekolojik vb. mücadele eşitlenir. Hiyerarşiye karşı çıkmak adına (ve zaten alınacak bir iktidar olmadığı için) örgütlü mücadeleye de karşı çıkan Wallerstein’ın, sistemin hangi “özne”lerle, nasıl “dönüştürüleceği” ve yerine neyin konulacağı sorularına verdiği yanıt ise, belirsizdir. Dolayısıyla bütün eleştirel söylemlerine ve daha demokratik-eşitlikçi bir sistemin “mümkün” olduğunu söylemesine rağmen, görüşleri, burjuva ideolojisine eklemlenen görüşler olmanın ötesine gidememektedir. Bu bakımdan, ülkemizdeki etkisi de göz önünde bulundurulduğunda, Wallerstein’ın görüşleriyle bir hesaplaşma içine girmek; burjuva ideolojisinin sol-sosyalist ideoloji-politika üzerinde yarattığı tahribata karşı bir mücadele olarak da anlam kazanmaktadır.

GİRİŞ

‘Dünya sistemleri analisti* olarak bilinen Wallerstein, bütün “post-Marksist” yazarlar gibi, Marksizmin “eksik/yetersiz” kaldığı yerde analizlerine yeni bir dayanak noktası oluşturmuştur.  Wallerstein için bu dayanak noktası, ‘Yapısalcı Tarih Ekolu’ olan Annales olmuştur. Öncülüğünü Fernand Braudel’in yaptığı Annales, “ekonomik determinist tarih anlayışını aşarak (burada eleştirilen Marksist anlayıştır) demografik, coğrafi, dilbilimsel, kültürel ve antropolojik çok yönlü ‘bütünsel’ bir tarih anlayışı geliştirme” iddiasındadır. Marksizmin (tarihsel materyalizmin) toplumun gelişim yasalarını incelerken merkeze üretim biçimi ve ilişkilerini koyan anlayışını “ekonomik-determinist” bulan Yapısalcılar, “bütünsel bir tarih anlayışı” geliştirmek adına, bu yasaları, ikincil önemdeki diğer tarihsel-kültürel-coğrafi öğelerle eşitlerler. Toplumların gelişim yasalarının terk edilip yapısal-bütünsel bir yaklaşım oluşturmak üzere bu yasalar ve konu aldıkları ilişkiler yerine demografik, coğrafi, dilbilimsel, kültürel, antropolojik vs. olgular arasındaki ilişkilerin geçirilmesi, yapısalcılığı kaçınılmaz bir biçimde pozitivist (olgucu) bir tarih-toplum anlayışına götürür. Sınıf mücadelesinin görece zayıf olduğu günümüz dünyasında etnik, dinsel, cinsel, ekolojik vb. alanlardaki mücadelelerin öne çıkmasına bağlı olarak “sınıf mücadelesinin önemini yitirdiği” yönündeki bütün iddialar, işte bu pozitivist (olgucu) anlayışa dayanır. Oysa Marksizmin çıkış noktası, olgular arasındaki ilişkiler değil; bu olguları da koşullayan toplumun gelişim yasalarıdır. Marksizm; insanların toplumsal, siyasi ve düşünsel yaşam süreçlerinin, iradelerine bağlı olmayan maddi yaşamın üretim biçimi ve ilişkileri tarafından belirlendiğini söyler. Ancak yöneltilen suçlamaların aksine, Marksizm, ekonomik etkenin (maddi üretim biçiminin) biricik belirleyici öge olduğunu da söylememektedir. Engels, bu yöndeki suçlamalara “Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte en son belirleyici öge, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marx, ne de ben bundan fazlasını hiçbir zaman öne sürmedik” demektedir.  Dolayısıyla ekonomik yapının temel olması, üstyapının politik, hukuki, dini vb. çeşitli ögelerinin toplumsal gelişim süreci üzerinde etkili olmadığı anlamına gelmemektedir. Aksine Marksizmin ortaya koyduğu yasalar, bu ögelerin ortaya çıkış koşullarının ve toplumsal süreçlere etki etme düzeylerinin/sınırlılıklarının anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu nedenle Marksizm, toplumsal sınıfları ve bunlar arasındaki mücadeleyi tarihsel olarak belirlenmiş üretim sisteminde tuttukları yer, üretim araçlarıyla olan ilişkileri ve emeğin toplumsal örgütlenişindeki rollerine göre tarif eder. Ama mesela “işçi sınıfının nitelik değiştirdiği” ve “devrimci rolünü kaybettiği”ni iddia edenler, sınıfları belirleyen bu nesnel kriterlerin hangisinin/hangilerinin işçi sınıfı için değiştiğini söyleyememektedirler.

İşte, analizlerinde, Annales’in yapısalcı/bütünsel tarih anlayışından önemli oranda etkilenen Wallerstein’ın ‘Liberalizmden Sonra’ kitabının temel tezi, “SSCB’nin dağılışı, Komünizmlerin ve modern dünyada ideolojik bir güç olan Marksizm-Leninizmin çöküşü”nün “büyük ölçüde liberalizmin çöküşünü ve ‘liberalizm sonrası’ dünyaya kesin olarak girişimizi gösterdiği”  iddiasına dayanmaktadır. Wallerstein, bu tezinin dayanakları olarak, 1789’dan 1989’a kadarki sürecin “üç ideoloji” (muhafazakârlık, liberalizm ve sosyalizm) arasındaki mücadele süreci olarak algılansa da, aslında liberalizmin diğer ideolojileri kendine benzeştirip kendi egemenliğini ilan ettiği; Leninizmin, liberalizme karşıymış gibi görünse de, “onun cisimleşmelerinden biri” olduğu ve ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’nı (UKKTH) savunarak “Wilsoncu liberal programı” uyguladığı, “1968 devrimi”nin Marksist-Leninist devrim ve iktidar fikrini geçersizleştirdiği iddialarını gündeme getirmektedir. Bu iddialara bağlı olarak, 1989’da “çöken”, “sosyalizm değil, liberalizm” olmaktadır. Yazar, bu iddialarının devamında “liberalizmden sonra” “daha eşitlikçi ve adil bir dünyanın mümkün olduğu”nu söylese de, geleceği “belirsiz” görmektedir.

Şimdi Wallerstein’in iddialarının eleştirisine geçebiliriz.

I.

Wallerstein, kitabının  ‘Üç İdeoloji mi, Tek İdeoloji mi? Sözde Modernlik Savaşı’ başlığını taşıyan bölümünde, “modern zamanlar”ın “üç büyük ideolojisi”ni –muhafazakârlık, liberalizm ve sosyalizmi– tartışmaya açmaktadır. Yazar, “çoğu insan” “bu ideolojiler arasında bazı temel farklar olduğuna inanmak”la birlikte “bu farkların ne olduğu konusunda anlaşmazlık” bulunduğunu, çünkü “liberalizm ile sosyalizm arasında hiçbir temel fark görmeyen muhafazakârların, liberalizm ile muhafazakârlığın aynı şey olduğunu söyleyen sosyalistlerin ve hatta muhafazakârlık ile sosyalizm arasında ciddi bir ayrım bulunmadığını savunan liberallerin var olduğunu” söylemektedir.  Yazar, bu ideolojiler arasında ciddi bir ayrım bulunmadığını göstermek üzere, alıntıladığı görüşlerin yanı sıra 1830’lara kadar liberaller ile sosyalistler ve 1848’den sonra liberaller ile muhafazakârlar arasında bir “uzlaşma” olduğu “kanıtı”nı öne sürmektedir.  Yine, bu “üç ideoloji”nin arasındaki ‘fark’ı modernlik ve ilerleme konusundaki tavırlarına indirgeyerek, sırasıyla muhafazakârlık, liberalizm ve sosyalizm arasındaki ayrım noktalarını “Tehlikeyi mümkün olduğunca sınırlandırmak; mümkün olduğunca akılcı bir biçimde insanoğlunun mutluluğunu gerçekleştirmek; ya da ilerleme için ona direnen güçlere karşı yoğun mücadele suretiyle gidişi hızlandırmak” biçiminde nitelemektedir. Bu değerlendirmeler üzerinden ulaştığı noktayı, “Bu durumda, 1789’dan beri, renklerini üç büyük versiyonda sergilemiş olan tek gerçek ideolojinin, liberalizmin varolduğu sonucuna ulaşmak doğru olmayacak mıdır?”  sorusu eşliğinde ortaya koymaktadır: “1848’den sonraki 120 yıl içinde –yani en azından 1968’e kadar– birbiriyle çatışma halindeki üç ideoloji görüntüsü altında aslında sadece bir ideoloji”, liberalizm “ezici bir şekilde egemen olmuş”tur.

İdeolojinin tanımından başlayalım. Yazar, “modern ideolojileri”, Fransız Devrimi’nin dönüm noktası olduğu siyasi değişim karşısında “insanların bu yeni durumun üstesinden gelmek için seçtikleri yollar” olarak tanımlamaktadır.  Fakat bu tanım bile, Marx’ın 18 Brumaire’de belirttiği gibi, ideolojilerin farklı mülkiyet biçimleri ve toplumsal varlık koşulları üzerinde biçimlendikleri gerçeğini değiştirmemektedir. Yazarın “insanlar” diyerek aralarındaki ayrımı belirsizleştirdiği farklı sınıf ve tabakalar, “yeni durum”un kendi çıkarlarına zarar vermesini engellemeye ya da bu durumu kendi çıkarları temelinde kullanmaya çalışmaktadır. Bu da, farklı ideolojilerin, farklı toplumsal sınıf ve tabakaların kendi çıkarlarına göre belirlenmiş “dünya görüşleri” olduğunu gösterir. Marx, yazarımızın “muhafazakârlık” ve “liberalizm” olarak ikiye böldüğü burjuva ideolojisinin iki kampı arasındaki mücadeleyi “Orleancılar ve meşruiyetçiler, cumhuriyette, eşit emellerle, birbirlerinin yanında bulunuyorlardı! Her kesimin, ötekine karşı kendi hanedanının özel çıkarlarını canlandırıp güçlendirmeyi amaç edinmesi, ancak burjuvaziyi bölen –toprak mülkiyeti ve sermaye– iki büyük çıkarın her birinin, kendi yönünden kendi üstünlüğünü ve ötekinin altta kalmasını sağlamlaştırmaya çalıştığı anlamına geliyordu. Burjuvazinin iki çıkarından sözediyoruz, çünkü büyük toprak mülkiyeti, feodal çalımına ve soyluluk gururuna karşın, modern toplumun gelişmesi sonucunda, tamamen burjuvalaşmıştı.”  sözleriyle ortaya koymaktadır. Demek ki, farklı sınıf ve tabakaların kendi “ideolojileri” temelinde diğer ideolojileri suçlamaları, yazarın “yeni durumun üstesinden gelme yolu” olarak tanımladığı kendi çıkarlarını savunması bakımından anlaşılır bir durumdur. Fakat söylemsel düzeyde kendini gösteren belirsizlik (söylemlere bakıldığında, bu “ideolojiler” arasındaki ayrımın görünmez olması, ki her ideoloji, “bir sınıfın/toplumsal tabakanın” değil; “bütün ulusun/ insanlığın çıkarı”nı savunma iddiasındadır), bu “ideolojiler”in farklı toplumsal varlık ve sınıf çıkarlarına denk düştüğü gerçeğini değiştirmemektedir. Dolayısıyla bu söylemler üzerinden değerlendirme yapılarak bu “ideolojiler” aralarındaki ayrımın belirsiz olduğu sonucunu çıkarmak, bu “ideolojiler”i belirleyen toplumsal varlık koşullarının ve farklı sınıfsal çıkarların varlığını reddetmek anlamına gelir. Açıktır ki, bu yaklaşım, toplumsal varlık ve düşünce (burada ideoloji) arasındaki ilişkinin ters yüz edilmesi; “bütünsel” bir yaklaşım geliştirmek adına görünüşün ‘öz’ün yerine geçirilmesidir. Oysa, yazarın, yukarıda aktardığımız, 1848’den önce muhafazakârlara karşı liberaller ve sosyalistler ve 1848’den sonra sosyalistlere karşı liberaller ve muhafazakârlar arasındaki “uzlaşma”ya dair söyledikleri, bu “ideolojiler” arasındaki ayrımın belirsiz olduğunun değil; tam aksine, farklı sınıf ve tabakalar arasında çıkar mücadelesi bulunduğunun işaretidir. Çünkü işçi sınıfının ayrı bir sınıf olarak şekillenişinin görece zayıf olduğu1848’den önce, işçi sınıfı ve diğer emekçi tabakalar feodalizme ve onun devamı olan “muhafazakâr” toprak burjuvazisine karşı sanayi-ticaret burjuvazisinin yanında yer almış; ama işçi sınıfının burjuvaziye karşı sınıf savaşımının gelişmeye başladığı 1848’den sonra ise, “muhafazakâr” ve “liberal” burjuvazi işçi sınıfına karşı birleşmişlerdir. Marx, 1848 Devrimi sürecinde burjuva kamplar arasındaki “uzlaşma”yı ve bu uzlaşmanın arkasına diğer toplumsal kesimlerin de yedeklenmesini, “Haziran günlerinde, bütün sınıflar ve bütün partiler, proletarya sınıfının karşısında, yani ‘anarşi partisi’nin, sosyalizmin, komünizmin karşısında, ‘düzen partisi’ içinde birleşmişlerdi. Onlar, toplumu, ‘toplum düşmanları’nın tasallutundan kurtarmışlardı. Onlar, eski toplumun ‘mülkiyet, aile, din, düzen’ sloganlarını yeniden ele alıp, bunları ordularında parola olarak kullanmışlardı ve karşı-devrimci haçlılar ordusuna: ‘Bu işaret altında kazanacaksın!’diye bağırmışlardı.”  sözleriyle anlatır.

Bir kez daha belirtelim: Yazarımız, ideolojik söylemlere bakıp değerlendirme yapmakta, ancak bu söylemleri koşullayan sınıfsal çıkarları gözardı ederek, açıkça idealizme düşmektedir. Wallerstein, daha sonra da tartışacağımız gibi, mesela ‘UKKTH’ konusunda Wilsoncu ve Leninist söylemlere bakarak, bu iki yaklaşımı eşitlerken ya da Wilsonculuğun Leninizmi kendine benzeştirdiğini söylerken de, aynı hataya düşmektedir. Öte yandan feodal kalıntılara karşı mücadelenin devam ettiği koşullarda burjuvazinin “gelenekçi” ve “liberal” kesimleri arasındaki mücadele, işçi sınıfının burjuvazinin karşısına bir sınıf olarak dikilmeye başladığı süreçten sonra, yerini, bütün bir burjuva sınıfın işçi sınıfına karşı ‘uzlaşması’ ve mücadelesine bırakmıştır. “Liberallik” ya da “muhafazakârlık” tek bir ideolojinin; ‘burjuva ideolojisi’nin, duruma ve ihtiyaçlara göre, işçi sınıfına karşı kullandığı söylemler haline gelmiştir. Mesela ilk gelişme dönemlerinde kilise ve dine karşı mücadele eden ve bu mücadelede işçi ve emekçi halk kesimlerini etrafında toplayan liberal burjuvazi, işçi sınıfı ile arasındaki sınıf mücadelesinin kızıştığı dönemlerde, yeniden kilise ve dine sarılmaktan geri durmamıştır.

Wallerstein, ideolojiler arasındaki ayrımı “ilerlemenin hızı”na indirgerken de yanılmakta, daha doğrusu, daha sonra söyleyeceklerine zemin hazırlamak üzere, gerçeği çarpıtmaktadır. Çünkü kitabının birçok yerinde, kapitalizmin varlık nedeninin “sermaye birikimi” olduğunu kendisi söylemektedir. Kapitalizmin ve “egemen ideolojisi liberalizm”in varlık nedeni sermaye birikimi ise, liberal ideolojinin, toplum ilerledikçe –üretim arttıkça– geleceğin daha iyi olacağını söylemesi, bütün toplumu bu sömürü düzenine kazanmak istemesinden, işçi sınıfı ve emekçilerin bu düzene karşı başkaldırısını engellemeye çalışmasından başka bir anlam taşımaz. Dolayısıyla, “sosyalist devrim” yerine “liberal reform”un geçirilmesi, bu yolla toplumun hep ileriye, daha iyiye doğru gideceğinin vaaz edilmesi, bu ideoloji ile sosyalist ideoloji arasındaki ayrımın “ilerlemenin hızı”ndan daha fazlası olduğunu göstermektedir.  Yazarın bu konudaki değerlendirmelerinde de, üretim tarzı ve ilişkileri bilinçli bir şekilde göz ardı edilmektedir. Çünkü liberalizm insanlara “daha mutlu ve özgür bir gelecek” vaat etse de, bunun için, kapitalist üretim tarzının değişmesi, işçi sınıfı ile sermaye arasındaki sömürü ilişkilerinin (işçi sınıfının yaşamını sürdürmek için emek gücünü satması ve üretim araçlarını elinde bulunduran burjuvazinin bu emek gücünü daha fazla sermaye birikimi sağlamak üzere satın alması) değişmesini öngörmemektedir. Aksine, bütün söylemlerini, “sınıf uzlaşması ve işbirliği” üzerinden, bu düzenin devamı yönünde kurmaktadır. Oysa sosyalizm, “ilerleme”yi kapitalist özel mülkiyetin ve emek-sermaye arasındaki çelişkinin ortadan kaldırılmasında görmekte; geleceğin sınıfsız, devletsiz, özgür toplumunun ancak böyle bir temel üzerinde –sınıf mücadelesi temeli üzerinde– inşa edilebileceğini savunmaktadır. Öyleyse liberalizm ve sosyalizm arasındaki ayrımı belirleyen şey, “ilerlemenin hızı” değil; hangi toplumsal-sınıfsal çıkarlar temelinde ve nasıl bir “değişim” istendiğidir.

II.

Yazar, yukarıda tartıştığımız tezlerini öyle gelişi güzel ortaya atmamaktadır. “En azından 120 yıl” (1848’den 1968’e) liberal ideolojinin “mutlak egemenliği”nden söz ederken, Leninizmin de, liberal ideoloji (önemli göstergesi Wilsoncu program: ABD Başkanı Wilson’un 1917’de Almanya’ya karşı savaş ilan ederken savunduğu ilkeler) tarafından kendisine benzeştirilip “uysallaştırıldığı”nı iddia etmektedir. Çünkü, demektedir yazarımız, “her iki ideolojinin yöneldiği kilit mesele”nin “hem Wilsonculuk hem de Leninizm için ‘ulusal kalkınma’ olduğunu ve bunlar arasındaki temel anlaşmazlığın sadece, sözkonusu ulusal kalkınmaya giden yola ilişkin olduğunu ileri süreceğim.”

Farklı stratejik amaçlara, birinde (Wiysoncu) emperyalist talana açılmaya, diğerindeyse (Leninist) emperyalist kapitalist sömürüden kurtuluşa bağlanan ezilen halkların kendi kaderlerini tayin mücadelesi, doğru, kaderini tayin mücadeleleri olarak benzerlik taşımaktaydı ve Wallerstein sadece bu benzerliği görerek “ilerlemekte”ydi ve sonunda da “Leninizmin yeni rolü”nü belirteceği “öldürücü” hamlesini yapacaktı: “Klasik liberal önkabullere” dayanan Wilsonculuk, “dünya sisteminin çevre ve yarı-çevre bölgelerinin kendi kaderini tayini”ni savunmakta; “Lenin de proleter enternasyonalizm ve anti-emperyalizme ilişkin tamamen farklı sloganlar altında benzer politik amaçlar peşinde” bulunmaktaydı. Lenin’in Bakü’de “Doğu”ya özel önem atfetmesiyle (burada sözü edilen1920’de Komintern tarafından Bakü’de gerçekleştirilen ‘Doğu Halkları Kurultayı’dır – yyk), “Marksizm-Leninizm, fiilen burjuvaziye karşı proleter bir ayaklanma teorisi olan köklerinden, bir anti-emperyalizm teorisi olarak yeni bir role doğru ilerliyordu.”

İkisi de “ulusal kalkınmacı” olan Wilsonculuk ve Leninizm arasında bazı farklar da yok değildi. Mesela Wilsoncular sömürgelerin “anayasal yolla” yani “müzakere yolu”yla tasfiyesini savunurken, Leninistler “ayaklanmacı”ydı ve bağımsızlığın “ihsan edilmesini değil, alınmasını” savunuyorlardı. Ayrıca, bu iki ideoloji arasında, “kendi kaderini tayin mücadelesine kimin önderlik edeceği” konusunda da anlaşmazlık vardı. Wilsoncular “burjuvazi”nin, Leninistler ise “Bolşevik tipte bir parti”nin önderliğini savunuyordu. Ancak bu farklar “abartılmamalı”ydı, çünkü aynı “ulusal kalkınma”ya giden “farklı yollar” olmanın ötesinde bir anlam taşımıyorlardı.

Yazarımız böyle diyor.

Girişte de söylemiştik. Wallerstein’ın, Annales’in sosyal bilimler (ekonomi, tarih, coğrafya, antropoloji vb.) arasındaki “yapay farklılığın” kaldırılması adına yaşamın maddi üretimi ile toplumun ideolojik-kültürel-siyasi şekillenişi arasındaki ilişkiyi reddeden yaklaşımını benimsemesi, liberalizm ve Leninizme dair değerlendirmelerinde de karşımıza çıkmaktadır. Birinci olarak, liberalizm, ekonomik olarak yerini tekelci kapitalizme bırakmış olsa da, ideolojik-siyasal alanda liberal söylemin sürdürülmesi, yazarımız için liberalizmin “mutlak egemenliği” bakımından yeterli olmaktadır. Bağlı olarak, Wallerstein’ın ‘Dünya Sistemi teorisi’ olarak adlandırılan görüşlerinin en önemli hareket noktalarından biri olan “bütünselci” (kapitalizmi bir ‘bütün’ olarak ele alma) yaklaşımı, “sistemin uzun dönemli çevrim/döngülerinin incelemesi” adına emperyalizmin “tarihsel kapitalizm”in bir aşaması olduğunu reddeder.

Liberalizm, ‘Aydınlanma’ döneminde feodalizme karşı burjuvazinin (ve daha sonraları toprak burjuvazisine –onun “muhafazakârlığı”na– karşı sanayi-ticaret burjuvazisinin) ideolojisi olarak ortaya çıkıp gelişmiştir. Liberal burjuvazi, ekonomik olarak, feodal düzenin bütün kalıntılarının tasfiyesini ve serbest rekabeti savunurken, feodalizmin üreticiyi (serfleri) toprağa bağlamaya dayanan üretim ilişkilerinin yerine emek-gücünü satacak “özgür bireyler”in yaratılması uğruna siyasal alanda “bireyin doğuştan gelen temel hakları” olduğunu savunuyordu. Bayrağında “özgürlük-eşitlik-kardeşlik” sloganı yazıyor ve bu nedenle feodalizme karşı mücadelesinde emekçi kesimleri (işçi ve köylüleri) kendi bayrağı altında toplayabiliyordu. Liberal ideolojiye göre, toplumsal düzen iki temel ilkeye dayanmalıydı: Serbest rekabet (hür teşebbüs) ve bireyin özgürlüğü. Serbest rekabetin (ki sloganı, laissez faire-laissez passer: bırakınız yapsınlar-bırakınız geçsinler idi) sağlanabilmesi için devlet ekonomiye müdahale etmemeliydi, çünkü ekonomi zaten ‘piyasanın görünmez eli’ tarafından düzenleniyordu.

Kapitalizm, üretimin, sermaye birikimi sağlamak üzere, daha fazla kâr amacıyla yapıldığı ve bunun için emek gücünün sömürüsüne (yaşamını sürdürmek için çalışmak zorunda olan işçinin bir meta haline gelmiş olan emek gücünü belli bir ücret karşılığında sattığı kapitaliste gaspedeceği daha büyük bir değer; “artı-değer” üretmesine) dayanan bir sistemdir. İşçinin emek gücünün sömürüsü (artı değer) olmadan kapitalistin kâr elde etmesi ve sermaye birikimi sağlaması mümkün değildir. Öyleyse kapitalist üretim süreci, piyasada bir meta haline gelen emek gücünü satan (işçi) ile satın alanın (kapitalistin) “yasalar karşısında eşit haklara sahip özgür bireyler” olarak karşı karşıya gelmesini ve kapitalistin işçinin emek gücünü bir süreliğine satın almasını gerektirir.  Bir burjuva ideolojisi olarak liberalizmin, feodalizm ve “muhafazakârlığa” karşı bireyi merkeze alan “özgürlükçü”lüğünün kerameti bu üretim ilişkisinde yatmaktadır. Yoksa devletin müdahalesine karşı olan bu “özgürlükçü” “bırakınız yapsınlar”cı anlayış, 1848 Devrimi’nden bu yana, işçi sınıfının burjuvazinin çıkarlarını tehdit eden her türlü kalkışması sırasında “liberal devlet”in polisi, ordusu ve yargısını yardıma çağırmaktan geri durmamaktadır.

Liberal özgürlükçülüğün diğer yüzünü, kapitalistler arasında serbest rekabete dayanması oluşturur. Ancak bu rekabet, kapitalist üretim yasalarının (artı-değeri azami hale getirmek için üretici güçlerin hızla geliştirilmesi, ancak üretici güçlerin bu gelişimi ile üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı üretim biçimi arasındaki çelişkinin yol açtığı ekonomik krizler, kapitalist birikim ve sermayenin merkezileşmesi vb.) işlemesiyle, birçok kapitalistin bu rekabet süreci içinde mülksüzleşmesiyle sonuçlanır. “Şimdi mülksüzleştirilecek olan kimse, artık, kendi hesabına çalışan emekçi değil, birçok emekçiyi sömüren kapitalisttir. Bu mülksüzleştirme, kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesi ile gerçekleşir. Bir kapitalist, daima birçoklarının başını yer.”

Bir kapitalistin birçoklarının başını yemesi demek, sermayenin giderek yoğunlaşması ve az elde toplanarak gelişmesinin belirli bir aşamasında tekele yol açması demektir. Marx, eserlerinde sermayenin bu eğilimini tespit etmiş olsa da yaşadığı dönemde tekellerin “mutlak egemenliği”nden söz etmek mümkün değildir. Ancak üretimin sürekli yoğunlaşmasına bağlı olarak, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında artık az sayıda tekelin kapitalist üretim sürecine egemen olmaya başlaması, görünüşte serbest rekabetin yasaları varlığını sürdürse de, “eski kapitalizm”in yerini kapitalizmin yeni “tekelci” aşamasına bırakmasına yol açtı. Tekellerin ekonomik yaşamın her alanına nüfuz eder hale gelmesi, sanayi sermayesi ile banka sermayesinin kaçınılmaz bir şekilde iç içe geçmesini, mali sermayenin (finans kapitalin) ortaya çıkmasını sağladı. Bu nedenle, Lenin, bu “yeni” kapitalizmi, “sermaye egemenliğinin mali sermaye egemenliğine dönüştüğü” bir “evre” olarak tanımlar.  Mali sermaye, sadece tekellerin gücünü büyük oranda arttırmakla kalmaz, onlara, sahip olduklarından çok daha fazlasını denetleme olanağını sağlar. Öyleyse, kapitalizmin “yeni aşaması” olarak ‘emperyalizm’, kapitalist gelişmenin belirli bir aşamasında, temel özelliklerinden bazıları kendi karşıtına (serbest rekabet tekele) dönüşmeye başladığında ortaya çıkmıştır.

Emperyalizm, kapitalist üretimin belli bir gelişme sürecinde, bu gelişme sürecinin yasalarının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Lenin, emperyalizm aşamasını doğuran koşulları şöyle açıklar: “1) Üretim ve sermayenin yoğunlaşmasının, ekonomik yaşamda belirleyici rolü oynayan tekelleri yaratacak kadar yüksek bir gelişme aşamasına ulaşmış olması; 2) Banka sermayesiyle sanayi sermayesinin iç içe geçip kaynaşması ve bu ‘mali sermaye’ temelinde mali oligarşinin oluşması; 3) Meta ihracından farklı olarak sermaye ihracının özellikle büyük bir anlam kazanması; 4) Dünyayı kendi aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birliklerin oluşması; ve 5) Yeryüzü topraklarının kapitalist büyük güçler arasında paylaşılmasının tamamlanması.”  Görüldüğü gibi, Lenin, kapitalist gelişmenin yeni bir aşaması olarak emperyalizmi, yine kapitalist gelişmenin kendi yasalarına bağlı olarak açıklamaktadır.

Bu açıklamalar üzerinden tartışmamıza yeniden dönersek…

Birinci olarak, emperyalizm, liberal kapitalizmin yerini tekelci kapitalizme bıraktığı bir evre olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemde, liberalizm aşamasında kapitalizmin maddi temellerini güçlendirmek için dillendirilen “liberal söylem”lerin kullanılmaya devam etmesi, bu söylemlerin tekelci yayılmacılığın bir örtüsü olarak kullanılmasından başka bir anlam taşımamaktadır. Bu durum, emperyalizmin kapitalizmin yeni aşaması olduğunu kabul etmeyen ve liberalizmin “mutlak egemenliği”nden söz eden yazarımızın demokrasiye yönelik yaklaşımında da çarpıklığa yol açmaktadır. Liberalizm ve dayanağı olarak serbest rekabet döneminde feodalizme karşı mücadelesinde “bireysel hak ve özgürlükler”i emekçi sınıfları yanına çekmek ve kapitalist üretimin maddi zeminini güçlendirmek için kullanan burjuvazi, tekelci aşamasında, bu “özgürlükleri” kendi egemenliğini meşrulaştırmanın araçları, düzenin “asma yaprağı” olarak kullanır. Oysa bu gelişmelerden Wallerstein’ın çıkardığı sonuç, “demokrasi ve liberalizmin” “büyük ölçüde zıt oldukları”dır.

“Demokrasi ve eşitliğin birbirleriyle ayrılmaz bir bağ”a sahip olduğunu da  düşünen yazarımız, liberalizmi kafasında oluşturduğu soyut “demokrasi” kavramı üzerinden değerlendirmektedir. Ancak burjuvazinin “liberal demokrasi”den şikâyeti olmadığı açıktır. Öte taraftan, daha önce de belirttiğimiz gibi, maddi yaşam biçiminin belirleyiciliğini reddeden yazarımızın, kafasında oluşturduğu soyut “eşitlik” kavramının da “demokrasi” gibi tartışmalı olduğu ortadadır. Mesela UKKTH mücadelesinde hangi sınıfın bu mücadeleye önderlik edeceği konusunda burjuvazi ve işçi sınıfının önderliği arasındaki farkın “abartılmaması” gerektiğini söyleyen yazarımız, “demokrasi” ve “eşitlik” arasında kurduğu ilişkide sınıfsal sömürünün ortadan kaldırılmasını acaba nereye oturmaktadır? Yoksa Wallerstein’ın “eşitlik” tasavvurunda sömürünün ortadan kaldırılması da sınıf meselesi gibi önemsiz bir ayrıntı mıdır? Feodal aristokrasi ile “genç” burjuvazi arasındaki ilişki örneğinde olduğu gibi, yalnızca harç ve haraçlar vb. türü sınıf ayrıcalıklarının kaldırılması anlamında biçimsel ve görünüşte eşitlik mi, sınıfların kaldırılması anlamında gerçek bir eşitlik mi –hangisi? Burjuva devletin bir biçimi olarak burjuva demokrasisinde “eşitlik” biçimseldir ve burjuva sınıfın çıkarlarının –sermayenin emek üzerindeki egemenliğinin– korunmasının bir örtüsüdür. Bu bakımdan burjuva demokrasisi, toplumun geniş emekçi kesimleri için bir “diktatörlük”tür, ama işçi sınıfı demokrasisi (proletarya diktatörlüğü) ise, işçi sınıfı ve emekçi halk tabakaları için demokrasiyken, burjuva devletteki egemenlik ve sömürü ilişkileri ortadan kaldırılan burjuvazi için bir “diktatörlük”tür. Bu nedenle, yazarımız, ne kadar güzel laflar etse de, demokrasinin bir devlet biçimi olduğunu ve sınıfsal bir karakter taşıdığını yadsıyarak, yine yanılgıya düşmekte, maddi dünyanın ötesinde hayal âleminde dolaşmaya devam etmektedir.

Emperyalizm çağında “liberal demokrasi”, burjuva sınıfın tekelci yayılmacılığının önündeki bütün engellerin kaldırılması olarak anlam kazanmaktadır. ABD Başkanı Wilson’un Ocak 1918’de UKTTH konusunda gündeme getirdiği ilkeler de bu temelde değerlendirilmelidir. Kapitalizm, liberal (serbest rekabetçi) dönemde nasıl ki emek gücünü satacak “özgür bireyler”e ihtiyaç duyuyorduysa (ki, bu, kapitalizmin varlık nedeni olan sermaye birikimi için her dönem olmazsa olmaz bir ihtiyaçtır), I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” da, galip emperyalist ülkelerin yenilen ülkeleri yeniden paylaşımının bir biçimi olarak gündeme getirilmiştir. Başka bir deyişle, bu hak, Osmanlı gibi yenilen devletlerin boyunduruğu altındaki halkların, “kendi geleceklerini belirleme özgürlüğü” görüntüsü altında, yenen emperyalistlerin yağmasına açılması, onlar arasında paylaşılması amacına bağlanıyordu.  Bu bakımdan, Wallerstein’ın Wilsoncu “liberalizm”in “dünya sisteminin çevre ve yarı-çevre bölgelerinin kendi kaderini tayini savunusu” dediği ilke, emperyalist savaş ve sonrasında emperyalist yayılmacılığın bir ilkesi olarak gündeme getirilmiş ve öyle işlemiştir.

Oysa, Marksizm-Leninizm açısından bu hak, öncelikle emperyalist boyunduruğa-ezen ulusun baskısına karşı ezilen ulusun demokratik bir hakkı olarak, sosyalizm mücadelesinin olanaklarını genişletmesi ve bağlı olarak ulusal hak eşitliği üzerinden milliyetçi duvarları yıkarak işçi sınıfının sınıf bilinci ve enternasyonal bir sınıf olarak mücadelesinin gelişmesinin önünü açması bakımından savunulur. Öte yandan, işçi sınıfının (sosyalizmin) dünyanın herhangi bir yerinde iktidarda olduğu koşullarda bu hakkın savunusunun, sosyalizm ve ezilen uluslar arasındaki dayanışmayı büyüterek emperyalist cepheyi zayıflatmak anlamı taşıdığı da açıktır. Yani Marksizm-Leninizm açısından, UKKTH, emperyalist yayılmacılığın önüne geçilmesi ve işçi sınıfının sosyalizm için (sömürüsüz bir düzen için) mücadelesinin önündeki engellerin kaldırılması içeriğiyle, Wilson’un gündeme getirdiği ilkeler ile amaçlanana taban tabana zıt bir amaca hizmet etmektedir. Ama yazarımız gibi, demokrasinin sınıf karakterini ve ideoloji ile üretim biçimi-ilişkileri arasındaki bağı görmezseniz, Wilsoncularla ve Leninizmin UKKTH’yı savunan söylemlerine bakarak, bu iki anlayışı eşitlemenizde ve aralarındaki ayrımı “abartmamak” gerektiğini söylemenizde bir sakınca kalmamaktadır.

Öte yandan, yazarımızın ulusal harekete hangi sınıf ve partinin (burjuva sınıfı ve ulusal partisinin mi, yoksa işçi sınıfı ve Bolşevik tipte bir partinin mi) önderlik edeceği konusu gibi “abartılmaması” gerektiğini söylediği bir diğer fark da, UKKTH’nın “uzlaşmacı” yoldan mı, yoksa “devrimci” yoldan mı gerçekleştirileceği konusudur. Yazarın “abartılmaması” gerektiğini söylediği bu fark da, harekete hangi sınıfın önderlik edeceği tartışmasına bağlı olarak, ezilen ulusun ulusal hareketinin önüne geçilmesi koşulları kalmadığında, bu “kaderini tayin”in, ezilen ulusun yeniden emperyalist-kapitalist sisteme bağlanmasının bir aracına dönüştürülmesi ile ezilen ulusun emperyalist boyundurukluktan kurtulup devrimci-demokratik halk iktidarını kurmasına araçlık etmesi arasındaki farktır. Eğer işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesi bir anlam taşımıyor ve bu bakımdan “kaderini tayin”in hangi sınıfın/partinin öncülüğünde gerçekleştiği önemsizleşiyorsa, o zaman bu hakkın, ezilen ulusun –ulusal köleliği sürmek üzere– emperyalist-kapitalist sisteme bağlamasıyla devrimci-demokratik bir çizgi üzerinden sosyalizme ilerletilmesi koşullarının ortaya çıkması olarak gerçekleşmesi arasındaki fark da önemsiz bir ayrıntı haline gelir!

III.

Peki, Leninizm ‘ulusal kalkınmacı’ mıdır? Kapitalizmin emperyalizm evresini (ve eşitsiz-sıçramalı gelişim yasalarını) reddetmesi, yazarımızın Leninizmden ‘ulusal kalkınmacı’lık çıkarmasına yol açmaktadır. Eşitsiz-sıçramalı gelişim yasası, emperyalist dünya sistemindeki çelişkilerin gelişmesine bağlı olarak, devrimin, emperyalist zincirin zayıf halkasında/halkalarında gelişmesinin koşullarını yaratmaktadır. Sovyet Devrimi, bunun en tipik örneğidir. Tek ülkede sosyalizmi ‘ulusal kalkınmacılık” olarak değerlendirmek, “sürekli devrim/dünya devrimi” gibi “devrimci” bir söylem görüntüsü altında, aslında emperyalist yayılmacılığa teslimiyetten başka bir şey değildir. Eşitsiz-sıçramalı gelişme yasasına göre emperyalist zincirin kapitalist gelişme bakımından “gelişmiş” ya da “daha az gelişmiş” herhangi bir ülkesinde devrim koşulları ortaya çıktığında, bu ülkenin proletaryası ne yapacaktır? “Dünya devrimi” için beklemeye devam mı edecektir, yoksa bu ülkede iktidarı ele alarak emperyalist-kapitalist düzene karşı dünya genelinde işçi sınıfı ve ezilen halkların mücadele olanaklarını geliştirme ve sosyalizmin nihai zaferini sağlama yolunu mu tutacaktır?

Sosyalizmden ‘ulusal kalkınmacılık’ çıkarmak, yazarın “ulus” konusunda da çarpık bir görüşe sahip olduğunu göstermektedir. Çünkü ulus, kapitalizmin şafağında (yazarımızın “yeni bir durum” olarak tarif ettiği Fransız Devrimi’ ve öncesindeki burjuva devrimleriyle birlikte) ortaya çıkmış “tarihsel bir kategori”dir. ‘Ulus’ olma, burjuvazi için, öncelikle, bu tarihsel kategorinin şekillendiği topraklara/kendi pazarına egemen olma anlamını taşımaktadır. Ama bu egemenlik sağlandıktan sonra, ‘ulus’, burjuvazinin kendi sınıfsal sömürüsü ve yayılmacı emellerini gizlemesinin; bu çıkarların üzerinin örtülmesinin aracı haline gelmiştir. Burjuva egemenler, sadece kendi devletlerinde kurdukları sömürü ilişkilerini değil; kendi yayılmacı-emperyalist emellerini de ‘ulusun çıkarları’ olarak gösterir. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda kendi ülke burjuvazilerinin yanında savaşa giren II. Enternasyonal’in sosyal-şoven partileri ile Leninizm arasındaki en önemli farklardan biri de, işçi sınıfının devrimci partisinin (Bolşevik Parti’nin) “ulusal çıkar”ı reddedip, bunun aslında burjuvazinin çıkarı olduğunu ortaya koymasıdır. Bolşevik Parti, Rus burjuvazisinin emperyalist-yayılmacı savaş politikalarına “devrimci iç savaş” sloganı ile yanıt vermiştir. Marksist-Leninist parti, burjuvazinin “ulusal çıkar”ı yerine, işçi sınıfının enternasyonal çıkarını savunur; mücadelesini bu temelde yürütür. Burada, mesele, yine dönüp dolaşıp aynı yere gelmektedir: İşçi sınıfı, dünyanın bir ya da birkaç ülkesinde iktidarı ele alma olanağı ortaya çıktığında bunu emperyalist-kapitalist zinciri parçalayıp sosyalizmin nihai zaferi için bir olanak olarak mı görecektir, yoksa “dünya devrimi” için peşinen yenilgiyi kabul edip emperyalist-kapitalist sömürü ve yayılmacılığa teslim mi olacaktır? Dolayısıyla Marksizm-Leninizm açısından bir ya da birkaç ülkede işçi sınıfının iktidarı ele alıp sosyalizmi inşa mücadelesi, emperyalist-kapitalizm çağında burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki sınıf mücadelesinin yeni bir boyutunu oluşturur. Ancak bu koşullardaki sosyalist inşa, sosyalizmin nihai zaferi anlamına gelmemekte; devam eden sınıf mücadelesi “geri dönüşleri” yine olanaklı kılmaktadır. Daha sonra tartışacağımız gibi, Sovyetlerde sosyalizmin yaşadığı geçici yenilgi, bu mücadelenin bir sonucu olarak yaşanmıştır.

Wallerstein, Leninizm’in “ulusal kalkınmacı”lığının en önemli kanıtı olarak, Lenin’in “Komünizm eşittir Sovyetler ve elektrik” sloganını göstermektedir.  İktidarın hangi sınıfın elinde olduğu konusu yazarımız için önemsiz bir ayrıntı olduğu için, “Sovyetler”i atlayıp, elektriği görmektedir. Oysa Sovyetler, işçi sınıfı demokrasisinin aracıdır.

Sovyet sistemi, halkın yaşam ve üretim alanları üzerinden meclislerde örgütlenmesine ve bu örgütlenme üzerinden yönetim süreçlerine katılımını esas alır. Bu yönüyle, halkın sadece belli dönemlerde sandığa giderek oy kullandığı ve aslında seçim süreçlerinin burjuvazinin egemenlik ve sömürü ilişkilerinin üzerini örtmek için kullanıldığı burjuva demokrasisiyle taban tabana zıt bir demokrasi anlayışına sahiptir. Sovyetler, ayaklanma koşullarında işçi sınıfı ve emekçilerin bir örgütlenme modeli olarak ortaya çıkmış; işçi sınıfı iktidarında ise, ‘iktidar organı’ haline gelmiştir. Bu yönüyle, işçi sınıfı demokrasisinin ‘özgün’ bir biçimidir. Sovyet sistemi, işçi ve emekçilerin kendi yöneticilerini kendilerinin seçip denetleyebildiği ve bu bakımdan burjuvazinin sömürü koşullarını ortadan kaldırıp “herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre” ilkesiyle demokrasinin en ileri biçimini temsil eden ‘yeni bir yaşam’ı kurmasına dayanan bir sistemdir. Bu nedenle, Sovyetler Birliği’ndeki ‘kalkınma’ ulusal bir kalkınma değil; “kalkınma” açısından konuşulacak olursa, enternasyonal bir sınıf olan işçi sınıfının dünyanın iktidarı ele aldığı/alabildiği bir parçasında burjuva sömürü düzenini tasfiyesine dayanan bir “kalkınma”dır. Başka bir deyişle, aynı zamanda bir ekonomik ilerleme de olan bu “kalkınma”, öz olarak, insanın insan tarafından sömürülmediği sınıfsız komünist topluma geçiş olarak sosyalist ekonominin inşa edilmesi, sadece Rusya burjuvazisinin tasfiyesi olarak değil; işçi sınıfının uluslararası emperyalist-kapitalist düzene karşı mücadelesinin bir dayanağı olarak anlam kazanmaktadır. Emperyalist-kapitalist sistemin, işçi sınıfının iktidarı ele aldığı 1917’den başlayarak, Sovyetler Birliği’ne yönelik çok yönlü abluka ve saldırılarının nedeni de budur. Yani burada, emperyalist-kapitalist sistemin rahatsızlığı ve saldırganlığının nedeni SB’nin “ulusal kalkınması” değil; işçi sınıfının dünyanın bir bölgesinde burjuvazinin sömürü koşullarını ortadan kaldırması ve bu adımının bütün dünya burjuvazisini tehdit eden bir durum yaratmasıdır. Dolayısıyla, Lenin’in “Sovyetler ve elektrik” sloganının “Sovyetler” kısmı, işçi sınıfı demokrasisine (ve burjuvazi üzerindeki diktatörlüğüne) ve “elektrik” kısmı da iktidarı kaybeden ama hala oldukça dirençli olan burjuvaziye karşı sosyalist üretim ve inşaa ve tabii ki gerilemeyi değil, ama “kalkınma”yı geliştirmesine; işçi sınıfı ve emekçilerin sömürüsüz bir ekonomik düzen kurmasına yöneliktir. Ancak yazarımız, her kuşu leylek sanıp, “kalkınma”nın hangi sınıfın kontrolünde ve ne için gerçekleştirildiğini atlayarak, işçi sınıfının iktidarı ele aldığı dünyanın bir bölgesinde (SB’de) gerçekleştirilen “kalkınma” üzerinden Leninizmi “ulusal kalkınma”cı ilan edebilmektedir. Oysa bu “kalkınma”nın hangi sınıfın iktidarında ve hangi amaçla sağlandığı sorularının cevabı, toplumsal gelişmenin yönünü belirlemekte; bu kalkınmanın insan emeğinin ve doğanın sömürüsü karşısındaki konumunu açıklamaktadır.

Sonuç olarak, emperyalizm ve proleter devrimler çağında emperyalist yayılmacılığın örtüsü olan “liberalizm” ile proleter devrimin teorisi olan Leninizmin sadece yolları değil; dünyaları da (varmak istedikleri yer-kurmak istedikleri düzen) taban tabana zıttır. Ancak toplumun gelişme yasalarını ve sınıf mücadelesini bir tarafa bırakır ve bir ayağı söyleme, diğer ayağı olgulara basan bir analiz sistemi kurarsanız (burada Liberalizm ve Leninizmin UKKTH ile ilgili söylem ve ‘kalkınma’cı politikalar üzerinden eşitlemesinde olduğu gibi), yazarımız gibi Leninizmi liberalizme benzeş kılmakla kalmaz; Leninist devrim ve iktidar fikrinden de kurtulursunuz.

Gelecek sayımızda Wallerstein’ın bu konudaki görüşlerinin eleştirisine devam edeceğiz.

AKP ve sonrası: “çözüm süreci”nde belirsizlik ve olanaklar

Gezi (Haziran) Direnişi ve 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarından sonra artık ülkeyi eskisi gibi yönetmekte zorlanan AKP, içine düştüğü bataktan kurtulmak için yerel seçimleri adeta bir “milli kurtuluş” mücadelesine dönüştürdü ve hiçbir meşruiyeti kalmamış iktidarını aklamak için sandığı kullanmaya çalıştı. Ülke tarihinin en şaibeli ve tartışmalı yerel seçimlerinden sonra, önceki seçimlere göre 6-7 puanlık düşüşe rağmen, AKP’nin görece gücünü korur görünmesinde, muhafazakâr tabanın kendi konumunu koruma kaygısından borç ve işsizlik kıskacındaki emekçilerin ekonomik kriz korkusuna, “çözüm süreci”ne dair beklentiden Cemaat-CHP-MHP ittifakının güven verici olmamasına kadar birçok nedenden söz edilebilir. Ancak kesin olan şey, seçimde oluşan bu tablonun AKP’nin ‘yönetememe krizi’*ne çözüm olmadığı/olamadığıdır. Üç seçimli sürecin ilk etabının hemen ardından AKP’deki iç çatışmanın ayak seslerinin cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül arasında yaşanan tartışmalarla duyulur hale gelmesi de, bu ‘yönetememe krizi’nin yeni bir boyuta doğru evrildiğinin habercisidir.

Yolsuzluk ve rüşvet operasyonları başta olmak üzere, kendisine yönelik operasyon/hamleleri “çözüm sürecine karşı darbe girişimi” olarak gösterip “çözüm süreci”ni kendine kalkan yapmaya çalışan AKP, bu sürecin devamı için atılması gereken adımlar içinse seçim sonrasını işaret etmişti. Oysa Başbakan Erdoğan, seçimlerden hemen sonra Bakü ziyareti öncesinde, “başmüzakereci”nin (Öcalan’ın) koşulları ve görüşmelerin yasal bir çerçeveye kavuşturulması konusunda “atacağımız herhangi bir adım yoktur” diyerek, sürecin devamı yönünde beklenilen adımları atmayacaklarının sinyalini vermiştir. AKP, bütün itirazlara rağmen MİT yasasını meclisten geçirerek, “çözüm süreci”ni değil, MİT’in yaptığı görüşmeleri yasal bir dayanağa kavuşturmanın ötesine geçmeyeceğini göstermiştir. Dahası, süreci ilerletmek bir tarafa, AKP, Öcalan ile yapılan görüşmeleri hala bir pazarlık konusu olarak görmektedir.

Sürecin muhatabı konumunda bulunan Kürt hareketi bakımından ise, söylenebilecek ilk şey, “çözüm süreci”nin iki uçlu bir süreç olarak değerlendirilmeye devam edildiğidir. Öcalan, 2014 Newroz mesajında, bugüne kadar İmralı’daki görüşmelerin yasal çerçevesi oluşturulmamış olsa da, AKP/devlet ile görüşmelerin devam ettirileceğini söylerken, KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık ise, AKP’nin çözüm sürecinin önündeki en önemli engel haline geldiğine ve bu engelin ancak halk güçlerinin mücadelesi ile aşılabileceğine dikkat çekmiştir. Gelinen yerde sorunun AKP ile çözülmesi olanağının büyük oranda ortadan kalkmış olması (bu durum AKP’nin bazı düzenlemeler yapamayacağı ya da mesela ihtiyaç duyduğunda KCK tutuklularını bırakamayacağı anlamına gelmemektedir), beraberinde yeni sorular/sorunlar getirmektedir. Burada akla gelen ilk soru, sorunun AKP ile çözüm olanakları ortada kalktıysa, Kürt ulusal hareketinin masada oturmaya devam etmesinin doğru bir tutum olup olmadığıdır. Devamında ise, AKP ile olmayacağına göre, çözümün yolunun nereden geçtiği sorulabilir. Bu sorularla ilişkili olarak, AKP’nin olmadığı koşullarda “çözüm süreci”nin devam edip etmeyeceği, AKP’yi artık bir ayak bağı olarak gören başını ABD’nin çektiği emperyalist güçlerin soruna nasıl yaklaştığı gibi sorular da sorulabilir. Bu soruların yanıtlarını bulmak için, AKP’yi/devleti görüşmelere zorlayan sürece, bölgesel gelişmelere ve bağlı olarak Kürt hareketinin kazandığı pozisyona, Erdoğan AKP’sinin Batılı emperyalistler ve uluslararası sermaye tarafından “üstünün çizilmesi”nin nedenlerine ve ülkede demokrasi güçlerinin durumuna bakmak gerekmektedir.

GÖRÜŞME SÜRECİNE NASIL GELİNMİŞTİ?

Daha önce defalarca belirttik; ABD, Irak’tan çekilme sürecinde enerji kaynakları ve bunların geçiş yollarının güvenliği için PKK’nin bölgede silahlı bir güç olarak varlığını tehdit olarak görüyor ve PKK’nin silahsızlandırılması için Türkiye ve Kürdistan Federe Yönetimi arasındaki ilişki ve işbirliğinin geliştirilmesini istiyordu (bkz. Irak Çalışma Grubu’nun hazırladığı ‘Baker-Hamilton Raporu’ ve Henri J. Barkey’in hazırladığı ‘Kürdistan’da Çatışmayı Önleme Raporu’ ). Bu temelde 2009’da’ açılım’ politikasının geliştirildiği ve Oslo’da KCK ile MİT arasında görüşmelerin yapıldığı biliniyor. 2011’e gelindiğinde, bu görüşmeler üzerinden Kürt sorununun çözümü için üç protokol hazırlanmış ve bu protokoller Başbakan Erdoğan’ın önüne gelmişti. Ancak Başbakan Erdoğan, 2011 Haziran genel seçimleri öncesinde çözüm yönünde atım atmak yerine, MHP lideri Bahçeli ile Öcalan’ın idamı tartışmaları üzerinden milliyetçilik yarışına girişmişti. Tunus ve Mısır’daki halk ayaklanmalarından sonra, emperyalistlerin bu ülkelerde gelişen halk hareketlerine müdahale ederek bu hareketleri yedeklemeye girişmelerine bağlı olarak üstlendiği rol, AKP’yi  Kürt sorununda yeniden geleneksel politikalara döndürmüştü. Önce İzmir Libya’ya müdahale eden NATO’nun komuta merkezi yapıldı, ardından AKP, Suriye’ye müdahalenin ‘koçbaşı’lığına soyundu. Esad rejimi, Katar ve S. Arabistan ile geliştirilen işbirliği ile yıkılacak, Türkiye egemenleri atalarının at koşturduğu topraklarda yeniden söz sahibi olacaktı. Bu politika ABD tarafından da desteklendi ve ABD’nin müdahalesiyle Suriye muhalefeti ‘Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu’ (SMDK) çatısı altında birleştirildi. Ancak Rusya ve Çin’in Suriye’ye müdahaleye karşı tutum almaları ve İran ile Lübnan Hizbullah’ının Esad rejimini açıktan desteklemeleri, Esad rejimini devirme girişimlerinin başarıya ulaşmasını engelledi. Türkiye, Katar ve S. Arabistan’ın Suriye’ye müdahale politikalarına İslam dünyasının Sünni çoğunluğunu yedeklemek için mezhepçi politikalara sarılmaları, Suriye’de muhalif güçler arasında askeri denetimin dünyanın her tarafından bölgeye gelen Selefi-Cihatçı güçlerin (el Kaide’nin)  eline geçmesine neden oldu. ABD, nasıl PKK’nin silahlı bir güç olarak varlığını istemiyorduysa, güvenilmez bulduğu el Kaide’nin de denetimi eline almasını istemiyordu. Üstelik bu Selefi gruplar İsrail’in güvenliği için de tehdit oluşturuyordu. Ancak AKP, hem Esad’a karşı tek dayanağı haline gelen ve hem de Rojava’da Kürtlerin yönetimi ele almasına karşı kullanabileceği bir güç olan el Kaide’ye (el Nusra Cephesi ve Irak-Şam İslam Devleti-IŞİD) desteğini ABD ile karşı karşıya gelme pahasına sürdürdü. En son Batı dünyasında büyük tepkilere yol açan bu çetelerin Yayladağı’ndan sınırın karşı tarafındaki Ermeni kasabası Keseb’e girmeleri de AKP’nin bu yönelimdeki ısrarını ortaya koymaktadır.

AKP’nin Esad rejimini devirmekle birlikte yaptığı bir diğer hesap da Rojava’da Kürtlerin güç kazanmasını engellemek ve ülkedeki Kürt hareketini askeri olarak kuşatacağı yeni cephe açmaktı. İran’ın PJAK (Kürdistan Özgür Yaşam Partisi) ile ateşkes imzalaması ve Esad’ın Suriye Kürdistanı’nı (Rojava’yı) Kürtlere bırakmak zorunda kalması, bu hesapları bozdu. Kürtler, hem bölgesel çatışmanın seyrini değiştirebilecek önemli bir güç haline geldi, hem de Kürt ulusal hareketinin askeri kabiliyet ve gücü önemli oranda arttı. Sri Lanka’da Tamil gerillalarına yapılana benzer bir operasyonla Kandil’e girmeyi tartışan Türkiye egemenlerine karşı, PKK, ülke içinde cephe savaşı ve baskınlar yapar hale geldi. Öte yandan Kürdistan Federe Yönetimi üzerinden PKK ve Rojava’daki PYD’yi sıkıştırma girişimleriyle birlikte AKP Hükümeti’nin Irak’ta Maliki Hükümeti ve Barzani Yönetimi arasındaki çelişkileri kışkırtması, Irak’taki çıkarları bakımından Maliki Yönetimini desteklemeyi sürdüren ABD ile burada da karşı karşıya gelmesine neden oldu.

Suriye’ye müdahale ve Kürt hareketini etkisizleştirme girişimleri nedeniyle giderek daha fazla açmaza sürüklenen ve artık adım atamaz hale gelen AKP Hükümeti, bu süreçte yeniden İmralı’da Öcalan ile görüşmelere başlamak zorunda kaldı. AKP, bu sıkışmışlıktan kurtulmak için Kürtleri kendi yanına çekmek ya da en azından kendisine karşı mücadele eden bir güç olmaktan çıkarmak ve böylece yeniden kendine manevra alanı açmak istiyordu. Bu hamle ile AKP, hem müdahale politikalarının başarısı için zaman kazanmış olacak ve hem de bu politikanın başarısına bağlı olarak Kürt hareketini baskılayıp, kendi dayatacağı “çözüm”e razı etme olanağını elde edecekti.

2012 sonlarında İmralı’da Öcalan’la başlayan görüşmeler, 2013 başlarında BDP heyetinin adaya gidip Öcalan’la görüşmesiyle kamuoyuna duyurulmuş oldu. 2013 Newroz’unda, PKK, Öcalan’ın çağrısıyla çatışmasızlık ilan ederek, silahlı güçlerini geri çekmeye başladı. Ancak ‘merdiven stratejisi’ olarak adlandırılan ve tarafların karşılıklı adımlarıyla ilerletilmesi düşünülen süreç daha ilk adımda tökezledi. AKP, silahlı güçlerin sınır dışına çekilmesi için gerekli yasal güvenceleri Meclis’ten geçirmeyi reddedince; PKK, önce geri çekilmeyi yavaşlattı ve ardından da durdurdu. Öcalan’la görüşmeler de, yasal bir çerçevede Kürtlerin taleplerinin müzakere edildiği ve bütün toplumun taraf yapıldığı bir “çözüm süreci”ne dönüştürülmek yerine, istihbarat örgütünün bir faaliyeti olmanın ötesine geçmedi. Demokratikleşme adına hazırlanan paketler de, çözümü kolaylaştıracak ve süreci güvenceye alacak talepler yerine, AKP’nin kendini güvenceye almaya yönelik düzenlemeleriyle sınırlı kaldı. Seçimlerden sonra Meclis’ten geçirilen MİT yasasında görüldüğü gibi, AKP, süreci değil; “MİT, terör örgütleriyle görüşebilir” düzenlemesi ile kendini/MİT’i güvenceye alma tutumu içinde oldu. Dolayısıyla süreç, 2013 Newroz’undan bugüne, çatışmasızlığın ötesine geçilemeden ve hiçbir yasal dayanağı oluşturulmadan geldi.

Bu dönemde, AKP’nin çözüme mesafesini ortaya koyan önemli göstergelerden biri de, Rojava’ya karşı geliştirdiği politikalardı. Rojava’da PKK ile aynı çizgideki PYD’nin etkinliğinden rahatsız olan AKP, zaman zaman görüşmeler de yaptığı PYD’nin gücünü kırmak için, bir yandan sınırlarını el Kaideye sonuna kadar açarak, ona her türlü desteği verdi; öte yandan da kendi çizgisini benimsemeyen bir Kürt hareketinin etkinliğinden rahatsız olan Barzani’yi devreye soktu. Seçimlerden hemen önce kamuoyuna sızdırılan Dışişleri Bakanlığı’ndaki Suriye’ye müdahale senaryosu, AKP’nin IŞİD’in Süleyman Şah Türbesi’ne saldırma olasılığını Suriye ve Rojava’ya müdahale için bir fırsata çevirme hesabı yaptığını göstermiştir. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, MİT Müsteşarı Fidan, Genelkurmay İkinci Başkanı Güler ile Dışişleri Müsteşarı Sinirlioğlu arasında geçen konuşmalarda, Dışişleri Bakanı Davutoğlu, açık açık saldırının müdahale için bir imkân olarak kullanılmasından söz etmekte; MİT Müsteşarı Fidan da, saldırı gerekçesi yaratmak için gerekirse MİT’in Suriye’den Türkiye’ye füze atabileceğini söylemektedir. Bu müdahale planının, AKP için artık bir ‘kader savaşı’ haline gelen Suriye’deki savaşın seyrini değiştirmek üzere, ‘tampon bölge’ oluşturma ve Rojava’daki kantonları denetim altına alma amacı taşıdığı açıktır. AKP müdahale hesapları yaparken, Federe Kürdistan’daki Barzani yönetimi de, Rojava’da denetimi elinde bulunduran PYD’yi abluka altına almak için sınıra hendek kazdırmıştır. Rojava’da PYD’nin varlığı, Barzani’nin Kürtlerin bölgesel kamplaşmada önemli bir güç haline gelmesini kendi egemenlik ve çıkar ilişkilerini pekiştirmek için kullanması önünde bir engel teşkil etmekte, dolayısıyla Barzani de AKP gibi bu engeli etkisizleştirmek için her yolu denemekten geri durmamaktadır. Nihayetinde Rojava’da Öcalan’ı önder olarak gören bir Kürt hareketinin etkinliğinin, ülkede Kürt hareketine kendi çözümünü dayatma olanaklarını önemli oranda ortadan kaldırdığını gören AKP’yi de, bölgedeki bütün gelişmelere Federe Kürdistan’daki Kürt egemen sınıfların çıkarları penceresinden bakan Barzani yönetimini de rahatsız etmeye devam etmektedir. Bu rahatsızlık nedeniyle, geçen bir yıllık süreç içinde çözüm yönünde herhangi bir adım atılmadığı gibi, Rojava’da Kürtlerin kendi yönetimlerini oluşturmalarını önlemeye yönelik politikada da bir değişiklik olmamıştır.

AKP’NİN ÜSTÜ NEDEN ÇİZİLDİ?

Emperyalistlerin (İngiliz ve Fransız) yüz yıl önce Kürt coğrafyasını dörde bölmesi, daha en başından Kürt sorununu uluslararası bir sorun haline getirmiş; uzun yıllar Kürtlerin yaşadıkları ülkelerin egemenleri (Türkiye, İran, Suriye ve Irak) Kürtlerin ulusal hak istemli hareketlerine karşı işbirliği içinde olmuştu. Suriye üzerinden sürdürülen bölgesel kamplaşma ve çatışma, hem bu ülke egemenlerinin karşı karşıya gelmesi (İran, Suriye ve Irak merkezi hükümeti bir tarafta, Türkiye ve Kürdistan Federe yönetimi bir tarafta) nedeniyle Kürtlerin önemli bir bölgesel güç haline gelmesine ve hem de her parçadaki gelişmenin diğer parçalardaki gelişmelere (en son örneği Rojava’dır) doğrudan etki ettiği bir siyasi ortam yaratmıştır. Dolayısıyla, giderek bölgesel/uluslaraarası yönü ağırlık kazanan bir Kürt sorununu artık bölgede adım atamaz hale gelen bir AKP’nin çözme olanakları da ortadan kalkmış olmaktadır.

Peki, AKP’nin bölgede adım atamaz hale gelmesine ve dolayısıyla Batılı emperyalistler ve uluslararası sermaye güçleri tarafından üstünün çizilmesine yol açan süreç nasıl gelişti?

Hatırlanırsa, ABD’nin Irak’a müdahaleye hazırlanırken Türkiye’de ‘savaş tezkeresi’nin Meclis’ten geçmemesi (2003 1 Mart), ABD ile Türkiye arasındaki ilişkilerde gerilime neden olmuş ve dönemin Başbakan Başdanışmanı Cüneyt Zapsu 2005’te ABD’li yetkililere Erdoğan için “onu deliğe süpürmeyin, kullanın” demişti. Bu temelde, 2007’deki Erdoğan-Bush görüşmesinden sonra, Türkiye, ABD’nin “stratejik ortağı” ve “bölgesel lider” haline gelmişti. Ancak Suriye’de Esad rejimini devirme girişimlerindeki başarısızlık nedeniyle, AKP, giderek el Kaide’ye umut bağlar hale geldi. Oysa ABD, el Kaideyi (özellikle Libya’da büyükelçiliğine yapılan saldırıdan sonra) kendi çıkarları ve İsrail’in güvenliği için güvenilmez buluyordu.  Irak’ta merkezi hükümet (Maliki hükümeti) ile ülkedeki birçok terör saldırısından sorumlu tutulan Sünni Cumhurbaşkanı Yardımcısı Haşimi’nin Türkiye tarafından himaye altına alınmasından başlayarak, ilişkiler önemli oranda gerilmiş; ve Türkiye’nin Irak’a müdahalesi, Maliki hükümetini Irak’ın bütünlüğünü ve kendi çıkarlarına sürdürebilecek tek lider olarak gören ABD’yi rahatsız eder hale gelmişti. Yine, Mavi Marmara olayında olduğu gibi, MİT’in radikal İslamcı güçlerle ilişkisi, ABD ve müttefiklerini rahatsız eden bir diğer konuydu. Ve en son, Mısır’da ABD ve müttefiklerine (özellikle İsrail’e) yeterince güven vermeyen Mursi (Müslüman Kardeşler) yerine General Sisi’nin darbeyle başa getirilmesine yönelik itirazları, Türkiye’yi, bölgede ABD’nin ayağına dolanan bir güç haline getirmişti. Bu gelişmelerle iç içe geçmiş olarak, Türkiye’nin Kürdistan petrolleri için Barzani ile yine Maliki hükümetine rağmen yaptığı pazarlıklar, İran’a ambargonun delinmesi, NATO’ya rağmen füze savunma sistemleri ihalesinin Çin’e verilmesi, ‘Şangay Beşlisi’ne katılma yönünde söylem kullanılması, 12 yıl önce kendisini iktidara taşıyan uluslararası sermaye güçleri için AKP’nin artık güvenilmez olduğunu gösteren diğer gelişmelerdi.

AKP’nin dışarıda sıkıştıkça ülke içinde kendini kurtarmak için daha fazla baskı ve yasaklara sarılması, Gezi olayları ile başlayan Haziran Direnişi’nin patlak vermesine yol açmıştı. Ülke sınırlarını el Kaide’ye açan, toplumda mezhep ayrımını kışkırtan, kadınları ve gençliği baskı cenderesine almaya yönelik düzenlemeler yapan, her türlü demokratik hak ve eyleme şiddetle yanıt veren AKP’ye karşı toplumun geniş kesimlerinde biriken öfke patlamıştı. Haziran Direnişi, AKP’nin kendi yarattığı toplumsal kutuplaşma ve kamplaşma nedeniyle artık ülkeyi eskisi gibi yönetmekte ciddi biçimde zorlandığını bütün açıklığıyla gözler önüne sermişti. Dolayısıyla Haziran Direnişi, zaten Erdoğan AKP’sinden rahatsız olan uluslararası sermaye ve Batılı emperyalistlerin, Erdoğan’ın içeride ve dışarıdaTürkiye’yi bekledikleri gibi yönetmeyi beceremeyerek kendi çıkarlarını da tehlikeye atıyor olması nedeniyle yeni arayışlar içine girmelerini hızlandırdı. Erdoğan’ın kendi uyguladığı politikaların bir sonucu olan Haziran Direnişi’ni “dış güçlerin bir tezgâhı” olarak göstermesinin nedeni budur.

Uluslararası sermaye ve Batılı emperyalistlerin Erdoğan AKP’sine karşı bir arayış içine girmelerinin en somut ifadelerinden birisi de, 12 yıldır ülkeyi Erdoğan AKP’si ile adeta bir koalisyon gibi yöneten Gülen Cemaatinin Erdoğan’a açıktan tutum alır hale gelmesidir. Dolayısıyla bu güçlerin Erdoğan AKP’si ile çatışması, Gülen Cemaati üzerinden somutlaştı. 17 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonları, işte bu çatışmanın bir sonucu olarak ortaya çıktı ve “hak” “adalet” adına yola çıkan ve iktidarı boyunca dini referansları kullanan AKP’nin nasıl bir soygun, talan ve sömürü düzeni kurmuş olduğunu gösterdi.

ABD, AB’nin başını çeken Almanya, Fransa gibi emperyalist güçlerin ve TÜSİAD başta olmak üzere ülke içindeki destekçilerinin AKP’ye karşı alternatif haline getirmeye çalıştıkları Cemaat-CHP-MHP ittifakı, yerel seçimlerden başarılı çıkamamış olsa da (çünkü ortadaki tablo oyu düşen AKP’nin başarısından çok bu ittifakın başarısızlığının sonucudur), bugün için bu güçlerin AKP’ye yönelik tutumlarında ciddi bir değişiklik olduğundan söz edilemez. Ancak bu durum AKP’nin el Kaideye sarılması gibi, başka seçenekleri kalmadığında, bu emperyalist güçlerin de kendisini kurtarmak için her şeyi yapmaya hazır bir AKP’yi yeniden kullanabilme olasılığını bütünüyle ortadan kaldırmamaktadır.

Dün kendini iktidara getiren emperyalistler ve işbirlikçileri tarafından üstü çizilen AKP, bugün içine düştüğü bataktan kurtulmak için özellikle “çözüm süreci”ni kendine kalkan yapmaya çalıştı, çalışıyor. Yapılan operasyonların ‘paralel devlet’ tarafından “çözüm sürecine karşı bir darbe girişimi” olduğu söylemi ile Kürt halkı ve demokrasi güçlerinin barış beklentisi istismar etmeye çalıştı, çalışıyor (burada yerel seçimlerde bu propagandanın etkisi ve özellikle Kürt hareketinin Kürdistan’da fiiliyatta ordu, polis türü resmi güçlerin yanında yargı ve polisi denetim altında tuttuğu ileri sürülen ‘Cemaat’le karşı karşıya gelmesinin bir sonucu olarak AKP’nin Kürtlerden aldığı desteği önemli oranda koruduğunu söylemek gerekiyor). ‘Paralel devlet’, Başbakan Erdoğan’ın PKK lideri Öcalan’dan ödünç aldığı bir kavramdır. Öcalan, bu kavramı, devlet içindeki gizli yapılanmaları ifade etmek için kullanıyordu. Ancak bu kavramın, Susurluk sürecinde kullanılan ‘derin devlet’ kavramı gibi, bu gizli yapılanmaların burjuva devlete karşı değil, aksine bu devletin bir parçası olarak halka, demokrasi ve özgürlük isteyen toplum kesimlerine karşı kullanıldığı gerçeğinin üstünü örttüğünü söylemek gerekmektedir. Başka bir deyişle, ‘paralel’ ya da ‘derin’ devlet denilen şey, burjuva devletin kendi güvenliğini tehlikede hissettiğinde devreye soktuğu gayrinizamî (kendi belirlediği hukuk düzeninin dışında oluşturulmuş) yapılarından başka bir şey değildir. Erdoğan ise, 12 yıldır, başta Kürt sorunu olmak üzere, her alanda, politik ortaklık içinde olduğu Gülen Cemaatini ‘paralel devlet’ kurmakla suçluyor. Oysa, ortada bir ‘paralel devlet’ değil; Başbakanın kendisinin “ne istedilerse vermedik mi?” diyerek sitem ettiği ve devletin çeşitli kurumlarını paylaştığı eski bir ‘koalisyon ortağı’ bulunuyor.

Operasyonların “çözüm sürecine karşı bir darbe girişimi” olduğu söylemine gelince, daha önce de belirtildiği gibi, AKP, bu söylemi, “süreci” değil; kendini güvenceye almak için kullanıyor. Eğer AKP’nin derdi süreci güvenceye almak olsaydı, yapılması gereken şey açıktı. Hem PKK gerillalarının çekilme süreci, hem de Öcalan’la yapılan görüşmeler yasal bir çerçeveye kavuşturulmalıydı. Oysa 2013 Newroz’undan bu yana –ki 2014 Newroz’unda da sürecin devam edebilmesi için aynı talebi yinelemiştir– Öcalan, görüşmelerin yasal dayanağı oluşturulmuş bir müzakereye dönüştürülmesini istiyor, ama Başbakan Erdoğan’ın “atacağımız başka bir adım yoktur” açıklaması, AKP Hükümeti’nin, şimdiye kadar olduğu gibi, bu talebi görmezden gelmeye devam edeceğini gösteriyor.

Bunun da ötesinde, “çözüm sürecine karşı darbe” söylemini kullanan AKP, Ergenekoncuları kurtarmaya yönelik adımlar atmıştır. Sadece AKP’ye karşı darbe girişimleri nedeniyle yargılanmış olsalar da, aralarında JİTEM’in kurucularının da yer aldığı ve büyük oranda Kürdistan’daki ‘özel savaş’ın yürütücüleri olan ordu mensupları Başbakan Erdoğan ve Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın “milli orduya kumpas yapıldığı” söyleminin ardından yapılan yasal düzenlemelerle art arda serbest bırakıldılar. Yani AKP, bir yandan “çözüm süreci”ni kullanıp Kürtleri yedeklemeye çalışırken, öte yandan da, kendini kurtarmak için Ergenekoncularla yeni bir ittifakın peşinde koşmaktan da geri durmuyor. Sadece bu da değil! Özellikle seçim sürecinde ülkenin birçok kentinde HDP’ye (Halkların Demokratik Partisi) yönelik devletin yetkilileri eliyle (polis amirleri, kaymakamlar, AKP’li yöneticiler) geliştirilen provokasyonlarla milliyetçi kışkırtmalar yapılmıştır. Bu kışkırtmaların, Kürt hareketi ve demokrasi güçlerini baskı altına almanın ve çözüm yönünde adım atmamanın dayanağı haline getirilmek istendiği açıktır.

SÜRECİN BELİRSİZLİĞİ VE DEMOKRASİ GÜÇLERİNİN DURUMU

Yönetememe krizi yaşayan ve bu nedenle baskı politikalarına daha fazla sarılan AKP’nin ülkenin demokratikleşmesinin en öncelikli sorunlarından biri olan Kürt sorununu çözme olanağı yoktur. Ancak ciddi bir sıkışıklık ve baskılanma altındaki AKP’nin süreci sona erdirme koşulları da kalmamıştır. Yani AKP, bir yandan sürecin ilerletilmesi için adım atamaz, ama öte yandan da süreci geri/başa döndüremez bir noktada durmaktadır. Bu durumun süreci ciddi bir belirsizliğe sürüklediği açıktır.

Burada akla gelen ilk soru “Sorunun AKP ile çözülmesi olanakları ortadan kalktıysa, Kürtler niye masada oturmaya devam ediyor?” sorusudur. Savaş politikalarından beslenen milliyetçi çevreleri bir tarafa bırakırsak, bu ülkede kimi “sol”, “sosyalist” çevrelerin Kürt hareketinin AKP/devlet ile görüşmelerini bir “ittifak” gibi gördüğü/gösterdiği ve sürecin bitirilmesi beklentisi içinde olduğu biliniyor. Oysa şoven saldırganlığın yaygınlık kazandığı çatışmalı süreç, her şeyden önce bu çevrelerin kendi varlık ve mücadele alanlarını önemli oranda darlaştırıcı bir rol oynuyor. Silahların susması, Kürt hareketinin ve taleplerinin toplumun geniş çevreleri tarafından görülür/tartışılır hale gelmesini sağlamış; ötesinde ülkede emek ve demokrasi mücadelesinin olanaklarını arttırmıştır. Bugün emek ve demokrasi güçlerinin, ölümlerin yaşandığı süreçte kışkırtılan milliyetçilik ve şovenizmin etkisinde kalan  işçi-emekçilerle buluşma zemini önemli oranda genişlemiştir. Yoksa mesela Gezi sürecinde ulusalcılığın etkili olduğu yerlerde bile “Yaşasın halkların kardeşliği” sloganlarının atılması mümkün olabilir miydi?

Meselenin bir diğer yönü de, “görüşme süreci”nin sadece AKP’nin iradesiyle belirlenmiş, AKP’ye bağlı bir süreç olmamasıdır. AKP’yi/devleti “görüşme süreci”ne zorlayan ve yukarıda ana hatlarıyla özetlediğimiz süreci (uluslararası gelişmeler ve ABD emperyalizminin bölge politikası) bir tarafa bırakırsak, bugün “çözüm süreci” yönünde adım atılıp atılmamasını belirleyen AKP iktidarı olsa da, görüşmeler devlet adına sürdürülmektedir. Dün generallerle görüşürken olduğu gibi, bugün MİT ile görüşürken de, Kürt hareketinin (Öcalan’ın) muhatabı devlettir. Dolayısıyla Kürt hareketinin barışçıl çözümü sonuna kadar zorlamasının yolu, masada kalma koşulları var oldukça, muhatabın kim olduğundan bağımsız olarak (mesela yarın MHP iktidara gelir ve çözüm için görüşmek isterse yok mu denecektir?) ve aslında her koşulda muhatabın devlet olduğunu bilerek görüşmelere devam etmesinden geçmektedir.

Burada, devlet cephesi bakımından, AKP giderse sürecin devam edip edemeyeceği sorusu gündeme gelmektedir. Demokrasi güçlerinin iktidar olma seçeneğini bir tarafa bırakırsak, egemenler/devlet cephesi bakımından sürecin geleceğinin ne olacağı sorusunun cevabının, büyük oranda, dün Erdoğan AKP’sini iktidara , ama bugün yollarını ayırma noktasında bulunan emperyalistlerin/uluslararası sermayenin tutumunun ne olacağına bağlı olduğunu söyleyebiliriz. CHP’nin, Batılı emperyalistlere kendini AKP’ye karşı ‘makul’ bir seçenek olarak göstermek üzere (Mısır ve Irak seferlerinden ABD ziyaretine ve Cemaatle ittifaka kadar) yaptığı hamleler, AKP’nin olası alternatifinin bu güçlerin politikalarıyla tam bir uyum içinde olacağını göstermek için yeterlidir.

PEKİ, ABD’NİN BAŞINI ÇEKTİĞİ EMPERYALİST GÜÇLERİN TUTUMU HANGİ YÖNDEDİR?

Elbette, bu konuda kesin bir cevap verilemezse de, bu güçlerin bölgesel çıkar ve yönelimleri yeterince fikir vericidir. Başını ABD’nin çektiği Batılı emperyalistlerin Suriye müdahalesinin hedefinin hem Ortadoğu’ya tam hâkim olup Kafkasya’ya açılmak ve hem de başını Rusya ve Çin’in çektiği rakiplerinin hâkimiyet alanlarını sınırlamak olduğu biliniyor. Ancak Suriye’ye müdahale sürecinde işlerin yolunda gitmeyip askeri denetimin el Kaideci güçlerin eline geçmesinin de bu güçler için stratejik önem taşıyan bölgenin enerji kaynaklarının ve geçiş yollarının güvenliği bakımından kaygı yarattığı bir başka gerçektir. Bu durum, bu güçleri AKP ile karşı karşıya getiren önemli sorunlardan biridir. ABD, bugün nasıl el Kaidenin etkinliğinden rahatsızlık duyuyorsa, Irak’tan çekilme sürecinin başından bu yana PKK’nin kendi çıkarları için sorun/istikrarsızlık yaratabilecek silahlı bir güç olarak varlığını da istememektedir. Daha önce de söylediğimiz gibi, ‘açılım’ politikasının arkasındaki en önemli nedenlerden biri de buydu. Bugün PYD öncülüğünde Rojava’da ilan edilen kantonlar ve Kürtlerin bölgesel dengeler bakımından önemli bir güç haline gelmesi dikkate alındığında, emperyalistler için Kürt sorununda şiddete dayalı çözüm dünden çok daha büyük riskler yaratmaktadır. Dolayısıyla mevcut koşullarda bu güçlerin çıkarları gereği Kürt sorunundan kaynaklı çatışmaların yeniden başlamasını veya Öcalan’la görüşmelerin (“çözüm süreci”nin) sona erdirilmesini –ki bu çatışmalara davetiye çıkarmak anlamına gelir– istemesi akla yatkın görünmemektedir. Buna bağlı olarak, AKP’den sonra egemenler cephesinde oluşacak alternatife bağlı olarak sürecin devamı konusunda sıkıntılar yaşanması ihtimalini göz ardı etmemekle birlikte, şimdiden öngörülebilecek şey, başa kim gelirse gelsin yeniden çatışmalı sürece geri dönmenin kolay kolay göze alınamayacağıdır. Tabii burada emek ve demokrasi güçleri bakımından gözden kaçırılmaması gereken şey, ne emperyalistlerin, ne de AKP ya da olası alternatiflerinin derdinin demokratik bir çözüm olmadığı; aksine Kürt hareketinin etkisizleştirilip, ülkede ve bölgede kendi çıkarları (sömürü ve yağma politikaları) için sorun yaratabilecek bir güç olmaktan çıkartılması olduğudur.

Sürecin geleceğine dair egemenler cephesinin tutumundaki belirsizlik karşısında demokratik çözümün tek dayanağı vardır; o da Kürt hareketi ve ülkedeki demokrasi güçlerinin mücadelesidir. Çünkü son bir bir buçuk yılda yaşananlar, görüşme sürecinin aynı zamanda bir mücadele süreci olduğu gerçeğini bütün açıklığıyla ortaya koymuştur. Bugün bu mücadelenin Kürt hareketi ve ülkedeki demokrasi güçleri bakımından birkaç boyutundan söz edilebilir.

Öncelikle yerel seçimlerde kazanılan başarı, Kürt hareketi ve halkının çözüm iradesi olarak kendine olan güvenini arttırmıştır. Bu temelde başta elindeki 3 büyükşehir (Diyarbakır, Mardin, Van) olmak üzere fiili olarak özerklik uygulamaları yönünde adım atma koşulları dünden çok daha fazladır. Zaten Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eşbaşkanı Gülten Kışanak’ın “özerkliği inşa” yönünde yaptığı açıklamalar, bu konuda yeni bir tartışma başlatmış durumdadır. Bugün içinde bulunduğu açmazlar nasıl AKP’yi çözüm yönünde adım atma iradesinden uzaklaştırmışsa, Kürt hareketi cephesinden özerklik yönünde atılacak fiili adımları da engelleyememe durumuyla da karşı karşıya bırakmaktadır. Kürt hareketinden yapılan “özerkliği inşa”, “kendi çözümünü geliştirme” açıklamaları bu bağlamda anlam kazanmaktadır. Ancak her şeye rağmen bu yönde atılacak/atılabilecek fiili adımların sınırlı olduğunu/olacağını belirtmek de gerekiyor. Mesela Gülten Kışanak’ın dile getirdiği Kürdistan’da çıkarılan petrolden ya da herhangi bir yer altı-yer üstü kaynağından pay alınmasının tek taraflı fiili adımlarla sağlanması mümkün görünmemektedir. Nihayetinde ne kadar sınırlı olsa da, özerklik yönünde atılacak fiili adımlar, Kürt hareketinin kendi çözümünü örgütleme ve gündemleştirmesi bakımından önemli bir rol oynayacaktır.

Tüm belirsizliklerine rağmen bu süreç, Kürt hareketinin Rojava’da kendi yönetim sitemini kurma olanaklarını da arttırmıştır. Türkiye egemenlerinin her ne kadar rahatsız olsalar ve PYD’nin gücünü kırmak için el Kaide’ye destek verseler de, Rojava’ya doğrudan müdahale edebilir durumda olmamaları, Rojava’da Ocak ayında sırasıyla Cizîre, Kobanê ve Efrîn Kantonları’nın özerk yönetimlerini ilan etmelerine ortam sağlamıştır. Dolayısıyla “görüşme süreci” Kürtlerin Rojava’da kendi yönetimlerini kurmalarını ve Rojava’da özerk yönetimlerin kurulması da “çözüm süreci”ni etkilemekte ve mücadelenin bu iki alanı bileşke etkisi yaratarak, Kürt hareketinin etki alanı ve gücünü arttırmaktadır.

Bugün Kürt sorununun çözümünün, Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesiyle iç içe geçmiş olması, Kürt hareketi ile ülkedeki emek ve demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesini bir ‘kader birliği’/ortaklığı haline getirmiştir. Kürt hareketi cephesinden yapılan açıklamalarda da bu mücadele birliğinin önemine vurgu yapılmakta ve bu birliğin platformu olarak HDK/HDP işaret edilmektedir. Yerel seçimlerde egemenlerin iki bloğu arasındaki kamplaşmanın baskısı ve gerici-ırkçı saldırılar nedeniyle yeterince görünür olamasa da, HDP, seçimlerden halk güçlerinin bu gerici kamplar karşısındaki tek alternatifi olarak çıkmıştır. Burada, HDP ile yan yana gelmemek için bin dereden su getiren ÖDP-TKP-Halkevleri gibi sol-sosyalist çevrelerin de sadece “AKP karşıtlığı” üzerine kurgulanmış seçim platformları nedeniyle siyaset dışına düştüklerini de belirtmek gerekiyor. Önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimi, HDP’nin darlık ve eksikliklerini aşması için olduğu kadar, siyaset dışına düşmüş bu çevrelerin de yanlışlarından dönüp demokrasi-halk güçlerinin birliğini güçlendirecek bir hatta siyaset yapmaları için bir fırsat sunmaktadır.

Öte yandan bugün BDP’li vekillerin HDP’ye katılması ve HDK’nin seçim partisi olarak kurulan HDP’nin, BDP’nin katılımıyla bir ‘kitle partisi’ haline getirilmesi yönündeki adımlar, elbette halk güçlerinin mücadele birlikteliğinin doğru bir platform üzerinde inşa edilmesi ve darlaşma yerine halk güçlerinin en geniş kesimlerini kapsayacak bir anlayışın geliştirilmesi için tartışılması gereken adımlardır. Ancak ülke gericiliğinin ve Kürt milliyetçileri ile Türk ulusal solcularının HDP’ye karşı saldırgan tutumları ve bu tartışmalar üzerinden HDK-HDP’nin parçalanması beklentisi içine girmiş olmaları bile, bu seçeneğin Türkiye ve Kürdistan’daki emek ve demokrasi güçlerinin ortak mücadelesi için öneminin görülmesi için yeterlidir. Bu nedenle, devrimci sınıf partisi de, elbette bu tartışmayı halk güçlerinin en geniş kesimlerinin birliğini sağlayacak bir hatta ilerletme ve ezilen Kürt ulusu ile Türkiye’deki emek ve demokrasi güçlerinin mücadele birlikteliğini güncel-demokratik bir görev olarak görmenin sorumluluğuyla hareket edecektir.

Sonuç olarak, gelinen yerde, yönetememe krizindeki AKP’nin yerine egemenler cephesinden başka bir seçeneğin başa geçirilmesinin halk güçlerinin demokrasi, özgürlük ve insanca yaşam talepleri bakımından çözüm olamayacağı açıktır. Çözüm halk güçlerinin kendi iktidar seçeneklerini yaratmalarında, halkın demokratik iktidarındadır. Üstelik Kürt halkı ve ülkedeki emek-demokrasi güçlerinin kendi iktidar seçeneklerini yaratmaları, sadece Kürt sorununun çözümü ve ülkenin demokratikleşmesini sağlamayacak; aynı zamanda bölgede emperyalizm ve gericiliğin savaş politikaları tarafından kuşatılmış başta Rojava ve Suriye halkları olmak üzere bölgenin ezilen halklarına da güç verecektir. Şimdi görev; emek, demokrasi ve halk güçlerinin kendilerini bu ihtiyaca cevap verebilecek bir seçenek olarak örgütlemesidir.

Bölgesel siyasetin sarkacında Kürdistan petrolü

Başbakan Erdoğan’ın Kürdistan Federe Yönetimi Başkanı Mesut Barzani ile 16 Kasım’daki Diyarbakır buluşmasıyla ilgili tartışmalar, genellikle bu buluşmanın Kürt sorununun çözümü bağlamında taşıdığı anlam/önem üzerinden yapıldı. Barzani’nin Diyarbakır’da AKP mitingine katılmasının, PKK-PYD çizgisi ile KDP arasındaki gerilimden ve AKP’nin Kürtler içindeki gücünü arttırıp “çözüm süreci”nde inisiyatifi ele alma hesaplarından bağımsız olmadığı açıktı. Ancak bu buluşmanın Kürt sorunu ve bölgesel gelişmeler içindeki önemiyle bağlantılı, ama bir o kadar da önemli bir diğer yönünü de Kürdistan petrolünün pazarlanması konusu oluşturuyordu. Zaten bu buluşmadan on gün sonra Başbakan Erdoğan’ın Ankara’da Kürdistan Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani ile bir araya gelerek Kürdistan petrolü ve doğalgazının pazarlanmasıyla ilgili anlaşmalar yapması da, bu konunun her iki taraf için ne kadar önemli ve öncelikli olduğunu gösterdi.
Anlaşma önemli olmasına önemliydi, ama Kürdistan petrol ve doğalgazının paylaşılması/pazarlanması konusunda taraf olan Irak Merkezi Hükümeti tarafından ciddi itirazlar vardı ve bu itirazlar Irak’taki en önemli güç olmayı sürdüren ABD tarafından da destekleniyordu. Zaten bu itirazlar nedeniyle, anlaşma yapıldıktan sonra, anlaşmaya dair resmi bir açıklama bile yapılamadı. Petrol ve doğalgaz gelirlerinin paylaşımı konusunda Irak Merkezi (Maliki) Hükümeti ile Kürdistan Federe Yönetimi arasında bir anlaşmazlık vardı ve bu nedenle Maliki Hükümeti onaylarının olmadığı bir anlaşmanın geçerliği olmayacağını söylüyordu. ABD’nin de baskısıyla Maliki Hükümeti ile arasındaki gerilimi yumuşatmaya çalışan Türkiye (Dışişleri Bakanı Davutoğlu, kendi deyimiyle “ilişkilerde taze bir başlangıç yapmak için” Kasım ayında Bağdat’a gitmişti), bu kez Irak Merkezi Hükümeti’ni ikna etmek için girişimlerde bulunmaya başladı. Geçen yıl Aralık ayında uçağının Hewler’e (Erbil) inişine izin verilmeyen Enerji Bakanı Taner Yıldız (2012Temmuz ayında Türkiye ile Barzani yönetimi arasında petrol ticareti anlaşmasının imzalamasından sonra Aralık ayında Hewler’deki “Enerji Konferansı”na katılmak isteyen Yıldız’ın uçağının inişi Irak Merkezi Yönetimi tarafından engellenmişti), bu yıl, Bağdat’a gidip Irak’ın enerjiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Şehristani ile bir görüşme yaptıktan sonra Hewler’deki konferansa katıldı.
Türk medyasından boru hattından petrol verilmeye başlandığı yönünde haberler çıksa da, resmi açıklamalar, bu petrol akışının test amaçlı olduğunu gösteriyor. Çünkü Maliki Hükümeti ve Barzani yönetimi arasındaki anlaşmazlıklar halen giderilebilmiş değil. Öte yandan petrol gelirlerinin paylaşımıyla ilgili anlaşmazlıkların yanı sıra Maliki ve Barzani’nin bölgesel kamplaşmanın farklı taraflarında yer almaları, ayrıca Türkiye’nin ötesinde ABD ve İran’ın Irak üzerindeki etkisi nedeniyle Kürdistan petrolünün geleceği ve yapılan petrol anlaşmalarının ne olacağı bugün Irak’ın ve bölgenin siyasi gelişmelerinin sarkacında durmaktadır.

***
Irak’ta 2003’teki ABD müdahalesinden sonra, yönetim ortaya çıkan üç siyasi güç odağı arasında (nüfusun yüzde 65’ini oluşturan Şiiler, yüzde 15’ini oluşturan Sünniler ve yüzde 20’sini oluşturan Kürtler) paylaşılmaya çalışılmasına rağmen, siyasi istikrar bir türlü sağlanmadı. Bu güç odakları arasında sürekli mücadele ve çatışmalar yaşandı. Azınlık durumunda olmalarına rağmen Saddam dönemindeki üstünlüklerini sürdürmek isteyen Sünniler, özellikle Türkiye, Katar ve S. Arabistan ile yakın ilişkiler içinde oldu. Kendi aralarında farklı gruplara ayrılmış olmalarına rağmen Şiiler (Nuri El Maliki’nin Dava partisi, El Hakim’in Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi, Sadr grubu gibi) yönetimde en önemli güç haline geldiler ve Sünni bloğa karşı İran’a yakın durdular. Saddam sonrasında federe yönetim oluşturan Kürtler ise, Arapların baskısına karşı ABD ve Türkiye ile ilişki ve işbirliğini geliştirdiler. İşte bugün Kürdistan petrolleri üzerinden sürdürülen mücadelenin ‘yeni Irak’ın kuruluş sürecinde başladığını söyleyebiliriz. Irak Merkezi Hükümeti ile Kürdistan Federe Yönetimi arasında yetki, petrol-enerji gelirlerinin paylaşımı ve toprak (aidiyet) konusunda yaşanan anlaşmazlıkların aradan geçen on yılda çözülememiş olması, bugün Kürdistan yönetiminin tek taraflı anlaşma yapmasını da sorunlu hale getirmektedir.
2005 Kasım’ında kabul edilen Irak Anayasası’na göre Irak’ın petrol gelirlerinin yüzde 17’si Kürtlere verilecekti. Öte yandan Kürdistan Bölgesel Yönetimi de Merkezi Hükümet’in onayı olmadan petrol ve diğer konularda anlaşma imzalamayacaktı. Bugün her iki taraf birbirini anayasaya uymamakla eleştirmektedir. Barzani yönetimi Irak petrollerinden paylarının verilmediğini söyleyerek Kürdistan petrolünün pazarlanması konusunda hakkının olduğunu savunmakta, Maliki yönetimi ise, onayları olmadan Kürdistan yönetiminin petrol anlaşması imzalayamayacağını söylemektedir. Bu temelde 2012’de ABD’nin en büyük petrol tekellerinden Exxon Mobil ile petrol arama-çıkarma anlaşması imzalayan Barzani yönetimi, Türkiye ile de ham petrol gönderip işlenmiş petrol almaya dayanan bir petrol ticareti anlaşması yaptı. Ancak bu anlaşmalar Irak’ın Merkezi ve Kürdistan Federe yönetimlerini Kerkük’te çatışma noktasına getirmişti.
Bu iki gücün Kerkük’te çatışma noktasına gelmesinin bir anlamı vardı. Irak Anayasası’na göre aidiyeti konusunda anlaşmazlık bulunan diğer yerlerle birlikte (Selahaddin, Diyala), 2007’de Kerkük’te bir referandum yapılacak ve bu bölgelerin aidiyeti (Merkezi Hükümet’e mi, Kürdistan Federe Yönetimi’ne mi ait olduğu) belirlenecekti. Ancak Irak’taki siyasi belirsizlik nedeniyle ve ABD’nin girişimleriyle, 2007’de, bu referandumun yapılması 5 yıl ertelendi. O dönemde Barzani yönetimi ile ilişkileri daha sınırlı düzeyde olan Türkiye de bu referandumun ertelenmesini istiyordu. Beş yıl sonra, yani 2012’ye gelindiğinde ise, Suriye üzerinden sürdürülen bölgesel çatışma ve kamplaşma bu siyasi belirsizliği daha da derinleştirdi ve referandumun belirsiz bir tarihe ertelenmesine neden oldu. Çünkü Suriye’de Türkiye, Katar ve S. Arabistan’ın başını çektiği güçlerin Esad rejimini devirmeye yönelik müdahaleleri, Irak’taki siyasi güçler arasındaki kamplaşmanın derinleşmesine yol açmıştı. Bu müdahale girişimleri Şii Maliki Hükümetini Suriye ve İran’a yakınlaştırıp müdahalenin arkasındaki güçlerle (başta Türkiye) ilişkilerinin gerilmesine neden olurken, Sünnilerin de savaşı Irak’a yaymaya yönelik eylemlere girişmesine yol açtı. Bu kamplaşmanın ilk sonucu, Irak’ın Sünni Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık el Haşimi’nin binlerce insanın ölümüne yol açan bombalı eylemleri yapan “ölüm timleri”ni azmettirmekle yargılanıp idama mahkum edilmesi oldu. Haşimi, önce Kürdistan Federe Yönetimine, ardından da Türkiye’ye sığındı (İnterpol tarafından kırmızı bültenle aranan Haşimi için Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, “Türkiye olarak başından beri desteğimizi verdiğimiz birini iade etmeyiz” demişti).
ABD, bu dönemde hem Irak’ın daha büyük bir çatışma ve istikrarsızlığa sürüklenmesini engelleyebilecek tek isim olarak Maliki’yi görüyor ve hem de Şiilerin tamamen İran’a yakınlaşmasını engellemek için görece bir denge politikası izliyordu. Zaten Maliki de, ABD’ye alternatifsiz olmadığını göstermek için, Rusya’da Putin ile görüşmüş ve 5 milyar dolarlık silah ve önemli ticari anlaşmalar imzalamıştı. ABD’nin denge politikası izlemesi, ortaya çıkan kamplaşmada Kürdistan Federe Yönetimi’nin Türkiye’ye daha fazla yakınlaşmasına yol açtı. Son petrol anlaşmalarını Ankara’da imzalayan Kürdistan Federe Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani,  daha önce de Türkiye’yi “umut kapısı” olarak gördüklerini açıkça söylemişti. Bölgesel kamplaşmanın Kürtlerin önemini daha da arttırması, Maliki Hükümeti ile anlaşmazlık içinde olan Barzani yönetiminin bağımsız siyaset arayışlarını da artırmış ve bağlı olarak ‘bağımsız Kürdistan’ tartışmalarını da beraberinde getirmiştir. AKP Hükümeti için bu arayış ve yakınlaşma; Kürdistan petrolünden pay, PKK’ye ve Suriye Kürdistanı’ndaki (Rojava) PYD’ye karşı işbirliği ve çatışma halinde olduğu Maliki’ye (bu arada Şii bloğa) karşı pozisyonunu güçlendirme anlamına geliyordu.
Irak Kürtlerinin Türkiye ile kader birliği yapmalarının ve Irak’ın giderek parçalanma noktasına gelmesinin ABD’yi rahatsız ettiğini söylemiştik. AKP’yi sarsan son yolsuzluk ve rüşvet operasyonları sonrasında Başbakan Erdoğan’ın bu operasyonların arkasındaki kişi olarak gösterdiği ABD Ankara Büyükelçisi Ricciardone, o dönemde de “Biz Türkiye’nin Irak’ın petrolünün yüzde 20’siyle değil, yüzde yüzüyle ilgilenmesini isteriz” diyerek, Türkiye’nin Irak’ta ABD’nin kendisine verdiği taşeronluk rolünün daha fazlasına yeltenmiş olmasına tepkisini göstermişti. Aynı şekilde, İran da, Şiilerin Kürtlerle bu düzeyde karşı karşıya gelmesini hem kendisi, hem de doğrudan tarafı olduğu Suriye’deki kamplaşma açısından istemiyordu. İşte bu gidişatı kendi çıkarları/politikaları için tehdit olarak gören bu iki gücün –ABD ve İran’ın– girişimleri sonucu, Mayıs 2013’te, Maliki Hükümeti ile Kürdistan Federe Yönetimi arasında bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmaya göre; petrol ve doğalgaz kaynaklarının ve gelirlerinin paylaşımı konusunda bir komisyon oluşturulacak, merkezi bütçeden Kürdistan Federe Yönetimine ayrılacak kaynaklar yeniden gözden geçirilecek ve aidiyeti konusunda ihtilaf bulunan bölgelerin güvenliği ortak sağlanacaktı. Ancak gelinen yerde Kürdistan yönetiminin Türkiye ile yaptığı tek taraflı anlaşma ve Maliki yönetiminin ABD’nin de desteğini alan kendi onayı olmadan bu anlaşmanın geçerli olmayacağı yönündeki itirazı, Mayıs ayında yapılan anlaşmaya rağmen sorun ve anlaşmazlıkların orta yerde durmaya devam ettiğini göstermektedir.

***
Irak, petrol rezervleri bakımından 115 milyar varille dünyanın dördüncü ve üretim bakımından ise günlük 2,4 milyon varille 13’üncü sırasında yer alıyor. Kürdistan bölgesi ise, petrol rezervi bakımında 40 milyar varile, yani Irak’ın toplam petrol rezervinin yaklaşık yüzde 35-40’ına sahip bulunuyor. Geçtiğimiz günlerde Fransız ekonomi gazetesi La Tribune’nin Kürdistan bölgesinin petrol anlaşmalarının hayata geçmesi halinde dünyanın dördüncü büyük petrol üreticisi olacağı iddiasını gündeme getirmesi, Kürdistan petrolünün dünyanın büyük enerji tekellerinin iştahını nasıl kabarttığını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Kürdistan Bölgesel Yönetimi Doğal Kaynaklar Bakanı Aşti Hewrami’nin yaptığı açıklamalara göre, Exxon Mobil ile 6 alanda petrol arama ve işleteme konusunda anlaşma yapılmış durumda. Öte yandan Kürdistan petrolü için British Petroleum (BP) ile Exxon Mobil arasında önemli bir rekabet olduğu da biliniyor.
Kürdistan Yönetimi’nin Türkiye ile yaptığı anlaşmalara gelince (Kasım sonunda  Neçirvan Barzani ile Başbakan Erdoğan’ın Ankara’da yaptıkları anlaşmalar), bu anlaşmalara göre, Kürdistan’dan Türkiye’ye 2014’ten itibaren günlük 400 bin varil petrol ve 2016’dan sonra günlük 1 milyon varil petrol ve 10 milyar metreküp doğalgaz boru hattı üzerinden taşınacak. Bu petrolün yıllık değeri ilk etap için 11,5 milyar doları ve sonraki etapta ise 38 milyar doları bulacak. En önemli geliri petrol olan Irak’ın bugün günlük petrol üretiminin 2,4 milyon varil olduğu düşünülürse, söz konusu anlaşmanın büyüklüğü daha kolay anlaşılabilir. Kürdistan Yönetimi için bu anlaşmalar, ekonomik olduğu kadar siyasi olarak da büyük önem taşımaktadır. Çünkü bu anlaşmaların hayata geçmesiyle, Irak Merkezi Hükümeti’ne rağmen bağımsız bir politik güç olarak kendini kabul ettirmenin önünü açmış olacaktır. Ancak bunun öyle kolay olmayacağını şimdiden söyleyebiliriz. Kürdistan yönetimi ile ekonomik ve siyasi bakımdan işbirliğine oldukça istekli olmasına rağmen, Türkiye’nin ABD’nin itirazlarını görmezden gelemeyecek olması, istenilen adımların atılmasını zorlaştırmaktadır. Ankara’da yapılan anlaşmaların kamuoyuna açıklanamaması bunun önemli göstergelerinden biridir.  Zaten Türkiye, ABD’nin anlaşmaların yürürlüğe girmesi için Irak Merkezi Hükümeti’nin onayının alınması gerektiği itirazlarının ardından, Irak Merkezi Hükümeti’ni ikna etmek için görüşmelere başlamıştır.
Türkiye’nin yapılan petrol anlaşması ile ilgili ilk önerisi, Irak Merkezi ve Kürdistan Bölgesel Yönetimleri arasındaki anlaşmazlık çözülünceye kadar petrol gelirlerinin Halkbank’a yatırılmasıydı ki, son yolsuzluk operasyonunda İran’a ambargonun delinmesinde kullanılan Halkbank’a yönelik operasyonun arkasında Türkiye’nin bu girişiminin boşa çıkarılması olduğu da iddia edilmektedir. Ancak ne Maliki Hükümeti, ne de ABD tarafından bu öneri kabul görmedi. Aralık ayı başında Hewler’deki (Erbil) “Enerji Konferansı”na katılmadan önce Bağdat’ta Irak’ın enerjiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Şehristani ile görüşen Enerji Bakanı Taner Yıldız, Kürdistan petrolünün Türkiye üzerinden pazarlanması konusunda Şehristani’nin gündeme getirdiği koşullara olumlu yaklaştıklarını söylemektedir. Şehristani’nin öne sürdüğü şartlar ihraç edilecek petrolün miktarının Bağdat tarafından tespit edilmesi, bu petrolün dünya piyasasındaki değeriyle satılması ve petrol satışından elde edilecek gelirin New York’taki “Irak Kalkınma Fonu”na yatırılması ve yine bu petrolden elde edilecek gelirin yüzde 5’inin Kuveyt’e savaş tazminatı olarak ödenmesi biçimindedir. Yıldız, bu şartlarla ilgili olarak “Bu petrol Türkiye’nin değil, Irak’ın petrolüdür. O yüzden Bağdat’ın 3 şartının gerçekleşeceği bir sözleşmenin doğru olacağına inanıyoruz. Komşu, dost ve kardeş ülke Irak’la yoku değil, varı paylaşacağız” demektedir. Yıldız’ın bu açıklaması, aslında Türkiye’nin Kürdistan yönetimiyle yapılan ikili anlaşmaların Irak Merkezi yönetimi ve ABD’nin istemleri doğrultusunda revize edilmesini kabul ettiği anlamına gelmektedir. Dolayısıyla mesele, yine dönüp dolaşıp Irak’ın Merkezi ve Kürdistan Bölgesel Yönetimleri arasındaki sorunların nasıl çözüleceğine bağlanmış bulunmaktadır.

***
Sonuç olarak söylenenler üzerinden en başa dönersek, Diyarbakır ziyareti, AKP Hükümeti ile Barzani yönetimi arasındaki ilişki ve işbirliğini bir kader birliği haline getirmiş olsa da, bu kader birliğinin sınırlarını belirleyen başkaca gelişmelerin ve güçlerin olduğu da göz ardı edilmemelidir. Dolayısıyla bugün Türkiye’nin Irak Merkezi Yönetimi ile ilişkilerini düzeltmek için adımlar atmak zorunda kalması, ABD ve İran’ın Irak’ta kendi çıkarlarını tehlikeye sokacak gelişmelerin önünü almak için yaptıkları girişimler ve Irak’ın dengelerini doğrudan etkileyen Suriye’deki çatışmalara siyasi çözüm arayışları, sadece Türkiye ile yapılan anlaşmaların yürürlüğe girmesini değil; Kürdistan petrolünün arama-çıkarma ve pazarlanması süreçlerinin bütünü üzerinde önemli bir etkiye sahip bulunmaktadır. Çünkü kader birliği yapmış olmalarına rağmen, Türkiye egemenlerinin iştahlarını kabartan Kürdistan petrollerinden ne kadar pay alacağı ve Kürdistan yönetiminin ne kadar bağımsız siyasi-ekonomik bir güç haline gelebileceği sorularının yanıtını kendilerini kuşatan bu gelişme ve güçlerden bağımsız vermek mümkün değildir.

“Çözüm” süreci: “AKP’siz olmaz”dan “AKP’yle olmaz”a doğru…

Kürt sorununa dair çözüm umutlarının, yerini sürecin biteceği kaygılarına bıraktığı bir dönemden geçiyoruz. Devlet ile Öcalan arasında Ekim 2012’de başlayan görüşmeler birinci yılını doldurmasına rağmen, AKP Hükümeti’nin sürecin ilerletilmesine dair hiçbir yasal düzenleme yapmaması ve görüşme sürecini bir müzakere sürecine dönüştürmeme konusundaki ısrarı, gelinen yerde ciddi bir tıkanıklığın yaşanmasına yol açıyor. Dahası Başbakan Erdoğan’ın gerilimi tırmandıran açıklamaları, süreci kopma noktasına getirmiş bulunuyor. Gezi olaylarıyla başlayan Haziran Direnişi döneminde Kürt hareketi içinden bu direnişe uzak durma tutumuyla birleşen çözüm sürecinin AKP’siz sürdürülemeyeceği yönündeki kaygı ve görüşler, yaşanan gelişmeler üzerinden, bu kez, sürecin AKP ile sürdürülemeyeceği noktasına gelmiş bulunuyor.
Bundan sonra sürecin nereye gidebileceğini/nelerin olabileceğini tartışabilmek için bugüne kadarki gelişmeleri ana hatlarıyla hatırlamak gerekiyor.
Sürecin kamuoyuna duyurularak BDP heyetlerinin Öcalan’la görüşmeye başlamasından bu yana, AKP, gelişmelerin seyrini ve atılacak adımların çerçevesini tek başına belirleme tutumu içinde oldu. Bu tutum, her adımda sürecin ilerletilmesinin önüne yeni engellerin çıkmasına neden teşkil etti. Daha Öcalan’la kimlerin görüşeceği tartışılırken, BDP Eşbaşkanı Kışanak ve DTK Eşbaşkanı Tuğluk’un isimleri gerillalar ile kucaklaştıkları gerekçesiyle çizildi. Ardından ilk heyette yer alan DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk, Öcalan’la görüşmeler sürerken Kandil’in bombalanmasını eleştirdiği için ve yine önce BDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder, Gezi olaylarında oynadığı rol gerekçesiyle, sonra da BDP Eşbaşkanı Demirtaş da “demokratikleşme paketi”ne yönelik eleştirileri nedeniyle bu heyetlerden çıkarıldı. Öcalan’ın Newroz’da ateşkesi ve silahlı güçlerin geri çekilmesi sürecini başlatan mesajından sonra, AKP, sürecin sağlıklı yürütülebilmesi için talep edilen yasal düzenlemeyi yapmayı reddetti.  Son olarak açıklanan “demokratikleşme paketi”nde Kürt hareketinin hiçbir talebinin yer almaması (bu pakette yer alan özel okullarda Kürtçe eğitime olanak tanıyan düzenleme, Kürt hareketinden çok Bölge’de cemaat-tarikatların önünü açmaya yönelik ve 2009’daki ‘açılım’ sürecinde TRT Şêş’in açılması kadar bile önemi olmayan bir adımdır), ipleri kopma noktasına getirdi. Başbakan Erdoğan’ın Kurban bayramında BDP’nin eleştirilerine yönelik yaptığı “mesajlar bu dozda gidecek olursa görüşmenin ipleri kopar” açıklaması ve daha sonra grup toplantısındaki konuşmasında “‘İmralı’ya kim gider, kim gitmez’… Bunun kararı hükümete aittir. Hükümet istediğini gönderir, istediğini göndermez. Kimsenin rota çizme yetkisi yoktur. Yeri gelir gönderir, yeri gelir göndermez. Herkes haddini bilecek” demesi, bırakın Öcalan’ın son görüşmelerde dile getirdiği “anlamlı müzakereye geçiş”i, sürecin artık bugünkü haliyle bile devam edemeyeceğini gösteriyor. BDP heyetinin Öcalan’la yaptığı son (11.) görüşmede Pervin Buldan’ın “tekrar görüşür müyüz?” sorusu ve bu soruya Öcalan’ın verdiği “Umarım görüşürüz. Umarım devlet ve Hükümet böyle bir tarihi hata yapmaz” demesi, gelinen yerde sürecin nasıl bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu bütün açıklığıyla gözler önüne seriyor.
Peki, bundan sonra ne olacak?
Öncelikle Öcalan’ın verdiği mesajlar, bugüne kadar beklentilerinin hemen hiç biri gerçekleşmemesine rağmen, süreci sonuna kadar götürmek istediği yönündedir. Öcalan’ın, Kürtlerin AKP’nin çözüm yönünde adım atmamasını eleştirmenin ötesine geçip, paralel oluşumlarla fiili çözümler geliştirmesini istemesi de böyle anlaşılmalıdır. Öte taraftan, AKP ve devlet, sorunun çözümü için hiçbir ciddi/somut adım atmamış olmasına rağmen, görüşme sürecinin öncesine dönmeyi göze alabilecek durumda değildir. Çünkü Erdoğan’ın “ipleri koparma” tehdidi, kopan iplerin kendisini de düşürebileceği gerçeğini değiştirmemektedir. Dolayısıyla süreç her türlü provokasyona daha açık hale gelmiş olmasına rağmen, olası gelişmelerin ortaya çıkarabileceği sonuç eskiye dönüş olmayacaktır.
İkincisi, Suriye’deki belirsizlikler ve Rojava’daki durum her iki tarafın bu süreci bozacak hamleler yapmasını önemli oranda sınırlamaktadır. Çünkü Suriye sorununun nasıl çözüleceği ve Rojava’nın statüsünün ne olacağı, doğrudan doğruya Türkiye’deki süreci de etkileyecektir. Zaten Öcalan da bunu gördüğü için, Suriye-Rojava’da rol oynayabileceği koşulların yaratılmasını istemiş ve bu durum AKP cephesini fazlasıyla rahatsız etmişti. Bu nedenle AKP, bugün bir yandan Barzani ve Suriye’de Barzanici güçler (Yüksek Kürt Konseyi’ne rağmen Suriye muhalefeti ile birleşme kararı alan El Parti, Azadi ve Yekiti gibi partiler) ve diğer yandan destek verdiği el Kaide ve ÖSO çeteleri üzerinden Rojava’da PYD’nin gücünü kırmaya çalışırken, öte yandan da, her şeye rağmen Rojava’nın egemen gücü konumunda olan PYD’yi de muhatap almak zorunda kalmaktadır. PYD de, Cenevre-2’ye Türkiye-ABD güdümlü muhalefetin içinde girmeye karşı çıkarken, bir yandan da Türkiye ile doğrudan karşı karşıya gelmemeye çalışmakta, mevcut denge durumunun kendisine açtığı olanakları kullanmaya çalışmaktadır. Nihayetinde Kürt sorunuyla iç içe geçmiş olan bölgesel gelişmeler, Rojava’yı/ PYD’yi de görüşme sürecinin bir parçası haline getirmiş bulunmaktadır. Ve Rojava’daki durum, bir yandan bu güçleri (AKP/devlet-PKK/Öcalan) kendi politik pozisyonlarını güçlendirecek hamleler yapmaya yöneltirken, öte yandan mevcut belirsizlikler ve sürecin aleyhine dönme kaygısı, kendi aralarındaki mevcut gerilimi sürecin sona erdirilmesi noktasına vardırmalarını engellemektedir.
Üçüncü olarak; süreç ne AKP’nin tek başına başlattığı, ne de tek başına bitirebileceği bir süreçtir. Nedenini açıklamak için, önce 2009’daki ‘açılım’ süreciyle ilgili kısa bir hatırlatma yapalım. ABD’de Obama’nın başkan seçilmesinin ardından, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, ilk yurtdışı gezilerinden birini Türkiye’ye yapmıştı. Clinton’un görüşmelerinin ardından, Cumhurbaşkanı Gül, Kürt sorununda “iyi şeyler” olacağı açıklamasını yapmış ve ‘açılım’ süreci başlamıştı. ABD, Irak’tan çekilme sürecinde, Türkiye ile Kürdistan Federe Yönetimi arasındaki ilişki ve işbirliğini geliştirmeyi ve bu arada istikrarsızlık yaratabilecek bir silahlı güç olarak gördüğü PKK’yi silahsızlandırmayı istiyordu. Oslo süreci ve ‘açılım’, bu gelişmelere bağlı olarak başlatılmıştı. Federe Kürdistan Başkanı Barzani’nin PKK’nin silahsızlandırılmasını sağlayacak bir Kürt Konferansı yapma kararı da, aynı dönemde gündeme gelmişti. Ancak 2011’e gelindiğinde, sorunun çözümü yönünde PKK ile devlet arasında hazırlanan protokollere rağmen, süreç bitti. Sorunu çözmesi beklenen Erdoğan’ı, MHP lideri Bahçeli ile Öcalan’ın idamı üzerinden polemik yaparken gördük. Neden? Çünkü AKP, ABD’nin kendisine verdiği “bölgesel liderlik” rolünü oynamak üzere, bölgede Tunus ve Mısır’da başlayan halk hareketlerine müdahale yönelimi içine girdi. Libya lideri Kaddafi’den sonra Suriye lideri Esad da devrilebilseydi, bölgede AKP-Müslüman Kardeşçi “ılımlı/Amerikancı İslamcı” bir blok egemen olacak ve bu arada bu süreçte Kürtler de kuşatılarak etkisiz hale getirilecekti. Ancak bu hesap tutmadı ve Kürtler, etkisizleştirilmek bir yana, Suriye üzerinden sürdürülen bölgesel kamplaşmada dengeleri değiştirebilecek bir güç haline geldi. Bu süreçte Suriye muhalefetini kendi etrafında toparlamak için girişimlerde bulunan ABD, öte taraftan Türkiye’nin de Kürt hareketi-Öcalan ile görüşme sürecinin başlamasına ön ayak oldu. Suriye’de el Kaideci güçlerin giderek güç kazanması ve Mısır’da Müslüman Kardeşler-Mursi yönetiminin güven vermekten uzak istikrarsızlık yaratan politikalarıysa, ABD’yi yeni bir hamleye zorladı. Suriye’de sorunun çözümü için Rusya ile Cenevre-2 görüşmeleri konusunda anlaştı ve Mısır’da Mursi’yi deviren askeri darbeyi destekledi. Gelinen yerde AKP’nin, Suriye, Mısır, Irak başta olmak üzere, bölgede ABD’nin politik manevralarıyla uyumlu bir çizgiye gelmeye gösterdiği direnç, ABD-AKP Hükümeti arasında da bir gerilime neden olmaktadır. Sonuçta ABD, özellikle Rojava’da Kürtlerin Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu’nun dışında kalma tutumundan hoşnut olmasa da (ve kendi elini güçlendirmek için Kürtlerin Cenevre-2’ye bu muhalefetle birleşerek gitmesini dayatmasına rağmen) Kürtleri karşısına almayı da, Türkiye’deki sürecin bitmesini de ister bir durumda değildir. Uzatmadan söylersek; Kürt sorununun çözümü için başlatılan sürecin ne olacağını, AKP-Erdoğan’ın niyetinden çok, gerek Suriye ve Rojava’daki gelişmelerin seyri ve gerekse ABD-AKP ilişkilerindeki sorunların nasıl çözüleceğinin belirleyeceği söylenebilir.
Bu gelişmelere bağlı olarak, son dönemde ABD-İsrail medyasında MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile ilgili gündeme getirilen iddialar, AKP’nin raydan çıkan bölge politikasını yeniden raya sokma girişimi kapsamında değerlendirilmelidir. Daha önce de Erdoğan ve Hükümet’in fiili ortağı Gülen arasındaki ilk ciddi kapışmanın yine MİT üzerinden yaşanmış olması da rastlantı değildir. Çünkü MİT Müsteşarı Fidan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu, AKP’nin bölge politikasının yürütücüleri konumunda bulunmaktadır. Yine Erdoğan’ın Mısır darbesiyle ilgili olarak ABD’yi suçlar açıklamalar yapması, füze savunma sistemi ihalesinin Çin’e verilmesi ve İsrail’e yönelik söylemlerini sürdürmesi ve öte taraftan Cumhurbaşkanı Gül’ün her fırsatta ABD ile uyumlu açıklamalar yapması; AKP’yi oluşturan ve destekleyen güçlerin bugünkü durumun artık sürdürülemez olduğu; başka bir deyişle bu AKP ile devam etme koşullarının giderek ortadan kalktığı bir noktaya yaklaştığını göstermektedir. Ve bu nokta; bir yandan mevcut AKP’ye, AKP içinden bir alternatif oluşturulması arayışı ve öte yandan da Mısır, Irak gezileri ile emperyalistlerin gözüne girmeye çalışan ve yine Sarıgül üzerinden yeni bir rüzgâr yaratmak isteyen CHP üzerinden bir arayış biçiminde ifade edilebilir. Ancak burada kısa vadede AKP içinden yaratılmak istenen alternatifin (AKP’nin başına ABD’nin ve sermaye güçlerinin politikalarıyla daha uyumlu isimlerin getirilmesinin) CHP üzerinden alternatif yaratma arayışına göre (Sarıgül üzerinden yaratılmak istenen rüzgârın etkisini de bağlı olarak) az-çok daha gerçekleşebilir noktada durduğu söylenebilir.
Kürt sorununda ve AKP’nin bölge politikasında mevcut durumun sürdürülmezliği (ülkedeki diğer ekonomik-siyasi gelişmelerle birlikte), önümüzdeki yerel seçimlerin genel siyasi gelişmeleri ve bu gelişmelerin de Kürt sorunu ve bölge politikasının geleceğini önemli oranda etkileyeceği koşulları yaratmış bulunmaktadır. Bu seçimlerle aynı yıl cumhurbaşkanlığı ve ertesi yıl da genel seçimlerin yapılacak olması, bu süreci, ülkenin geleceğinin belirlenmesinde taraf olan bütün toplumsal kesimlerin sahneye çıkacağı bir süreç yapmaktadır.
AKP’den ne çözüm, ne de demokratikleşme beklenemeyeceğine göre, Kürt ulusal hareketi ve ülkedeki demokrasi güçleri ne yapacaklar?
ÖDP, TKP, Halkevleri gibi demokrasi güçleri bugün seçim taktiklerini AKP’nin geriletilmesi biçiminde tarif etmekte, dolayısıyla kendi kitlelerinin AKP’nin tek güçlü alternatifi olarak görülen/gösterilen CHP’ye yedeklenmesinin önünü açan bir politik hat izlemektedir. Oysa sormak gerekiyor; acaba ABD ve büyük sermaye çevrelerinin bile ‘bu AKP ile olmaz’ noktasına geldiği koşullarda, AKP’nin geriletilmesi ile sınırlı bir yaklaşım kime hizmet eder? Yapılması gereken nedir? ABD ve sermaye güçlerinin AKP’ye alternatif haline getirmeye çalıştığı, ancak Kürt sorununun çözümü ve demokratikleşme konusunda ciddi bir politikası olamayan CHP’ye güç taşımak mı, yoksa egemen güçler arasındaki çatışmanın olanaklarını da kullanarak güçlü bir demokrasi cephesi olarak ortaya çıkmak mı? İlkine “evet” demek, demokrasi güçlerinin emperyalizm ve gericiliğin yelkenine rüzgâr taşıması ve dahası siyaset yapabileceği alanları kendi eliyle kapatarak kendi sonunu hazırlamasından başka bir anlama gelmeyecektir.
Öyleyse bir daha soralım, egemen güçlerin arasındaki çatışmaya yedeklenip bekleyecek miyiz, yoksa Kürt hareketi ve demokrasi güçlerinin birliği üzerinden Kürt sorununun çözümü ve ülkenin demokratikleştirilmesi mücadelesinde bu çatışmanın yarattığı olanakları da kullanarak, güçlü bir emek ve demokrasi cephesi; sisteme alternatif bir güç mü olacağız? Kürt hareketi ve Öcalan tarafından Halkların Demokratik Kongresi/Partisi’ne atfen yapılan açıklamalarda demokrasi güçlerinin birliğinin önemine yapılan vurgu ve HDK/HDP’nin Haziran Direnişi’nin bileşenlerini kucaklaması yönündeki çağrılar, Kürt hareketi ve demokrasi güçlerinin yeni bir cephe olarak ortaya çıkma olanaklarının yaratılması bakımından önemlidir. Bu olanak güce çevrildiği oranda AKP’li ya da AKP’siz; müzakereli ya da müzakeresiz Kürt sorununun eşit haklara dayalı çözümü ve Türkiye’nin demokratikleştirilmesine giden yolu, Kürt halkı ve demokrasi güçlerinin mücadelesi açacaktır.

Rojava’dan “çözüm süreci”ne Kürt sorununda çelişki ve açmazlar

Kürdistan’ın farklı parçalarındaki gelişmelerin birbirini doğrudan etkilediği ve Kürtlerin bölgesel kamplaşma bakımından öneminin giderek arttığı bir dönemden geçiyoruz. Ülkede Kürt sorununun çözümü yönünde geliştirilen süreçteki tıkanmayı anlamak için Rojava’daki savaşa; Kürt Ulusal Kongresi’nin Kasım ayına ertelenmesini anlamak içinse Federe Kürdistan’daki Barzani yönetimi ile AKP arasındaki ilişkilere bakmak gerekiyor. Suriye üzerinden sürdürülen bölgesel kamplaşmada Rojava Kürtlerinin kilit önemde olduğunu gören Rusya, uzun bir aradan sonra yeniden Kürtlerle yakınlaşmak için adımlar atıyor; Cenevre 2 Konferansı’na Kürtlerin katılması yönünde girişimlerde bulunuyor. Suriye’de Kürtlerin üçüncü çizgi olarak açıkladıkları savaşın dışında kalma politikası ile Rojava’da kendi yönetimlerini oluşturmak için attığı adımlar nedeniyle, hem Suriye politikası, hem de ülkede sürdürülen görüşme sürecinde izlediği politikalar giderek daha fazla açmaza sürüklenen AKP Hükümeti’ninse el Kaideci ve Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) bağlı gruplara desteği devam ediyor. Bu gelişmeler yaşanırken, KCK Başkanlık Konseyi, Öcalan’ın çağrısıyla Mayıs ayında başlattığını duyurduğu silahlı güçlerini sınır dışına çekme sürecini, AKP’nin atması gereken adımları atmaması nedeniyle durdurduğunu açıkladı. Umudunu ABD’nin kimyasal silahlar gerekçesiyle Suriye’ye olası müdahalesine bağlayan ve hazırlıklarını buna göre yapan AKP Hükümeti, ABD ve Rusya arasında varılan uzlaşmadan sonra yüzünü yeniden Rojava’da Kürt savunma gücü YPG ile savaşan el Kaideci ve ÖSO’cu çetelere dönmüş bulunuyor. Her şeyin böylesine birbiriyle iç içe geçtiği bir siyasal ortamda, Kürt sorunuyla ilgili olası gelişmeleri anlamak için bölgeye daha yakından bakmak gerekiyor.

ROJAVA’DA DEVRİM VE KARŞI-DEVRİM MÜCADELESİ
2011’de ABD ve Fransa’nın başını çektiği emperyalist güçlerin Arap ülkelerindeki halk hareketlerini yedeklemek için yaptığı hamleler, AKP Hükümeti’ni de harekete geçirmişti. AKP Hükümeti’nin ABD tarafından Türkiye’ye verilen “bölgesel liderlik” rolünü oynamak üzere Suriye’ye müdahale yönünde attığı adımlara ülke içinde de Kürt hareketine yönelik askeri ve siyasi operasyonlar eşlik ediyordu. Türkiye egemenleri “yeni Osmanlı”cı  heveslerle Esad rejimini devirip bölgeye yön veren bir güç olmanın peşinde koşarken, aynı zamanda Suriye Kürdistanı’nda (Rojava) Kürtlerin yönetimi ele almasını engellemek ve dahası ülkedeki Kürt hareketini kuşatacağı yeni bir cephe açarak onu ezmek istiyordu. Ancak S. Arabistan ve Katar’la birlikte Suriye muhalefetine her türlü desteğin verilmesine rağmen Esad rejiminin üç-beş ayda yıkılması hesabı tutmamış, öte taraftan da 2012 Temmuz’unda Kürtler Rojava’da yönetimi ele almışlardı. İran’ın da PJAK (Kürdistan Özgür Yaşam Partisi) ile ateşkes imzalamış olması, PKK’nin sınırları rahatlıkla kullanabileceği koşulları sağlamış ve PKK’nin artık devletle neredeyse “cephe savaşları” yapabilecek bir güç kazanmasının önünü açmıştı. AKP’nin Suriye ve Rojava’da içine düştüğü batak, ülke içinde Kürt sorununda uygulanan politikayı da sürdürülemez hale getirmiş ve Öcalan’la görüşme sürecinin önü açılmıştı.
Rojava’da Kürtlerin yönetimi ele almasından sonra Türkiye egemenlerinin ilk tepkisi, “bu girişimin kabul edilemez” olduğu biçimindeydi. Ancak kısa bir süre sonra söylem değiştirilerek, Rojava’da Kürtlerin değil; PKK ile yakın ilişkisi bulunan PYD’nin (Partiya Yekîtiya Demokrat/Demokratik Birlik Partisi) egemenliğine karşı olunduğu mesajı verilmeye başlanmıştı. Böylece Türkiye egemenleri, PYD’nin gücünü kırmak üzere, Irak’ta merkezi Maliki Hükümeti ile arasındaki gerilim üzerinden ilişki ve işbirliğinin daha da geliştirildiği Federe Kürdistan’daki Barzani yönetimini devreye soktu. Zaten Barzani de Rojava’da aralarında çeşitli konularda anlaşmazlıklar ve rekabet bulunan KCK çizgisi (PKK-PYD-PJAK) yerine büyük oranda kendisine bağlı bulunan ENKS’yi (Encûmena Niştimanî ya Kurdên Surî/Suriye Kürt Ulusal Meclisi) oluşturan partilerin etkin olmasını istiyordu. PYD’nin etkisinin kırılması amacıyla 2012 Sonbaharında Hewler’de Barzani yönetiminin yanı sıra ENKS’ye bağlı partilerin ve Türk istihbaratının katıldığı gizli toplantıların yapıldığı ortaya çıktı. Ancak Rojava’da tamamen sürecin dışına düşmek istemeyen Barzani, bu gizli girişimlerin yanı sıra Hewler’de (Erbil) bir araya getirdiği ENKS ile PYD’nin birlikte Kürt Yüksek Konseyi’ni (KYK) oluşturmasını sağladı. Her iki tarafın 5’er üye ile katıldığı ve eşit temsile dayanan KYK’nin ortak kararı olmadan tarafların bağımsız girişim ve anlaşma yapmaması kararına rağmen fiiliyatta KYK iki başlı bir organ olarak kaldı. Önceleri PYD’nin askeri kolu olarak şekillenen YPG’nin (Yekîneyên Parastina Gel/Halk Savunma Birlikleri) daha sonra KYK’nin askeri gücü olarak kabul edilmesine rağmen, Barzani’nin KDP’sinin Suriye kolu olan El Parti’nin (Suriye Kürdistan Demokrat Partisi) ayrı askeri birlik oluşturma girişimi ve bunun YPG tarafından engellenmesi, aradaki gerilim ve ayrışmayı gösteren dikkat çekici olaylarından biriydi. El Parti’nin Başkanlığını yapan Abdulhakim Beşar, Ağustos 2012’de Hürriyet gazetesinde yer alan röportajında, “Esad düşünce biz kontrolü aldığımızda PKK’nın hiçbir yerde barınmasına izin vermeyeceğiz. (…) Biz Suriye’de Türkiye’nin çıkarlarının garantisi olacağız” diyerek, hem PYD’ye karşı duruşlarını, hem de Türkiye ile yakın ilişkilerini ortaya koyuyordu.
Barzani, bu süreçte her fırsatta PYD’nin diğer Kürt partileri baskı altına aldığı iddiasını gündeme getirerek, aslında PYD’yi baskı altına almaya çalışıyordu. Yine başta Serêkaniyê olmak üzere Rojava kentlerinde YPG ile el Kaideci ve ÖSO’cu çeteler arasında çatışmalar yaşanırken, Barzani, PYD’nin gücünü kırmak için Rojava’ya ambargo uygulamaktan geri durmadı. Barzani yönetimi, bir yandan Rojava’nın Güney Kürdistan’a açılan Semalka kapısını ticarete kapatarak saldırı altındaki Kürtlerin en hayati ihtiyaçlarını karşılamalarını bile engellerken, öte yandan da Rojava’dan göçü teşvik ederek Rojava’da el Kaideci-ÖSO’cu çetelere yeni yaşam alanları yaratmaya yönelik bir politika izliyordu. Rojava’da el Kaideci ve ÖSO’cu çeteler ise, bir yandan YPG ile savaşırken, öte yandan sivil Kürtlere saldırıp katliamlar yapıyordu. Buna rağmen Barzani yönetimi, Rojava’daki katliamları araştırmak için Kürt Ulusal Kongresi Hazırlık Komitesi tarafından Rojava’ya gönderilen heyetin incelemelerinin ardından Rojava’da herhangi bir katliam yaşanmadığı (katliamların PYD propagandası olduğu) yönünde açıklamalar yaparak, Rojava konusunda nasıl bir politika izlediğini bütün açıklığıyla gözler önüne seriyordu.
Rojava’da Kürtlerin PYD öncülüğünde kendi demokratik geleceklerini inşa girişimlerinin karşısında ENKS’ye bağlı partilerin izlediği politikayı gösteren en önemli gelişmelerden biri de, ABD’nin başını çektiği emperyalist koalisyonun Suriye’ye müdahale hesaplarının yapıldığı dönemde yaşandı. Tam da ABD Başkanı Obama’nın kimyasal silahlar gerekçesiyle Suriye’ye ‘sınırlı müdahale’ yapılacağını açıkladığı günlerde, El Parti’nin lideri Abdulhekim Beşar öncülüğündeki ENKS’ye bağlı heyet, İstanbul’da Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu (SMDK) ile muhalefete katılma anlaşması imzaladı. ENKS’nin koalisyona katılma kararının olası müdahaleden sonra Esad yönetiminin gücünün kırılacağı ve yine bağlı olarak Suriye’de inisiyatifi ele geçirecek olan el Kaideci ve ÖSO’cu çetelerin PYD’yi de etkisizleştireceği hesaplarından bağımsız olmadığı ve geliştirilen bu işbirliğinin arkasında Türkiye ve Barzani yönetiminin olduğu açıktı. Ancak bugün Suriye’ye müdahalenin gündemden düşmesine bağlı olarak, ENKS’ye bağlı partiler arasında koalisyona katılma kararı nedeniyle tartışmalar yaşanıyor.
Kürtlerin Rojava’da yönetimi ele almasından sonra Serêkaniyê’de el Kaideci-ÖSO’cu gruplar ile Kürtler arasında zaman zaman çatışmalar yaşanıyordu. Ancak Esad rejiminin Kuseyr gibi Lübnan ve Ürdün sınırı bakımından stratejik kentleri geri alıp bu grupları geriletmesinden sonra sıkışan el Kaideci-ÖSO’cu gruplar için Rojava’nın önemi giderek arttı. Lübnan-Ürdün sınırından desteğin kesilmesi, bu gruplar için Türkiye sınırının denetimini –ki en son sınırdaki Azaz kasabasında yaşananlar bu konuda birbirileriyle bile çatışmaya girmekten çekinmediklerini gösterdi– ve Türkiye’den aldıkları desteği hayati hale getirdi. AKP Hükümeti, zaten Esad rejimine karşı her türlü desteği verdiği çetelerin Rojava’ya yerleşip Kürtlerle çatışmaya girmesini, PYD-YPG’yi zayıflatma politikasının bir dayanağı olarak kullanmaya çalıştı/çalışıyor. Bu gruplar ile Kürtler arasındaki çatışmalar devam ederken (Temmuz ayında) 70 ÖSO komutanı G.Antep’te bir toplantı yapmıştı. Bu toplantı, bir yandan AKP’nin bu gruplara desteğini bütün açıklığıyla ortaya sererken, öte yandan da yaptıkları açıklamalar, Kürtlerle mücadeleyi öncelikli hedef haline getirdiklerini gösteriyordu. ÖSO’nun Halep Askeri Konsey Başkanı Albay Abdulcabbar el-Akidi “Son günlerde PYD-PKK piyasaya çıktı, onlar da rejimin Şebbihalarıdır (Esad rejimine bağlı özel birlikler -yyk). PKK’ya bundan sonra acıma olmayacak, köklerini kurutacağız” derken, “Fatih Sultan Mehmet Tugayı” Komutanı Mahmut Süleyman da, Kürtlerin Rojava’da geçici yönetim oluşturma girişimi hakkında, “Suriye’nin kuzeyinde bir devlet kuramazlar. İnşallah gelecek haftalarda güzel şeyler duyacaksınız” açıklamasını yapıyordu.
Bu dönemde yaşanan bir başka gelişme de, PYD lideri Salih Müslim’in Rojava’da geçici bir yönetim oluşturacaklarını açıkladıktan sonra Türk Dışişleri Bakanlığı tarafından davet edilmesiydi. El Nusra Cephesi, Irak-Şam İslam Devleti gibi el Kaideci örgütler Suriye ve Rojava’da ele geçirdikleri bölgelerde “İslam emirlikleri” ilan edip dayattıkları kuralları kabul etmeyenlere zulüm ederken sesini çıkarmayan Türkiye egemenleri tarafından Kürtlerin geçici bir yönetim oluşturmasının “kabul edilemez” olduğu yönünde ardı ardına açıklamalar yapılıyordu. Başbakan Başdanışmanı Yalçın Akdoğan PYD’nin bu girişimiyle barış sürecini de provoke ettiğini ve ateşle oynadığını söylerken, Dışişleri Bakanı Davutoğlu da “PKK bir köyde bile hâkim olursa bunu risk unsuru olarak görürüz. Sınırımızda bir terör yapılanmasına izin vermeyiz” diyordu. Başbakan Erdoğan da Müslim’in “uyarılmak” üzere Türkiye’ye çağrıldığını dile getiriyordu. Oysa Türkiye’nin uyarmaktan çok süreçten duyduğu kaygılar nedeniyle Müslim’le görüşmeler yaptığı söylenebilir. Çünkü Türkiye egemenleri el Kaideci-ÖSO’cu gruplara verdikleri desteğe rağmen PYD ile açıktan karşı karşıya gelmek istemiyordu. Böylesi bir karşı karşıya geliş, öncelikle Öcalan’la sürdürülen görüşme sürecini ciddi şekilde tehlikeye atabilirdi. İkincisi, ancak böylesi bir doğrudan görüşme ile Kürtlerin Rojava’da beklenmedik adımlar atmasının önüne geçilebileceği düşünülüyordu. Nedeni ne olursa olsun, bu görüşmelerin PYD için diplomatik bir kazanım olduğu söylenebilir. Ancak,  son günlerde Türkiye’de “çözüm süreci”nde yaşanan tıkanmaya bağlı olarak KCK’nin silahlı güçlerini sınır dışına çekmeyi durduğu açıklamasından sonra Müslim ile görüşmelerin de durması dikkat çekiyor. Bu dönemde PYD lideri Müslim’in Başbakan Erdoğan’ı “Bir yandan bizimle görüşmeler yapacaksın öte yandan da kendi köpeklerini, çakallarını ve tilkilerini üzerimize salacaksın” sözleriyle eleştirmesi AKP’lilerin tepkisini çekmiş ve Yalçın Akdoğan, Müslim’in kendini “kabil-i hitap (kendisiyle konuşulan -yyk) olmaktan çıkarmaya” çalıştığını söylemişti. Gelinen yerde, devletin Öcalan’la yapılan görüşmelere rağmen PYD’nin gücünü kırmak için girişimlerini sürdürmesi ve Rojava’da Kürtlerle savaşan güçlere desteğinin devam etmesi, bu sürecin de belli bir tıkanma noktasına gelmesine yol açmıştır.
Bu süreçte öne çıkan bir diğer önemli güç de Rusya oldu. El Kaideci-ÖSO’cu grupların sivil Kürtlere yönelik saldırılarına tepki gösteren tek ülke olan Rusya’nın Dışişleri Bakanlığı, “Barışçıl Kürt nüfusuna karşı radikallerin saldırısını kararlı bir biçimde kınıyoruz” açıklamasını yaptı. Yine Haziran ayında, içinde PYD lideri Salih Müslim’in yer aldığı Kürt Yüksek Konseyi’nden bir heyet Moskova’da Rusya Dışişleri Bakanlığı yetkilileri ile görüşmüş ve bu görüşmeden sonra Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Kürtler olmadan Cenevre 2 Konferansı’nın yapılamayacağını söylemişti. Bölgesel kamplaşmada Esad rejiminin en önemli destekçisi olan Rusya’nın Kürtlere yönelik bu tutumunun arkasında bölgedeki güç ve konumunu koruma hesabının olduğu açıktır. Rusya, Kürtlerin desteğini kendi cephesine çekmek ya da en azından Rojava’da bugünkü pozisyonlarının devamını sağlayarak Suriye’de rejimin elde ettiği üstünlüğü devam ettirmek istemektedir. Kürtlerin Bölgesel kamplaşmada dengeleri değiştirebilecek önemli bir güç haline geldiği koşullarda bölgede egemenlik hesabı yapan güçlerin Kürtlerle ilişki geliştirmeye çalışmaları anlaşılmaz değildir. Rusya’nın ilişki geliştirmeye yönelik adımları ve yaptığı açıklamalar bu çerçevede değerlendirilebilir. Ancak her koşulda Rusya’nın geliştirdiği politikanın uluslararası arenada Kürtlerin tanınmasını ve Rojava’daki Kürt oluşumuna meşruiyet sağladığı açıktır.

KÜRTLER ARASI ‘BİRLİK’ ARAYIŞI VE ERTELENEN KONGRENİN BÜYÜTTÜĞÜ SORUNLAR…
Kürtlerin bölgesel dengeleri değiştirebilecek önemli bir güç haline gelmesi, Kürtler arası birliğin ve ortak çıkarların tartışılması için bir ulusal konferans/kongre yapılması beklentisini arttırmıştı. Öcalan da çözüm süreci bağlamında önerdiği dört konferanstan birinin (diğerleri Türkiye’deki demokrasi güçleriyle Ankara’da, Kuzey Kürtlerinin katılımıyla Diyarbakır’da ve Avrupa’daki güçlerin katılımıyla Brüksel’de yapılan konferanslardı) Hewler’de dört parçadan Kürtlerin bir araya geldiği bir konferans olmasını önermişti. Ancak bu konferansın/kongrenin (konferansın yapılış sürecindeki tartışmalar sonucunda, konferans yerine bir ulusal kongre yapılması kararı alınmıştı) yapılış süreci, Kürtler arası birlik ve ortak politika geliştirme arayışlarının Kürtlerle sınırlı bir süreç olmadığını; başkaca güçlerin bu süreci ciddi şekilde etkilediğini gözler önüne serdi. Her şey bir tarafa, bu konferansın toplanabilir olması bile, bölgesel güçlerin –sözellikle Türkiye’nin– geliştirdiği politikalarla doğrudan ilişkili olmuştur.
Öncelikle bir Kürt ulusal konferansı toplama tartışması, 2009’a kadar gidiyor. O günlerde ABD, Irak’tan askeri güçlerini çekme kararını almış ve geri çekilme sürecinin sorunsuz olması için girişimlerde bulunmuştu. ABD, askeri güçlerini Irak’tan çekme sürecinde bölgede kendi politikalarının devamını garantiye almak için Türkiye ve Kürdistan Federe Yönetimi arasında ilişki ve işbirliğinin gelişmesini sağlamış ve PKK’nin sorun oluşturan askeri bir güç olmaktan çıkartılması için çeşitli adımların atılmasına ön ayak olmuştu. Tam da bu dönemde Cumhurbaşkanı Gül, Kürt sorunu konusunda “iyi şeyler olacak” açıklamasını yapmış, Oslo’da devlet ve PKK arasında görüşmeler başlamış ve Barzani de Hewler’de bir Kürt konferansı yapma kararını almıştı. ABD ve Türkiye’nin bu konferansa gözlemci olarak katılmak istemeleri ve konferansın amacının “PKK’nin silahsızlandırılması” yönünde bir karar çıkartmak olduğunun ortaya çıkması, bu konferansın belirsiz bir tarihe ertelenmesine neden olmuştu.
2011 Mayıs ayında gelindiğinde ise, Öcalan; devletle yaptıkları görüşmeler sonucu Kürt sorununun çözümü yönünde üç protokol hazırlandığını ve kısa sürede bir ‘barış konseyi’nin kurulmasını beklediğini açıklamıştı. Çözüm yönündeki bu beklenti yeniden Kürt konferansını gündeme getirmiş ve Barzani de 2011 Sonbaharında bu konferansın toplanacağını söylemişti. Fakat 2011 Haziran’ındaki genel seçimlerde Başbakan Erdoğan, hazırlanan protokolleri uygulamaya koymak yerine Öcalan’ın idamı üzerinden siyaset yapmaya başlamış ve ardından Temmuz ayında Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) özerklik ilanı ile aynı gün (14 Temmuz) Silvan’da yaşanan çatışmada 13 askerin ölmesi bu sürecin sona erdirilmesinin gerekçesi yapılmıştı. Oysa AKP’yi süreçten geri döndüren asıl gelişme, yukarıda da değindiğimiz 2011’de emperyalist güçlerin bölgedeki halk hareketlerini yedeklemek için harekete geçmesinin ardından “bölgesel liderlik” hevesiyle içeride ve dışarıda savaşa/müdahaleye dayalı bir politik yönelim içine girmesiydi. Bu gelişmeler, Barzani’nin 2011 Sonbaharında yapılacağını açıkladığı ulusal konferansın yeniden belirsiz bir tarihe ertelenmesine neden olmuştu. Ta ki 2013 Ocak ayında (aslında 2012 Ekim ayında başlatılan) görüşmelerin yapıldığının ortaya çıkmasına kadar.
Son süreç biliniyor. 2013 Newroz’unda Öcalan çatışmasızlık ve PKK’nin silahlı güçlerinin sınır dışına çekilmesi yönünde çağrı yapmıştı. Öcalan, “demokratik siyaset” dönemi olarak adlandırdığı yeni süreçte, Kürt sorununun çözümü yönünde Ankara, Brüksel, Diyarbakır ve Erbil’de olmak üzere dört konferansın yapılmasını da önermişti. İlk üç konferans yapıldmasından ve Diyarbakır’daki Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı’ndan oluşturulan bir heyetin Erbil’de Kürdistan Federe yönetimi ile görüşmesinden sonra, Erbil’de dört parçadan Kürtlerin katılımıyla bir konferansın yapılması yönünde bir karar alındı. Ancak heyetler arasında yapılan tartışmalardan sonra, kalıcı kurulların seçilmesi ve uluslararası alanda temsiliyet yönünde adımlar atılması için konferans yerine bir ulusal kongrenin toplanması kararı verildi.
Kongre kararının ardından, Kürdistan Federe Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani soluğu Ankara’da almış, Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile görüşmüştü. Görüşmede başlatılan “çözüm süreci”ni desteklediklerini söyleyen Barzani,  Türkiye’nin kaygılarının giderilmesi için Kürt kongresine bir Taürk heyetinin gözlemci statüsünde katılması davetini de yapmıştı. MİT’e kongreyi takip talimatını veren Başbakan Erdoğan’sa, Kürdistan Federe Yönetimini “istenmeyen kararlar alınırsa ilişkiler kötüye gider” sözleriyle uyarmıştı. İşte böylesi koşullarda, önce Ağustos sonunda, sonra 15 Eylül’de toplanacağı açıklanan kongre, Kürdistan Federe Bölgesi’ndeki seçimler gerekçe gösterilerek, bir kez daha 25 Kasım tarihine ertelendi. Daha önce de kongrenin tarihi kararlaştırılırken bu seçimlerin yapılacağı belli olduğuna göre, söz konusu gerekçenin ertelemenin asıl nedeni olmadığı açıktır.
Evet, Federal Kürdistan Bölgesi’nde başta 21 Eylül’de yapılan seçimlerden KDP’den sonra ikinci parti olarak çıkan Goran hareketi başta olmak üzere bazı siyasi çevreler Barzani’nin seçimler öncesinde yapılacak olan kongreyi siyasi şov haline getirmesi kaygısını taşıdıkları için kongrenin ertelenmesini istemişlerdi. Ama bu istem görmezden gelinmişti. Kongrenin ertelenmesinin asıl nedeni, Türkiye ve İran’ın başını çektiği güçlerin engellemeleri ve Öcalan çizgisi (KCK) ile Barzani çizgisi (KDP) arasında uzun bir süredir devam eden ve çözümü öyle kolay görünmeyen anlaşmazlıklardı. AKP zaten kaygılarını açıktan ifade ediyordu. Başta Rojava’da Kürtlerin özerkliğinin tanınması olmak üzere, KCK çizgisini güçlendirecek ve hem görüşme süreci bakımından, hem de bölge politikası bakımından kendisini zora sokacak kararların alınmasını engellemeye çalışıyordu. İran da Kürdistan’ın diğer parçaları gibi kendi sınırları içindeki topraklarda statü talepli bir mücadele kararının alınması kaygısını taşıyordu. Söz konusu güçlerin –Türkiye ve İran’ın– kaygıları ve müdahaleleri kongrede delegelik meselesini oldukça önemli hale getirdi. Önceleri Kuzey Kürdistan’a (Türkiye) en fazla delegeliğin verilmesi konusunda anlaşma olmasına rağmen, delegeliğin önem kazanmasından sonra Barzani, KCK çizgisinin etkisini sınırlamak için Kuzey parçasıyla eşit delegelik talebini gündeme getirdi. Ötesinde Rojava’da PYD’nin sınırlı temsil edilmesi dayatması yapılarak, Güney Kürdistan’daki PÇDK’ninse (PKK çizgisindeki Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi) kongreye katılması engellenmeye çalışıldı.
Kongrenin ertelenmesinin nedenlerinden biri de, ABD’nin Suriye’ye olası müdahalesinin gündemde olmasıydı. Gerek Barzani ve gerekse Rojava’da onunla aynı çizgideki partiler, bu müdahalenin sonuçlarına göre tutumlarını belirlemek istiyorlardı. Çünkü bu müdahalenin PYD’nin de etkisini kırabileceği beklentisini taşıyorlardı. Öte yandan, belirttiğimiz gibi, Federe Kürdistan’da PKK çizgisindeki PÇDK’nin varlığı ve bu partinin seçimlere girecek olması, Barzani’yi rahatsız ediyordu. Diğer bir rahatsızlık konusu da, KCK ile Güney Kürdistan’ın en önemli muhalefet gücü olan Goran hareketi arasındaki ilişkilerdi. Aslında bütün bu sorunlar bir temel soruna; Barzani ve Öcalan çizgisi arasındaki politik çatışmaya bağlanıyordu. Bu iki güç arasında 90’lı yılların başında yaşanan çatışmalar bir tarafa, Öcalan’ın 1999’da Türkiye’ye teslim edilmesini, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanlarından Aytaç Yalman bile, Öcalan’ın Irak’a ABD müdahalesinden sonra Barzani ve Talabani’ye rakip olmasının önüne geçilmesi amacı ile açıklıyordu. Nihayetinde Barzani, bütün Kürtlerin lideri olma iddiasına uygun olarak ve bu amaçla KCK/PKK çizgisini sıkıştıracak kararların alındığı, öte taraftan Türkiye ile ekonomik-siyasi ilişkilerinin sorunsuz bir şekilde devamını sağlayacak ve yine Rojava’da kendi çizgisindeki siyasetlere güç katacak bir kongre istemektedir. KCK çizgisi de kongrede Öcalan’ın liderliğini pekiştirecek ve üçüncü çizgi olarak adlandırdıkları Kürtleri bölgesel kamplaşmanın dışında tutma ve bu temelde bütün parçalarda siyasi statü mücadelesini geliştirmeye yönelik kararların alınmasını istiyordu. Bütün bunlar üzerinden söylemek gerekirse, coğrafyası yüz yıl önce dörde bölünen bir halk olarak Kürtlerin bugün bölgesel kamplaşmaya bağlı olarak elde ettikleri olanakları kullanarak yaşadıkları topraklarda kendi geleceklerini belirleme yönünde politikalar geliştirmeleri bakımından ulusal kongre tarihi bir önem taşımaktadır. Bu kongre, Kürtlerin Cenevre 2 başta olmak üzere uluslararası platformlarda temsil edilmesinin önünün açılması yönünden de oldukça önemlidir. Ancak kongrenin bu önemi, Türkiye ve İran başta olmak üzere dış güçlerin müdahalesi ve Kürtlerin iki önemli hareketi arasındaki sorunlar nedeniyle hem kongrenin toplanıp toplanamayacağının giderek daha belirsiz bir hale gelmesini ve bunun da ötesinde, kongre toplansa bile, Kürtlerin birliği ve ortak politikalar geliştirmeleri yönünde kararlar almasının hiç de kolay olmayacağı gerçeğini değiştirmemektedir.

“BİLEŞİK KAPLAR” TEORİSİ VE ÇÖZÜM SÜRECİNİN AÇMAZLARI
Kimyadaki bileşik kaplar teorisinin aynı zeminde birleşen farklı kaplardaki farklı yoğunluktaki sıvıların birbirine etkisi gibi, bölgedeki her gelişme, Kürt sorununu ve Kürt sorunu ile ilgili her gelişme, bölgesel dengeleri etkilemektedir. Kürtlerin tutumu, Suriye üzerinden sürdürülen bölgesel kamplaşma/çatışmayı; Suriye’deki savaş, Rojava’nın geleceğini; çözüm süreci, ulusal kongrenin yapılıp yapılamayacağını; Rojava’nın durumu,  çözüm sürecinin ne olacağını ve dolayısıyla bütün bu gelişmeler birbirini etkilemektedir. Öcalan’ın çatışmasızlık ve geri çekilme sürecini ilan ettiği Newroz mesajından sonra nasıl çözüm yönünde ciddi bir beklenti ortaya çıktıysa, bugün KCK’nin geri çekilme sürecini durdurduğu açıklaması da kaygıları ve çözüm sürecinin geleceğine dair soru işaretlerini arttırmıştır. Çözüm sürecinin yazımız boyunca dile getirdiğimiz sorun ve belirsizliklerle iç içe geçmiş olması, bir taraftan bu sürecin ne olacağı sorusunun cevabını belirsizleştirirken, öte taraftan da tarafların süreci lehlerine çevirmeye yönelik girişimlerinin devam etmesine neden olmaktadır. Gelinen yerde, KCK’nin çatışmasızlık ilanı ve geri çekilmeyi başlatmasından sonra, devletin çözüme yönelik adımlar atmak yerine sürdürdüğü çok yönlü müdahalelerle Kürt hareketini etkisizleştirme ve onu kendi dayattığı “çözüm”e mahkûm etme arayışına bağlı olarak zaman kazanmaya yönelik oyalayıcı tutumu, geri çekilme sürecinin durmasına yol açmış bulunmaktadır. Elbette geri çekilmenin durdurulması, sürecin bittiği anlamına gelmemektedir; ancak bu karar, çözümün önündeki engelleri ve AKP’nin demokratik çözüme mesafesini göstermesi bakımından önemlidir.
Aslında daha Öcalan Newroz mesajında çatışmasızlık ve geri çekilme kararını yeni açıklamışken, sürecin öyle sorunsuz ilerlemeyeceği görülmüştü. Öcalan, geri çekilmenin Haziran ayına kadar bitirilebileceğini, ama bunun için Meclis’ten bir yasa çıkartılması gerektiğini söylemişti. AKP Hükümeti, geri çekilme sürecinde PKK ile bir pazarlık olmadığı yönünde açıklamalar yaparak, geri çekilme yasası çıkarmayı reddetti. Öte taraftan, bu adımın atılmamasına rağmen geri çekilme başlamışken, bu sefer Kürdistan coğrafyasının başta sınır bölgeleri olmak üzere güvenlik bakımından stratejik öneme sahip yerlerine kalekollar yapılmaya başlandı. Lice’de karakol yapımını protesto eden halka açılan ateş sonucu Medeni Yıldırım adlı genç yaşamını yitirdi. AKP’nin bu tutumu, PKK’de bir güvensizlik yarattığı için önce geri çekilme süreci yavaşlatıldı ve sorunun çözümü yönünde benimsenen “merdiven stratejisi”ne göre ikinci aşamada (ilk aşama: çatışmasızlık ve geri çekilme) devletin atması gereken adımların atılmaması nedeniyle geri çekilme durduruldu.
Bu süreci etkileyen bir diğer önemli gelişme de, Türkiye’de Gezi olaylarıyla başlayan Haziran Direnişi oldu. Kürt Hareketi ilk başlarda bu eylemlerin Ergenekoncu-ulusalcı çevreler tarafından barış sürecini baltalamaya yönelik kullanılacağı kaygısıyla hareketten uzak durmuş olsa da, başta Öcalan ve KCK olmak üzere yapılan açıklamalar bu hareketin demokrasi ve özgürlük talepli bir hareket olduğu ve desteklenmesi gerektiği yönünde oldu. Gezi Direnişi’nin ilk günlerinde önemli bir rol oynayan Sırrı Süreyya Önder’in bu rolü nedeniyle Öcalan’la görüşen BDP heyetinden çıkartılması, AKP’nin Kürt Hareketinin Haziran direnişine destek vermesinden duyduğu rahatsızlığın en açık ifadesi oldu. Özellikle Medeni Yıldırım’ın öldürülmesinden sonra İstanbul ve birçok kentte yapılan eylemler, Kürt hareketinin tabanı ile Haziran Direnişi’ne katılan kesimler arasındaki mesafenin (kaygı ve önyargıların) kırılmasında önemli oldu. 2007 genel seçimlerinde Kürt siyasetçilerin yaptıkları açıklamalar üzerinden Batı’daki Kürt seçmenlerin AKP’den beklenti içine girmesinin aksine, Kürt hareketinin 2014’teki yerel seçimlere Batı’da HDP (Halkların Demokratik Partisi) ile seçime girme kararı da, AKP’ye karşı demokrasi güçleriyle birleşme yönelimini gösteren diğer bir adım oldu.
Öcalan’ın BDP heyetiyle (Eşbaşkan Selahahttin Demirtaş ve Eşbaşkan yardımcısı Pervin Buldan’la) yaptığı onuncu görüşmede, süreçteki tıkanıklığın aşılması için “görüşme” sürecinin “müzakere” sürecine evrilmesi gerektiğini belirtmesine ve bunun için kendi konumunun değiştirilmesini talep etmesine rağmen, bu konuda AKP Hükümeti tarafından hiçbir adım atılmamaktadır. Öcalan, farklı toplum kesimlerinin sürece katılması için avukatları, gazeteciler, akil insanlar gibi farklı toplum kesimlerinden heyetler ile görüşmek istemekte, ancak Adalet Bakanı bu talebi herhangi bir mahkûmun talebi gibi gösterip yasal engelleri öne sürmektedir. Zaten süreci tıkanma noktasına getiren de, AKP’nin sürecin en başından bu yana süren dayatmacı, üstenci yaklaşımı (geri çekilme için yasa çıkarmayarak, Öcalan ile ne zaman görüşme yapılacağına ve heyette kimin olacağına kendisi karar vererek, Öcalan’ın koşullarının değiştirilmesi talebini görmezden gelerek ve demokratikleşme paketi meselesinde içeriğinin belirlenmesinde Kürt hareketini taleplerini görmezden gelerek) olmuştur.
Daha önce belirttiğimiz gibi, Rojava’nın durumu, bu sürecin ilerlemesinin önündeki en önemli engellerden biri durumundadır. Öcalan, kendisiyle Ağustos ayında yapılan görüşmede, başta Rojava olmak üzere –ki o günlerde devlet PYD lideri Salih Müslim ile de görüşüyordu– bölgede rol oynayabilmesi için artık konumunun “araçsal” değil “stratejik” olarak ele alınması gerektiğini söylemişti. Devlet cephesinin görüşme sürecindeki en önemli isimlerinden Başbakan Başdanışmanı Yalçın Akdoğan, bu açıklamadan duyulan rahatsızlığı “PYD üzerinden stratejik rol tahayyülü” başlıklı yazısında, “Öcalan Suriye’deki gelişmeler üzerinden kendisine bölgesel bir aktörlük ve rol üretmeye çalışıyor (… ) PKK üzerinden ulaşmaya çalıştığı araçsal rolü, PYD üzerinden stratejik role çıkarmaya çalışıyor” sözleriyle dile getirmişti. Akdoğan, PYD/Rojava’nın sürece etkisini de kendi cephesinden şöyle açıklıyor: “PYD’nin Suriye’de yaşanan kaosu fırsat bilerek yakın zamanda bir statü elde edeceği tahayyülü, Türkiye’deki demokratik reformları küçümseyen bir tatminsizlik ve şımarıklık üretiyor.” Akdoğan’ın bu sözleri, AKP’nin Rojava’da PYD’nin etkisinden ve olası özerklik ilanından rahatsızlığını da bütün açıklığıyla gözler önüne sermektedir. Akdoğan, Rojava’da “statü tahayyülü”nün –ki bir buçuk yıldır Rojava’da yönetimi elinde bulunduran Kürtler için statüyü bir tahayyül olarak nitelendirmek, hem tahammülsüzlüğün, hem de bu statüyü engellemek için her türlü arayışın devam edeceğinin itirafıdır– Kürtlerde tatminsizlik yarattığını söylerken, aslında Rojava’daki statünün Kürt hareketine kendi dayatacakları çözümünün kabulünü zorlaştıracağını söylemektedir. Öte taraftan, Akdoğan’ın söylemi, AKP’nin derdinin, Kürtlerin demokratik taleplerini kabul etmek değil; Kürtleri kendi dayatacakları çözüme razı etmek olduğunu da göstermektedir. Ve Rojava’da Kürtlerin statü sahibi olması, bu çözümü olanaksızlaştırmaktadır. Öcalan’ın Rojava’da rol üstlenmek istemesi de –ki PYD zaten Öcalan’ı ideolojik önderi olarak kabul etmektedir–, AKP’nin bundan rahatsızlık duyması da, Rojava’nın süreçteki öneminin anlaşılması için yeterince açıklayıcıdır.
AKP’nin süreci bir müzakere sürecine ilerletmek istememesinin önemli göstergelerinden biri de, “demokratikleşme paketi” konusundaki tutumu olmuştur. AKP kurmayları, “akil insanlar” heyetlerinin hazırladıkları raporların kendileri için demokratikleşme konusunda yol gösterici olacağını açıklamalarına rağmen, bu raporlarda halkın öncelikli talepleri olarak yer alan “anadilde eğitim hakkının tanınması”, “TMK’nın kaldırılması”, “siyasi bir genel af ilan edilmesi” ve “yüzde on seçim barajının kaldırılması” gibi taleplerin AKP’nin “demokratikleşme paketi”nde yer almayacağı bizzat Başbakan Erdoğan tarafından açıklanmıştır. Halkın talep ve beklentilerini karşılamaktan uzak olduğu için içeriği saklanıp açıklanması sürekli ertelenen bu paket, üstelik sürecin muhatabı durumunda olan ne Öcalan’la ne de BDP ile paylaşılmayarak, üstenci, dayatmacı yaklaşım bu konuda da devam ettirilmiştir. AKP, bir yandan, “anayasa referandumu” sürecinde olduğu gibi; bazı yer adlarının değiştirilmesi ve Türkiye’nin Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na koyduğu bazı çekinceleri kaldırıp Kürt halkı ve demokrasi güçlerinde beklenti yaratarak ya da en azından sürecin kopma noktasına gelmesini engelleyerek, yerel seçimler sürecinde çözümü rölantiye almaya çalışmaktadır. Öte yandan, yeni anayasada, CHP ve MHP ile “tekçilik”te (anayasanın üçüncü maddesi; tek dil, tek vatan, tek bayrak) anlaşarak, milliyetçi kesimleri yedeklemeye yönelik bir politika izlemektedir. Sonuç olarak, AKP’nin güven vermekten uzak ve zaman kazanmaya yönelik bu oyalayıcı tutumu, “çözüm süreci”ni bölgedeki her türlü gelişmenin etkisine açık, geleceği belirsiz bir süreç haline getirmektedir.

SONSÖZ: SÜRECİ HALKLARIN MÜCADELESİ BELİRLEYECEK
Peki, yukarıda çeşitli boyutlarıyla ele alınan gelişmelerin halklar için anlamı nedir?
Öncelikle Öcalan ile devlet heyetleri arasındaki görüşmeler başladığında ulusalcı-milliyetçi çevreler (ülkenin bölündüğünü söyleyen MHP’sinden Suriye’de Esad rejimine karşı ittifak yapıldığını söyleyen TKP’sine kadar) AKP ile Kürt hareketinin anlaşıp işbirliği halinde olduklarını söylüyorlardı. Oysa, geri çekilme sürecinin durdurulmuş olması ve AKP’nin Kürt halkının demokratik istemlerini karşılayacak demokratik adımları bir türlü atmaması, bunların da ötesinde, Rojava’da Kürtlere karşı sürdürülen çok yönlü saldırılar, ortada olmuş bitmiş bir pazarlığın olmadığını gösteriyor. AKP, bir yandan Rojava’da Kürtlerin kendi geleceklerini belirlemesinin önüne geçmeye çalışırken, öte yandan bu süreçle de bağlantılı olarak, ülkede Kürt hareketine sınırlarını kendisinin belirlediği ve gerçek bir demokratikleşmeye dayalı olmayan bir çözümü dayatmaya çalışıyor. Yani, ortada olmuş bitmiş bir pazarlık/anlaşma bulunmuyor. O yüzden, her milliyetten işçi ve emekçilerin devrimci partisi, Kürt sorununun çözüm sürecini, ülkede gerçek bir demokratikleşme, halklar arası eşitlik ve kalıcı barış için bir mücadele süreci olarak tarif etmiştir.
Bugün her milliyetten işçi ve emekçiler, ezilen tüm halk kesimlerinin önünde iki yol bulunmaktadır: Ya AKP’nin Suriye ve Rojava’ya müdahale politikalarına ve demokratikleşme adına kendi egemenliğini pekiştirmeye yönelik hamleler yapmasına seyirci kalınacak; ya da ülkede ve bölgede barış için; Kürt sorununun tam hak eşitliğine dayalı kalıcı çözümü ve ülkede gerçek bir demokratikleşme için mücadelede güçlerini birleştirecekler. İlk yol, ülkenin bölgedeki savaş batağına hızla çekilmesi ve dahası ülkede çatışmalı sürece geri dönülmesi tehlikesinin yanı sıra her türlü demokratik hak ve özgürlüğün ortadan kaldırıldığı baskıcı bir rejime razı olmak anlamına gelmektedir. Öyleyse tutulacak yol bellidir: Ülkede ve bölgede gericiliğin hesaplarının tutup tutmaması, halk güçlerinin bu yolda güçlerini ne kadar birleştirebilip mücadeleyi ne kadar ilerleteceği belirleyecektir.

Irak Geleceğini Arıyor!

GİRİŞ:  IRAK, ON YIL SONRA YOL AYRIMINDA
Irak, ABD’nin başını çektiği emperyalist koalisyonun müdahale ve işgaliyle Saddam rejiminin devrilmesinden on yıl sonra yeni bir yol ayrımına gelmiş bulunuyor. Aradan geçen on yıla rağmen Şii ve Sünni Araplar ile Kürtlerin kendi aralarındaki sorunları giderememesi ve daha da ötesinde başta petrol olmak üzere paylaşım sorunlarının yanı sıra Suriye üzerinden yaşanan bölgesel kamplaşmada bu güçlerin karşı karşıya gelmesi, Irak’ın geleceğini belirsizliğe sürüklüyor. Kerkük’ün statüsü/geleceği ve yetki paylaşımı üzerinden Irak merkezi hükümeti (Maliki Hükümeti) ile Kürdistan Federe Yönetimi arasındaki anlaşmazlığın Kerkük’e her iki hükümetin askeri güç göndermesiyle çatışma noktasına varması, bu iki hükümet arasındaki ilişkilerde denge unsuru olan Cumhurbaşkanı Talabani’nin sağlık durumunun belirsizliğini koruması, Türkiye’ye sığınan Irak eski Cumhurbaşkanı Yardımcısı –Sünni– Tarık Haşimi’nin Irak’taki terör olaylarından sorumlu tutularak idama mahkûm edilmesinden sonra uzun bir süredir sessizliğini koruyan Sünnilerin tekrar harekete geçmesi gibi gelişmeler, Irak’ta olası çatışma ve ayrışmaları gündeme getirmektedir. Bu gerilim ve kamplaşmalar üzerinden bağımsız Kürt devleti olasılığı ilk kez bu kadar açıktan tartışılmaya başlanmış ve Türkiye, Maliki ile çelişkisi ve Barzani’yle yakın siyasi ve ticari ilişkileri üzerinden, ilk kez, bağımsız bir Kürt devletini bugün için ister olmamakla birlikte, kendisi için bir tehdit olarak görmeme noktasına gelmiştir.
Bugün Irak’ta olası gelişmeleri doğru anlamak için son on yılda olanları kısaca hatırlamak ve gelinen yerde Irak’taki toplumsal-siyasal güçlerin bölgesel kamplaşmanın neresinde durduklarına bakmak gerekmektedir.

GOP VE ABD MÜDAHALESİ SONRASI IRAK
Dünyadaki petrol rezervlerinin yüzde 65’ini ve doğalgaz rezervlerinin yüzde 41’ini bulunduran bölge (Ortadoğu), yüz yılı aşkın bir süredir emperyalist güçlerin öncelikli mücadele ve müdahale alanlarından biri konumunda bulunuyor. 2001 11 Eylül’ünde El Kaide tarafından gerçekleştirilen terör eylemleri, ABD’nin “terörle mücadele” ve “güvenlik” söylemi eşliğinde bölgeye kendi politik çıkarları üzerinden müdahale etme amacına dayanan “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi”ni (GOP) gündeme getirmesinin önünü açmıştı. Bu projeyi gerçekleştirmeye yönelik müdahaleler, “önleyici savaş stratejisi” adı altında ve ABD’nin tehdit olarak belirlenen ülkelere müdahale hakkı olduğu savunusu üzerinden başlatıldı. Bilindiği gibi, ilk hedef, El Kaide’nin merkezi olan Afganistan’dı. Ardından ABD tarafından GOP’u uygulamanın merkez ülkesi olarak belirlenen ve zaten 1990-91’deki Körfez Savaşı’ndan beri ABD ile çatışma halinde olan Irak’a yönelik müdahaleye ortam hazırlandı. Saddam’ın El Kaide’yi desteklediği ve kitle imha silahlarına sahip olduğu iddiaları üzerinden Mart 2003’te Irak’a müdahale başlatıldı ve aynı yıl içerisinde Irak ordusu yenilgiye uğratıldı.
Saddam sonrası Irak’ta, kendi aralarında farklı fraksiyonlara bölünmüş olsalar da, üç önemli siyasi güç odağı ortaya çıktı; nüfusun büyük bölümünü oluşturan Şiiler (yüzde 60-65), Sünni Araplar (yüzde 12-15) ve Kürtler (yüzde 18-20). ABD müdahalesi sonrasında yıllardır ulusal hakları için mücadele eden Kürtler, oluşan uygun koşulları değerlendirerek, Irak’ın kuzeyinde Kürdistan Federe Yönetimi’ni oluşturdular. Ama merkezi yönetimin Şiiler, Sünniler ve Kürtler arasında bölüştürülmesine rağmen Irak’ta istikrar bir türlü sağlanmadı. Irak’ta rejim değişikliğinin domino etkisi yaratarak diğer ülkelere sıçraması beklentisi içindeki Bush yönetiminin bu beklentisi de gerçekleşmedi. Katliam ve işkencelerin yarattığı tepki, süren istikrarsızlık ve çatışmalar Irak’ta savaş batağına saplanan Bush yönetiminin diğer ülkelere müdahale hesaplarını boşa düşürdü. ABD, kendi çıkarlarını koruyacak şekilde Irak’tan nasıl çekilebileceğini tartışmaya başladı. Çekilme sürecine yönelik yol haritası Bush yönetiminin 2006’da ‘Irak Çalışma Grubu’na hazırlattığı rapor (Baker-Hamilton Raporu) ile oluşturuldu. Rapor, Irak’ta istikrarın sağlanması için ABD’nin Irak’tan çekilme sürecine dair bir takvimi dünyaya duyurmasını, Irak’ın üç özerk bölgeye (Şii, Sünni ve Kürt) bölünmesi yeni sorunlar doğuracağı için bunun önüne geçilmesi amacıyla İran, Suriye gibi bölge ülkeleriyle diplomatik ilişkilerin geliştirilmesini ve Kerkük’te 2007’de yapılması öngörülen referandumun ertelenmesini öneriyordu. Bu rapor, aynı zamanda, Türkiye’yi, ABD işgali sonrasında oluşacak boşluğu doldurabilecek önemli bir bölgesel aktör olarak değerlendiriyor, PKK’nin Irak’taki varlığı konusunda Türkiye’nin hassasiyetlerinin gözetilmesi gerektiğine dikkat çekiyordu.

BÖLGESEL AKTÖRLER VE IRAK’TA İKTİDAR MÜCADELESİ
Bilindiği gibi, 2003 1 Mart tezkeresinin Meclis’ten geçirilememesi, ABD’nin Türkiye üzerinden Irak’a cephe açma planını bozmuş, bu durum ABD-Türkiye ilişkilerinin tarihinin en gerilimli dönemlerinden birini yaşamasına yol açmıştı. ABD Süleymaniye’de Türk askerlerinin başına çuval geçirmiş, Türkiye’nin Irak sınırları içindeki PKK kamplarına hava ve kara operasyonları yapmasının önüne geçmişti. Yine Türkiye’nin müdahalenin dışında kalması, Kürtlerin Irak’taki pozisyonunu daha önemli hale getirmiş ve Kürtler, Türkiye’nin “kırmızı çizgi” olarak görüp karşı çıkmasına rağmen federe yönetim oluşturarak, geleceklerini belirleme yönünde önemli bir adım atmıştı. İşte Baker-Hamilton Raporu, ABD’nin Kürtler ve Türkiye arasındaki ilişkilerde yeniden Türkiye’yi gözeten bir denge oluşturmasını (bu denge üzerinden Türkiye ve Kürdistan Federe Yönetimi’nin ABD’nin politik çıkarları ekseninde bir araya getirilmesini) ve Türkiye’ye yeni bölgesel roller verilmesini istiyordu. Bu temelde Türkiye’nin zayıf karnı olan Kürt meselesinde “PKK’nin bölgede istikrarsızlık yaratabilecek silahlı bir güç olmaktan çıkartılması” için ABD-Türkiye ve Kürdistan Federe Yönetimi arasında ortak çalışmalar yapılması öneriliyor ve yine Türkiye’nin referandum olması halinde Kürdistan bölgesine katılacağı kesin olan Kerkük’teki referandumun ertelenmesi beklentisi yönünde politika belirlenmesi gerektiği belirtiliyordu. İşte raporda da vurgulanan Türkiye ile politik ilişkilerin yeni dönemdeki ihtiyaçlara uygun olarak geliştirilmesinin en önemli adımı 2007 Kasım’ında yapılan Bush-Erdoğan görüşmesinde atıldı. ABD, Türk ordusunun Irak Federe Bölgesi’ndeki PKK kamplarına hava ve kara operasyonları yapmasına ‘olur’ verdi. Ama öte yandan da PKK’ye karşı ortak önlemler alma üzerinden Türkiye egemenlerinin ‘kırmızı çizgi’ olarak belirlediği ve “görüşmeyiz” dedikleri Kürt Federe Bölgesi Yönetimi ile doğrudan görüşmelerin önü açıldı. Aslında PKK’ye karşı yapılan operasyonların askeri anlamda bir işe yaramadığını dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt bile itiraf etmiş; ama bu operasyonlar ABD’nin Türkiye’yi kendi çıkarlarına hizmet edecek bir çizgiye çekmesini sağlayan politik operasyonlar olarak önem kazanmıştı. O güne kadar ABD’ye mesafeli gözüken Genelkurmay bile, yeni dönemdeki ilişkileri “mükemmel” olarak değerlendirmiş, böylece Türkiye egemenleri, ABD’nin kendilerine yeni dönemde biçtiği ve “bölgenin lider ülkesi” söyleminin arkasına saklanılan ‘bölgesel taşeronluk’ rolüne hazır hale getirilmişti.
ABD’nin, Irak üzerinden, başta İran olmak üzere, diğer bölge ülkelerine müdahaleyi yayma/genişletme hesabının tutmamasının en önemli sonuçlarından biri de, İran’ın Irak üzerindeki ve dolayısıyla bölgedeki güç ve etkisini arttırması oldu. ABD’nin İran’a karşı müdahale üssü haline getirmeye çalıştığı Irak, İran’ın etkisindeki Şii siyasi odakların egemen olduğu bir ülke haline geldi. Irak’ta bütün Şiilerin dini lideri olarak kabul edilen Büyük Ayetullah Ali Sistani, Nuri El Maliki’nin (önceli İbrahim El Caferi’ydi) Dava partisi, El Hakim’in Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi, Sadr grubu gibi farklı çizgide duran Şii siyasi odaklar İran’ın girişimleriyle bir araya getirildi. ABD’nin Irak’tan çekilmesinin hemen öncesinde (2010’da) yapılan seçimler ve ardından hükümet kurma sürecinde yaşanan gelişmeler, Irak’ta oluşan yeni dengelerin görünür olmasını sağlamıştı. Bu seçimlerde, ABD’nin, 2003’teki işgali sonrasında, ABD’den getirterek başbakan yaptığı İyad Allawi’nin etrafında toplanan Sünni blok (El Irakiye), 325 üyeli parlamento için 91 sandalye kazanmıştı. Allawi’nin bu “başarı”sının arkasında, ABD’nin yanı sıra Irak siyasetine Sünniler üzerinden müdahale etmeye çalışan Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan da vardı. Allawi’nin seçimlerden hemen sonra İran’ı hedef alarak yaptığı “komşuların Irak’ın içişlerine karışmaması gerektiği” açıklaması, aynı zamanda onun durduğu yeri gösteriyordu. Seçimlerde Allawi’nin hemen ardından şimdiki Başbakan Maliki, 89 sandalye ile ikinci oldu. Maliki’nin listesinin ardından üçüncü ve dördüncü olarak, radikal Şii gruplar, El Hakim ve Sadr yer aldı. 2005 seçimlerinde 75 sandalye alan Kürt ittifakı ise, bu seçimlerde güç kaybederek 57 sandalye alabilmişti. İran, ABD ve Türkiye’nin Allawi (Sünniler) üzerinden Irak siyasetini belirleme girişimlerine karşı aralarında anlaşmazlıklar olmasına rağmen Şii grupları bir araya getirdi. Ötesinde, Şiiler, Kürtlerle de ittifak yaparak, ABD ve Türkiye’nin en azından Allawi’nin cumhurbaşkanı olması girişimlerine karşı Talabani’nin bu görevini sürdürmesinin yolunu açtı. Sünni blok ise, ancak Meclis Başkanlığı (Usame Nuceyfi) ile Cumhurbaşkanı Yardımcılığını (Tarık el Haşimi) alabildi.
Irak’ta 2010 Seçimleri sonrasında kurulan hükümet üzerinden oluşturulan dengeler, özellikle Şiileri hedef alan saldırıların devam etmesine, yine statüsü belirsizliğini sürdüren Kerkük’te patlayan bombalara ve petrol gelirlerinin paylaşımı konusunda Irak merkezi ve Kürdistan Federe yönetimi arasındaki anlaşmazlıklara rağmen devam etti. Ancak Suriye üzerinden yaşanan bölgesel kamplaşma ve çatışmaların Irak’taki siyasi odakları karşıt kamplara bölmesi, bu göreceli denge durumunu ortadan kaldırdı ve Irak’taki siyasi güç odaklarını çatışma noktasına getirdi. Suriye’deki çatışmaların Irak’taki siyasi dengeleri doğrudan etkilemesi, aslında bu dengelerin nasıl bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu da gösterdi.
Başbakan Nuri El Maliki, Suriye’de yaşanan çatışmalar konusundaki tavrını, Suriye’ye müdahaleyi savaş nedeni sayan İran gibi, en başından ortaya koydu. Maliki, Suriye’de muhalefeti askeri ve parasal olarak destekleyen ülkelerin Suriye halkının dostu değil düşmanı olduklarını söylemiş ve özellikle Türkiye’yi de hedef alarak, bu ülkelerin de Suriye’de yaşanan çatışmaların benzerini yaşamaktan kendilerini kurtaramayacakları uyarısını yapmıştı. Böylece, kendisi de uzun yıllar Suriye’de kalmış bir siyasetçi olarak, Suriye üzerinden yaşanan bölgesel kamplaşmada, Irak merkezi hükümetinin, ABD’nin hedefi konumunda bulunan ancak arkasında Rusya ve Çin’in yer aldığı ‘Şii hilali’nin (İran, Suriye ve Lübnan Hizbullahı) içinde yer aldığını ortaya koymuştu. Maliki, bu dönemde, özellikle Katar ve Suudi Arabistan’ı yanına alarak Suriye’ye müdahalenin öncülüğünü yapan Türkiye (AKP Hükümeti) ile sık sık karşı karşıya geldi. En başından beri Irak siyasetine Sünniler üzerinden müdahale etmeye çalışan Türkiye’yi içişlerine karışmaması konusunda uyarmış, hatta AKP Hükümeti’ni, Türkiye’de de farklı etnik ne dinsel (mezhepsel) kesimler olduğunu söyleyerek, tehdit etmişti. Maliki’nin bu dönem attığı bir diğer adım da, Irak’ta özellikle Şiileri hedef alan terör olaylarından sorumlu tuttuğu ve Türkiye-Katar-Suudi Arabistan’la yakın ilişkileri bulunan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El Haşimi hakkında yakalama kararı çıkarması oldu.
Tarık El Haşimi, Sünni blok içinde Katar, S. Arabistan ve Türkiye ile en yakın ilişkilere sahip olan liderdi. Maliki, bu ülkelerin Haşimi üzerinden Irak rejimini istikrarsızlaştırmaya çalıştıklarını iddia ediyor ki, bu iddianın temelsiz olduğu söylenemez.
Saddam’ın eski istihbaratçılarını “koruma” olarak kullanan Haşimi’nin “ölüm timleri”ne sahip olduğu çeşitli çevreler tarafından dillendiriliyor (burada dün Saddam’a karşı olanların bugün Saddam’dan arta kalanları kullanmaya çalışmasını Irak’ın on yılda geldiği yeri göstermesi bakımından dikkat çekici bir olgu olarak hatırlatmış olalım). Haşimi ve korumaları hakkında dava açan mahkeme, onları 150’yi aşkın silahlı-bombalı eylemden sorumlu tutuyor. Haşimi’nin gıyabında yapılan yargılamada geçtiğimiz yılın sonlarına doğru kararını açıklayan mahkeme, Haşimi hakkında idam kararını vermişti. Bu mahkemenin ne kadar hukuka uygun yargılama yaptığı tartışılabilir, ancak yine de kararı oy birliği ile veren mahkemenin 8 üyesinin 3’ünün Sünni Arap, 2’sinin Kürt ve 3’ünün de Şii Arap olduğunu belirtmek gerekiyor. Haşimi, hakkında tutuklama kararının çıkartılmasından sonra, önce Kürdistan bölgesinde Barzani’ye sığınmış, ardından Suudi Arabistan ve Katar’a geçtikten sonra Türkiye’ye gelmişti. En yakın destekçileri Katar ve S. Arabistan’ın bile himaye etmeye korktukları Haşimi’ye AKP Hükümeti kol kanat germiş; Haşimi’nin yakalanması için interpol tarafından kırmızı bülten yayımlanmasının ardından Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ “Türkiye olarak başından beri desteğimizi verdiğimiz birini iade etmeyiz” açıklamasını yapmıştı. Irak’ı istikrarsızlaştırmaya yönelik terör eylemlerinden sorumlu tutulan Haşimi’nin himaye edilmesi, Maliki’nin Barzani ve Türkiye ile ilişkilerinin daha da gerilmesine neden olmuştu.
Barzani, Suriye üzerinden şekillenen bölgesel kamplaşmanın ve bu kamplaşmadaki görece denge durumunun Kürtlerin bölgesel aktörler içindeki önemini arttırdığını görerek, bu süreci bağımsız bir Kürt devleri kurma yönünde ilerletmenin hesabını yapmaktadır. Bu bakımdan Irak merkezi hükümeti (Maliki) ile karşı karşıya geldiği oranda Türkiye ve ABD’ye daha fazla yakınlaşmaktadır. Barzani, bağımsızlığa giden yolda güç ve önemini arttırmak için, Suriye Kürtlerini de, ABD, Türkiye, Katar, S. Arabistan ve Fransa destekli Suriye muhalefetinin (Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu – SMDK) içine çekmeye çalışmaktadır. Ancak Suriye Kürdistan’ında (Batı Kürdistan/Rojava) büyük oranda PKK çizgisindeki PYD’nin (Demokratik Birlik Partisi) etkin olması ve PYD’nin muhaliflere mesafeli durup bağımsız bir çizgide politika belirlemeye çalışması, bu hesapları zora sokmaktadır. Bu nedenle bir yandan Barzani, Yüksek Kürt Konseyi (YKK) içinde kendi çizgisindeki partilerin oluşturduğu ENSK (Suriye Kürt Ulusal Konseyi) üzerinden PYD’yi sıkıştırmaya çalışmakta, öte yandan Suriye Kürtlerinin PYD’nin etkisi altında olmasından rahatsızlığını açıkça ifade eden Türkiye, Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) bağlı gruplar (özellikle El-Kaideci Nursa Cephesi) üzerinden PYD’nin etkisindeki Kürt bölgelerinde çatışma ve istikrarsızlık yaratarak Kürtleri savaşın içine çekmeye çalışmaktadır.

PAYLAŞIM SAVAŞI VE KERKÜK SORUNU
Suriye’deki çatışmalar Barzani ve Maliki’nin farklı kamplar üzerinden karşı karşıya gelmesine yol açmış olsa da, bu güçler arasındaki asıl çelişki, Irak’taki enerji kaynaklarının ve yetkilerin kullanımı konusundaki anlaşmazlıklarda düğümlenmektedir. Suriye Krizi, ancak bu çelişkilerin yeni bir boyutta ortaya çıkmasına yol açmıştır. 2005 yılında kabul edilen Irak Anayasasının 140. maddesine göre, Kerkük ve aidiyeti konusunda ihtilaf bulunan (merkezi hükümete mi, Kürdistan Federe Yönetimi’ne mi bağlanacağı tartışma konusu olan) diğer bölgeler için 2007 sonuna kadar bir referandum yapılmasını öngörülüyordu. Ancak 2007’de ABD’nin de girişimiyle referandumun 5 yıl ertelenmesi (o dönemde Kerkük’ün Kürdistan Federe Yönetimi’ne bağlanmasını istemeyen Türkiye’nin de talebi bu yöndeydi) kararlaştırıldı. Bu arada Kerkük’ün nerede yer alacağının Irak’taki dengeleri değiştirebilecek kadar önemli olduğunu belirtmek gerekiyor. Çünkü bugün Irak sahip olduğu petrol rezervleri bakımından dünyada 3. sıradayken, Irak petrolünün yarıya yakını (yüzde 40’ı) Kerkük’ten çıkarılmaktadır. Ancak bugün hala referandumun ne zaman yapılacağı, daha doğrusu yapılıp yapılamayacağı belirsizliğini koruyor. Geçen yıl Suriye üzerinden kamplaşmanın derinleşmeye başladığı dönemde Barzani, merkezi hükümetin petrol gelirlerinden Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin payının ödenmediğini söyleyerek, ABD’nin en büyük petrol tekellerinden Exxon Mobil ile bir anlaşma imzaladı. Ardından da 2012 yazında Türkiye ile ham petrol gönderip işlenmiş petrol alma konusunda bir ticaret anlaşması imzaladı. Barzani’nin bu anlaşmaları yapmaya yetkisi olmadığını ve dolayısıyla bu anlaşmaları tanımadığını söyleyen Maliki’nin en somut tepkilerinden biri de, 2012 Aralık ayının başlarında Türkiye’nin Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın bindiği uçağın Hewler’e (Erbil) inişinin engellenmesi oldu. Ama Maliki’nin bu girişime asıl tepkisi ‘Dicle Operasyon Ordusu’ adı altında askeri bir birlik oluşturarak, bu orduyu, aidiyet konusunda ihtilaflı olan Kerkük, Diyala ve Selahaddin’de konuşlandırması oldu. Barzani’nin Peşmerge ordusunu Kerkük’e göndermesi ile iki yönetim arasındaki gerilim çatışma noktasına vardı. Cumhurbaşkanı Talabani’nin arabuluculuğu ile şimdilik bir uzlaşma sağlanmış olsa da, Aralık ayında beyin felci geçirip Almanya’da yoğun bakıma alınan Talabani’nin sağlık durumunun belirsizliğini koruması, Irak’ta pamuk ipliğine bağlı dengelerin geleceğini daha da belirsizleştirmektedir. Çünkü oturduğu cumhurbaşkanlığı koltuğunu büyük oranda Maliki’ye borçlu olan Talabani, yine geçtiğimiz dönemde Maliki’ye karşı birleşen Barzani, Allawi, Sadr ve Meclis Başkanı Usame Nuceyfi’nin hükümeti düşürme girişimlerinin önüne geçilmesinde de önemli bir rol oynamıştı. Tabii burada Maliki’yi devirmek için harekete geçen bu güçlerin hükümetten çekilmemelerinin yarattığı çelişki bir tarafa; Kürt Goran hareketinin Barzani’nin safında durmamasını, Allawi’nin Sünni Irakiye listesinden önemli bir grubun Maliki’yi desteklemesini ve Şii Sadr’ın Büyük Ayetullah Sistani tarafından uyarılmasını, Maliki’nin devrilmesinin öyle kolay bir iş olmadığını gösteren diğer gelişmeler olarak not etmek gerekiyor.
Nuri El Maliki’nin hem ülke içindeki egemenliğini, hem de bölgedeki güç ve etkisini perçinlemek için attığı önemli adımlardan biri de, Kasım ayında Rusya’ya yaptığı ziyaret oldu. Rusya’yla 5 milyar dolarlık silah ve önemli ticari anlaşmalar imzalayan Maliki, yeni Irak’ın Rusya ile ilişki ve işbirliğini önemli bir noktaya taşımıştır. Maliki’nin attığı bu adımın aynı zamanda ABD’ye verilmiş bir mesaj olarak da anlam kazandığını belirtmek gerekiyor. Çünkü Maliki, Rusya ile önemli anlaşmalar yaparak, ABD’ye alternatifsiz olmadığını göstermiş olmaktadır. Zaten ABD’nin de bugün bölgesel kamplaşmanın farklı taraflarında yer almalarına rağmen Maliki’yi tamamen çizdiği söylenemez. Çünkü ABD, her şeye rağmen bugün Maliki’yi Şii Irak İslam Yüksek Konseyi ve Sadr grubu gibi Irak’ı doğrudan İran’ın etkisine sokacak radikal grupları dengeleyecek bir güç olarak görmeye devam etmektedir. Ötesinde ABD için Irak Çalışma Grubu’nun raporunda belirtilen Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması bakımından Maliki bunu sağlayabilecek en önemli aktör konumunda olmayı sürdürmektedir. ABD, bugün hala Irak’ın toprak bütünlüğünün kendi bölgesel çıkarları için daha uygun olduğunu düşünmekte, bu nedenle Maliki ile ilişkilerini koparmamaya çalışmakta ve Barzani’nin bütün girişimlerine rağmen bağımsız Kürt devletine görece mesafeli yaklaşmaktadır.
ABD’nin Irak’ta dengeleri gözeten politikası, Kürdistan Federe Yönetimi için Türkiye’nin önemini daha da arttırmaktadır. Bu nedenle, Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Türkiye arasındaki “iyi ilişkiler”in mimarlarından biri olarak kabul edilen Başbakan Neçirvan Barzani, Aralık ayında Time dergisine verdiği röportajda “Maliki’ye karşı umut kapımız Türkiye” demekte ve yine “bağımsız Kürdistan için en az bir ülkeyi ikna etmemiz gerekiyor” diyerek Türkiye’yi işaret etmektedir. “Bölgesel liderlik” adına ve ‘yeni Osmanlı’cı heveslerle Suriye üzerinde somutlanan müdahale politikası izlemesi, Türkiye’yi, İran, Suriye ve Irak merkezi hükümetleriyle karşı karşıya getirip bölgede adım atamaz hale getirirken, ABD,  bu konuda Türkiye’den daha temkinli davranmakta ve sağlam adımlar atmak için uygun koşulları beklemektedir.

SONUÇ YERİNE: IRAK, BÖLGESEL KAMPLAŞMANIN ORTA YERİNDE GELECEĞİNİ ARIYOR
Bütün bu gelişmeler üzerinden Irak’taki durumu özetlemek gerekirse şunlar söylenebilir:

Birinci olarak; Irak’ta Saddam rejiminin devrilmesinden on yıl sonra ülkedeki belli başlı siyasi güç odaklarının aralarındaki sorunları hala çözememiş olması, mevcut denge durumunun geçici olduğunu göstermektedir. Ancak Irak’ın geleceğinin ne olacağı (Irak’ta mevcut durumun devam edip edemeyeceği, 3 bölgeli; Şii, Sünni ve Kürt bölgelerine dayalı bir federasyon olup olmayacağı, Kerkük’ün statüsünün ne olacağı, Kürtlerin bağımsızlıklarını ilan edip etmeyeceği…) sorusunun cevabı da bu sorunların nasıl çözüleceğine bağlı olduğu için belirsizliğini korumaktadır.
İkinci olarak, Irak’taki istikrarsızlığın ve sorunların çözülememesinin en önemli nedenlerinden biri de, emperyalist güçlerin ve diğer bölge ülkelerinin ülkedeki siyasi güç odakları üzerinden Irak siyasetini belirlemeye/etkileme çalışmalarıdır. Başka bir deyişle Irak’ın istikrarı bir anlamda dış müdahalelerden ne kadar uzak kalabileceğine bağlıdır ki, başta Türkiye (Kürtler ve Sünniler) ve İran (Şiiler) olmak üzere bölge ülkelerinin müdahale ve etkisinin giderek artması, bu konuda Irak’ın geleceğinin fazla iç açıcı olmadığına dair işaretler olarak görülmelidir.
Üçüncüsü, Suriye üzerinden yaşanan bölgesel kamplaşmada, farklı kamplarda yer alan Irak’ın siyasi güç odakları, aynı kampta yer aldıkları ülkelerin desteklerini arkalarına alarak kendi güçlerini arttırmaya ve Irak’ta anlaşmazlık konusu olan sorunların (özellikle emperyalistlerin ve bölge ülkelerinin iştahını kabartan petrol gelirlerinin paylaşımının) kendi çıkarları temelinde çözümünü sağlamaya çalışmaktadır. Bu durum Suriye üzerinden sürdürülen bölgesel kamplaşmanın seyrinin ne olacağının, aynı zamanda Irak’ın ne olacağı sorusunun cevabını vermek bakımından belirleyici bir önem taşır hale getirmiş bulunmaktadır.
Dördüncü olarak, Bağımsız bir Kürt devletinin kurulup kurulamayacağı, bugün Suriye üzerinden sürdürülen bölgesel kamplaşma ve çatışmanın seyrine bağlı durumdadır. Bölgesel kamplaşmanın, bu kamplaşma içinde yer alan güçleri çatışma noktasına getirdiği oranda Maliki hükümeti ile ayrı kamplarda yer alan Barzani’nin Türkiye ve ABD’nin desteğini alarak bağımsız bir devlet kurması muhtemeldir. Ancak bugün için ne bölgesel kamplaşmanın seyri, ne de ABD ve Türkiye’nin tutumu o noktaya gelmiş değildir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑